Hilafet Kavramının, Şer’i ve Siyasi Olarak Birbirinden Ayrıştırılmaları
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Soylu nebiye, ailesine ve tüm ashabına salat ve selam olsun.
Geçen günlerde IŞİD’in ilan etmiş olduğu hilafetin meşru oluşuyla ilgili olarak ‘bunu destekleyenler ve buna karşı çıkanlar’ olmak üzere bir takım tartışmalar yaşanmıştır. Ben konuyu her hangi bir tarafa meyletmeden sadece şer’i açıdan ele almak istiyorum. Allahu Teâlâ’dan yardım isteyerek, ondan doğruluk ve ihlas dileyerek şunları söylüyorum: Bazıları ‘şer’i imametin hilafet olmadan da olacağını ve bunların birbirlerinden farklı olan şeyler olduğunu’ düşünmektedir. Bu bir hatadır! Şer’i emirlik, şer’i hilafetin aynısıdır ve şeriatta bunlar arasında her hangi bir fark yoktur. Şer’i bir imam bulunduğunda, -insanlar onu ister halife olarak isterse de emir olarak adlandırsınlar- o halifedir. Buradaki hata, mesele hakkında şer’i hakikatle örfi hakikatin arasının ayrılmamasına dönmektedir. Öncelikle bu kavram hakkında doğru bir hükümde bulunabilmemiz için, şer’i bir kavram olarak hilafet kelimesinin doğru bir şekilde tasavvur edilmesi gerekir. Çünkü bir şey hakkında hüküm verilmesi, ancak onun tasavvur edilmesinin sonucunda olabilir. Yine şer’i bir kavram olan ve siyasi bir kavram olan hilafet kelimesinin birbirlerinden ayrıştırılmaları gerekir. Çünkü hilafet, şer’i yönden bulunurken siyasi yönden bulunmayabilir.
Bizler hilafetin geri gelmesinin zorunluluğundan bahsederken, bu, şer’i yönden bunun yok olduğu anlamına gelmemektedir. Bilakis bizim Allah’a karşı din olarak inandığımız, Afganistan’da Taliban hükümeti eliyle İslami bir hükümetin kurulmasından beri bunun var olduğudur. Ancak hala gaip olan hilafet, siyasi anlamdaki hilafettir. Bu konunun açıklamasıyla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: Hilafet kelimesinin şer’i hakikati: “Büyük imamet üzerine Müslümanlardan birisine bey’at edilmesidir.” Hatta bey’at esnasında veya bey’attan sonra Müslüman beldeleri üzerine her hangi bir yaptırım gücü ve otoritesi olmasa bile daha öncesinde şer’i bir bey’at olmadığı sürece bu şer’i hilafet olarak kabul edilir.
Hilafet kelimesinin siyasi bir kavram olarak örfi hakikatine gelince bu: “Müslüman beldelerinin tümü ya da çoğunluğu, -yaptırım gücünü üzerlerinde uygulamakla birlikte- işitme ve itaat üzerine Müslümanların imamına boyun eğmeleri ve hükmü altına girmeleridir.” Şer’i hükümler örfi hakikatlerle bağlantılığı değillerdir, sadece şer’i hakikatlerle ilintilidirler. Yani halifelik hükmü, sadece kendisine şer’i olarak bey’at edilen emire verilir, velev halife olduğunu iddia etmese bile. Çünkü bu bey’at, şer’i hakikatte hilafet olarak kabul edilir. Hilafet kavramının bu şekilde anlaşılması ve hakikatinin belirlenmesini ben kendim belirlemedim, bilakis bu imametin birden fazla olmasını men edip kendisine ilk bey’at edilene şer’ilik veren şer’i nasların delaletlerinin zorunlu neticesidir.
İslam ülkelerinden birisinde Müslümanların şer’i olan bir imama bey’at etmeleri ve o kimsede bey’at ve imametin sabit olmasından sonra başka bir adamın gelip işin kendisine ait olduğunu iddia edip “Senin sadece bir devletin emiri olarak bey’atın tamamlanmıştır, bundan sonra ‘Müslümanların halifesi’ olarak bana bey’at edilecektir!” demesi, şer’an mümkün değildir. ‘İmamet ile hilafeti birbirlerinden ayırma’ üzerine kurulu olan bu mantığın hiçbir şer’i dayanağı yoktur. Çünkü bu mantık, örfi hakikate dayanırken şer’i hakikati geçersiz saymaktadır. Hilafet, Müslümanların işlerinin üstlenilmesidir. Müslümanların işlerini üstelenen her kimse, şer’i ıstılahta halifedir. Geriye, ‘eğer birden fazla halifeler bulunuyorsa bu makama diğerlerinden daha layık olan kimin olacağını belirlememiz’ kalmıştır. Sadece fıkhi yönden –daha öncesinde bir bey’at bulunmadığı sürece- Müslümanların bölgelerinden birisinde bulunan genel emirle Müslümanların halifesi makamı arasında hiçbir fark yoktur. İmam için lehine ve aleyhine gerekli olan tüm haklar onlar içinde gereklidir. İkisi arasındaki tek fark, birincisinin Müslümanların tüm beldeleri ya da çoğunluğunda nüfuzunu yayamamış olması ikincisinin ise tüm Müslüman beldeleri ya da çoğunluğunda nüfuzunu yaymış olmasıdır. Nüfuzun tam olarak sağlanamamasının ise imamın şer’i oluşuna bir etkisi yoktur. Çünkü imam meşruluğunu bey’atla alır otoriteyle değil. Bu anlama göre, şer’i yönden Osmanlı halifesiyle Taliban halifesi arasında bir fark yoktur.
