Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Islam Devleti / Nakil Kürsüsü

S Çevrimdışı

Seyyid Talha bin Asım

Sen neden korkuyorsun ölmek varken kaderde?!.
Banned
السلام عليكم ورحمة الله وبركاته

Nakil Kürsüsü'nde -www.nakilkürsüsü.com-
bu konu ile ilgili, cevaplanmış iki soru bulunuyordu paylaşmak istedim -İnşeallah-:

Birinci Soru:

İslam Devleti
SORU: Selamun aleykum hocam, İslama göre bir devletin İslam devleti hükmünü alabilmesinin şartları nelerdir? Halife nasıl seçilir? Bu bağlamda Irak ve Şam’daki devlet İslam devleti midir? Hilafeti fıkhi ve geçerli midir?
CEVAP:
Aleykum selam ve rahmetullahi ve berekatuhû. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a, salât ve selam efendimiz Rasûlullah’a, ehli beytine, ashabına ve yolunu takip eden mü’minlere olsun.

Lügatte devlet (دولة) deele (دال) nin mastarıdır ve bir halin dönmesi, intikal etmesi ve elden ele geçmesi manalarına gelir. Özellikle devlet lafzı harpte zaferin bir gruptan bir gruba intikal etmesi, muzaffer olması manasında kullanılmıştır. Galip gelene ve üstün olana da bundan ötürü devlet sahibi denilmiştir ve böylece devlet üstünlük ve galibiyettir denilmiştir.

Buradan intikal ederek ıstılahı manada devletin de en esasi belirtisi güç ve yönetmeye temkin sahibi olmak olmuştur. Devletin gücünü ve siyasetini (egemenliğini) imam ve ona tebaiyet ile valilikler temsil ettiği için İslam’ın ilk çağlarında siyasi nizam hilafet, emirlik, imamlık veya sultanlık gibi siyasi nizamı devlet sahibinin zatıyla teşhis eden isimlerle tabir edilirdi. Çünkü devletin hakikati devlet sahibinin siyasete temkinidir, yani güç ve şevkete sahip olmasıdır. Bu temkini ya Müslümanların ileri gelenlerin desteğini alarak elde etmiştir veya zorla elde etmiştir. Her haliyle şeriatın icrasına, topluluğun, bütünlüğünü ve maslahatlarını korumaya ve düşmanları def etmeye temkin sahibi olmalıdır. İlklerin ifadesiyle emirliğin veya sonrakilerin tabiriyle devletin tanımında aranan en esasi sıfatta budur… Temkin.

Buna şu ayetler delildir:

الَّذِينَ إِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِ

“Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde temkin verirsek (iktidar mevkiine getirirsek) namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar.” (Hac, 41)

Bu ayeti kerimede yeryüzünde dinin aslına ve teferruatına ilişkin tüm hükümlerin infazı için güç ve otoritenin, yani temkinin şart olduğuna açık işaret vardır.

وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Sizden iman edip salih ameller işleyenlere Allah şöyle vad buyurdu: Kasem olsun ki onlardan evvelkileri istihlaf ettiği (hâkim kıldığı) gibi kendilerini de yeryüzünde muhakkak istihlaf edecek (hâkim kılacak) ve elbette onlara kendileri için razı olduğu dinlerini için temkin (icra kudreti) verecek ve elbette onları korkularının arkasından güvene erdirecek. Hakkımda hiç bir şeyi şerik koşmayarak hep Bana ibadet edecekler. Kim de bundan sonra küfranda bulunursa artık onlar hep fasıklardır.” (Nur, 55)

Allah (subhanehu ve teâlâ) bu ayeti kerimede yeryüzünde istihlafı (egemen olmayı) tanımlarken İslam dinini icra edebilmek için temkin ile tanımlamıştır. Kendilerinde ve çevrelerinde tevhidi ikame ederek, şirki izale ederek ve İslam şiarlarını zahir kılarak güvene kavuşacaklarını vad buyurmuştur. Lakin bunun için arza galip ve egemen olmak (istihlaf) elzemdir.

Binaen aleyh devletin tanımında en esasi unsur güç ve egemenliktir.

Siyasi bir nizamın devlet olabilmesi için ulema üç rüknün varlığını aramıştır:

Bir: Raiyye.

Müslümanlardan ve zimmîlerden tekevvün eden halktır.

İki: Dar.

Raiyyenin daimi surette ikamet ettiği muayyen bir bölgedir.

Üç: Siyadet (egemenlik).

Nizamın masdarı olan Kur’an ve Sünnet, devletin zatında müşahhas olduğu imam ve naspettiği vilayetlerdir.

Sonra, devletin meşruiyeti Ehl-i Sünnet ulemasının ittifakıyla şu üç yoldan birisiyle hâsıl olur:

Birinci yol: Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’ın imama beyat etmesi.

