Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Hadis Terimleri Sözlüğü - N Harfi Ile Başlayan Terimler

H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
N

Nahvehû
Nakale-i Hadîs
Nakd-i Rical
Nakl-i Hadîs
Nâsih
Nâsihu'l-Hadîs Ve Mensûhuhû
Nâvelenî
Nazarî İlim
Nâzil
Nazil İsnad
Nebbe'enâ
Nebbe'enâ Fulân Bi-Kırâ'atî Aleyh
Nebbe'enâ Fulan Kıra'aten Aleyh
Nebevî Hadis
Nehâ
Nekâret
Neseb
Nese'î
Nesh
Nisbe
Nuhinâ An Keza
Nushatu'l-Asl
Nuzûl

N
Nâ:
Muhaddisler ve hadis yazanlar, hadislerin yazılışı sırasında isnatta sık geçen bazı lafızları âdet olarak bazen hazfeder bazen de kısaltarak yazarlar. Böylece çok kullanılan kelimelerin rumuz haline getirirler. Nâ harfleri de bazı muhaddisler ve hadis yazanlarca hadde-senânın kısaltıralarak remiz haline getirilmiş şeklidir.
Nahvehû:
Bk. Mislehû.
Nakale-i Hadîs:
Bk. Râvi.
Nakd-i Rical:
Nakd, sözlükte esas itibariyle alış verişte peşin verilen miktara denir. Bu manasiyle ilgili olarak bir malın kıymetini nakden vermeye, bir başka deyişle peşin ve para olarak vermede kullanılmıştır. Ayrıca paranın kalpını sağlamından ayırmaya da nakd denilmiştir. Sonraları eleştiri ve tenkit manasına buradan geçmiş olmalıdır.
Nakd-i rical, Hadis Usulü tabiri olarak bazı muhaddislerce kullanılmış bir tamlamadır. Tamamen hadis ravilerinin adalet durumunu ortaya çıkarmak maksa-diyle tenkide tabi tutulmaları karşılığıdır. Nakd-i ricalin sonu ravinin sika olup olmadığının, bir diğer ifadeyle sika veya zayıf olduğunun tesbit edilmesidir. Rivayet ettiği hadis üzerinde bu tes-bite göre hüküm verilir.
Nakd-i ricale kısaca intikad da denir. Intikaddan maksat isnadı teşkil eden ra-
vilerin tenkide tabi tutulması olduğundan bu tabir yerine intikad-ı esânîd tabirinin kullanıldığı da olur.
Nakl-i Hadîs:
Güvenilir hadis kitaplarından birinden gerek amel, gerekse bir şer'î meselede delil olması için hadis almayı ifade eden tabirdir.
Son devir alimleri, bir kimsenin sıhhati alimlerce tesbit edilmiş kitaplardan hadis nakledebilmesi için bazı şartlar ileri sürmüşlerdir. Bu şartların ilki hadis alınan kitabın, alimlerin itimadına mazhar olmuş bir kitap olmasıdır. Şayet hadis naklinde kaynak olan kitap, alimlerin bilmediği veya güvenilir olma vasfını taşımayan bir eser ise ondan hadis nakletmek caiz görülmemiştir.
İkincisi, hadis nakleden kimsenin nakline esas olan nüshayı ya bizzat kendi nüshasıyla veya bir sika muhaddisinin nüshasıyla, veyahutta diğer itimat edilen bir asıl nüsha ile mukabele etmesi lazımdır. Hadis ilminden anlamayanlar için bu ihtiyaç bir kat daha artar; zira kitaplarda yanlışlık, hata, noksanlık, tahrif, tashif gibi eksiklikler hiçbir zaman eksik olmaz. Bu itibarla hadisleri şeyhin ezberinden değil de yazılı bir kitaptan nakletmek hassas bir mesele olduğundan bazı alimler bu konuda son derece titiz davranmışlardır. Nitekim Ebu Bekr b. Hayr şöyle demiştir: “Men kezebe aleyle..” hadisine göre bir kimsenin hadis tahammül metotlarının en alt mertebesiyle dahi olsa kendisine rivayet edilmemiş hadisler için “kale Resulullâh” demesi caiz olmadığında alimler arasında görüş birliği vardır. Bu söze bakılırsa bir hadis kitabından hadis nakletmek caiz görülmemiştir. Ancak fakihlerin tümü ile muhaddislerin çoğunluğunun görüşü bunun aksinedir; zira bir hadisle amel edebilmek için onun hadiscilerin usulüne göre rivayet edilmiş olması değil, sıhhati şarttır. Sıhhati sabit olmuş hadisin sırf semâ yoluyla değil, nakil yoluyla alınmasının pek önemi olmamak gerekir.”
