Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu İbni Arabi'nin Rasulullahı Sollama Zırvası

ا Çevrimdışı

التوحيد

Üyeliği İptal Edildi
Banned
sapla samanı karıştırmayın size şimdi burada anlatırdım
ama az işim var
kelime ve kavramlara yüklenen manaları çarpıtmayın
bizim zahirden kastımız ortada, önce muhatabınızın yazısını okumayı öğrenin
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
soru işareti;200661' Alıntı:
Zahire (görünene) göre hüküm vermekten ne anlaşılıyor acaba? Her iki anlama da (küfür-iman) nispet edilebilecek olan sözlerin tevilini söyleyen kişiden istemeden suizan ile yaklaşıp kötüye yormak, herkesi kafir ilan edip cehenneme yollamak mıdır? Musa peygamber de zahirciler gibi düşünmüştü ancak yanılmıştı.

MÜSLÜMAN ZAHİRE GÖRE HÜKMEDER


Rasulullahın sözünden ancak İslamdan nasibini alamamış olanlar bir şey anlamazlar.

Rasullulah
´dan Kutubi Sitte sahiblerinin rivayet ettiği şu hadisi şerif bu konuyu ne güzel açıklar:

"Ben ancak bir beşerim, siz bana dava getiriyorsunuz. Bazılarınız diğerlerinden delilini sunmakta daha becerikli olabilir. Ben de dinlediğim şekliyle onun lehine hükmederim. Bu şekilde kime bir müslüm hakkını verirsem, o ancak ateşten bir parçadır,, onu alsın veya bıraksın."

Bu hadisi şeriften anlaşılıyor ki hüküm zahire göre verilir.

Hadis-i şeriften gördüğümüz ve anladığımız gibi Rasulullah
zahire göre hüküm vermektedir. Bir dava hakkında diğeri haklı olsa dahi delilleri kimin kuvvetli ise ona bakarak hüküm verileceğini , bu da ümmeti için kıyamete kadar bir metoddur . Çünkü Rasulullah aramızdan ayrılmış , bir mesele hakkında vahy inmesini bekleyemeyeceğiz.
Sahabelerini bu konuda eğiten Rasulullah
, Yemen'e vali olarak yolladığı Muaz b. Cebel'le şu konuşmayı yapmıştır :

Ne ile hükmedeceksin?”

Muâz (r.anh): “ALLAH’ın kitabı ile hükmedeceğim.”
“ALLAH’ın kitabında bulamaz isen?”
Rasûlullah’ın
(asm) sünneti ile hükmedeceğim.”

“Onda da bulamazsan?”
Kolumu bağlayıp durmam! Görüşümle içtihad ederim!”

Rasûlullah Efendimiz
bu defa: “Rasûlunun elçisini, Rasûlunun radı olduğu şekilde hüküm verme tarzına muvaffak kılan ALLAH’a hamd olsun!” buyurdu ve Yemen'lilere, size ashâbımdan ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum diye bir de mektub yazdı.
(İbn Mace, Mukaddime, 1 ; İbn Sâ´d, Tabakât, III, 583-590).

Gördüğümüz gibi Muaz bin cebel , batına göre değil zahire göre hükmediyor . Zahiren gördüğü mesele hakkında Kurana bakıyor , kuranda bulamadığı mesele hakkında Rasulullahın sünnetine (hadis-i şerif) bakıyor . Rasulullahın sünnetinde de bulamazsa Kuran ve sünnetle ters düşmeyecek şekilde içtihad yapacağını (muctehid) bildiriyor . Bu da yine müslümanlar için bir metoddur.

Bir mesele hakkında müslüman batına göre hükmedemez. Hükmediyorum diyen ilim olarak Musa'yı solladım , Hızır a.s. verilen özel ilim bende de var demiştir. Bu da tasavvufun sapkın anlayışlarından biri olan " benim ümmetimin alimleri beni israilin peygamberleri gibidir" uydurmasının bir adım ötesidir !


Bir başka hadis-i şerif ile konuya ışık tutmaktadır :

AbduIIah b. Utbe b. Mes'ud (r.anh)'den şöyle rivayet edilmiştir:
Ömer (r.anh)'den işittim. O şöyle diyordu: «İnsanlar Rasulullah
zamanında vahiy ile gizli hallerinden de sorumlu tutulurlardı. Rasulullah'ın vefatı ile vahiy kesilmiştir. Bugün sizi gördüğümüz amellerinizden dolayı sorumlu tutarız. Bu yüzden kim bize hayır ve adalet gösterirse onu emin sayar ve güvenilir kabul ederiz. Onların gizli hallerini araştırmak bize düşmez. Gizli hallerinin hesabını da ALLAH görür. Bize zahiren fena hal gösterenlerden de emin olamayız. Niyetinin iyi olduğunu söylese bile ona inanmayız
(Buhari)

Hükmün zahirde görülen söz ve amellere göre olmasının delili açık bir beyanat.
İnsanın kalbinden geçirdiği düşünce ve niyetler, gelecekte olacak olaylar, ancak ALLAH’ın bilebildiği gaybi bilgilerdir. Hiçbir kulun bu gibi şeyleri bilmeye veya bu gibi konularda fikir beyan etmeye kudreti ve izni yoktur. Ancak ALLAH (c.c) bazı zamanlarda gönderdiği vahiy vasıtasıyla insanların kalblerinden geçenleri veya gelecekte olacak bazı olayları Rasullerine bildirmiştir. Onlar da vahiy sayesinde bu gibi konularda insanlara haberler verebilmişler veya zahirde gösterdikleri alametlere rağmen, insanlara kalblerinden geçenlerle hükmetmişlerdir. Fakat bu hal ancak Rasullere mahsus bir özelliktir.

Şu günümüzde kim kalblerden geçenleri bilebildiğini iddia ederse; ya kendisine vahiy geldiğini iddia ederek, Kur'an'ın vahyin kesilmiş olduğuna dair haberini yalanlamış ya da gaybi bildiğini iddia ederek, ALLAH'ın ilmine sahib olduğunu söylemiş olur. Bu iki hal de ALLAH'a ve kitabına karşı büyük bir cürüm ve apaçık bir küfürdür.
Kalblerden geçenlere ait ilmin sadece ALLAH'a ait olduğunu ısrarla bildiren İslam dini, bu nedenle, insanların birbirlerine dair verdikleri hükümleri, ancak ve ancak zahire yani söylenen söz ve işlenen amellere dayandırmalarını emretmiştir.
Hüküm ancak zahire göredir. Zahiren imanın gereklerini gösteren kimse, kalben bunu tasdik etmese bile, insanlar katında müslüman kabul edilir. Fakat kalblerden geçeni hakkıyla bilen ALLAH indinde hükmü, kafirden başka birşey değildir, şubhesiz. Aynı şekilde zahiren La ilahe illALLAH inancını bozan bir amel ya da söz sarfeden kişi -niyetinin iyi olduğunu söylese veya sarfettiği söz ve amele kalben inanmadığını iddia etse bile- bu amel ve sözden döndüğünü gösterene dek, müslümanlar gözünde kafirdir. Zira, ortada iki altematif vardır: Ya zahiren görülene itibar etmek ya da zahirde tam tersi bir durum devam ettiği halde, kalbte iyi niyetin olduğuna inanmak. Kalblerden geçenleri ancak ALLAH'ın bilebileceğine hakkıyla iman eden herkes, zahirde görülenlere itibar edilmesinin gerekliliğini savunacaktır şüphesiz.
Nitekim ALLAH'ın kitabının, Rasulünün ve bunlara hakkıyla bağlanmış olan sahabelerin bildirmiş olduğu gerçek de budur. Aksi bir iddia ancak işledikleri şirk ve küfürlere, İslam reddettiği halde İslam'dan delil getirmek isteyen ya da ALLAH'ın ilim ve kudretine sahib olduklarını iddia ederek insanlar üzerinde yücelip, Rabb'lik ve ilahlık taslayan kafirlerce ortaya atılabilir. Rabbimizi bu tür iftiralardan tenzih ederiz.


Sözün özü şudur :


'ZAHİRE GÖRE HÜKMEDİLMEZ' DİYENLER İSLAM DAİRESİNE GİRMEMİŞ OLANLARDIR

-------

Musa a.s ile Hıdır a.s. arasında geçen hadise; Hıdır a.s.ın hiç bir insana verilmemiş özel bir ilimden dolayısıdır. Bugün ehli sofiyye Musa (a.s.)'ı solladığını ima ettiğinden haberi yoktur. Aynı şekilde Rasulullah (s.a.v.) Allah c.c. nun kendisine bildirmesi dışında işin zahirine göre anlayıp amel etmiştir. Biz; Rasulullah (s.a.v.) in vefatından sonra vahyin kesildiğine inanan ummetiz. Hata yaptığımızda vahy ile düzeltilmiyor, Kuran ve sunnete göre uymakla ikaz ediliyoruz. Bugün bazıları ortaya çıkıp bizim gavslarımız, kutublarımız var, bunlar meleklerden ustun , işin iç yüzlerini biler, hata işlemez diye saçmalayabilmekte ise, bu tevhid akaidini anlamadığını, Peygamberliğin hala devam ettiğine inandığını gösterir.

Ehli sunnet muteşabih meseleleri olduğu gibi alır, zahiri farklı manaya gelebilecek meseleleri ise Kuran ve rasulullahın hadisi üzere yorumlar. Eline ip alıp gece ile gündüzün belli olmasını beklemez. Ama bunlar hep Rasulullahın onayıyla açığa çıkar; herkes kendi kafasına göre bunun batını bu diyemez, bu alimler Allah dostu denilerek her gak guk etmelerine "seyda buyurdu" denilerek Rasulullahın yerine bilinmez!

***


Firavun Mûmin Olarak Öldü (Küfrü)

"Allah Firavunu pak ve temiz öldürdü." Yalanı (Sf: 300-301)
Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah'ın kendisine verdiği iman sayesinde Musa onun için de göz nuru oldu. Şu halde Allah, (bu yüzden) Firavun'un pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fena amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun ruhunu yeni bir günah işlemeden önce ve imana geldiği anda kabz etti. Halbuki İslâm (Yani Hakk'ı teslim ve tasdik) evvelce geçmiş olan günahları ortadan kaldırır. Allah, bu İlim ve mazhariyeti dilediği kimse için âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse İlâhî rahmetten umutsuzluğa düşmesin. Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse Tanrı rahmetinden umut kesmez.
Şu halde Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı imana yanaşmazdı. Demek ki, Firavun'un eşi Asiye'nin kendi hakkında "o, benim ve senin için göz nuru olsun, onu öldürmeyin, ola ki yakında bize faydası dokunur" dediği gerçekleşti ve iş böyle oldu. Gerçi her ne kadar Musa'nın Firavun mülkünü ve adamlarım öldürmeye muktedir bir Nebi olduğuna (kan ve kocadan) ikisinin ve şuuru yoktu. Fakat Allah, Musa ile her ikisine de menfaat verdi.
(Fusus ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları, İst-1992)

30222

İbn Arabi, Fusus'ul Hikem ismini verdiği kitabında : "Firavun, temiz ve günahsız öldü. Çünkü İslam günahı temizler."
Allah (c.c.) Kur'anda : "Andolsun ki (Firavun’a), bütün ayetlerimizi gösterdik. O, yalanladı ve (inanmamakta) diretti." (Tâhâ, 56)



Cehennem Azabı Kâfirlere Nîmete Dönüşecek (Sapkınlığı)
İbn Arabi, Fusus'ul Hikem isimli eserinde : "Cehennem soğuyacak ve cehennem ehli için bir nimet olacak" demektedir.
Allah (c.c.), Kur'anda diyor ki: "Ayetlerimizi inkâr eden (kâfirlere) ve yalanlayanlara (gelince); onlar ateşin ehlidirler ve orada ebedî kalacaklardır." (Bakara, 39)

30224








FİRAVUN'UN İMANI
Celal ed Devvani ve Abdullah el Habeşi


Firavun'un mûmin olduğuna dair İbni Arabi'yi teyit amaçlı Celal ed-Devvani
إيمان فرعون adlı eseri yazmıştır. Bu eserde kendince güya doğru delillerle Firavun'un iman üzerine vefat ettiğini sözde kanıtlamakta ve her ne kadar Firavun'un imanında ihtilaf söz konusu ise de hak olan görüş onun mûmin olduğunu söylemektedir
Devvani'yi bu görüşü savunmaya ve bu görüşe karşı olan bütün müslümanların yanlış olduklarını söylemeye sevk eden tek şey, bu menfur görüşün İbni Arabi'nin Fusus ve diğer bazı kitablarında zikredilmesi ve Devvani'nin İbni Arabi ye haddından fazla aşık olmasıdır.
Aslında Devvani'yi Firavun'un imanini savunmaya deliller değil, kör sevgi, kör aşk, kör taassuptur. Yoksa onların dışında ümmetten hiç biri söylememiştir.
Molla Ali el- Kari Devvani'nin o eserine
فر العون من مدعي إيمان فرعون adında güzel bir reddiye yazmıştır ve onun ileri sürdüğü sözde delilleri teker teker çürütmüştür.
İşte Ahbaş fırkasının kurucusu Abdullah el Habeşi el Hereri
إظهار العقيدة السنية adlı eserinin 60. sayfasında Celal Ed- Devani'den nakil yaparak, hiç bir kaynak göstermeden Şeyhu'l İslam wel muslimin İbni Teymiye'nin: "Arş cinsinin kadim olduğunu" söylediğini söylemektedir.
ينقل الحبشي عن الجلال الدواني كما في شرح العضدية: وقد رأيت في تأليف لابن تيمية القول بالقدم الجنسي للعرش ( إظهار العقيدة السنية، للحبشي، ص: ٦٠ )
Şimdi Habeşi'ye soruyorum: Sen, Firavun'un imanini savunan Devvani gibi birisinin dışında ondan nakledeceğin başka birini bulamadın mı kalkıp ondan naklediyorsun??
Eğer Habeşiler yalancı değilseler şeyh İbni Teymiye hangi kitabında bunu söylediğini açıklasınlar.


28562
 
A Çevrimdışı

arowona

Üye
İslam-TR Üyesi
Selâmun aleyküm.

Abdulhak kardeş, kimse kaçmamış. Görünen o ki; konuşmalarına müsade vermemişsiniz. Ve banlayıp, kendinizi haklı çıkarmışsınız. Aşağıdaki yazılara bakılınca, kimin sahtekâr ve kimin iftirâcı olduğu anlaşılır. Ve deve kuşu da - avcı da rol değiştirmiş olur...

Bu sadece yazının bir kısmı. Diğer kısmına değinmek isterdim, lâkin şimdilik bu kadarı yeterlidir.