***
Müslümanların tek bir emir altında birleşmeleri mümkün olduğu sürece, onların farklı emirliklere bölünmeleri caiz değildir. Eğer bölünecek olsalar, şeriat bunu onaylamayacaktır. Bu durumda şer’i imam, kendisine bey’at edilen ilk emirdir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “İlk olanın bey’atına bağlı kalın.” Diğer emirliklere ise itibar edilmez, çünkü şer’an var olmayan, hissen var olmayan gibidir. Bu meseleyi vakıamıza indirgediğimizde şunları söyleyebiliriz: Bu günlerde ameli olarak Müslümanların tek bir emir altında birleşmeleri mümkün olmadığına göre, birbirleriyle bağlantısı olan her bölgenin tek bir emir altında toplanmaları meşrudur. Tek bir emir altında toplanılması mümkün olmadığında ise Somali’de, Ezvad’da, Libya’da, Cezayir’de ya da Irak’ta İslami emirlikler kurmalarında bir beis yoktur. Eğer bu günlerde Müslümanların tek bir emirinin otoritesi altında birleşmeleri mümkünse, emirliklerin çoğalması caiz değildir. Bilakis diğer emirliklerin emirler arasında kendisine ilk bey’at edilene boyun eğmeleri gerekir ki bu durumda bu, müminlerin emiri molla Ömer (Allah onu korusun) olacaktır. Öyleyse müminlerin emiri kimdir? O, Müslümanların cemaatinin şer’i bir bey’atla bey’at ettikleridir. Bunun ‘Müslümanların halifesi’ ya da ‘devlet başkanı’ olarak adlandırılması arasında hiçbir fark yoktur. Hilafet hakkının kendisine ait olduğunu iddia edip etmemesi arasında bir fark yoktur. Sadece bey’at edilmesiyle bu hak onun için sabit olacaktır. Siyasi yönden bir hilafet bulunmasa da şer’i yönden hilafetin bulunduğunu kabul etmemiz, şu şer’i kaideden ötürüdür: “Şer’an var olan, hissen var olan gibidir.” Kaidenin anlamı şöyledir: Şeriatın varlığına hükmettiği bir şeye, -her ne kadar vakıada var olmasa da- adeta varmışçasına itibar edilmesi gerekmektedir. Çünkü şer’i işlerde ölçü, şeriattır his değil. Şeriatın varlığına hükmettiği her şeyin, -hissen var olmasa da- var olduğuna itibar edilmesi gerekir. Bu kaidenin delillerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Asım b. Ömer b. Hattab’ın babasından aktardığına göre Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Gece şuradan yöneldiğinde, gündüzde buradan gittiğinde ve güneşte battığında, oruçlu iftar etmiştir.” (Buhari rivayet etmiştir.) Bilindiği üzere oruçlu kimse orucu bozacak bir şey almadığı sürece orucunu bozmuş sayılmaz. Ancak şer’i yönden orucun vakti bitince Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) onu –her ne kadar orucunu açacak bir şey almamış olsa da- orucunu açmış olarak saymıştır. Çünkü vakit oruç açma vaktidir ve bu vakitte oruç meşru değildir. İlim ehlinden bazıları ise hadisi başka anlamlarla yorumlamışlardır.
