Ehli Sünnet ve Şiadaki Mehdi İnancının Farkları
Şialarını Mehdi diyerek bekledikleri Muhammed bin el-Hasen el Askeri’dir. Semerra kentinde bir yeraltı dehlizine girip gizlendiğini ve ahir zamanda tekrar çıkacağına inanmaktadırlar. Bu şiilerin on ikinci imamıdır. Mehdi, zanlarınca ehli beytten olacaktır. Şia; bu Mehdi çıkıncaya kadar hiç hareket edilmeyecek hiç kimse öldürülmeyecek ve Mehdi çıkıncaya kadar beklenilecek inancındaydı. Humeyni gelerek bu görüşü değiştirdi ve Mehdinin vekilinin olması caizdir nazariyesini çıkardı. Buna göre Humeyni Mehdinin vekilidir. Bu düşünceden sonra İran Şahı Rıza Pehlevi tağutuna karşı ayaklandılar ve onun tahtını yıktılar. Daha sonra Humeyni, Irak'ın İran sınırını işgal etmesi ile İran halkının Irak'a karşı savaşmasını emretti... Şia Humeyni'yi Mehdinin vekili olarak kabullenmişti. Bu nedenle Humeyni'nin söyleyeceği her söz masumdu. Hata ihtimali taşımazdı. Çünkü imamlar masumdular... Onların vekilleri de masum olmalıydılar. Onların ağızlarından çıkan her söz doğru kabul edilir ve hükmü kaldırılamaz, değiştirilemezdi. Şia, mehdinin vekili olan Humeyni'nin emri ile savaşa başladı... Gerçekten bu nazariye şiayı harekete geçirdi. Bu nazariye ile birlikte şia fıkhına sokulan velayetü'l-fakih anlayışı Şahı kovmaya yeterli olmuştur ve şiaların her yerde savaşa girmelerine sebep olmuştur.
Şia küçümsenemez bir topluluktur. Akideleri şahadettir. Aşure gününde veya İran sınırları dâhilinde öldürülenler şehiddir.
Bu nedenle Humeyni; "Biz bu savaşta Irak'a karşı yüz bin asker istiyoruz" diyordu. Şiilerden iki yüz bin kişi gönüllü geliyordu. Bu nedenle İran ordusu Irak ordusunu sınırlarından çıkarttı, tankların birçoğunu yaktı, Irak tanklarından İran sınırından geçip de kurtulabilen çok az olmuştu. Savaş çok şiddetli ve çok tehlikeliydi. Savaş İran'ın lehine seyretmektedir.
Bizler Saddam'ın kâfir olduğuna, İslâm'ın dışında bulunduğuna tüm kalbimizle inanıyoruz. Ancak Humeyni'nin küfrüne hükmetmiyoruz. Sahabelere dil uzatması nedeniyle onun bid'at ehli olduğuna hükmediyoruz.
Abdullah Azzam'ın ders halkasında bulunan bir genç Humeyni'nin "İslâm Fıkhında Devlet (el-Hükümetil İslamiye)" adlı eserinin elli ikinci sahifesinde zikredilen şu bölümü hatırlatır:
"Bizim imamlarımızın öyle mertebeleri vardır ki oraya ne nebiyi mürsel (gönderilmiş peygamber) ne de meleki mukarrab erişebilir. Onlar kâinatın zerrelerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunurlar ve ancak istedikleri yerde ölürler."
Ve der ki: Humeyni hakkında ne diyorsunuz?
Abdullah Azzam şu cevabı verir:
"Ben o kitabı okudum fakat bu ibareleri hatırlamıyorum eğer bu ibareler gerçekten Humeyni'den sadır olduysa şüphesiz tehlikelidir. İmamlar kainatın zerrelerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunacaklar ve ancak istedikleri yerde öleceklermiş, böyle bir iddia Allah daha iyi bilir amma kişinin itikadını bozar.