Hatemü’l-evliya

İddia

İbn Teymiyye eserlerinde hatemü’l-evliya (velilerin sonuncusu)-hatemü’l-enbiya (nebilerin sonuncusu) bahsini işlerken şunları söylemektedir: Hatalı bir topluluk son nebinin diğer bütün nebilerden daha üstün olduğuna bakarak son velinin de bütün velilerden üstün olduğunu iddia etmektedir. İslam’ın erken asırlarında kullanılmayan “son veli” kavramı ilk defa Muhammed b. Ali el-Hakim et-Tirmizi tarafından telaffuz edilmiştir. Daha sonra bir gurup sufi Allah Teala’yı bilme noktasında son velinin son peygamberden daha üstün olduğunu iddia etmiştir. Şeriat’a, akla, bütün nebi ve velilere muhalefet eden bu iddiayı İbn Arabi “Fütuhat” ve “Fusus”ta savunmuştur.[5]

Bu anlayışı benimseyen insanların küfrü, Yahudi ve Hristiyanların hatta Arap müşriklerin küfründen daha ileri derecedir.[6]

Gerçek

“Hatemü’l-evliya”yı “hatemü’l-enbiya”dan daha üstün görmekle itham edilen İbn Arabi, atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta nebi ve veli kavramları ile alakalı şunları söylemektedir: Allah Teala her cinsten bir çeşidi, her çeşitten de bir şahsı seçmiştir. Buna göre insanlar arasından müminleri, müminlerden evliyaları, evliyalardan enbiyaları, enbiyalardan da resulleri seçmiş sonrada onların bir kısmını diğerlerinden daha üstün kılmıştır.[7]

İbn Arabi’ye ait olan bu ifadeler açıkça Peygamberlerin velilerden üstün olduklarını belirtmektedir.

İbn Arabi velilerin yetersiz, peygamberlerin ise kamil insanlar olduklarını anlatırken şöyle demektedir: “Sufiler haber verdikleri makam ve halleri bizzat yaşamayı şart koşarlar. Bu noktada ne bizim, ne dışımızdakilerin, ne de peygamber olmayan kişilerin bir tecrübesi vardır. Ulaşmadığımız bir makam ya da tecrübe etmediğimiz bir hal hakkında ne ben ne de benim dışımda Allah Teala’nın kendilerine şeriat verdiği peygamberlerden başka birisi konuşabilir. Bu hususta konuşmak haramdır.[8]

Fütuhat’ın ilgili bölümlerinde sürekli peygamberlerin üstünlüklerine vurgu yapan İbn Arabi bir başka yerde şöyle der: “Bir gün, içerisinde sufilerin de yer aldığı bir mecliste hazır bulundum. Birbirlerine ‘Musa –aleyhisselam- hangi makamda Rabbini görmeyi istemişti.’ diye soruyorlardı. Birisi şevk makamında iken görmeyi istediğini söyledi. Onların bu tür konuşmaları üzerine şöyle dedim: ‘Böyle yapmayın! Yolun aslı şudur; velilerin ulaştıkları en son nokta nebilerin başlangıç noktalarıdır. Veli, şeriat sahibi peygamberlerin hallerinden hiç birisini yaşamamıştır. Bu yüzden biz ancak yaşadıklarımızı anlatabiliriz. Resul ve nebi değiliz dolayısıyla Musa aleyhisselamın hangi makamda iken Allah Teala’yı görmek istediğini bilemeyiz.’”[9]

İbn Arabi, İbn Teymiyye tarafından atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta peygamberlerin insanlık aleminin en üstün varlıkları olduklarını, velayet makamının en son basamağının nübüvvet makamına başlangıç olabileceğini, yalnız peygamberlere malum olacak konularda velilerin sükut etmeleri gerektiğini söylemektedir. Bu durumda İbn Teymiyye’ye ait olan “İbn Arabi son velinin son peygamberden üstün olduğunu söylemektedir.” İddiası iftira olmaktan öte hiçbir anlam ifade etmemektedir.


[7] Ebu Bekir Muhyiddin Muhammed İbn Arabi, el-Fütuhatü’l-Mekkiyye, Beyrut, ty., I, 465.

[8] İbn Arabi, a.g.e., II, 24.


Hmmmm....
Demekki Tekfir ettiğimiz yada Sapık dediğimiz kişileri önce kendi eserlerinden değerlendirmemiz gerekiyormuş.Bu yazıya göre İbn Arabi veliyi peygamberden üstün tutmamıştır.
 
S Çevrimdışı

soru işareti

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Hz. Musa a.s. ın Hz. hıdır arasında geçen hadise; Hıdır a.s. ın hiç bir insana verilmemiş özel bir ilimden dolayısıdır. Bugün ehli sofiyye Hz. Musa a.s. ı solladığını ima ettiğinden haberi yoktur. Aynı şekilde Rasulullah (s.a.v.) Allah c.c. nun kendisine bildirmesi dışında işin zahirine göre anlayıp amel etmiştir. Biz; Rasulullah (s.a.v.) in vefatından sonra vahyin kesildiğine inanan ummetiz. Hata yaptığımızda vahy ile düzeltilmiyor, Kuran ve sunnete göre uymakla ikaz ediliyoruz. Bugün bazıları ortaya çıkıp bizim gavflarımız, kutublarımız var, bunlar meleklerden ustun , işin iç yüzlerini biler, hata işlemez diye saçmalayabilmekte ise, bu tevhid akaidini anlamadığını, Peygamberliğin hala devam ettiğine inandığını gösterir.
Ehli sunnet muteşabih meseleleri olduğu gibi alır, zahiri farklı manaya gelebilecek meseleleri ise Kuran ve rasulullahın hadisi üzere yorumlar. Eline ip alıp gece ile gündüzün belli olmasını beklemeez. Ama bunlar hep Rasulullahın onayıyyla açığa çıkar; herkes kendi kafasına göre bunun batını bu diyemez, bu alimler Allah dostu denilerek her gak guk etmelerine "seyda buyurdu" denilerek Rasulullahın yerine bilinmez!


Sayın arkadaşım, sofileri bilmem ama ben Musa peygamberi solladığımı, insanların içini okuyabildiğimi iddia etmiyorum. Sadece insanlara işin aslını, tevilini sormadan Musa peygamber gibi hemen zahire göre hüküm verirsek yanılabiliriz demek istiyorum. Yoksa apaçık küfrettiğini söyleyen kişi için "diline inanmam, yalan söylüyor; biz bir de kalbini yarıp bakalım" demem. Ancak dilinden küfür olarak anlaşılabilecek birşey çıkanın da dilinin altındaki baklayı çıkarmasını isteriz. Musa gibi büyük bir peygamber dahi yanılabildiğine göre bizim gibi sıradan insanların yanılma ihtimali daha yüksektir. Allah, her zahirin batınının vahiyle bildirilmesi gerekmediğini, işin aslını (tevilini) öğrenebileceğimizi böyle bir örnek vererek bizlere bildirmiş oldu.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Nokia6300;200685' Alıntı:
Hmmmm....
Demekki Tekfir ettiğimiz yada Sapık dediğimiz kişileri önce kendi eserlerinden değerlendirmemiz gerekiyormuş.Bu yazıya göre İbn Arabi veliyi peygamberden üstün tutmamıştır.

Fusus Ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları

2
17-5929789759970727.jpg


Abdulkadir Geylani'nin İbnu'l Arabi'nin geleceğini haber vermesi (S.8-9)

Seyyid Abulkadir Geylânî'nin "benden sonra Mağrip diyarından aziz bir zât zuhur edecektir, bu hırkayı ona teslim ediniz" diye vasiyet ettiği hırkanın Abdulkadir'in veresesi tarafından kendisine verildiğini sonra onu manevî oğlu Sadruddin Konevi'ye teslim ettiğini FasI ul-hitap adlı eserinde yazmaktadır.

Muhyiddin Arabi'nin Hz. Muhammed (a.s)'e iftirası (S.11)

Fusûs ul-hikem, Muhyiddin-i Arabi'nin 627 hicret yılında Şam'da bulunduğu sıralarda bir gece görmüş olduğu gerçek bir rüyan'ın ilhamıyla yazılmıştır. Şeyh o gece mâna âleminde Hazret-i Peygamber'i görüyor, elinde bir kitap tutmuş, kendisine hitap ederek, "bu, Fusûs ul-hikem kitabıdır. Bunu al ve halkın faydalanması için muhteviyatını açıkla" diyor.
Şeyh de Yüce Peygamber'in bu manevî işaretine uyarak hemen Cenab-ı Peygamber'den aldığı emir ve ilham çerçevesi içinde, kitap muhtevasını, artıksız ve eksiksiz olarak, olduğu gibi naklediyor, daha doğrusu Hazret-i Peygamber'den aynen nakil ve tercüme ediyor.


Fusus ul-Hikem'in bir hadis kitabı gibi telaki edilmesi yalanı (S.12)

Fusûs ul-hikem'in doğrudan doğruya Hazret-i Peygamber tarafından Şeyh-i Ekber'e talim ve telkin edilmiş bir eser olduğuna göre, Şeyhin taraftarlan bu hususta şüphe ve tereddüde mahal olmadığını ve Şeyh'e hâşâ yalan isnatı varit olamayacağını söyliyerek mevzu ve gayesi iman ehlinin irşadına matuf olan bu eserin biı hadîs kitabı gibi telâkki edilmesi gerekli bulunduğunda ittifak etmişlerdir.

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep o'dur. Yalanı (S.13)

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep O'dur.O'nun dışında, O'nun varlığı haricinde hiçbir varlık tassavur edilemez. Çünkü Vücut birdir.

Arabi , yalanlarına Hz. Muhammed'i alet ediyor.(S.19)

627 hicret yılı Muharrem ayının son günlerinde, Şam'da (bulunduğum sıralarda) Tann Peygamberi Hazret-i Muhammed'i gerçek bir rüya âleminde gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana buyurdular ki, bu Fusûs ul-hikem = (Hikmetlerin özü) kitabıdır. Bunu al ve halka açıkça anlat da bu hikmetlerden herkes faydalansın.

Arabi, Allah'ı (haşa) kendine kul ediyor. Şirki (S.83)

Allah beni över, ben de Onu. O bana kulluk eder, ben de Ona,
Bir halde ben Onu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişiklikiği görünce inkâr ederim.
Bizden nasıl vazgeçebilir? Ben Ona müsaade eder ve Onu zuhur alanına çıkarırım.


"Bir vakit olur ki, kul şüphesiz rab olur." İftirası (S.95-96)

ŞİİR
Bir vakit olur ki Kul şüphesiz Rab olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk ve derekesine iner.
Kul kulluk derekesine inerse Hak ile genişler. Rab olursa yaşayışı daralır.
Kul oluşundan dolayı nefsinin aynını görür, dilekleri şüphesiz Hak'tan genişler.
Rab oluşundan dolayı da Mülk ve Melekûl âlemlerindeki bütün mahlûkların kendisinden bir şey istediklerini görür.
Halbuki onların dileklerini yerine getirmekten zâtiyle âcizdir. Bundan dolayı bazı arifler bu yüzden ağlarlar.
O halde sen Rabb'ın kulu ol, Onun kulunun Rabb'ı olmaya bakma; sonra bu ilgi sebebiyle ateşe ve erimeye mahkûm olursun.


"Sen kulsun ve sen Tanrı'sın." İftirası (S.101)

Sen kulsun ve sen Tanrı'sın; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir.
Sen Tanrısın ve kulsun; çünkü sözleşmenle kendini Tanrı'ya bağladın.

Şahsın taşıdığı her akideyi o akideden başka inancı olanlar çözebilir.

"Küfür ve isyan ehli cehenneme girse de orada lezzet vardır." Yalanı (S.104)

ŞİİR

Hakk'ın yalnız va'dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez. İkisi de birdir amma aralarında tecelli farkı vardır.
- Onların cennetine tatlılığından dolayı azab denir. Bu azab sözü onda gizli olan lezzet için bir kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir şeydir.


"Tek varlıktan başka varlık yoktur. Nur ve zulmet aynıdır." Yalanı (S.152)

---- Var olan kimdir? Varlık nedir? Varlıkta bir belirme vardır. O beliren var olan zâtın kendisidir.
Onu umumîleştiren, hususleştirmiş oldu. Onu hususî gören de umumîleştirmiş oldu.
Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu halde Nur ile Zulmet aynıdır.
Bu hakikatten gafil olan kimse, nefsinde perdeler bulur.


"Biz Allah'ın insan kılığına giren belirtileriyiz." Yalanı (S.190)

ŞİİR
Eğer o olmasaydı veya biz olmasaydık, olan şeyler olmazdı.
Şu halde biz hakikatte kullarız. Allah da muhakkak bizim mevlâmızdır.
Sen veya ben insan dediğimiz vakit, biz onun aynı, yani insan kılığına giren belirtisi oluruz.
Şu halde sen insan sıfatı ile perdelenme, sana bir delil de gösterdi.
İster Hak ol, ister halk ol, Allah ile Rahman olursun.


"Allah Firavunu pak ve temiz öldürdü." Yalanı (S.300-301)
Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah'ın kendisine verdiği iman sayesinde Musa onun için de göz nuru oldu. Şu halde Allah, (bu yüzden) Firavun'un pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fena amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun ruhunu yeni bir günah işlemeden önce ve imana geldiği anda kabz etti. Halbuki İslâm (Yani Hakk'ı teslim ve tasdik) evvelce geçmiş olan günahları ortadan kaldırır. Allah, bu İlim ve mazhariyeti dilediği kimse için âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse İlâhî rahmetten umutsuzluğa düşmesin. Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse Tanrı rahmetinden umut kesmez.
Şu halde Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı imana yanaşmazdı. Demek ki, Firavun'un eşi Asiye'nin kendi hakkında "o, benim ve senin için göz nuru olsun, onu öldürmeyin, ola ki yakında bize faydası dokunur" dediği gerçekleşti ve iş böyle oldu. Gerçi her ne kadar Musa'nın Firavun mülkünü ve adamlarım öldürmeye muktedir bir Nebi olduğuna (kan ve kocadan) ikisinin ve şuuru yoktu. Fakat Allah, Musa ile her ikisine de menfaat verdi.


Fusus ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları, İst-1992

****************

Muhyiddin İbnu'l Arabi'de Tasavvuf Felsefesi - Ebu'l Ala El Afifi, Kırkambar Yayınları

3

images


Muhyiddin-i Arabi Allah'a iftirası “o bana tapınır , ben de ona” (S.37)

İbnu'l-Arabiye göre, Bir ve Çok arasında tam bir karşıtlık ve iki taraflı bir bağımlılık vardır. İki mantıki karşıt gibi, hiçbiri diğeri olmaksızın anlam taşımaz. Felsefesindeki biraz şiir unsurunu hesaba katarsak, bu karşıtlık onun şu harikulade mısralarında bir süffnin yapabileceği ölçüde açıklanmıştır:
"O beni över, ben de O'nu,
O bana tapınır, ben de O'na
Bir durumda O'nu itiraf eder,
A'yânda (dış âlemde) ise, inkar ederim.
Ben O'nu değil, O beni bilir,
Ben bilir ve temaşa ederim O'nu
Ona yardım edip el uzattığım halde,
Nasıl olur da O, bağımsız olabilir?
Ben O'nu bilirken yaratırım.
Hadis bize bunu böyle haber veriyor
Ve bende O'nun gayesi gerçekleşiyor.


Arabi'nin Allah'a iftirası , “ Vahdet-i Vücud (Vücut Birliği ) savunun tevhidci olur” yalanı (S.44)

(Sırf) tenzihten bahsedersen, Allah'ı sınırlamış olursun,
(Sırf) teşbihten bahsedersen, O'nu belirlemiş olursun. Fakat her ikisini birden ileri sürersen, doğru yolu izlemiş olursun, Ve sen irfanda bir mürşid ve bir şeyh olursun, iki ilkenin varlığını ileri süren çoktanrıcı (müşrik), Ve Birliği (vahdet) savunan tevhid olur. (Allah ile âlemi) yan yana getirirsen, teşbihten sakın. Vahdeti ileri sürersen tenzihten sakın. Sen O değilsin, hayır, daha doğrusu sen O'sun, ve sen O'nu Şeylerin a'yânında (hakikatinde) mutlak ve sınırlı görürsün.