2- Ummu Seleme’den (radiyallahu anha) rivayet olunduğuna göre Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Ben ancak bir beşerim ve sizler bana dava için gelmektesiniz. Belki bazınız hüccetini ifade etmede bazınızdan daha güçlü olabilir ve bende duyduklarımla onun lehine hüküm veririm. Kimin hakkında kardeşinin hakkıyla hüküm verirsem, ancak onun için ateşten bir parça kesmişimdir.”(muttefakun aleyh). Bu hadis, ‘şer’i beyyinenin bulunmamasının şer’i hükmünde bulunmayacağı’ anlamına gelmediğine delalet etmektedir. Burada, vakıada bulunmasa da şer’i beyyinenin bulunduğu belirtilmektedir. Bu kaidenin uygulamaları şu şekillerde belirginleşir: – Görevli imam tek başına namaz kılsa da cemaatle namaz kılmış gibidir. Çünkü o, mescide insanlara imamlık yapmak için gitmiştir, mescide ondan başkası gelmediğindeyse, o cemaat gibi olur ve cemaatin fazileti onun içinde geçerli olur. Malikilerin görüşüne göre ondan sonra mescidde cemaat tekrar iade edilmez. Çünkü şeriatın ölçüsüne göre onun tek başına namaz kılması cemaatle namaz kılması gibidir. Şer’an var olan hakikaten var olan gibidir. – Bir kadını kocası boşadığında ve kocasına haram olduğunda; koca boşadığını/talakı inkâr eder ve şahitlerde bulunmazsa; hâkim talakın vuku bulmadığına hüküm verdiğinde; kadının, kocasının kendisiyle birlikte olmasına müsaade etmesi haramdır. Bu durumda hilafet hukuku ve üzerine terettüp eden hükümler, sadece bey’at ile sabit olur. Şer’i bir imama yapılan şer’i bir bey’atla sabit olduğundan, daha önce bir hilafet vardı. Bu şer’i imam ise, müminlerin emiri Molla Ömer’dir(Allah onu korusun). Hilafetin ilanı ise, fıkhi ahkâmdan hiçbir şeyi değiştirmeyecek siyasi bir adımdır. Çünkü hükümler, bey’atla ilintilidir ilanla değil. Bu durumda hilafet hükümleri, ilan bulunmasa da sadece bey’atın bulunmasıyla geçerli olur. Örneğin –ister nikâh ilanı bulunsun ister bulunmasın- sadece akdin ve şartlarının gerçekleşmesiyle nikah hükümleri terettüp eder. Her ne kadar ilanın kendisi matlup olan bir şey olsa da bu böyledir. Sonra ilan edilen bu hilafet, eğer bey’attan sonra olursa, ya fıkhi hükümlere muvafık olur ya da muhalif olur. Eğer hilafetini ilan eden, Müslümanların kendisine bey’at ettiği tek kişi ya da kendisine ilk bey’at edilen emir olduğunda, fıkhi hükümlere muvafık olmuş olur. Eğer hilafetini ilan eden, kendisine ilk bey’at edilen olmazsa, fıkhi hükümlere muhalif olmuş olur. Çünkü hilafeti Müslümanların bey’at ettikleri birinci kişinin dışında birisinin ilanı caiz değildir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Birinci olanın bey’atına bağlı kalın.” (Muslim) Kendisinden önce başkasına bey’at edilen bir kimsenin hilafet ilanında bulunması caiz değildir, çünkü o makam boş değildir. Bu durumdaki kimse, evli olan bir kadınla evlilik talebinde bulunan kimse gibidir! İslami hilafetin düşmesinden sonra, kitap ve sünnet üzerine sahih şer’i bir bey’atla kendisine ilk bey’at edilen emir, müminlerin emiri molla Ömer’dir. Bu şer’i sahih bey’at öncesinde ise başka bir bey’at bulunmamaktadır. Hilafeti ilan etmemiş olsa bile bununla hilafet hükümleri onun için sabit olur, çünkü hilafet bey’atla birlikte oluşmaktadır. Müminlerin emiri molla Ömer’e yapılan bey’at hala geçerliliğini korumaktadır ve kâfirlerin Afganistan’ın birçok bölgesini işgal etmeleri buna bir zarar veremez. Çünkü bey’atın oluşması için otorite şart olmadığı gibi otoritenin yok olması da onun varlığına bir mani değildir. Bundan ötürü Taliban’dan sonra çıkan tüm emirlikler, şer’an ona tabilikle yükümlüdür, Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “İlk olanın bey’atına bağlı kalın.” Onu bırakıp ta bu işin kendisine ait olduğunu iddia eden herkes, işe ehil olanla çekişmeye girmiştir. Evet, eğer Müslümanlar ve emirler müminlerin emiri molla Ömer’le istişarede bulunur ve oda bu işin başına başkasının geçmesine razı olursa, bunda bir sakınca olmaz. Ancak eğer istişaresi olmadan işe saldırırsa, bu, işte çekişmeye girmektir. Zorunluluk halinde emirlerin çoğalmasının meşru olduğu görüşü de, birinci emirin öncelik hakkını ondan alamaz. Emirliklerin çoğalmasını mubah kılan zorunluluklar ortadan kalktığında, emirlik hakkı, ilk bey’at edilene döner ve ona karşı çekişmek caiz olmaz. Bizim, ‘Irak’ta, Libya’da ve diğer İslam ülkelerinde emirlere müstakil bey’atla bey’at edilmesinin meşru olduğu’ sözümüz, tek bir imamın sancağı altında toplanılmaya güç yetirilmemesi nedeniyle imametin birden çok olmasının meşru olmasına göredir. Bu özür ortadan kalktığında ve birleşme mümkün olduğunda, asla dönülmesi gerekir ki buda imametin birden çok oluşunun meşru olmamasıdır. Bu asla döndüğümüzde ise, karşılaştırmada bulunan asla dönülmesi gerekir ki buda: Birinci olanın bey’atına bağlı kalınmasıdır. Daha önce söylediğim gibi bizler şu anda iki ihtimal karşısındayız: Ya ‘bir araya gelme imkânı bulunmaması mazeretiyle imametin birden fazla olmasının meşru olduğunu’ söyleriz. Buna göre, her beldenin otoritesinin kendilerine uzandığı ya da onlara en yakın olanlara uzandığı emirlere bey’at etmesi meşrudur ve bir kimsenin belirli bir emire bey’at etmemesi nedeniyle günahkâr sayılması caiz değildir. Ya da ‘birleşmenin mümkün olduğunu’ söyleriz; bu durumda emirlerin çoğalması geçersiz olur ve birinci imama bey’at edilmesi vacip olur ki oda müminlerin emiri molla Ömer’dir. Bazıları, ‘müminlerin emir molla Ömer’de Kureyşlilik vasfının bulunmamasıyla’ itirazda bulunabilir. İlim ehlinin Kureyşlilik meselesiyle ilgili söylediklerine bakmadan şunları söyleyebiliriz: Taliban için bu şart imkânsızdı. İslami emirlik ise oradan çıkmış, onlar da en layık olanlarına ve imametin şartlarını aralarında en fazla bulundurana bey’at etmiş ve bunun üzerine bey’at gerçekleşmiştir. Diğer Müslümanlar ise onlara tabidirler.
