Fahrettin GÜN
Ibn Teymiye üzerine bir degini
Geçmise yönelik ilim ve düsünce adamlarindan en fazla tenkit edilenlerden biri de Ibn Teymiye’dir. Hatta ülkemizde son çeyrek asirda bazi sahislara “Ibni Teymiyeci” seklindeki bazi isnadlari bildigim için açikçasi Ibn Teymiye’ye dair okumalarimi ve tuttugum notlari okuyucularla paylasmada oldukça yavas ve ürkek davrandigimi söyleyebilirim.
Fakat Ibn Teymiye ismi üzerindeki spekülasyonlarin çoklugu kanatimce onun iyi taninmamasindan kaynaklanmaktadir. Çünkü kimileri onu yenilenme karsiti olarak görür, kimileri ise, onu en önemli yenilikçi olarak görür. Bu tuhaf, tuhaf oldugu kadar da çelisik ile yaklasimar bir yana, Ibn Teymiye, hakikatte bidatlara, asiriliga ve dine sokulan hurafelere karsi açikça cephe alan bir bilgedir. Nitekim Islâm dünyasinin Haçli Savaslarina maruz kaldigi, Islâm’in asli temellerinden uzaklastirilmaya, asabiyetler ve taassuplarla örülmeye çalisildigi bir dönemde Ibn Teymiye, Islâm dünyasindaki sapmalara karsi çikmis, Islâmin aslî kaynaklara dönüsünün zarurî oldugunu savunmustur. Özellikle de, bid’at saydigi yenilesmeden uzak kaldigi da bir gerçektir.
Koyu bir selefi ve Hanbeli görüsü benimseyen “Ibn Teymiye hakkinda söylenebileceklerin en azi, onun ilim ve eylem, düsünce ve kiliç adami oldugudur. Adi, düsünce ve eylem olarak cihadla taninmistir. Pratik hayatini, gerçek Islâm’in bayragini yükseltme ve bid’atler ile sapikliga direnme ugrunda cihada adamistir... Öte yandan, Ibn Teymiye, dünyadan el etek çekmis idealist bir düsünür degildir. Kilici almis ve savas alaninda cihada katilmistir. Mogollar’a karsi cihada, mülhid (ateist) ve bozgunculara karsi cihada... (1).”
Kisacasi, O, kilicini ve kalemini birlikte kullanmis, Islâmi ödünsüz bir sekilde savunmus ve bu ugurda çesitli zorbaliklara, zulümlere katlanmistir. Dimask kalesi hapishanesinde iki yillik bir tutukluluktan sonra vefat etmesi de onun inancindan, imanindan, düsüncesinden taviz vermediginin somut bir isaretidir.
Ibn Teymiye’nin pekçok eserinin yaninda en meshur olani ise, siyasetnâme türünün en önemli örneklerinden birisi olan “es-Siyasetu’s-ser’iyye fi islahi’r-râ’i ve’r-ra’iyye” adli eseridir. Bu eserinde Ibn Teymiye, “Islâm hukukun anayasa, idare, maliye ve ceza hukuku gibi kamu hukukunun alt dallarina ait bazi konulari da ele alir; hatta bu yüzden eseri Fransizca’ya çeviren H.Laoust tercümesine “Ibn Teymiye’ye göre kamu hukuku” adini vermistir. Söz konusu eser yetkin bir akademisyen olan Vecdi Akyüz tarafindan dilimize kazandirilmistir.
Ibn Teymiye’nin siyasete iliskin eserinde benim en dikkatimi çeken “görev istenmez, verilir” anlayisinin islendigi ilk bölümdür. “Emanetler” basligini tasiyan bu ilk bölümden asagidaki satirlari iktibas ediyorum:
“Hz. Peygamber (s.a) söyle buyurur. “Kim müslümanlarin isini üstlenir de, daha ehil olani varken baskasina bir is verirse, Allah ve Peygamberine hainlik etmis olur”. Bir baska rivayette “kim, içlerinde taklid (tayin) edeceginden daha çok halkin sevgisini kazanmis biri bulundugunu bilerek, bir topluluga emir tayin ederse, Allah’a, Peygamberine ve müminlere hainlik etmis olur” buyurur...
“Hz. Ömer (r.a) “Kim müslümanlarin herhangi bir isini üstlenir, sonra da, aralarindaki dostluk ve yakinlik dolayisiyla birine is verirse, Allah’a, Peygamberine ve Müslümanlara hainlik etmis olur.” demektedir.
“Veliyyu’l-emr’in, ilmî, askerî, mülkî siniftaki ve diger hükümet islerindeki valileri, hakimleri, ordu komutanlarini, küçük-büyük askeri birlik komutanlarini, hazine vazifelileri, katipler, mühürdarlar, harac, sadaka ve müslümanlarin diger mallariyla ilgili memurlarin üstlendikleri ise en ehil olanini arastirmasi ve tespit etmesi gerekir. Tayin edilen bu memurlarin da, bu islerin her birine en ehil olani getirmesi ve kullanmasi gereklidir... (2)”
Ibn Teymiye, nakli esas alan, akla ise buna göre yer ayiran bir düsünürdür. Nitekim, “Siyaset” adli eserinde de kaynaklara; yani âyet, hadis ve ilk Müslümanlarin tatbikatini esas alan bir idare tarzinin esaslarini çizmeye çalisir.”
Ben, Ibn Teymiye ile ilgili bu kisa deginiyi burada noktalarken, onun “Siyaset/es-Siyasetü’s-Serriyye” adli eserini okuyucu dostlara tavsiye ediyorum.
Dipnot:
(1) Huriye Tevfik Mücahid, Fârâbi’den Abduh’a Siyasi Düsünce, (Çev. Vecdi Akyüz) Iz Yayincilik, Istanbul 1995, s. 165.
(2) Ibn Teymiye, Siyaset/es-Siyasetü’s-Seriyye, (Çev. Vecdi Akyüz), Dergah Yayinlari, Istanbul 1985, s. 37-38.
İbni Teymiye (1263-1328)
Ahmed, 1263 yılında Harran'da doğdu. Bölgenin önemli ailelerinden olan Teymiyye'nin bir mensubu olarak dünyaya geldi. Amcası ve dedesi bölgede Hanbeli mezhebinin âlimleri olarak görev yapmış ve bu mezhebin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştu.
Babası Abdülhâlim de aynı mezhebin âlimi olarak geleneği devam ettirmiştir.
İbni Teymiyye'nin babası, Bağdat'ın Moğollar tarafından işgal ve istilasından sonra ailesini alarak Dımaşk'a (Şam) göç etmiş ve burada müderrislik yapmaya başlamıştır. Giderek gelişmeye başlayan Şam, zamanla Hanbeli mezhebinin önemli merkezleri arasına girmiştir. Bu dönemde Şam'ın gelişmesinin önemli sebeplerinden bir tanesi, Bağdat'ın işgali sonrasında bölgeden çevreye cereyan eden göçlerdir.