Saddam Michel Aflek için şunları söylemiştir:
"Ben önder üstadın önünde bir saat veya birkaç saat oturduğumda gelecek altı ay için manevi ilham alıyorum." İşte bu kâfirliktir, insanı dinden çıkarır. Sonra herhangi bir Baas Partisi'ne mensub olan insan kişileri o partiye çağırıyor, onun düşüncelerini yayıyor, Baas Partisi'nin İslâm'ın alternatifi olduğunu zannediyor veya buna inanıyor ve Arap milliyetçiliğin Arapları birleştirecek ortak nokta olduğuna kanaat getiriyor, Arap milliyetçiliğinin bu hususta İslâm'dan daha iyi olduğunu zannediyorsa bu insan dinden çıkmıştır. Tabi ki Baas partisi mensupları Araplığın böyle olduğu kanaatindedirler. Nitekim Şam radyosunda şunları söylemişlerdir:
"Ben Baas Partisinin Rabbim olduğuna, onun hiçbir ortağı olmadığına, Araplığın dinim olduğuna, onun dışında ikinci bir dinim olmadığına iman ettim." Baasçılar "Araplık bizim dinimizdir, biz Arap milliyetçileriyiz" derler. Diğer Arap kavmiyetçileri de Baas partisine mensup olanlar gibidir. Onlar da Araplığı kendilerine din edinmişlerdir. Bu hususta Mahmud Timur şöyle demiştir: "Her dönemin peygamberliği vardır. Bu çağın peygamberliği de Arap milliyetçiliğidir. Bir Arabın, müslümanın Kur'an'a iman ettiği gibi Araplığa iman etmesi gerekir." İşte bunları söyleyenler kâfirdir. Saddam çevresine Baasçılardan çıkarcı bir güruhu toplamış, onlar da ona davul çalıp el çırpınışlardır. O da bazılarını yükseltip belli makamlara koymuş, diğerlerine belli bakanlık teslim etmiş, başkalarına partinin şairleri demiş, bir başkasını kahraman diye vasıflandırmış, bazılarına üniversite idaresini peşkeş çekmiş. Öyle ki Şakik el-Kemali isimli şair şu şiirini söyleyecek kadar adileşmiştir:
"Ey Saddam senin kutsal yüzün bizim nezdimizde Ne kadar yücedir. O Allah'ın yüzü gibidir. Çevreye azamet saçar"
Şimdi siz bunları müslüman sayıyor, şiileri kâfir mi sayıyorsunuz? Hayır, şiilerden önce bunlar kâfirdir. Şiiler aleyhinde konuşan kimse önce Baas partisini anlatsın. Anlıyor musunuz?
Gerçekten bizler, Humeyni'nin zalim Şahı devirip de İslâm inkılâbını kurduğunda, çok sevinmiştik. Ürdün'de büyük törenler yaptık, bildiriler yayınladık, Humeyni'nin zaferini kutlayan nutuklar attık, Humeyni yönetime geldiğinde "biz İslâm devletini kuracağız Kur'an ve Sünnet ile Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin uygulamaları ile hükmedeceğiz" diye ilan etti. Bizler bu ilan ile gerçekten çok sevindik. Çünkü Humeyni İslâm adıyla gelmişti ve İslâmı devlet yapmıştı. Amerika'nın, bölgedeki polisliğini yapan tağutunu rezil etmişti. İslâm dünyasındaki masonların lideri olan şah Rıza Pehlevi'yi sürmüştü. Bunlardan dolayı çok sevindik. Fakat İran, Suriye İslâmî Hareketine karşı Hafız Esad'la birlikte oldu. Evet, İslâmî Hareketler Humeyni'yi tebrik etmesine rağmen İran'ın tavrı bu olmuştu..! İran'da inkılâp gerçekleştiğinde tüm İslâmî Hareketler sevinmişti. Destekleyici hutbeler ve konuşmalar yapılmıştı. İslâmî Hareketler bu konuşma ve sevinçlerinden dolayı kendi ülkelerinde zor duruma düşmüşlerdi. Örneğin Ürdün'de İhvan-ı Müslimin Humeyni ile birlikte İran İslâm inkılâbını desteklemelerinden dolayı devletin baskısına maruz kalmışlardı. Aynı hal Mısır İslâmî Hareketleri için de geçerliydi. Mısır'da İslâmî Hareketler İran'la birliktelik ve sevgi içeren yazılarından dolayı aynı zulme maruz kalmışlardı. İhvan-ı Müslimin liderleri İran'a giderek Humeyni'yi tebrik etmişlerdi. Ne yazık ki bunların mükâfatları onların isimlerinin İran gazetelerinde "Amerikan uşakları" diye neşredilmesi oldu! İhvan-ı Müsliminin liderlerinin isimlerini tüm dünyaya bu şekilde ilan ettiler
. Bundan daha da kötüsü Suriye İslâmî Hareketi, Hafız Esad'ın zulmü başladığında Humeyni ile gizli bir görüşme yaparak Hafız Esad'ın Suriye ihvanından elini çekmesini, keyfi tutuklamalara, zulme, işkencelere ve kadınlara tecavüzlere son verilmesini istemesini taleb ettiler. Bu gizli görüşmede konuşulanların tamamı kasetleri ile birlikte daha sonra İran yönetimi tarafından Hafız Esad'a verildiği görüldü. La havle vela kuvvete illa billa hil aliyyil azim.
