FETVA VERME USÛLÜ (ilmî bir konu, dikkatle okunmalıdır)
Fetvâ: Sözlükte bir meselenin hükmünü beyan etmek, soruya cevap vermek anlamlarına gelen ’iftâ’ mastarının ismidir.
Istılahta ise; Fıkhî/amelî bir konuda fakihin/müftünün verdiği yazılı veya sözlü cevaptır. (İbnü-l Hümam, Fethu’l Kadir, Kitabu Edebi’l Kadi, III. 256 ) Fıkhî bir meselenin hükmünü fetvaya yetkili kişilerden sormaya istifta ( sual), fetvayı isteyene müsteftî (sâil/soru soran), böyle bir meseleyi açıklamaya veya meselenin hükmünü sözlü veya yazılı olarak cevaplamaya iftâ, verdiği fetva ile hükmü açıklayana da müftî ( mucip/cevap veren) denir. Kendisi bizzat içtihad edecek durumda olmayan bir ilim sahibinin, diğer müctehidlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı mecâz yoluyle müftî denir (Ö. Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 246) Kendisine dayanılarak fetva verilen şer’î hükme veya bir hadise hakkında ortaya konulan çeşitli görüşlerden fetva için tercih edilene müfta bih, müftünün fetva verirken ve müsteftînin fetva isterken bilmeleri ve riayet etmeleri gereken usûl ve kaidelere âdâbü’l-müftî (âdâbü-l fetvâ, resmû’l-müftî) adı verilir. Bir mesele hakkındaki muhtelif fıkhî görüşlerden hangisinin fetvaya daha elverişli olduğunu gösteren tabirlere alâmâtü’l-iftâ (alâmâtü’l fetva) denir.(Fahrettin Atar, DİA, ’Fetva’ maddesi)
Fetvâ vermede usulü açıklamadan önce ictihad nedir, müctehid kimdir, mezheb ne demektir sorularını cevaplamamız gerekir.
İctihad: Sözlükte “çaba göstermek, bütün gücünü kullanmak, ısrarlı olmak, zahmet çekmek” anlamındaki cehd kökünden türeyen ictihâd “bir konuda elden gelen çabayı sarfetmek, bir şeyi elde edebilmek için olanca gücü harcamak” demektir. Aynı kökten türeyen cihâd ve mücâhede kelimeleri, mahiyetleri farklı da olsa “çaba sarfetmek” ortak anlamında ictihad kavramıyla örtüşür. (İslam Ansiklopedisi)
İctihadın ıstılâhî anlamı ise; kesin ve açık delillerle sabit olmayan zannî ve fer’i hükümleri, şer’î delillere uygun olarak istihraç ve istinbat hususunda, bütün güç ve takatini sarfederek çalışmaktır. İşte bu işi yapabilecek ilmî gücü ve birikimi olan kişiye de "müctehid" denir.
Bir kimsenin müctehid olabilmesi için, Kur’ân ve sünnet Arap dilinde kayda geçtiği için Arapçayı bilmesi, Kur’an’ı ve özellikle ahkam ayetlerini ve tefsirlerini bilmesi, hadîs ilmini, yani ahkâm hadisleri ve hadis usûlünü bilmesi, üzerinde icmâ hasıl olmuş yani İslam alimlerinin görüş birliğine vardığı hükümleri bilmesi, dinin maksat ve gayelerini bilmesi, Kur’ân, sünnet ve diğer delillerden hüküm çıkarma tekniklerini öğreten fıkıh usûlü ilmine hakkıyla vakıf olmak ve içtihad melekesine/kabiliyetine sahip olması gerekir. Bu vasıfta olmayan kimseler ictihadda bulunamazlar, hüküm ve fetva veremezler.
Nitekim bu konuda Ebû Yusuf ’tan şunlar aktarılır: “Ancak Kitap ve Sünnet’in hükümlerini, nâsih ve mensûhu, sahabe kavillerini, müteşabihi ve dilin vecihlerini çok iyi bilen bir kişi re’ye dayanarak fetvâ verebilir”.
İmam Ebû Yusuf'un bu sözünü Tırmızî'nin tefsir bâbında rivâyet ettiği şu hadisler de desteklemektedir:
İbn Abbâs (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kim bilgisiz veya kasıtlı olarak Kur’ân ayetleri hakkında konuşur ve hüküm verirse Cehennem’deki yerine hazır olsun.” (Tırmizî, Tefsir; 2950, Müsned: 1965) İmam Tırmizî bu hadis için "hasen, sahih" demiştir.
İbn Abbâs (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Benden yalan yere hadis aktarmaktan sakınınız bildiğiniz ve benim söylediklerimi aktarabilirsiniz. Her kim benim adıma bile bile bir söz uydurur, söyler ve naklederse Cehennem’deki yerine hazırlansın. Kim de Kur’ân’ın tefsiri hakkında kendi görüş ve arzusuna uydurarak hüküm verirse o da Cehennem’deki yerine hazırlansın.” (Tırmizî, Tefsir; 2951, Müsned: 1965)
Cündüp b. Abdullah (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Her kim Kur’ân ayetleri hakkında kendi görüş ve tahminlerine göre konuşur ve hüküm verirse doğruya varsa bile şüphesiz o kimse yanılgıdadır yanılmıştır.” (Tırmizî, Tefsir; 2952, Ebû Dâvûd, İlim: 27)
İmam Tırmizî yukardaki rivâyetleri naklettikten sonra altına şu notu düşmüştür:
"Peygamber (s.a.v.)’in ashabından ve bazı ilim adamlarından böylece rivâyet edilmiştir. Yani Kur’ân’ın bilgisizce veya kişinin kendi görüş ve tahminlerine göre tefsir etmesine karşı şiddet göstermişlerdir."