Muhyiddin'in alemde tezahür eden her şeyi kendisinde özetleyen yetkin insan uydurması (S.90-91)

Ölmüş bir peygamberin veya velinin ruhuyla buluşma yalanı (S.133-134)

"Yaratma" terimini İbnu'l-Arabininki gibi vahdet-i vucudcu bir doktrinde Allah'a iliştirmek yanıltıcıdır; fakat onu, ibnu'l-Arabinin yaptığı gibi, ariflere iliştirmek daha da yanıltıcı olur. Arifler, diyor ibnu'l-Arabi, sırlı bir kudretle yaratır. ibnu'l-Arabf bu kudrete, değişmeler hasıl edebilen ve dış dünyada teksif edildiği her yerde şeyleri yaratabilen himmet (irade kudreti) adını veriyor; bu görüş modern spiritualızmde ruhların maddileştirilmesine pek benzeyen bir görüştür. Risâlet el-Kuds adlı eserinde ibnu'l-Arabi, her istediğinde, şeyhi Yûsuf el-Kûmi nin ruhunu çağırdığı birçok vesileleri ve şeyhin kendisini ibnu'l-Arabfye nasıl takdim edip, sorularını cevaplandırdığını hatırlar. İbnu'l-Arabinin şahsf müridi olan ünlü Sadruddinf el-Konevi de diyor ki: "Şeyhimiz İbnu'l-Arabinin ya ruhun bu dünyaya inmesini sağlamak ve onu istenen şahsın duyulur suretine benzeyen bir surette (sûre misâliyye) tecessüm etmiş görmek suretiyle, veya ruhun, rüyalarında görünmesini sağlayarak, yahut da bedeninden soyunup ruhla buluşarak herhangi bir ölü peygamber ya da velinin ruhuyla buluşma kudreti vardı". Bu, sadece İbnu'l-Arabi'ye has bir şey değildir. Diğer sûfiler de kendileri hakkında aynı şeyleri söylemişlerdir.

Muhyiddini Arabi'nin uydurduğu evrensel tasavvuf dini (S.145-146)

İbnu'l-Arabi'nin vahdet-i vucud görüşü ile ilgili kesimde ulaşılan netice şu idi:
Eğer İbnu'l-Arabi'ninki gibi metafizik bir sistem herhangi bir din şeklinin doğmasına sebep olacaksa, bu dinin mantıki olarak muhakkak evrensel bir tabiatı olmalıdır, yani theistik olmayıp tasavvufi bir din olmalıdır.
Bu sisteme göre, bütün tarikatlar (yollar) Allah'a ileten bir "doğru Yol" (Tarik el-emem)'a iletmektedir. En kaba puta tapıcılık şeklinden en soyut din felsefesine kadar, ibnu'l-Arab'inin ifadesiyle, doğru olarak (yani vucûd görüşüne göre) yorumlandıklarında, Allah hakkında inanç- lar oldukları görülen dinlerle karşılaşmaktayız. Tektanrıcılık ile Çoktan rıcılık ve bu arada sonsuz sayıda öteki inançlar, onun nazariyesi ışığında yorumlandıkları takdirde, evrensel dinden başka bir şey değildir. Ona göre, Tektanrıcılıkla Çoktanrıcılık arasındaki fark, Bir'le Çok arasındaki mantıki farka karşılıktır. Çoktanrıcılık, çoktanrıya inananların, Bütünün mutlak Birliğini idrak edememelerinden doğmuştur ki, bu idrak edemeyiş dolayısıyla bunlar nihayette bölünemez olan Varlık'ı bölünebilir sayarlar. "Gerçekte" diyor ibnu'l-Arabi, "Allah'ın şeriki yoktur"; çünkü O, şerik denilenler de dahil, her şeyin ayn'ıdır. ibadet edilen her şey O'nun bir sureti ve manzarasıdır'; fiilen O'ndan başka ibadet edilen hiçbir şey yoktur: "O (Allah) ve senin Rabb'in, Kendisinden başkasına ibadet etmemeni bildirdi" demiyor mu? Bu, İbnu'l-Arabi nin "senin Rabb'in Kendisinden başka hiçbir şeye fiilen ibadet edilmediğini söylemişti" şeklinde yorumladığı bir ayettir 409 . Böylece ibnu'l-Arabi çoktanrıcılığı, suretlere ve putlara tapanların sadece sahne (mecali) ve manzaralar (vucûd) veya bu H akikatin tezahürleri olarak gördükleri ilahlarının "suretleri ardında bir hakikat olduğunu" tamamıyla idrak etmeleri şartıyla, reddetmemektedir.
Suretler ve putlar özlerinde, diğer bütün tezahürler gibi bomboş şeylerdir.
İbnu'l-Arabi şöyle soruyor:
Puta tapanlar "biz onlara belki bizi Allah'a yaklaştırırlar diye ibadet ediyoruz" dediklerinde, ilahlarının noksanlık ve acizliğinden haberdar değiller miydi? "Bütün putların en büyüğü Allah'tır; sadece onun birliğinden (el-mecmû') bütün aciz yaratıklara "yardım" gelir ve bütün yaratıklar (suretler olarak) çaresizdir


İbni Arabi'nin Cennet ve Cehennem arasında bir fark olmadığı batıl inancı (S.182-184)

İbnu'l-Arabi'nin görüşüne esin kaynağı olduğu söylenebilecek sûfiler arasında Hallâc'ın en büyük etkiyi yaptığı anlaşılmaktadır. Öyle görünüyor ki, İbnu'l-Arabİ, Hallâc'ın tasavvuİ" sözlerine yakından aşina idi. Hatta "es-Sirâc el-Vahhâc fi" Şerh Kelâm el-Hallâc adıyla Hallâc'ın sözlerine bir şerh yazdığı sanılmaktadır. Ayrıca İbnu'l-Arabi, Futûhât'ının birçok yerlerinde Hallâc'a atıflarda bulunmakta, birkaç hususta onu nakletmekte, ya bu hususları destekleyip, onlara kendi vahdet-i vucûdcu görüşlerini yerleştirmekte ya da reddetmektedir.
İbnu'l-Arabinin sistemini genel olarak incelerken, Hallac ve onun başlıca görüşleri, İbnu'l-Arabinin görüşleriyle hangi noktalarda birleşip, hangi noktalarda onlardan ayrıldıkları ve İbnu'l-Arabinin sistemindeki en hayati noktalardan bazılarının Hallâc'ın fikirlerinden nasıl esinlendiği hakkında daha önce bazı açıklamalarda bulunmuştuk. Burada ise bu huuslar daha başka birkaçıyla birlikte özet şeklinde tekrar edilecektir.
• Bir ve Çok meselesi. Bu, Hallâc'ın Lâhût ve Nâsût veya Tül ve Arz görüşünün tadil edilmiş bir şeklidir. (Bak. Bir ve Çok hakkındaki böl.).
• Kelam görüşü ve Muhammed'in ezelde varlığı meselesi. Hallâc'ın Huva Huva'sı ile ibnu'l-Arabf nin Yetkin insanı (bak. Kelam Böl.)
• "Muhammed'in Nuru"nun doğrudan doğruya bir tecellisi olan batini bilginin mahiyeti (bak. Kelam Böl.).
• Bizatihi Allah'a ait olan Birlik ile O'na atfedilen Birlik arasındaki fark (bak. Tenzih ve Teşbih Böl.).
• Hakkın perdesi olan Halk Âlemi (bak. Hüviyet ve Sıfatlar Böl. ) .
• İlâh Aşk nazariyesi (bak. Estetik hakkındaki böl.).
• Meşia ile irade arasındaki fark ve şeriatla ilâhf buyruk arasındaki münasebet (bak. Ahlak Böl.).
• Allah'ın bilinemezliği.
• Kur'an'ın tevili. Kar., mesela; İbnu'l-Arabininkiyle hemen hemen aynı olan şu ayetlerin Hallac tarafından tevili:


• Kur'an, II, 51: "Yaratan Allah'a tövbe edin ve nefislerinizi öldürün". Hallâc'a göre, "nefsinizi öldürün", ondan ve Allah'tan başka her şeyden kurtulun ki, yok yokluğuna dönsün ve yalnızca Hak baki kalsın
demektir. Biraz daha vahdet-i vucudcu bir rengi olması bir yana bırakılsa, İbnu'l-Arabinin tevili de aynıdır.
• Kur'an, II, 256: "Diri, kendi kendine duran O'ndan başka ilah yoktur." Hallâc'ın bu ayeti tefsiri İbnu'l-Arabinin Kayyûm (Kendi başına duran) ismini teviliyle hayret verici bir benzerlik göstermektedir.
• Kur'an, XXXIII, 72: "Muhakkak ki biz göklere ve yere sorumluluk önerdik", vb. Hallâc'a göre, "sorumluluk, insanın ilâhi cihetidir" .


Arabi'nin Vahdet-i Vücut ve Hulul nazariyesi (S.165-166)

İbnu'l-Arabi, kendi tasavvuff aşk nazariyesini, Hallaç gibi, hulul veya mecz ile izah etmeyi reddeder. Hulûlcuların dediklerine katılırsa da, onların nazariyelerine iliştirdikleri yorumlamalarda onlardan ayrılır. Genellikle Hallâc'a atfedilen kesinlikle bir hulul ya da mezc nazariyesini işaret eden birçok mısralar naklederse de, bunları kendi vahdet-i vucud doktrinine göre izaha çalışır. Hallâc'ın hulul nazariyesi şu meşhur mısralarda açıkça terennüm edilmiştir:
"Ben beni sevenim, beni seven de benim.
Bir tek bedende bulunan iki ruhuz biz.
Beni gördüğünde O'nu, O'nu gördüğünde de her 'ikimizi görürsün?"


Hallac'ın İbnu'l Arabi'ye etkisi ikisinin batıl inançları (S.182-184)

İbnu'l Arabi'nin Kur'an'ı ve hadisleri Vahdet-i Vücud'a göre yorumlama Sapıklığı (S.185-188)

Muhyiddin İbnü'l Arabi'de Tasavvuf Felsefesi - Ebu'l Ala El Afifi, Kırkambar Yayınları, 2.Baskı, İst-1999

********************

Yahudi Markalı; bak bakalım Türkliyede hemen hemen Tüm yayınevlerinde bulunup satılan, Sofilerin ellerindne düşürmediği , benimseyip sevdiği Şeyhi Ekber(!) İbnul Arabi zırvaları!

Muhyiddid İbn Arabi - El-Futahat-Mekkiyye, Prof.Dr.Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları
4
zBK336532EE016_250.jpg


Muhyiddin Arabi kendini kutsallaştırmak için yalan söylüyor.(s:47)

«... Bizim keşf olarak müşahede ettiğimiz....; zevk olarak (tadarak, tecrübe ederek) müşahede ettiğimiz... şeyler, iki mertebedir:... varlık'ın geri kalanını keşf ve tarif olarak (müşahede ettik), zevk olarak değil .. Ben bu makama, (hicrî) 580 yılında bu tarikata (tasavvufa) girdiğimde, kolay
(=kısa) bir müddet içinde nail oldum...»
«... Bu, (hicrî) 593 senesinde, Fas şehrinde ikindi namazında nail olduğum bir makamdır. Ben o sırada Ayn'ül-Cebel tarafında(ki) bir mescidde, cemaatla namaz kılıyordum....»
«... Bu, (hicrî) 593 senesinde Fas şehrinde Hakk'ın bana verdiği bir makamdır. Bundan önce onda, benim zevk'im (tecrübem) yoktu...»


«... Bu garip bir «fena» dır. Allah beni, Fas şehrinde buna muttali eyledi...
Şu kadar ki, bu müşahede için bizde (daha önce) bir hüküm (bilgi) yok idi...»


Arş'a çıktığını ve orada bir gölge hazine güzel bir kuş gördüğü yalanı (s:48-49)

İbn'ul-Arabî'nin eriştiği müşahede'lerden başka bir tanesi de, hicrî 597 (m. 1200-1201) senesinde Merrakeş'de bulunurken vâki olan «tuhaf bir keşf hâdisesi» dir. Bizzat kendisi anlatır ki:

«... Bu arş için Allah, nûrânî kaimeler (kavâ'im nûrâniye) yaratmıştır.
Bunların kaç tane olduğunu bilmiyorum, lâkin onlar bana müşahede ettirildi. Onların nuru, şimşek nuruna (ışığına) benzemektedir. Bununla beraber onda mikdarı ölçülemeyen bir gölge görmüştüm ve bu gölge, bu

arş'ın içbükeyinin gölgesiydi. ... Kendisinden la havle velâ kuvvete ilâ billâh'il-alıyy'il-azim lafzının çıktığı arş'ın altındaki hazîne'yi gördüm.
(Bir de baktım ki) bu hazîne, Hz. Âdem imiş. Bunun altında, tanıdığım (bildiğimi) birçok hazîneler (daha) gördüm. Bunun köşe bucağında uçuşan (birçok) güzel kuşlar gördüm.(!) Orda, kuşların en güzelinden (daha güzel) bir kuş gördüm. O beni selâmladı: Sohbetimi, şark vilâyetlerine almamı ulaştırdı. (Yani şarka doğru seyâhata çıkmamı tenbîh etti.)
Bütün bunlar bana keşf edilince ben, Merrakes şehrindeydim. Dedim ki:
Kimdir o? (Doğu'da kiminle sohbet edeceğim?)
Fas'daki Muhammed el-Hassâr denildi. Çünkü o, şark vilâyetlerine seyahati, Allah'tan istemiştir. Sen de onu beraberinde al.
Bas üstüne dedim .........
Fas şehrine gittiğim zaman onu arattım. Bana geldi. Kendisine: Bir hacet (ihtiyaç) konusunda Allahtan birşey istedin mi? deyince:
Evet, beni şark şehirlerine taşımasını (seyahat ettirmesini) Allahtan istedim. Bana, denildi ki, filanca kimse seni (oralara) taşıyacak (götürecek)tir. İşte ben de seni bu zamandan (beri) bekliyorum. dedi. Bende 597 senesinde onunla sohbete (arkadaşlığa) başladım. Ve kendisini Mısır diyarına ulaştırdım: Orada rahmetli oldu...»


Muhyiddin Arabi'nin keşf hakkındaki yalanları. (s:49-50)

«... İnsanların kutb'larına gelince : Ben onları bir berzah mertebesinde, en mukaddes bir meşhed'te Kurtuba şehrinde bulunduğum (sıra)da gördüm...»

Tenkid:
Futuhat'ın başka yerlerinde de buna dair numuneler daha görmekteyiz. Meselâ :
«... Biz ancak bu kitabımızda (Futuhat'da) ve bütün kitaplarımızda keşf in verdiğini ve Hakk'ın imlâ ettiğini îrâd ederiz. İşte safîlerin yolu budur...»
«... Bil ki, bizim indimizdeki emr'ler (meseleler) keşf kapısından (gelir)...»
«... Biz, (keşfe ait) bu makamı tattık...»
«... Ben bu menzil'e girdiğimde, burada şuası olmayan (yani göz kamaştırmayan) bir nur (ışık) içinde, benim için bir tecellî vâki oldu. Böylece hem onu gördüm, hem de kendi rûh'umu onunla (o tecellî ile) gördüm. »


İ. Arabi hurilerle evlendirildiğini iddia ediyor. (s:50)

«... Allah beni bu sebeble, hûr-i oyn'lar ile (cennet hûrileriyle) izdivaç ettirdi...»

İbn Arabî'nin uyanık halde iken gaybden gelen sesleri duyduğu yalanı. (s:55)

Yukardaki satırlarda işaret ettiğimiz gibi, İbn'ül-Arabî bazen kulağıyla sesler işitiyordu. Nitekim bu hususta anlatır ki:
«... Bu mesele (konusun)da, bu (558 nci) babı yazarken, evin bir köşesinden, şahsen kendisini göremediğim fakat sesini işittiğim ve bu sözlerle kime hitâb ettiğini bilmediğim bir şâir'in şu (şiiri) inşâd ettiğini (söylediğini) duydum: ........ »


Tenkid :
Şu halde İbn'ul- Arabî, Futûhat'ın bu sayfalarını yazarken, uykuda veya rüya âleminde değil fakat tam manâsıyla uyanıklıkta ve şuur hâlinde iken, evinin bir köşesinden, görmediği bir şahsın sesini işitiyor, hattâ onun okuduğu bir şiiri [Fut. 4/360 (3-5)] kendi eserine alıyordu.
Pek tabiîdir ki, bu şiir yine de kendisine ait olmak gerekir, çünkü bu neviden şiirler yazdığını esasen bildiğimiz İbn'ul-Arabî hemen her vesileyle bu çeşit şiirlerin adetâ yazılış sebebini ortaya koymuş olmaktadır.

Hulâsa, demek oluyor ki, bu fasılda bahis konusu edilen motifler, daha sonra anlatacağımız motiflerden oldukça farklıdır. Çünkü onlarda daha ziyâde rüyada Cenâb-ı Hakk veya Hz. Peygamberi, yahut bâzı ruhlarla bağlantı kurduğunu vs. anlatıp, belli bir kaynağa dayanmaktadır. Burada ise, bir nevî şuur hâlinde (ve bazen de yarı şuur hâlindeki vâkıa'larda) şâhid olduğu ( = müşahede ettiği) vision ve hallucination'lar ortaya konmaktadır.


İbn Arabî'nin gökten inen adam gördüğü yalanı. (s:56)

İmdi bu çeşit meşhed'lere başka bir misâl daha verecek olursak, onun Konya'da ve daha önce Fas'da şâhid olduğu «gökten inen adam» sözleriyle vasıflandırılan kimseyle konuşmasını zikretmemiz gerekir. İbn-i Sakıt 'il-Arş (Yani Arş'tan aşağı düşenin Oğlu) diye tarif edilen bu zat için, Futûhât'ta, nail olduğu bir meşhed'i anlatırken aynen şöyle diyordu :
«... Konya'da, halkın toplu bulunduğu yerlerden birinde kutsal bir şahıs gördüm. O'na Sakît el-Refref ibn Sâkıt'ül-Arş denilmektedir. Fas'da, düşen kimselerin yandığı ocakta bir şahıs gördüm. Ve onun sohbeti bize faydalı oldu....»


Tenkid:
Fas'da gördüğünü söylediği ve ismini zikretmediği şahıs hakkında bir mülâhazada bulunmağa imkân yok fakat Konya'da görüştüğünü bildirdiği Sâkıt'ür-Refref ise, galiba hayalî bir şahsiyet değildir. Çünkü Futûhât'ın başka bir yerinde yine bu şahıs için diyor ki:


«... Allah onlardan razı olsun : (Ebdâl)den biri de, tek bir adam olup, makamı (itibarı) ile Sakıtür-Refref ibn-i Sakıt'il-Arş adını alır. Ben onunla Konya'da, karşılaştım. Onun Kur'ândaki âyeti, Ve'n-Necmi izâ hevâ (LII/l)'dır. Sânı yüce, hâli büyüktür. Görünüşü, onu görenlerin hâli üzerinde tesirlidir ..... Onun sıfatı benim garibime gitti. Marifetlerde, onun husûsî bir lisânı vardır. Çok haya sahibidir....»

İbn Arabi'ye indirilen kitap yalanı.(s:57-58)

Bu rada kendisine altı ve üstü yazılı bir kâğıt sunulmuş ve İbn'ul-Arabî bu kâğıdı çeşitli kılıklarda (biçimlerde) görmüş ve bütün müşahede ettiklerini bize şöylece aktarmıştır :

«... Üstünlük rekabetini veren bu tevhîd için, bu (197nci) bâb'ı yazarken, acâib bir vakıa gördüm. Bana bir yazılmış kâğıd verildi ki, göz kararıyla yirmi dirsek (yani 13.5 metre) den fazlaydı. Uzunluğuna gelince: tahkik edemiyorum (gerçek olarak bilemiyorum). Kenarda tasvir edilmiş şekildeydi ve bir tek cild idi. Bir cild ki, bakarsın, okurken onu beyaz görürsün; okumaksızın bakarsan, onu yeşil görürsün. Onu okuduğun zaman bir cild (kitap) olarak görürsün; okumadığın zaman : bilemem, ipek veya keten bir top kumaş ola rak görürsün.

İbn Arabi'nin gayb alemi ile irtibat kurması saçmalığı. (s:59-60)

İbn'ul-Arabî bu sefer, rüyasında renkli bir kâğıt görüyor. Allah tarafından gönderilen ve altında (her iki yüzünde), herkes tarafından okunamayacak şekilde yazılmış olan bu renkli kâğıt'ta bir takım şiir'ler ve mensur ifâdeler varmış. İbn'ul-Arabî bunları, ay ışığın da okumuş ve hatırında kalan şiir'leri Futûhât'a kayd etmiştir. Şöyle diyor :

«... (Meselenin) bu yönünü yazdığımın gecesinde, rüyâ'da, Hakk (Teâlâ) dan gelen renkli bir varaka (=kâğıt yaprak) bana gösterildi. Altı ve üstü, herkes için zahir olmayan gizli bir yazı ile yazılmıştı. Onu ay ışığında okudum. Üzerinde şiir ve nesir vardı. Okumasını tamamla(ya)madan önce, uyandım. Bundan daha acâibini ve daha gâmizini (= gizlisini) görmemiştim. Neredeyse, anlaşılmaz gibiydi. Şiirler'den aklımda tuttuğumu zikredeceğim :
Bunlar, benden başka birinin hakkındaydı. Uykumda bana böyle seslendi. Hakkında (söz edilen) şahıs bana zikredildi ve onu tanıdım. Bende sanki Mekke ile Medine arasında, Hicaz'ın su kaynağı (bulunan) bir çölündeydim...» Nesir (ya zılar)a gelince : uyandığım zaman onu unutmuştum....»


Tenkid:
İşte böylece anlaşılıyor ki İbn'ul-Arabî gâib denilen görünmez âlem ile temas kurduğunu iddia ediyordu. Nitekim böyle bir varlık sahasından kendisine sesler geliyor ve o bunları işitiyor, sonra da kitaplarına geçiriyordu. Futûhat'da secîli bir üslûpla bize aktardığı aşağıdaki sözler cidden garip ve düşündürücüdür Diyor ki:
'" ... işte o zaman bana hitâb edildi Benim lisanımla bana hitâb edildi....»


Canlı bir varlık gibi Ka'be ile konuşması ve mektuplaşması yalanı (s:60-61)

«... İşte bu beyitler benden sâdır olunca, ... gâib'ten (görünmez âlem den) bir ses duydum. ... Bana denildi ki: Kabe'nin sırrına bak .......... »

Tenkid:
Demek oluyor ki Kabe, Beytullâh (yâni Allanın Evi) ismini alması dolayısıyla, adetâ hayatiyet sahibi (canlı) bir varlıkmış gibi İbn'ul-Arabî'ye hitâb ediyor onunla konuşuyordu . İşte bu konuda şimdi nakledeceğimiz şu tipik ifâdeye biraz dikkat etmemiz lâzımdır :


«... Kendi başına akl'ın ulaşamıdığı ve idrâk'in elinden gelmediği böyle bir ilim (?) bana verilince, (Kabe) bana dedi ki:
Sen bana çok nâdir bir sırr işittirdin ve tuhaf bir mânâyı açtm. Bunu senden önce hiç bir velîden işitmemiştim. Bu hakikatlara senin gibi sahip hiç bir kimseyi görmemiştim....»


Tenkid:
Kabe dolaylarında duyduğu heyecanlar sebebiyle onun bize naklettiği sözler, bundan ibaret değildir. Nitekim yine Futûhat'da bildirdiğine göre, kendisiyle Kabe arasında «mektuplaşmalar ve haberleşmeler» olmuş ve İbn'ul-Arabî, gece yarısında Kabe'yi tavaf ederken, öyle garip şeylerle karşılaşmıştır ki, onun anlattığı hususları, ayni gece rüyasında gören hiç tanımadığı bir şahıs gelerek kendisine tekrar etmiştir : Bu suretle anlattıklarının şüpheden azade olduğunu belirtmek isteyen İbn'ul-Arabî diyor ki:


«... Birgün Kabe'ye baktım: Kendisini tavaf etmemi istiyordu. Zemzem ise, bize kavuşmayı rağbet (arzu) ederek kendi su'yundan bol bol içmemi diliyordu : (Hem de) kulakla işitilen bir konuşma dileği ile (!). Onların her ikisinin mekânet (mertebe) lerinin örtülenmesinden korktuk da, ... her ikisine hitaben beyitler (=şiir) söyledik... (Burada oniki beyitlik ve kendisine ait bir şiir var)... Kabe ile benim aramda, ona komşuluğum zamanında mektuplaşmalar (mükâtebât) ve haberleşmeler (teressülât) ve daimî serzenişler (muâtaba'lar) vardı. Kabe ile kendi aramdaki konuşmalardan bâzılarını, Tâc'ür- Resâil ve Minhâc'ül-Vesâil (XXVIII 78 ) adını verdiğimiz, yedi veya sekiz risale (mektup) ihtiva eden bir kitapçığımızda zikretmiştim....
Soğuk ve mehtaplı bir gecede sağnak yağmur olmuştu da, onunla abdest almıştım ve şiddetli bir rahatsızlık (inziâc) ile tavafa çıktım. Allah daha iyisini bilir ya, tavafta zannıma göre, (benden gayri) tek bir şahıstan başkası yoktu. Sonra Hacer(-i Esved) i öptüm ve tavafa başladım. ... Tavafı(mı), Rükn'üş-Şâmî'ye ulaştırdığımda, ... (Kabe) beni, kulağımla işittiğim bir söz (konuşma) ile tehdîd ediyor (beni azarlıyor)du. Sonra şiddetli bir sancı duydum (Sonra) Allaha yemin ederim ki (Kabe), kaideleri (temelleri) ile birlikte arz'dan yükseldi. (!) Derhal, irticalen beyitler (=şiir) söyledim. ... (Kabe) tavaf etmemi tekrar işaret etti. ... Sonra Hacer (-i Esved)'de kapı gibi (birşey) açıldı da, uzunlamasına onun içine baktım.


Kabe'yi tavaf ederken bedenine bürünmüş bir ruh ile görüşmesi yalanı. (s:71)

Hicrî 599 (=m. 1202-1203) senesinde Kabe'yi tavaf ederken, «tecessüd etmiş bir ruh» yâni bedene bürünüp tekrar görünen bir insan gibi şâhid olduğu bu garip hâdisenin anlatılmasını bizzat İbn'ul-Arabî'ye bırakalım. Diyor ki:

«... Harun'ür-Reşîd'in oğlu el-Sebtî, bunlardan biridir. Hicrî 599 senesinde Cuma günü namazdan sonra, tavaf (sırasın)da o, Kabe'yi tavaf ederken, kendisiyle karşılaştım. Biz de tavaf ederken, ona (sual) sordum ve bana cevap verdi. Onun ruhu tavaf (sırasın)da, hissî (=maddî) olarak bir bedene bürünmüştü : Tıbkı Cebrail'in bir bedevî (yani Arap köylüsü) şeklinde (**) bedene bürünmesi gibi...»

İbn'ul Arabi'nin Hızır ile karşılaştığı ve konuştuğu iddiası. (s:79)

Futûhât'da tesbît edebileceğimiz sekizinci motif, İbn'ul-Arabî'nin Hızır ile bizzat karşılaştığını ve hattâ bilmeksizin onunla konuştuğunu iddia etmesidir.
İşte bu karşılaşmalardan birincisi İspanya'da (=Endülüs'te), ikincisi de Tunus'da olmuştur.
Rivayet edildiğine göre Hızır, eski peygamberlerden Hz. Nuh'un soyundan olup, Belyâ ibn-i Malkân isimli bir şahıs idi. Kendi devrinde orduda vazifeli bir kimseyken, ordunun kumandanı tarafından -askere su aramak üzere- gönderilmişti. Bu yolculukta âb-ı hayât denilen hayat kaynağına (pınarına) tesadüf etmiş sonra bu su'dan içerek ölümsüzlüğe kavuşmuştur
. (Tafsilât için bk. A. J. Wensinck, Hızır maddesi, İsl. Ans. c. 5, s. 457-462).
Biraz yukarda ifâde ettiğimiz gibi İbn'ul-Arabî'nin Hızır ile ilk karşılaşması İşbiliyye'de (İspanya'daki Sevilla şehrine) olmuştur. İşte bu karşılaşmada İbn'ul-Arabî , hocalarına itaat emrini ondan almıştır ki, mesele (bu metinde) ismini vermediği fakat bundan sonraki anlatışında ismen zikrettiği hocası şeyh Ureynî (MİA, 69, 70, 72, 77) ile münâkaşa etmesinden doğmaktaydı.


İbn'ul Arabi'nin peygamberden talimat aldığı yalanı. (s:85)

Futûhât'da dikkatimizi çeken dokuzuncu motif, İbn'ul-Arabî'nin, Hz. Peygamberi rüyada görüp birçok müşkillerinin açıklanmasını ondan sorup öğrenmesi, onunla devamlı şekilde bir manevî bağlantı kurması ve çeşitli hususlarda ondan emir aldığını iddia etmesidir. Bundan başka (aşağıda göreceğiz), Pey gamberimiz rüya âleminde bâzı islâm büyüklerini ve diğer kimseleri İbn'ul-Arabî'ye gönderip, onlar vasıtasıyla da emirlerini ulaştırıyordu, İbn'ul-Arabî ayrıca «metafizik» konulara ait delilleri yine Hz. Peygamber'den aldığını söylüyordu. Yahut da, bir konuda yanlış zanna kapıldıysa, Hz. Peygamber tekrar rüya âleminde görünüp, (-bazen azarlayan bir eda ile-) ona doğru yolu gösteriyordu.

İbn Arabî'nin yazılarının Allah'tan gönderildiği yalanı.(s:93)

Futûhât'da dikkatimizi çeken onuncu motif, İbn'ul-Arabî'nin eser yazmak için dâima Allah'dan bilgi ve hattâ izin beklediğini söylemesidir. Futûhât'da şöyle diyordu:
«... Eserlerimi yazmak hususunda, bana gerçekten izin verilmiştir...»
Yine Fütuhat adlı muazzam eseri için :
«... Allah Teâlâ'ya yemin ederim ki, buradaki her harfi bile ilâhî bir imlâ ve rabbani bir ilkâ (=ulaştırma) ile yazdım...»
demektedir. İşte bu gibi sözlerle, normal boyda 7000 sayfa tutan Futûhat'ın her harfini dahî kendisine Allah'ın dikte ettiğini iddia ediyordu.


Kendisine ayet gelmesi yalanı. (s:99)

Futûhat'da çok nâdir olarak gözümüze çarpan onblrinci motif, îbn'ül-arabî nin kendisine âyet (!) geldiğini iddia etmesidir. Nitekim henüz yirmi altı yaşlarında, Endülüs'ün İşbiliyye (=Sevilla) şehrinde bulunurken, adı geçen şehrin kabristanında kendisine böyle bir hal olmuş, âyet adını verdiği bir söz işitmiştir. İşte bunun tesiri altında üç yıl süreyle adetâ konuşma kabiliyetini kaybetmiş, o zaman işittiği (fakat ne olduğunu söylemediği) sözleri, üç sene müddetle dâima tekrar etmiştir. Bizzat kendisi şöyle diyordu :
.
«... İşte bu 586 yılında İşbiliyye kabristanında bir Cuma günü namazdan sonra bize gelen âyet'dir. . Bu sırada sarhoş (gibi) kaldım : Üç yıl müddetle, namazda veya uyanıkken yahut uykuda, ancak bunu okuyabili yordum...»


İbn'ul Arabi'nin ve Evliyaullah'ın miracı iftirası.(s:106-110)

«... Evliyâ'ya gelince : İşte onların da rûhânî-berzahî miradan vardır ki orada, tecessüd eden manaları, mahsûs (hissî=maddî) suretler halinde müşahede ederler. ...

Şimdi de Allahın hassaten bana gösterdiği; safîlerin mîrâcı'ndan bahs edelim :

Onların miraçları, (birbirinden) farklıdır. Zira bunlar, hissî (maddî=cismânî) mirâc'ın zıddına (olarak) tecessüd eden mânâlar'dır. Şu halde evliyanın miraçları, ruhların miracı ve kalblerin rüyeti (görmesi) ve berzah (= geçit) âlemine ait suretler ve tecessüd etmiş mânâlar'dır. (Şahsen) bundan müşahede ettiğimi, el-İsra ve Tertîb'ür- Râhile isimli kitabımızda zikrettik...»
«... İşte kendi isimlerindeki âyetlerden (bâzılarını) göstermek üzere Allah beni de isrâ (göklere seyahat) ettirince, ...beni (önce) mekân'ımdan izâle etti ve imkân Burâkı üzerinde yükseltti, ve ... böylece arzın semâsına (birinci gök tabakasına) nüfuz ettim. Kendimde neş'etimden (doğuşumdan) birşey kalmadı ... ve babam (Hz. Adem)e selâm verdim. ... Babam Hz. Adem (daha önceleri) hiç haberdar olmadığım bu ilmi, bana ifâde etti. ... Zira bu, garip hakîkî ve dakîk (ince) bir ilimdir ki onun farkında (çok kimseler) olmazlar. Aksine insanlar, bu ilimde körlük içindedir...»
«... Sonra ikinci semâda Hz. İsa'ya indim. Onun yanında halazadesi Yah yâ aleyhisselâmı buldum... Yahya'yı Allahın Ruhu (olan) Hz. İsa'nın yanında bulmuştum. Zira her ruh, şüphesiz olarak diri ( canlı)dir fakat her diri (canlı) olan ruh değildir. İkisine de selâm verdim...»
«... Sonra (üçüncü semâda) Hz. Yusuf'a yükseltildim...»
«... Sonra onunla vedâlaşarak Hz. İdrıs'e, (doğru) ayrıldım. Kendisine selâm verdim. Ona dedim ki:
Bana (haber) geldi ki sen, (kendi) kavminden sadece tevhîd istemişsin başka (şey) değil.
Fakat yapmadılar dedi. Zira ben kelime-i tevhîd'e davet eden bir nebî idim, tevhîd'e değil. Zira tevhîd'i hiç kimse inkâr etmedi.
Çok garip dedim. Sonra ona : Ey hüküm vaz'eden, tâli nesnelerde ictihad bizce meşrudur. Ve ben bu zamanın âlimlerinin lisânıyım dedim.
(İctihad) ana meselelerde de meşrudur dedi. Zira Allah, bir kimseyi ancak vus'ati kadar mükellef kılmaktan daha celâlet (büyüklük) sahibidir.
Hakk(Teâlâ) da ve onun hakkındaki sözlerde (=görüşlerde) çok ihtilâf oldu dedim.
Bundan başkası olamazdı dedi. Çünkü bu iş, (insandaki) mizaca tabidir.
Fakat siz nebiler topluluğunun bu konuda hiç ihtilâf etmediğini gördüm dedim.
Zira bir nazar (= tefekkür)den değil, ancak tek bir ilâhtan söyledik dedi. Şu halde hakikatları bilen(ler), bütün nebilerin tek söz (ayni görüş)de ittifak ettiklerini de bilir. Bu da nazar sahiplerinin (feylesofların) tek görüşte (olmaları) mesabesindedir.
Mesele sizin söylediğiniz gibi midir? dedim. Zira aklın delilleri bu konuda sizin getirdiklerinizde muhal (imkânsız = absürde) işler yapıyor.
Mesele bize denildiği ve bunda diyenin dediği gibidir dedi. Zira Allah, her söz söyleyen (görüş sahibi olan) ın sözünde (görüşünde)dir. ... Ona dedim ki:
Bir vakıamda ben, tavaftaki bir şahsı gördüğümde, o bana, benim ecdadımdan (biri) olduğunu haber verdi ve kendi ismini söyledi. Ne zaman vefat ettiğini sordum ve bana 40.000 sene (önce) dedi. Ona, bizce tarihte müddeti takarrür etmiş Hz. Adem'den suâl ettim.
Hangi Âdem'den suâl ediyorsun? En yakın Âdem'den mi soruyorsun? dedi. Ve dedi ki: Allahın Peygamberi olduğumu tasdik et. Bu âlem için bütünü ile durduğu bir müddet bilmiyorum. Şu kadar var ki Allah, her şey için dâima yaratıcı olmuştur. Dünyâda, âhırette ve yaratıklarda (ki) eceller, müddetlerin sona ermesiyledir, yaratmada değil. Böylece yaratma nefisler (=ruhlar) ile birlikte tecessüd ederler, Allah bize neyi öğrettiyse biz de onu bildik...
Kıyâmet'in zuhuruna ne kaldı? dedim...
İnsanların hesaba çekilmesi çok yakındır. Halbuki onlar gaflet içinde bulunuyorlar dedi.
Kıyametin yaklaşma şartlarından bir şartı bana tarif etsene dedim.
Dedi ki:
Adem'in varlığı, kıyametin şartlarındandır dedi.
Bu dünyâdan önce, bir dünyâ var mıydı? dedim.
Varlık dünyâsı tek'tir; dünyâ ancak sizinledir. Ahıret ise ancak sizinle ondan ayrılmıştır. Cisimlerdeki iş (yani mesele) kevn'ler (oluşlar) ve istihaleler (değişmeler), gelmeler, gitmeler'dir. Bunlar hep devam ederler dedi.
Nedir o? dedim.
Bildiğimiz ve bilmediğimizdir dedi.
Şu halde dedim, hangisi doğru hangisi yanlıştır?
Yanlışlık izafî bir şeydir dedi. Asi olan doğru'dur. Allahı ve âlem'i bilen bilir ki doğru müstehab (makbul) bir asıldır. Bu hiç zail ol yet mütekabillik varsa, yanlışlık da vardır. Yanlışlığa kail olan, doğruya da kaildir; yanlışlığın yokluğuna kail olan da, doğru'ya kail olandır ve o (kimse) yanlışlık'ı doğru'dan meydana getirmiştir.
Âlem, hangi (ilâhî) sıfatdan sâdır oldu? dedim.
(İlâhî) cömertlik'den dedi.
Bâzı şeyhlerden böyle işitmiştim dedim.
Dedikleri doğrudur dedi...»
«... Sonra ona (yani Hz. İdrîs'e) veda ederek ayrıldım ve Hânın aleyhis- selâm'ın yanına indim. Gördüm ki Hz. Yahya ona benden önce geçmiş (gitmiş). (Hz. Yahya'ya) dedim ki:
Seni (miraç) yolumda görmedim. Burada başka bir yol mu var?
Her şahıs için, ancak kendisinin girdiği bir yol vardır dedi.
Bu yollar nereye (çıkar)? dedim.
(Bu yollar) sâlik olmanın meydana gelmesiyle ortaya çıkar dedi. Sonra da Harun aleyhisselâmı selâmladım... Bana dedi ki:
İşin aslında ben bir peygamber değildim. Risâleti de ancak kardeşimin suâli üzerine aldım. Böylece üzerinde olduğum işde, bana da vahy geliyordu dedi.
Ey Harun dedim, ariflerden (=sûfîlerden) bâzı insanlar, kendi haklarında varlık'ın yokluk hâline geleceğini zannediyorlar ve ancak Allahı görüyorlar. Allahın yanında onlar için, âlemde iltifat ettikleri bir şey kalmıyor. Şüphe yok ki onlar, mertebe konusunda sizin gibilerin altındadır...
Doğru söylemişler dedi. Zira onlar kendi zevklerinin (bilgilerinin) kendilerine verdiği şeye ilâve yapmamışlardır. Lâkin bak, onlarca zail olan şeyden başka alemde birşey zail olmuş mu?...»
«... Sonra ona veda ettim ve Musa aleyhisselâm'ın (yanına) indim. Onu selâmladım. ... Kendisine :
Başkalarının hakkı (uğrun)da koşuştun da, senin için tam iyilik doğru oldu (gerçekleşti) dedim. Dedi ki:
Başkalarının hakkı (uğrun)da insanın koşması (çalışması) işin aslında ancak kendisi için koşma(çalışma)dır. Buna sâdece başkalarının teşekkürü ilâve olunur. ... Dedim ki:
Allah seni kendi elçilikleri ve kelâmı ile insanlara seçkin kıldığı halde sen, (Allahı) görmeği istedin. Halbuki Resûlullâh Hz. Muhammed der ki: «Ölmeden hiç kimse Rabb'ini göremez.»
Öyledir dedi. Ben de Allahı görmek isteyince (Allah) bana cevap verdi:
Ölünce mi? dedim.
Ölünce dedi. ... Dedim ki:
Sen âlimler topluluğundansm. İstediğin zaman sence «Allahı görmek» (Ru'yet'ullâh) ne idi? Dedi ki:
Aklî bir vucûb ile gerekliydi.
Başkalarından (ayrılan) hususiyetin nedir? dedim.
Ben Allahı görüyordum fakat onun Allah olduğunu bilmiyordum dedi ... (Meselâ): içinde, ismen tanımadığın bir şahsı tanıman (arzusu) var ve sen onun ismini, ona ihtiyacın var diye taleb ediyorsun. Böylece onunla karşılaşıyorsun ve selâm veriyorsun. O da seni, karşılaştığın diğerleri ile birlikte selâmlıyor fakat (sen) kendisini bilmiyorsun. Onu görüyorsun ama, yine de (hangisi olduğunu) görmüyorsun. Böylece onu sormakta (aramakta) devam ediyorsun. Halbuki o, senin gördüğün yerdedir...»
«... Sonra ona veda ettim ve ayrıldım. Böylece Hz. İbrahim Halil'in yanına indim. Ona selâm verdim...»
«... Sonra da Beyt-i mâmûr'u gördüm. Bir de baktım ki o benim «kalbim»miş. ... Ordan ayrılınca Sidre-i müntehâ'ya gittim: Onun aşağı dalları ile yüksek dalları arasında durdum. (İyi) amellerin nurları, beni kendimden geçirdi. Dallarının zirvelerinde (iyi) amel edenlerin ruhlarının kuşları (yani kuş haline gelen ruhları), insan yaratılışı üzere nida ediyordu. (Oradaki) dört (tane) nehire gelince : Bunlar, Merâtib'u ulûm'il- Vehb (XXVIII 46 ' 47 ) adını verdiğimiz küçük eserimizde zikr ettiğimiz dört ilâhî bilgi'dir. Sonra ariflerin (sûfîlerin) mişkât'larnıın refreflerini gördüm. Onların nurları beni kendimden geçirdi. Nihayet (ben dahî) bütün bir nur oldum. (krş. XII 14 ) Allah bana işi öyle yaklaştırdı ki, bunları her ilim için bir anahtar kıldı. Bildim ki, ben (Allahın) zikrettiği şeylerin toplamıyım. Zira Hz. Muhammed'e vâris olanlar arasında muhammedî makam sahibi olduğum müjdesi bana, bununla verilmişti. Çünkü Hz. Muhammed, son elçidir, kendisine (âyet) inen son kimsedir. ... Böylece bu mîracda bütün (ilâhî) isimlerin mânâları hasıl oldu ve ben bunların tek bir müsemmâ'ya (Allaha) ve tek bir cevher'e rucû ettiğini gördüm. İşte bu müsemmâ, benim görmüş olduğum idi ve bu cevher, benim varlığım idi. Böylece benim yolculuğum ancak kendimde ve benim rehberliğim ancak kendi hakkımdadır. Nihayet bildim ki ben, mahz (katkısız, öz) bir kulum; bende rububiyet bir eser asla yoktur...»


İbn Arabî kendisine peygamberlik izafe ediyor. (s:119)

Ben Cenab-ı Hakkı iki defa rüyada gördüm ve bana dedi ki:
- Kullarıma nasihat et . Bana denildi ki:
Gafil olma, zira sen, Allah'ın kullarına nasihata memursun


İbn'ul Arabi'nin kendisini İbrahim(a.s.)'a benzetmesi gafleti.(s:132-133)

«... (Hicrî) 556 yılında bulunduğumuz bir mecliste... yanımızda, peygamberliği, müslümanların isbat ( = tasdik) ettiği derecede inkâr eden ve peygamberlerin getirdiği ( = yaptığı) mucizeleri de inkâr eden feylesof bir şahıs vardı ki, hakikatların tebeddül etmediğini (değişmediğini) söylerdi. Soğuk ve kış zamanlarıydı: Önümüzde ateş dolu büyük bir mangal vardı. (Dinî gerçekleri) inkâr eden ve yalanlayan bu feylesof dedi ki:
Halk tabakası (avam), Hz. İbrahim aleyhisselâm'ın (Nümrûd tarafından) ateş'e atıldığını ve ateş'in onu yakmadığını söyler. Halbuki ateş, bünyesi itibârı ile, yanmağı kabul eden cisimleri elbette yakar. (Oysa) Kur'anda İbrahim kıssasında zikr edilen ateş, Nümrûd'un ona olan kin ve garaz'ından ibarettir... ki bu da «gazab ateşi» (demek)tir. (Hz. İbrahim'in) buna atılmış olması, onun üzerine Nümrûd'un gazabı vardı (demektir) ve onu yakmaması da, cebbar Nümrud'un gazabı, Hz. İbrahim'e tesir etmedi (manasına)dır.(Feylesof) sözünü bitirince (keramet) ve temekkün makamında bulunanlardan biri ona dedi ki:
Şayet ben sana Allah'ın, ateş konusunda (işin) zahirinde de doğru söylediğini ve ateş'in Hz. İbrahim'i yakmadığını göstersem... (ne yaparsın)?
Münkir (feylesof):
Olmaz öyle şey dedi. (Şeyh) ona:
(Mangal içindeki) bu yakan bir ateş değil mi? deyince:
Evet dedi.
(Şimdi) bunu kendi nefsinde (yani bizzat) göreceksin diyerek mangaldaki ateşleri (feylesofun) üzerine attı. (Ateşler) onun elbiseleri üzerinde (yakmaksızın) bir müddet kaldı. Kendisi bunları eliyle evirip çeviriyordu. Yakmadıklarını görünce, şaşıp kaldı. Sonra onları mangala iade etti (geri koydu). Şeyh ona :
Sen de ona elini (kendin) yaklaştır (bakalım) deyince, (feylesof) elini yaklaştırdı ve ateş onu (bu sefer) yaktı. Şeyh de ona:
(Kur'andaki) mesele böyledir: Ateş, emir almıştır, emirle yakar ve yakmayı (emirle) terk eder ( = yakmaz). Allah Teâlâ, her istediğini yapandır dedi. Böylece bu inkarcı (feylesof) doğru yola girdi ve (aczini) itiraf etti...»