***
“İslam Devleti”ndeki kardeşlerin hilafet ilanlarında işledikleri bir takım şer’i hatalar bulunmaktadır:
1- Öncesinde Molla Ömer’in bey’atı bulunmasına rağmen şeyh Ebu Bekir El-Bağdadi’nin hilafet ilanında bulunması. Şeyh Ebu Bekir El-Bağdadi aslında şeyh Zevahiri’ye bey’atlıyken hiçbir şekilde kendisi hakkında hilafet iddiasında bulunması caiz değildir. Boynunda bey’atı olmasa da, onun bey’atından önce Molla Ömer’in bey’atı bulunmaktadır ve ancak O’na dâhil olması doğru olur.
2- Hilafetten maksat, söz birliği ve ihtilafın kesilmesidir. Hilafetin ilanında bu maksadı gerçekleştirecek unsurların gözetilmesi gerekir. Ancak Şeyh Ebu Bekir El-Bağdadi’nin bu seçimi mücahidler arasında büyük çekişmelerin bulunduğu bir sırada gelmiştir. Çekişme halinde olan iki taifeden birisinin –istişare imkânı varken- istibdatla işi ele alıp diğerine itibar etmemesi Allah’ın emrettiği istişarenin gereği değildir. Bu durumda ilanın zahiri şekli, adeta belirli bir cemaatin uzaklaştırılıp kendisiyle çekişme içinde olduğu cemaatin boyun eğdirilmesi olmuştur. Bu durum ise ihtilafı daha da artırıp derinleştirmiştir. Çamuru biraz daha kayganlaştıran ise, girişimde bulunan “İslam Devleti”ndeki kardeşlerin kendi aralarından birisini seçmeleri olmuştur. Eğer seçim kendilerinden olmayan bir şahıs hakkında olmuş olsaydı, bu daha kuşatıcı ve muvaffakiyete daha yakın olurdu.
3- “İslam Devleti” hilafeti ilan ettikten sonra adeta Müslümanların ülkelerinde hiçbir şer’i emirlik yokmuş gibi uygulamada bulunmuştur. Taliban emirliğiyle istişarede bulunmamış ve onlarla koordine içine girmemiştir, niçin? Bu, onu şer’i bir emirlik saymamasından ötürü müdür? Eğer onu şer’i bir emirlik olarak kabul ediyorsa, hangi şer’i mantıkla onu ilga etmiş ve tabilerine ‘bana bey’at edin’ demiştir? Eğer maksat, Müslümanların tek bir siyasi yapı altında birleşmeleriyse, devlet niçin kendisini feshedip İslami hilafet çerçevesinde Taliban’a bağlılığını ilan etmemiştir? İslam devletine kendisinden önce olan emirlikleri feshetme hakkını veren fıkıh aracı nedir?
4- “İslam Devleti”ndeki kardeşler, ‘kendilerinden önceki bey’atları ilga etmeleri ve mücahidleri, emirlerine olan itaatlerinden el çekmeye çağrılarında’ hata etmişlerdir. Bazıları onlara tabi olup bazıları da onlara muhalefet etse de bu çağrı nedeniyle büyük bir fitne vuku bulabilir. Ey Müslümanlar, bey’at dindir, bununla Allah’a itaat ederiz, büyük bir ahit ve sağlam bir misaktır. Ancak bu gün bazı Müslümanlar bununla oyun oynamaktadır; bir kimse bir cemaate bey’at eder, hoşuna gitmediğinde başka bir cemaate geçer ve ona bey’at eder, sonra oda hoşuna gitmez ve üçüncü birisini arar. Bu şekilde bey’at ve bey’atı bozma arasında gidip gelir! Bu durum bey’atın konumunu yitirene ve insanların nefislerinde bir engel kalmayana ya da emirlere muhalefet etme veya onlara karşı çıkma gerçekleşene kadar devam eder. Allah azze ve celleden korkun, bey’atınız üzere sebat edin, dininizle oynamayın. Son olarak şunları söylemek isterim: Bu yazılanlar, siyasi tutum değil, şer’i hükmün açıklamasıdır. Bizler Allah azze ve celle’nin şeriatı hesabına hiç kimseyi kayırmaz, bilakis bildiklerimizi ve inandıklarımızı söyleriz. Eğer doğruysa, bu Allah azze ve celle’nin muvaffakiyetidir, hata ise, benden ve şeytandandır, Allah ve resulü bundan beridirler. Allah en doğrusunu bilir. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır.
