(Sırat-ı Mustakim)
Arapça'nın Gücü
Araplar için söz konusu olan bu üstünlük onların akıl, dil, ahlâk ve amel alanlarındaki üstünlüklerinden kaynaklanır. Bunu şöyle açıklayabiliriz:
Üstünlük;
- ya faydalı bilgiye / ilme
- veya salih amele dayanır, bu iki ana faktörden kaynaklanabilir,-
İlmin kaynağı “hafıza” ve “kavrama” gücüdür. Tezahürü de söz ve yazı yolu ile ifade edilmektir.
Bu kriterlerin ışığında arapları değerlendirecek olursak onların diğerlerine göre daha “kavrayışlı”, “hafızaları daha kuvvetli”, gerek sözlü ve gerekse yazılı ifade alanında daha “yetenekli” olduklarını görürüz.
Onların dilleri kavramlar arasındaki incelikleri en iyi şekilde ifade eden bir dildir. Bu husus analiz yapmak isteyince de böyledir, sentez yapmak isteyince de.
Arapça az sözle çok anlam ifade edebilir. Eğer bu dili konuşan kimse isterse bir çok anlamı aynı kelimede biraraya getirip senteze kavuşturur. Arkasından da birbirine benzeyen iki kavramın arasını başka bir kelime ile kısa ve öz bir şekilde ayırdederek analize kavuşturur.
Meselâ hayvanlar alemini ele alırsak arapça hayvanlar arasındaki ortak özellikleri kapsamlı kavramlarla ifade ettikten sonra bu ortak özellikli hayvanların seslerini, yavrularını, barınaklarını, tırnaklarını ve diğer farklı özelliklerini ayrı âyrı kelimelerle belirtebilmektedir. Arapçanın her alanda görülen bu geniş ifade yeteneği, tartışmasız bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Salih amele gelince; bu da ahlâka dayanır. Ahlâkın kaynağı da içgüdülerdir. Arapların içgüdüleri diğerlerine göre iyiliğe daha yatkındır.
Gerçekten araplar cömertliğe, uysallığa, kahramanlığa, vefakârlığa ve diğer güzel huylara yakın mizaçlıdırlar. Fakat İslâmdan önce bu yetenekler onlarda iyiliğe dönük potansiyel meziyetlerdi, pratiğe dönüşmekten alıkonmuşlardı. Yine o zamanlar ne gökten inmiş bir bilgi kaynağına ne bir peygamberden miras kalmış bir toplum düzenine (şeriata) sahip olmadıkları gibi tap ve matematik gibi akıl ilimleri ile de uğraşmıyorlardı. O dönemde uğraştıkları ilim dalları şiir ve hitabet; ezberledikleri şeyler, şecereleri ile tarihlerinin önemli günleri ve bir de gündelik hayatları için gerekli gördükleri yıldızlar ilmi ile savaş bilgileri idi.
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) yer yüzünde bir başka benzeri ne görülmüş ve ne de görülecek olan, ilahi kaynaklı eşsiz hidayet meşalesi ile onlar arasında ortaya çıkınca önce ona karşı şiddetle direndiler.
Peygamberimiz onların doğuştan sahip oldukları fıtri sadeliği gölgeleyen küfür karanlığını dağıtmak, kendilerini cahiliye geleneklerinden vazgeçirebilmek için çok büyük sıkıntılar çekti, Ama kendilerine sunulan bu aydınlık hidayeti benimseyince kalblerinde biriken tortular yok oldu, bu tortular yerine gönülleri Allah'ın, Hz. Muhammed'e indirdiği nurla aydınlanmaya başladı.
Bu büyük nuru o iyiliğe yatkın fıtri yapıları ile birleştirince doğuştan sahip oldukları kemâl ile Allah'ın kendilerine indirdiği kemâl varlıklarında biraraya geldi.
Bu gelişmeyi daha iyi kavrayabilmek için aslında verimli bir toprak parçası düşününüz. Fakat bu toprak parçası uzun süre hiç sürülmemiş veya yaban otları ile dikenliğe dönüşerek domuzların ve yırtıcı hayvanların cirit attığı bir alan haline gelmiş. Fakat günün birinde dikenleri ayıklanarak ve üzerinde cirit atan canavarlar kovularak güzelce sürüldükten sonra toprağına verimli tohumlar ekilince en kaliteli ekini veren bereketli bir tarlaya dönüştü. Tıpkı bunun gibi, muhacirler ile ensar arasından çıkan ilk dönemin öncü müslümanları, Peygamberlerden sonra Allah'ın en üstün kulları oldular, üstünlük bakımından onlardan sonra gelen kesimi de, arap olsun, başka milletlerden olsun, Kıyamet gününe kadar bu öncülerin izinden giden müslümanlar meydana getirdi.
O dönemde bu kemalden uzak olan diğer tüm insanlar iki kısma ayrılıyordu.
1 - Bir kısmı Allah'ın hidayetini kabul etmemiş olan kâfirler idi. Yahudi ve hrıstiyanlar gibi.
2 - Öbür kesimini de söz konusu fıtri meziyetlere sahip olmayan arap dışı kavimler meydana getiriyordu. Bu kavimlerin büyük bir çoğunluğu farslar ve rumlar gibi kâfirdirler.
Bu yüzden ilâhi şeriat, az önce sözünü ettiğimiz ilk dönemin öncü kuşağına uyma, onları örnek edinme ve onlar dışında kalan toplumların yaşama tarzlarına karşı olma ilkesini ortaya koydu.
Karşı çıkılması emredilen yabancı toplumların gelenekleri, ya Allah'ın ilkelerine aykırı ya hayatın ihtiyaçları karşısında yetersiz veya bu ikisinden birine yakın şeylerdi.
İslâmiyetin koymuş olduğu yabancılara (acemlere) benzeme yasağına arap olmayan eski ve yeni bütün gelenekleri ile birlikte arap olmayan müslümanların ilk dönem öncü müslümanlarınkileri ile bağdaşmayan gelenekleri de girer.
Tıpkı bunun gibi “Arap cahiliye dönemi” teriminin kapsamına İslâmdan önceki arap halkın gelenekleri yanında çoğu arapların yeniden hortlattıktan eski cahiliye adetleri de girer.
Bu arada araplar arasında kim yabancılara benzerse onlara katıldığı gibi yabancı kavimler arasında kim araplara benzerse onlara katılmış olur. Bundan dolayıdır ki, bilgi / ilim ve iman elde etmiş olan farslılar bu sonucu bu dosdoğru (hanif) dinin gerek arap kaynaklı ve gerekse ilâhî nitelikli unsurlarına bağlanmakla kavuştukları gibi araplar arasında bu alanda fire verenler ya bu insanlardan uzaklaştıkları veya sünnet gereği olarak karşı olmaları gereken yabancı geleneklere özendikleri için fire vermişlerdir. İkinci ihtimal daha geçerlidir.
Şunu da belirtelim ki; Cenab-ı Allah (c.c.) Kitab'ını (Kur'an'ı) arapça olarak indirdiği, Rasûlüllah bu Kitab'ı ve hikmeti arapça dili ile tebliğ ettiği ve bu dinin öncü kuşağı da bu dili konuştuğu için arapçayı öğrenmek bu dini kavrayıp öğrenmenin tek aracı olmuş, bu dilin öğrenimi dinin gerekleri arasına girmiş, bu dili konuşabilmek bu dinin bağlıları için daha kolayca din bilgisi elde etmenin, dinin prensiplerine daha eksiksiz bir şekilde uymanın ve muhacirler ile ensardan oluşan ilk örnek kuşağa her yönü ile daha sıkı şekilde benzemenin en güvenilir ve kestirme yolu olmuştur.
İnşaallah, bu kitabın ilerdeki sayfalarında alimlerin arapca konuşmanın gereği ve sebepsiz yere başka bir dili kullanmanın mekruhluğu hakkındaki bazı görüşlerine yer vereceğiz.
Dilin yanıbaşında çeşitli ilim dalları ile ahlâk unsurlar yer alır. Allah'ın sevdiği ve hoşlanmadığı kısımları ile adet ve gelenekler insan hayatında çok büyük önem taşır. Bundan dolayı şeriat, ilk müslümanların gerek sözlerle ve gerekse davranışlarla ilgili adetlerinin benimsenmesini ve zaruret olmadıkça bu adetlerin dışına çıkılmasının hoş olmadığı ilkesini getirmiştir.
Kısacası, yabancılara benzeme yasağının ana gerekçesi;
- bu tutumun ya ilk öncü Müslüman kuşağın sahip olduğu faziletlerden yoksun kalmaya;
- veya onlar dışında kalan toplumların kusurlarına kapılmaya yol açabileceğidir.