Ahmed, ilk eğitimini müderris olan babasından aldı. Böylece eğitimine Şam'da başlamış oldu. Babasının da müderrisleri arasında bulunduğu Sükkeriye Darülhadis medresesinin hocalarından ders aldı. Çok sayıda âlimden direk ders aldığı gibi, bazılarından hadis dinlerken, bazılarının da ilmi sohbetlerinde hazır bulundu. Küçük yaşta başladığı eğitimini tamamlayarak icazet aldı.
1284 yılında babası vefat eden Ahmed, bu tarihten itibaren babasından boşalan kürsüde hocalığa başladı. Şam'da bulunan Emeviye Camisi'nde tefsir derslerini okuttu. Hac görevini ifa etmek üzere 1292 yılında Hicaz'a gitti. Peygamber Efendimize küfreden Assaf isimli Hıristiyan'ın cezalandırılması için Emir İzzeddin Aybeg'e müracaatta bulundu. Ancak, mahkeme cereyan ettiği sırada, taşkınlık yaptıkları gerekçesiyle kendisi ile birlikte şikâyette bulunan hocası Zeynüddin el-Fariki kırbaç yeme cezasına çarptırıldı. Assaf ise Müslüman olunca affedildi.
İbni Teymiyye, hocasının yerine, 1296 yılında Hanbeliyye Medresesi'nde ders vermeye başladı. Zamanla halk ve yöneticiler üzerinde önemli etkiye sahip bir şahsiyet haline geldi. Bu faaliyetine paralel olarak, dinî ve siyasî tartışmaların içine girmeye başladığı görüldü. Eş'ari kelâmcılarına karşı ağır eleştirilerde bulundu. Bu eleştirileri karşısında rahatsız olan Hanefî fıkıh âlimleri kendisini ilmî müzakereye dâvet ettiyse de buna icabet etmedi. Zamanın idarecisi kendisinden yana tavır takındığı, bazı kişileri tutuklattığı için, aleyhindeki faaliyetin herhangi bir etkisi görülmedi.
Moğol saldırılarının devam etmesinden dolayı, birçok kimse Dımaşk'ı da terk edip giderken, İbni Teymiyye burada kalmaya devam etti. Bazı âlimlerle birlikte Moğol hükümdarına giderek müracaatta bulundu. Bu müracaatıyla meydana gelebilecek daha büyük bir can kaybının önüne geçmiş oldu. Daha sonraki dönemde Memlük sultanına giderek Moğollara karşı savaşmasını istedi. Kendisi de Moğollara karşı hazırlanan orduya katıldı. Taraflar arasında yapılan savaşta, Moğollar ağır bir yenilgiye uğratıldı (1303).
İbni Teymiyye'nin yaptığı dikkat çekici eylemlerinden bir tanesi bir kayayı ortadan kaldırmasıdır. Nehir kıyısında bulunan bir kaya bazı insanlar tarafından ziyaret edilmekte ve buraya adaklar yapılmaktaydı. Durumu öğrenince bazı talebeleriyle birlikte söz konu kayanın bulunduğu yere giderek söz konusu kayayı ortadan kaldırdı. Hurafe ve bid'alara karşı aşırı sert davranışı pek çok kesimin tepkisine sebep oldu. Hakkında değişik dedikodular yayılmaya başladı. Yazmış bulunduğu eseri ayıkırı ifadeler ihtiva ettiği iddiasıyla eleştirildi. Ancak, Şam naibinin başkanlığında toplanan heyetin incelemesi sonrasında herhangi bir aykırılık görülmediği ifade edildi. Daha sonra, eser sebebiyle Şafii âlimleriyle de arası açıldı. Bu olaylardan sonra Kahire'ye gönderildi. Kahire'de bir süre tutuklu kalan İbni Teymiyye, hapisten kurtulduktan sonra, Şam'a dönmesine izin verilmedi. Kahire'de kalmaya devam ederek, fikirlerini savunmaya devam etti. 1309 yılında bir kez daha tutuklanarak gözetim altına alındı. Göz hapsine alındığı süre zarfında eser yazmasına ve ziyaretçi kabul etmesine izin verildi. İktidarın el değiştirmesiyle serbest kaldı. Serbest kaldıktan sonra Kahire'de ders verdiği gibi, fetva verme faaliyetinde de bulundu. 1313 yılında Şam'a gitmek üzere tekrar yola çıktı. Yolculuk sırasında Kudüs'e uğrayıp burada bir süre kaldı. Şam'da beş yıl boyunca ders verip eser yazmaya devam etti. Mücadeleci kişiliğinin de etkisiyle, çevresindeki halka giderek büyüdü. Şafii ve Eş'ari âlimlerin karşı çıkmalarına rağmen, halk ve idareciler üzerindeki etkisine engel olunamadı.
İbni Teymiyye, yazdığı eser ve görüşlerinden dolayı 1320 yılında tekrar hapsedildi. Beş aydan fazla bir süre hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. Ancak, Peygamber mezarları ve mukaddes beldelerin ziyareti hakkında verdiği fetva ve yazdığı risâlelerden dolayı tekrar tutuklandı. Bundan sonra fetva vermesine yasak kondu. İki yıl daha hapis yatarken, eser yazmayı sürdürdü. Mezarların ziyareti hususundaki sert eleştirilerinden sonra, yazı yazmasına da izin verilmedi. Bundan sonra kendisini ibadete verdi. 1328 yılında hapishanede vefat etti.
Tartışmacı, yanlış bildiğini sert bir şekilde eleştirmekten ve fiili hareket dahil tepki göstermekten çekinmeyen kişiliğiyle, İslâm düşünce geleneğinde önemli bir etki bıraktı. Selefiyye görüşünün yılmaz savucusu olup, mevcut uygulama ve anlayışlara çok sert eleştiriler getirdi. Görüşlerini çekinmeden açıklayan ve her türlü sıkıntıyı göze alan kişiliğiyle bir çok âlimin takdirini kazandığı gibi, özellikle ağır eleştirilerinden dolayı çok sayıda tenkitçisi de olmuştur. Osmanlı idaresi ile birlikte Hanefi fıkhı gerileme devresine girmesine rağmen, İbni Teymiyye'nin etkisi devam etmiştir. Bu etkinin günümüze kadar gelen bir yansıması, Vehhabilik cereyanının doğması olmuştur. Bu cereyan, âlimin görüşlerinden büyük ölçüde etkilenmiş, önce fikirle başlayan hareket daha sonra siyasi bir nitelik kazanıp Suudî Krallığının kurulmasında önemli bir rol oynamıştır.
