İbadetler Niye Var?
(Bu makale, bir önceki makalenin devamıdır)
(Bu makale, bir önceki makalenin devamıdır)
Hocam selam aleykum. Dostumdan haber var, mutmain olmamış izah için çok teşekkür etti. Lakin sorusunu yineledi borç diye nitelendirilmesindeki manayı dediklerinizden kavrayamamış. Ben de okudum, ben de tam o kısmı kavrayamadım. Sonradan eda edilebilir olmasından dolayı borç kavramına girer gibi bir ifadeniz olmuş. En başta dünyaya gelirken neden borçluyuz o zaman diye sormak daha iyi anlatır sanırım meramımı diyor.
Aleyküm selam Müslüman!
O zaman ibadetler niye var diye sorman gerekecekti. Bir önceki yazımda bahsettiğim borç, dünyaya gelirken var olduğu anlamında değildi. Mükellef bir mü’min olarak vecibelerini vaktinde yerine getirmediğin zaman, mükellefiyetin ortadan kalkmaz, diğer bir ifadeyle zaman aşımına uğramaz manasındaydı. Bunun da insan için ayrıca bir fırsat olduğunu söylemiştim. Çünkü her ibadet için belirlenen vakit geçtiğinde bu ibadet yerine getirilmediği zaman, ahirette cezası olacaktır. Oysa belirlenen vakti geçse dahi, ölene kadar bu vecibelerin senden isteniyor olması, ölmeden yerine getirdiğin zaman, sorumluluğundan çıkabileceğin anlamına geliyor. Buna karşın edimlerini yerine getirmeden öldüğünde ise, cezasının olacağını açıklamıştım.
Şimdi niye ibadetler var mevzusuna gelmeden önce şunu açıklığa kavuşturalım ki İslam, borçlu bir şekilde dünyaya gelme fikrini kabul etmez. Bu, daha çok Hıristiyan fikriyatıdır. Kilise inancına göre Âdem aleyhisselam’ın cennetten çıkarılma günahı bütün zürriyetine yüklenmiştir. Dolayısıyla doğan her çocuk, bu günah ile birlikte borçlu bir şekilde doğmuş oluyor. Fakat Kur’an ve Sünnet bunu kesinlikte reddeder. Doğan her çocuk pak, masum, günahsız, hatasız bir şekilde dünyaya gelir ve belli bir yaşa kadar da öyle kalır. Buradan hareketle özellikle hadislerde çoğu zaman bazı ibadetlere riayet etmek, insanı annesinden doğduğu gün gibi günahlarından arındıracağı ifade edilir. Örnek olarak İmam Müslim’in [hadis No. 1418] aktardığı bir hadiste abdest ve namaz için böyle bir ifade yer alır. O yaşa kadar eğitim amacı dışında herhangi bir ibadet, vecibe veya edim ile yükümlü değildir. Daha çok buluğ dediğimiz yaşa geldiğinde ise, artık sorumluluk ve yükümlülük almaya elverişli bir birey olmaya başladığı kabul edilir. Doğal olarak İslam’ın getirdiği vecibelerle muhatap olur.
Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi bizim muhatap olduğumuz yükümlülükler, sadece namaz, oruç veya zekât gibi ibadetler değildir. Aksine hayatın her alanında muhatap olduğumuz emirler ve yasaklar vardır. İnsanoğlu bunların hepsinden sorumludur. Söz konusu ibadetler ise, daha çok inançlı olmanın en belirgin göstergeleridir. Yoksa mesela namaz kılmamak nasıl bir vebal ise, örneğin alışverişte insanları kandırmak da aynı şekilde büyük bir vebaldir. Oruç tutmamak nasıl bir günah ise, insanların arkasından kötü konuşmak veya masum bir insanın iffetine dil uzatmak da aynı şekilde büyük bir günahtır. Dolayısıyla Müslüman’ın meselesi sadece rutin ibadetler değildir.