Ahmed Naim Merhum da aynı konuda şunları söylemektedir: “Hadislerin rivayetinde titizlik gözetenler çeşitli rivayet metotlarından biriyle hadis almamış olanlar için bariz bir ada sigası bulamadıklarından kitaptan hadis naklini men etmişlerdir. Oysa “kale” fiili hem “buyurdu” hem de “buyurmuş” manasına gelir. Böyle hadis nakleden biri kaleyi buyurmuş manasına aldığından uygun eda sigası bulamamak mahzuru ortadan kalkar. Kitaptan hadis nakleden kimse ister rivayetten alsın, isterse kitapta görmüş olsun kale Resûlullâh (s.a.s) dediği takdirde yalan söylemiş olmaz. Aslında güvenilir hadis kitapları o hadisin Peygamberimizden sadır olduğunun şahididir.” 963
Nâsih:
Bk. Nesh.
Nâsihu'l-Hadîs Ve Mensûhuhû:
Bk. Nesh.
Nâvelenî:
“Bana elden vererek rivayet etti” demek olan bu tabir munâvele yoluyla rivayet edilen hadislerin naklinde kullanılan eda lafızlarından biridir. İbn Haceri'l-Askalânî'ye göre sekiz mertebe olan eda sigalarmm beşincisinde yer alır. 964Daha çok icazete bağlı olan munâvele ile elde edilen hadislerin rivayetinde kullanılır. Aynı yerde, aynı manaya ahberanâ munâveleten eda sîgası da kullanılmıştır.
Nazarî İlim:
İlm-i nazarî karşılığı olarak, inceleme ve araştırma yoluyla kazanılan bilgiye denir.
Hadis ıstılahı olarak nazarî ilim, haberlerin ikna yönünden insan üzerinde bıraktıkları tesir olup ancak zihnî bir tetkik ve tertip neticesi kesinleşir ve bilgi halini alır. Bunu bir misalle açıklamak gerekirse, Hz. Peygamber (s.a.s)'den nakledilen bir hadis, onu ilk işiten kimse için, getirdiği hüküm yönünden ilim veya bilgi ifade eder. Ancak bu diğerleri için zannîdir, kesin değildir. Kesinleşmesi için insanın bazı inceleme ve araştırmalara, önceden sahip olduğu diğer bilgilere dayanarak bazı istidlallere başvurması gerekir. Bu inceleme ve araştırma hadisin isnadı ve metni üzerinde olur.
İsnad yönünden araştırma, ravileri ve senedin kopuk olup olmamasıyla ilgilidir. Metin yönünden araştırma ise Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen diğer hadislere, umumi mana yönünden uygun olup olmadığını açığa çıkarmak gayesine yöneliktir. İşte hadisin isnad ve metin yönünden araştırmaya tabi tutulması neticesinde insanda kesin bir kanaat hasıl olur. Bu kanaat hadisin reddine veya kabulüne varır.
Nazarî ilim, hadis imamları arasında umumiyetle âhad haberler için söz konusudur; çünkü bunlar arasında makbul olanlar bulunduğu gibi olmayanlar da vardır. Makbul olanların diğerlerinden ayırt edilmesi, bunların tetkik edilmelerine bağlıdır. Bu bakımdan hadis alimleri umumiyetle âhad haberlerin nazarî ilim ifade ettiği görüşündedirler. Bunun sebebi, âhad haberle isnada hasıl olan ilmin zarurî ve kesin bir ilim olmayışıdır. 965
Nâzil:
İnmek, yukarıdan aşağı düşmek, yağmur için yağmak gibi manalara gelen “nezele” kök fiilinin ismi failidir. Hadis ilminde âlînin zıddı olarak isnadın bir özelliğini ifade etmekte kullanılır. Buna göre nazil isnad, âlî isnadın zıddıdır ve hadisi rivayet eden son ravi ile ilk kaynağı olan Hz. Peygamber veya bir hadis alimi arasında normalin üstündeki sayıda ravi bulunan isnaddır. Söz gelişi Buharfnin rivayet ettiği bir hadisle onu Hz. Peygambere ulaştıran isnadında üç veya dört ravi varsa onun bu isnadı âlîdir. Gelgelelim bu ravi sayısı bazı isnadlarında olduğu gibi dokuz kişiye çıkarsa bu isnadı ise nazildir.
