Şunu söylemek istedim de cümleyi doğru düzgün kuramamışım.
Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır. Salat ve selam emin olan Muhammed’e, ailesine ve tüm ashabı üzerine olsun.
Irak-Şam İslam devleti cemaati örgütünün kendi medyalarında yayınladıkları; ‘onların ve emirlerinin Müslümanların cemaati’ yani ‘büyük İslami hilafet’ olduklarını açıklamaları yayılmış ve sabit olmuştur. Dünya Müslümanlarının genelini, bu anlam üzere emirlerine bey’ata çağırmışlardır. Bu, daha önce Suriye-Şam’daki kardeşler tarafından yapacakları haberini aldığım bir durumdur. Birkaç kez benden bu fiilin şer’i yönünü yazmamı talep ettiler. Yine sabırlı şeyhimiz Ebu Muhammed El-Makdisi daha önce kesin olarak örgütün kendileriyle Nusret cephesi arasında mahkemeyi reddettikleri ve buna da, onların devlet oldukları devletin ise mahkeme için bir başkasıyla oturmasının ne dinden nede tarihten olmadığı (bu bir yalan ve sapkınlık iddiasıdır) deliliyle mahkemeyi reddetmeleri üzerine benden bu konuda yazmamı talep etmişti. Yanımda bulunan kardeşlere, devlet örgütünün iki yönden sapkınlığa düştüklerini söylemiştim:
Birincisi:Cahillikte geçmişi olan
[1] hilafet cemaatinin civcivleri, hilafetin (imametu’l-Uzma’nın) hakikatinin, Müslümanlardan birisinin ehli beytten olan birisine bey’at etmesiyle olacağını iddia ettiler. Bu yüce kavramın şer’i hakikatinin gerçekleşmesi için bu gerekliymiş! Benim onlara karşı söyleyeceğim uzun sözlerim bulunuyordu; şöyle ki, ilme yeni başlayan herkese onların cehaletleri çok açıktır. Oturaklı bir ilim talebesi ise, bu iddialardaki cehaleti görecektir. İddia olunan halifeye söylediğim son sözlerim şunlar olmuştur: “Sizin yolunuz Rafizilerle haricilerin dalaletlerini bir arada bulundurmaktadır. Rafizilerden almanıza gelince, bu onların yok olan (bu on ikinci imamları Muhammed b. Hasan El-Askeri’dir) bir kimseyi imam olarak adlandırmalarıdır. İlim ehli, bu mananın bozukluğu meselesini bitirmişlerdir. Şeyhu’l-İslam İbnTeymiyye’ninMinhacu’s-sunnetin-Nebeviyye kitabında akil kimseler ve Ehli-Sunnet katında imametin anlamına dair sözleri düşünüldüğünde, bu anlamın hemşer’an hem de aklen bozukluğu görülebilir.” Onlara şöyle dedim: “Lafızlara anlamlarını kazandıran –hatta şer’i olanları bile- kevni hakikatlerdir. Hilafet, bir hakikatin ismidir, anlamı anlaşılmayan; iddia ettikleri gibi,hiç var olmayan bir şey üzerine konulmasıyla şer’i hakikati oluşan bir isim değildir.” Onların cevapları, bu imamet şartlarının şeriatla sabit olmadığıydı. Sürekli dile getirdikleri ise, Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisiydi:
“Allah’ın kitabında olmayan her şart batıldır.” Onlara hilafet, imamet ve imaret kelimelerinin hakikatini ve sadece bu hakikatlerin maksatları gerçekleştireceğini, bu anlamlardan hali olduğunda ise şer’i ismin ondan kalkacağını açıklamak için var gücümü ortaya koydum. Bunlar, çocukların bile anlayabileceği sözlerdir. Onların ise sürekli cevapları şöyleydi: “Bunlar bizim anlayamayacağım türden bir felsefedir.”
Onlarla birçok meclislerde bir araya geldim, tüm çabaları, itikatları üzerine benden bir tezkiye alabilmekti. Benim ısrarım ise şu yöndeydi: “-Eğer sizin hakkınızda hüsnü zan besleyecek olursak- siz yalnızca Müslümanlardan bir cemaatsiniz Müslümanların cemaati değilsiniz. Kuruntu olan bir şeyi (onlara göre hilafet sözcüğü) şer’i bir isim olarak adlandırdınız. Sizler bu konuda rafizilerinmenheci üzerinesiniz. Onlar, bu konuda en çok kuruntulara düşenlerdir. Şöyle ki, gaip olan yoku, imam olarak adlandırıp onun üzerine imamet hükümleri, hatta daha fazlasını belirlerler.
Haricilere benzemenize gelince, sizler onlarda bulunan en büyük şerri getirdiniz, bu anlamda size muhalif olanları tekfir ettiniz. Onların halifeleri ve en önceki fakihleri bana bu itikatta olduklarını, yani halifelerine bey’at etmeyenlerin tekfir edileceği inancında olduklarını söyledi. Ancak şunu da söylediler: “Bizim bu itikadımız (halife ve fakih) değişmiştir. Her ne kadar bazılarımız bu itikat üzere olsak ta bu, üzerine velayet kurduğumuz bir mesele değildir.” Onlara göre bu, ihtilafın olabileceği ama ayrılmanın olamayacağı tartışmalı konulardandır. Başlangıçta bu itikada sahipken, malları ve kanları helal görme konularında birçok cahillikler vuku bulmuştur. Burası, -başkalarından önce kendilerinin de itiraf ettikleri- onların tarihlerinin yazılma yeri değildir. Benimle halifeleri ve fakihleri arasında mesele, -geçen konuları onlara belirtmemle birlikte- hoş sohbet üzere geçti.
Bununla birlikte onlara tabi olanlardan bazılarının bana küfür hükmünü geçerli gördüklerini de biliyorum. Onlardan birisi, benim hakkımda bu hükmü yayıyor, mescitlerdeki umumi meclislerinde bunu açıkça belirtiyordu. Bir gün şeyhlerimizden birisi olan Ebu İyad benim haberim olmadan benimle onun arasında bir oturum düzenledi. Bu kişi onlar arasında saygın birisidir. Daima benimle bir araya gelmekten kaçınır ve benimle tartışmazdı. Ebu İyad’ın evinde onun yanına geldiğimde kendimi takdim edene kadar beni tanımadı. Kendimi takdim etmem üzerine çıkmaya yeltendi, ancak cömert ev sahibi tarafından oturmaya zorlandı. Konuşmanın başlamasından sonra –şeyh Ebu İyad’da olanlara şahitlik etmekteydi- hilafet cemaati arasında önde gelen bu şahsiyet sadece benim kafir olduğumu tekrarladı. Ona tekfir meseleleriyle ilgili bazı sorular sordum, sorduğum sorular tekfirin temel konuları olmasına rağmen, cehaletten başka bir şey görmedim. Terlemeye başlayınca, ona üzüldüm ve ev sahibine onu bırakmasını belirttim ve oda gitti.
Tekfir sebebi, benim şeriattan başka bir şeyle muhakeme olunmayı caiz gördüğüm iddiasıydı. Bunun nedeni ise, bir gün benim bir mesele hakkında, ‘bunun zulmü def etmede yardım alma babından olduğu mahkeme meselesinden olmadığı’ cevabını vermemdi. O, tartışmalarda, eşyalarda ya da anlamlarda hüküm talep ediyordu, söylediklerimden hiçbir şey anlamamıştı. Şeyhimiz Ebu Muhammed El-Makdisi tarafından, bu adamın bu gün devlet örgütü yanında olduğu, muhalif olan Müslümanları tekfirdeki cüretinden dolayı hapse atıldığı haberi geldi. Bana göre bu, önceki hilafet cemaatinin bu örgüte (IŞİD’e) girdiği ve onlara etki ettiğine delalet etmektedir. Hilafet cemaatinin ilk olana bey’at edilmesine çağırdıklarını biliyorum. Devlet cemaatine de batıl bir anlam üzerine hilafete çağırma bidati sirayet etmiştir. Ancak o halifeyi kabul etmemişlerdir; yani fikir ve akideyi alıp bunları emirleri Ebu Bekir El-Bağdadi’ye giydirmişlerdir.
Bu, IŞİD cemaatindeki ilk sapmanın kaynağıdır. Örgüt ve mekan olarak devlet cemaatinin haricinde olan bazıları, Bağdadi’ye hilafet bey’ati verilmesine çağırıyordu. Dışarıdan bakan kimseler nazarında bu durum, cehalet, acelecilik ve ihtilaf tutuşturulmasına yoruluyordu. Devlet cemaatinde bu anlam, -onların kendileriyle muhalifleri arasında muhakemeyi reddetmelerindeki sözlerini iyi tetkik edenlerin dışında- açık bir şekilde görülemiyordu. Şeyhimiz Ebu Muhammed onlardaki bu hastalığa uyarıda bulunanlar arasındadır. Zira onlarla aralarında yazışmaları ve sohbetleri bulunuyordu. Bununla birlikte mesullerinden bazıları tarafından bu cahillikler fışkırmıştır, şöyle demiştir: “Kuşkusuz imamet dinin asıllarındandır. Bu, tekfir ve imanın yeridir!”