Risâle-i Nur'da İbni Teymiyye'nin ismi zikredilmiş, "Şimdi Haremeyn-i Şerîfeyne hükmeden Vehhâbîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbni-i Teymiye…" (Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 434; Emirdağ Lahikası, 1997, s. 178-179) ifadelerine yer verilmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında, gizli münafıkların, Vehhabiliği perde yapıp, İslâmiyet ve Kur'ân hakikatlerini muhafazaya çalışanlara zarar vermek için, bazı hocaları elde ettikleri ve bazı insanları Alevîlikle itham ettiklerine işaret edilmiştir. Buna karşılık, asırlardan beri devam ede gelen Sünni geleneğin, sahabeler arasında cereyan eden hadiseleri kurcalamamayı ve amelleriyle baş başa kalan şahsiyetleri tartışma konusu yapmamayı esas aldıkları hatırlatılmıştır.
İbni Teymiyye ve takipçileri için; "lbni Teymiye ve lbni Kayıme'l-Cevzî gibi zâtlar Muhyiddîn-i Arab (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güyâ mezheb-i Ehl-i Sünneti Şîalara karşı Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) Hz. Ali'den (r.a.) efdaliyetini müdâfaa ediyorum diyerek, Hz. Ali'nin (r.a.) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika fazîletlerini âdileştiriyorlar…" (Mektubat, s. 1997, s. 353) tesbiti yapılmış ve Risâle-i Nur'da önemli açıklamalara yer verilmiştir.
İbni Teymiyye; akaid, kelâm, kıraat, tefsir, fıkıh, hadis, fıkıh usulü, din ve mezhepler tarihi, felsefe, mantık gibi değişik ilim dallarında sayısız esere imza atmış, muhtelif konulardaki fikir ve düşüncelerini yazıya dökmüştür. Kendisi çok sayıda eser yazdığı gibi, şahsı itibariyle çok sayıda esere de konu olmuştur.
BAZI ŞÜPHELER VE CEVAPLARI
Birinci Şüphe:
Tağuta, tağuti sistemlere, ona bağlı olan ve boyun eğenlere Allah (c.c)’ın verdiği küfür sıfatını vermek, bazı insanlara ağır geliyor.
Çünkü gerek bu sistemler ve gerekse onlara bağlı olanlar Allah (c.c)’ın varlığını açıkça inkar etmemekte hatta namaz ve oruç gibi bazı ibadetlerin yapılmasına izin vermektedirler. Yine asrımızın yesağının bağlısı fertlerden bazıları la ilahe illallah’ı telaffuz etmekte, namaz, oruç, zekat, hac gibi İslam’ın rükunlarını yerine getirmekte, din adamlarına, dini müesseselere saygı göstermekte, hatta bazıları bu müesseselere yardım etmekte ve çalışmalarına izin vermektedir. İşte bu özellikleri sebebiyle bazı insanlar onlara, Allah’ın verdiği kafir sıfatını vermekten çekinmektedir.
Onlara şöyle cevab verilir:
Allah (c.c)’ın şeriatini bir kenara atarak yerine beşeri sistemleri koyan, Allah (c.c)’ın kanunlarıyla değil, beşeri kanunlarla hükmeden, bu beşeri kanunları insanlara uygulamaya zorlayan tağutları ve destekçilerini tekfir etmeyen kimseler şüphesiz ne la ilahe illallah’ın manasını ne de İslam’ın ne demek olduğunu bilmektedir.
Bu, eğer onlar hakkında hüsnü zan yaparsak böyledir. Fakat bu kimselerden kültürlü olanlar ve İslam’ı bildiklerini iddia etmelerine rağmen bu şüpheyi ortaya atanlar hakkında bu hüsnü zannı yapmak mümkün değildir. Onlar hakkında; “la ilahe ilallah’ın ve İslam’ın gerçek manasını bilmiyorlar” diyemeyiz. Zira onlar böyle sistemlerin, Allah (c.c)’ın hükümlerini değiştiren sistemler olduğunu, Allah (c.c)’ın dininde bunun küfür olduğunu çok iyi bilirler.
Kur’an’ı kerim başından sonuna kadar ve Rasulullah (sas)’ın sünneti, bu şüphenin batıllığını açıkça ortaya koymuş ve önünü kesmiştir.
İslam davetinin tarihindeki müşriklere karşı yapılan mücadeleler, Rasulullah (s.a.s) ve sahabelerinin yirmi üç sene boyunca çektiği zorluk ve meşakkatler, yaptıkları savaş ve cihadlar, müşrikler la ilahe ilallah’ı sadece dilleriyle telaffuz etsinler diye olmamıştır. Aynı şekilde Kur’an’ı kerim yirmi üç sene boyunca, insanların la ilahe illalah’ı sadece telaffuz etmeleri ve tagutların izin verdiği bir takım ibadetleri yapmaları için emir ve yasaklar bildirmemiştir.
Kureyş’in, Rasulullah (s.a.s)’a: “Bir sene sen bizim ilahımıza ibadet et, bir sene de biz senin ilahına ibadet edelim” şeklindeki teklifi ile asrımızın yesağının kullarının söz veya hareketle: “Mescidde Allah (c.c)’a ibadet ederiz, fakat parlementoda, üniversitelerde, ticarette, siyasette, iktisadda, yollarda v.s. Allah (c.c)’tan başkasına itaat ederiz” şeklindeki söz ve amelleri arasında acaba ne fark vardır? Bu iki durum acaba birbirine benzemiyor mu? Bu iki durum arasında sadece bir fark vardır. O da; Kureyş müşriklerinin yaptığı teklifin zamanla sınırlı oluşu, asrımızın yesağının kullarının yaptığı teklifin ise mekan ve mevzularla sınırlı oluşudur.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hepiniz tam olarak silme girin!” (Bakara: 208)
Ayetteki “silm”den kasıt; Taberi tefsirinde ve diğer tefsirlerde geçtiği gibi, İslam’dır.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Fitne kalmayıncaya ve din, tamamen Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaş! Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, yaptıklarını görmektedir.” (Enfal: 39)
“Allah’ı ve rasullerini inkar edenler, Allah ve rasulleri arasını açmak isteyenler, bazılarına inanır, bazılarını da inkar ederiz, diyenler ve (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler... İşte gerçek kafirler bunlardır...” (Nisa: 150)
“Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil, yalnız O’na kulluk etmenizi emretti. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf: 40)
Allah (c.c)’ın bizden istediği; sadece şehadeti telaffuz etmemiz değildir. Bunu daha önce açıklamıştım. Burada ek olarak şunu söylüyorum:
“İslam alimleri Kur’an’ı ve sünnetin hepsini gözden geçirdikten sonra İslam’a girmek için la ilahe illalah şehadetiyle ilgili şartların ve onu bozan şeylerin neler olduğunu belirlediler. Bu şartların bir tanesi tahakkuk etmezse veya onu bozan şartlardan bir tanesi vuku bulursa la ilahe illallah şehadeti ve İslam iddiası geçersiz olur. Şahit olduğumuz ortam apaçık göstermektedir ki, bir zamanlar İslam diyarı olan üzerinde yaşadığımız şu topraklarda nice insan, mürted ve müşrik olmasına rağmen yine de la ilahe illallah şehadetini telaffuz etmektedir. Onların küfürlerinde kimsenin şüphesi yoktur. Şayet la ilahe illallah şehadetinin telaffuz şartları ve onu bozan şeyler olmasaydı, şüphesiz herkes tarafından kafir kabul edilen bu kimselerin müslüman olmaları gerekirdi. La ilahe illallah’ı ve İslam’ı bozan amellerden, büyük şirk ve daha önce belirttiğim laiklik ile asrımızın yesağından başka şunlar da vardır:
a – Kendi verdiği hükmün ve gösterdiği yolun veya başkalarının verdiği hükmün ve gösterdikleri yolun Rasulullah (s.a.s)’ın şeriat ve gösterdiği yoldan daha üstün olduğuna inanmak. Tağutların hükmünü Rasulullah (sas)’ın hükmüne tercih edenler gibi... Bu, küfürdür.
