Yüce Allah -subhanehu ve teala- Muminlerin işlerinin kendi aralarında istişare ile olduğunu bildirmiştir:
"Onlar Rablerinin (iman ve salih amel) çağrısına icabet eder, namazı dosdoğru kılarlar. İşleri, aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler." (42/Şûrâ, 38)
Sizlere bir meselede danışmak istiyorum. Yukarıda da başlıkta gördüğünüz mesele..
Bu esasen uzun zamandır üzerinde çalıştığım, kimi zaman İbn Haldun'un kitabından kimi zaman Theodore Kaczynski gibi isimlerin yazılarından okumalar yaparak bir sonuca erişmeye çabaladığım bir meseledir.
Olaya primitivist bakarsak, şehir yaşamı ve de her şeyin bir/birkaç düğme ile yapılabiliyor olması üzerine kurulu hızlı yerleşkeler; insanı uyuşukluluğa, can sıkıntısına ve bir boşluk hissetmeye götürüyor. Zira fiziksel ihtiyaçlarını gidermek çok basitleşmiştir. Dolayısıyla "vekil faaliyetler"e yönelerek, kendisini bilime, sanata, çeşitli ilimlere yönlendiriyor ve bu şekilde, fıtratına aykırı olan "bir şey yapamama" ve "güç sürecini tamamlayamama" noksanlarını bu uğraşlarından aldığı hazlarla gideriyor.
Kırsalda yaşayan adam ise, fiziksel ihtiyaçlarını hep bir çaba göstererek karşılamak durumunda. Misal; yemek isteyince ava çıkmak gibi.. Sürekli bir hareketlilik halindedir. Dolayısıyla fiziksel ihtiyaçlarını verdiği çabalarla giderir, haliyle gençken akıp giden güç sürecini tamamlar, bir şey yapamama hissiyatı ve bunun beraberinde getirdiği boşluk kendisinde olmaz. Neticede ise bu adam bilimsel aktiviteler ve derin meselelerle de çok uğraşmaz. Zira boşluğu doldurmak için haz almak gayesiyle yöneleceği vekil faaliyetlere o kadar ihtiyaç kalmamıştır. Kendi halinde yaşar gider.
Konfüçyüs'ün dediği gibi: "On ailelik bir köyde benim gibi erdemli ve saygın bir kişi bulunabilir, fakat benim kadar öğrenmeyi seven birini bulamazsınız."
(Konfüçyüs, Üstad Dedi ki [Öğrencilerinin Yazdığı Kitap], Ketebe Yay., İstanbul, 2021, sh.49.)
Şehir ortamı bozuktur. Rehavet ve aşırı rahatlık gibi unsurların beraberinde getirdiği tembellik, şehvet düşkünlüğü, yapaylaşma, hâliyle dinden ve tefekkürden uzaklaşma... Hatta bir zaman sonra, teknolojinin ve yapaylığın büyüsü içinde kaybolup kendini dört duvar arasından her şeyi idare eden bir tanrı zannetmeye kadar giden süreç.
Kırsal ise öyle değildir. Kırsal dindardır ve insanlar kendi fıtratlarına göre bir hayat sürerler, huzurludurlar, ekseriya psikolojik bunalımlar içerisinde yüzmezler.
Ta 1300'lü yıllarda İbn Haldun dahi, şehrin afetlerini kitabına almış, mesela insanları hareketsizleştirmesi ve sağlık sorunlarına zemin hazırlaması gibi..
Belki diyebilirsiniz ki, bu şehirlerdeki dinden uzaklaşma, modern dünyanın ve dinsiz devletlerin bir afetidir. Yani şehirleri bu hale getiren onlardır.
Ancak bugün dünyada Şeriatı belki en sıkı uygulayan/uygulamaya çalışan Afganistan İslâm Emirliğine bakın. Mesela Kandehar ile Kabil'i kıyaslayalım bu ülkede.
Kandehar şehri, Kabil'in yanında kırsal yahut köye yakın bir halde kalıyor.
Kandehar'da insanlar aşırı dindardır. Hatta Taliban'ın kurucusunun memleketidir. Bunun dışa yansıyan yönü, oraya gittiğinizde örneğin kadınların mavi-mor burkalarla gezdiğini ve kapanmaya fazla önem verdiğini hatta evlerinden çıkmadıklarını bile görebilirsiniz. Sonra Kabil'e gidin. Burkayı görmeniz bayağı zordur, ancak etrafta saçının bir kısmı açık kadınlar görürsünüz. Bunu görenler şaşırmaktadır zira Afganistan'da beklenecek bir durum değildir. Ancak Kabil bu hususta belki istisnadır, zira "şehir"dir. Burada kadınların bir kısmı yalnızca kafalarının üzerine bir örtü atmışlardır ve çok dikkat etmezler. Buradan kesin bir çıkarım yapmak zordur ancak dünyanın en Şeriat ile yönetilen Şeriat devletinde bile, kırsal ile şehir arasında bu fark oluşabilmektedir.
