Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Hakimiyet Allahindir (KITAP)

A Çevrimdışı

AbdulMuntaqim

Üyeliği İptal Edildi
Banned
NOT : Negatif yorumlardan once, belirtmek isterim ki, ben bu yazarin yazilarini veya goruslerini hic bir sekilde saunmuyorum, lakin bu eserin guzel oldugu icin buraya koymaya karar verdim.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Giriş
Allah-u Teâlâ'ya hamd olsun. O'na şükreder, O'ndan yardım diler, O'nun bağışlamasını isteriz. Nefislerimizin şerrinden, kötü amellerimizden O'na sığınırız. Allah kime hidayet verirse onu saptıracak, kimi de dalalete düşürürse ona hidayet edecek yoktur.


Şehadet ederim ki; Allah-u Teâlâ'dan başka ibadete layık ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem O'nun kulu ve rasuludür. Ancak, ona tabi olmakla din sağlam olur.


Allah insanı yaratmış ve ona yaratılışının gayesini bildirmiştir.


Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:


"Ben insanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat: 56)


"Allah'a ibadet edin ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın." (Nisa: 36)


İnsanın yaratılışından beri, İblis (aleyhillane) Adem aleyhisselam ve oğullarına düşmanlığını göstere gelmiş ve onları dalalete düşürmek için ahdetmiştir. Ancak Allah'ın halis kulları onun şerrinden emin bulunmaktadırlar.


Şeytanın bu ahdiyle beraber hak ve batıl mücadelesi de başlamıştır. Bir yanda Rahman kabilesinin üyeleri, diğer yanda şeytan ve kabilesi...


Şeytan, insanoğlunu doğru yoldan saptırmak için çeşitli yöntemlerle ona yaklaşmış ve batılı süslü göstererek insanların büyük bir kısmını dalalete düşürmüştür. Oysa Allah-u Teâlâ şeytanın apaçık bir düşman olduğunu belirtmiş, insanın bu meluna tapmaması için müjdeleyici ve uyarıcı rasuller göndererek hakikati göstermiştir.


Birbiri ardından gelen rasullerin tümü ilk olarak ve başka bir konuya geçmeden öncelikle şu hakikati belirtmekle görevliydiler:


"Yalnız Allah-u Teâlâ'ya ibadet etmek ve bütün tağuti unsurları reddedip onlardan uzak durmak..."


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:


"Biz senden önce hiçbir rasul göndermiş olmayalım ki ona; "Benden başka ibadete layık ilah yoktur, yalnız bana ibadet ediniz" diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya: 25)



"Muhakkak ki biz her topluluğa bir rasul gönderdik. Onlara; Allah'a ibadet etmelerini ve tağuttan sakınmalarını emrettik." (Nahl: 36)



Gönderilen bütün rasuller bu tevhid meşalesini taşıyarak toplumlarını yalnız Allah-u Teâlâ'ya ibadete ve tağutları ve onlara tabi olanları inkar etmeye davet etmişlerdir. Bu tevhid meşalesi yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e ulaşmış ve Rasulullah'da en mükemmel şekliyle noktalanmıştır.



Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisine ulaşan tevhid meşalesini taşıyarak kemale ermiş bir din ile insanların yolunu kıyamete kadar aydınlatmıştır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de diğer insanlar gibi bir beşerdi.



Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetine İslam'ı her yönüyle tebliğ ettikten sonra vefat edip ahirete göç etmiştir. Ama şeytan ve Ademoğulları arasındaki savaş henüz bitmemiştir.



Bu mücadele ve savaş süreklidir. Şeytanın renkten renge boyayarak süslediği batılın hak ile mücadelesidir. Bu çetin savaşta batılın süslü görünümüne aldanarak şeytanın safına geçenler bir tarafta, şeytanın tuzaklarından sakınan Allah'ın gerçek kulları da diğer taraftadır.


Ancak şeytanın hizbinden olmaktan sakınmak kuru bir ifade ile olacak bir şey değildir. Burada hak ehlinin ağır sorumluluğu dikkati çekmektedir.



Yani, sadece hakkı bilmek kafi değildir, aynı zamanda onu tebliğ etmek ve bu sebeble başa gelen bütün sıkıntılara sırf Allah rızası için katlanmak gerekir.