Bu maddede üç mesele var:

Birinci mesele: Ehlu’l-Halli ve’l-Akd kimdir?

Bu grup insanlar ulema arasında hepsi aynı grubu tabir eden değişik lafızlar ile isimlendirilmişleridir. Bazıları İhtiyar Ehli, bazıları İçtihat Ehli, bazıları da Görüş ve Tedbir Ehli olarak tabir etmişlerdir, lakin ekser ulema bu kişilere Ehlu’l-Halli ve’l-Akd demişlerdir. Kullanılan isimler değişik olsa da hepsi hakikatlerinde aynı olan kişileri tarif etmişlerdir: Ehlu’l-Halli ve’l-Akd insanların genel hacet ve maslahatlarında müracaat ettikleri âlimler ve topluluğun önder kişileridir. Yani bir topluluğun genel hacet ve maslahatlarında görüşlerine başvurdukları, istişare ettikleri ve tevcihler sordukları kişilerdir. Dolayısıyla Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’i belirleyen muayyen bir mevki değil, topluluğun fertlerin teveccühüdür. İşte bundan ötürü Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyat etmesiyle imamın imamlığı gerçekleşir ve halkın fertlerine seçilen imama beyat etmeleri vacip olur. Çünkü Ehlu’l-Halli ve’l-Akd halkın dini ve dünyevi işlerini tevelli ettikleri hakiki önderleridirler. Bu kişilerin desteği ve itaatiyle imam halka egemen olur.

Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’en olacak kişilerde aranan şartlar şunlardır:

Ebu’l-Hasan el-Maverdi (rahimehullah) Ehlu’l-Halli ve’l-Akd için aranan muteber üç şartı şöyle sayar:

Bir: Adalet sahibi, yani dinen müstakim olması.

İki: İmamlığın muteber şartlarına icabet edeni ve imamlığa müstahak olanı görebilecek ilim sahibi olması.

Üç: İmamlığa en uygun olanı seçmesini sağlayacak görüş ve hikmet sahibi olması.

İkinci mesele: İmam olacak şahıs hangi şartlara haiz olmalı?

Ulema Müslümanların işlerine bakacak olan genel Emire ilişkin bazı şartlar tayin etmişlerdir. Bunların bazılarında ittifak etmişlerdir ve bazılarında da ihtilaf etmişlerdir.

Bir: Müslüman olması.

İki: Mükellef olması.

Üç: Erkek olması.

Dört: Hür olması.

Beş: Adalet sahibi olması. Ebu Abdullah el-Kurtubi (rahimehullah) şöyle der: “İmamlığın bir fasık için akdedilmesinin caiz olmayışında ümmette ihtilaf yoktur.”

Altı: Müçtehit olması. Ebu İshak eş-Şatibi (rahimehullah) şöyle der: “İmamutu’l-Kubra ancak şeri ilimlerde içtihat ve fetva mertebesine nail olmuş olan için gerçekleşeceği hususunda ulema ittifakı nakletmiştir”.

Yedi: Kifayet sahibi olması. Yani raiyyenin dini ve dünyevi maslahatlarını tedbir edebilmesi için siyaset ve görüş sahibi olması, düşmana karşı cesaretli, had cezaların infazında tavizsiz ve mazlumun hakkını sormakta korkusuz olması ve imamlığını doğru icra etmekte mani olacak körlük, sağırlık veya dilsizlik gibi bedensel kusur sahibi olmaması.

Sekiz: Kureyşli olması. Bu şart nassla sabittir. Mesela İmam Ahmed (rahimehullah)’ın Enes (radıyallahu anhu) yoluyla tahriç ettiği mütevatir hadiste Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem) “İmamlar Kureyştendir” buyuruyor. Ve Ehl-i Sünnetin icmasıyla sabittir. Ebu Zekeriya en-Nevevi (rahimehullah) şöyle der: “Hadisler hilafetin Kureyş’e mahsus olduğuna açık delildir. Kureyş haricinde akdedilmesi caiz değildir. Bu hususta sahabe, tabiin ve onlardan sonrakiler arasında icma vardır.” Bu mevzuda muhalefet sadece Haricilerden, Mutezilenin ekserinden ve bazı murcielerden gelmiştir.

Üçüncü mesele: Beyat Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’tan kaçıyla sahih olur?

Bu mevzuda bazı meseleler var:

Birincisi: İmamlık adayı olanın imamlığı sahih olması için Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyat etmesi kâfidir, topyekûn halkın değil. Bu beyata ulema “Beyatu’l-İnikat” demiştir. Bu beyatla imamlık adayı sahih ve meşru imam olmuştur. Ve bundan ötürü halkın her ferdine imama beyat etmesi vacip olur. Bu beyata da ulema “Beyatu’l-Amme” demiştir. Dolayısıyla halkın beyatı (Beyatu’l-Amme) Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyatına (Beyatu’l-İnikat) tabidir.

