Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Hilafet Kavramı Üzerine (şeyh Ebu’l-munzir Eş-şankıti)

İkrime Çevrimdışı

İkrime

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Hilafet Kavramının, Şer’i ve Siyasi Olarak Birbirinden Ayrıştırılmaları

Bismillahirrahmanirrahim

Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Soylu nebiye, ailesine ve tüm ashabına salat ve selam olsun.

Geçen günlerde IŞİD’in ilan etmiş olduğu hilafetin meşru oluşuyla ilgili olarak ‘bunu destekleyenler ve buna karşı çıkanlar’ olmak üzere bir takım tartışmalar yaşanmıştır. Ben konuyu her hangi bir tarafa meyletmeden sadece şer’i açıdan ele almak istiyorum. Allahu Teâlâ’dan yardım isteyerek, ondan doğruluk ve ihlas dileyerek şunları söylüyorum: Bazıları ‘şer’i imametin hilafet olmadan da olacağını ve bunların birbirlerinden farklı olan şeyler olduğunu’ düşünmektedir. Bu bir hatadır! Şer’i emirlik, şer’i hilafetin aynısıdır ve şeriatta bunlar arasında her hangi bir fark yoktur. Şer’i bir imam bulunduğunda, -insanlar onu ister halife olarak isterse de emir olarak adlandırsınlar- o halifedir. Buradaki hata, mesele hakkında şer’i hakikatle örfi hakikatin arasının ayrılmamasına dönmektedir. Öncelikle bu kavram hakkında doğru bir hükümde bulunabilmemiz için, şer’i bir kavram olarak hilafet kelimesinin doğru bir şekilde tasavvur edilmesi gerekir. Çünkü bir şey hakkında hüküm verilmesi, ancak onun tasavvur edilmesinin sonucunda olabilir. Yine şer’i bir kavram olan ve siyasi bir kavram olan hilafet kelimesinin birbirlerinden ayrıştırılmaları gerekir. Çünkü hilafet, şer’i yönden bulunurken siyasi yönden bulunmayabilir.

Bizler hilafetin geri gelmesinin zorunluluğundan bahsederken, bu, şer’i yönden bunun yok olduğu anlamına gelmemektedir. Bilakis bizim Allah’a karşı din olarak inandığımız, Afganistan’da Taliban hükümeti eliyle İslami bir hükümetin kurulmasından beri bunun var olduğudur. Ancak hala gaip olan hilafet, siyasi anlamdaki hilafettir. Bu konunun açıklamasıyla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: Hilafet kelimesinin şer’i hakikati: “Büyük imamet üzerine Müslümanlardan birisine bey’at edilmesidir.” Hatta bey’at esnasında veya bey’attan sonra Müslüman beldeleri üzerine her hangi bir yaptırım gücü ve otoritesi olmasa bile daha öncesinde şer’i bir bey’at olmadığı sürece bu şer’i hilafet olarak kabul edilir.

Hilafet kelimesinin siyasi bir kavram olarak örfi hakikatine gelince bu: “Müslüman beldelerinin tümü ya da çoğunluğu, -yaptırım gücünü üzerlerinde uygulamakla birlikte- işitme ve itaat üzerine Müslümanların imamına boyun eğmeleri ve hükmü altına girmeleridir.” Şer’i hükümler örfi hakikatlerle bağlantılığı değillerdir, sadece şer’i hakikatlerle ilintilidirler. Yani halifelik hükmü, sadece kendisine şer’i olarak bey’at edilen emire verilir, velev halife olduğunu iddia etmese bile. Çünkü bu bey’at, şer’i hakikatte hilafet olarak kabul edilir. Hilafet kavramının bu şekilde anlaşılması ve hakikatinin belirlenmesini ben kendim belirlemedim, bilakis bu imametin birden fazla olmasını men edip kendisine ilk bey’at edilene şer’ilik veren şer’i nasların delaletlerinin zorunlu neticesidir.

İslam ülkelerinden birisinde Müslümanların şer’i olan bir imama bey’at etmeleri ve o kimsede bey’at ve imametin sabit olmasından sonra başka bir adamın gelip işin kendisine ait olduğunu iddia edip “Senin sadece bir devletin emiri olarak bey’atın tamamlanmıştır, bundan sonra ‘Müslümanların halifesi’ olarak bana bey’at edilecektir!” demesi, şer’an mümkün değildir. ‘İmamet ile hilafeti birbirlerinden ayırma’ üzerine kurulu olan bu mantığın hiçbir şer’i dayanağı yoktur. Çünkü bu mantık, örfi hakikate dayanırken şer’i hakikati geçersiz saymaktadır. Hilafet, Müslümanların işlerinin üstlenilmesidir. Müslümanların işlerini üstelenen her kimse, şer’i ıstılahta halifedir. Geriye, ‘eğer birden fazla halifeler bulunuyorsa bu makama diğerlerinden daha layık olan kimin olacağını belirlememiz’ kalmıştır. Sadece fıkhi yönden –daha öncesinde bir bey’at bulunmadığı sürece- Müslümanların bölgelerinden birisinde bulunan genel emirle Müslümanların halifesi makamı arasında hiçbir fark yoktur. İmam için lehine ve aleyhine gerekli olan tüm haklar onlar içinde gereklidir. İkisi arasındaki tek fark, birincisinin Müslümanların tüm beldeleri ya da çoğunluğunda nüfuzunu yayamamış olması ikincisinin ise tüm Müslüman beldeleri ya da çoğunluğunda nüfuzunu yaymış olmasıdır. Nüfuzun tam olarak sağlanamamasının ise imamın şer’i oluşuna bir etkisi yoktur. Çünkü imam meşruluğunu bey’atla alır otoriteyle değil. Bu anlama göre, şer’i yönden Osmanlı halifesiyle Taliban halifesi arasında bir fark yoktur.

***

Müslümanların tek bir emir altında birleşmeleri mümkün olduğu sürece, onların farklı emirliklere bölünmeleri caiz değildir. Eğer bölünecek olsalar, şeriat bunu onaylamayacaktır. Bu durumda şer’i imam, kendisine bey’at edilen ilk emirdir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “İlk olanın bey’atına bağlı kalın.” Diğer emirliklere ise itibar edilmez, çünkü şer’an var olmayan, hissen var olmayan gibidir. Bu meseleyi vakıamıza indirgediğimizde şunları söyleyebiliriz: Bu günlerde ameli olarak Müslümanların tek bir emir altında birleşmeleri mümkün olmadığına göre, birbirleriyle bağlantısı olan her bölgenin tek bir emir altında toplanmaları meşrudur. Tek bir emir altında toplanılması mümkün olmadığında ise Somali’de, Ezvad’da, Libya’da, Cezayir’de ya da Irak’ta İslami emirlikler kurmalarında bir beis yoktur. Eğer bu günlerde Müslümanların tek bir emirinin otoritesi altında birleşmeleri mümkünse, emirliklerin çoğalması caiz değildir. Bilakis diğer emirliklerin emirler arasında kendisine ilk bey’at edilene boyun eğmeleri gerekir ki bu durumda bu, müminlerin emiri molla Ömer (Allah onu korusun) olacaktır. Öyleyse müminlerin emiri kimdir? O, Müslümanların cemaatinin şer’i bir bey’atla bey’at ettikleridir. Bunun ‘Müslümanların halifesi’ ya da ‘devlet başkanı’ olarak adlandırılması arasında hiçbir fark yoktur. Hilafet hakkının kendisine ait olduğunu iddia edip etmemesi arasında bir fark yoktur. Sadece bey’at edilmesiyle bu hak onun için sabit olacaktır. Siyasi yönden bir hilafet bulunmasa da şer’i yönden hilafetin bulunduğunu kabul etmemiz, şu şer’i kaideden ötürüdür: “Şer’an var olan, hissen var olan gibidir.” Kaidenin anlamı şöyledir: Şeriatın varlığına hükmettiği bir şeye, -her ne kadar vakıada var olmasa da- adeta varmışçasına itibar edilmesi gerekmektedir. Çünkü şer’i işlerde ölçü, şeriattır his değil. Şeriatın varlığına hükmettiği her şeyin, -hissen var olmasa da- var olduğuna itibar edilmesi gerekir. Bu kaidenin delillerini şöyle sıralayabiliriz:

1- Asım b. Ömer b. Hattab’ın babasından aktardığına göre Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Gece şuradan yöneldiğinde, gündüzde buradan gittiğinde ve güneşte battığında, oruçlu iftar etmiştir.” (Buhari rivayet etmiştir.) Bilindiği üzere oruçlu kimse orucu bozacak bir şey almadığı sürece orucunu bozmuş sayılmaz. Ancak şer’i yönden orucun vakti bitince Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) onu –her ne kadar orucunu açacak bir şey almamış olsa da- orucunu açmış olarak saymıştır. Çünkü vakit oruç açma vaktidir ve bu vakitte oruç meşru değildir. İlim ehlinden bazıları ise hadisi başka anlamlarla yorumlamışlardır.

2- Ummu Seleme’den (radiyallahu anha) rivayet olunduğuna göre Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Ben ancak bir beşerim ve sizler bana dava için gelmektesiniz. Belki bazınız hüccetini ifade etmede bazınızdan daha güçlü olabilir ve bende duyduklarımla onun lehine hüküm veririm. Kimin hakkında kardeşinin hakkıyla hüküm verirsem, ancak onun için ateşten bir parça kesmişimdir.”(muttefakun aleyh). Bu hadis, ‘şer’i beyyinenin bulunmamasının şer’i hükmünde bulunmayacağı’ anlamına gelmediğine delalet etmektedir. Burada, vakıada bulunmasa da şer’i beyyinenin bulunduğu belirtilmektedir. Bu kaidenin uygulamaları şu şekillerde belirginleşir: – Görevli imam tek başına namaz kılsa da cemaatle namaz kılmış gibidir. Çünkü o, mescide insanlara imamlık yapmak için gitmiştir, mescide ondan başkası gelmediğindeyse, o cemaat gibi olur ve cemaatin fazileti onun içinde geçerli olur. Malikilerin görüşüne göre ondan sonra mescidde cemaat tekrar iade edilmez. Çünkü şeriatın ölçüsüne göre onun tek başına namaz kılması cemaatle namaz kılması gibidir. Şer’an var olan hakikaten var olan gibidir. – Bir kadını kocası boşadığında ve kocasına haram olduğunda; koca boşadığını/talakı inkâr eder ve şahitlerde bulunmazsa; hâkim talakın vuku bulmadığına hüküm verdiğinde; kadının, kocasının kendisiyle birlikte olmasına müsaade etmesi haramdır. Bu durumda hilafet hukuku ve üzerine terettüp eden hükümler, sadece bey’at ile sabit olur. Şer’i bir imama yapılan şer’i bir bey’atla sabit olduğundan, daha önce bir hilafet vardı. Bu şer’i imam ise, müminlerin emiri Molla Ömer’dir(Allah onu korusun). Hilafetin ilanı ise, fıkhi ahkâmdan hiçbir şeyi değiştirmeyecek siyasi bir adımdır. Çünkü hükümler, bey’atla ilintilidir ilanla değil. Bu durumda hilafet hükümleri, ilan bulunmasa da sadece bey’atın bulunmasıyla geçerli olur. Örneğin –ister nikâh ilanı bulunsun ister bulunmasın- sadece akdin ve şartlarının gerçekleşmesiyle nikah hükümleri terettüp eder. Her ne kadar ilanın kendisi matlup olan bir şey olsa da bu böyledir. Sonra ilan edilen bu hilafet, eğer bey’attan sonra olursa, ya fıkhi hükümlere muvafık olur ya da muhalif olur. Eğer hilafetini ilan eden, Müslümanların kendisine bey’at ettiği tek kişi ya da kendisine ilk bey’at edilen emir olduğunda, fıkhi hükümlere muvafık olmuş olur. Eğer hilafetini ilan eden, kendisine ilk bey’at edilen olmazsa, fıkhi hükümlere muhalif olmuş olur. Çünkü hilafeti Müslümanların bey’at ettikleri birinci kişinin dışında birisinin ilanı caiz değildir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Birinci olanın bey’atına bağlı kalın.” (Muslim) Kendisinden önce başkasına bey’at edilen bir kimsenin hilafet ilanında bulunması caiz değildir, çünkü o makam boş değildir. Bu durumdaki kimse, evli olan bir kadınla evlilik talebinde bulunan kimse gibidir! İslami hilafetin düşmesinden sonra, kitap ve sünnet üzerine sahih şer’i bir bey’atla kendisine ilk bey’at edilen emir, müminlerin emiri molla Ömer’dir. Bu şer’i sahih bey’at öncesinde ise başka bir bey’at bulunmamaktadır. Hilafeti ilan etmemiş olsa bile bununla hilafet hükümleri onun için sabit olur, çünkü hilafet bey’atla birlikte oluşmaktadır. Müminlerin emiri molla Ömer’e yapılan bey’at hala geçerliliğini korumaktadır ve kâfirlerin Afganistan’ın birçok bölgesini işgal etmeleri buna bir zarar veremez. Çünkü bey’atın oluşması için otorite şart olmadığı gibi otoritenin yok olması da onun varlığına bir mani değildir. Bundan ötürü Taliban’dan sonra çıkan tüm emirlikler, şer’an ona tabilikle yükümlüdür, Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “İlk olanın bey’atına bağlı kalın.” Onu bırakıp ta bu işin kendisine ait olduğunu iddia eden herkes, işe ehil olanla çekişmeye girmiştir. Evet, eğer Müslümanlar ve emirler müminlerin emiri molla Ömer’le istişarede bulunur ve oda bu işin başına başkasının geçmesine razı olursa, bunda bir sakınca olmaz. Ancak eğer istişaresi olmadan işe saldırırsa, bu, işte çekişmeye girmektir. Zorunluluk halinde emirlerin çoğalmasının meşru olduğu görüşü de, birinci emirin öncelik hakkını ondan alamaz. Emirliklerin çoğalmasını mubah kılan zorunluluklar ortadan kalktığında, emirlik hakkı, ilk bey’at edilene döner ve ona karşı çekişmek caiz olmaz. Bizim, ‘Irak’ta, Libya’da ve diğer İslam ülkelerinde emirlere müstakil bey’atla bey’at edilmesinin meşru olduğu’ sözümüz, tek bir imamın sancağı altında toplanılmaya güç yetirilmemesi nedeniyle imametin birden çok olmasının meşru olmasına göredir. Bu özür ortadan kalktığında ve birleşme mümkün olduğunda, asla dönülmesi gerekir ki buda imametin birden çok oluşunun meşru olmamasıdır. Bu asla döndüğümüzde ise, karşılaştırmada bulunan asla dönülmesi gerekir ki buda: Birinci olanın bey’atına bağlı kalınmasıdır. Daha önce söylediğim gibi bizler şu anda iki ihtimal karşısındayız: Ya ‘bir araya gelme imkânı bulunmaması mazeretiyle imametin birden fazla olmasının meşru olduğunu’ söyleriz. Buna göre, her beldenin otoritesinin kendilerine uzandığı ya da onlara en yakın olanlara uzandığı emirlere bey’at etmesi meşrudur ve bir kimsenin belirli bir emire bey’at etmemesi nedeniyle günahkâr sayılması caiz değildir. Ya da ‘birleşmenin mümkün olduğunu’ söyleriz; bu durumda emirlerin çoğalması geçersiz olur ve birinci imama bey’at edilmesi vacip olur ki oda müminlerin emiri molla Ömer’dir. Bazıları, ‘müminlerin emir molla Ömer’de Kureyşlilik vasfının bulunmamasıyla’ itirazda bulunabilir. İlim ehlinin Kureyşlilik meselesiyle ilgili söylediklerine bakmadan şunları söyleyebiliriz: Taliban için bu şart imkânsızdı. İslami emirlik ise oradan çıkmış, onlar da en layık olanlarına ve imametin şartlarını aralarında en fazla bulundurana bey’at etmiş ve bunun üzerine bey’at gerçekleşmiştir. Diğer Müslümanlar ise onlara tabidirler.

***

“İslam Devleti”ndeki kardeşlerin hilafet ilanlarında işledikleri bir takım şer’i hatalar bulunmaktadır:

1- Öncesinde Molla Ömer’in bey’atı bulunmasına rağmen şeyh Ebu Bekir El-Bağdadi’nin hilafet ilanında bulunması. Şeyh Ebu Bekir El-Bağdadi aslında şeyh Zevahiri’ye bey’atlıyken hiçbir şekilde kendisi hakkında hilafet iddiasında bulunması caiz değildir. Boynunda bey’atı olmasa da, onun bey’atından önce Molla Ömer’in bey’atı bulunmaktadır ve ancak O’na dâhil olması doğru olur.

2- Hilafetten maksat, söz birliği ve ihtilafın kesilmesidir. Hilafetin ilanında bu maksadı gerçekleştirecek unsurların gözetilmesi gerekir. Ancak Şeyh Ebu Bekir El-Bağdadi’nin bu seçimi mücahidler arasında büyük çekişmelerin bulunduğu bir sırada gelmiştir. Çekişme halinde olan iki taifeden birisinin –istişare imkânı varken- istibdatla işi ele alıp diğerine itibar etmemesi Allah’ın emrettiği istişarenin gereği değildir. Bu durumda ilanın zahiri şekli, adeta belirli bir cemaatin uzaklaştırılıp kendisiyle çekişme içinde olduğu cemaatin boyun eğdirilmesi olmuştur. Bu durum ise ihtilafı daha da artırıp derinleştirmiştir. Çamuru biraz daha kayganlaştıran ise, girişimde bulunan “İslam Devleti”ndeki kardeşlerin kendi aralarından birisini seçmeleri olmuştur. Eğer seçim kendilerinden olmayan bir şahıs hakkında olmuş olsaydı, bu daha kuşatıcı ve muvaffakiyete daha yakın olurdu.

3- “İslam Devleti” hilafeti ilan ettikten sonra adeta Müslümanların ülkelerinde hiçbir şer’i emirlik yokmuş gibi uygulamada bulunmuştur. Taliban emirliğiyle istişarede bulunmamış ve onlarla koordine içine girmemiştir, niçin? Bu, onu şer’i bir emirlik saymamasından ötürü müdür? Eğer onu şer’i bir emirlik olarak kabul ediyorsa, hangi şer’i mantıkla onu ilga etmiş ve tabilerine ‘bana bey’at edin’ demiştir? Eğer maksat, Müslümanların tek bir siyasi yapı altında birleşmeleriyse, devlet niçin kendisini feshedip İslami hilafet çerçevesinde Taliban’a bağlılığını ilan etmemiştir? İslam devletine kendisinden önce olan emirlikleri feshetme hakkını veren fıkıh aracı nedir?