Tüm rasuller Allah'ın istediği şekilde ve hiçbir şeyi gizlemeden ve her şeyi açıkça anlatarak tebliğ görevlerini yerine getirmişlerdir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de böyle yapmıştır. Hakkı tebliğ etmiş ve bunun karşısında duran engelleri söz ve silah ile ortadan kaldırmaya çalışmıştır. İman edenlere de bu şekilde hareket etmelerini bir görev olarak yüklemiştir. Bu görevi tam anlamıyla yerine getirebilmeleri için de, onlara tutundukları takdirde yollarını şaşırmayacakları iki şey bırakmıştır:

Kur'an ve Sünnet...


Bu iki silah her türlü fitneye karşı etkili silahlardır.


Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'den sonra çeşitli fitnelerin başgösterdiği bilinmektedir. Bu dönemlerde bu fitnelere karşı duran gerçek iman sahipleri bu etkili silahlarla kuşanarak, o anda söz konusu olan bu fitneyi ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Hiç birisi o an için tehlike arzetmeyen ve güncel olmayan bir fitneyi gündeme getirip de bu dinin pratiklik gerçeğinden uzaklaşmamışlardır. Mesela:

Ali radiyallahu anh zamanındaki gündemde olan fitne gözardı edilerek

Ebu Bekir radiyallahu anh dönemindeki zekatı vermeyi reddedenlerin meselesinden kaynaklanan fitne gündeme getirilmemiştir.



Veya Ahmed b. Hanbel kendi döneminde; Kur'an mahluk mu, değil mi? diye ortaya çıkartılan fitneyi gözardı ederek dört halife dönemlerinde ortaya çıkmış olan bazı olaylarla vakit geçirmemiştir. Tüm enerjisini o an tehlike arzeden fitnenin ortadan kaldırılmasına yöneltmiştir.


İşte bunlar bize ulaşan ve metod açısından yolumuzu aydınlatan önemli ışıklardır.


Geçmişteki durum böyleydi...


Yakın tarihimize gelince...


Ne kadar hatalı olursa olsun, İslam kanunlarını tatbik eden ve İslam devleti sayılan Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, daha önce gayet açık olan ve herkesin hiç tartışmasız kabul ettiği bazı meseleler sorun olarak gündeme geldi. Bu meseleler nelerdir?

Örneğin; "Bir müslüman ancak Allah-u Teâlâ'ya, rasulüne ve mü'minlere dost olabilir" gerçeği tartışmasız kabul ediliyordu ve bunun aksini iddia edenlere rastlamak mümkün değildi.


İşte bunun gibi "Hükmün sadece Allah-u Teâlâ'ya ait olduğu, yasama ve hüküm koyma yetkisine başka hiçbir varlığın sahip olamayacağı inancı" da tevhid akidesinin bir gereği olarak kabul görüyor, bunun aksini iddia etmek ise küfür olarak nitelendiriliyordu.


Yine o müslümanlar biliyorlardı ki; tabiatı yaratan, onu düzene koyan Allah, insanların da yaratıcısı ve kanun koyucusudur.


İnsanlara fayda ve zararın ne ile ve nasıl olduğunu bilen yaratıcı elbette onlara en güzel kanunu göndermiştir. Evet eski müslümanlar bu gerçeği tartışmasız kabul ediyorlardı. Sonra ne oldu?


Sonra bu mesele şeytan ve yandaşları için biricik mesele ve saptırılması gereken hedef haline geldi. Artık yeryüzünde yürüyen sahte ilahlar zuhur etti ve hüküm koyma fonksiyonuna talip oldular. Ortam ve şartlara göre gizli ve açık olarak bu davalarını sürdürdüler. Kendi kanunları ile insanları idare etme davasında çeşitli taktiklerle mücadele ve çabalarını hızlandırdılar. Daha önce imanın gereği olarak kabul edilen hakimiyetin Allah-u Teâlâ'ya ait olduğu gerçeği artık tartışma alanına sokuldu ve anlayışlar bulanıklaştırıldı.