Onun öncesinde kişi iman ile küfür arasında tercih yapmak zorundadır. Küfürde olan birisinden istenen, en başta imandır. İman etmedikten sonra namaz gibi ibadetlerin muhatabı olmasının bir anlamı kalmıyor. Kaldı ki küfrü tercih eden birisi peşinen cennet mükâfatını istemediğini ve isyanının cezası olarak cehenneme razı olduğunu ilan etmiş oluyor. Dolayısıyla ondan ibadetleri yerine getirmesinin istenmesi manasız kalır. Önceki yazımda da belirttiğim üzere Allah Teâlâ varlığın hikmet ve hakikatlerini açıkça beyan ettikten sonra herkesi inanıp inanmamakta serbest bırakıyor. Ayrıca iman edenin mükâfatı ile inkâr edenin cezasını da net bir şekilde açıklıyor. Hakikatin sesini dinleyip iman ettiğinde ise, bu iman kuru bir laftan ibaret olmaz. Aksine, bütün hayatını düzenleyen bir yaşam biçimi ile muhatap olursun ki bu da yine senin saadetin içindir.
En başta Allah Teâlâ bu evreni öyle boş, amaçsız, hikmetsiz yaratmamıştır, örneğin Al-i İmran Suresi 191. ayette buna açıkça gönderme yapılır. Bu evrenin ufak bir parçası olan insan da başıboş bırakılacak değildir ki Kıyamet Suresi 36. ayet gibi birçok yerde de bu anlam net bir şekilde ifade edilmiştir. Artık insanlığın malumudur ki evren belli kozmolojik yasalar çerçevesinde işliyor. İnsan hayatının da çok önemli bir kısmı bu yasalara göre işliyor ve İslami literatürde biz buna kevnî yasalar diyoruz. Dolayısıyla herhangi bir birey iman etse de etmese de; ne zaman, nerede, kimin çocuğu olarak dünyaya geldiğinden tut da, nerede ve nasıl öleceğine kadar hayatının çok önemli bir kısmında zaten Allah’a boyun eğiyor. Yaratanın seni özgür bıraktığı kısım ise, daha çok ölüm ötesi hayatında mükâfat veya ceza arasında tercih yaptığın sınırlı bir alandır.
Şu halde başıboş olmayacağına göre, akıl ve muhakeme gibi üstün meziyetler verilmiş bir varlık olarak herhangi bir sorumluluğun olmamasını düşünmek, hayvani şehvetlerin peşinden sürüklenmeyi normal görmek veya yaratana karşı yükümlülüğün olmamasını hayal etmek, akıl karı olmasa gerek. Bu evrende canlı cansız her şey kendi haline göre Allah’ı tesbih eder, bu manada örnek olarak İsra Suresi 44. ayete bakılabilir. Bir ot tanesinin bile Allah’ı tesbih ettiği şu âlemde, üstün meziyetlerle donatılmış bir varlık olarak bundan muaf olmayı düşlemek, temelden kendini ve aklını hafife almak olur. Allah’a iman etmiş birisinin böyle bir şeyi zihninden geçirmesi bile akla ziyandır.
Yoksa mesela bir işyerinde sadece çalışanın eline bir miktar paranın geçmesine vesile olan iş sahibinin çalışanlarına bir takım sorumluluklar yüklemesi, bunun için sözleşmeler bile imzalatması hatta çoğu zaman kıyafetine kadar dahi karışmasının normal görüldüğü bir dünyada, seni yoktan var eden ve her şeyini veren Allah’a karşı başıboş olmayı düşünmek, en hafif tabirle aklı çöpe atmak olur. Dahası bu, bir ot tanesinden bile daha düşük olmayı düşünmek anlamına gelir. İşte Al-i İmran 179, Furkan 44 gibi bazı ayetlerde açıkça buna gönderme vardır.