b – Hıdır (a.s)’ın, Musa (a.s)’nın şeriatine uymama hakkı olduğu gibi kendisinin veya başkalarının da Rasulullah (s.a.s)’ın şeriatine uymama hakkı olduğuna inanmak.
İbni Teymiye (r.a)’ye, şehadeti telaffuz ettiklerini, müslüman olduklarını söyleyen, İslam’ın bir takım ibadetlerini yerine getiren fakat Cengiz Han’ın koymuş olduğu yesağa uyan ve bir kaç defa Şam’a saldıran tatarlara karşı savaşma hakkında soruldu. Bu konuda daha önce İbni Kesir’in görüşünü belirtmiştim.
İbni Teymiye (r.a) buna çok uzun bir cevap verdi. Verdiği cevabın bir kısmı şöyledir:
“Her kim İslam’ın mütevatir olan açık şartları dışına çıkarsa müslümanların ittifakıyla, iki şehadeti söylese bile ona savaş açılır. İki şehadeti kabul etmelerine rağmen beş vakit namazı kılmayı kabul etmezlerse, beş va-kit namazı kılıncaya kadar, namazı kılmayı kabul eder fakat zekatı vermeyi kabul etmezlerse zekat verinceye kadar, bunları yapmalarına rağmen, Ramazan orucunu tutmayı veya hacca gitmeyi kabul etmezlerse bunları yapıncaya kadar onlara savaş açılır. Bütün bunları yapar fakat ahlaksızlığı, zinayı, kumarı, içkiyi veya şeriatin haram kıldığı herhangi bir şeyi haram kılmazlar veya kanda, malda, ırzda, nesepte Allah (c.c)’ın kitabı ve rasulünün sünnetinin hükümlerini uygulamazlarsa yine onlara savaş açılır. Yine bu kimseler marufu emredip, münkerden nehyetmez, cizyeyi alçalmış bir vaziyette verinceye kadar kafirlerle savaşmazlarsa veya Allah (c.c)’ın apaçık olan isim ve sıfatlarını veya kaza ve kaderini inkar ederek Kur’an’a, sünnete ve selefi salihine zıt bidatler ortaya çıkarır veya dört halifenin zamanında müslümanların icma ettiği konulara karşı gelir ve yalanlarlarsa yine onlara savaş açılır.
Muhacir ve ensardan olan ilk müslümanlara ve onlara tabi olanlara laf atan, müslümanları İslam şeriatine muhalif emirlere itaat etmeye zorlayan kimselere de savaş açılır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Bakara: 193)
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah’tan korkun ve ribadan geri kalanı bırakın! Fakat bunu yapmazsanız, Allah’a ve rasulüne karşı savaşa girdiğinizi bilin!” (Bakara: 278-279)
Bu ayet taif ahalisi hakkında inmiştir. Bunlar İslam’a girdiler, namaz kıldılar, oruç tuttular, fakat faizi terketmeye yanaşmadılar. Allah (c.c) bu ayette faizi bırakmazlarsa Allah (c.c)’a ve rasulüne karşı gelmiş ve savaş açmış olacaklarını bildirmiştir. Faiz, iki tarafın rızasıyla alınan maldır ve Allah (c.c)’ın haram kıldığı amellerin sonuncusudur. Faizi terketmeyi kabul etmeyen kişiler Allah (c.c) ve rasulüne karşı savaş açmış sayıldıkları için, Allah (c.c) onlarla savaşmayı emretmiştir. Durum böyleyken İslam’ın hükümlerinin bir kısmını veya çoğunu terkeden tatarlar gibi kimselere karşı takınılması gereken tavır acaba nasıl olmalıdır? Elbette bundan daha şiddetli...
Herkes tarafından bilinmektedir ki, İslam dininden başka bir dine, Rasulullah (s.a.s)’ın şeriatinden başka bir şeriate bağlanmayı caiz gören kafirdir. Bunun küfrü kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını reddeden kimsenin küfrü gibidir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Allah’ı ve rasullerini inkar edenler, Allah ve rasulleri arasını açmak isteyenler, bazılarına inanır, bazılarını da inkar ederiz, diyenler ve (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler...” (Nisa:150) (Fetvalar Cihad Bölümü s: 281-288)
Yine İbni Teymiye (r.a)’ye:
Tatarların, kendileriyle birlikte zorla savaşa çıkarttığı (zamanımızdaki mecburi askerlik de böyledir), ilim, fıkıh, tasavvuf v.s. ehli olduğu halde tatar askerleri içinde yer alıp hem tatarlara hem de onlarla savaşanlara müslüman hükmünü veren fakat her iki guruba da zalim diyen ve hiç kimseyle savaşmayıp taraf da tutmayan kimselerin hükmü soruldu.
İbni Teymiye (r.a) onlara şöyle cevab verdi:
“Halkın en şerlisi tatarlar yanında savaşan, onlarla dost olan kişi; ancak kendisinden iman kabul edilmeyen fakat zahiren İslam’ını gösteren bir zındık veya bir münafık ya da bidatçilerin en şerlisi Rafizi, Cehmiyye ve Ticariyye fırkasından ya da insanların en faciri, en fasıklarındandır. Bunlar Ka’be’ye haccetmeye güçleri olduğu halde haccetmezler. Bu kimseler arasında namaz kılan ve oruç tutanlar olabilir fakat onların çoğu namaz kılmayan, zekat vermeyen kimselerdir. (Fetvalar s: 280 mesele: 516)
Bu konuyla ilgili olarak kitabının bir başka yerinde İbni Teymiye (r.a) şöyle dedi:
“Her kim tatarların veya bir başkasının ordusunun emri altına girerse işte o kimsenin hükmü, aynıonların hükmü gibi olur. Onlar İslam’dan ne kadar irtidat etmişlerse, diğerleri de o kadar irtidat etmiş sayılırlar.