İşte bundan dolayı iman ile küfür arasındaki çatışmanın odak noktasını bu mesele oluşturmuştur. Yani teşri (yasama ve hüküm koyma) meselesi. Bu mesele günümüzde müslümanların üzerinde ehemmiyetle durmaları gereken en önemli meseledir. İşte zamanımızın en önemli fitnesi de budur.


Bu mesele şirkin boyutlarını da gündeme getirmiş ve müslümanlar açısından bu asrın ana meselesi haline gelmiştir.


Günümüz müslümanı neyi tebliğ edecek?


Hangi meseleyi gündeme getirecek?

Ebu Bekir radiyallahu anh zamanında vuku bulan Müseylemetül Kezzap meselesini mi?

Ali radiyallahu anh'ın onu ilahlaştıranları yakması meselesini mi?


Yoksa Kur'an'ın mahluk olduğuna dair yapılan tartışmaları mı?


Evet hangi meseleyi?


İslam alimleri, müslümanın öncelikle ve geciktirmeden öğrenmesi gereken ilimler hakkında görüşlerini belirtmişler ve itikad hakkında şöyle demişlerdir:


"İtikad ilmini öğrenmek, itikad ile ilgili tehlikelere paralel olmalıdır. Eğer tevhid kelimesinin manası hakkında kişinin kafasında bir şüphe varsa, bu şüpheyi gidermek için gereken ilmi öğrenmesi farz-ı ayındır. Eğer bid'atin yaygın olduğu bir yerde bulunuyorsa bu tehlikelerden emin olması için, kendisini bu bid'atlerden koruyacak İslami hakikatleri öğrenmesi farzdır. Mesela; faizin uygulama alanı bulduğu bir yerde tüccarlık yapan bir kimsenin bundan korunma yollarını öğrenmesi farz-ı ayın olur."
(Ahmed b. Kudame el Makdisi Minhac-ul Kasidin) (Ahmed b. Muhammed b. Abdurrahman b. Kudame El-Makdisi: Hanbeli alimlerindendir. H. 742 senesinde vefat etmiştir.)


Asrımızın meselesi geçmişteki müslümanların meselelerinden farklı, yeni bir meseledir. Bugünkü alimler söz konusu olan bu meseleyi, yani hakimiyet ve şirk kavramı meselelerini netliğe kavuşturmak ve böylece üzerlerine düşen görevi yerine getirmekle sorumludurlar. Ancak bu şekilde üzerlerindeki ağır sorumluluktan kurtulabilirler.


Bu ümmetin gerginlik arzeden bu döneminde, bugün çeşitli yerlerden birtakım sesler yükselmektedir. Yükselen bu sesler toplumları din esaslarına sarılmaya davet etmekte ve tehlikeli durumlardan sakındırmaya çalışmaktadır. Ancak bu davetler, yükselen bu sesler, küfür mihraklarının ve işbirlikçilerinin yanında cılız kalmış ve amacına tam ulaşamamıştır. Fakat Allah'ın nuru mutlaka tamamlanacaktır. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, hiçbir zaman kaybolmayacak olan ve sırat-ı mustakim üzere bulunan bir topluluğa işaret etmiştir.


Bu din Allah'ındır ve kıyamete kadar baki kalacaktır. Ufuklardaki işaretler yeni uyanışları müjdelemektedir. Bu uyanış, "yalnız Allah'ın hükmünü tanıma" anlayışını da beraberinde getirmiş ve böylece "Hakimiyet" sorunu yeniden ele alınmıştır.


İşte bu gerçek, yani "vahyin reddettiği kanunları kabul etmenin veya onlara itaat etmenin şirk olduğu" gerçeği tağutları sarsmıştır. Ve böylece çatışma artık yeni bir döneme girmiştir. Evet şeytanın hizbi ile Rahman'ın hizbi arasındaki kavga değişik bir şekil almıştır. tağutlar ve işbirlikçileri bu gerçeği gözden saklamak için takva maskeleri takmaya başlamışlar ve bu büyük meseleyi küçük gösterip, İslam'ı isteyen insanları başka meselelerle uğraştırmak için şeytani hilelere başvurmuşlardır.


Şimdi, hüküm kime aittir, muhakeme kime olunur?


Bu soruların İslam'daki yeri nedir?


Allah'ın kitabı ve rasulünün sünnetinden başka bir şeyle muhakeme edilmeyi kabul edenin hükmü nedir?