Kaynak : ummetislam.net
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Soylu nebiye, ailesine ve tüm ashabına salat ve selam olsun.
Geçen günlerde IŞİD’in ilan etmiş olduğu hilafetin meşru oluşuyla ilgili olarak ‘bunu destekleyenler ve buna karşı çıkanlar’ olmak üzere bir takım tartışmalar yaşanmıştır. Ben konuyu her hangi bir tarafa meyletmeden sadece şer’i açıdan ele almak istiyorum. Allahu Teâlâ’dan yardım isteyerek, ondan doğruluk ve ihlas dileyerek şunları söylüyorum: Bazıları ‘şer’i imametin hilafet olmadan da olacağını ve bunların birbirlerinden farklı olan şeyler olduğunu’ düşünmektedir. Bu bir hatadır! Şer’i emirlik, şer’i hilafetin aynısıdır ve şeriatta bunlar arasında her hangi bir fark yoktur. Şer’i bir imam bulunduğunda, -insanlar onu ister halife olarak isterse de emir olarak adlandırsınlar- o halifedir. Buradaki hata, mesele hakkında şer’i hakikatle örfi hakikatin arasının ayrılmamasına dönmektedir. Öncelikle bu kavram hakkında doğru bir hükümde bulunabilmemiz için, şer’i bir kavram olarak hilafet kelimesinin doğru bir şekilde tasavvur edilmesi gerekir. Çünkü bir şey hakkında hüküm verilmesi, ancak onun tasavvur edilmesinin sonucunda olabilir. Yine şer’i bir kavram olan ve siyasi bir kavram olan hilafet kelimesinin birbirlerinden ayrıştırılmaları gerekir. Çünkü hilafet, şer’i yönden bulunurken siyasi yönden bulunmayabilir.
Bizler hilafetin geri gelmesinin zorunluluğundan bahsederken, bu, şer’i yönden bunun yok olduğu anlamına gelmemektedir. Bilakis bizim Allah’a karşı din olarak inandığımız, Afganistan’da Taliban hükümeti eliyle İslami bir hükümetin kurulmasından beri bunun var olduğudur. Ancak hala gaip olan hilafet, siyasi anlamdaki hilafettir. Bu konunun açıklamasıyla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: Hilafet kelimesinin şer’i hakikati: “Büyük imamet üzerine Müslümanlardan birisine bey’at edilmesidir.” Hatta bey’at esnasında veya bey’attan sonra Müslüman beldeleri üzerine her hangi bir yaptırım gücü ve otoritesi olmasa bile daha öncesinde şer’i bir bey’at olmadığı sürece bu şer’i hilafet olarak kabul edilir.
Hilafet kelimesinin siyasi bir kavram olarak örfi hakikatine gelince bu: “Müslüman beldelerinin tümü ya da çoğunluğu, -yaptırım gücünü üzerlerinde uygulamakla birlikte- işitme ve itaat üzerine Müslümanların imamına boyun eğmeleri ve hükmü altına girmeleridir.” Şer’i hükümler örfi hakikatlerle bağlantılığı değillerdir, sadece şer’i hakikatlerle ilintilidirler. Yani halifelik hükmü, sadece kendisine şer’i olarak bey’at edilen emire verilir, velev halife olduğunu iddia etmese bile. Çünkü bu bey’at, şer’i hakikatte hilafet olarak kabul edilir. Hilafet kavramının bu şekilde anlaşılması ve hakikatinin belirlenmesini ben kendim belirlemedim, bilakis bu imametin birden fazla olmasını men edip kendisine ilk bey’at edilene şer’ilik veren şer’i nasların delaletlerinin zorunlu neticesidir.
İslam ülkelerinden birisinde Müslümanların şer’i olan bir imama bey’at etmeleri ve o kimsede bey’at ve imametin sabit olmasından sonra başka bir adamın gelip işin kendisine ait olduğunu iddia edip “Senin sadece bir devletin emiri olarak bey’atın tamamlanmıştır, bundan sonra ‘Müslümanların halifesi’ olarak bana bey’at edilecektir!” demesi, şer’an mümkün değildir. ‘İmamet ile hilafeti birbirlerinden ayırma’ üzerine kurulu olan bu mantığın hiçbir şer’i dayanağı yoktur. Çünkü bu mantık, örfi hakikate dayanırken şer’i hakikati geçersiz saymaktadır. Hilafet, Müslümanların işlerinin üstlenilmesidir. Müslümanların işlerini üstelenen her kimse, şer’i ıstılahta halifedir. Geriye, ‘eğer birden fazla halifeler bulunuyorsa bu makama diğerlerinden daha layık olan kimin olacağını belirlememiz’ kalmıştır. Sadece fıkhi yönden –daha öncesinde bir bey’at bulunmadığı sürece- Müslümanların bölgelerinden birisinde bulunan genel emirle Müslümanların halifesi makamı arasında hiçbir fark yoktur. İmam için lehine ve aleyhine gerekli olan tüm haklar onlar içinde gereklidir. İkisi arasındaki tek fark, birincisinin Müslümanların tüm beldeleri ya da çoğunluğunda nüfuzunu yayamamış olması ikincisinin ise tüm Müslüman beldeleri ya da çoğunluğunda nüfuzunu yaymış olmasıdır. Nüfuzun tam olarak sağlanamamasının ise imamın şer’i oluşuna bir etkisi yoktur. Çünkü imam meşruluğunu bey’atla alır otoriteyle değil. Bu anlama göre, şer’i yönden Osmanlı halifesiyle Taliban halifesi arasında bir fark yoktur.