Muhaddisler genelde âlî isnadı tercih etmişlerdir. Hatta Ali İbnu'l-Medînî, “nazil isnadla rivayet uğursuzluktur” demiştir. Ancak bunun yanısıra bazı muhaddisler nazil isnadı tercih etmişlerdir. Bunun sebebi isnaddaki ravi sayısının artması ölçüsünde muhaddisin daha fazla gayret göstereceği ve hükmünde isabet etme ihtimalinin artacağıdır. Fakat, bu görüş pek geçerli olmadığı gibi yorum da zayıftır; çünkü esas itibariyle gaye muhaddisin fazla çaba göstermesi değil sıhhattir.
Öte yandan nazil bir isnadın ricali âlî isnadın ricalinden daha fazla güvenilir yahut hıfz bakımından onlardan üstün veyahut daha fakih olabilirler. Veyahutta nazil isnad, ravilerinin birbirlerinden işitmiş olmalarıyle muttasıl iken âlî isnadın ravileri arasında hadis meclisinde sadece hazır bulunan ya da hadisi icazet veya munâvele yoluyla almış birisi bulunabilir. O takdirde nazil isnad, âlî isnada tercih edilir.
Şu hale göre isnadda uluvv, aslında istenilen bir şeyse de ricalinin sika oluşu ona tercih edilir. Nitekim Veki' İbnu'l-Cerrâh bir gün arkadaşlarına
“el-A’meş, an -Ebî Vâ'il, an Abdillâh” isnadını mı tercih edersiniz yoksa “Sufyan, an Mansûr, an İbrahim, an Alkame” isnadını mı?” diye sorduğunda onlar
“Önceki isnad daha evlâdır. Elbette onu tercih ederiz” derler. Bu sefer Veki',
“Hayır der; el-A’meş de Ebu Vâ'il de birer şeyhtirler. Ancak diğer isnad, fakihin fakihten; onun da fakihten; onun da fakihten rivayetidir. Bu daha evladır.”
Buradan anlaşılıyor ki Veki, arkadaşlarının âlî isnadı tercih edeceklerini söylemelerine karşılık nazil olmasına rağmen fakihlerin birbirlerinden rivayetiyle oluşan isnadı tercih etmiştir. Bunda da haklıdır; zira fakih, rivayet ettiği hadisin fıkhını daha iyi bilir. Rivayetten maksat, amel edilecek hadislerin doğru olarak nakledilmeleri olunca bu maksadı temin eden nazil isnadın âlî olana elbette tercih edilmesi gerekir. Aynı konuda Abdullah İbnu'l-Mubârek, “hadisin sıhhati, isnadının Hz. Peygamber'e yakınlığında değil, ricalinin sıhhatindedir” demiştir. Ebu Tâhiri's-Silefî de şunları söylemiştir: “Rivayette asıl, hadisi alim raviden almaktır. Alim ravilerin nazil isnadı, araştırıcı alimlerin görüşüne göre cahillerin âlî isnadından daha iyidir.” 966
İbn Hibbân ise konuya daha değişik açıdan bakarark “eğer, demiştir; sadece senede bakılacak ise şeyhleri arasında uluvv söz konusu olanı, metne bakıldığı takdirde ise hangisinin isnadında fakih varsa o tercih edilmelidir.”
Sonuç olarak denilebilir ki pek çok mu-haddis, isnadının âlî olmasına değer verirken, bazı alimler netice itibariyle fakihlerin bulunduğu nazil isnadı tercih etmişlerdir.
Nazil İsnad:
Bk. Nazil
Nebbe'enâ:
“Bize haber verdi” demek olup eda sigalarındandır. Belli bir tahammül şekli için kullanılmaz. Ancak ilk devir alimlerine göre ahberanâdan farkı yoktur. Ahberanâ, daha çok semâ veya sema'a delalet eden rivayet metotlarından biriyle rivayette kullanıldığından nebbe'enâ da en fazla ravinin işiterek aldığı hadislerin rivayetinde kullanılmıştır.