Şimdi bunları açıklamaya çalışalım.
 
A Çevrimdışı

AbdulMuntaqim

Üyeliği İptal Edildi
Banned
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Hüküm Kimin ve Muhakeme Olmak Kime?
İslam'a göre yeryüzünde ve gökte hakimiyet sultası yalnız Allah-u Teâlâ'ya aittir. O'ndan başka hiçbir kimseye hakimiyet konusunda herhangi bir pay yoktur.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Hiç yaratan yaratmayana denk olur mu? İbret almaz mısınız?" (Nahl: 17)
İnsanları yaratan, yarattığı insanların maslahatını herkesten daha iyi bilir ve onları idare etmek için koyduğu kanunlar da en faydalı olan kanunlardır. Yaratıcının yarattıkları üzerine koyduğu kanunlar, hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendisi yaratılmış olanın koyduğu kanunlara denk olur mu? Şüphesiz denk değildir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:


"Yoksa Allah'a, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler?" (Ra'd:16)


Acaba Allah gibi yaratıcılar mı buldular da,yalnız yaratıcının hakkı olan ibadet edilme ve hüküm koyma yetkisini onlara veriyorlar? Oysa bu yetkiler yalnız yaratıcıya aittir.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Ey Muhammed! De ki; Allah'ı bırakıp taptığınız şeyleri görüyor musunuz? Yeryüzünde ne yaratmışlar bana göstersenize." (Ahkaf: 4)


Allah dışında veya Allah ile beraber ibadet edip hükmüne tabi olduğunuz şeyler yeryüzünde herhangi bir şey yarattılar mı ki bu hakkı kazansınlar? Oysa bu hak yalnız yaratana aittir.


"Bilmez misin ki; yer ve göklerin mülkü Allah'ındır?" (Bakara:107)


"Yerin ve göklerin mülkü Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür." (Hadid: 5)


Göklerin ve yerlerin sahibi Allah olduğuna ve bu konuda hiç bir ortağı olmadığına göre yerlerde ve göklerde kanun koyma hakkı da yalnız O'na aittir.


"Mülkte O'na ortak yoktur." (Furkan: 2)


Yüce yaratıcının mülkte nasıl ki ortağı bulunmuyorsa aynı şekilde o mülkte kanun koyma hususunda da ortağı olmaması gerekir.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"O Allah ki; O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur. Dünyada ve ahirette hamd O'nadır. Hüküm de O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz." (Kasas:70)


"Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir." (Yusuf: 40)


Bu ayetlerde hükmün yalnız Allah-u Teâlâ'ya ait olduğu ve bu konuda hiç kimsenin pay sahibi olmadığı şüphe ve te'vile mahal bırakmaksızın bizlere apaçık bir şekilde bildirilmektedir.


"Evvelde ve ahirde emir Allah'ındır." (Rum: 4)


Bu ayet, her zaman, geçmişte ve gelecekte, kıyamete kadar ve kıyametten sonra, dünyada ve ahirette hüküm verme yetkisinin yalnız Allah-u Teâlâ'ya ait olduğunu göstermektedir.


Bütün alimler "hükmün yalnız Allah'a ait olduğu" konusunda hiçbir surette ihtilaf etmemişlerdir.
Prof. Ali Hasbullah şöyle diyor:
"Allah'ın kulları üzerinde hüküm sahibi olduğu, onlara emir ve yasaklar şeklinde ölçüler koyduğu müslümanlar arasında tartışmasız kabul edilmiştir. Kullara itaat düşer. İtaate karşılık sevap, itaatsizliğe karşılık da ceza vardır." (Usul el Teşri el İslami-İslamda Teşriin Esasları s:379)
Şu da bir gerçektir ki; hüküm ve yasamanın yalnız Allah-u Teâlâ'ya ait olması tevhidin bir gereğidir.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:


"Hüküm koymada Allah'a ortaklık yoktur." (Kehf: 26)
Şeyh Muhammed Emin Şankıtiy bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir:
"Allah hüküm ve yasama konusunda hiçbir ortak kabul etmez. Hüküm yalnız O'na aittir. Hüküm vermede başkasının hiçbir yetkisi yoktur. Helal (serbest) Allah'ın helal kıldığı, haram (yasak) da Allah'ın haram kıldığıdır. Geçerli olan din Allah'ın indirdiği dindir. Geçerli olan hüküm de Allah'ın koyduğu hükümdür.