Fetvâ vermek mesuliyeti çok ağır ve veballi bir iştir. Çünkü fetvâ veren kişi hakkında hüküm olmayan bir mesele hakkında ya kitabın delâleti zannî olan bir âyetine dayanarak veya bir hadise dayanarak veya fıkıh usulünün diğer kâidelerine dayanarak bir hüküm ortaya koymaktadır. Bir meselenin ictihâdî olarak haram veya helal olduğunu veya mübah olduğunu bildirmektedir. Ondan fetva isteyen kişi de bu hükümle amel edecektir. Bundan dolayı fetvâ vermek gerçekten ağır bir sorumluluktur.
Bu konuda İmam Nevevî, Şerhü'l-Mühezzeb adlı kitabın mukaddimesinde şöyle demiştir:
"Şunu iyi bilesin ki fetvanın önemi büyük, yeri yüce, fazileti çoktur. Çünkü müftü peygamberlerin varisi ve farz-ı kifâyeyi yerine getiren kişidir. Fakat fetva verme işi çok dikkat edilmesi gereken bir iştir. Bundan dolayı 'müftü Allah adına karar veren kişidir; denilmiştir.
İbnü'l-Münkedir'den şöyle rivayet edilmiştir: "Âlim Allah ile kulu arasındadır. Allah ile kulu arasına nasıl girdiğine bir baksın."
Selef ve haleften fetva vermekten geri durmalarıyla ilgili birçok şey rivayet edilmişse de biz bir kaçını zikretmekle yetineceğiz:
Abdurrahman b. Ebî Leyla'dan şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"Ben, sahabeden yüz yirmi kadar ensar tanıdım, onlara bir mesele sorulduğunda başkasına yönlendirir, o da bir başkasına havale ederdi, derken mesele dönüp dolaşıp ilk sorulana gelirdi."
İbn Mesûd ve İbn Abbâs'tan "Her sorulana cevap veren delidir." dedikleri rivayet olunmuştur.
Şa'bî, Hasen ve Ebi Haşin'den şöyle dedikleri rivayet olunmuştur:
"Siz bir meselede fetva veriyorsunuz. Şayet o mesele Ömer b. el-Hattâb'a sorulsaydı bütün Bedir ashabını toplardı."
İmam Malik kendisine sorulan bir soruya "bilmiyorum" diye cevap verince "Bu mesele basit bir meseledir" denildi. O da sinirlenerek "İlimde basit bir şey yoktur" diye cevap verdi.
İmam Ebû Hanife şöyle der: "İlim kaybolacak diye Allah'tan korkum olmasa asla kimseye fetva vermezdim. Fetvayı alan rahatlık içindeyken yük benim sırtıma biniyor."
Şâfî fukahasından Hatîb ve Saymeri şöyle der: Kim fetva vermede hırslı olur, başkalarıyla rekabet eder ve bu konuda ısrarcı olursa, muvaffakiyeti az, çelişkisi çok olur. Eğer fetva işinden geri durma mümkün olduğu müddetçe başkasına havale eder ve bu işte ısrarcı olmayıp mecburiyetten yaparsa Allah' m ona yardımı daha çok olur.
Peygamberimizin şu sahih hadisi de buna delil niteliğindedir: "Emir olmayı isteme, eğer isteğin üzerine o görev sana verilirse onunla baş başa bırakılırsın. Şayet sen istemeden, verilirse o işte yardım görürsün. (Buhâri- Müslim)
Peki mezheb ne demektir?
Mezheb; Sözlükte “gitmek” anlamındaki zehâb kökünden hem masdar hem de “gidecek yer ve yol” mânasında mekân ismi olan mezheb kelimesi, terim olarak “dinin aslî veya fer‘î hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin (müctehidlerin) ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem” diye tanımlanabilir.