Soru şu, dindarlık için kırsal yaşamı tercih etsek, orası insan fıtratına daha uygundur, dindarlığa da daha meyillidir. Ancak, evet, geri kalma riskimiz ortaya çıkıyor. (Lakin burada 800'lü yıllarda altın çağ yaşayan Bağdat'ı belki ele alarak üzerinde tefekkür edebiliriz.)
Fıtratımızı ve dini yaşantımızı kenara koyup büyük şehirler inşaa etsek, tembelleşme, uyuşukluk hali, şehvet düşkünlüğü ve zina gibi çeşitli sapkınlıklar, dini yaşantıdan uzaklaşma, insan fıtratının bozulması ve beraberinde fıtrata aykırı -lgbt gibi- pek çok sorunun ortaya çıkmaya başlaması söz konusu olabilecektir. Mesela Lut kavmi, birkaç adet büyük şehre sahipti ve bazı araştırmalara göre o bölgede kurdukları kentlerin her birinde yüz bine yakın insan yaşıyordu ve çok gelişmiş bir bölgeydiler. Ancak neticesinde fıtratları bozuldu, fıtratları bozuldukça şehvet düşkünü hatta bir kısmı eşcinsel oldu ve helak oldular.
Peki biz bu durumda ortayı nasıl bulacağız? Şehir mi olacağız, kırsal yaşam mı?
Daha doğru bir şekilde soracak olursam, "Dinden taviz vermeden gelişen bir İslâmî yerleşim yeri nasıl kurulur?"
Rasûlullah (sav) Medine'ye sahabeleri çağırıp oranın nüfusunun yaklaşık üç kat artmasını sağladı ancak o günkü şehirler, şimdiki büyük şehirlerle alakasızdı. Büyük binalar vs. de yoktu.
Evler, Hz.Ömer'in de (r.a.) söylediği nakledilir ki, itidalli bir şekilde yapılıyordu, ne uzun ne de aşırı geniş. Hatta bundan ötürü Halife Hz.Ömer (r.a.) yüksek binaların yapılmasına engel oldu.
"Onlar Rablerinin (iman ve salih amel) çağrısına icabet eder, namazı dosdoğru kılarlar. İşleri, aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler." (42/Şûrâ, 38)
Sizlere bir meselede danışmak istiyorum. Yukarıda da başlıkta gördüğünüz mesele..
Bu esasen uzun zamandır üzerinde çalıştığım, kimi zaman İbn Haldun'un kitabından kimi zaman Theodore Kaczynski gibi isimlerin yazılarından okumalar yaparak bir sonuca erişmeye çabaladığım bir meseledir.
Olaya primitivist bakarsak, şehir yaşamı ve de her şeyin bir/birkaç düğme ile yapılabiliyor olması üzerine kurulu hızlı yerleşkeler; insanı uyuşukluluğa, can sıkıntısına ve bir boşluk hissetmeye götürüyor. Zira fiziksel ihtiyaçlarını gidermek çok basitleşmiştir. Dolayısıyla "vekil faaliyetler"e yönelerek, kendisini bilime, sanata, çeşitli ilimlere yönlendiriyor ve bu şekilde, fıtratına aykırı olan "bir şey yapamama" ve "güç sürecini tamamlayamama" noksanlarını bu uğraşlarından aldığı hazlarla gideriyor.
Kırsalda yaşayan adam ise, fiziksel ihtiyaçlarını hep bir çaba göstererek karşılamak durumunda. Misal; yemek isteyince ava çıkmak gibi.. Sürekli bir hareketlilik halindedir. Dolayısıyla fiziksel ihtiyaçlarını verdiği çabalarla giderir, haliyle gençken akıp giden güç sürecini tamamlar, bir şey yapamama hissiyatı ve bunun beraberinde getirdiği boşluk kendisinde olmaz. Neticede ise bu adam bilimsel aktiviteler ve derin meselelerle de çok uğraşmaz. Zira boşluğu doldurmak için haz almak gayesiyle yöneleceği vekil faaliyetlere o kadar ihtiyaç kalmamıştır. Kendi halinde yaşar gider.
Konfüçyüs'ün dediği gibi: "On ailelik bir köyde benim gibi erdemli ve saygın bir kişi bulunabilir, fakat benim kadar öğrenmeyi seven birini bulamazsınız."