Ehlisünnetteki mehdi inancı Şiadaki mehdi inancından tamamen farklıdır. Buna iyice dikkat edilmesi gerekir. Hakikaten Hz. Ali (ra)'yi ilahlık derecesine çıkaran Abdullah bin Sebe yahudisinden bu yana Şia'nın fırkalarının bazısının arkasında yahudiler olmuştur. Hz. Ali (ra) zamanında bir takım insanlar çıkarak Hz. Ali'ye secde etmişlerdir. Bu hali gören Hz. Ali: "bu ne!" diye sorduğunda Onlar: "Sen bizim ilahımızsın" cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ali onların ateşte yakılmasını emretti ve onları öldürdü.
Şia Irak'ta yayılmıştır, çünkü Irak hayır beldesidir. (Yani hayır gibi gözüken fesatlar yuvasıdır). Tüm İslâm dünyasına hayırlar oradan dağılırdı. Tüm fırkaların tamamı orada zuhur etmiştir. Şia, Hariciler, Mutezile, Mürcie, Kaderiye, Cebriye, Muattala, Basiye, tamamı Irak'ta ortaya çıkmıştır. Bunların beşiği Irak olmuştur. La havle vela kuvvete illa billah.
Rasulullah (sav)'in şu buyruğunda olduğu gibi: "Orada sarsıntılar ve fitneler olacaktır." Rasulullah (sav):
—“Ey Allah'ım Şam'ımızı ve Yemen'imizi bize mübarek kıl" buyurmuştu. Sahabeler;
—“Ey Allah'ın Rasulü Necd bölgemiz için de söyle" dediler. Rasulullah (sav) yine;
—“Ey Allah'ım Şam'ımızı ve Yemen'imizi bize mübarek kıl" dedi. Tekrar Sahabeler üçüncü defadan sonra;
—“Necidimiz için de dua et" dediler: Rasulullah (sav) da onlara:
—“Orada sarsıntılar ve fitneler olacaktır" buyurdu.
Evet Necid... Araplar, Arap Yarımadası'nın doğu bölgesinin tamamına Necid ismini verirlerdi. Necid kentinden Irak'a kadar olan bölgenin tamamı Necid diye isimlendirilirdi. Gerçekten Raslullah (sav)'in buyurduğu gibi Irak'ta sarsıntılar ve fitneler ortaya çıkmıştır. Yüce Allah'tan Irak'ı ve ehlini temizlemesini niyaz eyleriz. Oraya rahmet gözüyle bakmasını niyaz eyleriz. Şu anda Irak tamamen harab olmuş durumda. Çünkü hiçbir âlim, hiç bir mütefekkir, hiçbir salih insan kalmamıştır. İnsanların tamamı ya helak olmuşlar veya hicret etmişlerdir. Caddeye gittiğiniz zaman yollarda erkek bulamıyorsunuz. Tamamı kadın, erkeklerin birçoğu savaşlarda öldürülmüş, caddeler başından sonuna kadar tamamen bu musibetlere maruz kalmış, son olarak ta iki yüz elli tane müslüman İslâmî örgüt adıyla tutuklandı. Tutuklananlar genellikle Irak'ta öldürülmektedirler.
Lisede okuyan dört genç sanırım ki en büyükleri lise son sınıfta veya üniversitenin birinci sınıfında ismi Şad es Samerrai. Bu gencin ve arkadaşlarının Afganistan için yardım topladığım ortaya çıkaran Irak istihbaratı bunu ve dört arkadaşını hapsetmişler sonra bunları idam etmişlerdir. Neden? Çünkü Afganistan cihadı için yardım topladılar.
Irak içişleri bakanı veya genel emniyet amiri Nazım Kezzar; -ondan Allah'a sığınırız, şeytandan Allah'a sığındığımız gibi ondan da Allah'a sığınırız - birçok insanları işkence ile boğazlamıştır. Nazım Kezzar'ın işkence odasında sülfirik asit dolu bir havuz varmış. Kendisine muhalefet edeni veya işkence neticesinde öldürmeye karar verdiği kimseyi sülfürik asit dolu havuza atar ve o kimsenin eti ve derisini eritir, sülfürük asite dönüştürürmüş.
Bir defasında caddede iki kişi tartışır. Neticesinde polis bunları tutuklayarak emniyet amiri Kezzar'a götürür. Devlet, Nazım Kezzar ile halkın kalbine korku salmak istemektedir. Nazım Kezzar getirilen gençlere;
- "Haklı olan kimdir?" der. Her ikisi de kendisinin haklı olduğunu söyleyerek diğerinin haksızlığına yemin eder. Nazım Kezzar birisine;
- "En yüce Allah adına yemin ediyor musun" der ve o da;
- "Evet, en yüce olan Allah adına yemin ediyorum" der. Bunun üzerine;
- "Kur'an üzerine yemin ediyor musun" der. O da;
- "Evet, ederim" der. Bunun üzerine Nazım Kezzar;
- "Sen abdestli misin?" der. Genç;
- "Hayır" der. Bunun üzerine;
- "Gel önce bir abdest al" der ve her ikisini de alarak mavi bir sıvı bulunan havuzun yanına götürür. Çünkü buradaki sıvı sülfürik asitir. Rengi tam mavidir. Yemin ettirilmek istenen genç abdest almak için havuzun kenarında durur, Nazım Kezzar onu havuza iter. Ve orada eritip buharlandırır. Sonra diğer gence; "hadi sen git, öyle görünüyor ki sen masumsun, ben seni affettim" der. Ve bunu serbest bırakır. Ta ki gördüğü manzarayı anlatsın ve insanlara korku salsın. Mühim olan bu tür işkenceleri insanlara reva gören Saddam hakkında ona yağcılık yapan Şefik el-Kemal'in şu şiiridir:
"Ey Saddam senin kutsal yüzün bizim nezdimizde, Ne kadar yücedir. O Allah'ın yüzü gibidir. Çevreye azamet saçar"
Böyle bir övgüyü yapan dilin akıbeti ne oldu biliyor musunuz?
Irak ile İran savaşı başladığında Irak'tan bir heyet Humeyni'ye savaşı durdurmasını talep etmek için yola çıkar. Humeyni heyettekilere
- "Teklifinizi bir şartla kabul ederim. O da; Saddam'ın yönetimden indirilmesidir" der. Heyetteki bazı Baas partililer;
- "Saddam vatan uğrunda birçok şeyi feda etmiştir. Bunu da vatan için feda edebilir" der. Bunu diyenlerin arasında Şefik el-Kemali de vardır. Daha sonra Saddam onların bu ifadesini duyar ve Şefik el Kemali'yi çağırtarak ona;
- "İşittim ki sen böyle böyle demişsin." der. O da;
- "Evet, sen bizim reisimizsin, bize fedakârlığı sen öğrettin. Bende böyle dedim" cevabını verir. Bunun üzerine Saddam;
- "Dilini uzat" diye emreder. Şefik el Kemali dilini uzatır ve Saddam da makasla onun dilini keser. Evet; "Ey Saddam senin kutsal yüzün bizim nezdimizde ne kadar yücedir" diyen dilin akıbeti işte bu olmuştur...
Yüce Mevla bu gibi insanlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Sakın Allah'ı o zalimlerin işlediklerinden habersiz sanma, onların azaplarını ancak gözlerin dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne erteliyor." (İbrahim, 42)
"... Kötü tuzağın zararı ancak onu kurana dokunur..." (Fatır, 43)
Şa'râvî Cuma, Mısır İçişleri Bakanı idi. Bu kişi Müslüman Kardeşlerden tutukluları cezalandırmak için onlara meyve verilmesini yasaklamıştı.
Bir gün Muhammed Kutup, hapishanede yedi yıl kaldıktan sonra yine aynı hapishanede kalan kız kardeşini ziyaret etmek için cezaevi müdüründen izin istedi. Muhammed Kutub'un bu isteğine cezaevi müdürü; "Maalesef buna izin veremeyeceğim, çünkü İçişleri Bakanlığının açık emri var; "Muhammed Kutup kesinlikle kız kardeşini ne sağ ne de ölü olarak göremeyecek" diye..." Muhammed Kutub'un bu talebinden henüz daha bir yıl geçmeden İçişleri Bakanı Şaravi Cuma görevden alınır ve hapsedilir. O tarihlerde Hamide Kutub ve kardeşi Muhammed Kutub cezaevinden çıkmışlardır. Şaravi Cuma'nın hanımı meyvelerle birlikte onu ziyaret için cezaevine gelir. Hapishanenin girişinde gardiyan;
- "Bu ne?" diye sorar. Kadın;
- "Kocam Şaravi Bey için getirdiğim yiyecek vs. eşyalar" cevabını verir. Gardiyan;