Bununla birlikte İbn hacer'in açıkça belirttiğine göre son devir muhaddisleri nebbe'enâ lafzını “an” gibi icazetle alınan hadislerin rivayetinde kullanmışlardır. 967Sonraları en çok kullanıldığı yer de burası olmuştur.
Nebbe'enâ Fulân Bi-Kırâ'atî Aleyh:
“Bize fülanca kendisine benim okumamla rivayet etti” manasına gelir. Arz veya kıra'at ale'ş-şeyh yoluyla alınan hadislerin rivayeti sırasında kullanılan eda sigalarındandır.
Bir hadisin isnadında ravisi tarafından söylenen nebbe'enâ fulânun bi-kırâ'ati aleyhi eda lafzı kullanılmışsa o hadisi o ravi tarafından şeyhe bizzat okunmak suretiyle arzedilerek rivayet edilmiştir. Aynı manada nebbe'enâ fulan kıra'aten aleyhi lafzı da kullanılır.
Nebbe'enâ Fulan Kıra'aten Aleyh:
“Falanca kendisine okumak suretiyle bize haber verdi” anlamını verir. Nebbe'enâ fulan bikırâ'atî aleyhi eda lafzının çok az farklı şeklidir. Aynı yerde kullanılır. İlk devir alimleri nebbe'enâ lafzının daha çok semâ'a delalet eden hadis rivayet metotlarından biriyle alman hadislerin rivayetinde kullanılması gerektiği görüşündedirler. Arz veya kıraat ale'ş-şeyh denilen metot da semâ'a delalet eder. Şu da var ki Hadis Usulü alimleri semâ'a delalet eden semi'tudan başka bütün eda lafızlarının rivayet usulünü belirleyen bir ayn lafızla birlikte kullanılması gerektiğini söylemişlerdir. Bu yüzden nebbe'enâ eda lafzına “kıra'aten aleyhi” kaydı eklenmiştir ki bu kayıt kıra'ati tasrih etmektedir.
Nebevî Hadis:
Bk. Hadis.
Nehâ:
“Men etti” demektir. Cezm sigalarındandır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir hususu men ettiğini, o hususun işlenmesini yasakladığını ifade eder ve kesinlik bildirir.
Nekâret:
Sözlük bakımından zorluk, güçlük, münkerlik gibi değişik anlamları bulunan nekâret, hadis usulünde bazı muhaddislerce hadisin münker olmasına sebep teşkil eden illet manasına kullanılmıştır. Münker hadisin özellikleri göz önünde tutulursa bu deyimin bir ravinin kendisinden daha üstün bir diğer raviye muhalefeti karşılığı kullanılmış olduğu söylenebilir; zira münkerin en önemli ve bariz özelliği ravisinin kendisinden daha güvenilir durumda olan ravi ya da ravilere aykırı olarak rivayette bulunmasıdır.
Neseb:
Bk. Ensâb.
Nese'î:
Bk. Sünen Nese'î.
Nesh:
Sözlükte değiştirmek, silip yok etmek, bir şeyin ardından bir başka şey getirmek, nakletmek ve kaydetmek gibi manalara gelir. Terim olarak Hadis Usulünde nâsihu'l-hadîs ve mensûhuhû şeklinde kullanılır. Bunun dışındaki ilimlerde kısaca nesh denir. Umumiyetle şer'î bir hükmün yürürlükten kaldırılarak yerine bir başka hükmün getirilmesine denir. Hükmü kaldıran da, kaldırdığı hükmün yerine bir başkasını getiren de Allah Te'âlâ'dır. Onun emir veya müsaadesiyle peygamberi de bir şer'î hükmü neshedebilir.
Bir hükmü yürürlükten kaldıran hükme nasih; bir diğer hükümle yürürlükten kaldırılana ise mensûh denir.
İslâmî edebiyat içinde en çok münakaşa konusu olmuş meselelerden birisi neshtir. Öyle ki islâm âlimleri en azından vakıa olarak görülmüş nesh olayı üzerinde hayli münakaşalar yapmışlardır. Bu münakaşaların sonunda neshin imkânı, vukuu, şartlan, aklî ve naklî delilleri üzerinde durulmuştur. Sonunda konu ile ilgili zengin bir bilgi birikimi meydana gelmiştir.