Bundan anlaşılıyor ki, bir müctehid bir meselenin hükmünü ortaya koyarken kendi koyduğu usülden hareket ederek işe koyulur ve o meselenin hükmüne ulaşır. Nitekim bu konuda Ebû Hanife Rahmetullâhi aleyh kendi usulünü şöyle târif eder:
“Biz önce Allah’ın kitabında olanı alırız. Onda bulamazsak Hz. Peygamber’in sünnetine bakarız. Orada da bir şey bulamazsak ashabın ittifak ettiğini benimseriz, ihtilâf etmişlerse dilediğimizin görüşünü alırız. Başkalarının görüşlerini onlara tercih etmeyiz. Ancak Hasan-ı Basrî, İbrâhim en-Nehaî, Saîd b. Müseyyeb gibi tâbiîn âlimlerine gelince onların ictihadlarına bağlı kalmayız. Onlar gibi biz de ictihadda bulunuruz." (Bütün usül kitapları)
İmam Ebû Hanife'nin bu açıklamasından şu anlaşılmaktadır. O, bir meselenin hükmüne ulaşmak için önce Allah'ın kitabına bakar. Eğer onda bir hüküm bulursa başka bir şeye bakmaz ve ondaki hükmü aynen uygular. Çünkü Allah'ın kitabı subûti kat'î olan bir kitaptır. Eğer Allah'ın kitabında bir şey bulamazsa Allah rasûlünün sünnetine bakar. Eğer sünnette bir hüküm varsa ona uyar ve aynı hükmü verir. Çünkü bunun ikisi nastır. Nassın olduğu yerde ise ictihad yapılamaz. Eğer Allah Rasûlünün sünnetinde de bir şey bulamazsa o konuda Allah rasûlünün ashâbı bir ittifakta (icmâda) bulunmuşlar mı bulunmamışlar mı ona bakar. Çünkü Kur'an onların üzerine inmiş, kuran hakkındaki bilgiyi ve ondaki anlamadıkları âyetleri Allah rasûlüne sorarak öğrenmişlerdir. Yine Allah Rasûlünün sünnetini, hadislerini en iyi bilen de onlardır. Allah kitabında onları övmüş, Allah Rasûlü de ashabı hakkında ileri geri konuşulmasını yasaklamıştır. Hiç kimse Allah rasûlünün ashâbının ittifak ettikleri bir hususta onlara aykırı görüş ortaya koyamaz. Korsa da reddedilir. Eğer Allah rasûlünün ashâbı bir konuda ittifak etmemişler de ihtilaf etmişlerse, bu konuda Ebû Hanife rahmetullahi aleyh onlardan dilediği birisinin görüşünü almakta ve fakat onlara muhâlefet etmemektedir. Eğer onlardan bir mesele hakkında hiçbir görüş gelmemişse o zaman ya kıyas yaparak, ya istihsan, istishab, seddi zerâî, örf gibi fer'î kaynaklara yönelerek kendi görüşünü açıklar.
Bir müctehid başka bir müçtehidi taklid edemez. Eğer ederse, kendine göre hak gördüğü bir görüşü bırakıp hak görmediği başka birisinin görüşüne uymak olur. Bazı müctehidlerin ictihadlarının aynı olması onların birbirlerini taklid ettikleri anlamına gelmez. Tam aksine onların aynı delillere ulaşarak aynı hükme vardıkları anlaşılır.Şu kadar varki, müctehidlerin tabakaları vardır. Mutlak müctehid, mezhebde müctehid (veya mukayyed müctehid), meselede müctehid gibi.
Mezhebde müctehidler usülde imamlarına muhâlefet edemeseler de bazı hükümlerde üstadlarına muhâlefet edebilirler. Zîrâ kendi imamlarına ulaşmamış bir hadis kendilerine ulaşmış olabilir. Bu sebepten imamlarının görüşünü bırakarak başka bir görüşe varabilirler. Nitekim hanefî mezhebinde İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer, İmam Hasan bin Ziyad gibi imam Ebû Hanife'nin önde gelen öğrencileri mezhebin hükümlerinin üçte biri kadarında hocalarına muhâlefet etmişler ve başka bir hükümde bulunmuşlardır. Diğer mezheblerde de durum aynıdır. Yâni diğer mezheblerde de o mezhebin imamının öğrencileri bazı konularda hocalarına muhâlefet ederek başka bir görüşe yönelmişlerdir. Bütün bunlar mezheblerin bizzat kendi kitaplarında reddedilmeyecek kadar çok olan bir husustur.
Yukarda sayılan müctehid tabakalarının dışında bir de ashâbu't Tahrîc ve ashâbu't tercih diye adlandırılan ulemâ vardır ki, bunlar ne usülde ne de fürûda imamlarına muhâlefet edemezler. Bunlar, imamlarından sahih veya zayıf olarak nakledilen görüşlerin hangisinin zayıf, hangisinin kuvvetli görüş olduğunu tahrîc ederler. Yine bunlar imamlarından nakledilen muhtelif ictihadların kendi zamanlarında hangisinin daha uygulanabilir olduğuna bakarlar ve bir tahrîcde bulunurlar. Ashabu't tercih ise, imamlarından rivayet edilen ama hangisinin tercih edildiğine dair bir açıklama bulunulmayan konularda o görüşlerden birisini tercih ederek, "tercih edilen budur" veya "benim tercihim bu görüştür" gibi açıklamada bulunurlar. Bunlar imamlarından nakledilen ve birbirine karışmış olan zâhiru'r Rivâye diye adlandırılan kuvvetli olan görüş ile nevâdir (nâdirâttan) olan zayıf görüşleri birbirlerinden ayıran ve "bu zâhiru'r rivâyedir" "kuvvetli olan görüş budur" diye açıklamada bulunan âlimlerdir.
Yukarda sayılan âlimlerin dışındaki kişiler ise mukalliddirler. Bunlar ictihadda bulunamazlar, müctehid birisini taklîd edebilirler.
Müftî ise fetvâ veren kimse demektir. Müftî aslında müctehid olan kimse demektir. Müctehid olmayan bir kimseye müftî denilmez. Bugünkü müftîlere müftî denilmesi mecazî anlamdadır. Yâni bunlar gerçek müftîlerden nakil yaparak fetvâ verdikleri için fetvâ vermede onlara benzediklerinden dolayı bunlara da mecazen müftî denilmiştir.