İkincisi: Beyatu’l-İnikat için Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’ın kaçı gerekir mevzusunda ulema arasında ihtilaf vardır. Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in icmasını şart koşanlardan sadece aralarından birisinin beyat etmesini kâfi görene kadar tüm görüşler mevcuttur. Kadı Ebu Yala ve İmam ibni Teymiyye rahimehumallah’ın tercihlerine göre Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in cumhuru beyat etmesi gerekir. Lakin racih olan -Allah-u Alem- güç ve temkinin hasıl olacağı kadar sayıda birilerin beyat etmesi kafi olmasıdır. Bu vaziyete göre bir kişi de olabilir, azınlık ta olabilir veya cumhur da olabilir. Önemli olan beyat edenlerin sayısıyla temkin ve şevketin hâsıl olmasıdır. İmam ibni Teymiyye (rahimehullah) şöyle der: “Bazıları imamlığın tek kişinin beyat etmesiyle gerçekleşeceğini söylerler. Bu Sünnet imamların sözlerinden değildir. Bilakis onlara göre imamlık şevket ehlinin onaylamasıyla gerçekleşir. Şevket ehli imamlık adayı kişiyi imamlığı hususunda onaylamadan evvel imam olamaz. Zira onların itaate girmeleriyle imamlığın gayesi hâsıl olur. Çünkü muhakkak ki imamlığın gayesi ancak kudret ve hâkimiyet ile hâsıl olur. Bunun için kişiye kendisiyle kudret ve hâkimiyetin hâsıl olduğu bir beyat ile beyat edilirse imam olur.” Genelde şevket cumhurun itaati ve desteği ile hâsıl olur -bu doğrudur, lakin imamlığın geçerliliği için cumhurun beyatı şart olduğunu gösteren bir delil yoktur. Ayrıca şevketin azınlıkta, hatta tek kişide olduğu bazı beldelerin varlığı hem geçmişte hem de hazırda daima görülmüştür.

İkinci yol: Hazır imamın halefini ahdetmesi veya Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’a belirlediği adaylardan birisini tayin etmelerini ahdetmesi.

Bu yol ile imamlığın naspedilmesi Ehl-i Sünnet ulemasının ittifakıyla kabul edilmiştir. Ebu’l-Hasan el-Maverdi (rahimehullah) şöyle der: “İmamlığın öncekinin ahdetmesiyle geçerliliğine gelince, bunun cevazı yönünde icma var olmuştur ve ittifak ile sahihtir.” Hatta Ebu Muhammed ibnu Hazm (rahimehullah)’a göre bu yol imamı belirleme yolları içinde en iyi olandır. Nitekim bu ümmetin en hayırlıları da bu yolu tercih etmişlerdir. Ebu Bekir es-Sıddik (radıyallahu anhu) halefi olarak Ömer el-Faruk (radıyallahu anhu)’yu ahdetmiştir ve Ömer (radıyallahu anhu) belirlediği altı kişinin arasından birini seçmelerini ahdetmiştir. Hatta insanlığın en hayırlısı (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) bu yolu izlemiştir ve kendisinden sonra ümmetin başına halifesi İmam Ebu Bekir es-Sıddik (radıyallahu anhu)’yu tayin etmiştir.

Elbette halef olarak tayin edilen kişi imamlık şartlarına haiz olması şarttır. Ayrıca racih görüşe göre Hal ve Akd Ehlinin de onayı ve beyatına muhtaçtır.

Üçüncü yol: İmamın güç kullanarak galip gelmesi.

Ehl-i Sünnet uleması silah gücüyle üstün gelen ve şeriatı icra ederek siyasi istikrarı sağlayan imamın imamlığını sahih ve kendisine itaati vacip görmüştür. İmam eş-Şafii (rahimehullah) şöyle der: “Her kim kılıçla hilafeti ele geçirir, halife olarak adlandırılır ve insanlar da altında toplanırsa o halifedir.” Ve İmam Ahmed (rahimehullah) şöyle der: “Kim kılıçla galip gelerek halife olursa ve Emiru’l-Muminin ismini alırsa Allah’a ve ahiret gününe iman etmiş hiç kimseye onu imam kabul etmeyerek gecelemesi helal değildir. İster iyi ister kötü olsun.” Ve Hafız ibnu Hacer el-Askalani (rahimehullah) şöyle der: “Zorla üstün gelmiş olan sultana itaatin vacip oluşunda, onunla beraber cihad etmenin ve ona itaat etmenin ona karşı çıkmaktan daha hayırlı olduğu hususunda fukeha icma etmiştir. Nitekim böyle davranmakla kanın akması engellenmiş ve halkın huzuru korunmuş olur.”

Muhakkak bu yol imamlığın belirlenmesinde asıl olan yol değildir. Ancak ilk iki yol ile imamın tayini mümkün değilse ve bir lider silah zoruyla şeriatın infazı, halkın maslahatlarını koruyabilmek ve onlardan zararları def edebilmek için siyasi ve askeri kudreti ve temkini oluşturursa zaruretten kabul edilir. Zira imamlığın maksudu olan temkin hakkında hâsıl olmuştur. Bu özellikle fitne zamanları ve ümmetin imamdan yoksun olduğu zamanlar için geçerlidir. Misal imamın vefatı veya herhangi bir sebepten ötürü imamlıktan ayrılması akabinde imamlık iddiasında bulunan taraflar arasında fitne çıktığında fitneyi söndürebilecek, toplumun birliğini sağlayacak ve dini ikame edecek biri taraflara galip gelir ve imamlığını ilan ederse muhakkak sahih olur ve herkesin itaati vacip olur. Ebu Zekeriya en-Nevevi (rahimehullah) şöyle der: “İmam ölür ve imamlık şartlarını karşılayan birisi istihlaf edilmeden (yani imamın halefini ahdetmesi) ve beyat verilmeden (yani Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyat vermesi) imamlığa kalkışır ve insanları gücü ve ordusuyla itaate zorlarsa Müslümanların bütünlüğü sağlanması için hilafeti geçerli olur.”

Veyahut zamanımızda olduğu gibi imamın aslen olmadığı ve Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’i teşkil eden âlim ve emirler ihtilaflar içinde olduğu ve bir imamda bir türlü ittifak edemedikleri bir vakıada ümmetin dini ve dünyevi maslahatlarını korumak, Tevhidi ve şeriatı kaim kılmak için imamlığa ehil birisi ortaya çıkar ve Müslümanlara zorla üstün gelirse elbette imamlığı sahih olur ve herkesin itaati vacip olur. Hatta böyle bir vakıada imamlık şartlarına haiz ve kudret ve temkin ehli olan birisine zorla da olsa imamlığı tevelli etmesi vacip olur. Zira Müslümanların en önemli maslahatları ümmetin vahdetine ve şevketine bağlıdır. Ümmetin maslahatlarını kudret ile beraber tehir etmek ise elbette caiz değildir. Buna bir de bütün İslam beldelerin kâfirler ve murted uşakları tarafından işgal altında olduğunu eklediğimizde, Müslümanları zilletten çıkarmak ve din ve din ehlini aziz kılmak için cihad eden, dinde istikametini ispat etmiş ve ümmetin önderleri tarafından tezkiye edilmiş imamlığa ehil olan birisi zorla da olsa siyadetini ilan ederse elbette müslümanın icabeti kesin ve itaati tam olması gerekir.

Hulasa olarak zorla imamlığa gelen için ulema imamlığının sıhhati için iki şart aradığını söylemek mümkündür:

Birincisi: İmamlık şartlarına haiz olmasıdır.

İkincisi: Fitnenin engellenmesi, Müslümanların vahdetini sağlamak veya dinin ikamesi gibi bir maslahatın varlığıdır.

Ebu Hamid el-Ğazzali (rahimehullah) şöyle der: “Hilafete kalkışan kişide ilim ve takva yönünden kusur bulunursa ve azledilmesi halinde karşı koyulmayacak bir fitnenin çıkmasından korkulursa onun imametinin geçerliliğine hükmederiz. Zira böyle bir durumda ya imam değişimi sebebiyle bir fitne kızıştırırız ve zikrettiğimiz şartların eksikliği sebebiyle Müslümanları meydana gelecek zarardan daha büyük bir zarara sokmuş oluruz. Nitekim şartları ispat etmenin gayesi maslahatın korunmasıdır. Binaenaleyh fazilet uğruna asıl maslahat yıkılmaz. Bu bir saray inşa etmek için şehri yıkmaya benzer. Veyahut ülkenin halifesiz olduğuna ve hükümlerin geçersiz olduğuna hükmederiz ki bu muhaldir. Zira biz bağilerin kendi ülkelerinde verdikleri hükümlerin geçerliliğine hükmediyoruz. Çünkü buna ihtiyaçları vardır. Şu halde zaruret ve ihtiyaç vaki olduğunda nasıl olur da imametin sıhhatine hükmetmeyiz?”

