Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Hümeze Suresi Tefsiri

tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hümeze suresi ayet 1
İnsanları arkadan çekiştiren, yüzlerine karşı onlarla alay eden her kişinin vay haline ki!

"Veyl; Vay haline!" lafzının anlamı horluk, azab ve helak olmak anlamındadır. Cehennemdeki bir vadi olduğu da söylenmiştir.

"İnsanları arkadan çekiştiren, yüzlerine karşı onlarla alay eden her kişinin vay haline ki;"
İbn Abbas dedi ki:
Bunlar başkalarının sözlerini alıp taşıyanlar, birbirlerini sevenlerin arasını bozanlar, suçsuz, günahsız kimselerin kusurlarını araştıranlardır, buna göre buradaki her iki tabir fhumeze ve lumeze) aynı anlama gelmektedir.

Peygamber (sav) buyurdu ki:
"Yüce Allah'ın kullarının en kötüleri başkalarının laflarını taşıyanlar, birbirlerini sevenlerin arasını bozanlar, sutsuz, günahsız kimselerin kusurlarını ortaya koymaya çalışanlardır."

İbrı Abbas'tan nakledildiğine göre "humeze" arkadan çekiştiren, "hımeze" ise insanları çokça ayıplayan kimse demektir.

Ebıı'l-Aliye, el-Hasen, Mücahid ve Ata b. Ebi Rebah: Humeze insanların gıybetini yapan ve yüzlerine karşı onları ten ki d eden, lumeze ise hazır olmadıkları vakit arkalarından gıybetlerini yapan kimsedir, demişlerdir.

en-Nehhas, bu görüşü tercih etmiş olup şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Bazıları da sadakalar hususunda sana dil uzatırlar, ("Lumeze" ile aynı kökten gelen "yelmizuke" fiili kullanılmıştır.)" (et-Tevbe, 9/58) buyruğu da bu kabildendir.

Mukatil bu açıklamanın aksini yaparak şöyle demiştir: Humeze; gıybet yaparak insanları arkalarından çekiştiren, lumeze ise yüzüne karşı insanın gıybetini yapan kimse demektir. Katade ve Mücahid şöyle demişlerdir: Humeze insanları çokça tenkid edip dil uzatan, lumeze ise onların neseblerine çokça di! uzatan kimsedir.

İbn Zeyd dedi ki:
Humeze'ci insanları eliyle dürtüp vuran kimse demektir. Lumeze ise diliyle onların kusurlarını söyleyen ve ayıplayan demektir.

Süfyan es-Sevri dedi ki:
Humezelik dil ile lumezetik ise göz ile yapılır.

İbn Keysan dedi ki:
Humeze oturup kalktığı kimselere kötü sözleriyle eziyet veren, kımeze ise oturup kalktığı kimseye göz kırparak gözüyle, başıyla, kaşıyla işaretler yapan kimsedir. Burada her ikisi de aynı şeydir. Bu da kişinin gıyabında onu tenkid eden, onun gıybetini yapan kimsedir.

" Uzak olmak, uzaklık" demektir. Humeze ise bu anlamı mübalağalı bir şekilde ifade etmek için kullanılan bir isimdir. Nitekim insanlarla çokça alay eden ve onların hallerine çokça gülen kimseye: denilir.

Ebu Cafer Muhammed b. Ali ve el-A'rec "mim" harflerini sakin olarak; diye okumuşlardır. Eğer onların böyle okudukları, onlardan sahih olarak nakledilmiş ise, o takdirde bu lafızlar (ism-i) meful manasınadır. Bu da insanlar kendisi hakkında kaş göz işaretleri yaparak onun hallerine gülsünler ve kendisinin gıybetini yapmak zorunda bırakacak şekilde insanlara karşı davranışlar sergileyen kimse demek olur.

Abdullah b. Mesud, Ebu Vâil, en-Nehaîve el-A'meş ise ("her" anlamındaki İi külli" lafzını zikretmeyerek): Humeze ve lumezenin (yani insanları arkadan çekiştirip, yüzlerine karşı onlarla alay eden kimselerin) vay haline" diye okumuşlardır.

(Humeze'nin kökünü teşkil eden): in asıl anlamı, "kırmak ve bir şeyi şiddetle ısırmak" demektir. "Harfi hemzeli okumak" tabiri de buradan gelmektedir. " Onun başını kırdım" denilir.

Cevizi elimle kırdım" demektir.