Bilinen bir gerçektir ki, kainatın yaratıcısı olan yüce Allah kulları üzerinde mutlak hüküm sahibidir. Dilediğini emreder; dilediğini yasaklar. Dilediğini de bir süre yürürlükte bulunduktan sonra nesheder; yerine bir başka hüküm getirir. Kaldı ki kainat üzerinde bunca değişim mevcuttur. Yaradan, bu gün yarattığını yarın yok etmekte veya bir başka şekle getirmektedir. Şu hale göre nesh O'nun takdiri ve kullan üzerindeki mutlak tasarrufu ve hükmü sayılmalı; yoksa Allah'ın -hâşâ- koyduğu hükümden vaz geçtiği anlamına alınmamalıdır.
Neshin Kur'ân-ı Kerim'deki delili şu ayettir:
“Biz bir ayeti (hükmünü diğer bir ayetle değiştirir) neshedersek veya unutturursak ondan daha hayırlısını, yahut onun benzerini getiririz. Allah'ın her şeye hakkiyle kadir olduğunu bilmiyor musun?” 968
Nesh, yalnızca dinî hükümlerde olur. Beşeri hükümlerin değiştirilmesi nesh anlamına gelmez. Bazı toplumlarda İslâm Hukukunun tatbik edilmeyerek yerine beşeri hukuk sistemlerinin getirilmesi de nesh demek değildir. Şu da var ki, ebediyet kaydiyle bilinen hükümlerde mesela namazın, orucun, farziyyetinde nesh söz konusu olmaz. Ayrıca haberlerde, olayların hikâye edilmesinde de nesh olmaz.
Bir hükümde neshe hükmedebilmek, bir diğer deyişle şu hüküm nasihtir; şu ise mensûhtur diyebilmek için bazı şartlar vardır. Önce nesh hakkında bir hitap olmalıdır. Meselâ, İslâm'ın ilk devirlerinde yatsı namazını kıldıktan, uyuduktan sonra yemek, içmek, kansına yaklaşmak caiz değildi.
“Oruç (tutacağınız günün) gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı” ayetindeki hitap 969önceki hükmü neshetti.
İkincisi gerek nâsih, gerekse mensûh her ikisi de birer şer'î hüküm olmalıdır. Bilhassa, cahiliye devrindeki bir âdeti kaldıran şer'î hüküm gibi nasih, mutlaka şer'î hüküm mahiyeti taşımalıdır. Bundan başka mensûhun hükmü devamlı olmalı, belli bir süre için konulmuş bulunmamalıdır. Muayyen bir vakit için konulmuş hüküm zaten o vakit çıktığında yürürlükten kalkar. Bu itibarla böyle belirli bir zaman için konulmuş hükümlerde nesh vaki olmaz.
Nâsih hükmün mensûhtan sonra gelmesi, ikisinin birbirine zıt olup aralarını belirleştirmenin veya ikisiyle birlikte amel etmenin imkânsız oluşu da neshin şartlarındandır.
Nesh denilince akla ilk defa bir Kur'ân-ı Kerim hükmünün, başka bir Kur'ân-ı Kerim hükmünü neshetmesi gelir. Bundan başka, Kur'ân-ı Kerim'in Sünneti neshi ile Sünnetin Sünneti neshi vardır. Kur'ân-ı Kerim'in sünneti neshine Hz. Peygamber (s.a.s)'in önceleri Kudüs'deki Mescidi Aksâ'ya yönelerek namaz kılmasını Kur'ân-ı Kerim'in,
“(Namaz kılarken) artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Mü’minler!) Siz de nerede bulunursanız bulunun (namaz kılarken) yönünüzü o tarafa dönün” 970ayetinin neshetmesi misal gösterilebilir. Sünnetin sünneti neshine gelince, nesh veya nâsihu'l-hadîs ve mensûhuh denilince kasdedilen budur. Hz. Peygamber'in Sünneti olarak varid olmuş bir hükmün, yine Hz. Peygamber tarafından neshedilmesinden ibarettir. Meselâ,
“Sizi kabirleri ziyaret etmekten men etmiştim. Artık ziyaret edebilirsiniz.” 971Hadiste görüldüğü gibi Hz. Peygamber Mü’minleri mezar ziyaretinden önce men etmiş; sonra bu yasağı kendisi kaldırmıştır. Dolayısiyle Sünnetle konulmuş bir hüküm yine Sünnetle kaldırılmıştır.