Bu yüzdendir ki, acem asıllı müminler bu önemli inceliği kavrayınca, özellikle aralarındaki şuurlu müslümanlar, kendilerini zorlayarak ilk dönem müslümanlarına benzemeye çalışmışlar ve bu gayretleri sayesinde Kıyamet gününe kadar gelecek olan bağlıların (tabiinin) en üstün kuşağı olarak kendileri dışında kalan bir çok acem asıllı müslüman cemaate önder olmuşlardır. Onlar acem kaynaklı müslümanları, ilk dönem müslümanlarına bağlılıklarına göre derecelendiriyorlardı.
Nitekim Ebu Tahir Selefî'nin bildirdiğine göre Esmaî, “Fadl-ül Furs” adlı eserin bir yerinde “İsfahan şehrinin acemleri, acemlerin Kureyşlileridirler” demiştir.
(Burada adı geçen eseri bulamadım. Öte yandan yukarıda geçen İbareye, inceleyebildiğim kadarıyla başka kaynaklarda rastlayamadım, (tahkik eden).
(Esmaî; İmam Abdulmelik b. Karib b. abdulmelik b. Alî b. Asm'a El-Asmaî, El-Basrî, hadis ve arap dili bilginidir. Diğer imamlarca güvenilirdir. 216 yılında 88 yaşında öldü. Bkz. Tehzib El-Tehzib, c. 6, s. 415-417, Biy. No: 868, El-Lübab Fitehzib El-Ensab, c. 1, s. 80. )
Yine Selefî'nin bildirdiğine göre ünlü sahabî Said b. Museyyeb -Allah ondan razı olsun- “Eğer ben Kureyşli olmasaydım, önce fars asıllı ve arkasından da İsfahan'lı olmak isterdim” demiştir.
Başka bir kanala dayanılarak bildirildiğine göre yine Said b. Museyyeb bu konuda şöyle diyor:
“Eğer ben Kureyş kabilesinden olmasaydım, İsfahan'lı olmak isterdim. Çünkü Peygamberimiz:
“Eğer bu din Ülker (süreyya) gezegenine asılı olsa, acem asıllı bazı kimseler ona yine ulaşmayı başarırlardı” buyurarak genel olarak farslıları ve özellikle İsfahanlıları şereflendirmiştir.” (Hadisin tahriri geride geçti. Ebî Nuaym, Ahban-İsfahan, c. 1, s. 38-39.)
Bildirildiğine göre sahabilerden Selman-ı Farisî, İbn-i Abbas'ın azadlısı İkrime ve daha bir çok ünlü müslüman İsfahan asıllı idi. Ayrıca İsfahan şehrinin her alanındaki İslama etkisi, diğer acem şehirlerindekinden daha belirgindi. Nitekim Hafız Abdülkadir Rehavî bu gerçeği şu sözlerle anlatıyor:
“Bağdat'dan sonra hadis alanında İsfahan kadar ilerlemiş başka bir yer hiç görmezdim. İsfahanlılar arasında sünnetin inceliklerini bilen ve uygulayan imamlar, hadisleri ve diğer aslî İslâmi ilimleri iyi bilen alimler diğer yerlere göre sayıca çoktur. Öyle ki, anlatıldığına göre, oranın kadınları Salih b. Ahmed b. Hanbel, Ebu Bekir b. Ebu Asım ve bunlardan sonra gelenler gibi, ayni zamanda hadis uzmanları idiler. Benim bildiğim kadarı ile başka hiç bir yerde bunlar gibisi yoktur.”
Tıpkı bunun gibi, fars diyarındaki herhangi bir yöre veya bu diyarın halkından olan herhangi bir şahıs, gerçek anlamda övülürken sadece ilk dönem müslümanlarına benzediği için övülürdü. Hatta herhangi bir şahsın diğer bir şahsa, herhangi bir sözün başka bir sözü ve her hangi bir davranışın başka bir davranışa göre üstün olup olmadığı tartışıldığında bu tartışmanın gerekçesi tarafların destekledikleri şahsı, sözü veya davranışı ilk dönem müslümanlarının uygulamalarına daha yakın bulmaları olurdu. Sözün kısası, bu ümmetin bütün ileri gelenleri şu ilkeyi ortak görüş olarak benimsemişlerdir:
İlk dönem arap müslümanların hayat tarzı en üstün örnektir ve daha sonra gelen müslümanlar arasındaki üstünlük farkı, bu ilk örnek nesle benzeme derecesine göre ölçülür. Bizim burada anlatmak istediğimiz işte budur.
Bu konu ile ilgili sözlerimizi bağlarken şu iki noktayı belirtmek gerekir.