Evet! Değiştirildiği takdirde muhtemel fitnenin engellenmesi için aranan şartlara haiz olmayan imamın imamlığı dahi geçerli olursa, imamın aslen bulunmadığı ve Müslümanların param parça oldukları ve kâfirlerin işgali altında oldukları bir zamanda şartlara haiz olan ve Müslümanları birleştiren ve kâfirlere karşı cihad eden ve şeriatı en üstün kılan imamın imamlığı daha evlasıyla sahih olur. Bu durumda şeriatın ikamesini gaye edinmiş ve bunun için hareket eden her Müslüman’ın tek cevabı imamın itaatine girmesi ve onu desteklemesi olabilir. Allah-u Alem.

Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e salât ve selam olsun. Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd etmektir.

Birinci Soru ile Bağlantılı İkinci Soru:

İslam Devleti Cevabına İzah
SORU: Selamun aleykum hocam, nakilkursusu.com sitenizi ilgiyle takip ediyorum. Rabbim sizlerden razı olsun çalışmanızı bereketlendirsin. 3 gün önce okuduğum “İslam Devleti” başlıklı sorunuzda dikkatimi çeken yazının sonundaki paragrafta; …imamın aslen bulunmadığı ve Müslümanların param parça oldukları ve kâfirlerin işgali altında oldukları bir zamanda şartlara haiz olan ve Müslümanları birleştiren ve kâfirlere karşı cihad eden ve şeriatı en üstün kılan imamın imamlığı daha evlasıyla sahih olur. Bu durumda şeriatın ikamesini gaye edinmiş ve bunun için hareket eden her Müslüman’ın tek cevabı imamın itaatine girmesi ve onu desteklemesi olabilir. Allah-u Alem. Hocam yazınızın sonunda bir kapalılık var gibi gözüküyor. İslam devleti ve Hilafet konusunda ki kastınızı anlayamadım. Ben âlimlerin çoğunun değerlendirmelerine baktığımda Irak ve Şam’daki devlet İslam devleti midir? Hilafeti fıkhi ve geçerli midir? Sorularını onların aşırı oldukları, Hilafetin geçersiz olduğu ile alakalı yazılarını sizlerde müşahede etmişsinizdir. Hilafet konusunda ciddi bir karışıklık içerisinde kaldım. Hocam beni bu konuda aydınlatırsanız sevinirim.
CEVAP:
Aleykum selam ve rahmetullahi ve berekatuhû. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a, salât ve selam efendimiz Rasûlullah’a, ehli beytine, ashabına ve yolunu takip eden mü’minlere olsun.

Değerli kardeşim Allah senden de razı olsun. Aslında hususen Suriye de olup biten güncel olayları kitabetle değerlendirmeği doğru bulmuyorum. Çünkü yazı manayı zapt etmek için vardır. Ama mana doğru olabilir veya yanlış olabilir veya kasıt doğru olabilir ama tabir yanlış olabilir vs. Beşer hatalı olduğu için sözü de hatalı olabilir. Bunun için bu ümmetin selefi sadece hatasız olan metinleri yazarak zapt etmişlerdir… Kuran ve Sünnet’i. Hatta yalan ve uydurma olan hadis metinlerini de yazıyla zapt etmişlerdir ki sahih olandan temyiz olsun. Daha sonra bunlar sağlam metinlerle karışmasın ve insanların sapmalarına sebep olmasın veya delalet ehline delil olmasın diye. Ama kendi sözlerini yazmamışlardır. Çünkü yazılan korunur ve hatalı olması halinde sonrakilere intikal eder ve hatalı davranmalarına sebep olur. Ve fiilen bu çok olmuştur. Yüz yıllar önce vefat etmiş ve telif ettiği kitabındaki sözlerinden tövbe etmiş nice müellif vardır. Ama kitapları baki olduğu için nice insanlar o sözleri kendilerine delil almışlardır, sapmışlardır ve saptırmışlardır. Ancak bidatlerin çoğalması ve neticesinde şüphelerin çoğalmasıyla imamlarımız Allah (celle ve âlâ) onlardan razı olsun insanların nazarını bulandıran şüpheleri def etmek için ve hakkı batıldan temyiz etmek için Hak Ehli’nin dilini yazıyla zapt etmeye başlamışlardır.

Şu halde mademki “İslam Devleti” başlığı altında sitede yayımlanmış olan yazı bazı kardeşlerimde şüpheler oluşturmuş ise o zaman bu şüphelere yönelik bazı izahlar yapmak isterim, çünkü birincisi ben beşerim, hatalıyım ve tabirde taksirim olabilir ve ikincisi ben Müslümanları Allah için seviyorum, değer veriyorum ve beni yanlış anlamalarından mutlu olmam.

Evvela niye hususen Suriye deki hadiseleri yazıyla değerlendirme taraftarı değilim? Bunu kısa izah edeyim. Çünkü birincisi Suriye vakıası çok değişik dinamiklerin işlediği ve dolayısıyla çok hızlı değişken olan bir vakıadır. Yazı ise var olanı zapt etmektir. Varlık ya değişkendir veya değildir. Şu halde değişken olmayanı yazıyla zapt ettiğinde daima aynı halde olanı zapt etmiş olursun. Lakin değişken olanı zapt etmek mümkün değildir. Senin yazıyla zapt ettiğin bir hâdise çoktan değişmiş olabilir. Ve ikincisi çünkü Suriye vakıası çok büyük, çok tarafı olan ve benim içinde bulunmadığım bir vakıadır. Sahih bir istinbat sahih tasavvurun neticesidir. Sahih tasavvur ise sahih müşahedenin neticesidir. Sahih müşahede ise sadece gözle görmek değil bilakis hâdiseyi idrak etmektir. Şu halde bırak idrak etmeyi gözle dahi görmediğin bir vakıayı değerlendirmek ne kadar doğrudur? Ya hiç değerlendirmemek veya sadece sabit olanlar kadar değerlendirmek doğrudur.

Eşyanın hakikati birdir. İki olmaz. Çünkü yaratılmıştır. Hakikati de yaratılışıdır. Yani vakıada varlığıdır. Lakin aynı eşyanın müşahedesi farklı olabilir. Müşahedenin cihetine ve gayesine göre ve müşahedeye hâkim olan ve yön veren dinamiklere göre aynı eşyaya bakan değişik insanların tasavvurları farklı olacaktır. Ama hiçbir zaman değişmeyen ve daima doğru olan şeriatın nazarı ve tasavvurudur.

Binaen aleyh vakıanın değerlendirilmesi daima şeri nazardan çıkması lazım. İnsan vakıayı idrak etmekten aciz olduğunda sabit olanlarda istikrar etmeli. Sabit olanlar ise şeri esaslar, asıllar ve kaidelerdir.

Benim de âcizane Suriye deki hâdiselere yönelik bir nazarım vardır. Ama bunu zikrettiğim sebeplerden ötürü yazıyla zapt etmeyi doğru bulmuyorum. Bu sebeplerin içinde en önemli olan iki sebep muhakkak birincisi Suriye vakıasının çok hızlı değişmesidir ve ikincisi umumen hâkim olan taassup dinamiğidir. Bu durumda maalesef ekser şahısların müşahedeleri de itibarını kaybediyor. Saha güvenilir ve muteber illim ehlinden de fakir olması bu musibeti büyütüyor. Bunun için özellikle Suriye ile alakalı hususlarda şeri esas, asıl ve kaidelerin dışına çıkmamaya çalışıyorum. Tevfik sadece Allah’tandır. Bunun için vakıayı değerlendirmek için edindiğim ölçüler şunlardır: Sahabenin fehimine göre Kuran ve Sünnet, hususen Hadis Ehli imamlarımızın ve umumen İslam ulemasının sözleri, hâdisenin siyak ve sibakı, taklit ve taassuptan imtina, insana karşı insaf ve adalet, Müslümanlara karşı merhamet, şefkat ve hüsnü zan.

İmam ibni Kayyım (rahimehullah) şöyle der: “Müftü ve kadı iki şeyi anlamadan fetvaya ve hak ile hükmetmeye mütemekkin olamaz. Birincisi vakıayı ve fıkhını anlamaktır ve karinelere, emarelere ve alametlere bakarak hakikaten vaki olmuş olanı istinbat etmektir. Ve ikincisi vakıada vacip olanı anlamasıdır. Bu ise Allah’ın Kitabıyla veya Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle o vakıada hükmettiğidir. Sonra birini diğerinde tatbik eder.”

Vakıa ise ya değişkendir veya değildir. Değişken olmadığı takdirde müftü bizzat muayyen vakıayı bilmese de fetva vermekten çekinmez. Lakin değişken olduğu takdirde vakıaya vakıf oluncaya kadar ve olup bitenlerin hakikatlerini bilinceye kadar fetvadan imtina etmelidir ki muayyen vakıaya Allah (celle ve âlâ)’nın hükmünü indirgeyebilsin. Bundan aciz olduğu takdirde ya hiç fetva vermez veya şeri asıl ve kaideleri zikretmekle yetinir ve vakıada vacip olanı belirlemez. Zikredilen şeri zabıtlar vakıada mevcut ise hükmü de o dur. Vakıada mevcut değilse hüküm de o değildir.