Hadiste neshin bulunduğuna, bir başka deyişle neshin şartlarına göre, birbirine zıt manada varid olup aralarının birleştirilmesi veya her ikisiyle amel edilmesinin mümkün olmayıp birinin nâsih, ötekininse mensûh olduğuna hükmedilmesi çeşitli yollarla olur. Bunlara neshin alâmetleri denir. Hadislerde nesh vaki olduğunun belli başlı alâmetleri şunlardır:
a) Hz. Peygamber'in kendi açıklaması. Yukarıda verilen kabir ziyareti hadisinde olduğu gibi Hz. Peygamber (s.a.s) önceleri bir şeyi men ettiğini, sonradan o önce men edilen şeyin yapılmasına izin verdiğini bizzat kendisi açıklar. Bu, önceden koyduğu hükmü sonradan neshetiğine delalet eder. O hadisin Müslimdeki devamı da aynı konuda iki misal oluşturur:
“... Kurban etlerini üç günden fazla tutmaktan sizleri men etmiştim. Artık onu da lüzum görülen müddet tutabilirsiniz. Deri kaplarda saklananlar hariç sizleri hurma şırası içmekten, de men etmiştim. Bundan böyle bütün kaplardan içebilirsiniz. Şu var ki, (hangi kapta olursa olsun) sarhoşluk verecek şekilde şarap haline gelmişse yine de içmeyin” 972
Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında çevre kabilelerde yaşayan fakir müslümanlar bir Kur'ban Bayramı yaklaştığında akın akın Medine'ye gelmeye başladılar. Bu durumu gören Hz. Peygamber sahabîlere “Kurban etlerinizi üç gün tutun. Sonra geri kalanı sadaka verin” buyurdu. Ertesi yıl sahabîler
“Yâ Resûlallah, dediler; bazıları kurbanlarından kaplar dolusu erzak elde ediyorlar. Yağ eritip saklıyorlar.” Allah Resulü,
“Bunu bana niçin soruyorsunuz?” buyurdu. Sahabiler
“Geçen sene kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını men etmiştiniz de ondan” cevabını verdiler. Bunun üzerine
“Ben o zaman gruplar halinde akın edip yavaş yavaş gelen fakir çöl ahalisi(ni düşündüğüm) için sizi (kurban etlerinizi üç günden sonra yemekten) men etmiştim. Artık kurban etlerinizi yeuiniz. Biriktiriniz, sadaka veriniz” buyurdu.” 973
Bu hadiste de açıkça görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.s) kurban etlerinin çölden Medine'ye gelen fakirlere dağıtılması maksadiyle üç günden fazla tutulmasına önce müsaade etmemiştir. Ancak aradan bir yıl geçince bu yasağı kaldırmış, müslümanları diledikleri şekilde hareket etmekte serbest bırakmıştır. Şu hale göre ilk koyduğu hükmü sonradan kaldırmıştır. Bu da Sünnetin Sünnetle neshidir.
Önceleri deri tulumlarda muhafaza edilenin dışında hurma şırası içmenin yasaklanması, sonradan şaraplaşmadığı sürece hangi kapta muhafaza edilirse edilsin, içilmesine izin verilişi de öyledir. Her iki nesh olayı Hz. Peygamber'in bizzat kendisinin söylediği sözlerinden anlaşılmaktadır.
b) Sahabîlerin ifadesi de hadislerde neshe delâlet eder. Bu durumda Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir hadisindeki hükmün bir başka hadisinin hükmüyle neshedilmiş olduğu sahabî sözünden anlaşılır. Şu misal bunu gösterir. Hz. Peygamber önceleri, “Ateş dokunmuş (deve eti yemek) sebebiyle abdest alın” buyurarak 974 ateşte pişen deve eti yemenin abdest almayı gerektirdiğini hükme bağlamıştır. Bu hükmün sonradan neshedilmiş olduğu sahabeden Câbir b. Abdillah'ın şu sözlerinden anlaşılmaktadır:
Hz. Peygamber (s.a.s)'in son olarak yaptığı iki işten biri ateşte pişmiş (deve eti) yemek yüzünden abdest almayı
bırakmak idi.” 975
Mensûh ile nâsih hükümleri bildiren sahabî ifadesi bazen bir arada bulunabilir. Meselâ,
“Hz. A'işe'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber hamama gitmekten men etti. Sonra erkeklerin peştemallı olarak gitmelerine müsaade etti.” 976
c) İcmâ'da neshe delâlet eder. Bir diğer ifadeyle, hadiste neshin bulunduğu icmâ' ile sabit olur. Burada işaret etmek gerekir ki, icmâ' daha çok nâsihi gösterir; mensuha delâlet etmez. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.s) üç defa içki içtiği için had cezasına çarptırılan bir kimsenin dördüncüde öldürülmesini emretmiştir. Hz. Peygamber'in bu emrinin tatbik edildiğini gösteren herhangi bir haber yoktur. Kaldı ki, bu hükmün tatbik edilmediğinde icmâ' vardır. Böyle bir hüküm tatbik edilseydi sahabe bunu rivayet ederlerdi. İşte içki içene dördüncü içişinde verilen ölüm cezası hükmünün tatbik edilmediği konusunda icmâ bulunması o hükmün Hz. Peygamber tarafından neshedildiğini gösterir.