1 - Üstünlükler konusunu inceleyen veya bu konuda görüş bildiren her müslüman, sorumluluğunun farkında olan bir kimse gibi davranarak iyi olanı bilmeyi ve bunu vargücü ile araştırmayı amaç edinmeli, başkalarına karşı övünmeyi veya her hangi bir kimseyi düşünmemelidir.
Nitekim Müslim'in, Iyaz b. Hamar Muşacii'ye dayanarak bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:
“Bana vahyedildi ki, mütevazi olunuz. Öyle ki, hiç kimse başkası karşısında övünmesin ve hiç kimse başkasına karşı haddini bilmezlik etmesin.” (Müslim, c. 4, s. 2199, Kitap Cennet nimetleri ve orada olanların nitelikleri, Bab: Cennet ve Cehennemliklerin dünyada iken bilinen nimetleri, H. No: 2865. Özel No: 64 aynı bab. Orada zikredilen hadis daha uzundur. Buraya alınan onun küçük bir bölümüdür.)
(Iyaz b. Hamar Muşacii; Büyük sahabîlerden olan bu zat, Basra'ya yerleşti ve ölümüne kadar orada yaşadı. Bk. El-Takrîb, c. 2, s. 90.)
Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah (c.c.) Peygamberinin dili ile övünme veya haddini bilmeme yolu ile başkalarına karşı büyüklük taslamayı yasaklıyor.
Büyüklenmek eğer haklı bir gerekçeye dayalı olursa “övünme” ve eğer asılsız bir gerekçeye dayalı olursa “haksızlık ve haddini bilmemek” olur.
Herhangi bir kimse Haşimoğulları soyundan gelmek, Kureyş kabilesinden olmak, arap veya fars asıllı olmak gibi üstün sayılmış bir zümredendir diye kendini üstün saymak veya böyle bir duyguya kapılmak hakkına sahip değildir. Bu hatalı bir görüştür. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, her hangi bir zümrenin üstün oluşu bu zümreden olan herkesin mutlaka üstün olmasını gerektirmez. Çünkü öyle habeş asıllı müslümanlar olabilir ki, Allah katında tek tek bütün Kureyşlilerden üstündürler. Üstelik böyle bir duyguya kapılmak sahibine değer kaybettirerek faziletten uzaklaşmasına yol açar. Eğer bu kişi başkalarına karşı üstünlük taslamış veya haddini bilmez davranmışsa bu yüzden uğrayacağı kayıpların hesabı ayrı bir konudur.
Buna karşılık Kureyşliler ve Haşimoğulları gibi seçkin bir zümreden olmayan kimseler de bilsinler ki, onların Peygamberimizi (salât ve selâm üzerine olsun) onaylayıp emirlerine uymuş olmaları, O'nu sevenleri sevmeleri, Allah'ın üstün saydığı kulları örnek edinmeleri ve Rasûlüllah'a gelen hak dinin ilkelerini uygulamaları kendilerinin üstün sayılmış zümrelerin tüm fertlerinden daha üstün olmalarını sağlar ki, gerçek üstünlük budur.
Meselâ halife Hz. Ömer'e -Allah ondan razı olsun- bakalım. Zamanında kendilerine bağış payı verilecek olanların listesi tutulacağı sırada “Emirülmüminin ilk sıraya kendi adını yazsın” diyenlere “Hayır, Ömer'i Allah'ın kendisini koyduğu yere koyunuz” diye cevap vererek önce Rasûlüllah'ın yakınlarını ve arkasından O'na yakınlık derecesine göre sırası gelenleri yazdıktan sonra kendi adını Beni Adiy Oğullarına sıra gelince yazmıştır. Bilindiği gibi, Beni Adiy oğulları, Kureyş kabilesinin geri plânda kalan kollarından biri idi. Fakat Hz. Ömer'in işte bu hakka bağlılık titizliği ve diğer bir çok faziletleri, kendisini diğer Kureyş boyları bir yana, Haşimoğullarının bile tümünün önüne geçirmiştir.
2 - Belirteceğimiz ikinci nokta şudur ki, “Arap” ve “Acem” terimleri zaman zaman yanlış anlaşılıyor. Daha önce belirttiğimiz gibi, “Acem” terimi, aslında sözlük anlamı ile arap olmayan milletlerin tümünü kapsamına alır. Fakat zamanla fars asıllı müslümanlar inanç ve bilgi alanlarında diğer “acem” kavimlerin önüne geçip üstünlük sağlayınca bu terim, yeni dönem alimlerinin dilinde sadece fars asıllılar için kullanılmaya başladı