Selefi salihin; namazı kıldıkları, orucu tuttukları ve müslümanlara savaş açmadıkları halde zekatı vermeyenlere mürted ismi vermiştir. Allah (c.c) ve rasulüne düşman olanlarla birlik olup müslümanlara savaş açanın hükmü nasıl olur acaba?” (Fetvalar s: 291 Cihad bölümü)
İbni Teymiye (r.a) bu konuyla ilgili olarak, kitabının bir başka sayfasında şöyle demiştir:
“Fitne zamanında müslümanlar birbirleriyle çarpıştıkları zaman savaş etmeye zorlanan kişinin savaşmaması gerekir. Onun yapacağı en güzel şey; eline verilen silahı bozmak veya mazlum bir şekilde öldürülünceye kadar sabretmektir. Durum böyleyse, İslam şeriatine karşı çıkan, onu uygulamayan, zekatı vermeyen ve böylece mürted olan kimselerle birlikte müslümanlara karşı savaşmaya zorlanan bir müslümanın, öldürülme ikrahı olsa veya müslümanlar kendisini öldürecek olsalar bile, müslümanlara karşı asla savaşmaması gerekir. Çünkü bir başka müslümanın nefsini feda ederek kendi nefsini kurtarması doğru değildir.”(Fetvalar s.295 cihad bölümü)
Bu anlatılanlardan anlaşılıyor ki, la ilahe illallah’ı telaffuz etmenin ve bir takım ibadetleri yapmanın, la ilahe illallah’ı bozan amellerin yanında hiç bir kıymeti yoktur.
İbni Teymiye (r.a)’nin ve diğer alimlerin; “İslam dininden irtidat etmek, asli küfürden daha tehlikelidir.” sözleri üzerinde durmak istiyorum. Şüphesiz İslam’dan dönerek mürted olmak, kafir olup İslam’a girmemekten çok daha tehlikelidir. İslam düşmanı yahudi ve haçlılar bu meseleyi idrak etmişlerdir. Onlar, müslümanları komünizm ve benzeri başka dinsiz fikirlere bağlatmayı başaramadılar. Önceki tecrübelerine dayanarak ve çok düşündükten sonra pis ve tehlikeli bir plan uyguladılar. İşte bu plan; İslam şeriatinin hükümlerini yürürlükten kaldırarak beşeri kanunların hükümlerini yürürlüğe koyan hükümetlerin iş başına getirilmesidir. Böyle sistem, nizam ve hükümetleri iş başına getirmek için de yine İslam’ı kullandılar. Kendilerinin de müslüman olduklarını, İslam akidesine saygılı olduklarını ve bir takım ibadetlere izin verdiklerini söylediler. Bu hükümetlerin başındakilere de kahraman süsü verdiler. Böylece halkı onlara bağladılar, boyun eğdirdiler. Sonra halkın İslam şuuruna dokunmadan İslam’ın hükümlerini yavaş yavaş yıkmaya başladılar. İşte bu sebebledir ki, bu hükümetlerin başında bulunanlar, İslam’a iman etmediklerini açık bir şekilde söylemeye cesaret edemezler. Fakat demokrat olduklarını övünerek söylerler. Oysa sonuç aynıdır. Fakat resim henüz tamamlanmış değildir...
İkinci Şüphe:
İnsanların çoğunun papağan gibi ağızlarında geveledikleri bir şüphe vardır. O da; “şeriat sabittir, hayat ise değişmektedir. Sabit olan, değişkenlerin ihtiyaçlarını gideremez. Bu nedenle değişken hayat için, sabit olan İslam şeriatinden başka hükümler aramak gerekir. Yeni asrın ilmine uygun, insani tecrübelere dayanan yeni kanunlar aramak gerekir. Din ise, fertlerin ruhunu terbiye etmek için muhafaza edilmelidir.” İşte zamanımızın laik düzenlerinin durumu budur!
Bu şüphe, ilk olarak İslam’ı engelleyen İslam düşmanlarının ortaya attığı bir şüphedir. Allah (c.c)’ı ve Allah’ın kudretini tam anlamıyla bilen bir insan bu şüpheyi ortaya atmaz. Çünkü bu şüphe, yüce Allah (c.c)’ı cehaletle ve eksiklikle itham etmek demektir. Bu şüpheyi ortaya atan ve bu sözü söyleyen kişiye yapılacak ilk iş, onu yeniden imana davet etmek, Allah (c.c)’ı ve Allah (c.c)’ın kudretini ona iyice tanıtmaktır. Fakat biz, bu şüphenin İslam’ı yeni öğrenmek isteyen bir kişi tarafından bir soru olarak ortaya atıldığını farzedelim. Böyle diyen bir kimseye verilecek cevap şudur:
Bu şüphe hakkında konuşabilmek için şu iki şeyi kabul etmiş olman gerekir:
Birincisi: İslam şeriati sabittir, hükümleri donuktur, esnek değildir, genişlemeyi kabul etmez.
İkincisi: Beşeri hayat devamlı değişmektedir ve beşeri hayatta hiçbir şey sabit olarak kalmaz.
Fakat gerçek şudur ki farzettiğin bu iki şey doğru değil, gerçeğe zıt faraziyelerdir. Avrupa ve hristiyanlığın durumu seni bu şüpheyi ortaya atmaya sevketmiştir. Çünkü Avrupa felsefesini ortaya atan fikir sahipleri hayatta herşeyin değiştiğini zannettiler. Böylece hayattaki herşeyin daha önce sabitken şimdi değişken olduğuna inanıldı. İslam düşüncesi bu düşünceyi asla kabul etmez. Çünkü İslam düşüncesi; mutlak sebatı, yani; hiç değişmemeyi ve mutlak değişmeyi, yani hayatta her şeyin değiştiğini kabul etmez. Daha açık bir ifadeyle İslam düşüncesi, hayatı; sabit bir çerçevenin içinde, sabit bir eksen etrafında değişen bir hayat olarak kabul eder. Şöyleki; hayatın hem sabit, hem de hareketli olan yönü vardır. Bu özelliğin İslam düşüncesinde olması, bu şeriatin, hayatı yaratan Allah (c.c)’tan olmasındandır. Bu sebeble İslam şeriati hem değişmeyen, sabit kalan, hem değişen sabit olmayan meselelerle ilgili hükümler bildirmiştir. Selefi salih, hayatın bazı meselelerinin değişken olduğu gerçeğini kavramıştır.