Bedevi bir araba "Siz fare kelimesini (fa're şeklinde) hemzeli mi söylersiniz?" diye sorulmuş da o da: "Fareyi ısırıp yakalayan ancak kedidir" diye cevab vermiştir.

es-Sıhah'taki ifade ise şöyledir: Bedevi bir araba: "Fare kelimesi (fa're şeklinde) hemzeli mi söylenir?" diye sorulmuş. O da: " Ha*yır onu ısırıp yakalayan kedidir" diye cevab vermiştir.

Birincisini nakleden es-Sa'lebî'dir. Bu ifade(kr) kediye "humeze" isminin verileceğine delildir.

el-Accâc şöyîe demiştir:

"Biz kimin başını hemzeder (kırar) isek, onun başı elbette yarılır, kırılır."

Hemz ve lemz'in asıl anlamının itmek ve vurmak okluğu da söylenmiştir. " Onu vurup İtti, vurup iter, vurup ilmek" denilir. Ayns şekilde: "Onu illi, onu vurdu" demektir. Reeez vezninde şair söyle demiştir:

"Biz her kimin şanına (kuvvetine) henız edecek olursak

o hemen kıçüstü yıkılır, Şiddetli bir şekilde; yahut o şiddetlice yıkılır."

Bu açıklamayı es-SıftoA'da (el-Cevherî) yapmıştır.

Âyet, cd-Dahhâk'ın, İbn Abbas'tan rivaytrline göre elMınes b. Şerik hakkında inmiştir. Bu kişi ister karşılarında bulundukları vakit, isler yanından geçtiklerinde insanları kaş göz işaretleri yaparak ayıplar, onları çekişürirdi.

İbn Cüreyc dedi ki:
(sûre) el-Velid b, el-Muğire hakkında inmiştir. O Peygamber (sav)'ın gıyabında gıybetini yapar, yüzüne karşı da onu tenkid ederdi. Ubeyy b. Halef hakkında indiği söylendiği gibi Cemil b. Âmir es-Sakafî hakkında indiği de söylenmiştir.

Âyetin, tahsis sözkonusu olmaksızın genel olarak bu tür davranış sergileyenlerin hepsi hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun görüşü de budur.

Mücahid dedi ki:
Bu buyruklar kimse hakkında özel değildir. Aksine bu nitelikte olan herkes hakkındadır.

el-Ferrâ dedi ki:
Umumi bir buyruğun zikredilip, özel kimselerin onunla kastedilmesi mümkün olabilir. Nitekim bir kimse birisine: Ben suni ebediyyen ziyaret etmeyeceğim deyip diğeri ona: Kim beni ziyaret etmezse ben de o kimseleri ziyaret etmem, diyerek tek bir kimseyi kastetmesine benzer ki, bu sözüyle kendisine böyle diyen kimseyi ziyaret etmeyeceğini kastetmiş olur.


Hümeze suresi ayet 2
O malı toplayıp, onu tekrar tekrar sayandır.

Yani; "(Onu -kendi iddiasına göre- zamanın musibetlerine karşı ha*zırlayandır." (Bu manasıyla): " Kerem sahibi oldu ve ikram etti" fiiline (vezin dolayısıyla fiilin anlam değişikliğine uğramasına) benzer. Bunun, sayıp döktü, saydı durdu, anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı da es-Süddi yapmıştır. ed-Dahhâk dedi ki: Malını çocukları arasından kendisine mirasçı olacak kimselere hazırladı, demektir. Malının sayısı ve çokluğu ile başkalarına karşı öğündü, demektir diye de açıklanmıştır.

Maksai ise, malı Allah'a itaat yolunda harcamayıp, elde tutmanın yerilme-sidir. Yüce Allah'ın: "O, hayrı alabildiğine engelleyen" (Raf, 50/25); (Nun, 68/12) buyruğu ile: "Mal toplayıp kaba dolduran" (el-Mearic, 70/18) buyruklarında olduğu gibi.

"Toplayıp" anlamındaki; lafzının "mim" harfi genel olarak şeddesiz okunmuştur. Ancak İbn Amir, Hamza ve el-Kisai çokluk anlamı ifade etmek üzere şeddeli okumuşlardır. Ebu Ubeyd de daha sonraki: "Onu tekrar tekrar sayandır" buyruğu dolayısıyla bu okuyuşu tercih etmiştir.

el-Hasen, Nasr b. Asım ve Ebu'l-Aliye ise "toplayıp" anlamındaki fiili şeddesiz okumuşlardır. Aynı şekilde; "onu tekrar tekrar sayandır" anlamındaki fiili de; (.jJij ) şeklinde şeddesiz okumuşlar ve böylelikle şeddeli olan harfin muzaaf (aynı harften iki harfin şeddeli okunması) olduğunu göstermişlerdir. Çünkü bunun asit ( .Ü)'dir. Ancak böyle bir okuyuşun (açıklanabil*mesi) uzak bir ihtimaldir. Çünkü mushafta bu, iki dal ile yazılmıştır.
el-Mehdevi dedi ki:
Her kim "onu tekrar tekrar sayan" lafzını şeddesiz okuyacak olursa, o vakit bu mala atfedilmiş olur. Yani bu kimse malı topladı ve'onu sayıp durdu, demek olur. O halde bu muzaafiığı açığa çıkartılmış bir fiil olmaz.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hümeze suresi ayet 3.
“Gerçekten o, malının kendisini ebedî kılacağını sanmaktadır.”