Arş Allah'ın gölgesidir ve sultan yer yüzünde Allah'ın gölgesidir sapıklığı. (s:414)

Arş Allah'ın gölgesi'dir; (onun) iki imamı (önderi) ise, zahir ve batındır.
Sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir. Çünkü O'nun zuhuru, dünya aleminde eseri:)etkisi) olan bütün ilahi isimlerin sûretleri'yledir. Oysa Arş, ahirette Allah'ın gölgesidir


Arabî'nin insan-ı kamil saçmalıkları. (s:438)

İnsan-ı kamil'den daha mükemmel bir mevcut yoktur. Bu dünyada, insanlar arasında kemale ulaşamayanlar, bir hayvan-ı natık:) konuşan hayvan)'dır; (herhangi) bir suretin cüz'üdür; insanlık derecesine ulaşamaz. Aksine onun insanlığa nisbeti, bir ölü'nün insanlığa olan nisbetidir: Şu halde o, gerçek olarak değil, şeklen insandır.
Masivallah'da Allah'ın gölgesi, insan-ı kamil'dir.
Allah'ı ancak insan-ı kamil bilir*. Çünkü o, Allah'ın tecelli ettiği yerdir.

* Önemli not: Sayfa 393'te (Sufiler) taifesi der ki: -Allah'ı Allah'tan başkası bilemez, bu cümlenin yukarıdaki tanımla tenakuzuna dikkat ediniz.

Muhyiddid İbn Arabi - El-Futahat-Mekkiyye, Prof.Dr.Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara-1990


*******************************

Muhyiddini Arabi Hazretleri - M.Kemal Pilavoğlu, Elifbe Yayınları
images


5

(Yavuz) Selim Şam'a girerse Muhyiddini Arabi'nin kabri açığa çıkar. uydurması (S.15)

Yine aynı kitapta (İzâ dehales siynü fiş şıyni yazharü kabri Muhyiddîn) kelâmını okuyordu. Yâni (Sin Şın'a girerse Muhyiddîni Arabi'nin kabri meydana çıkar) sözünü inceletti. Âlimler de bunun, Selim'in Şam'a girmesiyle Muyhiddîn'in kabrinin meydana çıkacağına remiz olduğunu söylediler.

Kendisine günde beş defa lanet eden adamı Allah'ın afv ettiğini Allah'ın müjdelemesi yalanı (S.20)

Zamanında bir adam, her nedense Muhyiddîni Arabi'ye buğzu adavet etmiş, ölünceye kadar da her namazın akabinde ona on kerre lanet etmeği vird edinmişti. Bu adam ölmüş, Muhyiddîni Arabî de bunun cenazesinde hazır bulunmuş, onun afv ü mağfiretini Cenabı Hak'dan dilemişti.
Sonra arkadaşlarından biri Muhyiddîn'i Arabi'yi evine götürmüştü. O bir müddet yememiş, içmemiş, uzun zaman murakabeye dalmış, sonra da meserretle o zatın yanma, gelmiş, yemek yemişti.
Bu zat bu hali görmekle sebebini sorunca Muhyiddîni Arabî; «Bana her namaz akabinde on kerre lanet okuyan bu adam afv ü mağfiret edilinceye kadar Allah'a, hiçbir şey yememek, içmemek üzere ahdetmiştim. Bu halde kaldım, onun afv ü mağfireti hususunda beşareti lütfetti, artık sevindim, şimdi yemek yiyebilirim» demiştir.


Muhyiddini Kabe'de cisimlenmiş ruhlarla konuşup sapıtması başlıyor. (S.30-31)

Bir gün Cuma namazından sonra Kabe'yi tavaf ediyordum. Tavafta şekil ve kıyafetçe garip bir şahıs gördüm. O kimse nazarı dikkatimi celbetti. İki kimse arasından kolaylıkla, hiç dokunmadan geçip gidiyordu. Derhal anladım ki, o, cesetlenmis bir ruhtur. Hemen durup selâm verdim. Aramızda konuşma vâki oldu.
Onun ismi Ahmet Septî'dir. Böyle ceset- lenerek hacılar içinde tavaf etmek devletine nasıl nail olduğunu sordum. O bana:
«Haftanın bir gününde kazanır, o kazanç ile haftanın diğer günlerini ibâdetle geçiririm» dedi.
Ben, o gün hangi gündür? dedim. O da: Pazar günüdür, dedi. Ben: Niçin kazancı o güne hasrettin? dedim. O da: Allahü Teâlâ pazar gününde âlemi halk etmeğe başladı. Cuma gününde ondan fariğ oldu. Bu altı gün de bizim kârımız oldu. Ben de kazanç için pazar gününü kendime tahsis ettim, dedi. Ona: «Sizin yaşadığınız zamanın kutbu kim,dir?» dedim. O kimse de: «Benim» dedi. Ve bana veda edip ayrıldı.
Sonra arkadaşlarımdan biri: «Tavaf esnasında sizinle konuşan kimdir? Ben o gibi şahsı Mekke'de hiç görmedim» dedi.


Muhyiddin i Arabi Mekke'de tavaf esnasında kırkbin sene önce ölüp cisimlenmiş hayaletlerle konuşması yalanı (S.31)

Mekke'deki diğer meşhur olan şühûdu. Şöyle nakleder:
«Bir gün tavaf esnasında şekil ve kıyafetçe yabancı bir kimseyi tavaf ederken gördüm. O adam tavaf ederken (Lekad tüftüm kemâ tüftüm sinînâ bihâzel beyti tarra seviyyâ) diyordu. (Yâni; bizler de sizin gibi bu beyti tavaf ediyoruz.) O adamın yanına yaklaşıp kim olduğunu sordum. O yabancı kimse:
- Ben senin büyük atalarındanım, dedi.
Sordum:
- Hangi asırda yaşadınız?
Kırk bin sene evvel vefat etmiştim.
- Ebülbeşer Âdem Aleyhisselâm'ın altı bin sene evvel halkolunduğunu söylerler.
- Sen hangi Âdem'den bahsediyorsun? Bil ki Ebülbeşer Âdem'den evvel yüz bin Âdem gelip geçmiştir» dedi.
Muhyiddîni Arabî bu sözlerden mütehayyir kaldığını kaydeder.


Muhyiddin-i Arabi altı peygambere iftira ediyor. (S.39)

Muhyiddîni Arabi Fütühât-ı Mekkiye'nin 667. babında diyor ki:
«Hazreti Âdem, Hazreti Yahya, Hazreti Yusuf, Hazreti İdris, Hazreti Musa ve İbrahim Aleyhisselâm'la görüştüm. Cümlesinden hakayık öğrendim. Bütün nebiler tarafından iltifatla; «Hoş geldin ya varis-i Muhammedi» diye karşılandım.»


Muhyiddin Arabi, Kutup olup olmadığını Ebul Abbas'ta sorması uydurması (S.39-40)

O, zamanın kutbu idi. Muhyiddîni Arabi kendisinin kutub olup olmadığı hakkında şüphe eden Ebül Abbas'a bir mektup yazmış, bâtınına teveccüh etmesini emretmişti. Ebül - Abbas bâtınına teveccüh edince bütün evliyayı bir daire teşkil eder görmüştü. Ortalarında iki zat vardı. Biri Ebül - Hasan, diğeri de Endülüslü Muhyiddîn'di.
Ebül - Abbas diyor ki:
«Bana bu iki zattan birisi Kutubdur» denildi. Ben merakta kaldım. Acaba hangisi Kutubdur diye düşünürken, o anda bir secde âyeti okundu. Her ikisi de secdeye kapandılar. Bu anda bana, hangisi başını evvel kaldırırsa kutup (gavs) odur, denildi. Bunun üzerine bir de baktım ki, Muhyiddîni Arabî başını evvel kaldırdı. Artık onun kutbiyyetinden şüphem kalmamıştı.
Kendisiyle o anda harfsiz ve savtsız bir konuşma yaptım. Bir sual sordum, o da bir üfürmekle cevap verdi. Bu üfürük evliya halkasına da sirayet etti. Cümle velîler ondan nasiblerini aldılar. Bundan sonra Muhyiddîn; «Sen bu dereceye erişince ben seninle Mısır'dan haberleşirim» dedi. Bir daha da bana mektup yazmadı.»


Muhyiddin'e denizde bir balığın soru sorması karşısında mağlup olması yalanı (S.41)

«Bir gün denizde bir gemide bulunuyordum. Gemi müthiş bir fırtınanın tesiriyle beşik gibi sallanıyor, batmak tehlikesinin alâmetleri beliriyordu. Beni huzursuz eden bu hareketten dolayı denize hitaben: (Sakin ol ey deniz. Senin üstünde de bir ilim denizi vardır) dememle deniz sakin olmuştur. Fakat denizden bir balık görünerek bana halledemiyeceğim bir sual sordu. (Madem ki ilim denizisin, benim cevabımı da ver) dedi. Ben o anda cevaba kaadir olamamakla mağlûb oldum, bir daha bilgimden bahsetmedim.»

Muhyiddin Arabi'nin filozof ile ateş dolu mangal olayı ve yalanı (S.42-43)

Hicrî 586 senesinde bir filozof, Nemrud' un ateşinin İbrahim Aleyhisselâm'ı yakmadığı meselesini inkâr ediyordu. O filozof, «ateş Nemrud'un gazabından ibaretti. İbrahim Aley hisselâm'ın ateşe atılması Nemrud'un gazabının onun üzerine vukuu ve ateşin yakmaması da, envârın üfûlüdür,» gibi sözler söylüyordu.
Velî bir zat (Muhyiddîni Arabî), «eğer ben Allah'ın ateşinin İbrahim'i yakmadığına, onu kendisi için berdi selâm ettiğine dair sözün doğruluğunu isbat edersen ne yaparsın? Ben İbrahim'i müdafaa yerine kaim oluyorum» dedi.
Filozof yine inkârında devam etti. O zat (Muhyiddîn) hemen, mangalda olan ateşi filozofun kucağına attı. Ateş filozofun elbisesi üzerinde kaldı. Filozof ona eliyle dokunduğu zaman ne elinin ne de elbisesinin yanmadığını hayretle gördü. O zat (Muhyiddîn) ateşi yine mangala koydu. Filozofun elini bu sefer ateşe yaklaştırdı. Filozofun eli derhal yandı. O zat (Muhyiddîn); «Şimdi ateş yakmağa memurdur. Emredersem yine yakmayı terkeder. Allah dilediğini işler» dedi. Filozof da derhal kelime-i şehâdet getirerek İslâm oldu.
Muhyiddîni Arabî bu kerametini yazarken kendisini gizlemiş, kendini «bir kimse» şeklinde ifade etmiştir. Biz de o zatı aydınlatmak için Muhyiddîni Arabî ismini parantez içine aldık.
Görülüyor ki, nefha-i Hak o büyük velîde tecellî etmekle keramet şeklini almıştır. Muhyiddîni Arabî yine bir gün bir tecelliyatla, bir yaşındaki kızı Zeyneb'e, bir zevk âleminde bir mes'ele-i fıkhiyye sordu. Henüz memede olan küçük kızın fasîh bir lisanla Muhyiddîni Ara bi'ye cevap verdiği görüldü.
Şüphesiz bu da, mevtayı söyleten enbiyânın ondaki bir tecellîsi idi. Çünkü o nûr-u nübüvvetle her şey bu makamda ayan olur. Bundandır ki, Muhyiddîni Arabî Endülüs'teyken bütün hayatını bir sinema şeridi gibi görmüş, seyretmiştir. Şüphesiz ki, bu büyük bir keramettir.


Muhyiddin Arabi Endülüs'ten ayrıldığından son ömrüne kadar Allah ona her şeyi bildirdi . Yalanı (S.43-44)

Faslı Hitab'ın 285. babında bundan bahsederken der ki: «Endülüs'ten ayrılıp da gemiye bineceğimiz sırada, âhir ömrüme kadar bütün ahvâl-i zahire ve batmayı bilmek arzusuyla murakabeye varmıştım. Allah bana cümlesini gösterdi.»
Tâbütü's-Sekîne kitabında Muhyiddîn: «Ümmete acımasaydım, kıyamete kadar gelecek bütün kutublan, isim ve nesepleriyle yazardım. Ümmete muhabbetimden bunu setrettim. Çünkü bunları bilerek inkâr, bilmiyerek inkâr ile eşit değildir, ilimle özür olmaz, cehl ile özür olur» buyurmuştur. Şüphesiz bu keramet de şühûd ilminin en yüksek bir mertebesidir


Yavuz Selim'in ebced hesabına inanması ve itiraz edenleri öldürmesi (S.44-46)

Yavuz Sultan Selim hicrî 920 yılında Muhyiddîni Arabi'nin kabbrini ziyaret etmiş, onu çok seven bir zatı da türbedar bırakmıştı. Bir gün türbedara; Mısır'a sefer edeceğini söyledi ve susuz cehennemi çöllerin geçilmesinin mümkün olup olmayacağını sordu. Türbedar, Muhyiddîn'in ilmine vâkıf olması dolayısıyla ona:
«Mısır'ı fethedeceğin Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunmuştur» dedi. Sultan Selim hayretle:
«Acep bu hangi âyettir?» dedi. Türbedar sûre-i enbiyâdan, (Velekad ketebnâ fizzebûri nün ba'diz zikri ennel arza yerisühâ ıbâdiyes sâlihûne) âyetini okudu. Bunun mânası: «Tevrattan sonra Zeburda, arza salih kullarım vâris olur diye yazmıştık» demektir.
Türbedar:
«Bu âyeti kerîmedeki (arz) dan maksat arz-ı Mısır'dır. Buradaki zikirde (z) ebced he sabıyla 700, (k) harfi 20 ve (r) harfi 200 olmak üzere cem'an 920 eder. Binaenaleyh bu tarih sizin Mısır'ı fethedeceğiniz tarihtir» dedi.
Hakikaten Selim'in türbedarla konuştuğu zaman, hicretin 920. yılı idi.
Türbedar: «Allahü Teâlâ, salih kullarımı Mısır'a mâlik ederim diye vaad buyurmuştur» demesiyle Sultan Selim hayrette kaldı. Selim'in türbedara büyük itimadı olduğundan o sene ordusunu toplayıp Tih sahrasını geçmeğe karar verdi. Bunun içinde en sadıklarını müşavere tarîkıyla birer birer yanına çağırdı. Kendi re'yine itiraz edenleri derhal katlettirdi. Nöbet Adana mutasarrıfı Halil Paşa'ya gelmişti. Sultan Selim ona:
«Askeri dağıttık. Mısır sultanının da fazla askeri var. Buraya gitmek isterim. Senin fikrin nedir?» dedi. Adana mutasarrıfı Sultan Selim'e:
«Sen kalbine bak. Kalbinde şecaat ve doğruluk varsa nusreti ilâhîye sana teveccüh eder» deyince Selim ona hil'at giydirdi. Ve sonra deminki âyet-i kerîmeyi okuyarak, türbedarına (zikir) kelimesinin hesabını yaptırarak, bunun 920 yılım gösterdiğini anlattı ve sonra Allahü Teâlâ'nın: Bu sene salih kullarımı arza varis kılarım kelâmını izah ederek, arzdan murat Mısır olduğunu ileri sürdü ve 923 yılında Mısır'a girdi. Aşağı yukarı bu tarih bu zamanı gösterir. 922 senesi Recebin 26' sında Osmanlılarla Mısırlılar Dâbık ovasında çarpıştılar. Bu muharebenin neticesinde de Mısır fetholundu.