4- “İslam Devleti”ndeki kardeşler, ‘kendilerinden önceki bey’atları ilga etmeleri ve mücahidleri, emirlerine olan itaatlerinden el çekmeye çağrılarında’ hata etmişlerdir. Bazıları onlara tabi olup bazıları da onlara muhalefet etse de bu çağrı nedeniyle büyük bir fitne vuku bulabilir. Ey Müslümanlar, bey’at dindir, bununla Allah’a itaat ederiz, büyük bir ahit ve sağlam bir misaktır. Ancak bu gün bazı Müslümanlar bununla oyun oynamaktadır; bir kimse bir cemaate bey’at eder, hoşuna gitmediğinde başka bir cemaate geçer ve ona bey’at eder, sonra oda hoşuna gitmez ve üçüncü birisini arar. Bu şekilde bey’at ve bey’atı bozma arasında gidip gelir! Bu durum bey’atın konumunu yitirene ve insanların nefislerinde bir engel kalmayana ya da emirlere muhalefet etme veya onlara karşı çıkma gerçekleşene kadar devam eder. Allah azze ve celleden korkun, bey’atınız üzere sebat edin, dininizle oynamayın. Son olarak şunları söylemek isterim: Bu yazılanlar, siyasi tutum değil, şer’i hükmün açıklamasıdır. Bizler Allah azze ve celle’nin şeriatı hesabına hiç kimseyi kayırmaz, bilakis bildiklerimizi ve inandıklarımızı söyleriz. Eğer doğruysa, bu Allah azze ve celle’nin muvaffakiyetidir, hata ise, benden ve şeytandandır, Allah ve resulü bundan beridirler. Allah en doğrusunu bilir. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır.
Kaynak : ummetislam.net
 
B Çevrimdışı

bismillahallahuekber

Üye
İslam-TR Üyesi
CEVAPLAR:
1-Molla Ömer(Allah kendisini korusun)ilan etmiş olduğu bir emirlik idi, genel bir hilafet değil idi.
2-Molla Ömer'in(Allah kendisini korusun)ilan etmiş olduğu sadece Afganistan ile sınırlı idi büütn diğer yerlerdek imüslümanlara bir çağrısı yok idi.
3-Molla Ömer(Allah kendisini korusun)kendisi kureyşi değildir oysa ehli sünnet ittifakına göre halife kureyşten olması gerekir.
4-Molla Ömer(Allah kendisini korusun)kendisi eşairdir buda salahiyet ve ehliyetine halel getiren başka bir engeldir.
5-Molla Ömer(Allah kendisini korusun)ilanı yerel ve hiçbir zaman genel değil idi.
6-Molla Ömer(Allah kendisini korusun)bazı açıklamaları mesela:Amerikan askerine karşılık dört müslüman komutanın takasında: Katar kralına uygunsuz övgülerde bulunması vb şeyler adalet vasfına halel getirmiştir.

Allah en doğrusunu bilendir...

ŞEYH EBU-L MÜNZİR EŞ-ŞANKITİNİN İŞD'E BEYAT ETMENİN, SİALM DEVLETİNİN YANINDA OLUNMASININ VACİPLİLİĞİNİ DELİLLENDİRDİĞİ RİSALESİ:


فتاوى بلا طيار ..!

لفضيلة الشيخ

أبو المنذر الشنقيطي

حفظه الله

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على النبي الكريم وعلى آله وصحبه أجمعين.

منذ أن كان المجاهدون جماعات صغيرة وفتاوى الشيوخ تعارضهم وتعرقل عملهم وتجيش الناس ضدهم.

لم يعبأ المجاهدون بهذه الفتاوى المخذلة عن الجهاد والمنفرة عن أهله, بل توكلوا على الله وأكملوا مسيرة جهادهم..

لكن تلك الفتاوى ظلت تلاحقهم , وتركض خلفهم لتصد الناس عنهم,كما كان أبو لهب يركض خلف النبي صلى الله عليه وسلم ويقول للناس : لا تصدقوه فإنه كذاب ومجنون .

ولم يختلف الأمر حتى بعد ما مكن الله للمجاهدين وأعلنوا عن قيام دولة إسلامية وأصبح لهم إمام وراية ..

لقد ظن المجاهدون أن أصحاب الفتاوى السلطانية سيكفون ألسنتهم لأن الشروط التي كانوا يشترطونها للجهاد كالإمام والراية ويزعمون أن الجهاد معدوم لانعدامها أصبحت اليوم موجودة مع الإعلان عن الدولة ..

لكن المفاجأة كانت أن هؤلاء الشيوخ هم أول من اعترض على قيام الدولة ورفض إحداث البيعة واعتبرها باطلة غير نافذة ..!

بل زعم بعض الشيوخ - ويا للعجب- أنه لا يشرع إحداث البيعة أثناء الحرب وأن الإمارات الموجودة الآن ما هي إلا إمارات حرب ..!

فيا سبحان الله ..لكأن هؤلاء الشيوخ يلعبون على جدلية "الدجاجة والبيضة أيهما الأول ؟" !!

قالوا بالأمس : لاجهاد بلا إمام ولا راية ..

فلما جاء الإمام والراية قالوا : لا يشرع نصب الإمام حتى ينته الجهاد !!

ما كان بالأمس شرطا للجهاد أصبح اليوم ممنوعا بسبب الجهاد !

كيف يتحول المشروط إلى مانع بين عشية وضحاها ؟

وماذا يفعل الطالب حين يكتشف أن جميع احتمالات الإجابة خاطئة , سوى القول أن الأستاذ مصر على رسوبه في الامتحان ..!

ما معنى أن توجد دولة شرعية مبايعة من طرف المجاهدين في العراق فتقوم بإطلاق شرارة الجهاد في بلاد الشام والتصدي لعدوان النصيرية وطردهم من بعض المناطق ثم يدعي بعض الشيوخ أن هذه ليست دولة ولا بيعة شرعية وإنما هي إمارة حرب !

بأي حق وبأي منطق تزعم هذا الزعم يا فضيلة الشيخ ..؟

إذا كان أهل الحل والعقد الذين بايعوا أمير الدولة بايعوه على الإمامة العامة وسموها دولة , فكيف يتأتى لك القول بأنها مجرد إمارة حرب ؟

أو تظن أنهم سموها دولة فقط من باب التفاؤل ؟

إن القول بمنع نصب الإمام أثناء الحرب قول باطل لا دليل عليه من كتاب أو سنة بل هو مصادم للكتاب والسنة ..

وقائل هذا الكلام هو أعرف الناس ببطلانه ..!

يقول النبي صلى الله عليه وسلم : "إذا كان ثلاثة في سفر فليؤمروا عليهم أحدهم" ..فيقول بعض الشيوخ إذا كنتم في حرب مع العدو فلا تؤمروا أحدكم ..!

يقول النبي صلة الله عليه وسلم : "من مات وليس في عنقه بيعة مات ميتة جاهلية" ..

فيقول بعض الشيوخ : قاتلوا بلا بيعة شرعية وموتوا ميتة جاهلية !

كيف تأتي يا فضيلة الشيخ بما هو مصادم للكتاب والسنة ثم تقول :هذه فتوى ؟

ألست تعلم أن الفتوى توقيع عن الله ؟

أو تزعم أن الله تعالى نهى عن نصب الإمام في حالة الحرب ورخص في الفرقة في هذه الحال ؟

إذا كانت المعركة طويلة ومستمرة – كما هو الواقع- فكيف يظل المجاهدون طيلة هذه الفترة بلا بيعة ولا إمام ؟

******

كل من يدعو إلى ترك البيعة فكلامه مرفوض ومخالف للكتاب والسنة ..

وكل من يتصدى للبيعة ويسعى إلى إبطالها أو تأخيرها فهو داعية للفتنة ومنظر لها ..

هؤلاء الشيوخ الذين يرفعون أصواتهم بانتقاد الدولة زاعمين أنهم يريدون درء الفتنة هم الذين صنعوا الفتنة وساهموا في انتشارها .

هل هناك فتنة أعظم من أن تقول للناس ابقوا متفرقين بلا راية ولا إمام ؟

هاهم يا فضيلة الشيخ قد بقوا متفرقين لكل عشرة راية وزعيم .. فكيف ستجمع هذه الجماعات المتناثرة بعد أن فرقتها بفتواك المخالفة لمحكمات الشرع ؟

أحد الشيوخ صاح على المجاهدين : تفرقوا ..

ثم جاء يولول محذرا من الفتنة..!

ألست أنت الذي صنعتها بفتواك المنمقة ؟

يداك أوكتا وفوك نفخ ..!

كم من مسلم اليوم رفض البيعة الشرعية وهو يدعى إليها ومات ميتة جاهلية بسبب فتواك ..

كم من مسلم كان يمكن أن يكون جنديا من جنود الدولة فصار بسبب فتواك ندا لها ومحاربا ..

يا من حاربتم الدولة بفتاواكم أنتم من صنع هذه الفتنة .. واعلموا أنها ستستمر لا محالة طالما المسلمون جماعات متفرقة ..

نعم سوف تنشأ جماعات فسيفسائية كل منها يدعي أن له الحق في تقرير مصيره .

وكل منها يفسر تدخل الدولة في بلاد الشام على أنه تغول وبحث عن السلطة كما قال المرتدون في زمن الصديق رصي الله عنه .

إن الدولة الإسلامية هي الفرصة الوحيدة للاجتماع ..

والبيعة على الإمامة هي وحدها التي تجمع المسلمين ..ومن لا بيعة لهم فلا جماعة لهم .

لقد اتفق أهل العلم على وجوب نصب الإمام , واتفقوا على أن نصبه واجب على الفور لا على التراخي ..

واتفقوا على أن مبايعة الإمام بعد نصبه فرض على كل مسلم ..

ولا يوجد دليل من كتاب أو سنة يدل على أن بيعة الحرب تنوب عن البيعة العامة أو تقوم مقامها .

وبالتالي فكل الجماعات التي تجاهد بلا بيعة عامة مع قدرتها على المبايعة عاصية بترك البيعة , ويتضاعف إثمها مع وجود الإمام المبايع ورفضها لمبايعته .

لقد أيقن المجاهدون بأنه لا ثمرة لجهادهم إذا لم يكن مشفوعا بتأسيس دولة إسلامية ,أما ان يقاتل المجاهدون ويأتي العلمانيون لقطف ثمرة جهادهم فهذا ما اضر بالأمة طيلة العقود الماضية .

فلا بد من قطع الطريق على كل الطفيليين الذين يريدون استغلال الجهاد لأهداف غير إسلامية .

ولهذا قام المجاهدون في الدولة الإسلامية بالمبادرة إلى هذه البيعة استجابة لأمر الله تعالى وعقدا لرابطة الدين التي تجمع المسلمين, فواجب على بقية المسلمين مؤازرتهم ومتابعتهم والاستجابة لبيعتهم .

والغريب العجيب أن الشيخ الذي تجاهل بيعة الدولة الإسلامية ووجودها ناقض نفسه لأنه قال بمشروعية نصب الإمام بشرط أن يكون ذالك عن طريق شورى بين جميع الفصائل الموجودة على الساحة ..وقد كانت هذه هي الطريقة التي تم إعلان الدولة الإسلامية في العراق من خلالها عن طريق مجلس شورى المجاهدين ..

فهل يقر الشيخ بشرعية الدولة الإسلامية في العراق أم سيناقض كلامه ويرفضها ؟

إذا كانت الدولة الإسلامية دولة شرعية قبل أن تولد جميع الفصائل الحالية في الشام فهي لا تحتاج إلى إذن منها , بل الواجب على هذه الفصائل الوليدة الدخول في بيعة الدولة بشكل فوري وبلا تأخير ..

وإذا لم يكن هذا هو معنى قول النبي صلى الله عليه وسلم : "فوا ببيعة الأول" فما هو معناه إذن ؟

الشيوخ للأسف يعرفون هذا ..ولكن الهوى غلب على النفوس فأنكرت المسلمات ..!

هاهم اليوم يحاولون إقناعنا بوجوب الاعتراف بشرعية الحاكم المبدل لشرع الله والموالي لأعداء الله والمحارب لدين الله !!

إذا تعلق الأمر بكفر الحكام من آل سعود فإن هيئة كبار العلماء تتحول إلى أطفال صغار لا يعرفون المسلمات العقدية في باب الإيمان والكفر ..

وأخيرا جاء أحد الشيوخ المكلفين بمحاربة الدولة الإسلامية ليقول لنا : إن هذه الدولة تتحاكم إلى الطاغوت !!

طيب.. يا فضيلة الشيخ إذا كنت تعتبر كلامك هذا "كلمة حق عند سلطان جائر" , فهلا حدثتنا عن حكام آل سعود الذين يتحاكمون إلى الطاغوت قبل أن تولد الدولة الإسلامية؟

الحق أن عدم الاعتراف بالدولة هو جزء مهم من الاعتراف بشرعية آل سعود , لأن المحصلة النهائية للاعتراف بالدولة الإسلامية هي الكفر بشرعية النظام السعودي ..

ولهذا دخل النظام السعودي في مواجهة الدولة الإسلامية بشكل واضح , فالفصائل التي تحارب الدولة الإسلامية تم إنشاؤها وتدريبها وتمويلها من طرف النظام السعودي ..

والفتاوى التي تقصف المجاهدين تنطلق من بلاد الحرمين كما كانت الطائرات الأمريكية تنطلق من قواعدها الجوية في بلاد الحرمين لقصف إخواننا في العراق .

والإعلام السعودي والقطري أصبح اليوم بمثابة الناطق الرسمي باسم الفصائل المحاربة للدولة الإسلامية .

والخطة المطبقة لمحاربة المجاهدين في مختلف الأماكن اليوم تعتمد على عدة أجنحة :

1- عملاء في الميدان يحاربون المجاهدين , قد يكونون جيشا نظاميا , وقد يكونون بعض الجماعات التي ترفع شعارات إسلامية.

2- طائرات أمريكية بدون طيار تقصف الأهداف التي يحددها العملاء .

3- فتاوى سعودية تحرض على المجاهدين وتبرر الحرب ضدهم وتضفي الشرعية على العملاء.

4- إعلام سعودي وقطري يزور الحقائق ويشوه صورة المجاهدين ويجيش الرأي العام ضدهم .

وإذا أردت أن تعرف كيف يقوم الإعلام بتحويل الضحية إلى جلاد فانظر إلى ما يقوم به الإعلام السعودي والمصري من تشويه لكل المعارضين للسيسي واتهامهم بالإجرام ..يناقضهما الإعلام القطري في هذه المسألة , لكنه يتفق معهما إذا تعلق الأمر بتشويه الدولة الإسلامية..

حتى الصورة التي يظهرها هذا الإعلام لحزب إيران الشيعي تبدوا أنقى بكثير من الصورة التي يحاول إبرازها للدولة الإسلامية ..

بل لا يتم تناول هذا الحزب الشيعي في البرامج الحوارية إلا بعد استضافة من يدافع عنه ويتبنى وجهة نظره ..

أما البرامج الحوارية التي تتحدث عن الدولة الإسلامية فلا يستضاف فيها إلا أعداء الدولة إضافة إلى مقدم البرنامج الذي يكون في الغالب هو الأشد عداء ...

في نظر الجزيرة ليس هناك من هو أشد إجراما من السيسي الذي يقتل كل يوم عددا جديدا من المتظاهرين ..

ومع ذالك فإن قناة الجزيرة التي تتابع هذا الإجرام وتفضحه تقوم في كل البرامج الحوارية باستضافة أحد المدافعين عنه , حرصا منها على الظهور بالمهنية والحياد ..

لكن الجزيرة لا تكلف نفسها حتى محاولة الظهور بالحياد والمهنية إذا تعلق الأمر بالدولة الإسلامية ..

إذا أردت فحص مهنية الجزيرة فلن تجدها إلا عجوزا شمطاء !!

سلها ..عن قصة يقال لها "مسجد شيخ الإسلام ابن تيمية" !

سلها ..عن شيخ يقال له "أبو النور" !

أقبح بوجه العجوز إذا تذكرت ذالك الشيخ !!

كانت الجزيرة في تلك الجريمة غائبة لا تحس لها حسا ولا تسمع لها ركزا ..

وعلى ضخامة أرشيف الجزيرة فأنا على يقين من أنه لن يحوي أي مشاهد عن مجزرة مسجد شيخ الإسلام ابن تيمية ..

والجزيرة دائما مع الإنسان !!

كانت الجزيرة عن تلك الجريمة غائبة أو مشغولة ..

أما إذا تعلق الأمر بالدولة الإسلامية فهي حساسة ومنتبهة لا تترك صغيرة ولا كبيرة ..

تعد لها الجرائم عدا وتنشر أمام الملايين كلما جادت به خواطر وتصورات أحرار الشام عن الدولة الإسلامية !

أقرأ قوله تعالى : {يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ} ,فاقول : لكأنما نزلت هذه الآية لتحذر من الجزيرة !

ليت المشاهدين تذكروها عند بداية كل نشرة ..

تعتقد الدوائر القانونية للجزيرة أن الأصل في جماعة الإخوان هو البراءة حتى تثبت عليها الجريمة ,وأن الأصل في الدولة الإسلامية هو الجريمة حتى تثبت البراءة ..

واليوم أصبحت الجزيرة هي الذراع الإعلامي لجبهة احرار الشام !

وهي السيف المصلت على دولة الإسلام ..

تنسحب الدولة الإسلامية من مقراتها ..

تتابع الجزيرة اخبار الدولة لأول مرة ..

تقرأ المذيعة الخبر ونشوة النصر تتراقص في عينيها ..!!

تحرص الجزيرة على التكرار والتكرار والتكرار لكل التهم التي يوجهها أعضاء أحرار الشام إلى الدولة الإسلامية بغض النظر عن صحتها أو عدمها ..

لكنك لن تسمع لها حديثا عن الجرائم التي تقوم بها أحرار الشام ضد المهاجرين والمنتسبين إلى الدولة الإسلامية .

الجزيرة لديها من أساليب الكذب والحيل ما يجعلك تشك في نفسك ..فكيف إذا تعلق الأمر بدولة يحاربها العالم كله ويتنافس الإعلام في شيطنتها !

هل صحيح أن الإعلام لا يشيطن إلا الشياطين ؟

و لماذا هذه الشيطنة للدولة الإسلامية دون غيرها من الفصائل ؟

إن الدولة الإسلامية هي العقبة الكأداء أمام مؤتمر جنيف, فكل مرة يتم تأجيله لأنه لا يجد أرضية لتطبيق قراراته في ظل هيمنة الدولة الإسلامية ..

ما يسعى إليه مؤتمر جنيف هو التمكين لحكومة بديلة عن بشار تقوم بمهمته وتؤدي الدور الذي كان يؤديه , حكومة عميلة ترعى مصالح الغرب وتتشدق بالوطنية على شاكلة الحكومات التي صنعها الاستعمار.

وإن نجحت الفصائل لا قدر الله في إقصاء الدولة فسوف تكون أول نتيجة ذالك هي انعقاد مؤتمر جنيف والتمكين لتلك الحكومة التي ذكرنا .

ما معنى أن يتعاطى العالم مع جبهة النصرة إعلاميا وفي الوقت نفسه يبني جدارا من التعتيم على الدولة الإسلامية -لا يخرقه سوى بعض الأنباء الكاذبة بقصد التشويه- مع أنهم يعتبرون الجميع إرهابيا ؟

طبعا الإرهابيون بلا دولة بالنسبة لهم أفضل من الإرهابيين مع الدولة .. ولا يسقي المر إلا ما هو أمر منه !

فمسألة التغاضي عن جبهة النصرة بعض الشيء لا تعدو كونها من باب : قطّع اللحم إلى اجزاء صغيرة حتى لا تغص به.

*****

إلى حد الساعة لا يستطيع خصوم الدولة الجهر برفضهم لقيام الدولة الإسلامية من حيث المبدأ وليست لديهم أي شبه في هذا المجال لأن المسألة واضحة .

ولهذا فهم يعتمدون في الدرجة الأساس على تشويه المجاهدين ليقولوا للناس : نحن لسنا ضد فكرة الدولة ولكنا ضد هؤلاء الذين تبنوا مشروعها ..

وهي الطريقة نفسها التي سعوا من خلالها إلى محاربة الجهاد سابقا , فقالوا : نحن لسنا ضد الجهاد , ولكنا ضد جهاد هؤلاء.

إذا كنتم لا تعترفون بشرعية الدولة الإسلامية في العراق والشام فما هي الدولة الشرعية التي تبحثون عنها ..