Allah'ın bu ayetindeki hüküm kavramı Allah'ın emrettiği her şeyi kapsar. Teşri (kanun koyma) da buna dahildir. Bu manayı te'kid eden başka ayetler de vardır.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil yalnız kendisine ibadet etmenizi emretmiştir. Dosdoğru din budur. Ancak insanların çoğu bilmez." (Yusuf:40)


"Hüküm yalnız Allah'a aittir. O'na güvendim. Güvenenler de O'na güvensin." (Yusuf: 67)

"İhtilafa düştüğünüz her şeyin hükmünü Allah'tan alın.." (Şura: 10)

"Yalnız Allah'ın hükmüne çağrıldığınız zaman kabul etmiyorsunuz. Fakat (bununla birlikte, şirk unsuru olan) başka hükümler söz konusu olunca kabul ediyorsunuz. Oysa, hüküm yalnız her şeye gücü yeten Allah'a aittir." (Mü'min: 12)


"Dünyada ve ahirette hamd Allah'adır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz." (Kasas: 70)


"Allah'dan başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur. O'na döndürüleceksiniz." (Kasas: 88)

"(Hak onlara apaçık geldikten sonra) Onlar cahiliyyenin hükmünü (Allah'ın hükmünden başka bir hüküm) mü istiyorlar? İnanmış bir topluluk için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide: 50)

"Size apaçık (her şeyi açıklayan) kitabı indiren Allah'ın hükmünden başka bir hüküm kabul eder miyim?" (En'am: 114)


İşte bunlara benzer ayetler çoktur." (Edvaul Beyan Tefsiri c:1, s:292)
(Muhammed Emin ibni Muhammed El-Muhtar eş-Şankıtiy: Moritanya’ya ait Tinya beldesinde h. 1325 senesinde doğmuştur.)
İşte! Tevhid devleti bu esaslara dayanır. İslam, ferd olsun, zümre olsun hiçbir beşeri güce yasama hakkı tanıyarak insanları kendilerine kul ettirmelerine izin vermez. Bu hak yalnız yaratıcıları olan Allah-u Teâlâ'ya aittir.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:


"Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir. Kendisinden başkasına değil, yalnız O'na ibadet etmenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din de budur. Fakat insanların çoğu bilmez." (Yusuf: 40)


Allah-u Teâlâ bu ayeti kerimede bize hüküm vermenin yalnız kendisine ait olduğunu, yalnızca kendisinin hükmüne itaat edilmesi gerektiğini ve hükümlerine itaatin de bir ibadet olduğunu bu nedenle kedisinden başkasının hükmüne itaat etmenin de şirk olduğunu bildiriyor. Ayetin devamında ise bunun yani yalnız Allah'ın hükümlerine itaatin ibadet olduğunu insanların çoğunun bilmediğini belirtiyor. Fakat Allah katında geçerli olan ve sağlam olan dinin ancak hükmün tamamen Allah-u Teâlâ'ya tanındığında mümkün olacağını "dosdoğru din budur" sözüyle ifade ediyor.


Hüküm ancak gerçek ilahlık sıfatına sahip olan varlığa aittir. Çünkü bu hak Allah-u Teâlâ'dan başkasına verildiğinde o kişiye ibadet edilmiş olunur. Halbuki Allah yalnız kendisine ibadet edilmesini emrediyor.


"Yalnız O'na ibadet etmenizi emretti."


Allah'ın hakkı olan hüküm verme yetkisi ister Allah'la beraber başka birine, isterse sadece Allah'ın dışındaki birine verilsin bu hak kime tanınırsa O'na ilahlık sıfatı verilmiş olur. Velev ki ona "sen ilahımızsın" denmese bile. Çünkü bu hak ona verildiğinde ona ibadet edilmiş olunur. İnsanların çoğu Allah-u Teâlâ'dan başka bir varlığa namaz kılındığında onun için oruç tutulduğunda veya onun için haccedildiğinde ona ibadet edilmiş olunacağını kabul ediyorlar. Fakat bunlar gibi bir ibadet olan hüküm verme yetkisinin Allah-u Teâlâ'dan başkasına verilmesinin ona ibadet olduğunu anlayamıyorlar.