***
Müslümanların tek bir emir altında birleşmeleri mümkün olduğu sürece, onların farklı emirliklere bölünmeleri caiz değildir. Eğer bölünecek olsalar, şeriat bunu onaylamayacaktır. Bu durumda şer’i imam, kendisine bey’at edilen ilk emirdir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “İlk olanın bey’atına bağlı kalın.” Diğer emirliklere ise itibar edilmez, çünkü şer’an var olmayan, hissen var olmayan gibidir. Bu meseleyi vakıamıza indirgediğimizde şunları söyleyebiliriz: Bu günlerde ameli olarak Müslümanların tek bir emir altında birleşmeleri mümkün olmadığına göre, birbirleriyle bağlantısı olan her bölgenin tek bir emir altında toplanmaları meşrudur. Tek bir emir altında toplanılması mümkün olmadığında ise Somali’de, Ezvad’da, Libya’da, Cezayir’de ya da Irak’ta İslami emirlikler kurmalarında bir beis yoktur. Eğer bu günlerde Müslümanların tek bir emirinin otoritesi altında birleşmeleri mümkünse, emirliklerin çoğalması caiz değildir. Bilakis diğer emirliklerin emirler arasında kendisine ilk bey’at edilene boyun eğmeleri gerekir ki bu durumda bu, müminlerin emiri molla Ömer (Allah onu korusun) olacaktır. Öyleyse müminlerin emiri kimdir? O, Müslümanların cemaatinin şer’i bir bey’atla bey’at ettikleridir. Bunun ‘Müslümanların halifesi’ ya da ‘devlet başkanı’ olarak adlandırılması arasında hiçbir fark yoktur. Hilafet hakkının kendisine ait olduğunu iddia edip etmemesi arasında bir fark yoktur. Sadece bey’at edilmesiyle bu hak onun için sabit olacaktır. Siyasi yönden bir hilafet bulunmasa da şer’i yönden hilafetin bulunduğunu kabul etmemiz, şu şer’i kaideden ötürüdür: “Şer’an var olan, hissen var olan gibidir.” Kaidenin anlamı şöyledir: Şeriatın varlığına hükmettiği bir şeye, -her ne kadar vakıada var olmasa da- adeta varmışçasına itibar edilmesi gerekmektedir. Çünkü şer’i işlerde ölçü, şeriattır his değil. Şeriatın varlığına hükmettiği her şeyin, -hissen var olmasa da- var olduğuna itibar edilmesi gerekir. Bu kaidenin delillerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Asım b. Ömer b. Hattab’ın babasından aktardığına göre Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Gece şuradan yöneldiğinde, gündüzde buradan gittiğinde ve güneşte battığında, oruçlu iftar etmiştir.” (Buhari rivayet etmiştir.) Bilindiği üzere oruçlu kimse orucu bozacak bir şey almadığı sürece orucunu bozmuş sayılmaz. Ancak şer’i yönden orucun vakti bitince Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) onu –her ne kadar orucunu açacak bir şey almamış olsa da- orucunu açmış olarak saymıştır. Çünkü vakit oruç açma vaktidir ve bu vakitte oruç meşru değildir. İlim ehlinden bazıları ise hadisi başka anlamlarla yorumlamışlardır.