Adam malının kendisini ebedîleştireceğine, ebedîyen kendisini yaşatacağına inanmaktadır. Bu malın ve mülkün sahibi olarak ebedîyen yaşayacağını ve hiç ölmeyeceğini zanneder. Malıyla bu dünyada ölümsüzlüğü garantilediğini zanneder. Allah’ın kendisine bolca servet verdiği ve kendisine verilen bu servetin kendisini şımarıklaştırdığı, elindeki nimetlerin ebedî olduğunu, hiç bitmeyeceğini zanneden ve hayatını bu düşünceye bina eden bir adam. Sahip olduğu malını, mülkü-nü, servetini, samanını, makamını, mevkiini, gücünü, kuvvetini, gençliğini, zindeliğini hiç yitirmeyeceğine inanan bir adam. İzzet ve şerefi bunlarda gören, bunlarda arayan bir adam.

“Ben gerçek güç ve kuvvet sahibiyim! Bütün bunların sahibi benim! Bu malımın, bu mülkümün, bu gücümün, bu saltanatımın, bu çevremin, bu kredimin, bu hayatımın sahibi benim ve artık ben bu mülkün batacağına da inanmıyorum! Yok olmaz mallar! Tükenmez bu servet! Bu iş yerlerim, bu fabrikalarım kesinlikle yıkılmaz! Yok olmaz bu fabrikalar! Bitmez bu saltanat! Son bulmaz bu hayat! Gelmez ölüm bana! Ben ebedîyen yaşarım bu saltanatımın içinde! Bütün bunlara sahipken artık ben öleceğime de kıyâmetin kopacağına da ihtimal vermiyorum! Bu saltanatın, bu gücün ve bu imkânın sahibi olan birinin üzerine kesinlikle kıyâmet kopmaz! Benim üzerime kıyâmet kopmaz! Kimse benim önüme geçemez! Kimse benimle başedemez! Allah’ın da beni öldüreceğini sanmıyorum!”

Gerçi eğer bu zavallı fakirlerin, şu ayak takımının dedikleri doğru da kıyâmet kopacaksa bile ne önemi var? Eğer bunların dedikleri gibi ölecek ve yeniden dirileceksek elbette yine bize orada ayrıcalık tanınacak ve ayrı muamele yapılacaktır. Zat-ı âlileri orada da korunacaktır elbette. Çünkü dünyada bu kadar servetin, bu kadar saltanatın sahibi değil miydik bizler? Öyleyse sayın cenapları elbette âhi-rette de düşünülecek, elbette orada da protokol bozulmayacak, orada da saygınlığını koruyacaktı. Böyle düşünüyor adam. Böyle hesap ediyor, böyle bekliyor. Malıyla, mülküyle kendisini ebedîleştirmeye çalışıyor. Hayat programını hiç ölmeme inancına bina etmeye çalışıyor.

Ahledeh, huld, hulûd; ilelebet devam etmek, kalmak, uzun süre kalmak. Bir isim olarak huld; bilezik, küpe, ebedîlik ve cennet gibi anlamlara gelir. Bu yüzden "dâru'l-huld" veya "dâru'l-hulûd"; cennet yurdu demektir. Huld kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde da-ha çok "ebedîlik" anlamında kullanılmıştır:

“Haksızlık edenlere de: “Sonsuz azabı tadın, ancak yaptığınıza karşılık ceza çekiyorsunuz” denir.”(Yunus 52)

"Sonunda Şeytan onu fitneye düşürerek, söyle dedi: Ey Ãdem, seni ebedilik ağacına, son bulmayacak olan devlete götüreyim mi?" (Tâhâ,120).

Halbuki evrende hiçbir varlığa sonsuza dek yaşama yeteneği verilmemiştir:

“Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar bâkî kalır mı?” (Enbiyâ,34).

Ebedîlik, âhiret hayatı ile ilgili bir kavramdır. Cennet ve cehen-nemin sonsuzluğu bunu gösterir. Cennetin ebedî oluşu şöyle bildirilir:

"De ki; bu mu hayırlı, yoksa takvâ sahiplerine va'd olunan ebedilik (huld) cenneti mi?" (Furkân,15).

Görüldüğü gibi bu âyetlerde geçen "huld" kelimesi hep son-suzluk anlamını ifade etmektedir. Cennetin bir vasfı da "cennetü'l-huld" dur. Yani bozulmadan ve sonu gelmeden devam eden cennet demektir. Bazen işte burada olduğu gibi "dâru'l huld" cehennem anla-mında kullanılır: "İşte O, Allah düşmanlarının cezası, ancak ateştir. Onlar için orada sonsuza kalma yeri (dâru'l-huld) vardır. Bu, âyetle-rimizi inkâr etmelerinin bir cezasıdır."

Kur'ân-ı Kerîm'in açıkça bildirdiğine göre, dünya hayatında sonsuzluk söz konusu değildir (Enbiyâ,34). İnsan hayatı, âhiretle bütünleşince sonsuzluğa doğru uzanmış olur. Çünkü yüce Allah önce, doğacak tüm insanların ruhlarını yaratmış, zamanı geldikçe, dünyada bedenle ruh bütünleşmiştir. Ölümle, ruh bedenden ayrılır ve kabir ha-yatı başlar. Kıyamet koptuktan sonra, âhiret âleminde, sonsuzluğa uzanan, cennet veya cehennem hayatı başlar. Böylece, insanoğlu sonsuzluğa elverişli bir varlık olduğunu, yaşayışında göstermiş bulunur.

Evet, diyor ki adam ben ölmeyeceğim. Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Makam sahipleri, saltanat sahipleri ölmez! Karun bir gün karşısına geçip sevinçten mest olup ayakkabıya döndüğü paracıklarını sayarken, hizmetçisi de uzaktan gülerek onu seyrediyormuş. Hizmetçisini böyle garip bir tavır içinde gören Karun onun paracıklarına göz koyduğunu ve onları çalmayı planladığını zannederek onu ayaklarının altına alıp ezmeye başlar. “Niye gülüyordun söyle bakalım?” diye onu ezmeye çalışırken, bir ara fırsat bulan hizmetçi bağırır: “Efendim! Vallahi onları çalmayı filan düşünmedim! Düşündüm ki siz ölünce..” filan demeye çalışırken daha onun sözünü boğazında kesen Karun: “Sus! Ben ölmem! Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez!” diye onu daha bir beter dövmeye koyulur.
Evet zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez!!! Bu Ehramlar, bu anıt kabirler de onun için var ya. Ölmediklerini ortaya koymak için, ölümsüzlüklerini ispat için, ya da öldükten sonra da hegemonyalarını sürdürebilmek için yaptırıyorlar bunları adamlar.

Mal çokluğu, nüfuz çokluğu ve fizikî güç. Bakıyoruz tarih boyunca ve şu anda da tüm çağdaş müşrik sistemler bunların topluma yansıyan temelleri üzerine kurulmuştur. Tüm müşrik sistemler bu üç şeyin çokluğu esasına dayanmaktadır.

1. Ya mal, mülk, servet çokluğuna, ekonomik güce dayanır ki bunun adı kapitalizmdir.

2. Ya çoluk, çocuk, sülale, ırk çokluğuna dayanır ki bunun adı faşizmdir.

3. Ya da güçlü olmaya dayanır ki, bunun adı da despotizm veya krallıktır.

Halbuki bunların hiçbirisi üstünlük sebebi değildir. Bunların tamamını veren Allah’tır. Malı, mülkü veren Allah, çoluk, çocuğu veren Allah, fizikî gücü veren de Allah’tır.

Öyleyse sakın ha sakın hiç kimse şu anda sahip olduklarının sahibini kendisi zannetmesin. Hiç kimse bunların sahibi benim zannetmesin. Malın, mülkün, bağın, bahçenin, evin, barkın, dükkanın, tezgahın, paranın, pulun, çoluğun, çocuğun sahibi benim zannetmeyin. Hocalığımızın, bilgimizin, tecrübemizin, çevremizin kredimizin sahibi biziz zannetmeyelim. Bunların tümünü bize veren Allah’tır bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım. Bunlara sahip olduk diye bunlardan mahrum imtihan edilenlere tepeden bakmayalım. Onları küçük görmeyelim. “Benim gücüm kuvvetim var, param pulum var, oğlum kızım var, çevrem kredim var. Halbuki sende bunların hiç birisi yok. Hem ekonomik yönden senden çok üstünüm, hem de siyasal gücümle seni ayağımın altına alabilirim. Hem cüzdanım kabarık, hem de güçlüyüm. Yani benim karnımdaki senin karnındakinden daha çoktur” diyerek karın hesabında olmayalım. İnsanları barsak hesabına göre değerlendirmeyelim. İzzeti, şerefi malda, mülkte, makamda, mansıpta aramayalım.

Mesela şimdi farz edin ki birine el verilmiş, ötekisine verilmemiş, çolak yaratılmış. Hangisi üstün bunun? Allah’ın kendisine el verip öyle imtihan ettiği insan mı üstün yoksa Allah’ın el vermeyip çolak imtihan ettiği insan mı üstün? Veya Allah’ın kendisine bolca mal verip imtihan ettiği insan mı üstün yoksa Allah’ın mal vermeyip fakirlikle imtihan ettiği insan mı üstün? Aslında ne o üstün, ne de beriki alçaktır. Buların hepsi imtihan konusudur. Allah birini malla imtihan ediyor, ötekisini de malsız imtihan ediyor. Bunların her ikisi de ayrı birer imtihan sorusudur. Bu imtihanı henüz kimin kazanıp kimin kaybettiği belli olmadığı için de kimin üstün, kimin alçak olduğu şu anda belli değildir. Bu, yarın belli olacaktır.

Bakın böyle mal toplayıp biriktirmeye çalışan, malıyla, mülküyle kendisini üstün görüp insanlara tepeden bakan ve de bu malıyla kendisini ebedîleştirmeye çalışan kişinin cehenneme gideceğini anlatıyor.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hümeze suresi ayet 4.
“Hayır, andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.”

Böyle yapan kişi Hutame’ye atılacaktır. Andolsun ki o Hutame’ye atılacaktır, diyor Rabbimiz. Hutame, Kur’an’da cehennemin isimlerinden birisidir. İçine atılan her şeyi kırıp geçiren, ufalayıp yok eden manasına cehennemin isimlerinden birisidir.

Rabbimiz “Kella” diyerek söze başlıyor. Hayır hayır! İş sizin bil-diğiniz gibi değildir. Vazgeçin bu anlayışlarınızdan! Değiştirin bu düşüncelerinizi! Andolsun ki mal toplayan, mal biriktiren ve onunla ebedîleşeceğini zanneden kişi, hayat programını bu inanca bina eden kişi mutlaka Hutame’ye atılacaktır. Böyle düşünenler, böyle yaşayanlar her şeyi yalayıp yutan, insanı insanlıktan çıkaran Hutame’ye atılacaktır.

Dikkat ederseniz ayet-i kerîmede “Nebeze” kelimesi kullanılmaktadır. “Nebeze”, değerli görülen bir şeyi atmak anlamına gelmektedir. Mal-mülk sahibi olmalarından ötürü kendilerini değerli gören bu insanlar da, kendisiyle değer bulmaya çalıştıkları malları, mülkleri de değersiz bir biçimde cehenneme atılacaktır. Mal, mülk sebebiyle insanları küçük gören, onları kırıp dökenler bu tavırlarına mütenasip olarak kendileri de kendilerini kırıp geçirecek bir ateşe atılacaklardır. Dünyada insanların etlerini yiyenler, onların ırzlarına, namuslarına, şereflerine haysiyetlerine dil uzatanlar etlerini, kemiklerini yiyecek bir Hutame’ye atılacaklardır. İnsanları kırıp dökenler de orada kırılacaklardır.

Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde Hutame’yi anlatırken şöyle buyurmaktadır:
“Melek bir kâfiri yakalayacak ve tıpkı odunun diz üstüne konulup kırıldığı gibi, onu belinden kıracak ve cehenneme atılacaktır.”

Hümeze suresi ayet 5.
“Hutame’nin ne olduğunu sana bildiren nedir?”

Hutame’nin ne demek olduğunu sen nerden bileceksin peygamberim? Dinle onu sana ben anlatayım anlamına bir ifade. Cehennemin dehşetini anlatan bir ifade. İnsanın mahiyetini bilemeyeceği Hutame, “Hümeze” ve “Lümeze”ye verilecek cezadır. Hemmaz ve Lemmaz için Rabbimizin takdir ettiği bir cezadır bu. Mal-mülk sahibi oluşunu insanlara tepeden bakma ve onları hakir görme sebebi bilen kimselerin cezaları da onları küçük düşürecek bir atılma cezasıdır. Melekler, kırıp büküp baş aşağı değersiz bir biçimde ateşe atıverecek onları. Hani sobaya sığmadı diye odunu kırar, birkaç parçaya bölersiniz ya, işte melekler de dizlerinin üzerinde birkaç parçaya kırıp bükerek onları değersiz bir biçimde cehenneme atıverecekler.