Bunu Ömer b. Abdilaziz (r.a)’in şu meşhur sözünden anlamaktayız:
“İnsanlar her ne kadar yeni haram işlerlerse o kadar da yeni ve değişik hükümler ortaya çıkar.”
İmam Şafii’nin ictihadından da bunu anlarız. İmam Şafii Mısır’a gittiği zaman Irak’ta yaptığı çoğu ictihadını değiştirmiştir. Bu sebeble onun hakkında şöyle deniyor: “Eski mezhebi, yeni mezhebi.”
Usul kaidesinden de bunu anlarız. Şöyle bir usul kaidesi vardır:
“Haller ve durumlar değiştikçe fetvalar da değişir.”
Sahabeler ve İslam alimleri hayatın bazı meselelerinin değişken olduğunu, fetvaların buna göre değiştiğini ve İslam şeriatinin böyle bir özelliğe sahip olduğunu gayet iyi bir şekilde idrak etmişlerdi. Fakat bununla birlikte:
“Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’dan razı oldum.” (Maide: 3) ayetinde zikredilen büyük gerçeği de idrak etmişlerdi. Aynı şekilde Allah (c.c)’ın:
“Size kitabı tafsilatlı olarak indirmişken, Allah’ tan başka bir hakem mi kabul edeyim?”(En’am: 114) ayetindeki bu gerçeği de idrak etmişlerdi.
Allah (c.c)’ın:
“Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 56) buyurduğu büyük gerçeği de anlamışlardı. Bu ayet insanların varoluş gayesini tayin etmekte, insanların varlığının temiz çerçevesini sınırlandırmakta, şeriatin geniş çerçevesini ve beşeri hayatın dairesini çizmektedir.
Bu ise aşağıdaki şu üç kısmı geçmez.
1 – İnsan ve tabiatıyla alakalı, zamanla mekanla değişmeyen sabit bölüm, hiç değişmeyen bölümdür. İşte İslam şeriati bu sabit olan insan tabiatı için zaman ve mekanla değişmeyen sabit hükümler bildirmiş ve bu hükümleri açık ve tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır. Örneğin; namaz, oruç, hac, değişik taharet hükümleri; evlenme, boşanma, ev reisi olma vs. gibi aileyle ilgili hükümler; iddet, evlenilmesi haram ve helal olanlar; zina, içki, hırsızlık, ihanet vs. gibi kesin haram olan meselelerle ilgili hükümleri Allah (c.c) apaçık bir şekilde açıklamış, sınırlarını koymuştur. Bu hükümler zaman ve mekanla değişmez. İnsanların bunları değiştirme yetkisi yoktur. Şayet Allah (c.c) böyle meselelerle ilgili hükümleri insanlara bıraksaydı, şüphesiz insanlar saparlardı.
2 – Özü ve hedefi bakımından sabit olup şekil ve üslub bakımından Allah (c.c)’ın kainattaki kanunlarına göre değişen durumlar... Örneğin; ekonomide takib edilecek yol, eğitim ve öğretim metodları vb. konulardaki hükümler ve hükmü uygulama şekilleri.
Bu özellikteki konular için İslam şeriati genel kaide ve sınırlar koymuştur. Bu sınırları aşmamak şartıyla değişiklikler olabilir. Örneğin; İslam’daki hüküm, değişmeyen belli temel kaideler üzerine bina edilmiştir. Hüküm verme hakkı yalnız Allah’a aittir. O’nun indirdikleriyle hükmedilmesi gerekir. Hükümde müslümanların maslahatına ve müslümanlardan zararın kaldırılmasına riayet edilmelidir. İnsanlara adaletle hükmedilmelidir. Müslümanları yöneten kimse, onların emniyetini, yapabildiği kadarıyla sağlamalıdır. İşte hükümle alakalı bu temel kaidelere riayet edilmelidir. Bunun dışındaki tafsilatlar ve şekiller tayin edilmemiştir. Allah (c.c) unutmaksızın, kullara rahmet olarak bu tafsilatları ümmetin ictihadına bırakmıştır. Örneğin; beyat nasıl olmalıdır, şartları nedir, şuranın şekli nasıl olmalıdır, velayetlerin şekli, sınırları nasıl olmalıdır, hakimler nasıl ve nereden hüküm vermelidir, maslahat ve mefsedet nerede, hangi durumlarda olur? İslam hükümlerinin belirlediği genel sınır ve kaideleri aşmamak şartıyla zaman, mekan ve müslümanların durumuna göre müslümanlar, bu konularda ictihad ile değişiklik yapabilirler.
İslamda ekonomi belli temeller üzerine bina edilmiştir. Bunlar; malın hepsi Allah (c.c)’ındır. İnsanlar malda Allah (c.c)’ın halifeleridir. Bütün fertler için zaruri ihtiyaçların temin edilmesi gerekir. Batıl yollarla insanların malını yemek, faiz, vergi, stokçuluk ve malın sadece belli kişilerin elinde kalması haramdır. Zekatı vermek, ihtiyaç halinde zekat dışında da mal vermek için insanlar teşvik edilmelidir. Fakat ekonominin nasıl uygulanacağı, planlarının nasıl olacağı konusu müslümanların ictihadına bırakılmıştır. Bu zikredilenlerin asıllarının nasıl gerçekleşeceğini, müesseselerin helal ve haram sınırları içinde kalmalarını sağlayacak konuların konmasını, devletin müessseleri nasıl kontrol etmesi gerektiğini, ticari denetimi nasıl yapacağını, temel hükümlere riayet etmek şartıyla ümmetin ictihadına bırakmıştır.
Burada çok önemle durulması gereken bir mesele vardır. Vacib ve mübah ichtihadın şartları vardır. Müctehidlerin belli özellikleri olmalıdır. İctihad konusu, ancak hakkında nas olmayan meseleler olmalıdır. Bu şartlardan bazıları şunlardır:
a - Müctehid ictihadında ehil olmalıdır. Her görevli ve sorumlunun heva ve hevesine göre ictihad yapma hakkı yoktur.
b - İctihad hiçbir zaman şer’i bir kaideye ve nassa zıt olmamalıdır.
3 – Sırf dünya işleriyle ilgili meseleler... Burada kastettiğimiz şey, hidayet ve sapıklıkla alakası olmayan beşeri faaliyetlerdir. Allah (c.c)’ın hikmeti gereği bu, insanların çalışmasına, emeğine, uzmanlığına bağlı kalmıştır. Örneğin; maddenin özelliklerine dayanarak maddeyi kullanarak dünyayla ilgili menfaatler elde etmek için uğraşmak, yeryüzünde kefişler yapmak gibi...