2- Ummu Seleme’den (radiyallahu anha) rivayet olunduğuna göre Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Ben ancak bir beşerim ve sizler bana dava için gelmektesiniz. Belki bazınız hüccetini ifade etmede bazınızdan daha güçlü olabilir ve bende duyduklarımla onun lehine hüküm veririm. Kimin hakkında kardeşinin hakkıyla hüküm verirsem, ancak onun için ateşten bir parça kesmişimdir.”(muttefakun aleyh). Bu hadis, ‘şer’i beyyinenin bulunmamasının şer’i hükmünde bulunmayacağı’ anlamına gelmediğine delalet etmektedir. Burada, vakıada bulunmasa da şer’i beyyinenin bulunduğu belirtilmektedir. Bu kaidenin uygulamaları şu şekillerde belirginleşir: – Görevli imam tek başına namaz kılsa da cemaatle namaz kılmış gibidir. Çünkü o, mescide insanlara imamlık yapmak için gitmiştir, mescide ondan başkası gelmediğindeyse, o cemaat gibi olur ve cemaatin fazileti onun içinde geçerli olur. Malikilerin görüşüne göre ondan sonra mescidde cemaat tekrar iade edilmez. Çünkü şeriatın ölçüsüne göre onun tek başına namaz kılması cemaatle namaz kılması gibidir. Şer’an var olan hakikaten var olan gibidir. – Bir kadını kocası boşadığında ve kocasına haram olduğunda; koca boşadığını/talakı inkâr eder ve şahitlerde bulunmazsa; hâkim talakın vuku bulmadığına hüküm verdiğinde; kadının, kocasının kendisiyle birlikte olmasına müsaade etmesi haramdır. Bu durumda hilafet hukuku ve üzerine terettüp eden hükümler, sadece bey’at ile sabit olur. Şer’i bir imama yapılan şer’i bir bey’atla sabit olduğundan, daha önce bir hilafet vardı. Bu şer’i imam ise, müminlerin emiri Molla Ömer’dir(Allah onu korusun). Hilafetin ilanı ise, fıkhi ahkâmdan hiçbir şeyi değiştirmeyecek siyasi bir adımdır. Çünkü hükümler, bey’atla ilintilidir ilanla değil. Bu durumda hilafet hükümleri, ilan bulunmasa da sadece bey’atın bulunmasıyla geçerli olur. Örneğin –ister nikâh ilanı bulunsun ister bulunmasın- sadece akdin ve şartlarının gerçekleşmesiyle nikah hükümleri terettüp eder. Her ne kadar ilanın kendisi matlup olan bir şey olsa da bu böyledir. Sonra ilan edilen bu hilafet, eğer bey’attan sonra olursa, ya fıkhi hükümlere muvafık olur ya da muhalif olur. Eğer hilafetini ilan eden, Müslümanların kendisine bey’at ettiği tek kişi ya da kendisine ilk bey’at edilen emir olduğunda, fıkhi hükümlere muvafık olmuş olur. Eğer hilafetini ilan eden, kendisine ilk bey’at edilen olmazsa, fıkhi hükümlere muhalif olmuş olur. Çünkü hilafeti Müslümanların bey’at ettikleri birinci kişinin dışında birisinin ilanı caiz değildir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Birinci olanın bey’atına bağlı kalın.” (Muslim) Kendisinden önce başkasına bey’at edilen bir kimsenin hilafet ilanında bulunması caiz değildir, çünkü o makam boş değildir. Bu durumdaki kimse, evli olan bir kadınla evlilik talebinde bulunan kimse gibidir! İslami hilafetin düşmesinden sonra, kitap ve sünnet üzerine sahih şer’i bir bey’atla kendisine ilk bey’at edilen emir, müminlerin emiri molla Ömer’dir. Bu şer’i sahih bey’at öncesinde ise başka bir bey’at bulunmamaktadır. Hilafeti ilan etmemiş olsa bile bununla hilafet hükümleri onun için sabit olur, çünkü hilafet bey’atla birlikte oluşmaktadır. Müminlerin emiri molla Ömer’e yapılan bey’at hala geçerliliğini korumaktadır ve kâfirlerin Afganistan’ın birçok bölgesini işgal etmeleri buna bir zarar veremez. Çünkü bey’atın oluşması için otorite şart olmadığı gibi otoritenin yok olması da onun varlığına bir mani değildir. Bundan ötürü Taliban’dan sonra çıkan tüm emirlikler, şer’an ona tabilikle yükümlüdür, Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “İlk olanın bey’atına bağlı kalın.” Onu bırakıp ta bu işin kendisine ait olduğunu iddia eden herkes, işe ehil olanla çekişmeye girmiştir. Evet, eğer Müslümanlar ve emirler müminlerin emiri molla Ömer’le istişarede bulunur ve oda bu işin başına başkasının geçmesine razı olursa, bunda bir sakınca olmaz. Ancak eğer istişaresi olmadan işe saldırırsa, bu, işte çekişmeye girmektir. Zorunluluk halinde emirlerin çoğalmasının meşru olduğu görüşü de, birinci emirin öncelik hakkını ondan alamaz. Emirliklerin çoğalmasını mubah kılan zorunluluklar ortadan kalktığında, emirlik hakkı, ilk bey’at edilene döner ve ona karşı çekişmek caiz olmaz. Bizim, ‘Irak’ta, Libya’da ve diğer İslam ülkelerinde emirlere müstakil bey’atla bey’at edilmesinin meşru olduğu’ sözümüz, tek bir imamın sancağı altında toplanılmaya güç yetirilmemesi nedeniyle imametin birden çok olmasının meşru olmasına göredir. Bu özür ortadan kalktığında ve birleşme mümkün olduğunda, asla dönülmesi gerekir ki buda imametin birden çok oluşunun meşru olmamasıdır. Bu asla döndüğümüzde ise, karşılaştırmada bulunan asla dönülmesi gerekir ki buda: Birinci olanın bey’atına bağlı kalınmasıdır. Daha önce söylediğim gibi bizler şu anda iki ihtimal karşısındayız: Ya ‘bir araya gelme imkânı bulunmaması mazeretiyle imametin birden fazla olmasının meşru olduğunu’ söyleriz. Buna göre, her beldenin otoritesinin kendilerine uzandığı ya da onlara en yakın olanlara uzandığı emirlere bey’at etmesi meşrudur ve bir kimsenin belirli bir emire bey’at etmemesi nedeniyle günahkâr sayılması caiz değildir. Ya da ‘birleşmenin mümkün olduğunu’ söyleriz; bu durumda emirlerin çoğalması geçersiz olur ve birinci imama bey’at edilmesi vacip olur ki oda müminlerin emiri molla Ömer’dir. Bazıları, ‘müminlerin emir molla Ömer’de Kureyşlilik vasfının bulunmamasıyla’ itirazda bulunabilir. İlim ehlinin Kureyşlilik meselesiyle ilgili söylediklerine bakmadan şunları söyleyebiliriz: Taliban için bu şart imkânsızdı. İslami emirlik ise oradan çıkmış, onlar da en layık olanlarına ve imametin şartlarını aralarında en fazla bulundurana bey’at etmiş ve bunun üzerine bey’at gerçekleşmiştir. Diğer Müslümanlar ise onlara tabidirler.