Hümeze suresi ayet 6.
“Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir.”

O Hutame, Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir. Ateşin Allah’a izafesi onun insanların dünyada bildikleri, tanıdıkları ateşlere benzemediğini ortaya koymak içindir. Çünkü aslında tüm ateşler Allah’a ait iken, burada bu ateşe özellikle Allah’ın ateşi denilmesinin sebebi budur. Bu ateş dünyadaki ateşlere benzemez. Sönmesi, hafiflemesi olmayan bir ateştir. Veya Allah’ın ateşi ifadesi Allah’ın belâsı anlamına gelmektedir. Allah’ın emriyle yakılan ve sadece dünyadaki ateşler gibi maddî şeyleri yakmakla kalmayıp manevîyatı da yakan, her şeyi saran, gönüllere kadar uzanan, yürek yakan, yürek hoplatan bir ateştir. Nitekim Tirmizî’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Cehennem ateşi kızarıncaya kadar bin sene yakılır. Sonra beyazlaşıncaya kadar bin yıl daha yakılır. Sonra siyahlaşıncaya kadar bin yıl daha yakılır. O artık simsiyahtır.” (Tirmizî 2594)
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hümeze suresi ayet 7
“Ki o, yüreklerin üzerine tırmanıp çıkmaktadır.”

Kalplerin üzerine kadar çıkan, yüreklerin içine kadar işleyen, kalplere nüfuz eden bir ateştir o. Kalpleri örten, acısı kalplere kadar ulaşan bir ateş. Yani anlıyoruz ki ateş, insan gibi şuurlu bir varlıktır. Ne yapacağını, ne edeceğini, müşterisinin neresine el atacağını da bilen bir ateştir. Bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’de cehennem anlatımları hep böyle. Mesela uzaktan müşterilerini gördüğü zaman kükreyen, homurdanan ve hortumlarını çok uzaktan göndererek müşterilerini içine alıveren, yalayıp yutuveren bir varlık. Gâf sûresinde anlatıldığına göre müşterileri içine dolduktan sonra Cenâb-ı Hak soracakmış: “Doldun mu ey cehennem? Doydun mu? Daha ister misin bu sığır sürülerinden?” Cehennem de diyecekmiş ki: “Daha yok mu ya Rabbi? O kadar kükreyip coştum ki bugün bir türlü doymak bilmiyorum. Daha varsa gönder ya Rabbi!” Veya: “Daha mı var ya Rabbi? Daha bitmedi mi Allah’ım? Bu kütüklerin sonu gelmedi mi?” diye şaşkınlığını ifade edecektir. Yani o kadar çok insan atılacakmış ki cehenneme, o bile bu çokluğa şaşacak, hayret edecek ve daha bunların arkası gelmedi mi ya Rabbi? Bitmedi mi ya Rabbi? diyecekmiş.

Bakın burada da bu şuurlu varlığın müşterilerinin kalbine el atacağı, insanın kalbine uzanacağı anlatılıyor. Cehennem, müşterilerinin kalbine atacak pençesini. Onlara azaba oradan başlayacak. Neden? Çünkü kalp insanlarda kabul ve ret makamıdır. Kalp, iman ve küür makamıdır. İnsanlarda düşünce, idrak, heves, niyet ve irade makamıdır. İman ve küfür konusunda kişide en sorumlu yer onun kalbidir. Onun içindir ki bakın bu ayet-i kerîmesinde Rabbimiz cehennem ateşinin kalbe uzanacağını anlatmaktadır.

Ateş insanın kalbine kadar uzanacaktır. Aman Allah’ım! Bu ne müthiş bir ifade! Rabbim, sen bizi bundan koru! Dünyada acı kalbe ulaşınca artık insan dayanamaz ve ölür. Ama orada ölemeyecekler de. “Orada ne ölebilecekler ne de yaşayabilecekler.” (Tâhâ 74)

Buna yaşamak da denmez, ölmek de denmez. Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:

“O ateş ehlini yer, nihayet gönüllere gelince son bulur. Sonra Cenâb-ı Hak etlerini, kemiklerini diğer bir oluşla yeniden iade eder.”