Tabiatta oluşan hadiselere riayet edilerek bunlarla ilgili meseleleri araştırarak bulmak... Örneğin; ziraatla, sanayiyle, inşaatla ilgili hayatın maddi meselelerini geliştirmek gibi... Bu meselelerde ilerleme ve gelişme beşeri güce bağlıdır, dine bağlı değildir. Fakat bu beşeri uğraşlar, beşeri hayat dairesinde vuku bulduğu için yine de insanın varlık gayesi olan ibadet temeline bağlıdır. Yani; bu faaliyetleri yaparken Allah (c.c) için yapmak ve bu konularda Allah (c.c)’a ortak koşmamak gerekir. Genel olarak bu meseleler mübah adı altında mütala edilir. Mübah hükmü, Allah (c.c)’ın tayin ettiği ve O’na ibadetle ilgili beş hükümden bir tanesidir. Bunun için bu meseleler, duruma, kullanan kişiye ve kullanma sahasına göre; vacib, mendup, haram veya kerahat hükmünü alır. Yani, bu meseleler polisin veya hırsızın kullanabileceği silah gibidir. Fakat müslüman bunu Allah (c.c)’ın sınırlarına riayet ederek kullanır.
Beşeri hayatta söylenilen bu üç bölüm dışında bir başka bölüm olamayacağına göre ortaya atılan şüphenin geçersiz olduğu artık belli olmuştur. Anlaşılıyor ki, İslam kanunları bütün hayata hükmetmektedir. Böyle olunca artık ortaya atılan yeni bir şüphe olmaması gerekir.
MÜNAFİKLAR ÇOKTUR
Yesağın kulları, hizmetlileri, dostları ve yardımcıları bizim hakkımızda “gerici”, “yobaz” ve benzer sözler söyleceklerdir. İstediklerini söylesinler. Bizler hiçbir zaman onların sözlerine önem vermedik, vermeyeceğiz... Biz bu kitapta ancak söylenmesi gerekenleri söyledik. Rabbimizin rızasına nail olursak bu bizim için yeterlidir, gerisi hiç mi hiç önemli değil...
Asrımızın yesağının kulları, hizmetlileri, dostları ve yardımcıları bizim hakkımızda “Havariç”, “tekfirci” vb. sözler söyleyecekler. Zaten insanları haktan, Allah (c.c)’ın nurundan uzaklaştırmak için hep böyle metodları kullanmadılar mı? Hala da kullanmaktadırlar. Biz, Havaric’in ehli sünnet ve’l cemaate muhalif yanlış ve sapık inançlarından beriyiz, uzağız. Biz, ehli sünnet ve’l cemaat akidesine sahibiz ve Allah (c.c)’a bu akide üzerinde kavuşmayı umarız.
Öyleyse bizim hakkımızda diledikleri gibi konuşsunlar. Gözü güneşten rahatsız olan kişi istese de istemese de güneş çıkacaktır. İnsanları hak davetinden uzaklaştırmak için hak ve tevhid davetine bağlı olanlara suç isnad etme, çamur atma üslubu çok eski ve alçak bir üsluptur... Geçmişteki tağutların, onların yardımcılarının ve sapıkların kullandığı bir üsluptur... Zamanımızdaki asrımızın yesağının kulları, onların yardımcıları ve bekçileri geçmişteki bu öğretmenleri, şeyhleri ve önderlerini kendilerine örnek almaktadırlar. Geçmişte Firavun, o kadar açık deliler getirmesine rağmen Musa (a.s) hakkında şöyle demişti:
“Muhakkakki ben, sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzünde bir fesad çıkarmasından korkuyorum.” (Mü’min: 26)
İlk nebiden Rasulullah (s.a.s)’a kadar Allah (c.c)’ın bütün nebilerine, buna benzer başka iftiralar atılmıştır. Rasulullah (s.a.s) hakkında; “sihirbaz, kahin, deli, casus” dediler. Tevhide çağıranlara çamur atma, haksız yere suçlama üslubu alçak bir üsluptur. Tıpkı köpeklerin havlaması gibidir. Akıl sahibi olan kimseleri bu üslup etkilemez.
Ey bu kitabı okuyan kişi! Görüyorsun ki yazılmış şey ya bir ayet, ya bir sahih hadis, ya bir sahabenin veya tabiinin sözü veya muteber ve ihlaslı olan islam alimlerinin sözüdür. Her kim bize çamur atar, Havariç veya tekfirci derse, işte o kimse bu yaptığıyla aslında Kur’an’a, sünnete, sahabelere ve ihlaslı İslam alimlerine laf atmıştır. Çünkü biz sadece onların sözlerini tekrarladık. Onların görüşlerini naklettik. Bu kitabı yazarken insanların çoğundan destek ve övgü beklemedik. Bilakis, insanların çoğundan eziyet, düşmanlık, çamur atma, aleyhimize yalan söyleme, bize, ailemize ve ırzımıza iftira atma gibi saldırılar gelmesini bekliyoruz.. Bu tür eziyetlere bizler, Allah (c.c) için, şeriatinin yücelmesi için ve Allah (c.c)’ın mağfiretini elde etmek için sabretmekteyiz. Bu konuda Rasulullah (s.a.s)’ın şairi Hassan (r.a)’ın sözünü kendimize örnek alıyoruz. O şöyle demişti:
“Babam, annem ve ırzım, Muhammed (a.s)’in dini için fedadır!”
