İhlas suresi ayet 1
De ki: O Allah, birdir.
Bu emrin muhatabı Rasulullah'tır. Çünkü "Rabbin nasıldır?" sorusu Rasulullah'a sorulmuştur. Allah (c.c.) da bu nedenle "şöyle cevap veririz." demiştir. Ama Rasulullah'tan sonra her mü'min bu emrin muhatabıdır. Rasulullah'a bu soru sorulduğunda nasıl cevap verdiyse, onlar da öyle cevap vermelidirler.
Yani, bilmek istediğiniz Rabbim yeni bir ilah değil, Allah'tır. Bu, soru soranlara ilk cevaptır. Bunun anlamı, benim Rabbim, diğer mabudları bırakarak kendisine ibadet edeceğiniz yeni bir Rab değildir. Aslında o Rab, Allah (c.c.) dediğiniz Rabbın aynısıdır. Allah (c.c.) kelimesi, Araplara yabancı değildi. Eskiden beri, kainatın yaratıcısı için "Allah" kelimesini kullanıyorlardı. Bu kelimeyi, başka bir mabuda isim olarak vermiyorlardı. Allah (c.c.) hakkındaki inançları Ebrehe Ka'be'ye saldırdığında netleşmişti. O zamanlar Ka'be'de 360 adet put olmasına rağmen, müşrikler, bunların hepsini bırakarak sözkonusu afetten kurtulmak için sadece Allah'a yalvarmışlardı. Onlar kalben çok iyi biliyorlardı ki, bu gibi nazik durumlarda onlara Allah'tan başkası yardım edemezdi. Ka'be'yi de bu ilahlarına değil, Allah'a nisbet ediyor ve "Beytullah" diyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde Arap müşriklerin Allah (c.c.) hakkındaki düşünceleri zikredilmiştir.
Meselâ Zuhruf suresinde:
"Eğer onlara sizi kim yarattı? diye sorsan, Allah (c.c.) derler"
(Zuhruf: 87)
buyurmuştur.
Ankebut suresinde şöyle buyurulmuştur: "Eğer onlara göğü ve yeri kim yarattı, ay'ı ve güneşi kim musahhar kıldı diye sorsan, Allah (c.c.) derler... Eğer onlara, gökten kim yağmur yağdırıyor ve onun vasıtasıyla ölmüş toprağı kim canlandırıyor desen, Allah (c.c.) derler."
(Ankebut: 61-63)
Mü'minun suresinde şöyle buyurulmuştur: "Onlara deki: Eğer biliyorsanız söyleyin. Yeryüzü ve üzerindekiler kimindir? Derler ki Allah'ındır.... Onlara sorsan, yedi gök ve büyük arşın sahibi kimdir? Derler ki Allah'tır... Onlara de ki: Biliyorsanız söyleyin: Herşeye kadir olan kimdir? De ki: O halde sakınmaz mısınız? De ki: Eğer biliyorsanız, her şeyin mülkü ve tasarrufu kimin elindedir? Allah'ın elindedir, diyecekler"...
(Mü'minun 84-89) .
Yunus suresinde şöyle buyurulmuştur: "Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kimdir? Bu kainatın nizamını kim idare etmektedir".... (Yunus 31)
Yine Yunus suresinde başka bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Sizi karada da, denizde de gezdiren O'dur. O kadar ki gemide bulunduğunuz bir sırada gemiler okşayıcı hoş bir hava içinde seyredip yol alırken, yolcular da bununla ferahlık ve neşe duyarlarken ansızın şiddetli bir fırtına gelir de dalgalar her yandan onlara yönelir, derken tamamen kuşatıp (yok olacaklarını) sanırlar ve ihlas üzere dini Allah'a, has kılıp O'na dua ederler, eğer bizi bundan kurtarırsa herhalde şükredenlerden oluruz, diye yalvarırlar. Ne zaman ki Allah (c.c.) onları kurtarır, yeryüzünde haksız yere taşkınlık ve azgınlığa başlarlar..."
(Yunus 22-23) .
Aynı nokta İsra suresinde şöyle tekrarlanmıştır: "Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka taptıklarınız ortadan yok olur; derken O sizi kurtarıp karaya ulaştırınca yüzçevirirsiniz..."
(İsra 67)
Bu ayetleri dikkate aldığımızda, Rasulullah'a sorulan, "Bizi ibadet için çağırdığın Rab nasıldır? sorusuna cevap verirken "O Allah'tır" demesinin, onları ve kainatı yaratan, sahibi, rızık veren, idare eden olarak kabul ettikleri zatı kasdettiği açıktır. İşte Rasulullah onları bu Rabbe ibadet için davet etmiştir. Bu cevapta Allah'ın bütün sıfatları vardır. Onun için kainatı yaratan, onu idare eden, kainattaki her mahluku rızıklandıran ve afet geldiğinde onlara yardım eden Zat'ın (c.c) diri olmaması, görmemesi, duymaması, Kadir-i Mutlak olmaması, herşeyi bilen ve hikmet sahibi olmaması, Rahim ve Kerim olmaması, her şeyin üzerinde galip olmaması tasavvur edilemez.
Nahiv kurallarına göre, "huvellahu ehad" için müteaddit izahlar yapılmıştır. Bana göre bunun en uygun izahı, "huve" mupteda, "Allah" onun haberi, "ehad" ise ikinci haberidir. İkinci haber bakımından cümlenin anlamı: O (O'nun hakkında Resulullah'a soruyorsunuz) Allah'tır, birdir, şeklindedir. Diğer bir anlam da şöyle olabilir ve dil bakımından da yanlış olmaz: "O Allah (c.c.) birdir."
Burada şu iyice anlaşılmalıdır: Bu cümlede "Allah" için, "ehad" kelimesi kullanılmıştır. Arapça'da bu kelimenin genellikle bu şekilde kullanılması istisnaîdir. Bu kelime genellikle muzaf (tamlayan) , ya da muzafun ileyh (tamlanan) olarak kullanılır. Mesela "yevmul ehad" haftanın birinci gününü veya "feb'asu raculun ehadeküm" (adamlarınızdan birini gönderin) ya da genel bir nehiy (olumsuzluk) anlamında kullanılır.
Mesela, "hel indeke ehadun" (yanında kimse var mı?) Yine genellikle şart ifade etmek için de kullanılır. Mesela, "ehadin", "isna" veya "ehade aşer" (Bir, iki veya onbir.) Bu gibi kullanımların dışında Arapça'da, bu kelimenin sıfat olarak kullanıldığı bir örnek yoktur; bu kelime hiçbir zaman bir şahıs ya da başka bir şeye sıfat olarak kullanılmamıştır. Kur'an'ın nüzulundan sonra da bu kelime yalnızca Allah'ın Zâtı için kullanılmıştır. Başka hiçbir şey için kullanılmamıştır. Bu istisnaî kullanımdan anlaşılıyor ki, "ehad" (bir) olmak ancak Allah'a ait özel bir sıfattır. Varlıklar arasında başka hiç kimse bu sıfatı taşımaz. Allah (c.c.) birdir ve O'nun benzeri yoktur.
Müşriklerin ve Ehl-i Kitab'ın Rasulullah'a Rabbi hakkında sordukları soruyu dikkate alarak onlara "huvallahu" dedikten sonra "ehad" diyerek nasıl cevap verdiğini görelim:
Bunun manası, Rab yalnızca O'dur. O'nun rububiyetinde hiç kimsenin payı yoktur. Rab aynı zamanda ilah (mabud) da olmalıdır. Çünkü O'nun uluhiyetinde de hiçbir ortağı yoktur.
İkincisi, bunun anlamı şöyle olabilir: Kainatın yaratıcısı yalnızca O'dur. Mahlukunu rızıklandıran ve zor durumda yardım eden de O'dur. Allah'ın bu özelliklerini sizler de kabul ediyorsunuz. Bu özelliklerde hiç kimsenin payı yoktur.
Üçüncüsü, onlar, "O neyden meydana gelmiştir, nesebi nedir, cinsi nedir, kimden miras almış, varisi kim olacak?" diye soruyorlardı. Allah (c.c.) bütün bu soruları sadece bir kelime ile, "ehad" diyerek cevaplandırmıştır. Bunun manası: a) O Allah (c.c.) ezelidir, ebedidir, O'ndan önce ve sonra hiç kimse yoktur. b) Allah'ın benzeri olmadığı için bir cinsi de yoktur. O tektir. c) O'nun Zat'ı vahid değil, ehadtır. O'nda çokluk olmadığına dair hiçbir şüphe yoktur. O'nda parçalanma da mümkün değildir. Hiçbir şekil ve sureti olmadığı için zaman ve mekâna da ihtiyacı yoktur. Rengi ve organları yoktur. O'nda değişiklik de yoktur. O her türlü kesretten pâk ve münezzehtir. Her bakımdan ehadtir. Arapça'da "vahid" kelimesi tek manada kullanılır. Çokluk bir şeyden bir tanesi kastedildiğinde bu kelime kullanılır. Meselâ bir kavim, bir ülke, bir dünya ya da bir kainat gibi. Topluca bir şeyin her parçasına da ayrı ayrı "vahid" denir. Mesela bir kavimden bir insan gibi. Ancak "ehad" kelimesi Allah'tan başkası için kullanılmız. Onun için Kur'an'da nerede "Vahid kelimesi kullanılmışsa, (Ancak bir ilahtır) veya "Allahu vahidu'l kahhar" (Ancak Allah (c.c.) tek kahhardır.) şeklindedir. "Vahid", hiçbir yerde yalnız olarak kullanılmamıştır. Çünkü bu kelime çokluk teşkil eden şeyler için de kullanılır. Bunun tersine, "ehad" kelimesi mutlak olarak yalnız Allah (c.c.) için kullanılmıştır; çünkü yalnız O'nun (c.c) varlığında çokluk yoktur. O'nun vahdaniyeti her bakımdan kamildir.
De ki: O Allah, birdir.
Bu emrin muhatabı Rasulullah'tır. Çünkü "Rabbin nasıldır?" sorusu Rasulullah'a sorulmuştur. Allah (c.c.) da bu nedenle "şöyle cevap veririz." demiştir. Ama Rasulullah'tan sonra her mü'min bu emrin muhatabıdır. Rasulullah'a bu soru sorulduğunda nasıl cevap verdiyse, onlar da öyle cevap vermelidirler.
Yani, bilmek istediğiniz Rabbim yeni bir ilah değil, Allah'tır. Bu, soru soranlara ilk cevaptır. Bunun anlamı, benim Rabbim, diğer mabudları bırakarak kendisine ibadet edeceğiniz yeni bir Rab değildir. Aslında o Rab, Allah (c.c.) dediğiniz Rabbın aynısıdır. Allah (c.c.) kelimesi, Araplara yabancı değildi. Eskiden beri, kainatın yaratıcısı için "Allah" kelimesini kullanıyorlardı. Bu kelimeyi, başka bir mabuda isim olarak vermiyorlardı. Allah (c.c.) hakkındaki inançları Ebrehe Ka'be'ye saldırdığında netleşmişti. O zamanlar Ka'be'de 360 adet put olmasına rağmen, müşrikler, bunların hepsini bırakarak sözkonusu afetten kurtulmak için sadece Allah'a yalvarmışlardı. Onlar kalben çok iyi biliyorlardı ki, bu gibi nazik durumlarda onlara Allah'tan başkası yardım edemezdi. Ka'be'yi de bu ilahlarına değil, Allah'a nisbet ediyor ve "Beytullah" diyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde Arap müşriklerin Allah (c.c.) hakkındaki düşünceleri zikredilmiştir.
Meselâ Zuhruf suresinde:
"Eğer onlara sizi kim yarattı? diye sorsan, Allah (c.c.) derler"
(Zuhruf: 87)
buyurmuştur.
Ankebut suresinde şöyle buyurulmuştur: "Eğer onlara göğü ve yeri kim yarattı, ay'ı ve güneşi kim musahhar kıldı diye sorsan, Allah (c.c.) derler... Eğer onlara, gökten kim yağmur yağdırıyor ve onun vasıtasıyla ölmüş toprağı kim canlandırıyor desen, Allah (c.c.) derler."
(Ankebut: 61-63)
Mü'minun suresinde şöyle buyurulmuştur: "Onlara deki: Eğer biliyorsanız söyleyin. Yeryüzü ve üzerindekiler kimindir? Derler ki Allah'ındır.... Onlara sorsan, yedi gök ve büyük arşın sahibi kimdir? Derler ki Allah'tır... Onlara de ki: Biliyorsanız söyleyin: Herşeye kadir olan kimdir? De ki: O halde sakınmaz mısınız? De ki: Eğer biliyorsanız, her şeyin mülkü ve tasarrufu kimin elindedir? Allah'ın elindedir, diyecekler"...
(Mü'minun 84-89) .
Yunus suresinde şöyle buyurulmuştur: "Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kimdir? Bu kainatın nizamını kim idare etmektedir".... (Yunus 31)
Yine Yunus suresinde başka bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Sizi karada da, denizde de gezdiren O'dur. O kadar ki gemide bulunduğunuz bir sırada gemiler okşayıcı hoş bir hava içinde seyredip yol alırken, yolcular da bununla ferahlık ve neşe duyarlarken ansızın şiddetli bir fırtına gelir de dalgalar her yandan onlara yönelir, derken tamamen kuşatıp (yok olacaklarını) sanırlar ve ihlas üzere dini Allah'a, has kılıp O'na dua ederler, eğer bizi bundan kurtarırsa herhalde şükredenlerden oluruz, diye yalvarırlar. Ne zaman ki Allah (c.c.) onları kurtarır, yeryüzünde haksız yere taşkınlık ve azgınlığa başlarlar..."
(Yunus 22-23) .
Aynı nokta İsra suresinde şöyle tekrarlanmıştır: "Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka taptıklarınız ortadan yok olur; derken O sizi kurtarıp karaya ulaştırınca yüzçevirirsiniz..."
(İsra 67)
Bu ayetleri dikkate aldığımızda, Rasulullah'a sorulan, "Bizi ibadet için çağırdığın Rab nasıldır? sorusuna cevap verirken "O Allah'tır" demesinin, onları ve kainatı yaratan, sahibi, rızık veren, idare eden olarak kabul ettikleri zatı kasdettiği açıktır. İşte Rasulullah onları bu Rabbe ibadet için davet etmiştir. Bu cevapta Allah'ın bütün sıfatları vardır. Onun için kainatı yaratan, onu idare eden, kainattaki her mahluku rızıklandıran ve afet geldiğinde onlara yardım eden Zat'ın (c.c) diri olmaması, görmemesi, duymaması, Kadir-i Mutlak olmaması, herşeyi bilen ve hikmet sahibi olmaması, Rahim ve Kerim olmaması, her şeyin üzerinde galip olmaması tasavvur edilemez.
Nahiv kurallarına göre, "huvellahu ehad" için müteaddit izahlar yapılmıştır. Bana göre bunun en uygun izahı, "huve" mupteda, "Allah" onun haberi, "ehad" ise ikinci haberidir. İkinci haber bakımından cümlenin anlamı: O (O'nun hakkında Resulullah'a soruyorsunuz) Allah'tır, birdir, şeklindedir. Diğer bir anlam da şöyle olabilir ve dil bakımından da yanlış olmaz: "O Allah (c.c.) birdir."
Burada şu iyice anlaşılmalıdır: Bu cümlede "Allah" için, "ehad" kelimesi kullanılmıştır. Arapça'da bu kelimenin genellikle bu şekilde kullanılması istisnaîdir. Bu kelime genellikle muzaf (tamlayan) , ya da muzafun ileyh (tamlanan) olarak kullanılır. Mesela "yevmul ehad" haftanın birinci gününü veya "feb'asu raculun ehadeküm" (adamlarınızdan birini gönderin) ya da genel bir nehiy (olumsuzluk) anlamında kullanılır.
Mesela, "hel indeke ehadun" (yanında kimse var mı?) Yine genellikle şart ifade etmek için de kullanılır. Mesela, "ehadin", "isna" veya "ehade aşer" (Bir, iki veya onbir.) Bu gibi kullanımların dışında Arapça'da, bu kelimenin sıfat olarak kullanıldığı bir örnek yoktur; bu kelime hiçbir zaman bir şahıs ya da başka bir şeye sıfat olarak kullanılmamıştır. Kur'an'ın nüzulundan sonra da bu kelime yalnızca Allah'ın Zâtı için kullanılmıştır. Başka hiçbir şey için kullanılmamıştır. Bu istisnaî kullanımdan anlaşılıyor ki, "ehad" (bir) olmak ancak Allah'a ait özel bir sıfattır. Varlıklar arasında başka hiç kimse bu sıfatı taşımaz. Allah (c.c.) birdir ve O'nun benzeri yoktur.
Müşriklerin ve Ehl-i Kitab'ın Rasulullah'a Rabbi hakkında sordukları soruyu dikkate alarak onlara "huvallahu" dedikten sonra "ehad" diyerek nasıl cevap verdiğini görelim:
Bunun manası, Rab yalnızca O'dur. O'nun rububiyetinde hiç kimsenin payı yoktur. Rab aynı zamanda ilah (mabud) da olmalıdır. Çünkü O'nun uluhiyetinde de hiçbir ortağı yoktur.
İkincisi, bunun anlamı şöyle olabilir: Kainatın yaratıcısı yalnızca O'dur. Mahlukunu rızıklandıran ve zor durumda yardım eden de O'dur. Allah'ın bu özelliklerini sizler de kabul ediyorsunuz. Bu özelliklerde hiç kimsenin payı yoktur.
Üçüncüsü, onlar, "O neyden meydana gelmiştir, nesebi nedir, cinsi nedir, kimden miras almış, varisi kim olacak?" diye soruyorlardı. Allah (c.c.) bütün bu soruları sadece bir kelime ile, "ehad" diyerek cevaplandırmıştır. Bunun manası: a) O Allah (c.c.) ezelidir, ebedidir, O'ndan önce ve sonra hiç kimse yoktur. b) Allah'ın benzeri olmadığı için bir cinsi de yoktur. O tektir. c) O'nun Zat'ı vahid değil, ehadtır. O'nda çokluk olmadığına dair hiçbir şüphe yoktur. O'nda parçalanma da mümkün değildir. Hiçbir şekil ve sureti olmadığı için zaman ve mekâna da ihtiyacı yoktur. Rengi ve organları yoktur. O'nda değişiklik de yoktur. O her türlü kesretten pâk ve münezzehtir. Her bakımdan ehadtir. Arapça'da "vahid" kelimesi tek manada kullanılır. Çokluk bir şeyden bir tanesi kastedildiğinde bu kelime kullanılır. Meselâ bir kavim, bir ülke, bir dünya ya da bir kainat gibi. Topluca bir şeyin her parçasına da ayrı ayrı "vahid" denir. Mesela bir kavimden bir insan gibi. Ancak "ehad" kelimesi Allah'tan başkası için kullanılmız. Onun için Kur'an'da nerede "Vahid kelimesi kullanılmışsa, (Ancak bir ilahtır) veya "Allahu vahidu'l kahhar" (Ancak Allah (c.c.) tek kahhardır.) şeklindedir. "Vahid", hiçbir yerde yalnız olarak kullanılmamıştır. Çünkü bu kelime çokluk teşkil eden şeyler için de kullanılır. Bunun tersine, "ehad" kelimesi mutlak olarak yalnız Allah (c.c.) için kullanılmıştır; çünkü yalnız O'nun (c.c) varlığında çokluk yoktur. O'nun vahdaniyeti her bakımdan kamildir.