Nisâ sûresinde de bu konu anlatılır:
“Onlardan ona inananlar ve yüz çevirenler vardı. Çılgın bir alev olarak cehennem yeter. Doğrusu, ayetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah Güçlüdür, Hakimdir. (Nisâ: 56)

Zuhruf sûresinde de azabın dehşetinden ötürü ölüm isteyecekleri ama ölemeyecekleri anlatılır:
“Cehennemde şöyle seslenirler: “Ey Nöbetçi! Rab-bin hiç değilse canımızı alsın.” Nöbetçi: “Siz böyle kalacaksınız” der.” (Zuhruf: 77)

“Ey Mâlik! Ey cehennemin bekçisi! Ne olur dua et de Rabbin bize hükmedip bizim işimizi bitiriversin! Ne olur Rabbin bizi öldürsün de şu durumdan kurtulalım!” diyecekler. Mâlik diyecek ki onlara: “Hayır, sizler burada ebedîyen kalacaksınız. Sizler için burada ebedî bir kalış söz konusu.” Evet onlar orada ölemeyecekler. Ölümü temenni edecekler, ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama bir türlü ölmeyecekler. “Siz ebedîyen burada kalacaksınız çünkü biz size hakkı getirdik de siz ondan tiksiniyordunuz. Allah’tan gelen hakka tepki gösteriyor, reddediyordunuz.”

Dikkat ediyor musunuz? Zalimler ölüm istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helâk olup gitmek. Kendilerini bir an olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz cehennem azabından kurtaracak bir ölüm istiyorlar. Dayanılmaz azap çukurlarından yükselen ölüm feryatları. Ama görüyoruz ki cevap bunların zaten bitmiş ümitlerini biraza daha öldürecek, ümitsizliklerini biraz daha artıracak, kahroluşlarını biraz daha artıracak bir cevap. Nasıl bir cevap geliyor bakın kendilerine:

Hayır hayır! Siz böyle kalacaksınız! Siz burada kalacaksınız! Aman Allah’ım, ne tüyler ürpertici bir manzara. Sizin için ölmek te yoktur. Ölümü temenni ettiren bir azabın içinde ebedîyen kalmak ve unutulmak. Sizin için sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni ettirecek bu azabın içinde kalacaksınız. Tabi cehennemin görevli meleğinin onların bu isteğine verdiği bu kahredici cevap, bunların feryatlarından bin yıl sonra gelecek.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Hümeze suresi ayet 8
“O, onların üzerlerine kilitlenecektir.”

Mu’sadeh, kapatılmış, kilitlenmiş, sürgüleri çekilmiş demektir. Ebedî azap mahallinde kapılar kapatılmış, sürgüler çekilmiştir. Artık kimse kendisiyle konuşmayacak, derdi dinlenmeyecek, hatırı sorulmayacak ve azabın içinde unutulacaktır. Bakın Ârâf sûresinde de Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın hayat programını unutarak bir hayat ya-şayanların öbür tarafta azabın içinde unutulacakları anlatılmaktadır. “Bugünle karşılaşacaklarını unuttukları, ayetlerimizi bile bile inkar ettikleri gibi biz de onları unutuyoruz.”
(A’râf 51)

Allah’ı unutanlar unutulacaklardır. Allah’ın dinini unutanlar, unutulacaklardır. Dünyada mal-mülk peşinde koşarken Allah’ın diniyle ilgilenecek zaman bulamayanlar ateşin içinde unutulacaklardır. Dinlerini oyun ve eğlence edinen, dinlerini oyun ve oyuncak tutan, dünya hayatına verdikleri değeri dinlerine vermeyen, dünya hayatını, dünya malını, mülkünü dinlerine tercih eden, dünyayı hedef bilip, dünyayı kıble edinip bütün plan ve programlarını dünyayı kazanma adına yapan, bu yüzden de dinleriyle ilgilenme, kitaplarıyla, Peygamberleriyle tanışma imkânı bulamayan kimselerdir bunlar. Dünyayı kıble edinen, dünyayı alıp da âhireti unutanlar, dinlerini dünyalarına alet edenler, dinlerini dünyalarına yamayanlar, dünyayı kazanmak için dinlerini malzeme olarak kullanan kimselerdir bunlar.

Dünyayı ebedî zannediyorlardı. Bugün, bu güneş hiç bitmeyecek, ölüm hiç gelmeyecek zannediyorlardı. Dünyanın içindekilere meylederek aldanıyorlardı. Dünyanın konumu ve kuralları onları aldatıyor. Konumu gereği dünyada hiç kimseye dokunmuyor Allah ya, işte böyle işledikleri suçlar yüzünden kendilerine dokunulmayınca dünyada Allah’ı atlattık zannediyorlar ve aldanıyorlardı.