(Konfüçyüs, Üstad Dedi ki [Öğrencilerinin Yazdığı Kitap], Ketebe Yay., İstanbul, 2021, sh.49.)
Şehir ortamı bozuktur. Rehavet ve aşırı rahatlık gibi unsurların beraberinde getirdiği tembellik, şehvet düşkünlüğü, yapaylaşma, hâliyle dinden ve tefekkürden uzaklaşma... Hatta bir zaman sonra, teknolojinin ve yapaylığın büyüsü içinde kaybolup kendini dört duvar arasından her şeyi idare eden bir tanrı zannetmeye kadar giden süreç.
Kırsal ise öyle değildir. Kırsal dindardır ve insanlar kendi fıtratlarına göre bir hayat sürerler, huzurludurlar, ekseriya psikolojik bunalımlar içerisinde yüzmezler.
Ta 1300'lü yıllarda İbn Haldun dahi, şehrin afetlerini kitabına almış, mesela insanları hareketsizleştirmesi ve sağlık sorunlarına zemin hazırlaması gibi..
Belki diyebilirsiniz ki, bu şehirlerdeki dinden uzaklaşma, modern dünyanın ve dinsiz devletlerin bir afetidir. Yani şehirleri bu hale getiren onlardır.
Ancak bugün dünyada Şeriatı belki en sıkı uygulayan/uygulamaya çalışan Afganistan İslâm Emirliğine bakın. Mesela Kandehar ile Kabil'i kıyaslayalım bu ülkede.
Kandehar şehri, Kabil'in yanında kırsal yahut köye yakın bir halde kalıyor.
Kandehar'da insanlar aşırı dindardır. Hatta Taliban'ın kurucusunun memleketidir. Bunun dışa yansıyan yönü, oraya gittiğinizde örneğin kadınların mavi-mor burkalarla gezdiğini ve kapanmaya fazla önem verdiğini hatta evlerinden çıkmadıklarını bile görebilirsiniz. Sonra Kabil'e gidin. Burkayı görmeniz bayağı zordur, ancak etrafta saçının bir kısmı açık kadınlar görürsünüz. Bunu görenler şaşırmaktadır zira Afganistan'da beklenecek bir durum değildir. Ancak Kabil bu hususta belki istisnadır, zira "şehir"dir. Burada kadınların bir kısmı yalnızca kafalarının üzerine bir örtü atmışlardır ve çok dikkat etmezler. Buradan kesin bir çıkarım yapmak zordur ancak dünyanın en Şeriat ile yönetilen Şeriat devletinde bile, kırsal ile şehir arasında bu fark oluşabilmektedir.
Soru şu, dindarlık için kırsal yaşamı tercih etsek, orası insan fıtratına daha uygundur, dindarlığa da daha meyillidir. Ancak, evet, geri kalma riskimiz ortaya çıkıyor. (Lakin burada 800'lü yıllarda altın çağ yaşayan Bağdat'ı belki ele alarak üzerinde tefekkür edebiliriz.)
Fıtratımızı ve dini yaşantımızı kenara koyup büyük şehirler inşaa etsek, tembelleşme, uyuşukluk hali, şehvet düşkünlüğü ve zina gibi çeşitli sapkınlıklar, dini yaşantıdan uzaklaşma, insan fıtratının bozulması ve beraberinde fıtrata aykırı -lgbt gibi- pek çok sorunun ortaya çıkmaya başlaması söz konusu olabilecektir. Mesela Lut kavmi, birkaç adet büyük şehre sahipti ve bazı araştırmalara göre o bölgede kurdukları kentlerin her birinde yüz bine yakın insan yaşıyordu ve çok gelişmiş bir bölgeydiler. Ancak neticesinde fıtratları bozuldu, fıtratları bozuldukça şehvet düşkünü hatta bir kısmı eşcinsel oldu ve helak oldular.
Peki biz bu durumda ortayı nasıl bulacağız? Şehir mi olacağız, kırsal yaşam mı?
Daha doğru bir şekilde soracak olursam, "Dinden taviz vermeden gelişen bir İslâmî yerleşim yeri nasıl kurulur?"
Rasûlullah (sav) Medine'ye sahabeleri çağırıp oranın nüfusunun yaklaşık üç kat artmasını sağladı ancak o günkü şehirler, şimdiki büyük şehirlerle alakasızdı. Büyük binalar vs. de yoktu.
Evler, Hz.Ömer'in de (r.a.) söylediği nakledilir ki, itidalli bir şekilde yapılıyordu, ne uzun ne de aşırı geniş. Hatta bundan ötürü Halife Hz.Ömer (r.a.) yüksek binaların yapılmasına engel oldu.