Son olarak bir takım kendini zeki addedenler gibi ben bunu seçmedim, benim tercihim değildi vb. ileri sürmeleri olan varsa, yaratıcısına isyan etmek için çok basit ve düşük bir bahane üretmekten başka bir şey yapmış olmaz. Zira aciz bir mahlûk olarak yüce yaratıcıya –tabiri caiz ise- kafa tutmak, kişinin sadece sefaletini ifşa eder. Sanırım daha fazla izahata gerek kalmadı. Vesselam.
Aleyküm selam Müslüman!
O zaman ibadetler niye var diye sorman gerekecekti. Bir önceki yazımda bahsettiğim borç, dünyaya gelirken var olduğu anlamında değildi. Mükellef bir mü’min olarak vecibelerini vaktinde yerine getirmediğin zaman, mükellefiyetin ortadan kalkmaz, diğer bir ifadeyle zaman aşımına uğramaz manasındaydı. Bunun da insan için ayrıca bir fırsat olduğunu söylemiştim. Çünkü her ibadet için belirlenen vakit geçtiğinde bu ibadet yerine getirilmediği zaman, ahirette cezası olacaktır. Oysa belirlenen vakti geçse dahi, ölene kadar bu vecibelerin senden isteniyor olması, ölmeden yerine getirdiğin zaman, sorumluluğundan çıkabileceğin anlamına geliyor. Buna karşın edimlerini yerine getirmeden öldüğünde ise, cezasının olacağını açıklamıştım.
Şimdi niye ibadetler var mevzusuna gelmeden önce şunu açıklığa kavuşturalım ki İslam, borçlu bir şekilde dünyaya gelme fikrini kabul etmez. Bu, daha çok Hıristiyan fikriyatıdır. Kilise inancına göre Âdem aleyhisselam’ın cennetten çıkarılma günahı bütün zürriyetine yüklenmiştir. Dolayısıyla doğan her çocuk, bu günah ile birlikte borçlu bir şekilde doğmuş oluyor. Fakat Kur’an ve Sünnet bunu kesinlikte reddeder. Doğan her çocuk pak, masum, günahsız, hatasız bir şekilde dünyaya gelir ve belli bir yaşa kadar da öyle kalır. Buradan hareketle özellikle hadislerde çoğu zaman bazı ibadetlere riayet etmek, insanı annesinden doğduğu gün gibi günahlarından arındıracağı ifade edilir. Örnek olarak İmam Müslim’in [hadis No. 1418] aktardığı bir hadiste abdest ve namaz için böyle bir ifade yer alır. O yaşa kadar eğitim amacı dışında herhangi bir ibadet, vecibe veya edim ile yükümlü değildir. Daha çok buluğ dediğimiz yaşa geldiğinde ise, artık sorumluluk ve yükümlülük almaya elverişli bir birey olmaya başladığı kabul edilir. Doğal olarak İslam’ın getirdiği vecibelerle muhatap olur.
Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi bizim muhatap olduğumuz yükümlülükler, sadece namaz, oruç veya zekât gibi ibadetler değildir. Aksine hayatın her alanında muhatap olduğumuz emirler ve yasaklar vardır. İnsanoğlu bunların hepsinden sorumludur. Söz konusu ibadetler ise, daha çok inançlı olmanın en belirgin göstergeleridir. Yoksa mesela namaz kılmamak nasıl bir vebal ise, örneğin alışverişte insanları kandırmak da aynı şekilde büyük bir vebaldir. Oruç tutmamak nasıl bir günah ise, insanların arkasından kötü konuşmak veya masum bir insanın iffetine dil uzatmak da aynı şekilde büyük bir günahtır. Dolayısıyla Müslüman’ın meselesi sadece rutin ibadetler değildir.