لنفرض لا قدر الله أن الدولة الإسلامية انسحبت وفككت نفسها واختفت من الوجود , فما هي الدولة البديلة بالنسبة لكم ؟

وما هي آلية صناعة الدولة التي تعتبرونها سليمة مائة بالمائة ؟

إن الرافضين لبيعة الدولة لا يخرجون عن عدة احتمالات :

1- إما أن يكونوا رافضين لمشروع الدولة الإسلامية لأنهم لا يريدون إلا دولة علمانية , ولا شك في وجوب قتال هؤلاء .

2- وإما أن يكونوا قابلين للدولة الإسلامية من حيث المبدأ ولكنهم يريدون دولة إسلامية خاصة بسوريا ولا علاقة لها بالعراق , فهؤلاء يعتمدون على طرح غير إسلامي وينظّرون للإسلام بطريقة غير إسلامية , فالدولة الإسلامية لا حدود لها مع المسلمين .

أليس من مخالفة الشرع أن يقال للمجاهدين الذين قدموا لنصرة أهل الشام : لا حق لكم في إقامة إمارة في هذا البلد, الحق لأهل البلد وحدهم ؟

أليسوا هم أيضا من أهل البلد ما دام بلدا مسلما ؟

أم أنه من السائغ أن يقول أهل حمص مثلا : لا يتأمرن علينا أحد من أهل حلب ؟

ما هو الفرق بين علاقة حمص بحلب وعلاقة حمص ببغداد إن لم يكن تلك الخطوط التي خطها سايكس وبيكو وهما يتسليان ..ثم صار بعض أبناء الامة اليوم يموت دونها ويجعلها حدا للولاء والبراء !!

3- وإما أن يكونوا قابلين للدولة الإسلامية في العراق والشام من حيث المبدأ ولكنهم يرون تأجيل هذا الأمر والاستمرار في القتال تحت رايات مختلفة .

وهذا أمر غير مشروع لما تقرر في الشرع من وجوب المبادرة إلى نصب الإمام .

أما بالنسبة لمسألة التحكيم التي دندنوا حولها كثيرا : فهناك فرق بين الدولة وآحاد الناس

التحكيم يكون بين أفراد وأفراد وبين دولة ودولة , لكن لا يكون بين دولة وأفراد ..

بل يجب أن يخضع الأفراد للمحاكم التي تقيمها الدولة ..

لا يمكن أن تحكم الدولة الإسلامية على نفسها حكما مزدوجا بحيث تعتبر نفسها دولة ثم تتعامل مع الناس كما لو كانت أفرادا أو جماعة كسائر الجماعات الصغيرة ..

هل إذا قامت الدولة بدعوة النظام السعودي إلى التحاكم معها إلى لجنة مشتركة بينها وبينه تبحث في جرائمه ضد المجاهدين ودعمه للصحوات وعمالته للأمريكان ..هل سيستجيب النظام السعودي ..

وإذا لم يستجب هل ستعتبره هيئة كبار العلماء لأول مرة في التاريخ معرضا عن شرع الله ؟

لماذا يعتبر المخالفون للدولة أن لهم الحق في عدم الاعتراف بالمحاكم الشرعية التي أقامتها الدولة, وأن الدولة ليس لها الحق في عدم الاستجابة لما دعوا إليه من التحكيم ..؟

إن هؤلاء الذين يحتجون بمسألة التحكيم لا يزعمون أنهم دولة ولكنهم يتصرفون كما لو أنهم هم دولة ..!

إن أراد المخالفون للدولة التحاكم إلى الشرع في خلافهم معها استجابة لقوله تعالى : {وإن تنازعتم في شيء فردوه إلى الله والرسول إن كنتم تؤمنون بالله واليوم الآخر} إن أرادوا ذالك فهذا المطلب مشروع والامتثال له واجب , لكن يجب ان يبدأ من نقطة الخلاف وهي : هل الدولة الإسلامية دولة شرعية ؟

وإذا كانت دولة شرعية فهل يتعين على الجماعات الموجودة مبايعتها ؟

أعتقد أن الجواب على هذه الأسئلة بالأدلة الشرعية هو الذي سيحسم الخلاف أو يظهر المخطئ من المصيب .

الدولة تقول لكل المخالفين لها : إذا أردتم التعامل معنا فتعاملوا معنا كما تتعاملون مع الدول..

وإن رفضتم اعتبارنا دولة فليكن رفضكم مبنيا على أساس شرعي ..

أما أن تتهربوا من نقاش هذه المسألة وتخالفوا الشرع بعدم الاعتراف بالدولة الإسلامية -التي يعلم كل صبي من المسلمين وجوب السعي إلى إقامتها ووجوب المسارعة إلى بيعتها بعد إقامتها- ثم تريدون أن تجعلوا هذه المخالفة أساسا تنطلقون منه وتريدون من الدولة أن تجاريكم فيه فذالك ما لا يكون .

******

إن الشرعية في باب الإمامة إما أن تكون من خلال البيعة وإما أن تكون من خلال القوة ..

وكل من يرفض الخضوع للبيعة فهو لا يريد الخضوع إلا للقوة .

فالرافضون لبيعة الدولة الإسلامية يقولون بلسان حالهم : لن نخضع للدولة على أساس شرعيتها وإنما سنخضع لها حين تفرض علينا نفسها , ولهذا كنا خاضعين للنظام النصيري ..!!

وإني لأعجب من شيوخ جعلوا المحدد الوحيد للشرعية هو القوة من خلال رفضهم للبيعة ثم بعد ذالك يعتبرون الدولة الإسلامية باغية حينما تسعى إلى فرض سلطتها في أماكن نفوذها بالقوة ..

لقد أمر النبي صلى الله عليه وسلم بالانقياد لبيعة أول من يبايع وقتال كل من يدعو إلى بيعة ثانية ..

والذي يرفض البيعة مطلقا أشد جرما ممن جاء يدعو إلى بيعة ثانية ..

لأنه جمع بين معصيتين : معصية الخروج على الأمير المبايع , ومعصية الدعوة إلى تفرق المسلمين وبقائهم بلا إمام .

عندما تحدث البيعة يجب على المسلمين الاستجابة لها طواعية , ويتعين ذالك على الأقرب فالأقرب , وعندما لا يستجيب البعض للبيعة طواعية يجب أن تفرض عليه بالقوة ..

إذ لا حق لأحد في تفريق كلمة المسلمين , ولا حق لأحد في طلب البيعة الشرعية بعد وجودها ولا حق له في الإعراض عنها بعد عقدها.

والدولة الإسلامية التي بايعها المسلمون في العراق والشام يتعين عليها دعوة الناس في مناطق نفوذها إلى البيعة, ومن رفض الاستجابة للبيعة بلا برهان شرعي فلا حل إلا أن تفرض عليه بالقوة .

هناك حقيقة ينبغي ألا نغفل عنها وهي ان الدولة الإسلامية في هذه الفترة لا يمكن أن تتوسع وتتمدد إلا من خلال فرض نفسها ووجودها , نظرا للحالة الفسيفسائية التي تتوزع عليها الأفكار والجماعات وتعصب كل طرف لنفسه وجماعته ورفضه لأي مشروع للدولة لم يتم طرحه من طرف جماعته ..

كما أن الناس اليوم لا يعرفون الاستجابة الطواعية للبيعة , بسبب طول مسيرتهم مع الحكام الطغاة, فلم يعودوا يخضعون إلا لمن يقهرهم بالسيف ..!

لكأنما رسخ في أذهانهم أن الأولى بالحكم هو صاحب القوة ..

وأما من عداه فلا حق له في الشرعية والطاعة, حتى وإن كان هو صاحب البيعة الشرعية ..

والشريعة الإسلامية جعلت لكل نمط من المبشر نوعا من الخطاب حسب مستواه وفهمه ..

فمن كان يفهم الخطاب الشرعي ويستجيب له خوطب بالوحي والبرهان ..

ومن كان لا يفهم إلا منطق القوة خوطب بالسيف والسنان ..

قال تعالى: { لقد أرسلنا رسلنا بالبينات وأنزلنا معهم الكتاب والميزان ليقوم الناس بالقسط وأنزلنا الحديد فيه بأس شديد ومنافع للناس وليعلم الله من ينصره ورسله بالغيب إن الله قوي عزيز}.

فما هو الا الوحي او حد مرهف ... يقيم ظباه أخدعي كل مائل

فهذا شفاء الداء من كل عاقل .... وهذا دواء الداء من كل جاهل

ولهذا نقول للمجاهدين في دولة الإسلام : لا تستعجلوا الأمر , فالكثير من الناس لن يقبل الخضوع للدولة إلا بعد ان تفرض عليه كواقع .

فينبغي ان توجد تعبئة إعلامية وحملة للدعوة إلى لانضمام للدولة وتكثير سوادها ..

وأن تقوم الدولة بدعوة الناس إلى البيعة بالحجة والبرهان , ومن لم يستجب فلا دواء له إلا أن يؤطر على الحق أطرا .

إن رفض البيعة (بلا موجب شرعي) ليس عذرا يمكن الاتكاء عليه أو حجة يمكن التعلل بها بل هو جريمة يستوجب صاحبها العقوبة ..

لقد كانت الردة في زمن الصديق رضي الله عنه مغلفة برفض البيعة حتى قال بعضهم : انقضت النبوة بموت النبي صلى الله عليه وسلام فلا نطيع أحدا بعده ..

وقال آخر :

أطعنا رسول الله ما عاش بيننا ... فيا لعباد الله ما لأبى بكر

أيورثها بكرا إذا مات بعده ... فتلك وبيت الله قاصمة الظهر

ومع ذالك فإن التعلل برفض البيعة لم يشفع لهؤلاء بل أجمع الصحابة على وجوب قتالهم .

وقضى على رضي الله عنه فترة خلافته كلها في القتال من أجل بسط النفوذ وإحكام القبضة .

قد يقول المخالفون للدولة : بأي سلطان تفرض علينا هذه الدولة نفسها ؟

والجواب : أنها تفرض نفسها بسلطان الشرع , ومن أعرض عن سلطان الشرع فرضت عليه نفسها بالقوة كما هو شأن كل من لم يزعه الشرع من المرتدين والخوارج والبغاة , والرافضون للبيعة داخلون في هذا الباب .

الممتنعون عن البيعة(بلا موجب شرعي) إذا قاتلوا الدولة وحملوا السلاح ضدها فهم طائفة ممتنعة عن الشريعة لأنهم امتنعوا عن شريعة من شرائع الإسلام وقاتلوا علي منعها , وقد نص شيخ الإسلام ابن تيمة على أن من امتنعوا عن رغيبة الفجر يقاتلون عليها قتال الطائفة الممتنعة عن الشريعة ..

فكيف إذا تعلق الأمر بشريعة من أهم الشرائع وهي البيعة الشرعية ؟

بل إن رفض البيعة (بلا موجب شرعي) عند عقدها لا يختلف في الحكم أو النتيجة عن الخروج عليها بعد عقدها وتوثيقها .

فالاعتراض على البيعة أو الاعراض عنها (بلا موجب شرعي) من الأسباب الموجبة للقتال .

وليس من الحكمة أن يقطع المجاهدون كل هذه المراحل في تأسيس الدولة الإسلامية , ثم يتركوا للناس الحرية في بيعتها أو المشاقة لها ..

إن توحيد الناس بالقوة خير من بقائهم فوضى بلا رائد ولا رادع ..وهو أهون الشرين .

النظام السعودي الآن يدرس في مدارسه أن المعارك التي خاضها عميل الإنجليز عبد العزيز بن سعود في الجزيرة العربية مدة 32سنة من أجل بسط نفوذه وكانت كلها ضد المسلمين وبمعونة من الإنجليز تعتبر كلها معارك من أجل توحيد البلاد .

قتل في هذه المعارك من قتل من المسلمين بالغدر والخيانة والظلم والعدوان حتى الإخوان الذين ساندوه أبادهم في النهاية.

واليوم يحتفل الشيوخ من كبار العلماء بتلك الجرائم على أنها معارك لتوحيد البلاد .

فهل يستطيع هؤلاء الشيوخ إنكار مشروعية توحيد البلاد بالقوة .

إذا كنتم تجيزون هذا لعميل الإنجليز من أجل توحيد البلاد أفلا تجيزونه للدولة من أجل توحيد الأمة ؟

فالسياسة التي تتبناها الدولة الآن تقوم على السعي إلى توحيد الصف والجبهة أمام عدو متحد .

قد يقول قائل : لماذا إذا اعترضتم على حماس عندما قتلت الشيخ أبا النور وإخوانه ؟

وجوبا على ذالك نقول : هناك فرقان في هذه المسألة :

1- حكومة حماس لم تطبق الشريعة وإنما فرضت على الناس القوانين الوضعية والديمقراطية الشركية , وحكومة هذا حالها لا يجوز الخضوع لها , وقد قال لهم الشيخ أبو النور رحمة الله عليه : إذا طبقتم الشريعة فسوف نكون لكم خدامين .

ومن هذا حاله فلا يوصف بأنه ممتنع عن البيعة الشرعية بل هو ممتنع من الخضوع للقوانين الوضعية .

2-أن حكومة حماس تعاملت مع الإخوة بقوة مفرطة كان بإمكانها التعامل بما هو اخف منها عشر مرات , وكان بإمكانها أن تأسر الإخوة الذين كان معظمهم يريد الاستسلام ,لكن حماس لم تكن تريد إلا إبادتهم وقتلهم وقد فعلت .

ولهذا نقول : إن استخدام القوة في فرض البيعة يجب أن يكون محكوما بالضوابط الشرعية لا بمجرد التشهي وحب الانتقام, كما هو حال من لا يتقيد بالشرع .

*******

وفي الختام :

نقول للمخالفين للدولة الإسلامية : إذا كانت الدولة بالفعل قد بدرت منها بعض الأخطاء فيجب عليها أن تعترف بأخطائها وأن تقوم بتصحيحها ..

ومع ذالك ..تبقى الدولة هي الدولة , وهي صاحبة البيعة الشرعية, والسمع والطاعة لها واجب. كما قال النبي صلى الله عليه وسلم "تسمع وتطيع وإن ضرب ظهرك وأخذ مالك" .

فكون ولي الأمر اعتراه شيء من الظلم العارض فتلك مسألة لا علاقة لها بقضية الشرعية.

فالشرعية قائمة على أساس وجود البيعة وتحقق الشروط في المبايع وأما الظلم والخطأ فلا أثر له على مسألة الشرعية .

البعض يخير الدولة : إما أن تكون ملكا وإما أن تكون شيطانا , وهذا ظلم وجور .

ونقول للمجاهدين في مشارق الأرض ومغاربها في مصر والسودان واليمن وليبيا وتونس وأوروبا وسائر بقاع الأرض : هبوا لنصرة إخوانكم في الدولة الإسلامية وساهموا في رد هذه الهجمة الشرسة التي تشن عليها ..

إن الدولة الإسلامية هي أملنا اليوم في نهوض الأمة فاستنهضوا كل طاقاتكم من أجل نصرتها , فإن الأعداء لما أدركوا حقيقتها وشدة خطرها استنهضوا كل طاقاتهم من اجل القضاء عليها .

إن معركة الدولة هي معركة الأمة اليوم , وقد قال مستشار الأمن القومي إيريك إيدلمان : "مستقبل العراق إما سيشجع الإرهابيين على توسيع دائرة عملهم ليقيموا الخلافة وإما أن يتنتج عنه القضاء عليهم" .

فالقضاء على مشروع الدولة الإسلامية قضاء على المشروع الجهادي برمته .

ونقول لفرسان الإعلام الجهادي :هذا وقتكم فهبوا لنصرة الدولة والذب عن عرض مجاهديها.

فهذه الحملة الإعلامية الشرسة ضد الدولة ينبغي أن تواجه بحملة إعلامية تظهر محاسنها ومدى شرعيتها وترد على الشبهات الباطلة والأكاذيب التي تفترى ضدها .

ذبوا عن عرض إخوانكم ذب الله عنكم النار يوم القيامة ..

عن أسماء بنت يزيد، عن النبي صلى الله عليه وسلم قال: (من ذب عن عرض أخيه بالمغيب كان حقا على الله عز وجل أن يعتقه من النار)رواه الطبراني في المعجم الكبير .

و نقول لأهل الإيمان والمحبين لدولة الإسلام : إن هذه الهجمة الشرسة على الدولة لن تزيدها إلا قوة بإذن الله ..

ووالله الذي لا إله إلا هو إني لعلى يقين بأنها منصورة ظافرة لأنها هي الطائفة المنصورة في هذا الزمان .

في العراق قامت جماعات تدعي الجهاد بتأييد من أعداء الجهاد وسقطت هذه الجماعات وبقيت الدولة شامخة .

واليوم قامت في الشام جماعات تدعي الجهاد بدعم وتأييد من أعداء الجهاد وسوف تسقط إن شاء الله وتبقى الدولة شامخة .

فلا تحزنوا ..وكونوا على يقين وثقة من وعد الله .

والله غالب على أمره لكن أكثر الناس لا يعلمون .

كتبه نصرة للطائفة المنصورة :

أبو المنذر الشنقيطي

الأربعاء 6 ربيع الأول 1435 هــ

8 / 1 / 2014 م
 
İkrime Çevrimdışı

İkrime

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Paylaştığım yazıyı okuyuptamı cevap yazdın ?
 
Tora Bora Çevrimdışı

Tora Bora

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
HALIFENIN ELBISESI 1-2

Şeyh Ebu Katade el Filistini: Halifenin elbisesi (1. ve 2. bölüm)
Yayınlama zamanı: 20 Temmuz 2014, 00:18

"Nuhbatu'l Fikar", "Ebu Katade el Filistini" olarak bilinen Şeyh Ömer Mahmud Ömer (Allah esaretten kurtarsın)'in IŞİD grubunun hilafet ilanı üzerine bir reddiye yayınladı. Şeyh Ebu Katade'nin bu reddiyeyi Ürdün'de cezaevinde yazdığı biliniyor.

***

Şeyh Ebu Katade el Filistini: Halifenin elbisesi

Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Salat ve selam emin olan Muhammed’e, ailesine ve tüm ashabı üzerine olsun.

Irak-Şam İslam devleti cemaati örgütünün kendi medyalarında yayınladıkları; ‘onların ve emirlerinin Müslümanların cemaati’ yani ‘büyük İslami hilafet’ olduklarını açıklamaları yayılmış ve sabit olmuştur. Dünya Müslümanlarının genelini, bu anlam üzere emirlerine bey’ata çağırmışlardır. Bu, daha önce Suriye-Şam’daki kardeşler tarafından yapacakları haberini aldığım bir durumdur. Birkaç kez benden bu fiilin şer’i yönünü yazmamı talep ettiler. Yine sabırlı şeyhimiz Ebu Muhammed El-Makdisi daha önce kesin olarak örgütün kendileriyle Nusret cephesi arasında mahkemeyi reddettikleri ve buna da, onların devlet oldukları devletin ise mahkeme için bir başkasıyla oturmasının ne dinden nede tarihten olmadığı (bu bir yalan ve sapkınlık iddiasıdır) deliliyle mahkemeyi reddetmeleri üzerine benden bu konuda yazmamı talep etmişti. Yanımda bulunan kardeşlere, devlet örgütünün iki yönden sapkınlığa düştüklerini söylemiştim:

Birincisi: Cahillikte geçmişi olan [Burada “geçmişi olan” cümlesine dikkat edilmelidir, söz konusu olan şu anda ilan edilen hilafet değil daha önceleri İngiltere’de ilan edilen bir hilafettir. (Mütercim)] hilafet cemaatinin civcivleri, hilafetin (imametu’l-Uzma’nın) hakikatinin, Müslümanlardan birisinin ehli beytten olan birisine bey’at etmesiyle olacağını iddia ettiler. Bu yüce kavramın şer’i hakikatinin gerçekleşmesi için bu gerekliymiş! Benim onlara karşı söyleyeceğim uzun sözlerim bulunuyordu; şöyle ki, ilme yeni başlayan herkese onların cehaletleri çok açıktır. Oturaklı bir ilim talebesi ise, bu iddialardaki cehaleti görecektir. İddia olunan halifeye söylediğim son sözlerim şunlar olmuştur: “Sizin yolunuz Rafizilerle haricilerin dalaletlerini bir arada bulundurmaktadır. Rafizilerden almanıza gelince, bu onların yok olan (bu on ikinci imamları Muhammed b. Hasan El-Askeri’dir) bir kimseyi imam olarak adlandırmalarıdır. İlim ehli, bu mananın bozukluğu meselesini bitirmişlerdir. Şeyhu’l-İslam İbnTeymiyye’ninMinhacu’s-sunnetin-Nebeviyye kitabında akil kimseler ve Ehli-Sunnet katında imametin anlamına dair sözleri düşünüldüğünde, bu anlamın hemşer’an hem de aklen bozukluğu görülebilir.” Onlara şöyle dedim: “Lafızlara anlamlarını kazandıran –hatta şer’i olanları bile- kevni hakikatlerdir. Hilafet, bir hakikatin ismidir, anlamı anlaşılmayan; iddia ettikleri gibi,hiç var olmayan bir şey üzerine konulmasıyla şer’i hakikati oluşan bir isim değildir.” Onların cevapları, bu imamet şartlarının şeriatla sabit olmadığıydı. Sürekli dile getirdikleri ise, Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisiydi:

“Allah’ın kitabında olmayan her şart batıldır.”