- "Kocanız Şeravi Bey mi?" şeklinde sorar. Kadın;
- "Evet, kocam Şaravi Cuma'dır" der. Gardiyan;
- "Kocanız bir kanun çıkarmıştı. Buna göre tutuklu ailelerinin hapishaneye meyve göndermeleri yasaklanmıştır. Ben kocanızın hapishanede olmadığı dönemde bir bakan olarak ona itaat ediyordum. Şimdi de ona hapishanede iken itaat edeceğim. Vallahi o meyvelerden bir tanesini bile tadamaz" cevabını verir. ".... Kötü tuzağın zararı ancak onu kurana dokunur..." (Fatır, 43)
"Sakın Allah'ı o zalimlerin işlediklerinden habersiz sanma, onların azablarını ancak gözlerin dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne erteliyor." (İbrahim, 42)
Şeyh Abdullah Azzam
Şialarını Mehdi diyerek bekledikleri Muhammed bin el-Hasen el Askeri’dir. Semerra kentinde bir yeraltı dehlizine girip gizlendiğini ve ahir zamanda tekrar çıkacağına inanmaktadırlar. Bu şiilerin on ikinci imamıdır. Mehdi, zanlarınca ehli beytten olacaktır. Şia; bu Mehdi çıkıncaya kadar hiç hareket edilmeyecek hiç kimse öldürülmeyecek ve Mehdi çıkıncaya kadar beklenilecek inancındaydı. Humeyni gelerek bu görüşü değiştirdi ve Mehdinin vekilinin olması caizdir nazariyesini çıkardı. Buna göre Humeyni Mehdinin vekilidir. Bu düşünceden sonra İran Şahı Rıza Pehlevi tağutuna karşı ayaklandılar ve onun tahtını yıktılar. Daha sonra Humeyni, Irak'ın İran sınırını işgal etmesi ile İran halkının Irak'a karşı savaşmasını emretti... Şia Humeyni'yi Mehdinin vekili olarak kabullenmişti. Bu nedenle Humeyni'nin söyleyeceği her söz masumdu. Hata ihtimali taşımazdı. Çünkü imamlar masumdular... Onların vekilleri de masum olmalıydılar. Onların ağızlarından çıkan her söz doğru kabul edilir ve hükmü kaldırılamaz, değiştirilemezdi. Şia, mehdinin vekili olan Humeyni'nin emri ile savaşa başladı... Gerçekten bu nazariye şiayı harekete geçirdi. Bu nazariye ile birlikte şia fıkhına sokulan velayetü'l-fakih anlayışı Şahı kovmaya yeterli olmuştur ve şiaların her yerde savaşa girmelerine sebep olmuştur.
Şia küçümsenemez bir topluluktur. Akideleri şahadettir. Aşure gününde veya İran sınırları dâhilinde öldürülenler şehiddir.
Bu nedenle Humeyni; "Biz bu savaşta Irak'a karşı yüz bin asker istiyoruz" diyordu. Şiilerden iki yüz bin kişi gönüllü geliyordu. Bu nedenle İran ordusu Irak ordusunu sınırlarından çıkarttı, tankların birçoğunu yaktı, Irak tanklarından İran sınırından geçip de kurtulabilen çok az olmuştu. Savaş çok şiddetli ve çok tehlikeliydi. Savaş İran'ın lehine seyretmektedir.
Bizler Saddam'ın kâfir olduğuna, İslâm'ın dışında bulunduğuna tüm kalbimizle inanıyoruz. Ancak Humeyni'nin küfrüne hükmetmiyoruz. Sahabelere dil uzatması nedeniyle onun bid'at ehli olduğuna hükmediyoruz.
Abdullah Azzam'ın ders halkasında bulunan bir genç Humeyni'nin "İslâm Fıkhında Devlet (el-Hükümetil İslamiye)" adlı eserinin elli ikinci sahifesinde zikredilen şu bölümü hatırlatır:
"Bizim imamlarımızın öyle mertebeleri vardır ki oraya ne nebiyi mürsel (gönderilmiş peygamber) ne de meleki mukarrab erişebilir. Onlar kâinatın zerrelerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunurlar ve ancak istedikleri yerde ölürler."
Ve der ki: Humeyni hakkında ne diyorsunuz?
Abdullah Azzam şu cevabı verir:
"Ben o kitabı okudum fakat bu ibareleri hatırlamıyorum eğer bu ibareler gerçekten Humeyni'den sadır olduysa şüphesiz tehlikelidir. İmamlar kainatın zerrelerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunacaklar ve ancak istedikleri yerde öleceklermiş, böyle bir iddia Allah daha iyi bilir amma kişinin itikadını bozar.
Saddam Michel Aflek için şunları söylemiştir:
"Ben önder üstadın önünde bir saat veya birkaç saat oturduğumda gelecek altı ay için manevi ilham alıyorum." İşte bu kâfirliktir, insanı dinden çıkarır. Sonra herhangi bir Baas Partisi'ne mensub olan insan kişileri o partiye çağırıyor, onun düşüncelerini yayıyor, Baas Partisi'nin İslâm'ın alternatifi olduğunu zannediyor veya buna inanıyor ve Arap milliyetçiliğin Arapları birleştirecek ortak nokta olduğuna kanaat getiriyor, Arap milliyetçiliğinin bu hususta İslâm'dan daha iyi olduğunu zannediyorsa bu insan dinden çıkmıştır. Tabi ki Baas partisi mensupları Araplığın böyle olduğu kanaatindedirler. Nitekim Şam radyosunda şunları söylemişlerdir:
"Ben Baas Partisinin Rabbim olduğuna, onun hiçbir ortağı olmadığına, Araplığın dinim olduğuna, onun dışında ikinci bir dinim olmadığına iman ettim." Baasçılar "Araplık bizim dinimizdir, biz Arap milliyetçileriyiz" derler. Diğer Arap kavmiyetçileri de Baas partisine mensup olanlar gibidir. Onlar da Araplığı kendilerine din edinmişlerdir. Bu hususta Mahmud Timur şöyle demiştir: "Her dönemin peygamberliği vardır. Bu çağın peygamberliği de Arap milliyetçiliğidir. Bir Arabın, müslümanın Kur'an'a iman ettiği gibi Araplığa iman etmesi gerekir." İşte bunları söyleyenler kâfirdir. Saddam çevresine Baasçılardan çıkarcı bir güruhu toplamış, onlar da ona davul çalıp el çırpınışlardır. O da bazılarını yükseltip belli makamlara koymuş, diğerlerine belli bakanlık teslim etmiş, başkalarına partinin şairleri demiş, bir başkasını kahraman diye vasıflandırmış, bazılarına üniversite idaresini peşkeş çekmiş. Öyle ki Şakik el-Kemali isimli şair şu şiirini söyleyecek kadar adileşmiştir:
"Ey Saddam senin kutsal yüzün bizim nezdimizde Ne kadar yücedir. O Allah'ın yüzü gibidir. Çevreye azamet saçar"
Şimdi siz bunları müslüman sayıyor, şiileri kâfir mi sayıyorsunuz? Hayır, şiilerden önce bunlar kâfirdir. Şiiler aleyhinde konuşan kimse önce Baas partisini anlatsın. Anlıyor musunuz?
Gerçekten bizler, Humeyni'nin zalim Şahı devirip de İslâm inkılâbını kurduğunda, çok sevinmiştik. Ürdün'de büyük törenler yaptık, bildiriler yayınladık, Humeyni'nin zaferini kutlayan nutuklar attık, Humeyni yönetime geldiğinde "biz İslâm devletini kuracağız Kur'an ve Sünnet ile Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin uygulamaları ile hükmedeceğiz" diye ilan etti. Bizler bu ilan ile gerçekten çok sevindik. Çünkü Humeyni İslâm adıyla gelmişti ve İslâmı devlet yapmıştı. Amerika'nın, bölgedeki polisliğini yapan tağutunu rezil etmişti. İslâm dünyasındaki masonların lideri olan şah Rıza Pehlevi'yi sürmüştü. Bunlardan dolayı çok sevindik. Fakat İran, Suriye İslâmî Hareketine karşı Hafız Esad'la birlikte oldu. Evet, İslâmî Hareketler Humeyni'yi tebrik etmesine rağmen İran'ın tavrı bu olmuştu..! İran'da inkılâp gerçekleştiğinde tüm İslâmî Hareketler sevinmişti. Destekleyici hutbeler ve konuşmalar yapılmıştı. İslâmî Hareketler bu konuşma ve sevinçlerinden dolayı kendi ülkelerinde zor duruma düşmüşlerdi. Örneğin Ürdün'de İhvan-ı Müslimin Humeyni ile birlikte İran İslâm inkılâbını desteklemelerinden dolayı devletin baskısına maruz kalmışlardı. Aynı hal Mısır İslâmî Hareketleri için de geçerliydi. Mısır'da İslâmî Hareketler İran'la birliktelik ve sevgi içeren yazılarından dolayı aynı zulme maruz kalmışlardı. İhvan-ı Müslimin liderleri İran'a giderek Humeyni'yi tebrik etmişlerdi. Ne yazık ki bunların mükâfatları onların isimlerinin İran gazetelerinde "Amerikan uşakları" diye neşredilmesi oldu! İhvan-ı Müsliminin liderlerinin isimlerini tüm dünyaya bu şekilde ilan ettiler
. Bundan daha da kötüsü Suriye İslâmî Hareketi, Hafız Esad'ın zulmü başladığında Humeyni ile gizli bir görüşme yaparak Hafız Esad'ın Suriye ihvanından elini çekmesini, keyfi tutuklamalara, zulme, işkencelere ve kadınlara tecavüzlere son verilmesini istemesini taleb ettiler. Bu gizli görüşmede konuşulanların tamamı kasetleri ile birlikte daha sonra İran yönetimi tarafından Hafız Esad'a verildiği görüldü. La havle vela kuvvete illa billa hil aliyyil azim.