İcmâ'ın neshe delâlet ettiğini gösteren ikinci misal şu hadistir:
“Câbir'den rivayet edilmiştir. “Biz, demiştir; Hz. Peygamber (s.a.s)'in maiyetinde haccettiğimiz zaman kadınların yerine telbiye etmiş; çocukların yerine cemreleri taşlamıştık” Haccederken -bedel haccı hariç- kadınların seslerini yükseltmemek kaydiyle kendilerinin telbiye etmelerinde icmâ' vardır. Nitekim Tirmizî, bu hadisi naklettikten sonra şunları söylemiştir: “Kadının haccederken kendi yerine başkasının telbiye edemiyeceği, aksine telbiyeyi kendisinin yapması konusunda âlimlerin icma'ı vardır. Yalnız kadının telbiye ederken sesini yükseltmesi mekruh görülmüştür. 977
Anlaşıldığına göre Hz. Peygamberle birlikte hacceden kadın sahabîlerin yerine erkeklerin telbiye etmesine önce izin verilmiş, bu izin Hz. Peygamber tarafından kaldırılmıştır. Bütün âlimlerin icma'ı, kadının haccederken -yüksek sesle olmamak kaydiyle- kedisinin telbiye etmesi yönündedir. Şayet Cabir'in bahsettiği hüküm mensûh olmasaydı hac menasiki arasında tatbik edilir ve haberi bize kadar ulaşırdı. Aksine sahih bir rivayet olduğu sürece de icmâ' hasıl olmazdı.
d) Tarih itibariyle nâsihin sonra, mensûhun önce oluşu da neshe delâlet eder. Buna göre birbirine zıt iki hüküm taşıyan Sünnetten biri önce diğeri sonra vaki olmuşsa önceki mensûh; sonraki nâsihtir. Meselâ, “Şeddad b. Evs'ten nakledilmiştir. Demiştir ki, “Biz Fetih senesi Hz. Peygamber (s.a.s)'le birlikteydik. Ramazanın on sekiziydi. Allah Resulü kan aldıran birini gördü. Şöyle dedi:
“Kan alan da aldıran da iftar etmiş (orucunu bozmuş) oldu” 978Aynı konuda bunun aksine bir rivayet daha vardır ve şöyledir:
“İbn Abbas'tan Hz. Peygamber (s.a.s)'in oruçlu iken kan aldırdığı rivayet edilmiştir.” 979Bu iki hadisin ilkinde, dikkat edilirse Şeddâd Hz. Peygamber'in oruçlu iken kan aldıran birini gördüğünde alanın da aldıranın da orucunu bozmuş olacağını Mekke'nin fethedildiği yıl söylediğini belirtmiştir. Mekke, hicretin 8. yılında fethedilmiştir. İbn Abbas ise Hz. Peygamber (s.a.s)'i onuncu hicret yılında Veda Haccı sırasında görmüştür. Şu hale göre Hz. Peygamber (s.a.s)'in oruçlu iken kan aldırması olayı Mekke Fethinden sonra olmuştur. Dolayısıyle oruçlu iken kan aldırmanın orucu bozacağı hükmü, Hz. Peygamber'in oruçlu olduğu halde kan aldırması fiilî sünnetiyle nesh edilmiştir. Önceki mensûh, sonraki nâsihtir. Nesh olayı ise böylece iki olayın tarihlerinden anlaşılmaktadır.