Allah-u Teâlâ işte bu ayette bu gerçeğe işaret ediyor:


"İnsanların çoğu bilmezler."


Yani insanların çoğu hüküm verme yetkisini tanıdığı kişi ya da kişilere ibadet ettiklerini bilmiyorlar. Fakat Allah-u Teâlâ onların dosdoğru din üzerinde olmadıklarını bildiriyor. Dosdoğru din ise ancak bütün hüküm verme yetkisinin yalnız Allah-u Teâlâ'ya verilmesiyle sağlanabilir. İşte ayette geçen "dosdoğru din"in manası budur.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:


"Diyorlar ki; hüküm verme işinde bize bir pay var mıdır? De ki; emrin ve hükmün tamamı yalnız Allah'a aittir." (Al-i İmran: 154)


"Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye: Bu haram, bu helaldir demeyin. Zira, Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise şüphesiz saadete erişemezler." (Nahl: 116)

"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." (Maide: 44)


Bu ayetlerden apaçık anlaşılıyor ki; hüküm vermek yalnız Allah-u Teâlâ'ya aittir. Helal ve haram koyma işi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem dahil, Allah-u Teâlâ'dan başka hiçbir kimseye ait olamaz.


Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem yalnız kendisine vahyedileni bildirmiştir.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Deki: "Ben ancak bana vahyedileni bildiriyorum." (Yunus: 15)


Allah'ın rasulü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bize Allah'ın emirlerini getirdiği için kendisine itaat ediyoruz.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Biz rasullerden her birini yalnız Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik." (Nisa:64)


"Allah'ın kendisine kitabı, hükmü, nübüvveti verdiği insanlara; Allah'ı bırakıp bana kulluk edin demek yaraşmaz. Fakat, kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbe kul olun demek yaraşır." (Al-i İmran:79)
Bu ayetler bize İslam devletinin önemli üç özelliğini belirtmektedir:
Birincisi:


İslam devletinde hakimiyet (yasama ve emir) sultası ne bir ferdin, ne bir ailenin, ne bir zümrenin, ne bir partinin, ne de herhangi bir sınıfındır. Egemenlik yalnız Allah'ındır.


Bu devlette herkes raiye (emir alıcı)dır. Onlara sadece Allah'ın emir ve yasaklarına tabi olmak düşer.


İkincisi:


Teşri (kanun koyma) hakkı yalnız Allah-u Teâlâ'ya aittir. Müslümanlar yasama hakkına sahip değildirler ve (buna kalkışmak şirk olduğu için) Allah'ın herhangi bir hükmünü de hiçbir şekilde değiştiremezler.


Üçüncüsü:


İslam devleti ancak Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in getirdiği ilkeler üzerine kurulur. Bu ilkeler şüphesiz ilahidir. Zaman ve yaşayış ne kadar değişirse değişsin bu sınırlar değiştirilemez.


İslam devletinde idarecilere ancak İslam'ın ilkelerine bağlı kaldıkları müddetçe itaat edilir. Hükümet İslam ilkelerine bağlı kaldığı müddetçe meşrudur.


Allah'ın fert fert kullarının işine karıştığı herkesçe kabul edilen, üzerinde ittifak edilen bir noktadır. Peki öyleyse fert fert insanların oluşturdukları devletin işine neden karışmasın? Bu diğerinden daha önemlidir.


Allah ferdin maslahatını, iyiliğini ve ona şer olanı biliyor da cemaatin maslahatını, iyiliğini ve ona şer olanı bilmiyor mu?


Bir ferdin işine önem veriyor da, topluluk halindeki fertlerin işine önem vermiyor mu?
Şu iyice bilinmelidir ki;
Hakimiyet sultasını Allah-u Teâlâ'ya bırakmak Allah-u Teâlâ'ya iman etmenin esaslarındandır. Allah-u Teâlâ'ya iman etmek demek sadece Allah'ın varlığına iman etmek demek değildir.


Allah'ın varlığına iman, herkes tarafından tartışmasız kabul edilen açık bir şeydir.



Bunda bir ihtilaf yoktur.


Taş, toprak, ay, güneş, düşman, kendi vücut organlarımız gibi varlıkların varlığına iman ediyoruz. Bunların varlığında herhangi bir şüphemiz yoktur. Fakat Allah'ın bizlerden istediği ve geçerli olan iman bu şekilde bir iman değildir.


Kur'an'ı Kerim, müşriklerin Allah'ın varlığına iman ettiklerini söylüyor. Demek ki müşrikler Allah'ın varlığına iman etmeyen kimseler değillerdi. Fakat Allah-u Teâlâ onların bu imanını kabul etmemektedir. Çünkü Allah'ın istediği iman bu çeşit bir iman değildir.


Onlar hakkında Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:


"Onlara sizi kim yarattı diye sorarsanız, muhakkak ki Allah derler." (Zuhruf: 87)


"Onlara; yer ve gökleri kim yarattı diye sorarsan, muhakkak ki; Allah derler." (Zümer: 38)


"Onlara; göklerden yağmuru yağdırıp yeri ölümünden sonra onunla dirilten kimdir diye sorarsan, muhakkak ki; "Allah" derler. Deki hamd Allah'a mahsustur. Fakat çoğu akıllarını kullanmıyorlar." (Ankebut: 63)


Hatta Kur'an'ı Kerim müşriklerin sıkıntı ve şiddet anlarında duada şirkten uzaklaştıklarını bildiriyor.


Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:


"Gemiye binip tehlikeye maruz kaldıkları zaman (şirk koşmadan ve) dini yalnız Allah'a has kılarak, O'na dua ederler. Ama Allah onları karaya, selamete çıkarınca yine (nankörlük ederek) şirk koşmaya başlarlar." (Ankebut: 65)


İşte müşriklerin imanı böyledir. Allah-u Teâlâ bu imanı kabul etmeyip geçersiz saymıştır. Allah'ın bizlerden istediği geçerli olan Allah-u Teâlâ'ya iman ise şöyledir:


Allah vardır. Kemal sıfatlara ve güzel isimlere sahiptir. Yarattıklarının hiç birine benzemez. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir. Bütün ibadetler yalnız O'na yapılır. Alemlerde, yerde ve gökte yalnız O teşri (yasama) hakkına sahiptir.


Buna göre kim kendinde teşride bulunma (kanun koyma) hakkını görürse, o Allah-u Teâlâ'ya şirk koşmuştur ve küfre girmiştir. Heva ve hevesini ilah edinmiştir. Allah-u Teâlâ'ya ve rasulüne inandığını iddia etse bile...


Kafir oluşunun sebebi; Allah'ın, evet yalnız ve yalnız Allah'ın olan kanun ve nizam koyma yetkisinde kendisini selahiyetli saymasıdır.


Firavn kavmine;


"Size benden başka ilah tanımıyorum." (Kasas: 38) derken kendisinin kainatı yarattığını söylemek istemiyordu. Veya güneş, ay, rüzgar, Nil'in taşması, varlık ve hadiseleri kendisinin yaratıp üzerlerinde tasarrufu bulunduğunu iddia etmiyordu. Ve insanların da ona tapması bu manada değildi.

O ilahlık iddiasında bulunurken, yalnız kendisine itaat edilmesini istiyordu. İşte Firavn'un ilahlık taslaması bu noktadadır.


Çünkü tüm Mısırlılar biliyorlardı ki; Firavn'un kainatta, güneş, ay, rüzgar gibi unsurların üzerinde hiçbir hakimiyeti söz konusu değildi. O da diğer insanlar gibi doğmuş ve onlar gibi büyümüştü. İşte bütün bunları o günkü Mısır halkı da biliyordu.

Fakat Firavn'un ilahlık taslaması; yasama ve kanun koyma konusundaydı.



Halkının yalnız kendi emirlerine itaat etmesini istiyordu. Halkı da bu hakkı ona tanıyarak emirlerine itaat etmekle onu ilah edinip ona ibadet etmiş oldu.