Onlara hilafet, imamet ve imaret kelimelerinin hakikatini ve sadece bu hakikatlerin maksatları gerçekleştireceğini, bu anlamlardan hali olduğunda ise şer’i ismin ondan kalkacağını açıklamak için var gücümü ortaya koydum. Bunlar, çocukların bile anlayabileceği sözlerdir. Onların ise sürekli cevapları şöyleydi: “Bunlar bizim anlayamayacağım türden bir felsefedir.”

Onlarla birçok meclislerde bir araya geldim, tüm çabaları, itikatları üzerine benden bir tezkiye alabilmekti. Benim ısrarım ise şu yöndeydi: “-Eğer sizin hakkınızda hüsnü zan besleyecek olursak- siz yalnızca Müslümanlardan bir cemaatsiniz Müslümanların cemaati değilsiniz. Kuruntu olan bir şeyi (onlara göre hilafet sözcüğü) şer’i bir isim olarak adlandırdınız. Sizler bu konuda rafizilerinmenheci üzerinesiniz. Onlar, bu konuda en çok kuruntulara düşenlerdir. Şöyle ki, gaip olan yoku, imam olarak adlandırıp onun üzerine imamet hükümleri, hatta daha fazlasını belirlerler.

Haricilere benzemenize gelince, sizler onlarda bulunan en büyük şerri getirdiniz, bu anlamda size muhalif olanları tekfir ettiniz. Onların halifeleri ve en önceki fakihleri bana bu itikatta olduklarını, yani halifelerine bey’at etmeyenlerin tekfir edileceği inancında olduklarını söyledi. Ancak şunu da söylediler: “Bizim bu itikadımız (halife ve fakih) değişmiştir. Her ne kadar bazılarımız bu itikat üzere olsak ta bu, üzerine velayet kurduğumuz bir mesele değildir.” Onlara göre bu, ihtilafın olabileceği ama ayrılmanın olamayacağı tartışmalı konulardandır. Başlangıçta bu itikada sahipken, malları ve kanları helal görme konularında birçok cahillikler vuku bulmuştur. Burası, -başkalarından önce kendilerinin de itiraf ettikleri- onların tarihlerinin yazılma yeri değildir. Benimle halifeleri ve fakihleri arasında mesele, -geçen konuları onlara belirtmemle birlikte- hoş sohbet üzere geçti.

Bununla birlikte onlara tabi olanlardan bazılarının bana küfür hükmünü geçerli gördüklerini de biliyorum. Onlardan birisi, benim hakkımda bu hükmü yayıyor, mescitlerdeki umumi meclislerinde bunu açıkça belirtiyordu. Bir gün şeyhlerimizden birisi olan Ebu İyad benim haberim olmadan benimle onun arasında bir oturum düzenledi. Bu kişi onlar arasında saygın birisidir. Daima benimle bir araya gelmekten kaçınır ve benimle tartışmazdı. Ebu İyad’ın evinde onun yanına geldiğimde kendimi takdim edene kadar beni tanımadı. Kendimi takdim etmem üzerine çıkmaya yeltendi, ancak cömert ev sahibi tarafından oturmaya zorlandı. Konuşmanın başlamasından sonra –şeyh Ebu İyad’da olanlara şahitlik etmekteydi- hilafet cemaati arasında önde gelen bu şahsiyet sadece benim kafir olduğumu tekrarladı. Ona tekfir meseleleriyle ilgili bazı sorular sordum, sorduğum sorular tekfirin temel konuları olmasına rağmen, cehaletten başka bir şey görmedim. Terlemeye başlayınca, ona üzüldüm ve ev sahibine onu bırakmasını belirttim ve oda gitti.

Tekfir sebebi, benim şeriattan başka bir şeyle muhakeme olunmayı caiz gördüğüm iddiasıydı. Bunun nedeni ise, bir gün benim bir mesele hakkında, ‘bunun zulmü def etmede yardım alma babından olduğu mahkeme meselesinden olmadığı’ cevabını vermemdi. O, tartışmalarda, eşyalarda ya da anlamlarda hüküm talep ediyordu, söylediklerimden hiçbir şey anlamamıştı. Şeyhimiz Ebu Muhammed El-Makdisi tarafından, bu adamın bu gün devlet örgütü yanında olduğu, muhalif olan Müslümanları tekfirdeki cüretinden dolayı hapse atıldığı haberi geldi. Bana göre bu, önceki hilafet cemaatinin bu örgüte (IŞİD’e) girdiği ve onlara etki ettiğine delalet etmektedir. Hilafet cemaatinin ilk olana bey’at edilmesine çağırdıklarını biliyorum. Devlet cemaatine de batıl bir anlam üzerine hilafete çağırma bidati sirayet etmiştir. Ancak o halifeyi kabul etmemişlerdir; yani fikir ve akideyi alıp bunları emirleri Ebu Bekir El-Bağdadi’ye giydirmişlerdir.

Bu, IŞİD cemaatindeki ilk sapmanın kaynağıdır. Örgüt ve mekan olarak devlet cemaatinin haricinde olan bazıları, Bağdadi’ye hilafet bey’ati verilmesine çağırıyordu. Dışarıdan bakan kimseler nazarında bu durum, cehalet, acelecilik ve ihtilaf tutuşturulmasına yoruluyordu. Devlet cemaatinde bu anlam, -onların kendileriyle muhalifleri arasında muhakemeyi reddetmelerindeki sözlerini iyi tetkik edenlerin dışında- açık bir şekilde görülemiyordu. Şeyhimiz Ebu Muhammed onlardaki bu hastalığa uyarıda bulunanlar arasındadır. Zira onlarla aralarında yazışmaları ve sohbetleri bulunuyordu. Bununla birlikte mesullerinden bazıları tarafından bu cahillikler fışkırmıştır, şöyle demiştir: “Kuşkusuz imamet dinin asıllarındandır. Bu, tekfir ve imanın yeridir!”

Devlet cemaatindeki ikinci sapma kaynağı ise, tevakkuf ve araştırma cemaatlerinin ve haklarında tekfir cemaatleri denilen aşırı cemaatlerin kalıntılarıdır. Bunlardan bazıları daha işin başlangıcında cihada çıkmıştır, ben onlardan bazılarının isimlerini de bilmekteyim. Bu kimseler, bazılarının kafalarında şer doğurmuşlardır. Yine bunların sözlerinin, bir anda derin cehalet çukurundan çıkıp dindarlık haline girerek iyileşen ve cihada çıkan yeni gençlerin zihinlerinde büyük etkileri vardır. Bu tür kimseler, Müslüman olduklarında acemlerin durumu gibidir. Eğer sünnet sahibine ulaşırsa hidayet bulur, aksi halde -önceki imamların da söylediği gibi- fesatları büyük olur. Bu nedenle bunların tabilerinin genelinin dindarlığa yeni başlamış olan cahillerden olduklarını, cehaletlerinin onları ilmi meselelerin darlıklarını kavramaktan aciz bıraktıkları görülür. Fıkhın dar konularındaki şer’i hükümleri vakıaya indirmenin bir fakih tarafından karşılaşılan en çetrefilli konu olduğu ilim ehli tarafından malumdur. Bu durumda muayyen şahıslar ve cemaatler hakkında iman-küfür hükümleri, nasıl olurda sular, abdest ve namaz konularını bilmeyen bir cahilin eline verilebilir?

Bu kimselerin insanlara ve cemaatlere küfür hükümlerini indirgemede benim sözlerimle hüccet getirdikleri bana çok kez ulaşmıştır. Hatta onlardan bazıları benim sözlerimi fesadının sebebi ve dalaletinin kaynağı haline getirmiştir. Bu kimseler, -haricilerin rabbimizin kelamıyla delil getirdikleri gibi- genel kaidelerinde şer’i sözlerle herkesin delil getirebileceğini unutmuşlardır. Ancak hidayet ve dalalet, bu kaidelerin indirgenmesi, şartlarının ve manilerinin bilinmesindedir. Bu, insanların ayrılığa düştükleri konudur, hatta bu konuda ilim ve din bakımından onların seviyeleri birbirlerinden çok farklıdır.

Konum, hasetçi ya da kindarın tedavi konumu değildir, aksi halde kişi daha fazla şeyler söyleyebilir. Ancak beni yakından tanıyan ve sözlerimi tetkik ile okuyan herkes, insanların benim hakkımda söyledikleri yalanlarla benim itikadımın hakikatini bilebilir. Yine beni tanıyan herkes, benim fertlerin ve cemaatlerin tekfirinde kolaycı davranmaktan şiddetle imtina ettiğimi bilir. Sürekli bu tür cehaletlerin cihad akımına girmesine engel olup bunları açmam ve bunlara karşı savaşta birçok girişimlerde bulunmam, bu konuda muvaffakiyet olarak bana yeter. Şu anda on üç seneye yakın süredir hapisteyim. Cihad yolculuğu, bu yolu düzenleyip kapılarını açan ilk erkekleri tüketmiştir. Onlar rablerine şehidler olarak gitmişler, geriye ise bu yolun yapısını ve usulünü bilen küçük bir azınlık kalmıştır. Onların geneli de, ya hapiste ya da aranmaktadır.

Bu yolculuk esnasında yeni türeyenler oldu, bidatler ve hevalar serpiştirildi ve bir araya yığıldı. Hilafet cemaati gibi aşırılık ve yeni bidat ehli, cehaletin körlüklerinden yeni çıkan insanlar ve gençlerle baş başa kalmayı başardı. Bunların geneli acemlere benzemektedir, bunlar aşırılık ve sapmanın ham maddesidir. Bu nedenle her gün yeni bir şey duymamız tuhaf değildir. Eğer kişi özgür olmuş olsaydı çatışmada eşit olabilirdi. Lakin insanlara ancak zorluk ve sıkıntılarla ulaşabilecek olan bir kelam yazılması, hatta konuşmaman ve başkalarının galibiyetleri üzere kalıp cehaletleriyle diledikleri şekilde gezip dolaşmaları üzerine savaşmaya maruz kalınmaktadır. Bununla birlikte sefalet bu muhalefetten ayrılmamaktadır. Sana kalbindeki hastalıkları atmaktadır ve halinden İslam ehlinin hasımları katında “faydalı gafil” olduğunu da bilmektedir. Onlar, onun hareketini sevinçle beklemektedirler. Onun aşırılığını, insanların cihad kervanına katılmalarına engel olmada bir can simidi görmektedirler. Çünkü hayat, -Allahu teâlâ’nın emrettiği üzere- ancak adalet ve iyilikle düzelebilir. Maksat, kardeşlerin gönderdikleri talepleri çoktur ve hepsi de acı ve gönül çekmeler içermektedir. Kişi bunlar karşısında gözyaşları ve keşkelerin dışında bir cevap bulamıyor. Onun hali, şu sözleri söyleyenin hali gibidir:

Keşke, keşke hiçbir yarar sağlayabilir mi?

Keşke gençlik satılsaydı da onu satın alsaydım!

Eğer yazılacak olsa, ‘nasıl gönderileceği?’ sorusu doğmaktadır. Gönderilecek olsa; soru soran ve muhalif nasıl cevap verecektir? Kişi bu şekilde öğüt veren kardeşlerin önünde kalıyor: “Uzun yazma ki geçirebilelim!” Hamd alemlerin rabbi olan Allah’adır.

İmametu’l-uzma/hilafet konusuyla ilgili olarak kişi bu konuda Ehli-Sunnet’te yeni bir şey bulunmadığını bilmelidir. Önceki ilim ehli bu meseleyi bitirmiş, bununla ilgili tüm hüküm ve kavramları incelemişlerdir. İslam tarihinde birçok büyük hadiseler ve türlü davalar vuku bulmuş ve bu konularla ilgili olarak ilim ehli birçok şeyler yazmıştır.

Sunni hilafetin karşısında sapıkların ve bidat ehlinin şaz görüşleri türemiştir. Buna binaen hilafet konusu olgunlaşan ve yanan ilimlerle birlikte nitelenir olmuştur. Bu nedenle kişinin burada söyleyecekleri, eski sözlerin yeni kalıplarda sunulması ya da geçen hükümlerin alınıp yeni vakıaya indirilmesinden öteye gitmeyecektir. Bu gün bu konuda yazanların ulaşabilecekleri de onlarla sınırlı olabilecektir. Bunları söylememin nedeni, bu yeni neslin usullerinin derinliklerini detaylı bir şekilde incelemem ve bunlardan bahsetmemden sonra bunun IŞİD cemaatine sirayet etmiş olmasıdır. Onlar, başkalarının kaçırdıklarını bulduklarını iddia etmekte ve genel olarak cemaatlerin özelde ise cihad cemaatlerinin fesadının sebebinin, (getirmiş oldukları şekil üzere) hilafet kavramının ve anlamının bu cemaatlerin zihinlerinde yitirilmesi olduğunu savunmaktadırlar. Bu gün “halife”nin ibareleri yanımdadır ve İslam devleti cemaatinin resmi sözcüsü olarak adlandırılan cahil Adnani’nin söylediklerinin aynısıdır. Şöyle ki, hikmetli Dr. Eymen Ez-Zevahiri’ye reddiyesindeki açıklamasında, onu aralarında çıkan ihtilafı çözmeye çağırmış ve bu çözümünde hilafetin ilanı olduğunu söylemiştir. Hilafetin ilanındaki birinci açıklama da bu anlamı tekit etmektedir. Şöyle ki, hilafeti ilanlarını, ‘Müslümanların kalan emellerini gerçekleştirme’ olarak saymıştır. Sanki istenilen her şey gerçekleşmiş geriye sadece bu kavmin keşfettiği bu konu kalmıştır!

Başlangıç olarak nasihat dinleyen ve hakkı arayan kardeşlerime, bu ilanın cahiliye ile olan yüzleşmede bir şeyi değiştirmeyeceğini bildirmeliyim. Bu ilan, Bağdadi, Adnani ve beraberinde olanların cemaatinin gücünü artırmayacağı gibi cahiliyenin saflarını da zayıflatmayacaktır. Genel olarak cihad cemaatleri tek bir yol üzereydiler, hatta onların çoğunluğu tek bir emirlik üzereydiler ki buda hikmetli doktora olan bey’attır. Buna hilafet isminin dahil olması, din düşmanlarıyla olan çatışma ve yüzleşmenin vakıasından bir şeyi değiştirmeyecektir. Bu hilafet çağrısının hakikati, yeryüzünde çalışan, Yemen, Somali, Cezair, Kafkaslar, Afganistan, Mısır ve Şam beldelerinin genelinde bulunan cihad cemaatlerine yöneliktir, Müslümanların geneline değil. Bu ilan onları ilgilendirmeyecektir, ancak ilanın hayatın değerlerinden bir değer olma yönüyle ilgileneceklerdir. Bu nedenle bu ilanın şerri kesindir ve bunda bir hayır bulunmamaktadır. Çünkü bu, emirlik ve önderlik için çatışma türündendir. Bu ise, İslam tarihinin en büyük şerlerindendir. Müslüman bir kimse genel olarak İslam tarihinin tüm yönleriyle iftihar edebilir, ancak emirlik konusuna geldiğinde göreceği, karanlıklar, haset, haram olan kanların akıtılması, çokça dünya ve çok azda ahiretten duyacaktır.

Devlet cemaatinin yaptığı, kendileriyle hasımları arasında olan cihad cemaatlerinin önderliğinin (yani El-Kaide cemaatinin) ihtilaflarını açık bir şekilde kan akıtmaya götürme ve bu haram kan akıtmaya da şer’i bir nitelik vermedir. Şöyle ki, mürekkep cahil Adnani’nin açıklamaları üzerine ortada bağilerin fıkhını görmekteyiz. İtaat asasını yaranları, hükmünün kan ve öldürülme olmasıyla tehdit etmiştir. Hatta cehennem köpeklerinin, (önceki taraftarlarının ve hilafet cemaatinin yaptığı gibi) imamlarına ve emirlerine muhalefet edenleri tekfir ettiklerini görmekteyiz. Her ne kadar bu türden işler başta ortaya çıkmayıp –hilafeti ilanlarından önce bunlarda gördüğümüz üzere- sonradan sızsa da, bu durum bunlarda da böyle olacaktır. Çünkü onların Cebhetu’n-Nusra ile olan ihtilafları, emirlik ve komutanlık üzereyken daha sonraları bu tekfir ve kanların helal görülmesine dönmüştür. Cemaatlerin tarihlerini okuyan bir kimse, hevaların şeriat ve din delilleriyle saptırılmasına şaşırmayacaktır. Bu ise, bunların getireceği en kolay şeydir.

Eğer gerçekten bu örgütte yönetici oysa;ki ben bu konudan şüphe duymaktayım, zira birçok işaretler adamın diğerleriyle olan durumunun Muhammed b. Abdullah El-Kahtani’nin (sahte Mehdi’nin) Cuheyman ile olan durumu gibi olduğunu göstermektedir; şöyle ki, bu haber ve manaları bana ulaştıranlardan anladığıma göre, psikolojik zayıflık yönetimin Adnani ve benzerleri gibilerine verilmesini gerçekleştirmektedir. Ben derim ki, Bağdadi’nin hilafetin ilanıyla istediği, Şam beldelerindeki cihad emirliği hususunda kendileriyle Nusra cemaati arasında vuku bulan şiddetli ihtilafların önünü kesmektir. Özellikle de ‘boyunlarında Dr. Eymen’e bir bey’atları bulunmadığı’ yalanlarının ortaya çıkmasından sonra. Bağdadi kış uykusu haletindedir, cevap vermeye ve reddetmeye güç yetirememektedir. Zira onun yerine sövmeyi ve taşlamayı çok iyi beceren birisi bulunmaktadır. Hatta cemaat bu konuda şeriatla konuşacak bir melekeye sahip bir ilim talebesinden yoksun duruma düşmüştür. Eğer birisi çıkıp konuşacak olsa musibetler ve felaketler getirmektedir. Bunun dışında geriye sadece sesin yükseltilmesi, uyarı, ölümle ve kan akıtılmayla tehdit kalmıştır.

Zannettikleri üzere bu çıkış, problemlerin çözümü ve iddia ettikleri üzere Müslümanların rüyasını gerçekleştirmek içindi. Cahiller sevinecekler, ancak vakıada ihtilaf daha da derinleşecektir. Şüphesiz daha fazla kan akıtılacaktır. Bununla daha işin başında bile bu durumun Allahu teâlâ'nın dinindeki hükmü bilinmektedir.