Onun öncesinde kişi iman ile küfür arasında tercih yapmak zorundadır. Küfürde olan birisinden istenen, en başta imandır. İman etmedikten sonra namaz gibi ibadetlerin muhatabı olmasının bir anlamı kalmıyor. Kaldı ki küfrü tercih eden birisi peşinen cennet mükâfatını istemediğini ve isyanının cezası olarak cehenneme razı olduğunu ilan etmiş oluyor. Dolayısıyla ondan ibadetleri yerine getirmesinin istenmesi manasız kalır. Önceki yazımda da belirttiğim üzere Allah Teâlâ varlığın hikmet ve hakikatlerini açıkça beyan ettikten sonra herkesi inanıp inanmamakta serbest bırakıyor. Ayrıca iman edenin mükâfatı ile inkâr edenin cezasını da net bir şekilde açıklıyor. Hakikatin sesini dinleyip iman ettiğinde ise, bu iman kuru bir laftan ibaret olmaz. Aksine, bütün hayatını düzenleyen bir yaşam biçimi ile muhatap olursun ki bu da yine senin saadetin içindir.
En başta Allah Teâlâ bu evreni öyle boş, amaçsız, hikmetsiz yaratmamıştır, örneğin Al-i İmran Suresi 191. ayette buna açıkça gönderme yapılır. Bu evrenin ufak bir parçası olan insan da başıboş bırakılacak değildir ki Kıyamet Suresi 36. ayet gibi birçok yerde de bu anlam net bir şekilde ifade edilmiştir. Artık insanlığın malumudur ki evren belli kozmolojik yasalar çerçevesinde işliyor. İnsan hayatının da çok önemli bir kısmı bu yasalara göre işliyor ve İslami literatürde biz buna kevnî yasalar diyoruz. Dolayısıyla herhangi bir birey iman etse de etmese de; ne zaman, nerede, kimin çocuğu olarak dünyaya geldiğinden tut da, nerede ve nasıl öleceğine kadar hayatının çok önemli bir kısmında zaten Allah’a boyun eğiyor. Yaratanın seni özgür bıraktığı kısım ise, daha çok ölüm ötesi hayatında mükâfat veya ceza arasında tercih yaptığın sınırlı bir alandır.
Şu halde başıboş olmayacağına göre, akıl ve muhakeme gibi üstün meziyetler verilmiş bir varlık olarak herhangi bir sorumluluğun olmamasını düşünmek, hayvani şehvetlerin peşinden sürüklenmeyi normal görmek veya yaratana karşı yükümlülüğün olmamasını hayal etmek, akıl karı olmasa gerek. Bu evrende canlı cansız her şey kendi haline göre Allah’ı tesbih eder, bu manada örnek olarak İsra Suresi 44. ayete bakılabilir. Bir ot tanesinin bile Allah’ı tesbih ettiği şu âlemde, üstün meziyetlerle donatılmış bir varlık olarak bundan muaf olmayı düşlemek, temelden kendini ve aklını hafife almak olur. Allah’a iman etmiş birisinin böyle bir şeyi zihninden geçirmesi bile akla ziyandır.
Yoksa mesela bir işyerinde sadece çalışanın eline bir miktar paranın geçmesine vesile olan iş sahibinin çalışanlarına bir takım sorumluluklar yüklemesi, bunun için sözleşmeler bile imzalatması hatta çoğu zaman kıyafetine kadar dahi karışmasının normal görüldüğü bir dünyada, seni yoktan var eden ve her şeyini veren Allah’a karşı başıboş olmayı düşünmek, en hafif tabirle aklı çöpe atmak olur. Dahası bu, bir ot tanesinden bile daha düşük olmayı düşünmek anlamına gelir. İşte Al-i İmran 179, Furkan 44 gibi bazı ayetlerde açıkça buna gönderme vardır.
Son olarak bir takım kendini zeki addedenler gibi ben bunu seçmedim, benim tercihim değildi vb. ileri sürmeleri olan varsa, yaratıcısına isyan etmek için çok basit ve düşük bir bahane üretmekten başka bir şey yapmış olmaz. Zira aciz bir mahlûk olarak yüce yaratıcıya –tabiri caiz ise- kafa tutmak, kişinin sadece sefaletini ifşa eder. Sanırım daha fazla izahata gerek kalmadı. Vesselam.
Burhanüddin Aldiyaî
Son düzenleme: