İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler
İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Çözüldüİctihad Nedir? Kur'an ve Sunnetten Delilleri Nelerdir?
Tarifi: İçtihadın lugat manası, her hangi bir şeyi yaparken, bütün gayreti sarfetmek ve elden gelen çabayı harcamaktır.
Fıkıh usulündeki ıstılahı manası ise, muctehid alimlerin hüküm çıkarma yoluyla şer'i hükümleri bilmeyi taleb etmesidir.
Tariften de anlaşıldığı gibi içtihad yapmak için, şu temel esasların bulunması gerekmektedir: a. Muctehidin, daha fazlasından aciz kalacağı derecede bütün çabasını harcaması gerekir. b. Çabasını harcayanın muctehid olması gerekir. Muctehid olmayanın bu yolda harcadığı çabalara itibar edilmez. c. Çaba, şer'i hükümleri öğrenme ve tanıma, maksadıyla harcanmalı, başka bir maksatla harcanmamalıdır. Bu nedenle, kelimelerin lügat manala*rını veya gramerdeki yerlerini, yahut belagattaki edebi değerlerini öğrenmek için harcanan çabalar, fıkıh usulunde içtihad sayılmaz. d. Şer'i hükümleri öğrenmeye çalışma, fıkıh usulündeki hüküm çıkarma yollarıyla olmalı, konuları ezberlemekle veya muftulerden sorup öğrenmekle, yahut kitaplardan okumakla olmamalıdır. (Başka bir gurup alim, içtihadı şöyle tarif etmişlerdir:
İçtihad, ya seri hükümleri çıkarmak veya onları detaylı konulara uyarlamak için son gayreti göstermek ve bütün çabayı harcamaktır.
Bunların tariflerine göre iki türlü içtihad vardır:
a) Tam manasıyla içtihad:
Bu türden olan içtihad, çok özet bir seviyeye ulaşan alimlerin işidir ve bu zaman zaman kesilir. Kapısı kapanır. Hanbelîler, ise bunun da kapısının kapanmayacağı kanaatindedirler.
b) Şeri hükümlerin uygulanmasında içtihad ise, mutevazi bir içtihaddır. İttifakla her asırda bulunur. Bu türden olan içtihadda, muctehidler öncekilerin çıkardığı hükümleri, daha önce bilinmeyen hükümlere tatbik ederler. Bu mesele, muctehidlerin dereceleriyle ilgili bir meseledir, daha sonra izah edilecektir.)
Muctehidin Şartları
Bir âlimin Muctehid olabilmesi için, aşağıda zikredilen şartlara sahip olması gerekmektedir. Aksi takdirde Muctehid olamaz. Bu şartlar şunlardır:
1) Arabcayı Bilmek:
Bir kişinin muctehid olabilmesi için Arabcayı, Arabların konuşmalarında ifade şekillerini, edebi metinlerini, belagat ve fesahatlarını, kelimeler arasındaki nüansları iyi bilmesi gerekir. Bu da Arab dilinin gramerini, belagatını, edebiyatını okumayı veya halis Arab olmasından tabiatiyle bunları bilmeyi gerekli kılmaktadır. Zira şeriatın temel kaynağı olan Kur'an-ı Kerim ve onu açıklayan sünnet-i seniyye, Arab dilinin en beliğ ve fasih uslublarıyla gelmişlerdir. Yeteri kadar Arabca bilmeyenin, ictihad gibi zor bir fiili başaramayacağı muhakkaktır. Günümüzde Arabca öğrenme zorluğuna katlanamayan ve tercüme eserlerden beslenen hayali muctehidlerin abuk sabuk konuşmaları, yerine göre Rasulullah (s.a.v.)'ı yargılamaya kalkışmaları ve Allah'ın Kitabını aciz akıllarına uydurmaya çalışmaları, Arabcayı bilmenin zorunlu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Muctehidin, Arabcanın bütün kelimelerinin manasını, çeşitli kabilelerin şive farklılıklarını ve uslublarını bilmesi şart değildir. Fakat ne kadar çok bilirse, o kadar güçlü Muctehid olacağı muhakkaktır.
İmam Gazali, Muctehidin Arabcayı ne kadar bilmesi gerektiği hususunda şunları söylemektedir:
"Muctehidin bilme mecburiyetinde olduğu Arabca seviyesi, Arabların konuşmalarını anlaması, cümle ve kelimeleri kullanma uslublarını bilmesidir. Bu kadar bilmesi lazımdır ki, Arabca bîr metin ve sözün, açık ifadeler mi yoksa kapalı bir kelam mı, hakiki manada kullanılan mı yoksa mecazi anlamda isti'mal edilen mi, genel bir ifade mi yoksa özel bir hüküm mü, muhkem mi yoksa muteşabih mi, kayıtsız şartsız mutlak mı yoksa kayıt ve şartlara bağlı mı olduğunu idrak edebilsin. Metnin içeriğini ve genel anlamını kavrayabilsin, yanlışlığını ve mefhumunu anlayabilsin."
Muctehidin, bu seviyede Arabca bilme mecburiyetinde olması, yaptığı içtihadın, Muctehid olmayan müslümanları bağlamasının tabii bir sonucudur. Okuduğu her Arabca kitabı anlayamayan, zor metinler altından kalkamayan bir insanın içtihadına ne kadar güvenilir. Kaldı ki elifi, ba'yı bilmeyenlerin içtihadları hepten mürekkep bir cehalettir. Herkes haddini bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Aksi takdirde hem kendisi sapar, hem de insanları saptırır.
2. Kur'ân'ı Bilmek:
İçtihad eden zatın, Kur'anın tümünü genel olarak, hüküm ayetlerini ise, detaylı olarak bilmesi, nasihini ve mensuhunu öğrenmiş olması, ahkâmla ilgili olan ayetlerin iniş sebeplerini bilmesi şarttır. Zira Kur'an, İslâm hukukunun temel kaynağıdır. Diğer bütün delillerin menbaıdır. Her ne kadar muctehidin hafız olması, şart değilse de, meselelerle ilgili ayetlerin yerlerini bilmesi gerekmektedir.
Kur'an'ın ahkâmla ilgili ayetlerini özel bir eser şeklinde yazan bir çok alim çıkmıştır. Bunlara başvurularak ahkâm ayetlerinin kahir çoğunluğunu öğrenmek mümkündür. Bu sahada yazılan kitaplardan bazıları şunlardır:
- Cessas'm "Ahkâmu'l-Kur'an" İsimli eseri.
- İbni Arabi'nin "Ahkâmu'l-Kur'an" adlı kitabı.
Nasih ve mensuhla ilgili olarak yazılan kitapların en önemlilerinden biri de Nehhâs'ın yazdığı eserdir.
3. Sunneti Bilmek:
Muctehid olacak alimin, sünneti bilmesi gerekmektedir. Çünkü, Kur'an'dan sonra İslâm hukukunun ikinci kaynağı ve Kur'an'ı açıklayan şerhi sünneti seniyyedir. Kur'ân'ı, en doğru ve güzel açıklayan Rasulullah (s.a.v.)'dır. Zira bu ona yüklenen bir vazifedir. "... Sana da Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara kendilerine gönderileni açıklayasın ve onlar da düşünsünler." (Nahl 44)
Rasulullah (s.a.v.)'ın fiilleri, sözleri ve tasvibinden ibaret olan sünnete aşina olmayanın veya onu hesaba katmayanın, değil ki Muctehid olması, alim sayılması dahi yanlıştır. Çünkü Kur'an’ın açıklanmasından mahrumdur.
Muctehidin bilmesi şart olan sünnetin miktarı, Rasulullah (s.a.v.)'ın yapmakla yükümlü olduğumuz hükümlerle ilgili olan sözlerini, fiillerini ve tasviplerini okuyup anlayarak idrak etmek, nasih ve mensuhlannı, amm ve haslarını, mutlak ve mukayyedlerini, rivayet yollarını, raviler zincirini, ravilerin hallerini, hadislerin sahih veya zayıf olduklarını, mutevatir veya ahad oluşlarını, içerdikleri manaları, hangi münasebetle söylendiklerini bilmektir.
Muctehidin, sünnetin tümünde bulunan bu hususları bilmesi, şart değil, ahkâmla ilgili olan hadislerin bu özelliklerini bilmesi şarttır. Yine bu hadisleri ezberlemesi de şart değildir. Elinde sahih hadis kitaplarının bulunması ve muctehidin ahkâmla ilgili olan hadislerin bu kitaplardaki yerlerini bilmesi, hadis alimlerinin hadis kriteri olarak yazdıkları kitaplara sahip olması ve onları okuyup anlaması yeterlidir. Zira bütün hadisleri yukarıda zikredilen şekilde bilmek, hemen hemen bir beşerin takati üstünde olan bir özelliktir. Buna ulaşmak nerede ise imkânsızdır.
4. İcma Bulunan Konuları Bilmek:
Muctehidin, icma yapılan konuları bilmesi gerektiği ittifak konusudur. İcmaın kesin olarak yapıldığı mevzular, şunlardır: Farzlar, mirasla ilgili temel hükümler, Kur'ân ve sünnetin beyan ettikleri ve üzerlerinde icma edilen haramlar ve sahabiler döneminden itibaren muctehid imamların asrına kadar yapılan diğer icma meseleleridir. Muctehidin bu konuların hepsini ezbere bilmesi şart değildir. Fakat ele aldığı her mesele hakkındaki icmaı bilmek zorundadır.
Diğer yandan muctehidin fıkıh ekollerinin ihtilaf ettikleri temel esasların neler olduğunu bilmesi de gerekmektedir. Medineli fakihlerin, Irak fakihlerinden farklı metodları olduğunu bilmeli, selim aklı ve dengeli takdiriyle, bu ekolleri birbiriyle karşılaştırmalı, hangisinin Kur'an ve sünnete daha yakın olduğunu idrak etmelidir. Böylece kendi görüşüne muhalif olanların kanaatlerini öğrenir, hem kendisini yanlış yapmadan uzaklaştırır, hem de görüşünün sağlamlığım ölçer ve kendisine güveni artar.
İmam Ebu Hanife, insanların ihtilaflarını en iyi bileni, insanların en alimi sayardı. Zira çeşitli görüşlerin çarpışmasıyla hak nuru parlar ve ortaya çıkar.
İmam Malik, Ebu Hanife'nin talebeleriyle karşılaşınca İncelediği konular hakkında Ebu Hanife'nin görüşlerini sorardı.
İmam Şafii, fıkıh alimlerinin ihtilaflarını inceleyip o konularda derinleşince, fıkıh usulü ilmini ortaya çıkarmış ve fıkhın ölçüsünü icad etmiştir.
Vakıa, insanın sahabe, tabiin ve onlardan sonra gelen fakihlerin sözlerini incelemesi ve onları birbiriyle karşılaştırması, kişide yorum yapma, takdir etme ve derinliklere İnme melekesini geliştirir ve onu insaflı bir münekkid yapar.
Fakihlerin ve mezheblerin içtihadlarını karşılaştıran kitaplardan bazıları, Hanefi mezhebinde Kaşani'nin "Bedai es-Sanai" isimli eseri, Maliki mezhebinde İbnu Ruşd'ün "Bidayetu’l-Muctehid" isimli kitabı, Hanbeli mezhebinde İbni Kudanıe'nin "el-Muğni" isimli eseri, Şafii mezhebinde Nevevi'nin "el-Mezheb ve Şerhuhu" isimli eseri, Zahiriye mezhebinde de İbni Hazm'm "el-Muhatla" isimli kitabıdır.
5. Kıyas Yapmayı Bilmek:
Muctehidin sahih kıyasın nasıl yapıldığını bilmesi gerekmektedir. Bu da muctehidin, hükmün dayanağı olan nassı, hükmün illetini ve bu illetin belli olmayan hüküm için geçerli olup veya olmayacağını bilmesini gerektirmektedir. Ayrıca muctehidin, kıyasla ilgili olan kural ve kriterleri, selef-i salihinin bu sahada takip ettikleri metodları bilmesi icab etmektedir.
İmam Şafii, "İçtihad, kıyası bilmektir" demekte, Esnevi de: "Muctehidin kıyası ve şartlarım bilmesi lazımdır. Zira kıyas, içtihadın temelidir ve hükümlerin sayısız detaylarına ulaştıran bir yoldur..." (Şerhul Esnevi, C. 3, Sh. 310 Tahrir Haşiyesi) demektedir.
6. Şeriatın Gayesini Bilmek:
Şer'i deliller izah edilirken, mesalih-i mursele bölümünde İslâm şeriatının temel gayesinden bahsedilmiştir. Burada da, içtihad eden kişinin bilmesi açısından şer'i şerifin gayesinden bahsetmek gerekmektedir. Bununla ilgili olarak şunları özetle zikretmek mümkündür.
İslâm şeriatının temel gayesi, insanların huzur ve saadetlenini sağlamak, onları ilahi rahmet ve nimetlere ulaştırmaktır. Nitekim yüce Mevla şöyle buyurmuştur. "Ey Muhammed! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya 107) "Ey iman edenler! Size, Rabbinizden bir öğüt gelmiştir. O, kalblerdeki hastalıklar İçin bir şifa, iman edenler için bir hidayet ve rahmettir." (Yunus 57)
İslâm nizamının hedeflediği bu yüce gaye, İslâm hukukunun insanların menfaat ve maslahatlarını gözönünde bulundurmasını gerekli kılmıştır. İster bu menfaatler, gerçekleşmeleri zaruri olan maslahatlar, ister bulunmalarına ihtiyaç hissedilen maslahatlar, isterse bulunmaları güzel olan maslahatlar olsunlar.
Yine bu gayeden dolayı İslâm hukukunun, çok zaruri olmadıkça her zaman kolaylıkları zorluklara tercih ettiğini, ancak yeryüzünden fesadı kaldırma mecburiyetinden dolayı cihad gibi zor bir yükümlülüğü farz kıldığını görürüz.
İslâm hukuku, insanları ilahi merhametten payidar etmek için şu üç yolu takip etmiştir.
- Ferdleri arındırmak.
- Adaleti sağlama
- Kişilerin gerçek menfaatlerini tahakkuk ettirmek.
A. Ferdleri Arındırmak:
İslâm, toplumun küçük birimi olan fertleri, gelişigüzel yetişmeye terk etmemiş, onların daha küçükken kendilerine ve çevrelerindeki insanlara zarar verecek huy ve adetlere esir olmalarını serbest bırakmamış, aksine onları, adeta kirlerden yıkarcasına manevi hastalık ve mikroplardan arındırma yolunu izlemiştir. İslâm'ın farz kıldığı ibadetler bu hedefi gerçekleştirmek içindir. Mesela, kulun günde beş vakit Rabbinin huzurunda kemali tazimle durması ve O'nun gönderdiği nizamın maddeleri mahiyetinde olan Kur'an'ı okuyarak namaz kılması, onun kalbinden kendisi gibi aciz kullara kin beslemeyi giderir, onu hayasızlık ve kötülüklerden uzaklaştırır. Bakarsın ki, insanlara karşı güler yüzlü, hoş görülü, muamelesinde kendisiyle kolayca anlaşılan biri olur. "... Şubhesiz ki, namaz insanı fuhuş ve kötü şeylerden alıkoyar..." (Ankebut 45)
Mu'minin bu halini idrak edemeyen akılsızlar ise, onun ahmak, hatta korkak olduğunu sanırlar. Kâfirlerin zulmünü önlemek için cihad edib can verdiğini unutuverirler.
Orucun, fakirlerin halini anlamayı, haccın organize olmayı, zekâtın zengin ve fakir arasındaki dayanışmayı sağlamayı öğrettikleri ve böylece ferdi, toplum için bir şer aracı değil, hayır vasıtası kıldıkları nasıl inkâr edilebilir?
B. Adaleti Sağlamak:
İslâm hukuku, adaletin sağlanmasına büyük bir önem vermiş, düşmana karşı dahi insaf ölçülerinin aşılmamasını emretmiştir. "Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahidlik yapanlar olun. Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun çünkü o, Allah'tan korkmaya daha yakındır." (Maide 8) İslâmda adalet çok yönlüdür. Yargılarda adalet, idarede adalet, şahitlikte adalet, ilişki ve muamelelerde adalet, kanun önünde adalet, sosyal dengeyi sağlamada adalet, hakkını alırken adalet, şahsi davranışlarında adalet v.s.
İslâmda kişi, insanların kendisine nasıl davranmasını isterse, onun da onlara karşı öyle davranması esası vardır. İslâmda fakir zengin hukuk önünde fiilen eşittir. Onda tarafgirliklere, adam kayırmalara, iltimas geçmelere mahal yoktur. "Şayet Muhammed (s.a.v.)'in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı onun da kolunu keserdim" (Buhari, Kit. Fedail el Esluıb, B;ıb, 18; Muslim, Kit. Hudud, Bab. 11, hn. 1689; Tirmizi, Kit. Hudud, Bab. 6, hn. 1430; Nesei, Kil. Sank, Bab. 5) esasına dayanmaktadır.
Bu ilahi nizamda sınıf diye bir ayrım yoktur. "Haksız kuvvetli zayıftır, tâ kendisinden hak alınıncaya kadar. Haklı zayıf güçlüdür, tâ hakkını alıncaya kadar" prensibini esas almıştır. İnsanlar arasında renk ve ırk farkı yoktur. Çünkü hepsinin atası Adem, anneleri de Havva'dır. Adem ise topraktan yaratılmıştır: "... Hepiniz Ademdensiniz. Adem de topraktandır. Arabın Arab olmayana hiç bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak Allah'tan korkmadadır...” (Musned İmam Ahmed, C. 5, Sh. 411)
Evet İslâmda lord avam ayrımı, kast efsanesi, asker sivil farklılığı, zengin fakir sınıflandırması yoktur. Zira bu herkesin yaratıcısı ve terbiye edicisi yüce Allah'ın nizamıdır. İnsanların hepisi İnsan olmaları itibariyle şerefli sayılmışlardır. "Şubhesizki Biz, Adem oğlunu şerefli kıldık. Karada ve denizde taşıdık, temiz şeylerle rızıklandırdık, onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık." (İsra 70) Allah nizamı olan İslâm, kimseye zulmetmemek için herkesin yaptığının karşılığını görmesini beyan etmiş, hiç bir kimseyi başkasının suçundan dolayı hesaba çekmemiştir. "Kim zerre kadar iyilik yaparsa onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar kötülük yaparsa o da onun karşılığını görür." (Zilzal 8) Allah Teala, haklan yükümlülükler nisbetinde belirleyerek adaleti hassas bir şekilde tesis etmiş ve kimseye hak etmediği yükü yüklememiş ve kimsenin de hakkını eksiltmemiştir. Mesela, kadınların yükümlülüklerini haklarına denk kılmış, kölelerin bölünebilen cezalarını hürlerin yarısına indirmiştir. Çünkü toplumda kölenin hakkı hürlerden daha kısıtlıdır. Şu âyet-i kerimeyi okuyup anlayan insaflı insan, İslâm'ın adaleti tesise ne kadar ehemmiyet verdiğini çok iyi idrak edecektir. "Şubhesizki Allah, adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Hayasızlığı, kötülüğü ve haksızlığı yasaklar... “ (Nahl 90)
C. Kulların Menfaatini Gözetme:
İslâm'ın bütün hükümleri, muhatabı olan insanların hakiki menfaat ve maslahatlarını gerçekleştirmekte ve görünürde faydalı gibi olsa da, zararlı şeyleri bertaraf etmektedir. İslâm, gerçekleştirmeyi hedeflediği maslahat ve menfaatlerin şu beş şeyi muhafaza altına almakta olacağını beyan etmiş ve bunları korumak için bütün tedbirleri almıştır.
Bunlar da din, can, mal, akıl ve nesildir. Çünkü insanın içinde yaşadığı dünya bu beş. şeyin varlığı üzerine kuruludur. Bunlar olmadan refah bir hayat düşünmek mümkün değildir.
A. Din:
İnsanlığını idrak eden herkes için kaçınılmaz bir zarurettir. Çünkü, insanı diğer hayvanlardan ayıran en belirgin özelliklerdendir. Kişi bu özelliğe sahip olduğunda ancak hayvan seviyesinden kurtulup insan edercesine erişebilir. Bu nedenle İslâm, toplum için çok zaruri olan bu dini korumayı önemli bir maslahat saymış ve bu uğurda can vermeye de sebeb olsa, gerekenin tereddütsüz yapılmasını emretmiştir. Kişilerin dindarlığı ve dolayısıyle kendilerini arındırmaları için de ibadetler farz kılınmış, insanı mecburi bir tedaviye ve mikroplardan arınma yoluna sevk etmiştir. Tâ ki beşeriyetin başına bela kesilmesin, hem kendisinin hem de çevrenin huzur ve saadetini kaçırmasın.
B. Can Güvenliği:
İslâmın gerçekleştirmek istediği maslahatların zorunlu olanlarındandır. Tabii ki can güvenliği, insanları öldürmeyi, organlarından birini kesmeyi veya yaralamayı, onların şahsiyetlerini rencide edecek söz ve işlere duçar olmayı insanın insan olma haysiyet ve şerefini incitecek davranışlarda bulunmayı kesin bir şekilde yasaklamayı ve bunları yapanları cezalandırmayı gerektirmektedir. İşte İslâm, bunları işleyenlere verilecek cezaların yapılan suçlara deng olmasını öngörmüştür. Tâ ki gevşekliğe yer kalmasın.
İslama göre, öldüren öldürülür, organ kesenin organı kesilir, iffetli insanlara hayasızlık iftirasında bulunana seksen adet sopa vurulur v.s. Böylece suç ve ceza dengeli olsun.
Kimsenin hakkı, kimsede kalmasın, suçlu gerçekten te'dib edilsin. Kötü niyetliler ibret alsın ve topluma huzur ve saadet gelsin.
C. Aklı Himaye:
İslâm, insanların topluma bir yük ve bir şer kaynağı olmamaları için onları diğer hayvanlardan ayırıcı özelliklerinden biri olan akıllarını muhafaza etmeyi de zaruri bir maslahat saymıştır. Bunu koruma için gereken tedbirleri almıştır. Maddi tedavileri ihmal etmediği gibi, manevi tedavilerin neler olduklarını, beyan etmiş ve geçici de olsa, aklın perdelenmesini yasaklamış ve içki içeni cezalandırmıştır.
D. Soyun Korunması:
İslâm, çocuğun anne ve babası tarafından eğitilmesi halinde toplumun küçük numunesi olan ailenin huzurlu bir aile olacağını ve bu çocuğun kolaylıkla toplumla kaynaşabileceğini kabul etmiştir. Şayet çocuk, aile dışında yetişirse. İçine kapanık, topluma karşı kapalı ve huyu itibariyle hırçın biri olacağını, çünkü anne ve babanın şefkat ve himayelerinden nasibini alamayacağını göz önünde bulundurarak, çocuğun meşru evlenme yoluyla meydana gelmesine büyük bir önem vermiş ve evlilik dışı fuhuşu ağır bir şekilde cezalandırmıştır. Zira cinsel arzuları gelişi güzel tatmin etmekten doğacak zarar ve ziyanlar bu cezadan daha büyük olacaktır, toplumda düzeltilmesi imkânsız olan yaralar açacaktır. Bundan dolayı evlilik dışı ilişkiler, insanlara değil, aklı olmayan hayvanlara yakışan bir davranıştır. Çünkü onlar, neticenin ne olacağını idrak edemezler ve sokaklarda sefil, perişan olurlar. Aklı olan bir kişinin bu seviyeye düşmesi elbetteki gayri kabildir.
E. Malı Koruma:
Elbetteki malı koruma, ona saldırmayı, onu gasbetmeyi ve çalmayı yasaklamakla, insanlar arasındaki çeşitli akidleri düzenlemekle ve malları emin ellerde değerlendirmekle gerçekleşir, işte İslâm buna da büyük bir önem atfetmiştir. Hırsız ve gasıbı en sert şekilde cezalandırır. Alış verişin tarafların rızasıyle olacağını emreder. Aldatmanın her türünü yasaklar. Tekelciliği ve stokçuluğu men eder. Serbest bir piyasa oluşturur. Böylece insanların alın terleriyle kazandıkları mallarını himaye altına alır. Tefecilere, açgözlülere, fırsatçılara imkân vermez. Milli gelirin adil bir şekilde dağılımını sağlar, zenginin malında fakirin hakkı olduğunu vurgular ve böylece sözde değil, gerçekten toplumda denge sağlar. Ulamda bir tarafta aşırı zengin, diğer tarafta bir lokma ekmeğe muhtaç fakir görülmez. Çünkü İslâm, "Onların mallarında, dilenenin ve yoksulun hakkı vardır" (Zariyat 19) esasını koymuştur.
Evet işte İslâm'ın gayesi bu gibi zaruri olan menfaat ve faydaları himaye altına almaktır. Kaldı ki, sadece zaruri olan menfatları değil, aynı zamanda ihtiyaç hissedilen diğer menfaatleri ve hayata güzellik bahşeden menfaat ve maslahatları korumayı da hedeflemektedir. Bunlarla ilgili olarak mesalih-i mursele bölümünde yeteri kadar izah yapıldığından burada tekrar edilmemektedir.
İşte içtihad yapan bir muctehid, İslâm'ın hangi gayeyi hedeflediğini çok iyi bilmelidir ki, bu gayeler doğrultusunda içtihad etsin. Yanlış bir sonuca varmasın.
7. Doğru Anlayışlı ve İyi Takdirli Olmak:
Muctehidin, anlama kabiliyetinin sıhhatli olması, meseleleri iyi ölçebilmesi gerekir. Muctehidin elde ettiği bilgileri kullanma, yönlendirme ve ayıklamada başvuracağı aracı, anlayış kabiliyeti ve ölçme gücüdür. Eğer konuları sağlıklı kavrarsa ve onları doğru olarak değerlendirebilirse, işte o zaman batıl görüşleri, doğrulardan, kuvvetli olanları zayıflardan isabetli olarak ayırır. Aksi takdirde görüşleri birbirine karıştırır ve istenmeyen hükme varır.
8. Samimi Olmak ve İtikaden Sağlam Olmak:
Kişinin işlerinde samimi olması, niyetinin halisane olması, onun zihnini ve kalbini Allah'ın nuruna açar. Böylece kişi hak din olan İslâmm özünü anlar, dinî gerçeklere yönelir. Çünkü Allah, ihlaslı olanın kalbine hikmet ilham eder ve onu sözü itibar edilen biri kılar.
İnanç ve niyeti bozuk olan insan, ilahi naslara sağlam bir kalble yönelmediği için gerçeğin nurunu göremez. Çünkü onun düşüncesine şeytanî hevesler hakim olur ve onu adeta bağlar. Zira çarpık niyetli olanın düşüncesi de çarpıktır, vardığı hükümler yanlıştır.
Nitekim geçmişteki içtihadlarıyla bizleri nurlandıran muctehidler takva sahibi, halis niyetli ve kalbleri ilahi nurla aydınlanan zatlardı. Bu nedenle görüşleri çağlar boyu yaşadı ve yaşamaktadır.
Samimi insanlar, kuru taassuptan, kendilerini beğenmeden uzak insanlardır. Bu nedenle kendi sözünün hak, diğerlerinin ki batıldır gibi bir vehme kapılmazlar. Böylece hakkı araştırıp bulabilirler, yanlış yaptıklarını anlar anlamaz hemen ondan dönerler.
Bu hususta İmam Şafii şunu söylemiştir: "Eğer ben, Rasulullah'ın hadisine muhalefet edersem, hangi yer beni üzerinde taşır? Hangi gök beni gölgelendirir. Hadis gördüğünüzde onu alın, benim sözümü duvara çalın."
Ebu Hanif'e de şöyle demiştir: "Bizim ulaşabildiğimiz en güzel sonuç budur. Kim bundan daha iyi bir neticeye ulaşırsa ona uysun."
Hulasa, içtihad etme her kahramanın haddi değildir. Buna ancak salih ve muttaki alimler ulaşabilir. Bid'at ehli olan veya heva ve hevesine uyan insanların bu mertebeye ulaşmaları hiç mümkün müdür?
Fıkıh usulü alimleri, fıkıh alimlerini altı kısma ayırmakta, bunlardan dördünün muctehid, ikisinin de mukallid olduklarını beyan etmektedirler. Bunları şöylece özetlemek mümkündür. Muctehidler ve dereceleri, mukallidler ve sınıfları.
Muctehidlerin Dereceleri:
1. Bağımsız Mutlak Muctehidler(Şeriatta Muctehid)
Bunlar, Muctehidlerin birinci mertebede olanlarıdır. Seri hükümleri Kitap ve sünnetten çıkarırlar. Kıyas ve istihsan yaparlar. Varlığına kanaat getirirlerse, mesalih-i murseleye dayanırlar, seddu'z-zeraii işletirler. Hulasa uygun gördükleri şeri delillerin hepsine başvurarak hüküm çıkarırlar. Hükümleri çıkarmada herhangi bir kimseye tabi olmazlar. Kendileri için özel metodlar belirlerler ve o metodlarını takip ederler.
İşte bu kısımdan olan Muctehidlerin yukarıda zikredilen şartların hepsine sahip olmaları gerekmektedir.
Sahabilerin fakihleri, Said b. el-Museyyeb, İbrahim en-Nehai gibi tabiinin muctehidleri, Muhammed el-Bakır, Caferi Sadık, Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Evzai, Sufyan-ı Sevri, Leys b. Saad, Ebu Sevr ve benzeri muctehid fakihler, bu guruptan olan muctehidlerdir.
Her ne kadar bunların bazılarının görüşleri bizlere bir kitap halinde toplu olarak gelmemişse de, kitaplarda zikredilen mezhebi ihtilaflar arasında görülmekte ve doğruluklarına güvenilmektedir.
Ebu Hanifenin talebeleri sayılan Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve Zufer'in bu sınıfa girip-girmedikleri tartışmalıdır. Hanefi fakihlerinden İbn Abidin, bunların bu sınıfa girmediklerini, ikinci mertebede olduklarını zikretmekdir. Bu türden olan içtihadın kapısının açık olup-olmadığı mezhebler arası ihtilaflıdır. Buna konunun sonunda değinilecektir.
2. Muntesib Muctehidler:
Bunlar ise, Muctehidlerin ikinci mertebesinde olan fıkıh alimleridir. Bunlar, bir mezhebin belirlediği usul ve metodu takip ederler. Ancak detaylı hükümleri çıkarmada o mezheble kendilerini bağımlı saymazlar. Ebu Hanife'nin talebeleri, Ebu Yusuf, Muhammed b. el-Hasan, Zufer -ihtilaflı olmakla beraber- bu sınıftan sayılmışlardır. İmam Şafii'nin mezhebindeki İsmail b. Yahya el-Muzenî ve İmam Malik'in talebeleri de bu sınıflandır. Büyük imamlardan sonraki asırlar, bu kısımdan olan muctehidlerden boş değildirler.
Mesela Hanefi mezhebinden Ebu'l-Hasen el Kerhî, "evlenecek adaylar arasında denk olmanın temel bir şart olmadığını" beyan ederek Ebu Hanife'ye ve talebelerine, fer'i bir konuda muhalefet etmiştir. Yine Ebu Bekr el-Esamın, "evlenme hususunda çocukların velayet altında olmalarının şart olmadığını" söyleyerek Hanefi mezhebine muhalefet etmiştir. Halbuki, hem Kerhî hem de el-Esamın, Hanefi mezhebinin metodunu takip etmişlerdir.
3. Mezhebte Muctehidler:
Bunlar ise muctehidlerin üçüncü mertebesinde oian fıkıh alimleridir. Bunlar, hem merodda hem de detaylı hükümlerde bir mezhebin imamına bağlı kalırlar. Bunlar sadece mezheb imamından nakledilmeyen fer'i meselelerin hükümlerini belirlemeye çalışlar. İmamlarının belirlediği illetlere dayanarak, daha önce çıkarılmayan hükümleri çıkarmaya çalışırlar. Bunların, önceden varolan detaylı hükümlere muhalif hüküm çıkarmaları çok sınırlıdır. O da, önceki fakihlerin, sonra gelenlerin örfünde olmayan bir mesnede dayanarak çıkardıkları fer'i hükümlerdir. Öyle ki, önceki fakihler, sonra gelenlerin müşahede ettikleri durumu görmüş olsalardı, sonrakilerin vardıkları hükümlere varırlardı ve eski görüşlerinden vazgeçerlerdi.
Vakıa: Mezhebte Muctehidler iki işlemi yaparlar:
Birincisi, önceki imamların bağlı kaldıkları kaideleri ve onların çıkardıkları kıyas illetlerini oluşturan genel fıkhı ölçüleri netleştirmektir.
İkincisi ise, o kurallara dayanılarak çıkarılmamış olan yeni fer'i hükümleri çıkarmaktır. Aslında fıkhi mezhebleri yazılı kitap haline getiren, onların büyümesini sağlayacak prensipleri koyan, görüşlerin doğru olanını isabetsiz olanından ayırarak karşılaştırma ve doğru olanı tercih eline esaslarını belirleyen alimler. İşte bu sınıftan olan muctehidlerdir. Her mezhebin Fıkhı oluşumunu birbirinden ayıran da bunlardır.
4- Tercihde Muctehidler:
Müclehidlerin dördüncü ve sonuncu sınıfını bunlar oluşturmaktadır. Bunlar, sadece bir önceki muctehidlerin belirlediği tercih kaidelerine dayanarak rivayet edilen fıkhı görüşler arasında tercih yapma işini ifa ederler. Bunlar, delillerin kuvvelliliğine veya yaşadıkları çağın şartlarına münasib olduğundan uygulamaya daha elverişli olmasına göre görüşler arasında tercih yapabilirler. Fakat konu ile ilgili herhangi bir yeni görüş beyan edemezler.
Hülasa, birinci mertebede olan Muctehidler, her yönüyle içtihad edebilen mutlak muctehidlerdir. İkinci derecede olan müçlehidler, fer'i meselelerde mutlak bir şekilde içtihad ederler. Üçüncü derecede olan Muctehidler, hükümlerin illetlerini çıkarmada ve bu illetlerin yeni ortaya çıkan hükümlerde de bulunup bulunmadığını inceleyen muctehidlerdir. Ancak dördüncü sınıfın içtihadı sınırlıdır. Bunlar sadece görüşler ve rivayetler arasında tercih yapma salahiyetine sahiptirler.
Taklid Eden Fıkıhçıların Dereceleri:
1. Muhafazakârlar
Bunların işi, tercih edilen görüşleri öğrenmek, görüşleri birbirine tercih eden muctehidlerin beyan ettikleri usule göre tercihlerin derecelerini sıralamaktır.
Tercih eden muctehidlerin tercihlerini öğrenmeye çalışmak, bazan bunları, tercihciler arasında hüküm vermeye sevk edebilir. Bazıları, tercih eden müçlehidlerden bir kısmının tercihini alır. Diğerler başkalarınınkini alır. Tercihlerden bazıları daha kuvvetli veya mezhebi esaslara daha uygun, yahut çok müreccih tarafından benimsenen ya da tercih eden Muctehid, mezheb içinde daha kuvvetli olduğundan dolayı tercihler arasında da tercih yapılır. Hanefi mezhebinde. Kenz isimli kitabın. Durru'l-Muhtar'ın, Vikayenin ve Mecm'aın muellifleri bu türden olan mukallid alimlerdir. Bunlar kitablarında reci edilen görüşleri ve zayıf rivayetleri zikretmezler.
2. Taklid Edenler(Mukallidler)
Bunlar, sadece fıkhi kitap ve görüşleri anlayabilen alimlerdir. Bunlar, sözler ve görüşleri karşılaştırarak tercih etme yeteneğine sahip olmadıkları gibi, tercih edilenleri belli bir sıraya koyma gücüne de sahip değillerdir. Bunlar, kuvvetli görüşle zayıf görüşü ayıracak güçle dahi değildirler. Buldukları söz ve görüşleri toplarlar. İbn Abidin'in vasıflandırdığı gibi, "bunlar gece karanlığında odun toplayan kişiye benzerler. Kilerine ne gelirse onu alırlar." İbn Abidin bunları taklid edenlere şöyle diyor: "Vay haline! Bunları taklid edenlerin vay!"
Günümüzdeki fıkıhçıların kahir çoğunluğu bu sınıfdandır. Bazen, yaptıklarına fetva bulmak isteyenlere, zayıf görüşleri aktararak, onların kötü amellerine alet olmaktadırlar. Zira verdikleri fetvanın dayanağını ve sıhhatlilik derecesini araştırma yeteneğine sahip değillerdir.
Bu derecede kalmamak için çok okuyup düşünmek gerekmektedir. Diğer ilim dallarında olduğu gibi, İslâm hukukunda da ucuzculukla bir yere varılamaz.
Nerelerde İçtihad Caizdir:
Elbetteki bütün şeri hükümlerde ictihad yapmak caiz değildir. İctihad yapılacak sahaları ve ne şekilde ictihad yapılacağını bilmek gerekmektedir. Bu hususta şunları özetlemek mümkündür:
1- Hakkında Kesin Nas Bulunan Hükümler.
Bunlarda içtihad yapılamaz. Namaz, oruç, zekât ve haccın farziyeti; zina, faiz, hırsızlık, masum bir insanı öldürmenin haram olması bu hükümlerdendir. Artık bunlar yeniden tartışılamaz.
2- Hakkında Kesin Değil Zanni Deliller Bulunan Konular.
Bunlar da kendi aralarında iki kısma ayrılmaktadırlar: a. Teshilleri zanni olan delillerin ifade ettikleri hükümler:
Bu ihtimal, haberi ahad olan hadislerde mevcuttur. Burada muctehid, nasların ne şekilde tesbit edilebildiklerini, sened zincirlerinin sıhhat ve kuvvetlilik derecesini, ravilerin güvenilir olup olmadığını ve benzeri meseleleri inceler ve kendisine göre bir sonuca varır. İşte bu işlemine içtihad denir. Bu şıkta muctehidler, çokça ihtilaf ederler. Bazılarına göre belli bir hadis sahih ve sabittir, diğerlerine göre ise, sabit olmayabilir.
b. Manaların ifadeleri zanni olan delillerin gösterdikleri hükümler.
Bu ihtimal ise, ayetlerde ve mutevatir sünnetlerde mevcuttur. Burada muctehid, nasdan kastedilen manayı ortaya çıkarmaya çalışır. Buna ulaşmak için de kelimelerin manalarını ifade etme şekillerini inceler, bir delalet şeklini başkasına tercih etmeye çalışır. Fıkıh alimleri bu meselede de çokça ihtilaf ederler.
3- Haklarında Hiç Nas Bulunmayan Meseleler.
Muctehid, burada kıyas gibi seri delillere başvurur. Konunun hükmünü tesbite çalışır. Başvurulan delilin konuya uygunluğu açısından muctehidler ihtilaf edebilirler.
İctihad Kapısının Açık Veya Kapalı Olması:
İçtihad etme, her zaman ve yerde mümkün müdür? Yoksa sadece belli bir zamana mahsus mudur? Bu mesele fıkıh alimleri arasında ihtilaflıdır. Bunu şöyle özetlemek mümkündür.
1- Şafiilere ve Hanefilerin çoğunluğuna göre, içtihadın birinci derecesi olan mutlak içtihadın bile kapısı açıktır. Bunlara göre, her zaman Ebu Hanife gibi muctehidler ortaya çıkabilir.
2- Hanefilerin diğer bir kısmına göre ise, artık mutlak mahiyetteki içtihadın kapısı kapalıdır, bir daha mezheb imamları gibi imamlar gelmeyeceklerdir.
3- Malikilere göre, her hangi bir asır, mutlak Muctehidden boş olabilir. Fakat hiç bir asır, mezhebte muctehidden boş olamaz.
4- Hanbelilere göre ise, bütün içtihadların kapısı açıktır. Hatta herhangi bir asrın müçlehidlerden boş olması mümkün ueğildir. aksine her asırda muctehidlerin bulunması gereklidir. Zira bu hususta Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Şubhesiz ki, Allah bu ümmete her yüz yılın başında dinini yenileyecek birini gönderir." (Ebû Dâvûd, Kit. Melahim, Bab. 1, hn. 4291, Musned İmam Ahmed, C. 2, Sh. 88) İşte Rasulullah'ın bildirdiği bu muctehid, mutlak içtihad yapabilecek muctehiddir.
Fakat, Hanbeli mezhebinden olan İbn Hamdan diyor ki: "Uzun zamandan buyana mutiak muctehid gelmemiştir. Halbuki şimdi içtihad etme, öncesinden daha kolaydır."
5- Şii, Caferi mezhebine göre de, içtihad kapıları açıktır. Ancak bunların mezheb anlayışlarına göre, imamların sözleri hadisler gibi huccettir. Bu sözlere aykırı içtihad yapılamaz. On bir asırdan beri son imamları kaybolduğundan, fıkıh alimleri içtihad edebilirler. Fakat imamların belirlediği usullere bağlı kalmaları ve onların beyan ettikleri hükümlere muhalefet etmemeleri şartına bağlıdırlar.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür:
Kanaatimizce hangi türden olursa olsun, içtihada bütün kapılar açıktır. Zira aksini ifade eden her hangi bir nas yoktur. İçtihadın kapısının kapandığını söyleyen alimler bile buna bazı istisnalar tanımışlar, Hanefi mezhebinden Kemal İbnu'l-Humam'ın mutlak Muctehid olduğunu söylemişlerdir.
Ancak muctehidde, daha önce zikredilen şartların bulunması gerekir. Her insan kendisini muctehid sanar ve içtihad yapmaya kalkışırsa, varılan hükümler isabetsiz olabilir. Böylece şer'i şerife olan güven sarsılır ve anarşi yaygınlaşır. Nitekim günümüzde kendilerini muctehid sayanlar, saçma sapan fikirler ortaya atıyor insanların kafalarını bulandırmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Diğer yandan bir kısım kaba sofiler de, mezhebinin görüşünü ayet veya hadis gibi telakki ediyor, başka mezhebleri adeta İslâm dışı görüyorlar. Bunların ifradmdan bir öncekilerin de tefrîdinden kaçınılmalı ve orta yol tutulmalıdır. İçtihad edebilme şartlarına sahip olan varsa içtihad yapsın, yoksa bir mezhebe bağlı kalsın ve diğer hak mezhebleri de hoş görsün.
İctihad Etmenin Hükmü:
İçtihad etme şartlarını haiz olan bir muctehidin içtihad etmesi vaciptir. Aksi takdirde ortaya çıkan yeni meseleler hükümsüz kalır ve İslâm'ın evrenselliğine ters düşer. Binaenaleyh muctehid olan zat, hakkında nas ve içtihad bulunmayan yeni meselelerin hükümlerini belirlemek için şer'i delilleri inceler ve bir sonuca varır. Vardığı bu sonuç, uyulması gereken bir hüküm olur. Eğer içtihadında isabetli olursa iki kat mükâfat, olmazsa bir mükâfat alır. Çünkü o her iki durumda da büyük bir efor harcar ve yorulur. Bu çabasından dolayı sevap kazanır.
Nitekim Rasulullah (s.a.v.), bu hususta şöyle buyurmuşlardır: "Hakim ictihad eder, hüküm verir ve içtihadında da isabetli olursa, ona iki mukâfat vardır. Eğer içtihad eder hüküm verir ve yanılırsa, bunun için de bir mukâfat vardır." (Buhâri, Kit. İtisam, Bab. 21; Muslim, Kil. Akdiye. Bab. 15, hn. 1716; Ebû Dâvud, Kit. Akdiye, Bab. 2. hn. 3574 Nesei, Kir. Kuduh. Bab. 3; İbni Mace, Kit. Ahkâm, Bab. 3, hn. 2314; Musned İmam Ahmed, c.4,sh.194, 204)
Ancak bu hadi.sien hareket ederek, herkesin içtihad etmeye kalkışması cihetteki yanlıştır. Hadis-i şerif, muctehid olan hakimler ve fakihler için zikredilmiştir. Cahillerin bunu yapmaya hakları yoktur. Diğer yandan yanlış olan içlihad, bağlayıcı değildir, aksine red edilir. Zira Rasulullah (s.a.v.):
"Her kim, bizim üzerinde bulunduğumuz duruma ters düşen bir iş yaparsa o red edilir" (Buhâri, Kit. İnsanı, Bab. 20; Müslim, Kit. Akdiye, Bab. 20, hn. 1718) buyurmuştur.
Yukarıda geçen hadis, muctehidin sorumlu olmayacağını, aksine mükâfat alacağını, ifade etmektedir. Yanlış olan içtihada uyulabileceğine hiç bir zaman delalet etmemektedir. Son hadis de bunu göstermektedir. Binaenaleyh, bir muçtehidin yanlış içtihad ettiği delillerle teshil edilirse, artık ona itibar edilemez.
İmam Buhari, birinci hadisi rivayet etlikten sonra şunları zikretmiştir: "Bir vali veya hakim, içtihad eder de bilmeyerek Rasulullah'ın (emirleri) hilafına bir yanlışlık yaparsa, onların içlihadlan reci edilir. Zira Rasulullah (s.a.v.): Her kim bizim üzerinde bulunduğumuz duruma muhalif olan bir şey yaparsa o şey reddedilir buyurmuşlur. Yine Rasulullah (s.a.v.), adi hurmalardan iki ölçeği iyi hurmalardan bîr ölçek karşılığında değiştirme içtihadı yapan memurunun bu içtihadını red etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Böyle yapmayın. Aynı miktarlarda değiştirin veya birini satın, onun değeriyle diğerinden alın. Ölçü ile tartılan her şey böyledir." (Buharı, Kit. İtisam, Bab. 20)
İçtihadı Bozma, İçtihaddan Dönme:
İçtihadı bozma hususunda şu kaide koyulmuştur:
"İçtihad başka bir içtihadla bozulamaz."
Buna göre bir hakim, her hangi bir meselede içlihad ederse, onun naslara ters düştüğü isbatlanmadıkça, başka bir hakimin o içtihada ters bir içtihad yapması caiz değildir.
İçtihaddan vazgeçme ise, caiz görülmektedir. Binaenaleyh, bir hakim bir mesele hakkında belli bir içtihad yapar, sonra aynı mesele hakkında önceki içtihadına ters bir içtihad yaparsa, son içtihadı caiz ve bağlayıcıdır.
Nitekim Hz. Ömer, ilk dönemlerinde, öz kardeşlerin anne bir kardeşlerle birlikle oldukları bir miras meselesinde, anne bir kardeşlerin payından bir şey artmadığı gerekçesiyle öz kardeşlere bir şey vermemiş, anne bir kardeşlere ise, ölen üvey kardeşlerinin bıraktığı misarlan pay vermişlir. Öz kardeşleri bunların payına ortak etmemiştir.
Daha sonraki dönemlerinde ise, benzeri bir miras meselesinde öz kardeşleri, anne bir kardeşlerle eşit saymış ve Kur'an'da anne bir kardeşlere takdir edilen paya öz kardeşleri de ortak etmiştir. Önceki meselede mağdur olan öz kardeşler, Ömer'e gelip itiraz ettiklerinde, Ömer onlara şu cevabı vermiştir: "O, bizim verdiğimiz önceki hükme göre idi. Bu da şimdi verdiğimiz hükme göredir."
Görüldüğü gibi Ömer önceki içtihadından vazgeçmiştir. Muctehidler için de bu hak vardır.
Son olarak şunu ifade edelim ki, "önceki müçlehidlerin içtihadı sonra gelen muctehidleri bağlar" görüşüne katılmıyoruz. Zira her müçlehid, kendi yaşadığı dönemin şartlarına göre ictihad eder. Eğer bir örfe dayanarak içtihad yapılır, sonra da o örf değişirse, onun zamanında yaşayan nıüçtehidlerin elini kolunu bağlamak cihetteki isabetli değildir. Yeterki içlihad etme selahiyetinde olsun.
İçtihadın Bölünmesi (Meselede İçtihad):
İçtihadın bölünmesinden maksad, fıkıh aliminin belli bir veya bir kaç mesele hakkında birikimi olduğu için sadece onlarda içtihad etmesidir. Bütün fıkhi meselelerde içtihad etme yeteneğine sahip değildir. İşte böyle bir içtihadın caiz olup veya olmadığı, alimler arasında ihtilaf konusudur.
1- Cumhur ulemaya göre, içtihadın bölünmesi caiz değildir.
Mesela, "bu zat, evlenme ve boşanma konusunda muctehiddir. Fakat diğer konularda mukaliddir" denilemez. Zira içtihad etme, taklid etmenin zıddıdır. Bir kişide iki zıddın bir arada bulunması mümkün değildir. Nasıl ki kişi hem alim hem de cahil olamaz. Aynı şekilde hem muctehid hem de mukallid olamaz.
Diğer yandan, içtihad cime şanlarına sahip olan kişi. bütün şer'i hükümlerde içlihad etme gücüne maliktir. Zira muctehid olma, fıkhı bir rütbedir. Buna ulaşan zat, temel esasları, şer'i şerifin gaye ve maksadını idrak etmiş olur. O halele bir konuda içtihad edip diğerinde edememesi ihtimal dışı bîr faraziyedir.
Buna ilaveten, şeriat parçaları birbirine hilişik olan bir bütündür. Bunları ayırmak mümkün değildir ki, belli bir bölümünde içtihad yapılsın, diğerinde yapılamasın. Mesela, ibadetlerin hükmünü bilmek, ancak muamelatın hükmünü iyi bilmekle gerçekleşir. Bunun aksi de aynıdır.
Ayrıca, içtihad etme bir yetenektir. Ona sahib olan kişi, her meseleye nüfuz edebilir.
2- Zahiriye mezhebine, Maliki ve Hanbeli mezheblerinden bazı alimlere göre ise, içtihadın bölünmesi, fıkıh aliminin yalnız bazı konularda muctehid olması caiz ve mümkündür. Bunlara göre bir fıkıh alimi, genel olarak içtihad etmenin yolunu bilir de, bazı konuların delillerini idrak eder, diğerlerinin delillerini bilmezse, bu kişi delillerini bildiği konularda içtihad edebilir. Bilmediklerinde ise, öğreninceye kadar fetva vermez.
Dikkat edilirse, içtihadın bölünebîleceğini söyleyen bu alimler, böyle bir içtihadı yapacak alimin, "genel olarak içtihadın araç ve gereçlerini bilmesini" şart koşmuşlardır. Böylece içtihadın bölünmesini değil, aşamalı olacağını ifade etmişlerdir. Zira bîr insanın her hükmün dayanağını birden bilmesi hemen hemen imkânsızdır. Elbetteki Muctehid, delillerini bildiği konularda hemen içtihad edecek, bilmediklerini de araştırıp sonuca varacaktır. Bu şekliyle içtihad, imamların yaptıkları içtihada benzemektedir. Bunun caiz olduğu muhakkaktır.
Buna mukabil bir insan içtihad etme yolunu genel olarak bilmiyorsa, sadece bir veya birkaç konuyu derinlemesine inceleyerek onlar hakkında bir şeyler beyan ediyorsa, buna içtihad deniimemelidir. Zira içtihad, Muctehidin yapacağı bir şeydir. Beüî konuları araştıranın değil.
Fetva Verme
1. Kavramı:
Fetva vermek, ortaya çıkan bir meselenin hükmünü açıklamaktır. Görüldüğü gibi fetva, içtihaddan daha dar kapsamlıdır. Çünkü içtihad, ortaya fiilen çıkan konuların hükmünü belirleme olduğu gibi, henüz ortaya çıkmayan farazi meselelerin hükmünü de belirtmektir. Halbuki fetva, sadece ortaya çıkan meselelerin hükmünü belirtmektir.
2. Fetva Veren Muftulerin Dereceleri:
Tabii ki fetva veren fıkıh alimleri aynı derecede değillerdir. Fetva veren bir müftü:
a. Mutlak Muctehid olabilir. Mezheb imamları bunlardandır.
b. Kısmen Muctehid olabilir. İbni Teymiye bunlardandır.
c. Muctehid olmayabilir. Bunlardan her birinin kendilerine has şartları olduğu gibi, hepisinin müşterek şartları da vardır. Bunların ortak ve özel sarılarını zikretmeden önce şunu belirtmek gerekir. Fetva veren müftü, Peygamberlerin yaptıkları işin benzerini yapmaktadır. Çünkü Peygamberler, ummetlerine farz ve mendupları, helal ve haramları açıklamışlardır. Muftuler de peygamberlerin beyan ettikleri hükümleri daha sonra gelen insanlara aktarırlar. Bu itibarla peygamberlerin varisleridirler. Mademki muftuler bu kadar yüksek mevkide bulunuyorlar, mevkilerine layık bir şekilde davranmaları gerekir. Hiç bir zaman heva ve heveslerine kapılmamalılar, öne atılmaları gereken yerlerde öne çıkmalılar, hakkı haykırmaları icab eden yerlerde, kınayanın kınamasından korkmadan onu söylemelidirler. Niyetleri halisane, amelleri salih olmalıdır.
Muftulerde Aranan Muşterek Şartlar:
a. Muftu, verdiği fetva ile kendisi de amel etmelidir. Şayet kendisine ruhsatlar bulur, başkalarına verdiği fetvada zorlukları seçerse, onun adaletini sarsar ve sözünü dinlenmez kılar.
b. Muftu, acele etmemelidir. Mesele hakkında hangi fetvanın doğru olduğuna, vereceği fetvanın ne gibi sonuç doğuracağını, fetva soranın hangi haleti ruhiyede olduğunu düşünmelidir. Bu onun için bir kusur sayılmaz, bilakis bir meziyettir. Ancak âcil konularda mümkün oldukça kısa zamanda fetva vermelidir.
c. Öfkeli iken fetva vermemeli ve insanlar arasında hakemlik yapmamalıdır.
Mutlak Muctehid Olan Muftulerde Aranan Şartlar:
a. Bağımsız Muctehid olma şartlarına sahip olmalıdır.
b. Niyeti halisane olmalı.
c. Bilgili, halim, selim, vakarlı ve ağırbaşlı olmalıdır.
d. Fetva verdiği meseleyi iyi bilmeli ve yetenekli biri olmalıdır. Aksi takdirde insanlar onu sakız gibi çiğnerler.
e. İnsanları tanımalı, vereceği fetvanın ne gibi yankıları olacağını basiretiyle kestirmelidir. Eğer fetvası daha kötü sonuçlara sebep olacaksa onu söylememelidir. Eğer müsbet neticeler doğuracaksa onu vermelidir.
f. İnsanları ne zorluğa koşmalı, ne de çözülür hale getirmelidir. Orta yolu takip etmelidir.
g. Fetvasında azimetlere değil, ruhsatlara öncelik tanımalıdır. Zira Rasulullah (s.a.v.): "Allah, günahların yapılmasını sevmediği gibi, ruhsatlarının da yapılmasından hoşlanır” (Musned İmam Ahmed, c. 2, Sh. 108) buyurmuştur.
Kısmen Muctehid Olan Muftulerde Aranan Özel Şartlar:
Bunların da her hangi bir mezhebe bağımlı kalmaları şart değildir. Çünkü kendileri de kısmen de olsa, muctehiddirler. Böyle bir Muctehid, uygun gördüğü mezhebin görüşünü fetva olarak aktarabilir. Ancak şu şartlara uyması gerekir:
a. Mezheblerden delili zayıf olanı seçmemelidir. öyle ki, o mezhebin alimi, diğerlerinin delilini bilmiş olsaydı, delilinin zayıf olduğunu anlar ve görüşünden dönerdi.
b. Fetvası, insanların faydasına olmalıdır. Yani ifrat ve tefritten kaçınmalıdır. Ne insanları çok zorluğa sürüklemeli, ne de onları gevşetecek bir duruma sevk etmelidir.
c. Fetvayı mezheblerden seçerken, halis bir niyetle seçmeli. Yöneticileri razı etmek için veya insanların heva ve heveslerini okşama maksadıyla seçmemelidir. Yoksa insanları memnun eder ama Rabbini gazablandırır.
d. İhtilaflı konularda cumhurun görüşünü tercih etmelidir.
e. Yine ihtilaflı konularda hem şer'i serif için hem de fetva soran için ihtiyatlı davranmalıdır. Mesela: Bir insan, annesinden sadece bir defa emen hanımla evleneceğinin hükmünü sorduğu zaman, şer'i yönden ihtiyatlı olarak Ebu Hanife'nin ve İmam Malik'in görüşünü fetva olarak vermeli ve bu kadınla evlenemeyeceğini belirtmelidir. Diğer yandan, bir insan annesinden bir defa emen kadınla evlendiğini ondan çocuğu bulunduğunu ve bunun hükmünü sorarsa, burada fetva soran için ihtiyatlı oiur, İmam Şafii'nin görüşünü esas alır ve evliliğin caiz olduğunu bildirir. Zira İmam Şafii süt hükmünün tahakkuk etmesi için beş kere emmeyi şart koşmuştur.
Muctehid olmayan müftüler:
Bunlar, fetva soranın mezhebindeki tercih edilen görüşü fetva verirler.
Taklid Etme Meselesi
Bundan maksad, kişinin delilini bilmeksizin başkasının görüşünü almasıdır.
Taklidin Hükmü:
Fıkıh alimleri bir mukellefin, her hangi bir alimi kayıtsız şartsız taklid edebilib edemeyeceği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür:
Muctehid Alimleri Taklid:
İslâm şeriatında asıl olan taklid etmemedir. Çünkü taklid, delilsiz olarak bir insanın sözünü kabul etmek ve ona göre amel etmektir. Halbuki müslüman, bakıp araştırmakla, yaptığı amelleri bilinçli olarak yapmakla yükümlüdür. Ayrıca taklid etme, mukallitler arasında kuru bir taassuba sebebiyet vermekte, taktid edilen alimleri eleştirmeye yol açmaktadır. Bu da müslümanların kardeşliğini ve birbirlerine saygılı olmalarını zedelemektedir.
Bununla birlikte her müslüman ferdin, deniz gibi olan İslâm hukukunun bütün hükümlerini ve onların dayandığı delilleri inceleme, hatta anlama imkânı olmadığı da bir vakıadır. Bu itibarla, "Hiç bir müslüman başkasını taklid edemez" sözü ifrat olduğu gibi, "Asıl olan müslümanın taklid etmesidir" sözü de tefrittir. Orta yolu takip etmek gerekmektedir. O da şudur:
A. Eğer bir müslüman, içtihad cime yeteneğine, bilgi ve ehliyetine sahib ise. artık onun, tenbellik ederek başkalarını taklid etmesi caiz değildir. Zira her müslüman, Allah'a ve Rasulüne itaat etmekle yükümlüdür. İtaat etme de Allah'ın gönderdiği hükümlerin neler olduğunu bilmekle olur. Bunları bilmek ise, Kitab ve sünnete ve diğer şeri delillere başvurup onlardan hüküm çıkarmada olur. Elbeileki naslardan hüküm çıkarma belli bir ilmi, birikimi, nasların derinliklerine inmeyi, onların zayıfını, kuvvetlisinden ayırabilmeyi ve basiret sahibi olmayı gerekli kılar. İşte bu sıfatları haiz olan kişinin artık başkalarını taklitle yetinmesi caiz değildir.
B. Şayet bir müslüman, ilahi hükümleri zikredilen şekilde anlayamazsa, elbelteki Allah Tealanın buyurduğu gibi, bilenlere sorup öğrenmesi gerekir. "... Eğer bilmiyorsanız ilim sahiblerine sorun." (Nahl 43, Enbiya 7) Bu da bir takliddir. Burada ilim erbabına meselenin hükmünü soran kişinin, hükmün delilini de sorup öğrenmesi, muhalif gurupların delillerini de öğrenebilmesi çok âlâ ve çok güzeldir. Ancak, teoride kolay olan bu iş, pratikle pek de kolay değildir. Zira kendisinden hüküm sorulan herkesin, delilleri bilme ihtimali de az bir ihtimaldir. Bu nedenle "mukallid, delilleri öğrenemezse taklidi sahih olmaz, demek havada kalan bir sözdür. Mukallid, güvendiği bir alime sormalı ve fetvasıyla amel etmelidir.
C. Bir mezhebi taklid etme:
Bilindiği gibi, İslâmi mezhebler, fıkhi ekollerdir. Kurucularının isimleriyle anılmaktadır. Bunlar, gerçekten saygıdeğer, büyük alimlerdir. Hepisinin de ilim erbabı içtihad ehli ve takva sahibi olduklarında şüphe yoktur.
Bu mezheblerin bazıları silinip gitmiştir. Evzai'nin, Sevrî'nin, Leys'in mezhebleri bunlardandır. Diğer bazıları ise, günümüze kadar devam edip gelmişlerdir. Bunların görüşleri fıkıh kitaplarında yazılıp korunmuştur.
Bir müslümanın bunlardan birini taklid etmesi caiz midir?
Burada da, muctehid bir ferdi taklid etmede söylenen sözler geçerlidir. Eğer bir müslüman, muctehidlik ehliyet ve yeteneğine sahip ise, her hangi bir mezhebi taklid etmesi caiz değildir. Zira bu bir tenbellik ve bir atalettir. Müslümana munasib değildir.
Şayet bir Müslüman içtihad etmeden ve ilahi hükümleri şer'i delillerden çıkarmadan aciz ise, bilinen mezheblerden birini taklid etmesi caizdir. Eğer bunu yapmaz da hoşuna gittiği gibi amel ederse, şer'i şerifin hükümlerine muhalir amel edeceği her zaman muhtemeldir. İlim erbabından sorup öğrenme emrine muhalefettir. Ancak mukallid bir müslüman, taklid ettiği mezhebin bir mesele hakkındaki delillerinin zayıf olduğunu, diğer mezhebin delillerinin daha kuvvetli olduğunu öğrenirse, o meselede diğer mezhebi taklid etmelidir. En azından taklid etmesi caizdir.
a. Mezheblerin, Kitab sünnet ve icma gibi, kesin delillere dayanmayan görüşlerini, semadan gelen bir İlahi vahiy olarak kabul etmek, bir cehalet ve kuru taassup olduğu gibi, ilimden payını almayan, mezheblerin ne olduğunu bilmeyen, bir iki hadis kitabı okumakla kendisini allame sayan ve bilgiçlik taslayan kişilerin de mezheb alimlerini hafife almaları, onları iğneli dilleriyle eleştirmeleri de ayrı bir taassub ve cehalettir. Bu insanlar, Rasulullah (s.a.v.)'ın daha önce zikredilen şu sahih hadisini hiç mi duymamışlardır?
"Eğer bir hakim hüküm verir ve hükmünde içtihad eder de isabetli olursa, ona iki mukâfat vardır. Şayet hüküm verir hükmünde içtihad eder ve içtihadında hata ederse, onun için de bir mukâfat vardır.”
Biz bu muctehidleri, kutsamaksızın, takdir ediyoruz, onlara saygı gösteriyoruz. Onlara karşı haddimiz! biliyoruz. Onların içtihadlarında isabet ettikleri zaman iki, etmedikleri zaman da bir mukâfata erdiklerine inanıyoruz. Ve onlara yüce Mevlanın şu ayetinde bizlere öğrettiği şekilde davranıyoruz: "Onlardan sonra gelen mu'minler şöyle dua ederler: Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi affet. Mu'minlere karşı kalblerimizde bir kin bırakma..." (Haşr 10) b. Bir mezhebi taklid eden müslümanın, mezhebine dair kuru taassuplardan uzak durması gerekir. Zira mezhebler, ne İslâmı bölüp sadece bir dilimini alan bir parçadır. Ne de ayet ve hadisi nesheden yeni bir dindir. Mezhebler, İslâm şeriatının tefsirleri, ona açılan pencereleri, okuma, inceleme ve araştırma metodları, hüküm çıkarma yolları ve Allah'ın indirdiği nizama ulaşmayı hedefleyen vasıtalardır.
c. Mezhebler arası ihtilaflar, bizleri rahatsız etmemelidir. Çünkü, her hangi bir veciz metni anlamada ve ondan hüküm çıkarmada farklı düşüncelerin ortaya çıkacağı tabii bir şeydir. Zira ihtilaf etme, beşer akimin özelliklerindendir. Hatta aynı insanın bir mesele hakkında görüş değiştirdiği bir vakıadır. Yeter ki ihtilaf, heva ve hevesten, gurur ve kibirden, cehalet ve taassuptan kaynaklanmasın.
d. Her hangi bir mezhebe tabi olan kişinin, bazı meselelerde başka bir mezhebi taklid etmesi caizdir. Zira bir mezhebin görüşlerinin tümüne uyma zorunluluğu yoktur. Ancak diğer mezhebin bazı görüşlerini taklid eden kişi, bunu öğrendiği delilden dolayı yapmalıdır. Hoşuna gittiği veya daha kolay olduğu için bunu yapmamalıdır. Ancak zor durumda olursa, çare olarak taklid etmesi de caizdir.
e. İslâmda esas olan Kitab ve sünnettir. Bunların muhkemlerine ters düsen görüşe itibar yoktur. Fakat burada nasih ve mensubu, kelimelerin manalarını ifade şekillerini iyi bilmek gerekir. Aksi takdirde, bir hadise uyarken, baka bir hadisi terketmiş olabilir ve hükmü kaldırılmış bir nassa tab, olmuş olabilir. Yahut mesele bir kaç şekilde yapıldığı için her mezheb bir şeklini almıştır. Burada da aralarında sağlamlık bakımından fark bulunmadığı takdirde, birini bırakıp diğerini yapmanın fiili bir değeri yoktur.
f. Kur'ân ve sünnet, bütün mezhebleri kuşatır mahiyette olduğu halde, hiç bir mezheb Kur'an ve sünnetin tümünü kuşatacak seviyede değildir. Bunu hatırımızdan çıkarmamamız gerekir.
Allah'ın rahmet ve bereketi üzerimize okun Ayak sürçmelerimizi avfetsin. O, çok affeden ve çok bağlayandır. Ne güzel mevla ve ne güzel bir dosttur.
Rasulullah (s.a.v.)'in İçtihadı
Rasulullah (s.a.v.) in şer'i hüküm koyma içtihadı ile şer'i olmayan hüküm koyma içtihadı arasını ayırmamız gerekir.
1) İnsanların hayatta âdet edindikleri ziraat, tıp gibi işlerin bilinmesi tecrübe ve denemeye dayanır. Böyle konularda Rasulullah (s.a.v.)in içtihadı diğer muctehidlerin içtihadı gibi olup, içtihadında hata da eder, isabet de eder. Çünkü bu işler şer'i ister değildir.
Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.) hurma ağaçlarının aşılanması hakkında:
"Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.
Buhâri ve Muslim; Enes (r.anh) den rivayet etmişlerdir. Enes (r.anh) demiştir ki: Rasulullah (s.a.v.) hurma ağaçlarını aşılayan bir kavmin yanına uğradı ve onlara: "Bunu yapmasanız daha iyi olur" buyurdular.
Enes (r.anh) diyor ki: "Sonra aşısız hurma ağaçlan koruk çıkardılar. " Rasulullah (s.a.v.)(tekrar) o kavmin yanına uğradı ve "Hurma ağaçlarınıza ne oldu?" diye sordu. Onlar da: "Sen şöyle şöyle buyurdun" dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.)da: "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.
2) Harb yerlerinde orduyu yerleştirmek, ordu safların düzenlemek, ordunun konaklayacağı yerleri seçmek,
ordunun saldırı ve geri çekilme planlarını belirlemek gibi işlerin bilinmesi özel eğitime, insan becerisine ve tedbiri*ne dayanır.
Bu işler yapılması istenilen ve yapılmaması istenilen şer'i hükümlerle ilgili işlerden değildir. Bu işler Peygam*ber Efendimizin şer'i hüküm koyma ve şeriata kaynak olma işlerinden olmayıp beşeri işlerdendir.
Meselâ: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Bedir Gazvesin*de Medine tarafında bulunan Bedir sularından bir suyun yakınında konakladı. Hubab b. Munzir b. Amr b. el-Cemuh Peygamberimizin yanına gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlu bu konakladığın yerden bana haber ver, bu yer Allah'ın seni indirdiği bir konaklama yerimidir? Eğer öyleyse bizim için bu yerden ne ileri ne de geri gitme hakkımız yoktur. Yoksa burada konaklama bir görüş, bir harp, bir hile midir?" diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) : "Bilâkis bu yerde konaklamak bir görüş, harp ve hiledir" buyurdu. Hubâb da "Ey Allah'ın Rasûlu burası konaklama yeri değildir. Orduyu kaldır. Kurayş'e en yakın olan bir suya gidelim ve orada konaklayalım. Sonra o suyun ötesindeki kuyuların sularını bozalım. Sonra orada bir havuz yapalım ve onu su ile dolduralım. Biz içelim onlar ise içmesinler" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) bu görüşü beğendi. Hubâb (r.anh)ın dediğini yaptı. Bu hadiseyi Siyer ehli rivayet etmişlerdir.
3) Peygamber Efendimizin (s.a.v.) inançlar, ibadetler, helâl, haram, ahlak ve bunlarla ilgili olan işleri bildirmesi ve kadı tayın etmek, ganimetleri taksim etmek, antlaşma yapmak, davacı ile davalıların arasındaki anlaşmazlığı çözümlemek gibi yapmış olduğu genel idare işleri şer'i hüküm koyma konularında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in delilin bulunmadığı yerlerde ictihad etmesi caizdir. Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) içtihadında yanılırsa doğru olanı Allah tarafından kendisine bildirilirdi. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) ictihad ettiği bazı hâdiselerde hata etmiş sonra Cenab-ı hak tarafından bu hatası kendi*sine bildirilmiştir:
A) Rasulullah (s.a.v.) Bedir esirleri hakkında ashabı ile istişare etti. Ebu Bekir (r.anh) esirlerden fidye (kurtuluş parası) alınarak bırakılmasını teklif etti. Çünkü esirler Müslümanların akrabaları idi. Ömer (r.anh) ise hepsinin kılıçtan geçirilmesini istedi. Çünkü bunlar Müslümanlara en çok kötülük yapan muşriklerin başlarıydı.