Mukallid müftî kendisine herhangi bir meselede soru sorulduğu zaman o konuda hangi mezhebi taklid ediyorsa o mezhebin hükmüne göre fetvâ verir. Diğer mezheblerin veya müctehidlerin görüşlerini belirtmez. Çünkü kendi zannına göre taklîd ettiği mezhebin görüşü haktır. Hak olduğunu zannettiği ve taklîd ettiği mezhebin hükmünü belirtirken hak olmadığını zanneddiği mezheblerin görüşlerini belirtmesi doğru olmaz. Nitekim bir müctehid de bir mesele hakkında ictihad edip hükmü belirlerken diğer müctehidlerin görüşlerini belirtmez. Meselâ, avamdan birisi herhangi bir müftîye, "hocam tilki etini yemenin hükmü nedir?" diye bir soru sorduğunda, eğer müftî şâfî mezhebini taklîd eden birisi ise, "tilki etini yemek helaldir" der. Eğer Hanefî mezhebini taklîd eden birisi ise, "tilki etini yemek haramdır" der. "Bu konuda şu mezheb şöyle demiştir, bu mezheb böyle demiştir" demez. Fakat soruyu soran kişi; "hocam, tilki etini yemek hakkında mezheblerin görüşü nedir" diye bir soru sorduğunda o zaman bütün mezheblerin görüşünü belirtebilir. Onların delillerini de aktarabilir. Çünkü bu fetvâ sormak değil, mezheblerin bir konuda görüşlerini sormaktır. Yine ders anlatan bir hoca öğrencilerine şu konuda hanefî mezhebinin görüşleri şudur. Delilleri de şunlardır. Diğer mezheblerin görüşleri ve delilleri de şöyledir, diyebilir. Bu da fetvâ vermek değil ilim öğretmek veya öğrenmektir.
Bugün internette bazı kardeşlerin kendilerine sorulan sorulara, efendim şu mezhebde hüküm şöyledir, şu kitabda bu konuda şöyle yazılmaktadır, bu kitabda da böyle yazılmaktadır" diyorlar ve orada bırakıyorlar. Bu ise fetva verme usulüne aykırıdır. Zira bu kafa karıştırmaktan öte geçmez. Onun yapması gereken, yukarda da beyan ettiğim gibi hangi mezhebi taklid ediyorsa o konuda sâdece taklîd ettiği mezhebin hükmüyle fetvâ vermesidir.
Müftî sorulan bir soru hakkında fetvâ verirken verdiği hükmün delillerini belirtmesi gerekmez. Çünkü karşısındaki zâten delil bilmediği veya anlamadığı için kendisine sormuştur. Fakat müftî sorulan soru hakkında hükmü belirtirken kendisi istediği takdirde delillerini de belirtebilir. Yine soruyu soran kimse sorduğu sorunun cevabını aldığı zaman, "hocam, bunun delili nedir, bunu da açıklar mısınız?" diye sorduğunda da delilleri açıklayabilir.
Bize sık sık sorulan sorulardan birisi de şudur: Avamdan olan bir kimse herhangi bir mezhebi bütün hükümlerde (topyekün) taklîd etmek mecburiyetinde midir? Yoksa bir meselede bir mezhebi, başka bir meselede de başka bir mezhebi taklîd edebilir mi? Her ikisi de câizdir. Yâni bir kimse bütün meselelerde tek bir mezhebi taklîd edebilir. Çünkü taklîd, delilini bilmeden bir müçtehidin hükmüne göre amel etmek olduğuna göre, bir mezhebi bütün meselede taklîd eden kişi de aynı şeyi yapmıştır. Ama bir kimse bir mezhebi topyekün taklîd etmeye mecbur değildir. Dilerse bir meselede bir mezhebi, diğer bir meselede de başka bir mezhebi taklid edebilir. Ama bu taklîd menfâata dayalı bir taklîd olmamalıdır. Yâni bir meselede bir mezhebi taklîd ederken o meselede o mezhebin görüşünün doğruya ve hakka daha yakın olduğunu düşündüğü için onu taklit etmeli, diğer meselede de diğer mezhebin görüşünün doğruya ve hakka daha yakın olduğuna inanarak taklîd etmelidir. Yoksa canı istediği zaman şu mezhebe göre, canı istediğinde de bu mezhebe göre amel etmek dîni oyun ve oyuncak hâline getirmek ve gömlek değiştirmek gibi mezheb değiştirmek olur ki bu çok tehlikeli bir şeydir.
İlimle uğraşan, ilim öğrencisi olan kardeşlerime tavsiyem ehil olmadıkları halde kendi kafalarından kitaptan veya sünnetten hüküm çıkarmamalarıdır. Çünkü onlar Kur'an ilimlerini, sünnet ilimlerini tam olarak bilmedikleri gibi hüküm ifade eden âyetlerle hüküm ifâde eden sünneti de bilmemektedirler. Yine bu konuda hangi konularda icmâ edilmiş, müctehid imamlar ne demişler, ittifak mı etmişler ihtilaf mı etmişler, ihtilaf ettilerse kim hangi delillere dayanmıştır bunları da tam olarak bilmemektedirler. Unutulmasın, ehil olmayan kimselerin herhangi bir konuda, "benim kanâtime göre şu haramdır veya helaldir" demesi kendisinin günaha, hattâ küfre girmesine sebep olabilir. Allah bizleri bu duruma düşmekten muhâfazâ buyursun.
Yâ Rab, bizleri senin kitabına ve peygamberiyin sünnetine hakkıyla uyanlardan eyle. Senin kitabında övdüğün Rasûlüyün arkadaşlarının icmâ ettikleri meselelerde onlara muhâlefet etmekten, kendi kafamıza göre hüküm vermekten ve görüş belirtmekten bizleri koru.