Muhyiddin Arabi kime baksa onun dünya ve uhrevi bütün hallerini haber verirdi. Yalanı (S.46)

Muhyiddîni Arabi'nin üvey oğlu Sadreddîni Konevî de Kitabı Fükûkünde:
«Muhyiddîni Arabi'nin öyle bir nazarı mahsusu vardı ki, her ne vakit bir kimsenin ahvaline muttali olmak istese, ona bir nazarla baksa, dünyevî ve uhrevî her türlü ahvalinden haber verirdi» der. Şüphesiz bu nazar Muhammed Aleyhisselâm'ın nazarından nur almış bir nazardı.


Muhyiddin Arabi'nin havada yürümesi ve bütün vücudunun bir göz olması yalanı (S.46-47)

Muhyiddîni Arabî, kerâmât-ı kevniyyeye taallûk eden bazı kerâmâtdan da bahseder. Fütühât'ın 36. babında:
«Biz şüphesiz havada yürürüz» ve yine «Birçok halkı havada yürürken gördük» demiştir. Bu keramet, insanın heykel-i zulmânîsinin, heykel-i nuranîsine kalbolduğu, kesretten letafete yol açtığı zamanda ehlullahdan zuhur eden bir harikadır. Bu anda vücut tek bir nur, tek bir göz halinde inkılâb edebilir. Bundan bahsederken Muhyiddîni Arabî Fütühât'ının 69. babında:
«Ben bu makamda Resûlüllah'a varis olunca, buna eriştim. Fas şehrinde Mescid-i Ezher'de namaz kıldırırken, mihraba girdiğim vakit bütün vücudum bir göz olmuştu. Her tarafımdan görüyordum. Kıblemi gördüğüm gibi, geride giren ve çıkan cemaati de görü yordum. Hiçbir şey bana gizli kalmamıştı. Hattâ namaza yetişemiyenleri ve yanlış kılanları görüp düzelttim» demiştir.


Sadreddin Konevi'nin Muhyiddinin mezun başında hayatta olduğu gibi görüşmesi yalanı (S.47)

Sadreddin Konevî bize Muhyiddîni Arabi'nin bu husustaki kerâmâtını anlatarak, Kitabı Cevâmî, kerâmâtı evliya bahsinde der ki:
«Muhyiddîni Arabi'nin vefatından sonra kabrini ziyarete gidiyordum. Tarsus'un sıcak bir günü idi. Hafif bir rüzgâr ovanın çiçeklerini okşuyordu. Ben de bunlara bakıp kudreti ilâhiyeyi düşünüyordum. Allah'ın sevgi ve aşkı kalbimde yandı. Bir de baktım ki Muhyiddîn pek güzel surette karşımda tecellî etti. O güya bir nur halindeydi. «Bana bak» diyordu. Sonra bir tecellîyi Hak zuhur etti, kendimden geçtim. Göz açıp yumuncaya kadar bir de baktım ki, Muhyiddîni Arabî karşımda duruyordu. Hemen selâmlaştım, elini öptüm ve kucaklaştım. Allah'a şükür ki, mezarına giderken, onu bizzat hayatta olduğu gibi gördüm, konuştum ve bildim.»


Arabi'nin geleceği bilmesi yalanı (S.79)

Mesela, (Şeceretü'n-Nu'maııiye Fî Devleti'l-Osmaniye)'de Muhyiddîni Arabî: «(H) 9 ay muhasara ettiği, birçok âlet ve mal mahvettiği halde Bağdad'ı alamıyacak; Bağdad'ı 1048'de (M) alacak) demektedir.
(H) dediği, Osmanlılar tarafından Bağdad'ı muhasara eden Hafız Paşa olup, 9 ay muhasara ettiği, birçok mal telefat verdiği halde Bağdad'ı alamamıştır. Ancak Bağdad'ı almak şerefi, Muhyiddîni Arabi'nin (M) dediği Sultan Murad'a 1048 senesinde nasib olmuştur. Muhyiddîni Ârabî 600 sene-i hicriyesinin ricali olduğu halde bunları bilmesi onun kerâmât-ı âliyesini göstermeye kâfidir.


Evliyaların divan toplantıları yalanı (S.125-127)

Ben nice kerre evliya toplantılarına, divanlarına gittim. Bir keresinde güneş henüz doğmuştu. Onlar beni uzakdan görüp karşıladılar. Ben onları, şunlar gölgelidir, şunlar gölgesizdir diye seçer vaziyetteydim. Divanda hasır olan ölü kâmil veliler ruhanî uçuşlarla uçarak, divan yerine bir konak mesafeye yaklaştıklarında yere konuyorlardı ve ayaklarıyla yürüyerek divana geliyorlardı.
Bu, dirilere karşı bir tazimdir. Ricali gayb de böyledir. Bazısı bazısını ziyaret ettiğinde, ruhanî seyirler yaparlar.
O divanda melekler de bulunur. Onlar safların en arkasındadırlar. Burada kâmil cinler de hazır bulunur. Onlar hâzırûnun en arkasında durur ve bir safa bile baliğ olamazlar.
Bazı zamanlarda o divanda Hazreti Nebî de hazır bulunur, gavsin yerinde oturur. Hazreti Nebî geldiğinde kendisiyle beraber, takat getirilemeyen nurlar da gelir. O nurlar yakıcı, korkutucu, öldürücü nurlardır. O nurlar mehabet, azamet celâlet nurlarıdır. Hattâ şecaatte en yüksek dereceye erişmiş bir kimseye o nurlar ansızın gösterilse o kimse derhal Ölür. Şu kadar ki, Cenâb-ı Hak evliyaya o nurlara takate kuvvet verir.
Hazreti Nebi hazır olduğunda, onunla birlikte takat getirilemiyen nurlar geldiğinde, ehli divandan olan melekler, Hazreti Nebinin nuruna girerler ve Hazreti Nebi divanda hazır oldukça hiçbir melek zahir olamaz. Hazreti Nebî divandan çıktığında yine zahir olurlar.
O divanda, senede bir gece, ibrahim, Muta ve cemi resuller hazır bulunurlar. O gece Kadir gecesidir. O gecede meleklerden Meleği âlâ ve ezvâcı mutahherât, bütün ashâb-ı kiram h azır bulunurlar.

Bazan Gavs kaybolur, hazır olmaz, Nebi Aleyhisselâm hazır olur. Divan ehlinde öyle bir korku hâsıl olur ki, nezdi nebevide kendilerini, havasından çıkacak şeyin akıbetini bilmezler. Hattâ o hal uzarsa âlemler yıkılır.»

Muhyiddini Arabi Hazretleri - M.Kemal Pilavoğlu, Elifbe Yayınları, 3.Baskı, İst-1979

**************
Özün Özü - Muhiddin-i Arabi, İsmail Hakkı Bursevi, Sadeleştiren Abdülkadir Akçiçek , Kamer Neşriyat,
images


6

Tasavvuf dininin yerdeki tek İlahı İnsan-ı Kamil'dir. (S.50-60)

a)(S.50-52)
İNSAN-I KÂMİL
Burada İNSAN-I KAMİL anlatılacaktır. Anlatılan hazarat ve âlemlerin hepsini bu insan kapsar ve benliğinde toplar. İNSAN-I KÂMİL, birleştirici mertebeye sahiptir; İsm-i Azam makamındadır. İsm-i Azam nasıl bütün isimleri özünde toplar ise, İNSAN-I KAMİL de onun gibi, mülk, melekût, ceberut ve lahüt âlemlerini toplar. Zahirde olsun, batında olsun, ÎNSAN-I KÂMlL'in kuşatmadığı hiç bir makam yoktur. Zati olan bir sirayetle, hepsinde hükmünbü geçirir ve hangi şey olursa olsun; onda ayniyle zuhur eder. Nitekim, Hazret-i Ali şöyle söyledi:
Sen kendini sandın bir parça, küçük; Halbuki sende âlem var, en büyük.
Yani, sen kendini ufak birşey sanırsın; halbuki sende en büyük alem saklı ve gizli...Bir mürşi- de gider özüne karşı anlayış alırsan herşeyi sende ve seni herşeyde var görür; yakinen bilirsin.
İNSAN-I KÂMİL'in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin: On sekiz bin âlem; bir havan içinde döğülse, hamur haline gelse, terkibi İNSAİN-İ KAMiL olur. Bu insan; on sekiz bin âlemi. on sekiz bin gözle seyreder. Her âleme, o âleme has olan gözle bakar. Duygular âlemini, duygu gözüyle; akıllara sezilenleri akıl gözüyle, mânalan da kalb gözüyle seyreder. Öbürlerini de buna kıyas et. Duygu "madde" gözüyle, manaları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir; bu, ehline malumdur.
Bir şiir:
Yürü, bir göz bul çare eyle;
Bu kez, ondan ona nazar eyle.
Gayb alemini, seyredebilmk için, Hakkani bir göz gerek.
Âlemleri; on sekiz bin olarak hesap edenler için temel şudur: Külli akıl, külli nefis— bunlara levh ve kaklem de denir — arş, kürsî yedi kat semâ, dört tabiat unsuru ve üç mevâlid; bunlar bü tün olarak on sekiz eder. Teferruat itibariyle de, on sekiz bin olur.. Bir çok büyükler böyle der. Gerçek durumda esas olan ise; âlemlerin, sayıya gelmeyeceğidir.


b)(S.55-60)
İNSAN-I KÂMÎL..
İşte bahsi geçen cümle şeyler, melek ve fele İNSAN-I KÂMİL'in kalbine konsa orada zerre kadar dahi tartı değmez. Hazreti Beyazid, bu makama varınca şöyle anlatmıştır:
Arş ve ondakiler, milyon kere büyüse ve arifin kalbinde bir köşeye konsa; orada bir şeyin varlığını duymaz.
O gönül ki, yerlere ve göklere, arşa ve kürsiye sığmayan, Yüce Hakkın azamet ve celâlinin, cümle zat ve sıfatının tecelli yeri olmuştur; ona bu kadar büyüklük çok mudur?. Bunu, şu kudsî hadis de teyid eder:
«Göklerime, yerlerime sığamam, lâkin mümin kulumun kalbine sığarım.»
Burada müminden murad, İNSAN-I KAMİLdir. Kalbe sığmaktan murad ise, o kalbin Hak cemale ayna olmasıdır. . İşte şu hadis-i şerif bunu anlatır:
«Mümin, müminin aynasıdır.»
Birinci müminden, İNSAN-I KAMİL ikincisinden de, Yüce Hakkın zatı kasd edilir. Açık manası:
- İNSAN-I KAMİL Hakkın aynasıdır. Cümlesi olur.
Büyük mürşid Muhiddin-i Arabî, Füsus'unda kalb azametini haber verirken; Bayezid Hz. nin beyanına da değinmiş, şöyle demiştir.:
Onun açıkladığı mana, arifin, cisimlere
nisbetle büyüklüğüdür. Burada ben de şöyle derim:
Şu sonu olmadığı anlatılan varlık için; kendisini yaratana bakarak bir son bulunur.
İşbu hali ile anlatılan varlık, İNSAN-I KÂ- MİL'in kalbine konmuş olsaydı, onun ağırlığını duymazdı.
Hazretin anlattığı azamet, sayı ve hesaba gelmeyeceği gibi; vehim ve kıyasa sığar cinsten de değildir. O, zevke dayanır. Allah-ü Teâlâ o zevkleri cümlemize nasip eyleye... Hu!..
Hazret-i Bayezid, bu makamda şu şiiri söylemiştir:
Sevgiyi, kadeh, kadeh aldım;
Ne şarap bitti; ne ben kandım..
Bu makamda anlatılan sevgi, aynen sevilendir. Bu şiiriyle Hâzret ) kalb mertebesinden haber vermiş ve onun genişliğini anlatmıştır; ki bu, ehline malumdur. Tefsir gerekirse, öyle denir:
Kalb aynam, ezelî ve ebedî sevgilinin tecelli ve feyizlerine mazhar oldu. İlahi feyizler, birbirini takip ederek inip gelmekte ve kalbim onu kabul etmektedir. Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi; tükenecek gibi de değil...
Bunları anlatmaktan gaye, İNSAN-I KAMİL'in azametini ve mertebesini açıklamaktır, dolayısiyle 'Yüce Hakkın yüceliğini.
Bir şiir:
İnsan, keyfiyetini, bilemedikten sonra; Nasıl ezel sahibi Cebbar Allah'a vara!.
Cümle ağaçlar kalem, denizler mürekkep, in­ sanlar, bu gözle göremediğimiz melekler, cinler de kâtip' 'olsa, İNSAN-I KAMİL'in hallerini anlatıp bitiremezler. Zamanları, dünya kuruluşundan, kıyamete kadar uzasa ; bu faslın yüzündeki ince zarı dahi atamazlardı.
Bu fasla işaret olarak; şu âyet-i kerimeyi zikredelim:
«Söyle; denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa ,
Rabbımın kelâmı bitmeden tükenir; bir misli daha gelse, yine tükenir.» (18/109)
ÎNSAN-I KÂMİL'in bir adı (Elif-Lam-Mim) dir. Nitekim, Kur'an'ı Kerim'in başında.
«Elim-Lam-Mim Şu kitap var ya, onda şüphe yoktur.» (2/1)
Buyur ulur. Bir hadisi şerifte:
«İnsan ve Kur'an ikizdir.»
Buyurulur. Burada insandan murad, İNSAN-I KÂMİL'dir. Burada ikizden kasd, aynı batında do-ğan ikiz kardeş manasına gelir.
Hâsılı..
Yukarıdanberi ne anlatıldıysa hepsi birbirinin aynasıdır. Lahüt'un âynâsı ceberut; ceberûtun aynası, melekût; melekûtun aynası mülktür. Bunların hepsine ayna, İNSAN-I KAMİL'dir . ÎNSAN-I KÂMİL, Allah-ü Taâlâ'nın halifesidir. Ve kendini gösteren bir aynadır. İlahi varlığı, kâinatı gösteren bir aynadır. İNSAN-I KÂMİL'in özünde olmayan hiçbir mertebe yoktur.