Ehlisünnetteki mehdi inancı Şiadaki mehdi inancından tamamen farklıdır. Buna iyice dikkat edilmesi gerekir. Hakikaten Hz. Ali (ra)'yi ilahlık derecesine çıkaran Abdullah bin Sebe yahudisinden bu yana Şia'nın fırkalarının bazısının arkasında yahudiler olmuştur. Hz. Ali (ra) zamanında bir takım insanlar çıkarak Hz. Ali'ye secde etmişlerdir. Bu hali gören Hz. Ali: "bu ne!" diye sorduğunda Onlar: "Sen bizim ilahımızsın" cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ali onların ateşte yakılmasını emretti ve onları öldürdü.
Şia Irak'ta yayılmıştır, çünkü Irak hayır beldesidir. (Yani hayır gibi gözüken fesatlar yuvasıdır). Tüm İslâm dünyasına hayırlar oradan dağılırdı. Tüm fırkaların tamamı orada zuhur etmiştir. Şia, Hariciler, Mutezile, Mürcie, Kaderiye, Cebriye, Muattala, Basiye, tamamı Irak'ta ortaya çıkmıştır. Bunların beşiği Irak olmuştur. La havle vela kuvvete illa billah.
Rasulullah (sav)'in şu buyruğunda olduğu gibi: "Orada sarsıntılar ve fitneler olacaktır." Rasulullah (sav):
—“Ey Allah'ım Şam'ımızı ve Yemen'imizi bize mübarek kıl" buyurmuştu. Sahabeler;
—“Ey Allah'ın Rasulü Necd bölgemiz için de söyle" dediler. Rasulullah (sav) yine;
—“Ey Allah'ım Şam'ımızı ve Yemen'imizi bize mübarek kıl" dedi. Tekrar Sahabeler üçüncü defadan sonra;
—“Necidimiz için de dua et" dediler: Rasulullah (sav) da onlara:
—“Orada sarsıntılar ve fitneler olacaktır" buyurdu.
Evet Necid... Araplar, Arap Yarımadası'nın doğu bölgesinin tamamına Necid ismini verirlerdi. Necid kentinden Irak'a kadar olan bölgenin tamamı Necid diye isimlendirilirdi. Gerçekten Raslullah (sav)'in buyurduğu gibi Irak'ta sarsıntılar ve fitneler ortaya çıkmıştır. Yüce Allah'tan Irak'ı ve ehlini temizlemesini niyaz eyleriz. Oraya rahmet gözüyle bakmasını niyaz eyleriz. Şu anda Irak tamamen harab olmuş durumda. Çünkü hiçbir âlim, hiç bir mütefekkir, hiçbir salih insan kalmamıştır. İnsanların tamamı ya helak olmuşlar veya hicret etmişlerdir. Caddeye gittiğiniz zaman yollarda erkek bulamıyorsunuz. Tamamı kadın, erkeklerin birçoğu savaşlarda öldürülmüş, caddeler başından sonuna kadar tamamen bu musibetlere maruz kalmış, son olarak ta iki yüz elli tane müslüman İslâmî örgüt adıyla tutuklandı. Tutuklananlar genellikle Irak'ta öldürülmektedirler.
Lisede okuyan dört genç sanırım ki en büyükleri lise son sınıfta veya üniversitenin birinci sınıfında ismi Şad es Samerrai. Bu gencin ve arkadaşlarının Afganistan için yardım topladığım ortaya çıkaran Irak istihbaratı bunu ve dört arkadaşını hapsetmişler sonra bunları idam etmişlerdir. Neden? Çünkü Afganistan cihadı için yardım topladılar.
Irak içişleri bakanı veya genel emniyet amiri Nazım Kezzar; -ondan Allah'a sığınırız, şeytandan Allah'a sığındığımız gibi ondan da Allah'a sığınırız - birçok insanları işkence ile boğazlamıştır. Nazım Kezzar'ın işkence odasında sülfirik asit dolu bir havuz varmış. Kendisine muhalefet edeni veya işkence neticesinde öldürmeye karar verdiği kimseyi sülfürik asit dolu havuza atar ve o kimsenin eti ve derisini eritir, sülfürük asite dönüştürürmüş.