Bir şeyin hükmünü bilmekten aciz kaldığında, onun sonucuna bak ve akacak olan kanların mürtedlerin ve zındıkların kanları değil mücahidlerin kanları olduğunu hatırla! Akıl, din ve hikmet ehli olan kimselerin buna alternatifleri vardı ki bu, önce uyum sağlanması sonra üzerine bina edilmesiydi. Ancak bu, -ileride açıklayacağım üzere- sahabenin fıkhına ters olan bir gidişti. Eğer bu topluluğun yanında din, ahlak, takva ve ilim bulunmuş olsaydı uyumun gerçekleşmesi çok kolay olurdu. İnsanlar onları çok kez çağırdılar; çağırdıkları şey ise, şer’i mahkemeydi! Ancak onlar kibirlendiler ve bunu reddettiler. Kendilerini büyük gördüler, çünkü “devlet” örgütünün küçük örgütlerle mahkeme ve kadılık meclislerinde oturması yakışık almazmış! Onlardan olan iftiracılar ve yalanla ilim elbisesini giyenler buna gerekçe olarak, İslam tarihinin, bir devletin mahkeme için bir örgütle bir mecliste hiçbir zaman oturmadığını söylemiştir. Eğer bunlar Allahu teâlâ’nın “Eğer müminlerden olan iki taife…” ayetini ve annemiz Aişe’nin(radiyallahuanha) tefsirini okusalardı, Kuran ve sünnete karşı bu yalanları uydurmazlardı. Eğer Resulullah’ın(sallallahu aleyhi ve sellem)siyerini okusalardı, Kureyzeli Yahudilerle savaşta Sa’d b. Muaz’ın(radiyallahuanh) hükmünü nasıl kabul ettiğini görürlerdi. Eğer tarihi okusalardı, raşid halife Ali b. Ebu Talib’in(radiyallahuanh) kendisiyle Muaviye (radiyallahuanh) arasında mahkemeyi nasıl kabul ettiğini görürlerdi. Lakin cahilliklerin ardında giden bu örgütteki şer’îler bunlardır ve bundan ötürü de bu büyük felaketleri getirmişlerdir.

***

Ömrünü varlık arasında şeriatın hâkim olması ve milletler arasında Allah’ın dininin ikame olması için vakfeden bir adamdan;‘temenni ettiği en büyük şeyin,-bu hayırdan mahrum olan ve cahiliye hükmünün galip geldiği- Müslüman ülkelerine şer’i hilafetin gelmesi olduğunu’ söylemesi talep edilmez. Böyle bir isteği ancak sapık ya da Allahu teâlâ’nın dinine karşı çıkan birisi reddedebilir. Konu, imamet ve hilafetin şer’i oluşu değildir, fıkıh ve şer’i siyaset kitaplarında mezkûr olduğu üzere, bu hakkında icma edilmiş bir meseledir. Yine böyle bir adamdan, ilan edildiğinde, ‘bu gerçekleşenlerin onun hayali olmadığı, fakihlerin ve âlimlerin sözlerinden böyle bir şey anlamadığı ve nede bunun sahabe fıkhından olmadığını’ haykırması istenilemez. Kuşkusuz tefrika kötülenmiştir, bir anda iki halifenin seçilmesi caiz değildir. Eski ve yeni ilim ehli arasında bunu caiz görenler olmuş olsa da, onlar hata etmişlerdir. Lakin şu bilinmelidir ki, safları bölen ve tefrikayı çıkartan bu cemaattir. Bununla birlikte bu satırların yazarı onların çıkmasında cihad taifeleri için büyük bir nimet ve rabbani bir rahmet görmektedir. Bunun açıklamasıyla ilgili olarak şunları söyleyebilirim:

Cihad hareketi istisnai şartlarda gelişmiştir. Yol birçok komutanlarını yutmuştur; ya rablerine gitmişler ya da hapishaneler onları kapatmıştır. Muhaliflerden olan ilim ehli, onlar hakkında Allah’tan korkmamış veya onlara karşı hiçbir sevgi, şefkat ve iyilik gösterisinde bulunmamışlardır. Hatta onlara karşı İslam düşmanlarıyla birlikte olmuş, hak ve batıl ile, şüphe ve yaygaralarla onları desteklemişlerdir. Bundan sonra her iki grubun kalpleri birbirlerine karşı katılaşmış ve aralarındaki ulaştırıcı yol kurumuştur. Mücahidler muhaliflerinden olan ilim ehline, sadece dinlerini altın ve kamçı sahibi olana satan münafıklar olarak bakmaya başlamışlardır. İlim ehlide onlara sadece haktan bir yeri olmayanlar olarak bakmışlardır. Tartışma daha çok bir vadide bağrışmaya benziyordu, kişi sadece kendisini duyabiliyordu.

Bu türden istisnai şartlarda fazlalıklar türer ve sapmalar daha da kötüleşir. Çünkü avam için sadece genellemeler uygundur, onların seviyesi böyledir. Bu yol ise en tehlikeli yoldur. Çünkü bu, kan ve canların yoludur. Kötülük ve iyilik çok yakın olup iç içe girerler. Allahu teâlâ yolunda cihad, karışık olan insanı aktivitelerin zirvesidir. Resulullah’ın siyerini okuyan bir kimse, savaşlarda ve siyerde oluşan olayların azametini görebilir. Bu gün İslam ehlinden olan birçokları;‘İslam’da öncekilerin keşfedemediği ve bizim keşfedebileceğimiz birçok şeyler olduğunu’ zannetmektedirler. Bu, mücahidlere yeni selefi akımdan geçmiş olan bir çıkıştır. Ve bu, yazılı ve işitsel olarak her iki yönüyle ilimden kesilme anlamındadır. Okunan, eski olandır; işitilen ise, yeni olandır. Bu şekilde cihad akımına bir bulanıklık girmiştir. Cihad ortamı, öldürme ve savaş ortamı olduğundan, bu tür ortamlar âlimlerden yoksun olduğunda, galip olan aşırılığın sesi olacaktır. Cezayir tecrübesini yaşayan, bunu kesin olarak bilecektir. Bu gün ise bunu Adnani ve emsallerinin sesinde görmekteyiz.

Yine bizler yolun uzamasının ve zamanın gecikmesinin yolcularda hastalıklar doğurduğunu da bilmekteyiz. Cemaatlerde ve ümmetlerde fitnelerin meydana gelmesi, Allahu teâlâ’nın sünnetlerindendir. Bu geçici durumlar bu yolun başına da gelmiş ve olanlar olmuştur, özellikle de aşırılık konusunda. Yol ehlinin söylediği genel şeyleri kavramadan ve tetkik etmeden almışlardır.

Bu fitneler insanların sınanması içingelmiştir. Bu, konumlarına göre insanlar arasında tefrika doğuran bir sınamadır. Bu ayrılmanın bedeli büyüktür ancak kaçınılmazdır. Allahu teâlâ’nın fazlı ile ben olan her şeye üzülmedim. Aksine olanlarda Allahu teâlâ'nın hikmetini görüyorum; bu yol fazlalıklarından, şazlıklarından ve sapmalarından arınıyor. Daha önce insanlar, aşırılık ehliyle cihad ehli arasındaki farkı bilmiyorlardı, çünkü bizim davamız insanların genelini ele alamamaktadır. Ancak bu gün bu ayrılık meşhur ve malum olmuştur. Kişi kendisine bir şer, bidat ve sapma nispet edilmemesinden ötürü Allah’a hamd etmelidir, hatta bunların ehli çoğunluk olsalar bile. Kuran bizlere varlık ve tabi olmanın kaidelerini öğretmektedir. Varlık, Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır: “Köpüğe gelince, o atılır gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır.” [Ra’d: 17]Sadece hakkın varlığı sağlam kalabilir, insanlara batılın çıkışının ve köpükleri büyük gözükse de. Kişi hayatında birçok şeyler görmüştür ve bu köpükler ve hızlı şişkinlikler onu ilgilendirmez olmuştur. Bunlar, ancak kendilerini çokluğun meşgul ettiği çocukları aldatabilir. Tabilik ise Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır:“De ki: Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu hoşuna gitse de” [Maide: 100] Allah’a hamd olsun bana öğretenler sayesinde ömrümün ilk dönemlerimde ne kadar çok olursa olsun sürüye ve köpüklere aldanmamayı öğrendim.

Şimdi ayrılma ve imtihan zamanı gelmiştir ve bu ayrılmalar zafiyet doğuracaktır. Lakin inşallah bunun övülen akıbetleri olacaktır; ancak sabır, sebat ve fıkıh şartıyla. İşte hata toplulukları bir yerde toplanmaktadırlar. Onlara, kendisiyle kardeşleri arasında bu yola engel olacak bir şey bulunan ve orada da intikam ve nefsinde gizli olanları ortaya çıkarabileceğiheva sahibi katılacaktır. Kaçırdığı liderliği onların yanında bulabilecek olan liderlik tutkunları onlara katılacaktır. İlimle tedavi olmayan bunların katında ise imamet ve güçlenme yolu olan bidat sahibi katılacaktır. Eğer birinci açıklama (Cephetun-Nusra’nın onların Suriye-Şam’daki kolları ve şubeleri olduğu açıklaması) hevaya göre yapılan bir açıklamaysa, bundan sonra gelenler nasıl olacaktır? Bakış ve fikir sahibi olan bir kimse, ilk başından günümüze kadar bu olayda hevaların nasıl geliştiklerini görebilir. Nasıl hızlandığını ve şu anda gelinen bidat hilafetin ilanına nasıl varıldığını görebilir.

Gerçekten de bazı fitneler lütuftur. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır.
 
Tora Bora Çevrimdışı

Tora Bora

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
HALIFENIN ELBISESI 1-2

Şeyh Ebu Katade el Filistini: Halifenin elbisesi (1. ve 2. bölüm)
Yayınlama zamanı: 20 Temmuz 2014, 00:18

"Nuhbatu'l Fikar", "Ebu Katade el Filistini" olarak bilinen Şeyh Ömer Mahmud Ömer (Allah esaretten kurtarsın)'in IŞİD grubunun hilafet ilanı üzerine bir reddiye yayınladı. Şeyh Ebu Katade'nin bu reddiyeyi Ürdün'de cezaevinde yazdığı biliniyor.

***

Şeyh Ebu Katade el Filistini: Halifenin elbisesi

Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Salat ve selam emin olan Muhammed’e, ailesine ve tüm ashabı üzerine olsun.

Irak-Şam İslam devleti cemaati örgütünün kendi medyalarında yayınladıkları; ‘onların ve emirlerinin Müslümanların cemaati’ yani ‘büyük İslami hilafet’ olduklarını açıklamaları yayılmış ve sabit olmuştur. Dünya Müslümanlarının genelini, bu anlam üzere emirlerine bey’ata çağırmışlardır. Bu, daha önce Suriye-Şam’daki kardeşler tarafından yapacakları haberini aldığım bir durumdur. Birkaç kez benden bu fiilin şer’i yönünü yazmamı talep ettiler. Yine sabırlı şeyhimiz Ebu Muhammed El-Makdisi daha önce kesin olarak örgütün kendileriyle Nusret cephesi arasında mahkemeyi reddettikleri ve buna da, onların devlet oldukları devletin ise mahkeme için bir başkasıyla oturmasının ne dinden nede tarihten olmadığı (bu bir yalan ve sapkınlık iddiasıdır) deliliyle mahkemeyi reddetmeleri üzerine benden bu konuda yazmamı talep etmişti. Yanımda bulunan kardeşlere, devlet örgütünün iki yönden sapkınlığa düştüklerini söylemiştim:

Birincisi: Cahillikte geçmişi olan [Burada “geçmişi olan” cümlesine dikkat edilmelidir, söz konusu olan şu anda ilan edilen hilafet değil daha önceleri İngiltere’de ilan edilen bir hilafettir. (Mütercim)] hilafet cemaatinin civcivleri, hilafetin (imametu’l-Uzma’nın) hakikatinin, Müslümanlardan birisinin ehli beytten olan birisine bey’at etmesiyle olacağını iddia ettiler. Bu yüce kavramın şer’i hakikatinin gerçekleşmesi için bu gerekliymiş! Benim onlara karşı söyleyeceğim uzun sözlerim bulunuyordu; şöyle ki, ilme yeni başlayan herkese onların cehaletleri çok açıktır. Oturaklı bir ilim talebesi ise, bu iddialardaki cehaleti görecektir. İddia olunan halifeye söylediğim son sözlerim şunlar olmuştur: “Sizin yolunuz Rafizilerle haricilerin dalaletlerini bir arada bulundurmaktadır. Rafizilerden almanıza gelince, bu onların yok olan (bu on ikinci imamları Muhammed b. Hasan El-Askeri’dir) bir kimseyi imam olarak adlandırmalarıdır. İlim ehli, bu mananın bozukluğu meselesini bitirmişlerdir. Şeyhu’l-İslam İbnTeymiyye’ninMinhacu’s-sunnetin-Nebeviyye kitabında akil kimseler ve Ehli-Sunnet katında imametin anlamına dair sözleri düşünüldüğünde, bu anlamın hemşer’an hem de aklen bozukluğu görülebilir.” Onlara şöyle dedim: “Lafızlara anlamlarını kazandıran –hatta şer’i olanları bile- kevni hakikatlerdir. Hilafet, bir hakikatin ismidir, anlamı anlaşılmayan; iddia ettikleri gibi,hiç var olmayan bir şey üzerine konulmasıyla şer’i hakikati oluşan bir isim değildir.” Onların cevapları, bu imamet şartlarının şeriatla sabit olmadığıydı. Sürekli dile getirdikleri ise, Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisiydi:

“Allah’ın kitabında olmayan her şart batıldır.”

Onlara hilafet, imamet ve imaret kelimelerinin hakikatini ve sadece bu hakikatlerin maksatları gerçekleştireceğini, bu anlamlardan hali olduğunda ise şer’i ismin ondan kalkacağını açıklamak için var gücümü ortaya koydum. Bunlar, çocukların bile anlayabileceği sözlerdir. Onların ise sürekli cevapları şöyleydi: “Bunlar bizim anlayamayacağım türden bir felsefedir.”

Onlarla birçok meclislerde bir araya geldim, tüm çabaları, itikatları üzerine benden bir tezkiye alabilmekti. Benim ısrarım ise şu yöndeydi: “-Eğer sizin hakkınızda hüsnü zan besleyecek olursak- siz yalnızca Müslümanlardan bir cemaatsiniz Müslümanların cemaati değilsiniz. Kuruntu olan bir şeyi (onlara göre hilafet sözcüğü) şer’i bir isim olarak adlandırdınız. Sizler bu konuda rafizilerinmenheci üzerinesiniz. Onlar, bu konuda en çok kuruntulara düşenlerdir. Şöyle ki, gaip olan yoku, imam olarak adlandırıp onun üzerine imamet hükümleri, hatta daha fazlasını belirlerler.

Haricilere benzemenize gelince, sizler onlarda bulunan en büyük şerri getirdiniz, bu anlamda size muhalif olanları tekfir ettiniz. Onların halifeleri ve en önceki fakihleri bana bu itikatta olduklarını, yani halifelerine bey’at etmeyenlerin tekfir edileceği inancında olduklarını söyledi. Ancak şunu da söylediler: “Bizim bu itikadımız (halife ve fakih) değişmiştir. Her ne kadar bazılarımız bu itikat üzere olsak ta bu, üzerine velayet kurduğumuz bir mesele değildir.” Onlara göre bu, ihtilafın olabileceği ama ayrılmanın olamayacağı tartışmalı konulardandır. Başlangıçta bu itikada sahipken, malları ve kanları helal görme konularında birçok cahillikler vuku bulmuştur. Burası, -başkalarından önce kendilerinin de itiraf ettikleri- onların tarihlerinin yazılma yeri değildir. Benimle halifeleri ve fakihleri arasında mesele, -geçen konuları onlara belirtmemle birlikte- hoş sohbet üzere geçti.

Bununla birlikte onlara tabi olanlardan bazılarının bana küfür hükmünü geçerli gördüklerini de biliyorum. Onlardan birisi, benim hakkımda bu hükmü yayıyor, mescitlerdeki umumi meclislerinde bunu açıkça belirtiyordu. Bir gün şeyhlerimizden birisi olan Ebu İyad benim haberim olmadan benimle onun arasında bir oturum düzenledi. Bu kişi onlar arasında saygın birisidir. Daima benimle bir araya gelmekten kaçınır ve benimle tartışmazdı. Ebu İyad’ın evinde onun yanına geldiğimde kendimi takdim edene kadar beni tanımadı. Kendimi takdim etmem üzerine çıkmaya yeltendi, ancak cömert ev sahibi tarafından oturmaya zorlandı. Konuşmanın başlamasından sonra –şeyh Ebu İyad’da olanlara şahitlik etmekteydi- hilafet cemaati arasında önde gelen bu şahsiyet sadece benim kafir olduğumu tekrarladı. Ona tekfir meseleleriyle ilgili bazı sorular sordum, sorduğum sorular tekfirin temel konuları olmasına rağmen, cehaletten başka bir şey görmedim. Terlemeye başlayınca, ona üzüldüm ve ev sahibine onu bırakmasını belirttim ve oda gitti.

Tekfir sebebi, benim şeriattan başka bir şeyle muhakeme olunmayı caiz gördüğüm iddiasıydı. Bunun nedeni ise, bir gün benim bir mesele hakkında, ‘bunun zulmü def etmede yardım alma babından olduğu mahkeme meselesinden olmadığı’ cevabını vermemdi. O, tartışmalarda, eşyalarda ya da anlamlarda hüküm talep ediyordu, söylediklerimden hiçbir şey anlamamıştı. Şeyhimiz Ebu Muhammed El-Makdisi tarafından, bu adamın bu gün devlet örgütü yanında olduğu, muhalif olan Müslümanları tekfirdeki cüretinden dolayı hapse atıldığı haberi geldi. Bana göre bu, önceki hilafet cemaatinin bu örgüte (IŞİD’e) girdiği ve onlara etki ettiğine delalet etmektedir. Hilafet cemaatinin ilk olana bey’at edilmesine çağırdıklarını biliyorum. Devlet cemaatine de batıl bir anlam üzerine hilafete çağırma bidati sirayet etmiştir. Ancak o halifeyi kabul etmemişlerdir; yani fikir ve akideyi alıp bunları emirleri Ebu Bekir El-Bağdadi’ye giydirmişlerdir.

Bu, IŞİD cemaatindeki ilk sapmanın kaynağıdır. Örgüt ve mekan olarak devlet cemaatinin haricinde olan bazıları, Bağdadi’ye hilafet bey’ati verilmesine çağırıyordu. Dışarıdan bakan kimseler nazarında bu durum, cehalet, acelecilik ve ihtilaf tutuşturulmasına yoruluyordu. Devlet cemaatinde bu anlam, -onların kendileriyle muhalifleri arasında muhakemeyi reddetmelerindeki sözlerini iyi tetkik edenlerin dışında- açık bir şekilde görülemiyordu. Şeyhimiz Ebu Muhammed onlardaki bu hastalığa uyarıda bulunanlar arasındadır. Zira onlarla aralarında yazışmaları ve sohbetleri bulunuyordu. Bununla birlikte mesullerinden bazıları tarafından bu cahillikler fışkırmıştır, şöyle demiştir: “Kuşkusuz imamet dinin asıllarındandır. Bu, tekfir ve imanın yeridir!”