Ayrıca biz iyice biliyoruz ki, bu kitapta yazdığımız sözler Allah (c.c)’ın şeriatini tatbik etmeyenlerin, onun dostlarının ve kullarının hoşuna gitmez. Biz bu hükümetlerin, ancak Allah (c.c)’ın bildiği çeşitli hile, tuzak ve sinsi planlarının olduğunu da bilmekteyiz. Bütün bunlara rağmen öncelikle ve şüphesiz bir şekilde şuna inanmaktayız: Bizim yardımcımız, deskekleyicimiz ve koruycumuz yüce Allah (c.c)’tır.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Eğer sabreder ve (Allah’tan) sakınırsanız, onların tuzakları size asla bir zarar veremez. Muhakkakki Allah onların yaptıklarını (ilmiyle) çepeçevre kuşatmıştır.” (Ali İmran: 120)
Allah (c.c) şeytanın hizbinin kaybedenler olduğunu haber verdikten sonra şöyle buyuruyor:
“Allah’a ve rasulüne karşı gelenler, işte bunlar, insanların en alçakları içindedirler. Allah, “ben ve rasulüm mutlaka galib geleceğiz” diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, daima kuvvetlidir, galibtir.” (Mücadele 20-21)
Başka ayetlerde Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“(Ey Muhammed!) Onlar seni, O’ndan (Allah’tan) başkasıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onu doğru yola getirecek hiç kimse bulunmaz.” (Zümer: 36)
“Yoksa kötülükleri işleyenler, bizden kaçabileceklerini mi zannediyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar?” (Ankebut: 4)
“Bazı kimseler onlara: “(Düşmanınız olan) insanlar, size karşı bir araya geldiler, bu sebeble onlardan korkun” demişlerdi de, (bu söz) onların imanını artırmış ve: “Allah bize yeter, O; ne güzel bir vekildir” demişlerdi. (Düşmanla savaşmak için çıktıklarında) kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan, Allah’tan bir nimet ve karlı bir ticaretle geri döndüler ve Allah’ın rızasına uydular. Allah, son derece büyük lütuf sahibidir. İşte şeytan sizi dostlarıyla korkutmaktadır. O halde eğer gerçek mümin iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun.” (Ali imran: 173-175)
Bizim önderlerimizden biri de Hud (a.s)’dur. Zamanımızın tağutları ve onların yardımcılarından daha kuvvetli, daha şiddetli olan kavminin eziyet, işkence ve kuvvetlerine karşı dağlar gibi bir sebat göstererek şöyle dedi:
“(Hud) Demişti ki: “Ben Allah’ı şahid tutarım ve siz de şahid olun ki, ben sizin, O’ndan başkasını (O’na) ortak koşmanızdan uzağım. Öyleyse hep birlikte tuzak kurun, sonra da hiç bekletmeyin! Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hiç bir canlı yoktur ki, onun perçeminden tutacak olan O olmasın. Rabbim, hiç şüphesiz doğru yol üzerindedir. Eğer yüz çevirirseniz, Rabbim sizden başka bir kavim gönderir ve siz, O’na hiç bir şeyle zarar veremezsiniz. Rabbim, şüphesiz, herşeyi koruyup gözetendir.” (Hud: 54-57)
Asrımızın yesağının kullarının ve hükümetlerinin yüzlerine açık bir bir şekilde şöyle haykırıyoruz.
“Sizi, anayasanızı ve kafir kanunlarınızı reddediyoruz. Bu kanunlara bağlı kaldığınız için sizleri tekfir ediyoruz. Sizi tekfir etmeyenleri, destekleyenleri de tekfir ediyoruz. Allah (c.c)’ın şeriatine dönünceye, dünya hayatıyla ilgili meselelerin küçüğü ve büyüğünde Allah’ın kanunlarını tatbik edinceye, Allah (c.c)’ın şeriatine tam teslimiyet gösterip boyun eğinceye kadar sizinle bizim aramızda kin ve düşmanlık başgöstermiştir.
Ey kendi fani, basit kuvvetiyle böbürlenen Allah’ın kulu! Sana şöyle diyoruz:
“Bil ki! Allah (c.c) senden daha yüce ve kuvvetlidir. Çünkü O, Cabbar, kuvet sahibi, müminlerin yardımcısı ve mevlasıdır. O’nun erleri her zaman muzaffer olacaktır.”
“Allah, şüphesiz, iman edenleri savunur. Allah, hiç bir hain ve nankörü sevmez.” (Hac: 38)
“Onlardan öncekiler de tuzak kurmuşlardı da, Allah, binalarını temellerinden yıkmış, çatı üzerlerine çökmüş ve azab, kendilerine hiç anlayamadıkları bir taraftan gelivermişti.” (Nahl: 26)
Yesak kullarına ve onların hükümetlerine şöyle diyo-ruz:
“Eğer söylediğimiz sözler size ağır gelmişse, o halde dilediğinizi yapın! Ordunuzla ve askerlerinizle dilediğiniz gibi böbürlenin! Biz, Rabbimiz ve Rabbiniz olan Allah (c.c)’a tevekkül ettik. Siz, Allah (c.c)’ın sadece kullarındansınız. Dilerse dilediği anda sizi yok eder. Zira hayatınız ve ömürleriniz O’nun elindedir. O halde nereye kaçacaksınız?”
“Bu, sadece bir uyarıdır. Fasık olan kavimden başkası helak edilir mi?” (Ahkaf: 35)
“Yahut Allah’ın onlara hazırlıdığı (rızık) için yeryüzünde dolaşıp dururlarken azabın kendilerini yakalamayacağından veya kendilerini korku üzerinde yakalamayacağından emin mi oldular?” (Nahl: 45-46)
Biz hanif olan İbrahim (a.s)’i örnek alırız. Kavmi karşı geldiğinde onlara şöyle dedi:
“(İbrahim) Demişti ki: “Allah bana hidayet etmiş olduğu halde, O’nun hakkında benimle mücadeleye mi kalkışıyorsunuz? Rabbimin dilediği şey dışında sizin ortak koştuklarınızdan asla korkmam. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hala düşünmüyor musunuz? Hem siz, Allah’ın hakkında herhangi bir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Öyle ise eğer farkındaysanız, hangi taraf emin olmaya daha layıktır?” (En’am: 80-81)
Cevap apaçık bir şekilde şöyle geliyor.
“İman edenler ve imanlarına zulüm (şirk) karıştırmayanlar, işte emniyet onlar içindir ve doğru yola iletilmiş olanlar da onlardır.” (En’am: 82)
Rasulullah (s.a.s)’ın sahabeleri de bize örnektir. Allah (c.c) onlar hakkında şöyle buyuruyor:
“Mü’minler, müşrik ordularını görünce: “İşte bu, Allah’ın ve rasulünün bize vadettikleri şeydir. Allah ve rasulü doğru söyledi.” demişlerdir. Bu bakımdan, düşmanın gelişi onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırmıştır. Müminler içinde Allah’a verdikleri söze sadık kalanlar vardır. Bu itibarla onlardan kimi şehid olmuştur, kimi de beklemektedir. Verdikleri sözü hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzab: 22-23)
“Ey Rabbimiz! Bizi onlardan kıl, bizi onlardan kıl, bizi onlardan kıl!
Ey Rabbimiz! Bu yazdığım kitabı bizden, sadece senin için yapılmış halis bir amel olarak kabul et! Amellerimizle ilgili olarak ahirette bize göstereceğin sahifelerimizde bu kitabı; “şirkten ve müşriklerden beri ve uzak olmuşlardır” şeklinde yaz!
“Biz Allah’a tevekkül etmişizdir. Rabbimiz! Bizimle kavmimimiz arasında hak ile hükmet! Sen, hükmedenlerin en hayırlısısın!” (Araf: 89)
Ey Rabbimiz! Beşeri kanunların şirkinden, onlara bağlı olanlardan ve şirkin her çeşidinden beri olduğumuza Seni, meleklerini ve bütün kullarını şahit tutuyoruz.
Ey Rabbimiz şahid ol! Şahid ol! Şahid ol!
Son duamız:
“Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun!”