Necati Koçkesen
Fetvâ: Sözlükte bir meselenin hükmünü beyan etmek, soruya cevap vermek anlamlarına gelen ’iftâ’ mastarının ismidir.
Istılahta ise; Fıkhî/amelî bir konuda fakihin/müftünün verdiği yazılı veya sözlü cevaptır. (İbnü-l Hümam, Fethu’l Kadir, Kitabu Edebi’l Kadi, III. 256 ) Fıkhî bir meselenin hükmünü fetvaya yetkili kişilerden sormaya istifta ( sual), fetvayı isteyene müsteftî (sâil/soru soran), böyle bir meseleyi açıklamaya veya meselenin hükmünü sözlü veya yazılı olarak cevaplamaya iftâ, verdiği fetva ile hükmü açıklayana da müftî ( mucip/cevap veren) denir. Kendisi bizzat içtihad edecek durumda olmayan bir ilim sahibinin, diğer müctehidlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı mecâz yoluyle müftî denir (Ö. Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 246) Kendisine dayanılarak fetva verilen şer’î hükme veya bir hadise hakkında ortaya konulan çeşitli görüşlerden fetva için tercih edilene müfta bih, müftünün fetva verirken ve müsteftînin fetva isterken bilmeleri ve riayet etmeleri gereken usûl ve kaidelere âdâbü’l-müftî (âdâbü-l fetvâ, resmû’l-müftî) adı verilir. Bir mesele hakkındaki muhtelif fıkhî görüşlerden hangisinin fetvaya daha elverişli olduğunu gösteren tabirlere alâmâtü’l-iftâ (alâmâtü’l fetva) denir.(Fahrettin Atar, DİA, ’Fetva’ maddesi)
Fetvâ vermede usulü açıklamadan önce ictihad nedir, müctehid kimdir, mezheb ne demektir sorularını cevaplamamız gerekir.
İctihad: Sözlükte “çaba göstermek, bütün gücünü kullanmak, ısrarlı olmak, zahmet çekmek” anlamındaki cehd kökünden türeyen ictihâd “bir konuda elden gelen çabayı sarfetmek, bir şeyi elde edebilmek için olanca gücü harcamak” demektir. Aynı kökten türeyen cihâd ve mücâhede kelimeleri, mahiyetleri farklı da olsa “çaba sarfetmek” ortak anlamında ictihad kavramıyla örtüşür. (İslam Ansiklopedisi)
İctihadın ıstılâhî anlamı ise; kesin ve açık delillerle sabit olmayan zannî ve fer’i hükümleri, şer’î delillere uygun olarak istihraç ve istinbat hususunda, bütün güç ve takatini sarfederek çalışmaktır. İşte bu işi yapabilecek ilmî gücü ve birikimi olan kişiye de "müctehid" denir.
Bir kimsenin müctehid olabilmesi için, Kur’ân ve sünnet Arap dilinde kayda geçtiği için Arapçayı bilmesi, Kur’an’ı ve özellikle ahkam ayetlerini ve tefsirlerini bilmesi, hadîs ilmini, yani ahkâm hadisleri ve hadis usûlünü bilmesi, üzerinde icmâ hasıl olmuş yani İslam alimlerinin görüş birliğine vardığı hükümleri bilmesi, dinin maksat ve gayelerini bilmesi, Kur’ân, sünnet ve diğer delillerden hüküm çıkarma tekniklerini öğreten fıkıh usûlü ilmine hakkıyla vakıf olmak ve içtihad melekesine/kabiliyetine sahip olması gerekir. Bu vasıfta olmayan kimseler ictihadda bulunamazlar, hüküm ve fetva veremezler.
Nitekim bu konuda Ebû Yusuf ’tan şunlar aktarılır: “Ancak Kitap ve Sünnet’in hükümlerini, nâsih ve mensûhu, sahabe kavillerini, müteşabihi ve dilin vecihlerini çok iyi bilen bir kişi re’ye dayanarak fetvâ verebilir”.
İmam Ebû Yusuf'un bu sözünü Tırmızî'nin tefsir bâbında rivâyet ettiği şu hadisler de desteklemektedir:
İbn Abbâs (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kim bilgisiz veya kasıtlı olarak Kur’ân ayetleri hakkında konuşur ve hüküm verirse Cehennem’deki yerine hazır olsun.” (Tırmizî, Tefsir; 2950, Müsned: 1965) İmam Tırmizî bu hadis için "hasen, sahih" demiştir.
İbn Abbâs (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Benden yalan yere hadis aktarmaktan sakınınız bildiğiniz ve benim söylediklerimi aktarabilirsiniz. Her kim benim adıma bile bile bir söz uydurur, söyler ve naklederse Cehennem’deki yerine hazırlansın. Kim de Kur’ân’ın tefsiri hakkında kendi görüş ve arzusuna uydurarak hüküm verirse o da Cehennem’deki yerine hazırlansın.” (Tırmizî, Tefsir; 2951, Müsned: 1965)
Cündüp b. Abdullah (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Her kim Kur’ân ayetleri hakkında kendi görüş ve tahminlerine göre konuşur ve hüküm verirse doğruya varsa bile şüphesiz o kimse yanılgıdadır yanılmıştır.” (Tırmizî, Tefsir; 2952, Ebû Dâvûd, İlim: 27)
İmam Tırmizî yukardaki rivâyetleri naklettikten sonra altına şu notu düşmüştür:
"Peygamber (s.a.v.)’in ashabından ve bazı ilim adamlarından böylece rivâyet edilmiştir. Yani Kur’ân’ın bilgisizce veya kişinin kendi görüş ve tahminlerine göre tefsir etmesine karşı şiddet göstermişlerdir."