Rasulullah (s.a.v.) ve arkadaşlarının çoğu Ebû Bekir (r.anh)in teklifini kabul etti. Her bir esirden dörder bin dirhem (bir nevi gümüş para) bedel alınarak bütün esirler serbest bırakıldı. Yalnız kurtuluş parasını ödeyecek kudreti bulunmayanlardan okuma yazması olanlara mühim bir vazife verildi. Her esir Medine'li on çocuğa okuma yazma öğreterek salıverilecekti. Bunun üzerine Allah Tealâ Rasulullah (s.a.v.)a ve ashabına darılarak şu âyeti indirmiştir:
"Hiçbir peygamber için, yeryüzünde ağır basmadıkça(üstün gelmedikçe), esirleri bulunmak doğru değildir. Sizler dünya malını istiyorsunuz Allah ise ahireti(ka*zanmanızı)diliyor. Allah güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'tan bir yazı geçmiş olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı mutlaka size büyük bir azab dokunurdu" (Enral sûresi: 67-68) (Bunu siyer yazarları, Muslim, İmam Ahmed rivayet etmişlerdir.)
B) Rasulullah (s.a.v.) Tebuk gazasına gitmemek için özür beyan ederek izin istiyen münafıklardan kendisine özründe doğru olan've yalancı olan belli olmadan onlara izin vermişti. Bunun üzerine Allah Tealâ Rasulune darılarak şu âyeti indirmiştir.
"Allah seni affetti ya! Neden onlara izin verdinde şu doğru söyliyenler sence belli oluncaya ve yalancıları bilinceye kadar beklemedin?" (Tevbe sûresi: 43)
C) Rasulullâh (s.a.v.) Mekke'nin hürmeti hakkında: "Şubhe yok ki, bu beldeyi Allah gökler ile yeri yarattığı gün haram kılmıştır. Bundan dolayı o, Allah'ın haram kılmasıyla kıyamete kadar haramdır. Dikeni kesilmez avı ürkütülmez, ilân edenlerden başkası orada bulduğu eşyayı alamaz, yaş otu da kesilemez" buyurunca. Abbas (r.anh) "Ey Allah'ın Rasûlu! Yalnız izhir mustesna olsun, çünkü o, Mekke'nin demircileri ile evlerine lâzımdır. " dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) da: " (evet) Yalnız izhir müstesna" buyurdular. Rasulullah (s.a.v.)ın her çeşit yaş otun kesilmesini yasakladıktan sonra Abbas (r.anh)ın görüşünü alarak izhir otunu istisna etmesi kendisinin bir içtihadı oldu. (Bu hadisi Buharı, Muslim ve diğer sünen sahibleri zikretmiştir. )
D) Hayber gazasında Hayber'in Müslümanlar tarafın*dan fethedildiği günün akşamında mucahidler yer yer ateş yakmışlardı.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) : "Bu ateşler nedir? Niçin yakıyorsunuz?" diye sordu. Ashab: "Et pişirmek için!" diye cevap verdiler. Rasulullah (s.a.v.) : "Hangi et, ne eti?" diye sordu. Ashab: "Ehli eşeklerin eti!" diye cevap verdiler. Rasulullah (s.a.v.) : "Onu dökünüz, kaplarını da kırınız. " Buyurdu. Ashabdan birisi (Ömer b. Hattab): "Ey Allah'ın Rasûlu! Eti döküp, kapları yıkasak olmaz mı?" dîye sordu. Rasulullah (s.a.v.) : "Yahud öyle yapınız." buyurdu. (Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. )
Rasulullah (s.a.v.) önce ashabını ehli eşek etini yemele*rini şiddetle yasaklayarak; et pişen kaplarında kırılmasını emretti. Ashab, Rasulullah (s.a.v.) in emrini kabul edince, ashabdan biri kapları kırıp kullanılmaz hale getirmek yerine yıkamakla yetinilmesine işaret etti. Rasulullah (s.a.v.) da onlara kapları yıkamalarına izin verdi.
İşte bunlar, Rasulullah (s.a.v.)in ictihad yaptığını bildiren olaylardır.
1- Fıtrî hareketleri:
Bunlar oturup kalkma, yeme, içme, uyuma, yürüme gibi insan olmanın gereği zat-ı âlilerinden sadır olan fiillerdir. Bunlar kendisi için mubah hareketler olduğu gibi ümmeti için de mubah hareketlerdir, dolayı-sıyle bunları yapmak ve bu davranışlarında Rasûlullah'a ittiba etmek bize vacib değildir. Ama meselâ sağ elle yemek gibi mendup veya sünnet olduğuna dair hakkında delil varsa o şer'î bir hüküm olur.
Dünya işlerindeki tecrübesi ve bilgisi gereği kendilerinden sadır olan ticaret, ziraat, harp idare etmesi, bir hastaya ilaç tarif etmişi gibi hareketleri de bu kabildendir, şer'î bir hüküm sayılmaz. Çünkü bunlar ilâhî vahy ile değil şahsi ictihad ve tecrübe ile yapılan fiillerdir.
Bu sebepledir ki Bedir gazasında Rasû*lullah (s.a.v.) orduyu muayyen bir yere yerleştirme yönünde görüş beyan edince Habbab bin Munzir kendisine "Ya Rasûlallah bu yer Allah'ın sana gösterdiği bir yer midir yoksa kendi reyiniz veya harp ve taktik icabı mıdır? Rasûlullah: "Bu, görüş harp ve tatbik icabıdır" buyurdular. O zaman Habbab: "Konaklanacak yer burası değildir" diyerek su kaynağına yakın başka bir yeri işaret etti, ordu oraya indi.
Rasûlullah (s.a.v.) Medine halkının hurma ağaçlarını tohumladığını gördüğünde onlara bunu yapmamalarını tavsiye etti, onlar da bıraktılar. O yıl hurmalar olmadı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) onlara "Siz dünyanızın işle*rini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.
2- Sadece Rasûlullah'a ait olduğu sabit olan fiiller:
Meselâ: iftar etmeden oruca devam etmek, kuşluk namazının, kurban kesmenin, vitir ve teheccud namazlarının ona vacib olması, dörtten fazla kadınla evlenme, bir davanın isbatında yalnız Huzeyme'nin şahitliğini yeterli görmesi Hasâis-i Nebî'den (Rasûlullah'a mahsus fiillerden) sayılır.
Bunların hükmü şudur: Hasâisde Rasûlullah'a tabi olunmaz, kendine mahsus sayılır.
3- Yukarıda geçenlerin dışında olup dinî bir hüküm kastedilen fiiller:
Bunlar uymamız istenilen fiillerdir. Bunların vucub veya nedb veya ibâha ifade edip etmediği aşağıdaki şartlarla anlaşılır:
a) Eğer bu fiiller Kur'an'daki bir mucmeli beyan veya bir mutlakı takyid veya bir umûmu tahsis için sadır olmuş ise onun vücub ve nedb bakımından hükmü beyan ettiğinin hükmü gibidir. Bu fiillerin beyan olup olmadığı ya me*selâ: Rasûlullah (s.a.v.)in namaz hakkında "Namazı benden gördüğünüz gibi kı*lın", hac hakkında da "Hac hükümlerinizi benden alın" hadislerinde olduğu gibi sözle açıkça ifade buyurmasından veya beyana ihtiyaç duyulduğu sırada sadır olan ve beyan sayılabilecek fiillerde olduğu gibi karinelerden anlaşılır. Veya meselâ Rasûlullah (s.a.v.)ın hırsızın elini bilekten kesmesi "... onlann elini kesin" ayetinin bir beyanıdır. Yine teyemmümde dirseklere kadar meshetmesi "... yüzlerinizi ve ellerinizi mesnedin" ayetinin bir beyanıdır. Beyan vucub, nedb ve ibaha konusunda beyan edilene tâbidir.
b) Bu fiiller herhangi bir şeyi beyan için değil de müstakil vârid olmuşsa bakılır: Vacib veya nedb veya ibaha gibi bir hüküm ifade ettiği biliniyorsa bunu yapma konusunda ümmet de Rasûlullah gibidir.
Çünkü: "Peygamber size ne verdiyse onu alın size ne yasakladıysa ondan da sakının" (Haşr. 7) ve "Andolsun ki, Rasûlullah'da sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar, için en mükemmel bir örnek vardır" (Ahzab: 21) ayet-i kerimeleri bunu emretmektedir. Ayrıca ashab-ı kiram pek çok olayda delil olarak Rasûlullah'ın fi*ilini esas alıyorlardı.
Meselâ Hz. Ömer, Haceru'l-esved'i öpme konusunda şunu söylemişti:
"Ey taş, Vallahi iyi biliyorum ki sen kimseye zararı ve faydası do*kunmayan bir taşsın, Rasûlullah'ın seni öptüğünü görmeseydim öpmezdim"
Şayet şer'î bir hüküm ifade ettiği bilinmiyorsa bakılır: Devamlı olmaksı*zın bazan iki rekat namaz kılması gibi insanı Allah'a yaklaştıracak şekilde iba*det sıfatı olduğu anlaşılırsa da bu o fiilin mendub olduğuna delâlet eder.
Alış-veriş ve ziraat ortaklığı gibi kendisinde ibadet sıfatı bulunmadığı anlaşılırsa ibâha (yapılması mubah) ifade eder. Âlimler nazarında râcih olan görüş budur. Çünkü bu fiilin ibâha ifade ettiği kesindir. Bunun üstünde (daha kuvvetli) bir hüküm ifade etmesi ancak delil ile olur, delil de yoktur. Bir başka izaha göre de Rasûlullah'ın onu yapması mendup olduğuna delâlet eder. Çünkü bu fiilin mutlaka ibadet için yapılmış olması gerekir, ibadet için yapılanın da en aşağı hükmü menduptur.
Özetle söylersek: Rasûlullah'tan bir insan olması hasebiyle sadır olan fiiller ve tecrübeleri, dünyevî işleri ve kendine mahsus (hasâis-i Nebî) olan fiiller şer'î hüküm sayılmaz, ve yapmamız matlub bir sünnet değildir. Ama bunlar Peygamber olma vasfıyla kendisinden sadır olup umumi olarak hüküm ifade etmesi kastedilmişse bu, ümmetin uyması lazım gelen şer'î bir hükümdür.