Öte yandan aynı konudaki bir başka rivayette Hz. Peygamber (s.a.s)'in oruçlu olduğu halde kan aldıran Ca'fer b. Ebî Talibin yanına vararak “işte bu, şimdi iftar etmiş oldu” dediği nakledilmiştir, bilindiği gibi Ca'fer, 8. hicri yılda yapılan Muta savaşında şehit düşmüştür. Buna göre Hz. Peygamber'in onu kan aldırırken görüp orucunun bozulduğunu söylemesi bu yıl dolaylarında olmalıdır. Oysa İbn Abbas’ın Hz. Peygamber'i oruçlu olduğu halde kan aldırırken germesi olayı tarih bakımından daha sonradır. İlk rivayetin mensûh olduğu da olay tarihinin önce olmasından anlaşılmaktadır. Haliyle daha sonraki nâsihtir.
Nesh konusu hadis ilminin en çetin konularından biri sayılır; zira rivayet şartlarını yerine getirerek birbirleriyle tezat teşkil eden hükümler taşıyan iki hadis rivayet ettiklerinden bunlardan birinin mensûh olduğunu bilmeyenler, ondan yanlış hüküm çıkarırlar. Böyle bir durumda hükümde nâsih değil, mensûh esas alınmış olur. Bununla birlikte nesh, hadislerdeki nasih mensûh konularıyla meşgul olan bu ilimde şöhret yapmış âlimler vardır. İmam Şâfi'î nesh konusunda önde gelen isimdir.
Hadislerin nâsih ve mensûh olanlarına dair günümüze iki kıymetli eser kalmıştır. Bunlardan birincisi Ahmed b. Hanbel'in Kitâbu'n-Nâsih ve'1-Mensûhu, diğeri el-Hâzimî'nin Kitâbu'l-İ'tibar fi'n-Nâsihi ve'1-Mensûhi mine'1-Asâr isimli eseridir.
Nisbe:
Bk. Ensâb.
Nuhinâ An Keza:
“Şu işi yapmaktan men edildik” demektir. Hükmen merfûya delalet eden lafızlardan biridir. Sahabîlerden birisi bu ve benzeri tabirlerden birisiyle herhangi bir işi yapmaktan men edildiklerini haber vermişse men eden Hz. peygamberdir; çünkü sahabîlerin tevkifi meseleleri kendi ictihadlanyla belirlemelerine imkan yoktur. Öyle olunca men edildikleri işi yapmaları Allah Resulü tarafından yasaklanmış demektir. Dolayısiyle hükmen merfudur.
Nushatu'l-Asl:
“Aslın nüshası” manasına gelen bu tabir şeyh denilen muhaddisin kendi şeyhlerinden rivayet ettiği hadislerin yazılı olduğu asi denilen kitabından aynen kopya edilerek meydana getirilen nüshaya denir.
Şeyhin asıl nüshasından istinsah edilmiş ve onunla vuruşturulmuş nüsha şeyhin kendi nüshasından kopya edildiğinden hadisciler arasında pek makbul sayılmıştır.
Nuzûl:
Sözlükte inmek, yukarıdan aşağı düşmek, yağmur yağmak manasındaki “nezele” kök fiilinin mastarıdır. Hadis Usulünde uluvvun zıddı olarak isnadın normalin üzerindeki sayıda ravi ihtiva etmesine denir. Bir diğer ifadeyle hadisi rivayet eden en son ravi ile mutlak olarak Hz. Peygamber (s.a.s) veya tanınmış bir hadis âlimi arasındaki ravi sayısının fazla oluşudur.
Misal vermek gerekirse nazil maddesinde de söz konusu edildiği gibi, Buharı ile Hz. Peygamber (s.a.s) arasında en âlî is-nadda üç ravi vardır. Buhârî'nin, kendisiyle Allah Resulü arasında üç ravi olmasından ibaret yakınlığa uluvv tabir edilmiştir. Bunun yanisıra aynı âlimin Hz. Peygamberle arasında dokuz ravi olan isnadlari da vardır. İkinci isnadın fazla ravi ihtiva etmesi keyfiyetine nuzül adı verilmiştir.
Uluvvun beş derecesi olduğu gibi karşılığı olan nüzulün de beş derecesi vardır. Her-birinin ne şekilde meydana geldiği karşılığı olan uluvvun mertebelerinden belli olur.
Nazil maddesinde de söz konusu edildiği gibi, muhaddisler genelde isnadda uluvv bulunmasını tercih etmişlerdir. Ancak bazı muhaddisler geçerli bazı sebepler ileri sürerek nüzulü yeğlemişlerdir. (Bk Nâzil).
 
Üst Ana Sayfa Alt