Devlet cemaatindeki ikinci sapma kaynağı ise, tevakkuf ve araştırma cemaatlerinin ve haklarında tekfir cemaatleri denilen aşırı cemaatlerin kalıntılarıdır. Bunlardan bazıları daha işin başlangıcında cihada çıkmıştır, ben onlardan bazılarının isimlerini de bilmekteyim. Bu kimseler, bazılarının kafalarında şer doğurmuşlardır. Yine bunların sözlerinin, bir anda derin cehalet çukurundan çıkıp dindarlık haline girerek iyileşen ve cihada çıkan yeni gençlerin zihinlerinde büyük etkileri vardır. Bu tür kimseler, Müslüman olduklarında acemlerin durumu gibidir. Eğer sünnet sahibine ulaşırsa hidayet bulur, aksi halde -önceki imamların da söylediği gibi- fesatları büyük olur. Bu nedenle bunların tabilerinin genelinin dindarlığa yeni başlamış olan cahillerden olduklarını, cehaletlerinin onları ilmi meselelerin darlıklarını kavramaktan aciz bıraktıkları görülür. Fıkhın dar konularındaki şer’i hükümleri vakıaya indirmenin bir fakih tarafından karşılaşılan en çetrefilli konu olduğu ilim ehli tarafından malumdur. Bu durumda muayyen şahıslar ve cemaatler hakkında iman-küfür hükümleri, nasıl olurda sular, abdest ve namaz konularını bilmeyen bir cahilin eline verilebilir?

Bu kimselerin insanlara ve cemaatlere küfür hükümlerini indirgemede benim sözlerimle hüccet getirdikleri bana çok kez ulaşmıştır. Hatta onlardan bazıları benim sözlerimi fesadının sebebi ve dalaletinin kaynağı haline getirmiştir. Bu kimseler, -haricilerin rabbimizin kelamıyla delil getirdikleri gibi- genel kaidelerinde şer’i sözlerle herkesin delil getirebileceğini unutmuşlardır. Ancak hidayet ve dalalet, bu kaidelerin indirgenmesi, şartlarının ve manilerinin bilinmesindedir. Bu, insanların ayrılığa düştükleri konudur, hatta bu konuda ilim ve din bakımından onların seviyeleri birbirlerinden çok farklıdır.

Konum, hasetçi ya da kindarın tedavi konumu değildir, aksi halde kişi daha fazla şeyler söyleyebilir. Ancak beni yakından tanıyan ve sözlerimi tetkik ile okuyan herkes, insanların benim hakkımda söyledikleri yalanlarla benim itikadımın hakikatini bilebilir. Yine beni tanıyan herkes, benim fertlerin ve cemaatlerin tekfirinde kolaycı davranmaktan şiddetle imtina ettiğimi bilir. Sürekli bu tür cehaletlerin cihad akımına girmesine engel olup bunları açmam ve bunlara karşı savaşta birçok girişimlerde bulunmam, bu konuda muvaffakiyet olarak bana yeter. Şu anda on üç seneye yakın süredir hapisteyim. Cihad yolculuğu, bu yolu düzenleyip kapılarını açan ilk erkekleri tüketmiştir. Onlar rablerine şehidler olarak gitmişler, geriye ise bu yolun yapısını ve usulünü bilen küçük bir azınlık kalmıştır. Onların geneli de, ya hapiste ya da aranmaktadır.

Bu yolculuk esnasında yeni türeyenler oldu, bidatler ve hevalar serpiştirildi ve bir araya yığıldı. Hilafet cemaati gibi aşırılık ve yeni bidat ehli, cehaletin körlüklerinden yeni çıkan insanlar ve gençlerle baş başa kalmayı başardı. Bunların geneli acemlere benzemektedir, bunlar aşırılık ve sapmanın ham maddesidir. Bu nedenle her gün yeni bir şey duymamız tuhaf değildir. Eğer kişi özgür olmuş olsaydı çatışmada eşit olabilirdi. Lakin insanlara ancak zorluk ve sıkıntılarla ulaşabilecek olan bir kelam yazılması, hatta konuşmaman ve başkalarının galibiyetleri üzere kalıp cehaletleriyle diledikleri şekilde gezip dolaşmaları üzerine savaşmaya maruz kalınmaktadır. Bununla birlikte sefalet bu muhalefetten ayrılmamaktadır. Sana kalbindeki hastalıkları atmaktadır ve halinden İslam ehlinin hasımları katında “faydalı gafil” olduğunu da bilmektedir. Onlar, onun hareketini sevinçle beklemektedirler. Onun aşırılığını, insanların cihad kervanına katılmalarına engel olmada bir can simidi görmektedirler. Çünkü hayat, -Allahu teâlâ’nın emrettiği üzere- ancak adalet ve iyilikle düzelebilir. Maksat, kardeşlerin gönderdikleri talepleri çoktur ve hepsi de acı ve gönül çekmeler içermektedir. Kişi bunlar karşısında gözyaşları ve keşkelerin dışında bir cevap bulamıyor. Onun hali, şu sözleri söyleyenin hali gibidir:

Keşke, keşke hiçbir yarar sağlayabilir mi?

Keşke gençlik satılsaydı da onu satın alsaydım!

Eğer yazılacak olsa, ‘nasıl gönderileceği?’ sorusu doğmaktadır. Gönderilecek olsa; soru soran ve muhalif nasıl cevap verecektir? Kişi bu şekilde öğüt veren kardeşlerin önünde kalıyor: “Uzun yazma ki geçirebilelim!” Hamd alemlerin rabbi olan Allah’adır.

İmametu’l-uzma/hilafet konusuyla ilgili olarak kişi bu konuda Ehli-Sunnet’te yeni bir şey bulunmadığını bilmelidir. Önceki ilim ehli bu meseleyi bitirmiş, bununla ilgili tüm hüküm ve kavramları incelemişlerdir. İslam tarihinde birçok büyük hadiseler ve türlü davalar vuku bulmuş ve bu konularla ilgili olarak ilim ehli birçok şeyler yazmıştır.

Sunni hilafetin karşısında sapıkların ve bidat ehlinin şaz görüşleri türemiştir. Buna binaen hilafet konusu olgunlaşan ve yanan ilimlerle birlikte nitelenir olmuştur. Bu nedenle kişinin burada söyleyecekleri, eski sözlerin yeni kalıplarda sunulması ya da geçen hükümlerin alınıp yeni vakıaya indirilmesinden öteye gitmeyecektir. Bu gün bu konuda yazanların ulaşabilecekleri de onlarla sınırlı olabilecektir. Bunları söylememin nedeni, bu yeni neslin usullerinin derinliklerini detaylı bir şekilde incelemem ve bunlardan bahsetmemden sonra bunun IŞİD cemaatine sirayet etmiş olmasıdır. Onlar, başkalarının kaçırdıklarını bulduklarını iddia etmekte ve genel olarak cemaatlerin özelde ise cihad cemaatlerinin fesadının sebebinin, (getirmiş oldukları şekil üzere) hilafet kavramının ve anlamının bu cemaatlerin zihinlerinde yitirilmesi olduğunu savunmaktadırlar. Bu gün “halife”nin ibareleri yanımdadır ve İslam devleti cemaatinin resmi sözcüsü olarak adlandırılan cahil Adnani’nin söylediklerinin aynısıdır. Şöyle ki, hikmetli Dr. Eymen Ez-Zevahiri’ye reddiyesindeki açıklamasında, onu aralarında çıkan ihtilafı çözmeye çağırmış ve bu çözümünde hilafetin ilanı olduğunu söylemiştir. Hilafetin ilanındaki birinci açıklama da bu anlamı tekit etmektedir. Şöyle ki, hilafeti ilanlarını, ‘Müslümanların kalan emellerini gerçekleştirme’ olarak saymıştır. Sanki istenilen her şey gerçekleşmiş geriye sadece bu kavmin keşfettiği bu konu kalmıştır!

Başlangıç olarak nasihat dinleyen ve hakkı arayan kardeşlerime, bu ilanın cahiliye ile olan yüzleşmede bir şeyi değiştirmeyeceğini bildirmeliyim. Bu ilan, Bağdadi, Adnani ve beraberinde olanların cemaatinin gücünü artırmayacağı gibi cahiliyenin saflarını da zayıflatmayacaktır. Genel olarak cihad cemaatleri tek bir yol üzereydiler, hatta onların çoğunluğu tek bir emirlik üzereydiler ki buda hikmetli doktora olan bey’attır. Buna hilafet isminin dahil olması, din düşmanlarıyla olan çatışma ve yüzleşmenin vakıasından bir şeyi değiştirmeyecektir. Bu hilafet çağrısının hakikati, yeryüzünde çalışan, Yemen, Somali, Cezair, Kafkaslar, Afganistan, Mısır ve Şam beldelerinin genelinde bulunan cihad cemaatlerine yöneliktir, Müslümanların geneline değil. Bu ilan onları ilgilendirmeyecektir, ancak ilanın hayatın değerlerinden bir değer olma yönüyle ilgileneceklerdir. Bu nedenle bu ilanın şerri kesindir ve bunda bir hayır bulunmamaktadır. Çünkü bu, emirlik ve önderlik için çatışma türündendir. Bu ise, İslam tarihinin en büyük şerlerindendir. Müslüman bir kimse genel olarak İslam tarihinin tüm yönleriyle iftihar edebilir, ancak emirlik konusuna geldiğinde göreceği, karanlıklar, haset, haram olan kanların akıtılması, çokça dünya ve çok azda ahiretten duyacaktır.

Devlet cemaatinin yaptığı, kendileriyle hasımları arasında olan cihad cemaatlerinin önderliğinin (yani El-Kaide cemaatinin) ihtilaflarını açık bir şekilde kan akıtmaya götürme ve bu haram kan akıtmaya da şer’i bir nitelik vermedir. Şöyle ki, mürekkep cahil Adnani’nin açıklamaları üzerine ortada bağilerin fıkhını görmekteyiz. İtaat asasını yaranları, hükmünün kan ve öldürülme olmasıyla tehdit etmiştir. Hatta cehennem köpeklerinin, (önceki taraftarlarının ve hilafet cemaatinin yaptığı gibi) imamlarına ve emirlerine muhalefet edenleri tekfir ettiklerini görmekteyiz. Her ne kadar bu türden işler başta ortaya çıkmayıp –hilafeti ilanlarından önce bunlarda gördüğümüz üzere- sonradan sızsa da, bu durum bunlarda da böyle olacaktır. Çünkü onların Cebhetu’n-Nusra ile olan ihtilafları, emirlik ve komutanlık üzereyken daha sonraları bu tekfir ve kanların helal görülmesine dönmüştür. Cemaatlerin tarihlerini okuyan bir kimse, hevaların şeriat ve din delilleriyle saptırılmasına şaşırmayacaktır. Bu ise, bunların getireceği en kolay şeydir.

Eğer gerçekten bu örgütte yönetici oysa;ki ben bu konudan şüphe duymaktayım, zira birçok işaretler adamın diğerleriyle olan durumunun Muhammed b. Abdullah El-Kahtani’nin (sahte Mehdi’nin) Cuheyman ile olan durumu gibi olduğunu göstermektedir; şöyle ki, bu haber ve manaları bana ulaştıranlardan anladığıma göre, psikolojik zayıflık yönetimin Adnani ve benzerleri gibilerine verilmesini gerçekleştirmektedir. Ben derim ki, Bağdadi’nin hilafetin ilanıyla istediği, Şam beldelerindeki cihad emirliği hususunda kendileriyle Nusra cemaati arasında vuku bulan şiddetli ihtilafların önünü kesmektir. Özellikle de ‘boyunlarında Dr. Eymen’e bir bey’atları bulunmadığı’ yalanlarının ortaya çıkmasından sonra. Bağdadi kış uykusu haletindedir, cevap vermeye ve reddetmeye güç yetirememektedir. Zira onun yerine sövmeyi ve taşlamayı çok iyi beceren birisi bulunmaktadır. Hatta cemaat bu konuda şeriatla konuşacak bir melekeye sahip bir ilim talebesinden yoksun duruma düşmüştür. Eğer birisi çıkıp konuşacak olsa musibetler ve felaketler getirmektedir. Bunun dışında geriye sadece sesin yükseltilmesi, uyarı, ölümle ve kan akıtılmayla tehdit kalmıştır.

Zannettikleri üzere bu çıkış, problemlerin çözümü ve iddia ettikleri üzere Müslümanların rüyasını gerçekleştirmek içindi. Cahiller sevinecekler, ancak vakıada ihtilaf daha da derinleşecektir. Şüphesiz daha fazla kan akıtılacaktır. Bununla daha işin başında bile bu durumun Allahu teâlâ'nın dinindeki hükmü bilinmektedir.

Bir şeyin hükmünü bilmekten aciz kaldığında, onun sonucuna bak ve akacak olan kanların mürtedlerin ve zındıkların kanları değil mücahidlerin kanları olduğunu hatırla! Akıl, din ve hikmet ehli olan kimselerin buna alternatifleri vardı ki bu, önce uyum sağlanması sonra üzerine bina edilmesiydi. Ancak bu, -ileride açıklayacağım üzere- sahabenin fıkhına ters olan bir gidişti. Eğer bu topluluğun yanında din, ahlak, takva ve ilim bulunmuş olsaydı uyumun gerçekleşmesi çok kolay olurdu. İnsanlar onları çok kez çağırdılar; çağırdıkları şey ise, şer’i mahkemeydi! Ancak onlar kibirlendiler ve bunu reddettiler. Kendilerini büyük gördüler, çünkü “devlet” örgütünün küçük örgütlerle mahkeme ve kadılık meclislerinde oturması yakışık almazmış! Onlardan olan iftiracılar ve yalanla ilim elbisesini giyenler buna gerekçe olarak, İslam tarihinin, bir devletin mahkeme için bir örgütle bir mecliste hiçbir zaman oturmadığını söylemiştir. Eğer bunlar Allahu teâlâ’nın “Eğer müminlerden olan iki taife…” ayetini ve annemiz Aişe’nin(radiyallahuanha) tefsirini okusalardı, Kuran ve sünnete karşı bu yalanları uydurmazlardı. Eğer Resulullah’ın(sallallahu aleyhi ve sellem)siyerini okusalardı, Kureyzeli Yahudilerle savaşta Sa’d b. Muaz’ın(radiyallahuanh) hükmünü nasıl kabul ettiğini görürlerdi. Eğer tarihi okusalardı, raşid halife Ali b. Ebu Talib’in(radiyallahuanh) kendisiyle Muaviye (radiyallahuanh) arasında mahkemeyi nasıl kabul ettiğini görürlerdi. Lakin cahilliklerin ardında giden bu örgütteki şer’îler bunlardır ve bundan ötürü de bu büyük felaketleri getirmişlerdir.

***

Ömrünü varlık arasında şeriatın hâkim olması ve milletler arasında Allah’ın dininin ikame olması için vakfeden bir adamdan;‘temenni ettiği en büyük şeyin,-bu hayırdan mahrum olan ve cahiliye hükmünün galip geldiği- Müslüman ülkelerine şer’i hilafetin gelmesi olduğunu’ söylemesi talep edilmez. Böyle bir isteği ancak sapık ya da Allahu teâlâ’nın dinine karşı çıkan birisi reddedebilir. Konu, imamet ve hilafetin şer’i oluşu değildir, fıkıh ve şer’i siyaset kitaplarında mezkûr olduğu üzere, bu hakkında icma edilmiş bir meseledir. Yine böyle bir adamdan, ilan edildiğinde, ‘bu gerçekleşenlerin onun hayali olmadığı, fakihlerin ve âlimlerin sözlerinden böyle bir şey anlamadığı ve nede bunun sahabe fıkhından olmadığını’ haykırması istenilemez. Kuşkusuz tefrika kötülenmiştir, bir anda iki halifenin seçilmesi caiz değildir. Eski ve yeni ilim ehli arasında bunu caiz görenler olmuş olsa da, onlar hata etmişlerdir. Lakin şu bilinmelidir ki, safları bölen ve tefrikayı çıkartan bu cemaattir. Bununla birlikte bu satırların yazarı onların çıkmasında cihad taifeleri için büyük bir nimet ve rabbani bir rahmet görmektedir. Bunun açıklamasıyla ilgili olarak şunları söyleyebilirim:

Cihad hareketi istisnai şartlarda gelişmiştir. Yol birçok komutanlarını yutmuştur; ya rablerine gitmişler ya da hapishaneler onları kapatmıştır. Muhaliflerden olan ilim ehli, onlar hakkında Allah’tan korkmamış veya onlara karşı hiçbir sevgi, şefkat ve iyilik gösterisinde bulunmamışlardır. Hatta onlara karşı İslam düşmanlarıyla birlikte olmuş, hak ve batıl ile, şüphe ve yaygaralarla onları desteklemişlerdir. Bundan sonra her iki grubun kalpleri birbirlerine karşı katılaşmış ve aralarındaki ulaştırıcı yol kurumuştur. Mücahidler muhaliflerinden olan ilim ehline, sadece dinlerini altın ve kamçı sahibi olana satan münafıklar olarak bakmaya başlamışlardır. İlim ehlide onlara sadece haktan bir yeri olmayanlar olarak bakmışlardır. Tartışma daha çok bir vadide bağrışmaya benziyordu, kişi sadece kendisini duyabiliyordu.

Bu türden istisnai şartlarda fazlalıklar türer ve sapmalar daha da kötüleşir. Çünkü avam için sadece genellemeler uygundur, onların seviyesi böyledir. Bu yol ise en tehlikeli yoldur. Çünkü bu, kan ve canların yoludur. Kötülük ve iyilik çok yakın olup iç içe girerler. Allahu teâlâ yolunda cihad, karışık olan insanı aktivitelerin zirvesidir. Resulullah’ın siyerini okuyan bir kimse, savaşlarda ve siyerde oluşan olayların azametini görebilir. Bu gün İslam ehlinden olan birçokları;‘İslam’da öncekilerin keşfedemediği ve bizim keşfedebileceğimiz birçok şeyler olduğunu’ zannetmektedirler. Bu, mücahidlere yeni selefi akımdan geçmiş olan bir çıkıştır. Ve bu, yazılı ve işitsel olarak her iki yönüyle ilimden kesilme anlamındadır. Okunan, eski olandır; işitilen ise, yeni olandır. Bu şekilde cihad akımına bir bulanıklık girmiştir. Cihad ortamı, öldürme ve savaş ortamı olduğundan, bu tür ortamlar âlimlerden yoksun olduğunda, galip olan aşırılığın sesi olacaktır. Cezayir tecrübesini yaşayan, bunu kesin olarak bilecektir. Bu gün ise bunu Adnani ve emsallerinin sesinde görmekteyiz.

Yine bizler yolun uzamasının ve zamanın gecikmesinin yolcularda hastalıklar doğurduğunu da bilmekteyiz. Cemaatlerde ve ümmetlerde fitnelerin meydana gelmesi, Allahu teâlâ’nın sünnetlerindendir. Bu geçici durumlar bu yolun başına da gelmiş ve olanlar olmuştur, özellikle de aşırılık konusunda. Yol ehlinin söylediği genel şeyleri kavramadan ve tetkik etmeden almışlardır.