Fetvâ vermek mesuliyeti çok ağır ve veballi bir iştir. Çünkü fetvâ veren kişi hakkında hüküm olmayan bir mesele hakkında ya kitabın delâleti zannî olan bir âyetine dayanarak veya bir hadise dayanarak veya fıkıh usulünün diğer kâidelerine dayanarak bir hüküm ortaya koymaktadır. Bir meselenin ictihâdî olarak haram veya helal olduğunu veya mübah olduğunu bildirmektedir. Ondan fetva isteyen kişi de bu hükümle amel edecektir. Bundan dolayı fetvâ vermek gerçekten ağır bir sorumluluktur.
Bu konuda İmam Nevevî, Şerhü'l-Mühezzeb adlı kitabın mukaddimesinde şöyle demiştir:
"Şunu iyi bilesin ki fetvanın önemi büyük, yeri yüce, fazileti çoktur. Çünkü müftü peygamberlerin varisi ve farz-ı kifâyeyi yerine getiren kişidir. Fakat fetva verme işi çok dikkat edilmesi gereken bir iştir. Bundan dolayı 'müftü Allah adına karar veren kişidir; denilmiştir.
İbnü'l-Münkedir'den şöyle rivayet edilmiştir: "Âlim Allah ile kulu arasındadır. Allah ile kulu arasına nasıl girdiğine bir baksın."
Selef ve haleften fetva vermekten geri durmalarıyla ilgili birçok şey rivayet edilmişse de biz bir kaçını zikretmekle yetineceğiz:
Abdurrahman b. Ebî Leyla'dan şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"Ben, sahabeden yüz yirmi kadar ensar tanıdım, onlara bir mesele sorulduğunda başkasına yönlendirir, o da bir başkasına havale ederdi, derken mesele dönüp dolaşıp ilk sorulana gelirdi."
İbn Mesûd ve İbn Abbâs'tan "Her sorulana cevap veren delidir." dedikleri rivayet olunmuştur.
Şa'bî, Hasen ve Ebi Haşin'den şöyle dedikleri rivayet olunmuştur:
"Siz bir meselede fetva veriyorsunuz. Şayet o mesele Ömer b. el-Hattâb'a sorulsaydı bütün Bedir ashabını toplardı."
İmam Malik kendisine sorulan bir soruya "bilmiyorum" diye cevap verince "Bu mesele basit bir meseledir" denildi. O da sinirlenerek "İlimde basit bir şey yoktur" diye cevap verdi.
İmam Ebû Hanife şöyle der: "İlim kaybolacak diye Allah'tan korkum olmasa asla kimseye fetva vermezdim. Fetvayı alan rahatlık içindeyken yük benim sırtıma biniyor."
Şâfî fukahasından Hatîb ve Saymeri şöyle der: Kim fetva vermede hırslı olur, başkalarıyla rekabet eder ve bu konuda ısrarcı olursa, muvaffakiyeti az, çelişkisi çok olur. Eğer fetva işinden geri durma mümkün olduğu müddetçe başkasına havale eder ve bu işte ısrarcı olmayıp mecburiyetten yaparsa Allah' m ona yardımı daha çok olur.
Peygamberimizin şu sahih hadisi de buna delil niteliğindedir: "Emir olmayı isteme, eğer isteğin üzerine o görev sana verilirse onunla baş başa bırakılırsın. Şayet sen istemeden, verilirse o işte yardım görürsün. (Buhâri- Müslim)
Peki mezheb ne demektir?
Mezheb; Sözlükte “gitmek” anlamındaki zehâb kökünden hem masdar hem de “gidecek yer ve yol” mânasında mekân ismi olan mezheb kelimesi, terim olarak “dinin aslî veya fer‘î hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin (müctehidlerin) ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem” diye tanımlanabilir.