İşte böyle, kim insanlar için kanun koymaya yeltenirse, Firavn gibi ilahlık taslamış olur. Ve kim de böyle kişilere itaat ederse, onu ilah edinmiş ve ona ibadet etmiş olur.



Bu itaat isteyerek de olsa, istemeyerek de olsa farketmez. Ancak gerçek zorlama müstesna...


Gerçek zorlama söz konusu olduğunda, kişi ancak kalbi imanla dolu olarak itaat ederse küfre girmez.


(Gerçek zorlamadan kasıt; canın ölüm tehlikesine veya vücut organlarından birinin telef olma tehlikesine maruz kalması veya sakat bırakacak derecede şiddetli işkence ya da müslümanların kendisinden faydalandığı zengin bir müslümanın bütün mallarının elinden alınması halinde müslümanların zarar görmesi korkusudur.)
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Kalbi imanla dolu olduğu halde inkara zorlanan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkar edip, kalbini küfre açanlara Allah katından bir gazab vardır. Büyük azab da onlar içindir. Bunun sebebi; dünya hayatını ahirete tercih etmeleri ve Allah'ın kafirleri doğru yola sevketmemesindendir." (Nahl:106)
Bu ayetten anlaşılıyor ki; geçerli zorlama hariç küfür sözü veya küfür ameli işleyen kişi, bu küfür sözü veya ameli isteyerek veya istemeyerek, hoşlanarak veya hoşlanmayarak işlesin farketmez, kafir olur. Yani bu kişi küfür söz söylediği veya küfür ameli işlediği zaman kalbinde bunu tasdik ediyor mu, etmiyor mu diye araştırılmaz. Çünkü bu durumda kalbin bu sözü veya bu ameli tasdik edip etmemesi önemli değildir. Şaka ile bile olsa küfür sözü söyleyen veya küfür ameli işleyen kişi bütün alimlerin ittifakıyla kafirdir. Kalbin durumu ayette geçtiği gibi ancak kişi gerçek zorlama altında olduğu zaman önemlidir. Gerçek zorlama altında kişi küfür söz söyler veya küfür amel işlerse, bu kişinin müslüman kalabilmesi için söylediği veya işlediği küfre kalbinden buğzedip kalbinin imanla dolu olması gerekir. Fakat gerçek zorlama altında bile olsa şayet kişinin söylediği küfür söz veya işlediği küfür ameli kalbi reddetmiyorsa Allah katında bu kişinin hükmü kafirdir.


Bu ayetin inmesine sebeb olan olay Ammar b. Yasir radiyallahu anh'in hadisesidir:


Müşrikler bir gün Ammar'ı, annesini ve babasını yakaladılar. İşkence ederek onları küfre girmeleri için zorladılar. Fakat küfre girmemekte direnince Ammar'ın gözleri önünde annesini ve babasını öldürdüler. Ammar'a; "Muhammed'e sövmedikçe, Lat ve Uzza'nın Muhammed'in dininden daha üstün olduğunu söylemedikçe seni bırakmayız" dediler. Ammar radiyallahu anh'a işkence yaptılar ve sonunda ona istedikleri küfür sözünü söylettiler.


Bu olaydan sonra Ammar radiyallahu anh Rasulullah'ın yanına geldi. Ağlıyordu. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onun gözyaşlarını eliyle silerken;


"Sana ne oldu? Arkanda ne haber var?" diye sordu. Ammar:


"Şer var ya Rasulallah! Sana sövmedikçe, Lat ve Uzza'nın senin dininden daha hayırlı olduğunu söylemedikçe beni serbest bırakmadılar." dedi.


Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:


"Sana bunlar söylettirildiği zaman kalbini nasıl buldun. Söylediğin sözlerden kalbin ferah mıydı, değil miydi?" dedi.


Ammar:


"Hayır! Ferah değildi. Kalbimi Allah-u Teâlâ'ya ve rasulüne imanın ferahlığı ve rahatlığı içinde, dinime bağlılığımı da demirden daha sağlam buldum" dedi. Rasulullah:


"Öyleyse sana bir vebal yoktur. Eğer onlar seni yine tutar ve bunu sana tekrarlatmak isterlerse o söylediklerini sen de tekrarlayarak kurtul" buyurdu. (İbni Kesir, Taberi)
 
Üst Ana Sayfa Alt