Bu fitneler insanların sınanması içingelmiştir. Bu, konumlarına göre insanlar arasında tefrika doğuran bir sınamadır. Bu ayrılmanın bedeli büyüktür ancak kaçınılmazdır. Allahu teâlâ’nın fazlı ile ben olan her şeye üzülmedim. Aksine olanlarda Allahu teâlâ'nın hikmetini görüyorum; bu yol fazlalıklarından, şazlıklarından ve sapmalarından arınıyor. Daha önce insanlar, aşırılık ehliyle cihad ehli arasındaki farkı bilmiyorlardı, çünkü bizim davamız insanların genelini ele alamamaktadır. Ancak bu gün bu ayrılık meşhur ve malum olmuştur. Kişi kendisine bir şer, bidat ve sapma nispet edilmemesinden ötürü Allah’a hamd etmelidir, hatta bunların ehli çoğunluk olsalar bile. Kuran bizlere varlık ve tabi olmanın kaidelerini öğretmektedir. Varlık, Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır: “Köpüğe gelince, o atılır gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır.” [Ra’d: 17]Sadece hakkın varlığı sağlam kalabilir, insanlara batılın çıkışının ve köpükleri büyük gözükse de. Kişi hayatında birçok şeyler görmüştür ve bu köpükler ve hızlı şişkinlikler onu ilgilendirmez olmuştur. Bunlar, ancak kendilerini çokluğun meşgul ettiği çocukları aldatabilir. Tabilik ise Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır:“De ki: Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu hoşuna gitse de” [Maide: 100] Allah’a hamd olsun bana öğretenler sayesinde ömrümün ilk dönemlerimde ne kadar çok olursa olsun sürüye ve köpüklere aldanmamayı öğrendim.

Şimdi ayrılma ve imtihan zamanı gelmiştir ve bu ayrılmalar zafiyet doğuracaktır. Lakin inşallah bunun övülen akıbetleri olacaktır; ancak sabır, sebat ve fıkıh şartıyla. İşte hata toplulukları bir yerde toplanmaktadırlar. Onlara, kendisiyle kardeşleri arasında bu yola engel olacak bir şey bulunan ve orada da intikam ve nefsinde gizli olanları ortaya çıkarabileceğiheva sahibi katılacaktır. Kaçırdığı liderliği onların yanında bulabilecek olan liderlik tutkunları onlara katılacaktır. İlimle tedavi olmayan bunların katında ise imamet ve güçlenme yolu olan bidat sahibi katılacaktır. Eğer birinci açıklama (Cephetun-Nusra’nın onların Suriye-Şam’daki kolları ve şubeleri olduğu açıklaması) hevaya göre yapılan bir açıklamaysa, bundan sonra gelenler nasıl olacaktır? Bakış ve fikir sahibi olan bir kimse, ilk başından günümüze kadar bu olayda hevaların nasıl geliştiklerini görebilir. Nasıl hızlandığını ve şu anda gelinen bidat hilafetin ilanına nasıl varıldığını görebilir.

Gerçekten de bazı fitneler lütuftur. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır.

***

2. bölüm

İslam fıkhındaki imametu’l-uzma konusunu geleneksel bir sunumdan uzak durarak konuları birçoklarının sorularına cevap verir mahiyette düzenleyecek ve bununla ilimsiz bir şekilde cehaletle buna atlayanların sapıklığı açıklanacaktır. Allah’tan muvaffakiyet dilerek şunları söylüyorum:

1- İsimler, ifade değerlerini, taşımış oldukları anlamlara göre alırlar. İsimler bu ifade ve gerekliliklere, ancak onların hakikatlerine delalet etmesiyle layık olabilirler. Hilafet kelimesi de, bu kelimenin maksatları aracılığıyla bilinen ıstılahi bir yapıya sahiptir. Maksatlarından ne kadar uzaklaşırsa, o oranda kelimenin hakikatini yitirdiğine delalet eder. Bu, en basit akılların bile inkâr edemeyeceği fıtri bir meseledir. Eğer kişi bundan başkası ile muhatap olur ve onu kabul ederse, selim olan aklın yolundan çıkmış olur.

İmametu’l-uzma ve hilafet, anlamları idrak edilebilen kevni yapılardır. Bu, namaz, zikir, hac ve oruç gibi bizzat kendisinden ötürü yerine getirilen ‘sırf ibadet’ türlerinden değildir. Hilafet, fakihlerin genelinin söyledikleri şu anlam üzeredir: “İmamet işleri halkın maslahatıyla ilintilidir.” Bu şu anlama gelir, imametin bir takım anlamları bulunmaktadır, bunlar imametin maksatlarıdır, imamet bu maksatlardan hali olduğunda imamet adı da gidecektir. Yine fakihlerin kaidelerinden bir diğeri de şudur: “Zatından ötürü şer’an yasaklanan, geçerli de olmaz.” Bu, ‘geçerli olmayanın, şer’i varlığının da yokluğu’ anlamındadır. Bunu kavrayan bir kimse, bey’at edilen imamda imametin maksatlarının bulunmamasının, şer’i olarak imametin anlamının da gitmesi anlamına geldiğini bilecektir.

Bu, cahillikle ‘hilafetin gerçekleşmesi için temkin/otorite şartının batıl bir şart olduğunu’ iddia edenlere kısa bir cevaptır. Konuşma, fıkıh ve usulünü bilenlerledir, ne fıkıh nede fıkıh usulünden anlamayan cahillerle değildir.

2- Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şu buyruğu da bunu ifade etmektedir:

“İmam ancak kalkandır, onun ardında savaşılır ve onunla korunulur.”

Bu kalkan, -yani himaye ve koruma- araçları olmadan gerçekleşmeyecektir. Bunun araçları ise, şevket/güç ve otorite olarak adlandırılan şeylerdir. Hadis, imamlığın anlamının gerçekleşmesi için iki şeyin oluşmasının gerektiğini belirtmektedir. Bunlar: “ardında savaşılır.” İkincisi: “Onunla korunulur.” Bu, varlık ve fıkhın oluşması kaidesine göredir: “Zarar, kazançla birliktedir.” “Ardında savaşılır” buyruğundan ötürü imama itaat edilmeli ve onun kurallarına karşı çıkılmamalıdır. Bundan sonra insanlarında onun üzerinde hakları vardır; onunla korunulur. Malum olduğu üzere, ancak kendisinde bu anlamın bulunduğu bir kimseyle korunulabilir.

3- Şeyhu’l-İslam İbnTeymiyye’nin, Minhacu’s-Sunne adlı kitabının mukaddimesinde genişçe açıkladığı üzere, şer’i fıkıhta bilinen konulardan birisi de, imametin ümmet ile imam arasında bir akit olduğudur. Şeriatta ve hakikatte akdin anlamı: akitte bulunan iki kişi – üzerine akit yapılan şey – ve akit siygalarıdır. Talebelerinde bildiği üzere âlimlerimizin kitaplarında akdin rükünleri bunlardır. Bir akit rükünlerinden veya maksatlarından yoksun olduğunda geçersiz olur ve bu geçersizliğin ötesine de geçmez.

4- İbnTeymiyye’nin sözleri, genel olarak imametin ilahi bir yapı olmadığı aksine bunun beşeri bir yapı olduğunu ifade etmektedir. Hatta şunları söylemiştir (söyledikleri mana ile şöyledir): Eğer Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imameti belirli bir kimseye vasiyet edecek olsa, sonra ümmet ona muhalefet edip başka birisine bey’at etse, -muhalefet etmelerindeki masiyetle birlikte- imam, bey’at ettikleri kimse olur vasiyet edilen kimse değil. Çünkü imametin maksatları onunla gerçekleşir başkasıyla gerçekleşmez. Burada fakihlerin ‘imamet beşeri bir yapıdır’ sözleri herkes için açığa çıkacaktır. Yani bununda diğer akitler gibi rıza ile gerçekleşen bir akit olduğu, şartları ve maksatları bulunduğu aksi halde bunun adının boş olacağıdır. Kim’ ilişkiye girmeme’ şartıyla bir kadınla evlilik akdi yaparsa, evliliğin anlamı yok olur ve akitte hiçbir değeri bulunmayan boş bir şeye dönüşür. Bu, âlimlerin şartın anlamıyla ilgili söyledikleridir: “Şart, mahiyetin haricinde olup bununla birlikte ancak onunla sahih olandır.” Yine şu sözlerinin: “Şer’an yasaklanan/nehyolunan hissen yok gibidir.”

5- Üzerine akit yapılan şey; hükümlerin uygulanması, toprakların korunması ve cihad ile Allah’a davettir. Bunlar akdin maksatlarıdır, bunlar da ancak ‘şartlar’ olarak adlandırılan araçlarıyla gerçekleşebilirler. Ancak cahiller bunu da reddetmişlerdir.

6- “İmam ancak kalkandır” hadisi, “Hac Arafat’tır” hadisi gibidir. Hadiste geçen (innema) kelimesi sınırlama ve kısıtlama edatıdır. Kendisine bey’at edilen, araçlarından yoksun olduğundan ya da ihmalkârlığından ötürü kalkan olmayı yani himayeyi gerçekleştirmekten aciz olduğunda, imamet vasfı ondan kalkacaktır. Burada imamet özel anlamındadır ki buda muasır anlamdaki siyasi başkanlıktır.

7- İmametin rıza bey’ati olmasına gelince, bunu Faruk Ömer b. Hattab’ın(radiyallahuanh) şu sözleri ifade etmektedir: “Kim Müslümanların istişaresi olmadan bir adama bey’at ederse, ne bey’at edilene nede bey’at edene bey’at edilmez. Bu, birbirlerini öldürmelerinden korkulduğundandır.” Başka bir rivayette ise: “Tabi olunmaz.” geçmektedir. İmametu’l-uzma’nın şartı, rızanın oluşmasıdır. Bu Onun “Müslümanların istişaresi olmadan” sözünde belirtilmektedir.

Abdurrahman b. Avf’ınZinnureyn’e(radiyallahuanhuma)bey’atındaki tutumlarını kavrayan bir kimse, sahabelerin imama bey’atta ümmetin rızasını şart olarak gördüklerini bilecektir. Konuyla ilgili şunlar aktarılmaktadır: “İstişare ehli bir araya gelince Abdurrahman b. Avf kelimeyi şehadet getirdi ve sonra şöyle dedi: “Bundan sonra, ey Ali, ben insanların durumuna baktım ve onların Osman’a bir kimseyi değişmediklerini gördüm. Bu konuda kendine bir yol arama.” Halifenin tayininde insanların görüşlerini hâkim olarak kabul etmiştir. Hadis Sahih Buhari’de geçmektedir.

Faruk (radiyallahuanh), bazılarının Sıddık’a bey’at ile ilgili söylediklerine itiraz edeceğini ve uygulamanın bu anlamda olmadığını fark etmiş ve şöyle demiştir: “Bu, Allah’ın şerrini koruduğu hatalı bir çıkıştır.” Bunun şerrinin uzaklaştırılmasının nedeni, Sıddık’ın sahabelerin katındaki değerli konumudur.

Bu durum, peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şu buyruğunun da gerçekleşmesidir: “Allah, resulü ve müminler bunu kabul etmezler.” Burada ilahi rıza ve kaderin gerçekleşmesi muvafakat etmiştir.

8- Bu akdin türü, vekâlet akdidir. Ümmet, imamet ve önderlik işlerinden ötürü imam olacak olan bir kimseyi vekil tayin etmektedir. Bunun nedeni, Kuran’ın tüm hükümleri uygulamayı onun üzerine bir vacip olarak yüklemesidir. Allahu teâlâ’nın şu buyruğunda olduğu gibi: “İncil ehlide, Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler.” Ancak herkesin bunu yerine getirmesi imkânsız olduğundan, bu amacın gerçekleştirilmesi için aralarından birisini vekil tayin ederler. Böylece bu akitle maksatlarını gerçekleştirmesi için imamın gerekli olan gücü de gerçekleşmiş olmaktadır. Müslüman ümmet, onun gücü ve kuvvetidir.

9- Varlık kanunu, arif kimselerin bulunması üzerinedir. Bunlar ise, işlerinde ve özel durumlarında ümmetin vekilleridir. Bunlar, ümmet arasındaki ilim, hikmet ve kuvvet sahipleridir. İşte bunlar istişare ehli ya da ehlul-hal ve’l-akd idiler. Yani ümmetinin genelinin maksatlarının gerçekleşmesi onların elindeydi. Buradan, başında ve sonunda işin ümmetin elinde olduğu başkasının elinde bulunmadığı bilinmektedir. Eğer bunlar diğerlerinden vekâleti düşürecek olsalar; örneğin imamdan ve ehlul-hal vel-akd’den, bunların isimlerinde hiçbir anlam gerçekleşmez. Ne imam o ismi hak eder nede ehlul-hal vel-akd. Allahu teâlâ’nın dinindeki imametin durumu budur.

10- Fıkıhçıların kitaplarında zikrolunan, örneğin zorla başa gelme gibi durumlarla ilgili hükümler asıl olarak kabul edilemez ve bir eylemin destek kaynağı olamaz. Lakin kendisiyle imametin maksatlarının gerçekleştiği bir galebe olursa, imametin fitnelerinden sakınmak için bu caiz olur. Bu, varlıktaki en büyük fitnedir. Öyle ki, bunun yüzünden varlık âleminin tüm taifelerinde, kavimlerinde ve devletlerinde büyük kanlar akıtılmıştır.

11- Eğer bu böyleyse, artık sen bundan sonra söylenilen ya da yapılan şeyler arasında hak ile batılı ayırt edebilir, bu konuda isimlerin anlamlarını ve hakikatlerini bildiğinde insanların kuruntu ve cehaletlerini de bilebilirsin.

Allahu teâlâ şöyle buyurur: “Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiç bir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir.”[Enfal: 72] Yine Allahu teâlâ şöyle buyurur: “Mümin erkek ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler.”

Gördüğün üzere ayet müminler arasında iki tür velayetin bulunduğunu ispat etmektedir. Birincisi: Genel iman velayetidir. Bu, Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır: “Mümin erkek ve mümin kadınların birbirlerinin velisidirler.” İkinci velayet ise, siyasi velayettir. Buna bugün cinsiyet denilmektedir. İslam devleti için cinsiyet iki şeyle gerçekleşir: İslam ve hicret. Buda içerisinde bey’atı gerektirmektedir. Birinci ayet, bu velayetin gerekliliklerini düzenlemiştir. Ayet, aşağıdaki şu anlamları belirlemiştir:

a) Hicret etmeyenler hakkında imanın sabit olması. Bu, Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır: “İman edip hicret etmeyenler…”

b) Dindeki hasımlarına karşı desteklenmelerinin vacipliğinin ispatı. Bu, siyasi velayetleri olmasa da böyledir. Ancak bunda, bu cihadın ayette muhatap olan imamın, müşriklerle olan bir sözleşmesini bozmaması şartı bulunmaktadır.

c) -Fıkıhta bilinen şartlar üzerine- müşriklerle ateşkes anlaşması yapılmasının caiz oluşunun ispatı. Bu, Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır: “Ancak sizinle onlar arasında anlaşma bulunan topluluğun aleyhine değil.”

d) Müminlerin taifeleri arasında siyasi ayrılığın vuku bulmasının mümkün oluşu. Bu, birinci ayette açıktır. Ayet, muhacir olan grup için davet savaşının caiz oluşuna onay vermiştir. Bu, Allahu teâlâ'nın şu buyruğundadır: “Ama din konusunda sizden yardım isterlerse…” Bu imametin işlerindendir, ancak şârî bunu imamın yönetiminden çıkan taife için de caiz kılmıştır.

Sahih rivayetlerde geçen,Hudeybiye antlaşmasından sonra gerçekleşen Ebu Basir kıssası da buna şahitlik etmektedir. Orada şöyle geçmektedir: “Sonra Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye döndüğünde Kureyş’ten Müslüman olan Ebu Basir ona geldi. Bunun üzerine Kureyşliler onun talebi için iki adam gönderdiler. İki adam şöyle dedi: “Bize verdiğin söz!” Resulullah(sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Basir’i onlara verdi. İki adam onunla birlikte yola çıkıp Zilhuleyfe denilen yere vardılar. Orada konaklayıp hurmalarından yemeye başladılar. Ebu Basir iki adamdan birisine şöyle dedi: “Ey falanca, Allah’a yemin olsun ki, senin kılıcının çok güzel olduğunu görmekteyim. Bunun üzerine diğer adamda kılıcını çekti ve şöyle dedi: “Evet, vallahi o güzeldir. Ben onu defalarca tecrübe ettim.” Ebu Basir şöyle dedi: “Bana onu göster de bir bakayım.” Onu eline geçirince, adama bir darbe indirdi ve adam orada soğuyup kaldı. Diğeri ise Medine’ye kadar kaçtı ve mescide girdi. Onu görünce Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Bu adam korkutucu bir şey görmüştür.” Resulullah’ın yanına gelince adam şöyle dedi: “Vallahi arkadaşım öldürüldü ve bende bir ölüyüm.” O sırada Ebu Basir çıka geldi ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın nebisi, vallahi Allah senin zimmetini yerine getirdi, sen beni onlara teslim ettin ve sonra Allah beni onlardan kurtardı.” Nebi(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Vay annesine, eğer onunla birlikte birisi olsa savaş tutuşturacak birisi!” Bunları işiten Ebu Basir onu müşriklere vereceğini anladı. Bunun üzerine yola koyuldu ve Seyful-Bahr denen yere geldi. İlerleyen zamanlarda Ebu Cendel b. Suheyl’de onlardan kaçtı ve Ebu Basir’e katıldı. Ve etraflarında bir grup toparlandı. Allah’a yemin olsun ki, ne zaman Kureyş’in Şam’a giden bir kervanını duyacak olsalar, yollarını kesip onları öldürür ve mallarını alır oldular.”

Hadisin ifade ettikleri:

1- Burada birinci ayette zikrolunan Müslümanların siyasi olarak ayrılmalarının dışında başka nedenler de bulunduğu belirtilmektedir. Bu, Müslümanlardan olan bir grubun başkalarına bağlı olmayan bir akitte olmalarıdır. Burada Ebu Basir ve beraberindekiler, Medine ehlinin dışında imamet ve cihad işlerini kendileri yürüten başka bir grup olmuşlardır.

2- İbnTeymiyye bazı fetvalarında bu hadisle bu manaya delil getirmiştir. Şöyle ki, bazı Müslüman krallar kâfirlerle sözleşmelere girmişler ve bu anlaşmaları diğer tüm Müslüman kralları için bağlayıcı saymamıştır. Buda, çağdaş bazı kimselerin iddia ettikleri, Ebu Basir kıssasının özel bir olay olduğu görüşünün uzak oluşuna delalet etmektedir.

3- Birinci grup için, başkaları ile din konusunda savaşmayı men eden akde bağlı kalmaları caizken, ikinci grup için bu mana hiç su götürmezdir.

4- Tüm bu ayrılmalar, bilindiği üzere asla muhaliftir. Lakin varlığın zaruretleri gördüğümüz üzere bu ve benzeri şekilleri gerekli kılmaktadır. Aksi halde asıl olan Allahu teâlâ’nın şu buyruğudur:“Allah’ın ipine hep beraber sarılın ve ayrılmayın.”

5- Tüm bunlar, her zaman tüm Müslümanların tek bir bey’ata zorlanmasının doğru olmadığını ispat etmektedir. Eğer bunu söyleyen, bey’atın terk edilmesi sebebiyle bu terk edenlerin öldürülmelerini caiz görürse, dalalete düşer. Eğer bu fiilden ötürü onları tekfir ederse ya da emirine bey’ata dinin asıllarından birisini bina ederse, gerçekten cehennemin köpeklerinden olmuş olur. Birinci ayetten, hicret ve bey’atı terk edenin imanının sabit olduğu açığa çıkmıştı.

Abdulkays hadisinde ise şunlar geçmektedir: “Abdulkays heyeti Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve sellem) gelince onlara “Kavim kimdir?” ya da “heyet kimdir?” diye sordu. Onlar: “Rebiâ” dediler. Resulullah: “Hoş geldiniz ey kavim, utanç ve pişmanlık olmadan geldiniz.” dedi. Heyet: “Ey Allah’ın resulü, bizler sana ancak haram aylarda gelebiliyoruz. Bizimle senin aranda Mudar kâfirlerinden olan şu kabile bulunmaktadır. Bize net ve kısa şeyler söyle, onları ardımızdakilere bildirelim ve bunlarla cennete girelim…” Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlerinin sonunda: “Ve ganimetten de beşte birini vereceksiniz” buyurdu.