Ben de Suriye vakıasının hakikatini belirlemekten aciz olduğum için gelen soruya şeri esas ve asıllar dâhilinde cevap verdim ama bu şeri zabıtları vakıaya tenzil etmedim. Gelen soru şöyleydi: “Selamun aleykum. İslam’a göre bir devletin İslam devleti hükmünü alabilmesinin şartları nelerdir? Halife nasıl seçilir? Bu Bağlamda Irak ve Şam da ki devlet İslam devleti midir? Hilafeti fıkhi ve geçerli midir?” Ben de bu soruda gelen ilk iki soruya cevap verdim ama son iki soruya cevap vermedim. Vermememin sebebi yukarıda zikrettiklerimdir ve buna ilaveten Müslümanların arasında maalesef vaki olmuş olan ihtilafa girmemek içindi. Çünkü bu ihtilafa girmek istenilse de istenilmese de hazırda Müslümanların nazarına hâkim olan taassubu körüklemektir. Kast ettiğim El-Kaide ve taraftarları ve Devlet ve taraftarları arasındaki ihtilaftır. Aslında ihtilafın teferruatına girilir ve şeri zabıtlara arz edilir. Akabinde ihtilaf Allah (celle ve âlâ)’nın izniyle çözülür. Lakin bu öyle hastalıklı bir ihtilaf ki teferruata girmek yeni ihtilaflara sebebiyet veriyor. Ve her ihtilaf sadece iki taraftaki taassubu körüklüyor. Bunun için bu ihtilafa hiç girmek istemiyorum. Irak ve Şam İslam Devleti şeri bir devlet midir? İlan edilen hilafet meşru mudur? Benim de bu mevzularda âcizane bir görüşüm var. Soranlardan da gizlemiyorum. Ama bunu yazıya dökme konusunda Allah’tan korkuyorum. Mevcut ihtilafa istemeden de olsa iştirak etmekten, Müslümanların birbirilerini kast etmelerinde bir payımın olmasından, ahirette altından kalkamayacağım yükleri yüklenmekten Allah’tan korkuyorum. Ben acizliğimi itiraf ediyorum ve ümmetin şu zamanda çok büyük bir imtihan ile yüzleştiğini uyarıyorum. Herkesin Rabbi huzurunda duracağı ve yaptığı işlerin mesuliyetini yükleneceği gün yakındır.

“Pekâlâ. Ama herkes cevabınla insanları Irak ve Şam İslam Devleti tarafından ilan edilmiş olan Hilafete beyat etmeye ve itaat etmeye çağırdığını anladı. Mademki bu ihtilafa girmek istemiyorsun bunda daha ihtiyatlı olman gerekmez miydi?” denilirse derim ki:

Muhterem kardeşim ben mevzuuyla alakalı şeri zabıtları getirdim. Bunların birçoğunu Irak ve Şam İslam Devlet’i için işletmek mümkündür. İsteyen kabul etsin isteyen kabul etmesin. Şeyh Ebu Bekir el-Bağdadi –Rabbim onu korusun- imamlık şartlarına haizdir, şeriatı en üstün kılıyor ve kâfirlere karşı tavizsiz cihad ediyor. Bunu kim inkâr edebilir?! Ama Müslümanları birleştiriyor mu? Hayır! Kesinlikle! Bilakis yanlış tasarrufları ümmetin vahdetini bozdu ve ümmeti ikiye böldü. Kardeşi kardeşe düşman etti. İsteyen kabul etsin isteyen kabul etmesin.

Âcizane kanaatime göre şeran meşru olan Irak Şam İslam Devleti maalesef Hilafeti ilan ederek hata etti. Kendisini ve bütün İslam ümmetini çıkmaza soktu. Hilafeti ilan ederek Devlet müslümana iki yol bıraktı: Ya ümmetin ekseriyle barışık olmayan bir halifeye itaat edecek veya baği olacak. İki durumda şeran makbul olan bir ikrah değildir. Hilafetin gayesi raiyyeyi iki mefsedet arasında seçim yapmayı zorlamak değil maslahatını korumaktır.

Bunun için hazırda Müslümanlara Şeyh Ebu Bekir el-Bağdadi’ye beyat etmelerini vacip görmüyorum. Ama yükseltmiş olduğu sancağın altında cihad etmeye bir mani de görmüyorum. Bilakis haçlıların mürted uşaklarıyla oluşturdukları ittifaka karşı Devlet’in desteklenilmesini vacip görüyorum.

Bu cümlelerin arasını dolduracak başka cümlelerin lazım geldiğini biliyorum ama dediğim gibi hızla değişen bir vakıada taassubun gıdası olmak istemiyorum ve bunun için zorunlu gördüğümü yazmakla iktifa ediyorum ve ümmetin büyük olaylara gebe olduğunu tembih ederek nihayet hakkın iki fırkaya da hâkim olacağına inanıyorum. Allah (celle ve âlâ) hakka ehil olanlardan ve hakkın ehlinden kılsın.