Bundan anlaşılıyor ki, bir müctehid bir meselenin hükmünü ortaya koyarken kendi koyduğu usülden hareket ederek işe koyulur ve o meselenin hükmüne ulaşır. Nitekim bu konuda Ebû Hanife Rahmetullâhi aleyh kendi usulünü şöyle târif eder:
“Biz önce Allah’ın kitabında olanı alırız. Onda bulamazsak Hz. Peygamber’in sünnetine bakarız. Orada da bir şey bulamazsak ashabın ittifak ettiğini benimseriz, ihtilâf etmişlerse dilediğimizin görüşünü alırız. Başkalarının görüşlerini onlara tercih etmeyiz. Ancak Hasan-ı Basrî, İbrâhim en-Nehaî, Saîd b. Müseyyeb gibi tâbiîn âlimlerine gelince onların ictihadlarına bağlı kalmayız. Onlar gibi biz de ictihadda bulunuruz." (Bütün usül kitapları)
İmam Ebû Hanife'nin bu açıklamasından şu anlaşılmaktadır. O, bir meselenin hükmüne ulaşmak için önce Allah'ın kitabına bakar. Eğer onda bir hüküm bulursa başka bir şeye bakmaz ve ondaki hükmü aynen uygular. Çünkü Allah'ın kitabı subûti kat'î olan bir kitaptır. Eğer Allah'ın kitabında bir şey bulamazsa Allah rasûlünün sünnetine bakar. Eğer sünnette bir hüküm varsa ona uyar ve aynı hükmü verir. Çünkü bunun ikisi nastır. Nassın olduğu yerde ise ictihad yapılamaz. Eğer Allah Rasûlünün sünnetinde de bir şey bulamazsa o konuda Allah rasûlünün ashâbı bir ittifakta (icmâda) bulunmuşlar mı bulunmamışlar mı ona bakar. Çünkü Kur'an onların üzerine inmiş, kuran hakkındaki bilgiyi ve ondaki anlamadıkları âyetleri Allah rasûlüne sorarak öğrenmişlerdir. Yine Allah Rasûlünün sünnetini, hadislerini en iyi bilen de onlardır. Allah kitabında onları övmüş, Allah Rasûlü de ashabı hakkında ileri geri konuşulmasını yasaklamıştır. Hiç kimse Allah rasûlünün ashâbının ittifak ettikleri bir hususta onlara aykırı görüş ortaya koyamaz. Korsa da reddedilir. Eğer Allah rasûlünün ashâbı bir konuda ittifak etmemişler de ihtilaf etmişlerse, bu konuda Ebû Hanife rahmetullahi aleyh onlardan dilediği birisinin görüşünü almakta ve fakat onlara muhâlefet etmemektedir. Eğer onlardan bir mesele hakkında hiçbir görüş gelmemişse o zaman ya kıyas yaparak, ya istihsan, istishab, seddi zerâî, örf gibi fer'î kaynaklara yönelerek kendi görüşünü açıklar.
Bir müctehid başka bir müçtehidi taklid edemez. Eğer ederse, kendine göre hak gördüğü bir görüşü bırakıp hak görmediği başka birisinin görüşüne uymak olur. Bazı müctehidlerin ictihadlarının aynı olması onların birbirlerini taklid ettikleri anlamına gelmez. Tam aksine onların aynı delillere ulaşarak aynı hükme vardıkları anlaşılır.Şu kadar varki, müctehidlerin tabakaları vardır. Mutlak müctehid, mezhebde müctehid (veya mukayyed müctehid), meselede müctehid gibi.
Mezhebde müctehidler usülde imamlarına muhâlefet edemeseler de bazı hükümlerde üstadlarına muhâlefet edebilirler. Zîrâ kendi imamlarına ulaşmamış bir hadis kendilerine ulaşmış olabilir. Bu sebepten imamlarının görüşünü bırakarak başka bir görüşe varabilirler. Nitekim hanefî mezhebinde İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer, İmam Hasan bin Ziyad gibi imam Ebû Hanife'nin önde gelen öğrencileri mezhebin hükümlerinin üçte biri kadarında hocalarına muhâlefet etmişler ve başka bir hükümde bulunmuşlardır. Diğer mezheblerde de durum aynıdır. Yâni diğer mezheblerde de o mezhebin imamının öğrencileri bazı konularda hocalarına muhâlefet ederek başka bir görüşe yönelmişlerdir. Bütün bunlar mezheblerin bizzat kendi kitaplarında reddedilmeyecek kadar çok olan bir husustur.
Yukarda sayılan müctehid tabakalarının dışında bir de ashâbu't Tahrîc ve ashâbu't tercih diye adlandırılan ulemâ vardır ki, bunlar ne usülde ne de fürûda imamlarına muhâlefet edemezler. Bunlar, imamlarından sahih veya zayıf olarak nakledilen görüşlerin hangisinin zayıf, hangisinin kuvvetli görüş olduğunu tahrîc ederler. Yine bunlar imamlarından nakledilen muhtelif ictihadların kendi zamanlarında hangisinin daha uygulanabilir olduğuna bakarlar ve bir tahrîcde bulunurlar. Ashabu't tercih ise, imamlarından rivayet edilen ama hangisinin tercih edildiğine dair bir açıklama bulunulmayan konularda o görüşlerden birisini tercih ederek, "tercih edilen budur" veya "benim tercihim bu görüştür" gibi açıklamada bulunurlar. Bunlar imamlarından nakledilen ve birbirine karışmış olan zâhiru'r Rivâye diye adlandırılan kuvvetli olan görüş ile nevâdir (nâdirâttan) olan zayıf görüşleri birbirlerinden ayıran ve "bu zâhiru'r rivâyedir" "kuvvetli olan görüş budur" diye açıklamada bulunan âlimlerdir.
Yukarda sayılan âlimlerin dışındaki kişiler ise mukalliddirler. Bunlar ictihadda bulunamazlar, müctehid birisini taklîd edebilirler.
Müftî ise fetvâ veren kimse demektir. Müftî aslında müctehid olan kimse demektir. Müctehid olmayan bir kimseye müftî denilmez. Bugünkü müftîlere müftî denilmesi mecazî anlamdadır. Yâni bunlar gerçek müftîlerden nakil yaparak fetvâ verdikleri için fetvâ vermede onlara benzediklerinden dolayı bunlara da mecazen müftî denilmiştir.