Bir defasında caddede iki kişi tartışır. Neticesinde polis bunları tutuklayarak emniyet amiri Kezzar'a götürür. Devlet, Nazım Kezzar ile halkın kalbine korku salmak istemektedir. Nazım Kezzar getirilen gençlere;
- "Haklı olan kimdir?" der. Her ikisi de kendisinin haklı olduğunu söyleyerek diğerinin haksızlığına yemin eder. Nazım Kezzar birisine;
- "En yüce Allah adına yemin ediyor musun" der ve o da;
- "Evet, en yüce olan Allah adına yemin ediyorum" der. Bunun üzerine;
- "Kur'an üzerine yemin ediyor musun" der. O da;
- "Evet, ederim" der. Bunun üzerine Nazım Kezzar;
- "Sen abdestli misin?" der. Genç;
- "Hayır" der. Bunun üzerine;
- "Gel önce bir abdest al" der ve her ikisini de alarak mavi bir sıvı bulunan havuzun yanına götürür. Çünkü buradaki sıvı sülfürik asitir. Rengi tam mavidir. Yemin ettirilmek istenen genç abdest almak için havuzun kenarında durur, Nazım Kezzar onu havuza iter. Ve orada eritip buharlandırır. Sonra diğer gence; "hadi sen git, öyle görünüyor ki sen masumsun, ben seni affettim" der. Ve bunu serbest bırakır. Ta ki gördüğü manzarayı anlatsın ve insanlara korku salsın. Mühim olan bu tür işkenceleri insanlara reva gören Saddam hakkında ona yağcılık yapan Şefik el-Kemal'in şu şiiridir:
"Ey Saddam senin kutsal yüzün bizim nezdimizde, Ne kadar yücedir. O Allah'ın yüzü gibidir. Çevreye azamet saçar"
Böyle bir övgüyü yapan dilin akıbeti ne oldu biliyor musunuz?
Irak ile İran savaşı başladığında Irak'tan bir heyet Humeyni'ye savaşı durdurmasını talep etmek için yola çıkar. Humeyni heyettekilere
- "Teklifinizi bir şartla kabul ederim. O da; Saddam'ın yönetimden indirilmesidir" der. Heyetteki bazı Baas partililer;
- "Saddam vatan uğrunda birçok şeyi feda etmiştir. Bunu da vatan için feda edebilir" der. Bunu diyenlerin arasında Şefik el-Kemali de vardır. Daha sonra Saddam onların bu ifadesini duyar ve Şefik el Kemali'yi çağırtarak ona;
- "İşittim ki sen böyle böyle demişsin." der. O da;
- "Evet, sen bizim reisimizsin, bize fedakârlığı sen öğrettin. Bende böyle dedim" cevabını verir. Bunun üzerine Saddam;
- "Dilini uzat" diye emreder. Şefik el Kemali dilini uzatır ve Saddam da makasla onun dilini keser. Evet; "Ey Saddam senin kutsal yüzün bizim nezdimizde ne kadar yücedir" diyen dilin akıbeti işte bu olmuştur...
Yüce Mevla bu gibi insanlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Sakın Allah'ı o zalimlerin işlediklerinden habersiz sanma, onların azaplarını ancak gözlerin dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne erteliyor." (İbrahim, 42)
"... Kötü tuzağın zararı ancak onu kurana dokunur..." (Fatır, 43)
Şa'râvî Cuma, Mısır İçişleri Bakanı idi. Bu kişi Müslüman Kardeşlerden tutukluları cezalandırmak için onlara meyve verilmesini yasaklamıştı.
Bir gün Muhammed Kutup, hapishanede yedi yıl kaldıktan sonra yine aynı hapishanede kalan kız kardeşini ziyaret etmek için cezaevi müdüründen izin istedi. Muhammed Kutub'un bu isteğine cezaevi müdürü; "Maalesef buna izin veremeyeceğim, çünkü İçişleri Bakanlığının açık emri var; "Muhammed Kutup kesinlikle kız kardeşini ne sağ ne de ölü olarak göremeyecek" diye..." Muhammed Kutub'un bu talebinden henüz daha bir yıl geçmeden İçişleri Bakanı Şaravi Cuma görevden alınır ve hapsedilir. O tarihlerde Hamide Kutub ve kardeşi Muhammed Kutub cezaevinden çıkmışlardır. Şaravi Cuma'nın hanımı meyvelerle birlikte onu ziyaret için cezaevine gelir. Hapishanenin girişinde gardiyan;
- "Bu ne?" diye sorar. Kadın;
- "Kocam Şaravi Bey için getirdiğim yiyecek vs. eşyalar" cevabını verir. Gardiyan;
- "Kocanız Şeravi Bey mi?" şeklinde sorar. Kadın;
- "Evet, kocam Şaravi Cuma'dır" der. Gardiyan;
- "Kocanız bir kanun çıkarmıştı. Buna göre tutuklu ailelerinin hapishaneye meyve göndermeleri yasaklanmıştır. Ben kocanızın hapishanede olmadığı dönemde bir bakan olarak ona itaat ediyordum. Şimdi de ona hapishanede iken itaat edeceğim. Vallahi o meyvelerden bir tanesini bile tadamaz" cevabını verir. ".... Kötü tuzağın zararı ancak onu kurana dokunur..." (Fatır, 43)
"Sakın Allah'ı o zalimlerin işlediklerinden habersiz sanma, onların azablarını ancak gözlerin dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne erteliyor." (İbrahim, 42)
Şeyh Abdullah Azzam