“Aşırı oldukları, Hilafetin geçersiz olduğu ile alakalı yazılarını sizlerde müşahede etmişsinizdir” sözüne gelince şöyle derim:

İslam Devleti’nde muhakkak bazı aşırılıklar vardır ama aşırılıktan kast edilen tekfirci veya harici olmalarıysa, hayır İslam Devleti tekfirci veya harici değildir. Bu manada şeyhlerimizden bazılarının bu tesmiyeyi İslam Devleti’ne ıtlak etmelerini tutarlı bulmuyorum. Ama kast edilen siyasette, yani şeri hükümlerin vakıada tatbikinde aşırı olmalarıysa, evet bu hususta aşırılıkları vardır. Ama aşırılık iki yönde olur. İhmal ve gevşeklik de bir aşırılıktır, şiddet ve merhametsizlik de bir aşırılıktır. Müslüman iki aşırılıktan da içtinap etmesi gerekir.

Hilafetin geçersiz olduğu yönde yazılara gelince, değerli kardeşim hakikat şu ki İslam Devleti’nin ilan ettiği hilafetin geçerli olduğunu savunan muteber rabbani ulema ve talebelerin şüphesiz azınlıkta olmalarıdır. Benim bildiğim muteber ilim ehlinden hilafetin meşruiyetini savunanlar Şeyh Musaid bin Beşir (Rabbim onu korusun ve esaretini çözsün), Ebu Suyfan es-Sulemi, onun şahitliğiyle Faris ez-Zehrani ve Ebu Muhammed et-Tahavi dir. Bunun dışında Hilafeti seven ve destekleyen birçok isimlerde var. Kimisi tanıdığım ve ilim ehli olmayan, kimisi tanıdığım ve muteber olmayan ve kimisi de tanımadığım isimlerdir. Ve bu isimlerden kimisi de Irak Şam İslam Devleti’ni kabul eden ve destekleyen ama hilafet ilanına itiraz eden âlimlerdir. Mesela Ebu’l-Munzir eş-Şenkiti ve Abdullah bin Abdurrahman eş-Şenkiti ve bildiğim kadarıyla Şeyh Muhammed Salim el-Meclisi gibi. Dolayısıyla şunu açık ifade etmek lazım: Umumen rabbani ulema arasında Hilafet meşru değildir.

Son olarak şunu diyerek bitirmek isterim: Ümmetin şu zaman yaşadığı zor günler Allah (celle ve âlâ)’nın bir imtihanıdır. İmtihan ise mumin için Allah’ın rahmetidir. Zira muhlis ve muti kul için günahlarının affedilmesini, kötülüklerinin giderilmesini, iyiliklerinin artmasını, dünya ve ahirette mükâfatlandırılmasını ve derecesinin artmasını sağlar. Bunun için imtihanın büyüklüğü daima mükâfatın büyüklüğü hasebindedir. İmam et-Tirmizi (rahimehullah)’ın Enes bin Malik (radıyallahu anhu)’dan tahriç ettiği hadiste Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Mükâfatın büyüklüğü belanın büyüklüğüne bağlıdır. Allah bir toplumu severse onları değişik belalarla imtihan eder. Kim razı olursa Allah’ın rızasını kazanır. Kim de kızarsa Allah’ta o kimseye kızar.” Ve en çetin ve en zor imtihanları Allah (subhanehu ve teâlâ) imanen en üstün kullarına verir. İmam et-Tirmizi (rahimehullah) Sad (radıyallahu anhu)’nun şöyle dediğini rivayet eder: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e insanlardan hangisinin belasının ağır olduğunu sorduğumda şöyle buyurdu: “Nebilerin. Sonra onlara en yakın olanların sonra onlara en yakın olanların. Kişi dini oranında iptila edilir. Dininde sağlam ise iptilası ağırlaştırılır. Dininde gevşek ise dindarlığı oranında iptila edilir. Bela kulun peşini bırakmaz. Sonunda kul uğradığı belalarla üzerinde günah kalmayıncaya kadar günahlarından temizlenmiş olur.”

Şu zamanda imtihanın büyüklüğünden semada murad edilenin ne kadar büyük ve değerli olduğunu anlayabilirsin. Yeryüzünde tecelli eden ilahi iradeden başkası değildir. Muhakkak ki bu ümmeti büyük hayırlar bekliyor. Ben hali hazırda çökmüş karanlığı bertaraf eden aydınlığı gözetliyorum. El-Kaide ve İslam Devleti’ne ilhak etmiyorum ve iki tarafa karşı hüsnü zannımı kaybetmemeye çalışıyorum. İslam ümmetinden ümidimi kesmiyorum ve istikbalin Hak Ehline ait olduğunu biliyorum.

Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e salât ve selam olsun. Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd etmektir.

Karındaş Konu: https://www.islam-tr.org/konu/muslumanlarin-yoneticilerine-mesru-emirlerinde-itaat.40844/

السلام عليكم ورحمة الله وبركاته
 
Üst Ana Sayfa Alt