Mukallid müftî kendisine herhangi bir meselede soru sorulduğu zaman o konuda hangi mezhebi taklid ediyorsa o mezhebin hükmüne göre fetvâ verir. Diğer mezheblerin veya müctehidlerin görüşlerini belirtmez. Çünkü kendi zannına göre taklîd ettiği mezhebin görüşü haktır. Hak olduğunu zannettiği ve taklîd ettiği mezhebin hükmünü belirtirken hak olmadığını zanneddiği mezheblerin görüşlerini belirtmesi doğru olmaz. Nitekim bir müctehid de bir mesele hakkında ictihad edip hükmü belirlerken diğer müctehidlerin görüşlerini belirtmez. Meselâ, avamdan birisi herhangi bir müftîye, "hocam tilki etini yemenin hükmü nedir?" diye bir soru sorduğunda, eğer müftî şâfî mezhebini taklîd eden birisi ise, "tilki etini yemek helaldir" der. Eğer Hanefî mezhebini taklîd eden birisi ise, "tilki etini yemek haramdır" der. "Bu konuda şu mezheb şöyle demiştir, bu mezheb böyle demiştir" demez. Fakat soruyu soran kişi; "hocam, tilki etini yemek hakkında mezheblerin görüşü nedir" diye bir soru sorduğunda o zaman bütün mezheblerin görüşünü belirtebilir. Onların delillerini de aktarabilir. Çünkü bu fetvâ sormak değil, mezheblerin bir konuda görüşlerini sormaktır. Yine ders anlatan bir hoca öğrencilerine şu konuda hanefî mezhebinin görüşleri şudur. Delilleri de şunlardır. Diğer mezheblerin görüşleri ve delilleri de şöyledir, diyebilir. Bu da fetvâ vermek değil ilim öğretmek veya öğrenmektir.
Bugün internette bazı kardeşlerin kendilerine sorulan sorulara, efendim şu mezhebde hüküm şöyledir, şu kitabda bu konuda şöyle yazılmaktadır, bu kitabda da böyle yazılmaktadır" diyorlar ve orada bırakıyorlar. Bu ise fetva verme usulüne aykırıdır. Zira bu kafa karıştırmaktan öte geçmez. Onun yapması gereken, yukarda da beyan ettiğim gibi hangi mezhebi taklid ediyorsa o konuda sâdece taklîd ettiği mezhebin hükmüyle fetvâ vermesidir.
Müftî sorulan bir soru hakkında fetvâ verirken verdiği hükmün delillerini belirtmesi gerekmez. Çünkü karşısındaki zâten delil bilmediği veya anlamadığı için kendisine sormuştur. Fakat müftî sorulan soru hakkında hükmü belirtirken kendisi istediği takdirde delillerini de belirtebilir. Yine soruyu soran kimse sorduğu sorunun cevabını aldığı zaman, "hocam, bunun delili nedir, bunu da açıklar mısınız?" diye sorduğunda da delilleri açıklayabilir.
Bize sık sık sorulan sorulardan birisi de şudur: Avamdan olan bir kimse herhangi bir mezhebi bütün hükümlerde (topyekün) taklîd etmek mecburiyetinde midir? Yoksa bir meselede bir mezhebi, başka bir meselede de başka bir mezhebi taklîd edebilir mi? Her ikisi de câizdir. Yâni bir kimse bütün meselelerde tek bir mezhebi taklîd edebilir. Çünkü taklîd, delilini bilmeden bir müçtehidin hükmüne göre amel etmek olduğuna göre, bir mezhebi bütün meselede taklîd eden kişi de aynı şeyi yapmıştır. Ama bir kimse bir mezhebi topyekün taklîd etmeye mecbur değildir. Dilerse bir meselede bir mezhebi, diğer bir meselede de başka bir mezhebi taklid edebilir. Ama bu taklîd menfâata dayalı bir taklîd olmamalıdır. Yâni bir meselede bir mezhebi taklîd ederken o meselede o mezhebin görüşünün doğruya ve hakka daha yakın olduğunu düşündüğü için onu taklit etmeli, diğer meselede de diğer mezhebin görüşünün doğruya ve hakka daha yakın olduğuna inanarak taklîd etmelidir. Yoksa canı istediği zaman şu mezhebe göre, canı istediğinde de bu mezhebe göre amel etmek dîni oyun ve oyuncak hâline getirmek ve gömlek değiştirmek gibi mezheb değiştirmek olur ki bu çok tehlikeli bir şeydir.
İlimle uğraşan, ilim öğrencisi olan kardeşlerime tavsiyem ehil olmadıkları halde kendi kafalarından kitaptan veya sünnetten hüküm çıkarmamalarıdır. Çünkü onlar Kur'an ilimlerini, sünnet ilimlerini tam olarak bilmedikleri gibi hüküm ifade eden âyetlerle hüküm ifâde eden sünneti de bilmemektedirler. Yine bu konuda hangi konularda icmâ edilmiş, müctehid imamlar ne demişler, ittifak mı etmişler ihtilaf mı etmişler, ihtilaf ettilerse kim hangi delillere dayanmıştır bunları da tam olarak bilmemektedirler. Unutulmasın, ehil olmayan kimselerin herhangi bir konuda, "benim kanâtime göre şu haramdır veya helaldir" demesi kendisinin günaha, hattâ küfre girmesine sebep olabilir. Allah bizleri bu duruma düşmekten muhâfazâ buyursun.
Yâ Rab, bizleri senin kitabına ve peygamberiyin sünnetine hakkıyla uyanlardan eyle. Senin kitabında övdüğün Rasûlüyün arkadaşlarının icmâ ettikleri meselelerde onlara muhâlefet etmekten, kendi kafamıza göre hüküm vermekten ve görüş belirtmekten bizleri koru.
Necati Koçkesen