Hadisten çıkan bazı hususlar:

1- Nebi onlara hicreti emretmemiş bilakis onların kendi ülkelerinde kalmalarını onaylamıştır. Buda emrolunan hicretin, Allahu teâlâ’nın haklarında “bizler mustazaflardık” buyurduğu fertler için olmadığına delalet etmektedir. Eğer kişi dinini izhar etmeye güç yetirirse geri döner. İş, imamın ve cemaatinin takdirindedir.

2- Onlara, onun velayeti altında kendi değerlendirmeleriyle cihad amellerini sürdürmelerine izin vermiştir. Bu şu sözlerindedir: “Ve ganimetten beşte bir vereceksiniz.” Oysaki beldeleri bir değildi.

3- Abdulkays heyetinin hali ve Ebu Basir’in durumu, aslında imamet işlerinden olan cihad işlerinin her halükarda; eğer velayeti altındaysa imamın izniyle, eğer böyle değilse izni olmadan tek tek ya da cemaatler halinde yapılmasının caizliğini ifade etmektedir.

İmamet işleri güç yetirmeyle ilintilidir. Güç yetirebilme ise bazen noksan olurken bazen de tam olur. Buna delalet eden bir takım durumlar bulunmaktadır:

a- İkinci akabe bey’atının içeriği, Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) korunması ve himaye edilmesiydi. Bunun anlamı, eğer Medine’de ona karşı savaşılacak olsa, onun savunulmasıydı. Musned’deUbade b. Samit’ten rivayet olunduğuna göre şöyle der: “Bizler, canlılıkta ve tembellikle işitip itaat etme, zorluk ve kolaylıkta infak etme, iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve Allah yolunda konuşup kınayıcının kınamasına aldırış etmeme ve Yesrib’e bizim yanımıza geldiğinde, kendimizi, eşlerimizi ve çocuklarımızı koruduğumuz gibi onu desteklemek üzere Resulullah’abey’at ettik ve bunların karşılığında bizim için cennet vardı. Bu, Resulullah’la yaptığımız bey’atın içeriğidir.” İbn Kesir şöyle der: “İsnadı iyi ve kuvvetlidir.”

b- Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine ehline imameti sürecinde, Bedir’de kafile için yola çıkmalarından sonra karşılarında Kureyş’le savaş olduğu ortaya çıkınca, ensarın görüşüne bakmıştır. Hadisin aslı Buhari’de geçmektedir, Muslim’de ise daha detaylıdır. İmam Ahmed’de ise şöyle geçmektedir: “Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir’e çıkışını istişare etti, Ebu Bekir ona görüşünü bildirdi. Sonra tekrar onlarla istişare etti, Ömer’de görüşünü bildirdi. Ensardan birisi şöyle dedi: “Resulullah sizi kast etmektedir. Nefsim elinde olana yemin olsun ki, eğer denize dalmamızı istersen denize dalarız…”

c- Zunnurey’nin(radiyallahuanh) öldürülmesinden sonra Ali (radiyallahuanh) ile olanlar. Zira o, ‘fitne ve güç yetirememeyi kısas uygulayamayacağına’ özür olarak getirmiştir. Konuyla ilgili naslar ilim talebelerine malumdur, dileyen kaynaklara müracaat edebilir.

d- Faruk’un (radiyallahuanh) geçen sözlerinde pekiştirmiş olduğu kaide; orada şöyle demektedir: “Kim Müslümanların istişaresi olmadan bir adama bey’at ederse, ne bey’at edilene nede bey’at edene bey’at edilmez.” Bu, imama bey’atın bir kişiyle gerçekleşmeyeceğine, yine bu anlamda iki ya da üç kişiyle oluşmayacağına delalet etmektedir. Bilakis bu sözler, bir topluluğun diğer bir topluluğa hilafet bey’atını dayatmasıyla bağlayıcı hale gelmeyeceğine delalet etmektedir. Bu konu, bazılarının cahil kaldıkları konulardandır. Şöyle ki, sadece bazılarının hilafet bey’atı vermeleriyle bu anlamı hak edeceğini ve Müslümanların da onu kabul etmeleri gerektiğini zannetmişlerdir. Faruk (radiyallahuanh), ancak Müslümanlar tarafından istişare ile olunduğunda tabi olunması gerektiğini belirtmektedir. Müslümanlardan maksadın, arif kimseler, şura ehli ya da ehli hal vel-akd olarak adlandırılan görüş ehli olduğu ise açıklanmıştır. Faruk’un bu emrine göre, muhalif olanlara karşı savaşmak daha büyük bir dalalet olur. Zira (böyle bir halifeye tabi olmama konusunda) Faruk’a itaat edene karşı savaşılamayacağı gibi böyle bir kimse bilakis övülmelidir. Ve onun yapmış olduğu savaş ta Faruk’un fıkhına muhalif olmuş olur.

Burada Faruk’un(radiyallahuanh) bunu büyük sahabelerin huzurunda söylediği ve onların da, bunun Allah’ın dini bundan başkasının ise cehalet ve sapma dini olduğunu bildiklerinden, onlardan hiç kimsenin ona muhalefet etmediğinden bahsetmeye ihtiyaç bile yoktur.

e- İnsanlar, -bizim şu andaki durumumuzda olduğu gibi- yıpratma gücüyle otorite gücünü oluşturma merhalesinde olduklarında, bazıları bir takım topraklarda ve topluluklarda yönetimi ele geçirip diğer bazıları da başka yerlerde bunları ele geçirdiklerinde, onların birisinin imametini ilanı ve halife olduğunu söylemesiyle, tayin edilenin o olması başkasının olmaması şeklinde bir karara varılamaz. Bu sözün hakikati üzerine düşünülmesi, bunun ilim ve akıldan ziyade daha çok çocukça ve safça bir düşünce olduğunu ortaya koyacaktır. Zira bu sözü söyleyen, meselenin öncelik ve hilafetin başkalarından önce ilanıyla olduğunu düşünmektedir. Bu, dulları bile ağlatacak türden bir nedendir!

f- Belki bu kimseler için peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) şu buyruğu öne çıkabilir: “İsrail oğullarını peygamberler yönetirdi. Bir peygamber öldüğünde yerine başka bir peygamber geçerdi. Benden sonra bir peygamber yoktur. İleride halifeler olacak ve çoğalacaklardır.” Sahabeler: “Bize neyi emredersiniz?” dediler. Resulullah: “Birinci olanın bey’atına vefa gösterin ve Allah’ın onlara belirlediği hakları onlara verin. Zira Allah onlara yönettiklerinin hesabını soracaktır.”

Bu hadiste söylediklerine dair bir hüccet bulunmamaktadır:

- Bu nass, yönetici olan halifelerden bahsetmektedir. Buda onların insanlar üzerinde bir otoritelerinin bulunduğu anlamına gelmektedir. Yoksa bunların yorumladıkları şekilde, otoriteleri bulunmayan, -peygamberimizin geçen “imam kalkandır” buyruğunda olduğu gibi- ne kendilerini nede başkalarını savunabilecek güçte olmayan kişiler değildir.

- Bey’at, bey’at verenler için bağlayıcıdır başkaları için değil. Bu,“birinci olanın bey’atına vefa gösterin” buyruğundan anlaşılmaktadır, bu durumda başkası nasıl mecbur edilebilir?

- Sonra bu hadis emirlik için çekişen herkes için elverişlidir. Bunu, hilafet bey’atı lafızlarından birinde önce davranmaya yoran bir kimse, cahil bir kimsedir. Çünkü genel olarak doğru olan anlam, emirlikte sabit olan birinci bey’attır, diğerleri değildir. Eğer bu kimseler düşünecek olsalar, kendi bey’atlarının da batıl olduğunu göreceklerdir, çünkü kendileri de sonra gelmiştir. Zira birçok bey’atlar gerçekleşmiş, bunlardan bazıları yok olmuş bazıları ise hala varlıklarını korumaktadır. Ve bunların hepsi de cüzi olan din işlerinde işitme ve itaat üzerinedir ve güç yetirilen şeylerle ilgilidir. Güç yetirilemeyen bir şey üzerine yapılan bey’at, abesle iştigaldir. Ayrıca sadece bunun hilafet bey’atına yorulup diğerlerinin yorulmaması da ayrı bir hatadır.

Bunların durumu şuna benzemektedir; bir tür otorite sahibi olan ya da güç sahibi olan bir cemaat düşünelim, aralarında şer’î amellerden güç yetirebildikleri hususlarda bey’at vardır. Sonra zayıf, garip velayet türlerinden hiçbirisine güç yetiremeyen hatta namazda imamlığa bile güç yetiremeyen biri gelir ve bu kureyşlidir. İmamet işlerinin ne bir kısmına nede tümüne güç yetiremeyen birileri gelip hilafet üzerine ona bey’at ettiklerinde, onlara göre o ilk olmuş olur. Ve insanların hatta kısmen otorite sahibi olan o cemaatin bile ona bey’at etmeleri gerekir. Kuşkusuz bu, hadis hakkındaki cehalettir. Böyle bir hilafet kelimesinin delaleti boştur ve hiçbir değeri yoktur. Fıkıhta bilindiği üzere; akitler, anlamları ve maksatlarıyladır, lafızları ve kalıplarıyla değil. Buradaki hilafet kelimesi daha çok bir şey karşılığında hibe etme kelimesine benzemektedir, kuşkusuz böyle bir hibe satışla yorumlanır.

Son olarak, Irak’taki İslam devleti cemaatinin ilan etmiş oldukları “İslami hilafet devleti” birçok yönden geçersizdir ve füruları asıllara indirgemeye güç yetiremeyenlerin cehaletlerinden bir türdür. Bunun açıklamasıyla ilgili olarak şunları söylemek isterim:

1- Geçtiği üzere, imamet ancak rıza ile olabilir ve ancak şura ehlinden olan emir sahiplerinin ittifakıyla gerçekleşir. Güç ashabının, Suriye-Şam, Yemen, Afganistan, Çeçenistan, Somali, Cezayir, Libya ve Allah düşmanlarına zarar veren yeryüzündeki diğer Allahu teâlâ yolunda mücahidler olduğu bilinmiştir. Hilafet işi bunlardan uzak bir şekilde gerçekleşmiştir. Açıklamalarından (bunu, onların resmi sözcüleri açıklamıştır) sadece tek bir cemaatin onlara bey’at ettiği bilinmektedir. Faruk’un (radiyallahuanh) emri ve geçen fıkıhla, ne bey’at edene nede bey’at edilene tabi olunmanın caiz olmadığı bilinmektedir. Bilakis onlar “birbirlerini öldürmelerinden korkulması” fıkhı altındadırlar.

Irak devleti cemaatinin Müslümanların geneli üzerine bir velayeti yoktur ki meseleyi onlardan uzak bir şekilde sonlandırabilsin. Onlar, haklarında iyi zan besleyeceğimiz bir konumda da değillerdir. Zira onlarda, daha önce bahsettiğimiz aşırılık, sapma, fesat ve kan şehveti gibi şerler bulunmaktadır. Ben derim ki: Bu konuda sadece Müslümanlardan bir cemaat vardır, kendilerine “hilafet” ve “imametul-uzma” denilen Müslümanların cemaati yoktur. İtaat üzerine olan bu bey’at, sadece kendi ashabını bağlar. Hakikatleri üzerine olmayan isimler hiçbir şeyi değiştirmeyeceklerdir.

2- Müslümanların birliğini bozanları öldürmeyle tehdit etmeleri. Bu, ancak işin hakiki anlamda gerçekleşmesinden sonra söylenilebilir. Peygamberimiz şöyle buyurur: “İşleriniz tek bir adama bağlıyken, kim sizin birliğinizi bozmak ve cemaatinizi bölmek için gelirse, onu öldürün.” Bu, “işiniz tek bir adama bağlıyken” buyruğunda çok açıktır. Bunlar ise bunu başka bir yöne indirgemişlerdir. Bu gün insanlar cemaatler halindedir, onların sadece kendi rızaları üzerine ya da mutlak galebe üzerine bir araya toplanmaları caizdir. ‘Mutlak galebe’ sözümüz, ‘bunun gerçekleşmesi için galip gelmenin ya da muhaliflere karşı savaşmanın caiz olduğu’ anlamında değildir. Bu, bazı fıkıhçılar tarafından ayaklanma silsilesinin engellenmesi için söylenen bir sözdür. Vuku bulmasından sonra bir şeyin onaylanması, başlangıçta onun şeriata göre olduğu anlamına gelmez. Şer’î kaide şöyledir: “Başlangıçta affedilmeyenler iş esnasında affedilirler.”

3- Kendi cemaatleri haricinde tüm ülkelerdeki Müslümanların cemaatlerini ilga etmeleri. Bu iftiranın da, hilafeti ilanın dışında herhangi bir nedeni bulunmamaktadır. Bu nedenin bozuk oluşu ve ilan ve isimlerle bağlılığın gerçekleşmeyeceği daha önce geçmişti.

4- Onların vakıaları, muhaliflerine karşı savaşmak için tutuştuklarını göstermektedir. İster galebe için isterse de başka bir şey için hangi anlamda olursa olsun bu savaş büyük bir günah ve bir cürümdür. Eğer muhalifi tekfir olursa, hiç şüphesiz bu haricilerin dinidir.

5- Onların hallerinden, öncülerinin aşırılık ve bidat ehli olduğu ortaya çıkmıştır. Bu konuda bitirilmiş ve açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Onlarda büyük bir cehalet bulunmaktadır, öyle ki, iddia etmiş oldukları bu büyük işi (hilafetul-uzma’yı) yürütmeye güç yetirebilecek ne âlimleri nede fıkıhçıları vardır. Her ne kadar son zamanlarda Irak’ta bazı yerlerde otorite sağlamış olsalar da Allahu teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Benim sözüm zalimlere nail olmaz.” Bu yüce ayet altında İslam fakihleri, zalimin velayete getirilmeyeceğini çıkarmışlardır. Her ne kadar necis zındıklara zararlar vermiş olsalar da, bu ayrı bir şey, Müslümanların siyaseti ve yönetimi meselesi ayrı bir şeydir.

Bunların kalplerinde mücahid kardeşlerine karşı merhametleri yokken, insanların fakirlerine, miskinlerine, zayıflarına ve avamına karşı durumları nasıl olacaktır. -Örneğin Mağrip’teki maliki âlimlerin verdikleri fetvalarda olduğu gibi-, âlimlerimiz harici bir emir altında cihad edilmesini caiz görmüşlerdir. Ancak onların, derdi insanları öldürmek olan, onları yönetip gözetmek olmayan harici bir yöneticiyi onayladıkları bilinmemektedir.

6- Bunlar, bu cemaat tarafından zındıklara karşı yürütülen savaşın hafife alınması olarak görülmemelidir, bu güzel bir durumdur. Eğer zındıklara karşı cihad sahasında tek başlarına olmuş olsalardı, kişi ancak onların sancakları altında savaşırdı. Lakin doğu ve batıda Müslümanlar üzerine büyük imamlık konumuna geçmeleri, şer’i ve ilmi olarak fesadının yanında kuşkusuz neticesi de fasit olan bir durumdur.

7- Irak’ta kısmen otorite sağlamaları, bu konuda onlara öncülük etme ayrıcalığı tanımaz. Daha önce hayır mollası Muhammed Ömer’de otorite sağlamıştır. Somali, Yemen ve Mali’deki mücahidlerde otorite sağlamışlardır. Onlar, akılları ve ilimleriyle, bu cehalet, gurur ve yeryüzündeki tüm Müslümanları bağlayıcı büyük hilafet iddiasında bulunmaktan çok uzaktılar. Çünkü şer’i lafızlar, ya kevni hakikatlere ya da şer’i hakikatlere kullanılırlar. Boş bir şeye kullanılmaları ise, rafizilerin ve haricilerin dinidir.

8- Bu cemaatin resmi sözcüsü, Irak’taki fetih ve rabbani hibe gerçekleşmeden önce hikmetli Zevahiri ile husumetinde hilafet ilanına çağrıda bulunmuştur. Buda hilafet konusundaki cehalet mikrobunun bundan öncede bulunduğuna delalet etmektedir. Bu durumda otorite veya başka şeylerle delil getirmeleri de onlar için hüccet olmayacaktır.

9- Son olarak, bu cemaat hilafetten önce bir bid’at cemaatidir. Bu, onlar hakkında bildiğimiz, Müslümanları özellikle de onlardan cihad ehli olanları öldürme tutkunu olmalarından ötürüdür ve hala da bu durumlarını sürdürmektedirler. Hatta özelliklede Irak’taki bazı yerleri ele geçirmelerinden sonra bu ateşin daha da arttığını ve geliştiğini görmekteyiz. Oysaki olanlar, rabbani bir hediyedir. Hatta onlardan bazıları, bazı bölgelerin savaşsız düştüğünü itiraf etmiştir. Bu, şükür, kapanma ve tevazuu gerektiren bir nimettir, gurur ve muhalifleri öldürme tutkusunun daha da artırılmasını değil. Burası, merhamet diler bir şekilde söylenilecek bir konum da değildir. Kişi yaşamında birçok dönüşümler görmüştür. Onlardan daha büyüklerinin bir anda düştüklerini görmüştür. Bu, onlar için temenni etmediğimiz bir durumdur. Çünkü bu gün Irak’ta onların alternatifi zındıklardır. Ancak zafer müminlerde korku ve tevazu doğurmalıdır. Tıpkı imamımız Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) fetihle Mekke’ye girerken ki durumunda olduğu gibi, yine Kisra’nın hazineleri ayaklarının altına geldiğinde Faruk’un (radiyallahuanh) hali gibi olmalıdır. Bizler, Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hızlanmakla nitelediği bir zamandayız. Bunun anlamlarından birisi de: Kısa zamanda büyük olayların vuku bulmasıdır. Allah en doğrusunu bilir.

Bunların bid’at cemaati olmaları hasebiyle onların sancakları altında ancak zorunluluk halinde savaşılabilir. Müslümanların cemaati olduklarını ve (iddia etmeleri ve adamlarının bu anlam üzerine ona bey’at etmeleri dışında hiçbir gerekçe bulunmadan) diğerlerini geçersiz sayıp imamlarının Müslümanların tek imamı olduğunu iddia etmeleriyle, bid’atleri daha da artmıştır. Allahu teâlâ’nın dinini bilen bir Müslümanın bu konuda onlara tabi olması caiz değildir. Bu cemaatten olan akil kimseler, eğer kendileri ve kardeşleri için hayır istiyorlarsa aralarındaki aşırılığın artmasına mani olmalıdırlar. Zaferin bedeli, acıları ve külfetleri vardır. Eğer bunu güzel yaparlarsa yapsınlar aksi halde Allahu teâlâ’nın sünnetleri onlar hakkında da başkaları hakkında geçerlidir. Onlardan daha çok galibiyet sağlayanlar geldiler ve gittiler. “Emrinde galip olan Allah’tır. Lakin insanların çoğunluğu bilmezler.”

Bu acelecilikte yazabildiklerim bunların ve inşallah bir ilim talebesi için yeterlidir. Bunları düşünen bir kimse, doğruluğunu görecektir. Allah en doğrusunu bilir. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır.

Ramazan 1435 / Temmuz 2014

Çeviri: İnca News
 
Tora Bora Çevrimdışı

Tora Bora

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Kişisel değil İLMİ SÖZLER. Bu sozlerin üstüne ilmi itirazda bulunmayanin kusura bakilmasin her seylerinden suphelenirim. Çünkü tüm sorulara cevabi barındırıyor! .
 
Üst Ana Sayfa Alt