İşte böyle dünyanın kendilerini aldatıp köleleştirdiği için dünya peşinde koşarken, dünyalıklar peşinde koşarken Allah’ı unutan, Allah’ın kendilerinden istediği kulluğu unutan, dinlerinin temel kaynakları olan Kitap ve sünnetle tanışma imkânı bulamayan, dinleriyle yakından tanışma zahmetinde bulunmayan ve böylece oradan buradan devşirdiklerini kendilerine din kabul eden ve böylece oyunu ve oyuncağı din zanneden kimselerdir bunlar. Dünyaya ve dünyalık işlere o kadar önem verirler ki, dinleriyle ilgilenecek vakitleri kalmamıştır.

Onların bu günü unuttukları gibi biz de onları unuttuk. Onlar dünyada âhireti hesaba katmadan bir hayat yaşamışlardı, biz de bugün onları unutuyoruz diyor Rabbimiz. Ne müthiş bir şey değil mi? Unutulmak, yüzüne bakılmamak, sözü dinlenmemek ve ebedîyen azaba mahkum edilmek. Ne korkunç bir akıbet. İşte bundan dolayı unutuluyorlar, bundan dolayı nimetlerden mahrum ediliyorlar ve azaba lâyık görülüyorlar.

Cehennem onların üzerine kapatılacak ve bir daha oradan çıkıp kurtulma imkânı bulamayacaklardır. Böyleleri için rahmet kapıları açılmayacaktır. Rahmânın kullarıyla irtibat kapıları açılmayacaktır. Mü’minlerin ruhları için açılan semanın kapıları bunlar için kapalı kalacak ve melekler bunları ebedîyen unutulmak üzere azabın içinde bırakacaklardır. Çünkü onlar dünyadayken Rablerini unutmuşlardı. Ya da bu adamlara Rabbimizin rahmet kapıları açılmayacaktır. Neden? Çünkü bunlar dünyada iken kendilerine açılan rahmet kapılarıyla ilgilenmemişlerdi. Rabbimizin dünyada kendilerine açtığı rahmet kapılarından istifade etmek istememişlerdi.

Rabbimizin bu dünyada kullarına açtığı rahmet kapıları Kitaptır, peygamberleridir. Kitap, rehberdir. Kitap kendisine uyanları, kendisini takip edenleri hedefe götürecek bir imâm ve rehberdir. Kitap, en büyük rahmettir. Allah kullarına gönderdiği kitapları vasıtasıyla onlara yeryüzünde en büyük rahmet kapılarını açmıştır. Kitapları sayesinde hem dünyada hem de âhirette kullarına en büyük rahmet kapılarını açmıştır Rabbimiz. Dün Allah’ın kullarına gönderdiği bir kitap ve o kitap sayesinde açtığı bir rahmet kapısı ile çölde ona iman eden Allah’ın kulları, onun rehberliğinde saadete ulaşmışlardır. Kölelikten yeryüzünün efendiliğine ulaşmışlardır. Ama kimileri de Allah’ın kendileri için açtığı bu rahmet kapılarıyla ilgilenmemişler, bu rahmetten istifade etmeyi istememişlerdir. İşte böyleleri de o gün cehennemin içinde rahmetten mahrum bırakılacaklardır.

Hem öyle bir cehennem ki, şöyle bir uğrayacakları, görüp geçecekleri bir ateş değil, içinde hiç çıkmamacasına, hiç kurtulmamacasına kalacakları bir ateştir. Orası onların yeri ve yurdudur.

Hümeze suresi ayet 9
“(Kendileri de) Dikilip yükseltilmiş sütunlarda bağlanacaklardır.”

Kendileri de direklere bağlanmış oldukları halde. Zaten kapılar kapanmış, sürgüler çekilmiş de bir de ebedîyen kurtulma ümitleri kalmasın diye hem cehennemin kapılarına direkler dikilmiş, hem de elleri ayakları dikilmiş direklere prangalanmıştır. Veya onların yüreklerine kadar işleyecek ateşin alevleri direkler gibi yükselecektir. Allah korusun gerçekten tüyler ürpertici, dayanılmaz bir manzara…

Öyleyse dünyada Allah’ın istediği biçimde bir hayat yaşamak zorundayız. Dünyada mal-mülk peşine takılarak, dünyayı kucaklama sevdasına kapılarak, dünyaya kazık çakma cinnetine tutularak Allah’ın kitabından habersiz bir hayatın içine düşmeyelim. Malımıza, servetimize güvenerek insanlara tepeden bakmaya, insanları hor gör-meye, insanları bunlarla değerlendirmeye kalkışmayalım. Müstekbir-leşmeyelim. Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine karşı eyval-lahsız davranmayalım. Burada Allah’ın istediği kullukları ifa ederek imtihanı kazanıp kendimizi bu ateşten kurtarmaya bakalım.
 
Üst Ana Sayfa Alt