Elde olmayan sebeplerle söz uzadı; sadede gelelim.-Esas mevzu, Muhiddin-i Arabi'nin şu cümlesi üzerineydi:
İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir îtikadâ bağlanıp kalmazdı.
İnsanın anlatılan hale gelmesi, İNSAN-I KAMİL olması sayılır. Buraya kadar saydığımız şeyler İNSAN-I KAMİL'in binde bir vasfını teşkil eder. İnsan bu mertebeyi bulduktan sonra, mutlak surette Hakkın tecelligahı olur; ki, o hangi yönden kendisine "tecelli ederse, kabullenir. Bu mertebeyi bulana:
İNSAN-I KÂMİL..
Denir. Hak Taâlâ. bu mertebeye ermeyi cümlemize ihsan eylesin. Amin!. Hu!.
Ey kardeş, insafla düşün. Hak bize büyük istidat vermiş. Biz ise, bunu boşa gideriyoruz; lâyık mı?.
«Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın."(7/179)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan zümrenin derekesine kendimizi indiriyoruz: Bize hayıf oluyor; bize yazık" oluyor.
İNSAN-I KÂMİL olmak kolay değil; ancak kâmil bir zatı bulup elini tutmakla, ona hizmet etmekle kabil olur.
Yüce Hak o istidadı herkese vermiştir; ama, insan kendini alt derekeye düşürür; istidadını yi tirir.
Kendini bir kâmil mürşide teslim et. Sen dahi bir insan ol.
Asıl kemal, insanlığı belli bir itikada bağlı bilmemektir. Ama sanılmaya ki: İNSAN-I KAMİL mezhepsiz ve itikadsız bir kişidir. Zira, onun mezhebi ve itikadı ilahi dilekte ve ilahi emrin varlığın- dadır. Onların inanışı, mecazi mezhep ve itikad degildir. Hak erenlerinden bazısına:
--Hangi mezheptensin?
Dendikte:
Huda mezhebindenim.
Dedi.
Bir şiir:
Bütün mezhepler kaydından beri ol;
Tüm yolcuların başta gideni ol..
Bazı büyüklere şöyle sordular:
-Anlatıldığına göre. irfan sahibi özel bir inanışa bağlı kalmaz; lakin halka uyar bir şekilde açığa çıkar. Çünkü;
«İnsanlara, akıl erdirecekleri kadar konuşunuz.»
Buyurulmuştur. Eğer kalbindekini açığa vursa, onu hemen öldürürler.
Durum böyle olunca, o irfan sahibi, münafık olmaz mı?
Cevap şu oldu:
Olmaz. Zira münafık ona denir ki, gizli bir itikada sahip olur; bu itikadının aksine amel izhar eder. Yaptığının yersiz olduğunu kendisi de bilir. Arif odur ki, hem izhar ettiği itikat Hak olur; hem de içinde olan itikada dışı zıt görünür; ama değildir. İrfan sahibinin çerçevesi geniştir. Onda iki zıt dahi birleşir; bu zıtlar zâhirdekilere göre olsa dahî, ona göre zıt olmaz. En iyi bilen Allah'tır.


Hak Teala cümle eşyayı zatının aynısı kıldı. İftirası. (S.69-74)

Şeyh İrakî şöyle der:
Hak Taâla cümle eşyayı, zatının aynı kıldı. Hikmeti ise, kendinden gayrına ibadet olunmaya başkası sevilmeye.. İlâhî gayret, (kıskançlık) bunu gerektirdi.
Bir şiir:
Gayreti, yabancı komadı Hakkın;
Şüphesiz o, aynı oldu eşyanın..
Bir başka şiir:
Hak diledi ki, eşyayı yarata;
Özünden gayrı komadı arada.
Bu âlemde tapanlar ona tapa;
Ki, her yüzde görünen o, halk kapa.
Ki, insan iyi huyla kapabilir;
Ve dar gönüller onunla yapılır..


Yukarıda arz edilen hususlar, şu âyet-i kerimenin bilinen mealidir.
«Rabbın hükmü şu ki; kendisinden gayrına kulluk etmeyesiniz.» (17/23)
Daha açık manası ile ifade edilen mana şudur:
- Ey Peygamber, Rabbın takdir ve hükmü şu ki: Sevgide, övmede, senada ondan başkasını bilmeyesin, görmeyesin ve kul olmayasın. Zaten, ondan başkasına ibadet, mümkün değildir. Hatta puta" tapanın tapışı bile sonuçta. Hakka varır; çünkü onun varlığı da Hakkındır. Bunu anlamak için cümle varlık, Hakkın olduğunu anlamak ve bilmek gerekir; sözümüz onlara aynadır.
îşte irfan sahibi, bu manayı anladıktan sonra, ne muayyen bir itikada sahip olur; ne de diğer kimselerin itikadına sataşır, inkâr eder. Zira: Cümleyi bir emir zincirine bağlı gördü; kendisinin de, emir ve iradeden başka bir şey olmadığını anladı. Mevcut, yalnız o.. Yine o irfan sahibi, herkesi mazhar olduğu isim tecellisi cihetiyle itikad ve edeplerini yerli yerinde gördü.
Bir şiir:
Bir zerrecik yerinden kayıp oynasa; Âlem harap olurdu, baştan ayağa..
irfan sahibine:
«Her ne yana dönerseniz, Hakkın (tecelli) yüzü o yandadır.» (3/115)
Ayet-i kerimesinin manası zahir olur.
Yani, zahirde ve batında cephenizi nereye çevirirseniz, orada Hakka çıkan bir yol vardır. Gerçekte:
«O, her an, bir şan alır.» (55/22)
Kaidesine göre, makamlar ve mertebeler de bulunur.
Her makamda bir türlü, her mertebede bir başka yüz gösterir. Her yüzde bir başka türlü güzellik, her güzellikte bir başka aşk, her aşkta bir türlü gamze, her gamzede bir türlü işve, her işvede bir türlü cilve, her cilvede bir türlü naz, her yerde de bir türlü başlama şekli vardır. Bu yüzden aşka müptelâ olup inleyen zatlar çeşitli hallere düşerer. Gah, kabz ve celâl sıfatına mazhar olurlar. Gah, bast ve cemâl sıfatı tecellisinin mazharı olur; zevk alır, zevke dalar, safa bulurlar. Gah naza, gah niyaza kapılırlar. Bu sıfatlar, aşıkm nazarında türlü türlü haller alır; fakat o aşık, hiçbirini itrnez. Hal böyle olunca, arif kendini nasıl muayyen bir itikada kaptırsın; gitsin.
Aşıkm sevdiği mahbup, hangi sıfatı takınsa, hangi libasa bürünse ve her ne şekilde tecelli etse, katiyen gaflete düşmez ve tek yüzüne bağlanmaz. Ayrıca her yüzden onun güzelliğini gördüğü gibi, tek yüze bağlanıp kalanları da mazur görür. Dairesi geniştir. İtikad faslında, tek yüze bağlanıp kalmanın da ilâhî şuûnattan biri olduğunu bilir ve ilâhî isimlerden birinin gereği olduğunu kabul eder. Nitekim izzet sahibi Yüce Hak bir âyetinde şöyle buyurdu:
«Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, Hak onu nasiyesinden tutmuş olmasın; kesin olarak bilinsin ki, Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir.» (12/ 6)
Bu âyet-i kerime, Hud nebinin dilinden anlatılır.
Herkes, bir ismin mazharı olup onun tasarrufu altında bulunur. Celâl, cemâl, hadi, mudili; bunların hangisi olursa olsun, onun doğru yoludur, İtikad bahsinde de aynıdır. Bir kimsenin itikadı, diğer şahsa göre ayrılık taşısa bile, aslında mazharı olduğu isme binâen, doğru yoldadır; onun müstakim sıfatı odur. Meselâ, yayın doğruluğu eğri olmasından anlaşılır. Şaşkınlık, Hakkın mudill ismine göre doğrudur, hadi ismi onu, eğri bilsede, yine doğru sayılır. İşte, arif kişi, bu manaya vâkıf olduğu için, hiç kimsenin dinine sataşmaz..


Burada bir soru akla gelir. O sorunun cevabını kader sırrına aşina olamayan vermeye kadir olamaz, ehli olana kolaydır.
Sual şudur:
Cümle ibadet ve diğer bütün ahval, ilâhî esma tecellisi gereği oluyor ve kulun da onları yapıp yapmamakta bir seçme ehliyeti olmuyor. Bun da anlaşılıyor ki, herkes bulunduğu işi yapmaya mecbur.. Bu da cebre girer ve zülüm olur. Cevabı şöyle olabilir:
Yukarıda sorulan sorunun tahkiki neticesinde iki durum hâsıl olur. Bir defa mahiyetler, önceden yapılmış değildir. İkincisi ise, ilmin, bilinen şeye tabi olmasıdır. Bu iki duruma vukuf peyda olunca az da olsa, kader sırrına vukuf peydan olur. Beyan edilen iki şeyi aslına uygun şekilde anlamak icap eder. Onlara vukuf peydah olunca,
Allah'ın yardımı ile kader sırrına da nüfuz peydah olur. Çünkü bunlar anahtar mevkiindedir.
Yukarıda:
- Mahiyetler. Diye arz edilen kelimenin manası şudur:
Eşyanın ilâhî bilgi denizinde mevcut olan suretleri..
Ama ilimle sınırlı suretleri.. Mahiyetlerin bir adı da ayah-ı sabite, olarak anlatılır. Orada Hakkın ilimi zatının aynıdır. Bu hal, İNSAN-I KAMİL için dahi böyledir. Diğer bir itibarla da, ilim zata aynadır. O mahiyetlere Hak'tan gelen feyz; yine onların zatında mevcut olan, istidat ve kabi liyete göre gelir, İtikad ve diğer hallerde, onun dışına çıkamaz. İsyan, küfür, itaat bunların her biri, o mahiyetin, kabiliyetine göre istemiş olduğu şeylerdir. İstidadı nisbetinde Hak'tan ne diledi ise o verilmiştir. Meselâ: Buğdayda istidad, buğday olmak; arpanınki arpa, darınınki de darı., diğerlerini de var buna kıyas eyle.
Eğer arpanın dili olsa, ekene itirazla:
Beni niçin buğday yapmadın?.
Dese, ekinciden alacağı cevap:
Senin istidadın, kabiliyetin buydu...
Olur. Ayrıca arpa, tohumunu ektikten sonra, buğday ummak ahmaklık sayılır. Bu anlatılanlara göte, herkesin mahiyeti, ayan-ı sabitesi ezelde her ne hal ve özellikte idiyse, hangi ismin tecellisi kısmetine düştü ise, bu âlemde onu gösterebilir. Her şey ezelde verilen şekilde aşikâr olur. ilâhî bilginin ona bir tesiri yoktur.
«İşeri yerli yerince yapıcılara yemin olsun.» (79/5)
Manasını taşıyan âyetteki kurala göre, arif olanlar bu sırra vâkıftır. Haddizatında, malûm olan bir şey ne halde ise, ilâhî bilgi onu ilgilendirir ve o esma ve sıfatın iktizası olarak zuhura gelir. Ve:
Bilgi bilinene bağlıdır...
Demeden maksat da, bunu ifade etmektir.


Hak Teala kendi varlığını yarattı. İftirası. (S. 102-103)

Muhiddin-i Arabî Hz. devamla der ki:
-- Bir haberde şöyle anlatıldı:
"Hak Taala kendi varlığını yarattı."
Ama bu mayı akıllar idrâk edemediler, reddettiler. Çünkü onlar, maddi şeyleri düşünebilen akıllar idi. Maddiyata taalluk eden akıl yüce şeylerini anlayışında kusurludur Bunu anlamak için maddeyi geçip ötelere varan akıl gerektir. Haddizatında: --"Hak Taala varlığını yarattı...."
Demek; dış bakımdan iyi görülmez. Ama, mana cihetiyle gerçektir ve herşeyi âciz hale getiren bir haldir; bize gereken ise budur, yani manadır.


Akılların alamadığı önemli bir mesele de şudur:
Her kim Hak Taâlâ hakkında bir kelâm etse, ona suret vermiş olur. İbadet dahi etse, o suret verdiği şeye ibadet eder; o da Allah-ü Taâlâ'nın kendisidir, başkası değildir. Hak Taâlâ kulun tasavvuruna, itikadına ve anlayışına göre kalb 'aynasında
Asıl meseleye geliyoruz. Şöyleki: Bu tasavvurda ve düşüncede Hakkı elbetteki o kul yaratmadı; ancak, mutlak Hak Taâlâ kendi varlığını yaratmış oldu. Her şeyi yaratan, Allah-ü Taala'dır; ondan başka yaratıcı yoktur. O kulun itikadında zuhur eden dahi, Hakkın yarattığı eşya cümlesindendir; ki, onları dahi Hak yaratmıştır., "Hak Teâlâ, kendi varlığını yarattı.» Cümlesinin derin manalarından biri de budur.
Bilinmesi gereken bir husus daha var; onu da anlatalım:
Halk, caal, icad, sun ve tekvin kelimelerinin her biri bir başka manaya delâlet eder. Şöyle- ki: HALK'ın manası yaratmak; C A A L'ın manası kılmak; İCAD'ın manası var etmek; SUN'un manası kudret eseri göstermek.
T E K V İ N'in manası görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır.
Az, çok ayrı mana da taşısalar dahi, hepsi aynı yola çıkar. Hepsinden gaye Hakkın zuhuru ve tecellisidir.
--Hak Teâlâ kendi varlığını yarattı.
Cümlesine verilecek bir başka mana ise şudur.
Düşünen kulun zannına ve düşüncesine, göre varlığını izhar eder.
Şöyle bir misal var: Bir kimse aynayı karşısına alır, kendini orada var eder, görür ve bilir. İnsanın aynada kendini bakıp görmesinde bir ayrı safâ vardır. Bu sebepten Hak Taâla bu âlemi ve Adem'i yarattı ve bunları varlığına ayna kıldı. Şu mühimdir ki: Âlem aynasında kendi yaşayışını. Âdem aynasında ise, aynını görür ve seyreder. Burada Adem'den murad, insandır.
O âlemi ve Adem'i yarattı, varlığına ayna kıldı.
Demekten murad ise, şudur:
Zatını ayna suretinde izhar etti.. Cemalini o aynadâ zatına arzetti. Bu yüzden bakar oldu. Kendi güzelliğini görüp aşka düştü. Hayran oldu, niyaza kapıldı. Diğer yüzden maşuk oldu, naz ve işveye girdi. Kendi Hüsnünü yine kendine arzetti ve tecelli etti.
Burada bakan, bakılan ve bakmak ve ayna, tek şeydir.
Bu İNSAN-I KÂMİL, Öyle saf, öyle temiz mutlak aynadır ki, mutlak cemâlj)lan Hak, zatını kayıtsız orada müşahade eder.
İNSAN-I KÂMİL'in aynası, Hakkın tecellisine göredir. Diğerlerinde olan tecelli, Külün harınına, kabulüne ve istidadına göredir. Gerçeği söyleyen Hak'tır ve doğru yola hidayeti o verir.


Özün Özü - Muhiddin-i Arabi, Kamer Neşriyat, 3.Baskı, Ter.İsmail Hakkı Bursevi, Sadeleştiren Abdülkadir Akçiçek, İst-1984
 
Üst Ana Sayfa Alt