***
“İslam Devleti”ndeki kardeşlerin hilafet ilanlarında işledikleri bir takım şer’i hatalar bulunmaktadır:
1- Öncesinde Molla Ömer’in bey’atı bulunmasına rağmen şeyh Ebu Bekir El-Bağdadi’nin hilafet ilanında bulunması. Şeyh Ebu Bekir El-Bağdadi aslında şeyh Zevahiri’ye bey’atlıyken hiçbir şekilde kendisi hakkında hilafet iddiasında bulunması caiz değildir. Boynunda bey’atı olmasa da, onun bey’atından önce Molla Ömer’in bey’atı bulunmaktadır ve ancak O’na dâhil olması doğru olur.
2- Hilafetten maksat, söz birliği ve ihtilafın kesilmesidir. Hilafetin ilanında bu maksadı gerçekleştirecek unsurların gözetilmesi gerekir. Ancak Şeyh Ebu Bekir El-Bağdadi’nin bu seçimi mücahidler arasında büyük çekişmelerin bulunduğu bir sırada gelmiştir. Çekişme halinde olan iki taifeden birisinin –istişare imkânı varken- istibdatla işi ele alıp diğerine itibar etmemesi Allah’ın emrettiği istişarenin gereği değildir. Bu durumda ilanın zahiri şekli, adeta belirli bir cemaatin uzaklaştırılıp kendisiyle çekişme içinde olduğu cemaatin boyun eğdirilmesi olmuştur. Bu durum ise ihtilafı daha da artırıp derinleştirmiştir. Çamuru biraz daha kayganlaştıran ise, girişimde bulunan “İslam Devleti”ndeki kardeşlerin kendi aralarından birisini seçmeleri olmuştur. Eğer seçim kendilerinden olmayan bir şahıs hakkında olmuş olsaydı, bu daha kuşatıcı ve muvaffakiyete daha yakın olurdu.
3- “İslam Devleti” hilafeti ilan ettikten sonra adeta Müslümanların ülkelerinde hiçbir şer’i emirlik yokmuş gibi uygulamada bulunmuştur. Taliban emirliğiyle istişarede bulunmamış ve onlarla koordine içine girmemiştir, niçin? Bu, onu şer’i bir emirlik saymamasından ötürü müdür? Eğer onu şer’i bir emirlik olarak kabul ediyorsa, hangi şer’i mantıkla onu ilga etmiş ve tabilerine ‘bana bey’at edin’ demiştir? Eğer maksat, Müslümanların tek bir siyasi yapı altında birleşmeleriyse, devlet niçin kendisini feshedip İslami hilafet çerçevesinde Taliban’a bağlılığını ilan etmemiştir? İslam devletine kendisinden önce olan emirlikleri feshetme hakkını veren fıkıh aracı nedir?
4- “İslam Devleti”ndeki kardeşler, ‘kendilerinden önceki bey’atları ilga etmeleri ve mücahidleri, emirlerine olan itaatlerinden el çekmeye çağrılarında’ hata etmişlerdir. Bazıları onlara tabi olup bazıları da onlara muhalefet etse de bu çağrı nedeniyle büyük bir fitne vuku bulabilir. Ey Müslümanlar, bey’at dindir, bununla Allah’a itaat ederiz, büyük bir ahit ve sağlam bir misaktır. Ancak bu gün bazı Müslümanlar bununla oyun oynamaktadır; bir kimse bir cemaate bey’at eder, hoşuna gitmediğinde başka bir cemaate geçer ve ona bey’at eder, sonra oda hoşuna gitmez ve üçüncü birisini arar. Bu şekilde bey’at ve bey’atı bozma arasında gidip gelir! Bu durum bey’atın konumunu yitirene ve insanların nefislerinde bir engel kalmayana ya da emirlere muhalefet etme veya onlara karşı çıkma gerçekleşene kadar devam eder. Allah azze ve celleden korkun, bey’atınız üzere sebat edin, dininizle oynamayın. Son olarak şunları söylemek isterim: Bu yazılanlar, siyasi tutum değil, şer’i hükmün açıklamasıdır. Bizler Allah azze ve celle’nin şeriatı hesabına hiç kimseyi kayırmaz, bilakis bildiklerimizi ve inandıklarımızı söyleriz. Eğer doğruysa, bu Allah azze ve celle’nin muvaffakiyetidir, hata ise, benden ve şeytandandır, Allah ve resulü bundan beridirler. Allah en doğrusunu bilir. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır.
Kaynak : ummetislam.net