Aleykum selam kardeşim
Bunun sınırını merak ediyorum.
Nu’mân İbni Beşîr radıyallahu anhümâ Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:
“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır.
Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu arâziye girme tehlikesi vardır.
Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arâzisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arâzisi de haram kıldığı şeylerdir.
Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalbdir.”
Buhârî, Îmân 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Büyû’ 3; Tirmizî, Büyû’ 1; Nesâî, Büyû’ 2, Kudât 11; İbni Mâce, Fiten 14
Bu hadisi rehberiniz edinin. Dinde haram, şirk, küfür olan konular öncelikli sınırımızdır. Verdiğiniz cadılık eğitimi içeriği haram, şirk ve küfür içerik kaynıyor ve bunun caiz olup olmadığı konusunda duraksamanız bile olmayacak iş. Dininizin apaçık hükümlerini net şekilde öğrenin ve buna ters bir şey görür görmez, duraksamadan anında reddi çekin.
Bu hadiste belirtilen ikinci sınırımız ise: şüpheliden sakınmak. Din adına caiz olup olmadığı belli olmayan bir şey görürseniz, ki bu demektir ki Kur'an-ı Kerim ve Sünnette olmayan bir şey ile karşı karşıyasınız; yine ilk gruba yaptığınız şeyi yapın: reddi çekin.
Son olarak, Kur'an-ı Kerim ve Sahih Sünnet, ibadetten tutun, maddi harcamalara, su kullanımına kadar ne ararsanız her konuda "Aşırılıktan sakının" demekte. Neyin aşırı olup olmadığının ölçüsü de yine Kur'an-ı Kerim ve Sünnettedir. Tekraren bu iki alanda ilminizi artırın, aradığınız tüm cevaplar orada.
Bu son detayla ilgili hazır bir yazı ileteyim, başlangıç olarak size genel bir çerçeve çizecektir inşaAllah:
.....
Dinde Aşırı Gitmeyin
İnsan beden ile ruhun birleşmesinden meydana gelen bir varlıktır. Bu sebeple dinimiz, onun hem bedenî hem de ruhi ihtiyaçlarını dikkate almış, madde ile mana arasında ahenkli bir denge kurmuştur.
İSLAM’DA AŞIRILIK YOKTUR
İslam, insanın yaratılışına uygun hükümleri ihtiva ettiği için dinî konularda itidali emretmiş, bu çizginin altına düşmeyi istemediği gibi bu çizginin üstünde aşırı gitmeyi de uygun görmemiştir.
Dinimiz, meşru olmak şartıyla insanı hiçbir zevkten mahrum etmediği gibi kendisini büsbütün ibadete vererek vücudunu ezmeyi de uygun görmemiş, insana gücünün yetmeyeceği görevleri yüklememiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de,
“Allah, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez” (2/Bakara, 286.) buyrulmuştur.
İslam’da kolaylık esastır. Bu husus, Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberimizin (s.a.v.) hadislerinde açıkça görülür. Bu konudaki ayetlerden bazıları şunlardır:
“Allah, size kolaylık ister, zorluk istemez.” (2/Bakara, 185.)
“Allah, size sıkıntı vermek istemez, ama sizi tertemiz yapmak ve şükredesiniz diye üzerinize nimetini tamamlamak ister.” (5/Mâide, 6.)
“Allah, dinde size hiçbir zorluk yapmadı.” (22/Hac, 78.) Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz bu din kolaydır. Bir kimse din hususunda kendini zorlarsa din ona galip gelir (yani o kimse ezilip büsbütün amel edemez hâle gelir). Öyle ise itidalden ayrılmayın.” (Buhârî, “İmân”, 30.) Diğer bir hadis-i şerifin anlamı da şöyledir:
“Orta yolu tutunuz. Amellerinizi kemale yaklaştırınız. Sabahleyin zeval ile akşam arasında ve bir parça da gece çalışınız. İtidalden ayrılmayınız, maksada erişirsiniz.” (Buhârî, “Rikâk”, 18.)
Peygamberimize (s.a.v.), hangi amel Allah’a daha sevimlidir, diye sorulunca O, “Az da olsa devamlı olanıdır.” (Buhârî, “Rikâk”, 18.) buyurdu.
Anlamlarını sunduğumuz ayet ve hadislerden anlaşılıyor ki dinimizde zorluk yoktur. Aşırı giderek güçlük çıkarmak ve kendine eziyet etmek uygun görülmemiş, orta yol tavsiye edilmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz,
“Dinî işlerde aşırı gidenler yok oldu.” (Müslim, “İlm”, 4.) buyurmuş ve bu sözünü üç defa tekrarlamıştır.
Diğer bir hadis-i şerifleri ile de aşırılıktan sakınmamızı isteyerek şu uyarıda bulunmuştur:
“Dinde aşırı gitmekten sakının. Sizden öncekiler dindeki aşırılıkları yüzünden helak oldu.” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, I, 125.)
Enes (ra.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.v.) camiye girince iki direk arasına gerilmiş bir ip gördü.
—Bu ip nedir, diye sordu. Dediler ki,
—Zeyneb’indir, yorulduğu zaman ona tutunur. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.),
“O ipi çözünüz, sizin herhangi biriniz istekli olduğu sürece namaz kılsın, yorulunca yatsın ve uyusun” (Buhârî, “Teheccüt”, 18, Müslim, “Salât”, 31.) buyurdu. İbn-i Abbâs’tan (ra.) rivayete göre şöyle demiştir:
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Ashaba hitap ederken, ayakta duran bir adam gördü ve kim olduğunu sordu. Dediler ki:
Ebû İsrâîl’dir, güneşte durmayı, oturmamayı, gölgelenmemeyi, konuşmamayı ve oruç tutmayı adamıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.),
—Söyleyiniz ona, “Konuşsun, gölgelensin, otursun, ama orucunu tamamlasın, buyurdu. (Buhârî, “Eymân”, 21.)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Ashabdan Selman ile Ebû’d-Derdâ’yı (ra.) kardeş yapmıştı. Bundan dolayı Selman (ra.), Ebû’d-Derdâ’yı (ra.) ziyaret etti. Ebû’d-Derdâ’nın (ra.) eşini eski elbise içerisinde görünce,
—Bu hâl nedir, dedi. Ebû’d-Derdâ’nın eşi,
—Kardeşin Ebû’d-Derdâ’nın dünya ile bir işi yok, diye cevap verdi. Daha sonra Ebû’d-Derdâ geldi. Selmân için yemek hazırladı ve
—Ben oruçluyum siz buyurun, dedi. Selmân (ra.),
—Sen yemezsen ben de yemem, dedi. Bunun üzerine Ebû’d-Derdâ da yedi. Gece olunca Ebû’d-Derdâ, ibadete hazırlandı. Selman ona,
—Uyu, dedi. Ebû’d-Derdâ da uyudu ve bir müddet sonra yine kalkacak oldu. Selman yine,
—Uyu, dedi. Gecenin sonu olunca, Selman, Ebû’d-Derdâ’ya,
—İşte şimdi kalk, dedi ve her ikisi de kalkıp birlikte namaz kıldılar. Sonra Selman, Ebû’d-Derdâ’ya şöyle dedi:
—Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır. Nefsinin hakkı vardır. Ailenin hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver. Ebû’d-Derdâ bu olayı gidip peygamberimize anlattı. Peygamberimiz,
—Selmân doğru söylemiş, (Buhârî, “Savm”, 51.) buyurdu.
Sadece ibadette değil harcamalarımızda da orta yolu takip etmemiz emredilmiştir. Para hangi yollardan nasıl kazanılır, nasıl harcanır, insanca nasıl yaşanır? İşte dinimiz bu hususta da takip edilecek orta yolu göstermiştir.
Parayı istif edip yeri gelince harcamayan cimriler elleri boğazlarına bağlanmış esirler gibidir. Elindeki parasını aile fertlerine, fakir ve yoksullara ve hayır kuruluşlarına harcamayanların esirden ne farkı vardır? Para niçin kazanılır?
İnsanca yaşamak, ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunarak dünyada insanların sevgisini, Allah’ın rızasını, ahirette de ebedi saadeti kazanmak için değil mi? Böyle değerlendirilmeyen servetin, paranın ne kıymeti olabilir?
İşte, değerlendirilmesi gereken yerde parayı harcamamak cimriliktir.
Bir de bunun aksini düşünelim. Elini tamamen açmış gereksiz yere harcama yapıyor, saçıp savuruyor, nesi var nesi yok elinden çıkarıyor. Zengin iken fakir, veren el olmaktan alan el durumuna düşüyor. Bu da israftır.
Her ikisi de yanlıştır. İslam’ın getirdiği ahlak anlayışına uygun değildir. Doğrusu, bu ikisi arasında ortalama hareket etmektir.
Cimri değil tutumlu olmaktır, aile fertleri ve ihtiyaç sahiplerine ihtiyaçları ölçüsünde harcama yapmak, gerekli yardımda bulunmaktır.
Harcama yaparken müsrif değil, cömert olmaktır. Harcama ve yardımları yerli yerine ve hayırlı işlere yapmaktır.
Harcama yaparken cimrilik ve israftan sakınarak orta ve dengeli bir yol takip edilmesini emir ve tavsiye eden ayetlerin anlamları şöyle:
“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma.” (17/İsrâ, 26.)
“Elini boynuna bağlayıp asma, onu büsbütün de açma. Sonra kınanır pişmanlık içinde kalırsın.” (17/İsrâ, 29.)
“Bunlar ki (mallarını) harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar, bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (25/Furkân, 67.) Peygamberimiz (s.a.v.) de bu konuda,
“Tutumlu kişi muhtaç olmaz.” (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, I, 447.)
“Tutumlu olmak, harcamada orta yolu takip etmek geçimin yarısıdır” (el-Fethü’l-kebîr, I, 507.) buyurmuştur.
Kaynak: İslam İlmihali, Diyanet