Devlet cemaatindeki ikinci sapma kaynağı ise, tevakkuf ve araştırma cemaatlerinin ve haklarında tekfir cemaatleri denilen aşırı cemaatlerin kalıntılarıdır. Bunlardan bazıları daha işin başlangıcında cihada çıkmıştır, ben onlardan bazılarının isimlerini de bilmekteyim. Bu kimseler, bazılarının kafalarında şer doğurmuşlardır. Yine bunların sözlerinin, bir anda derin cehalet çukurundan çıkıp dindarlık haline girerek iyileşen ve cihada çıkan yeni gençlerin zihinlerinde büyük etkileri vardır. Bu tür kimseler, Müslüman olduklarında acemlerin durumu gibidir. Eğer sünnet sahibine ulaşırsa hidayet bulur, aksi halde -önceki imamların da söylediği gibi- fesatları büyük olur. Bu nedenle bunların tabilerinin genelinin dindarlığa yeni başlamış olan cahillerden olduklarını, cehaletlerinin onları ilmi meselelerin darlıklarını kavramaktan aciz bıraktıkları görülür. Fıkhın dar konularındaki şer’i hükümleri vakıaya indirmenin bir fakih tarafından karşılaşılan en çetrefilli konu olduğu ilim ehli tarafından malumdur. Bu durumda muayyen şahıslar ve cemaatler hakkında iman-küfür hükümleri, nasıl olurda sular, abdest ve namaz konularını bilmeyen bir cahilin eline verilebilir?
Bu kimselerin insanlara ve cemaatlere küfür hükümlerini indirgemede benim sözlerimle hüccet getirdikleri bana çok kez ulaşmıştır. Hatta onlardan bazıları benim sözlerimi fesadının sebebi ve dalaletinin kaynağı haline getirmiştir. Bu kimseler, -haricilerin rabbimizin kelamıyla delil getirdikleri gibi- genel kaidelerinde şer’i sözlerle herkesin delil getirebileceğini unutmuşlardır. Ancak hidayet ve dalalet, bu kaidelerin indirgenmesi, şartlarının ve manilerinin bilinmesindedir. Bu, insanların ayrılığa düştükleri konudur, hatta bu konuda ilim ve din bakımından onların seviyeleri birbirlerinden çok farklıdır.
Konum, hasetçi ya da kindarın tedavi konumu değildir, aksi halde kişi daha fazla şeyler söyleyebilir. Ancak beni yakından tanıyan ve sözlerimi tetkik ile okuyan herkes, insanların benim hakkımda söyledikleri yalanlarla benim itikadımın hakikatini bilebilir. Yine beni tanıyan herkes, benim fertlerin ve cemaatlerin tekfirinde kolaycı davranmaktan şiddetle imtina ettiğimi bilir. Sürekli bu tür cehaletlerin cihad akımına girmesine engel olup bunları açmam ve bunlara karşı savaşta birçok girişimlerde bulunmam, bu konuda muvaffakiyet olarak bana yeter. Şu anda on üç seneye yakın süredir hapisteyim. Cihad yolculuğu, bu yolu düzenleyip kapılarını açan ilk erkekleri tüketmiştir. Onlar rablerine şehidler olarak gitmişler, geriye ise bu yolun yapısını ve usulünü bilen küçük bir azınlık kalmıştır. Onların geneli de, ya hapiste ya da aranmaktadır.
Bu yolculuk esnasında yeni türeyenler oldu, bidatler ve hevalar serpiştirildi ve bir araya yığıldı. Hilafet cemaati gibi aşırılık ve yeni bidat ehli, cehaletin körlüklerinden yeni çıkan insanlar ve gençlerle baş başa kalmayı başardı. Bunların geneli acemlere benzemektedir, bunlar aşırılık ve sapmanın ham maddesidir. Bu nedenle her gün yeni bir şey duymamız tuhaf değildir. Eğer kişi özgür olmuş olsaydı çatışmada eşit olabilirdi. Lakin insanlara ancak zorluk ve sıkıntılarla ulaşabilecek olan bir kelam yazılması, hatta konuşmaman ve başkalarının galibiyetleri üzere kalıp cehaletleriyle diledikleri şekilde gezip dolaşmaları üzerine savaşmaya maruz kalınmaktadır. Bununla birlikte sefalet bu muhalefetten ayrılmamaktadır. Sana kalbindeki hastalıkları atmaktadır ve halinden İslam ehlinin hasımları katında “faydalı gafil” olduğunu da bilmektedir. Onlar, onun hareketini sevinçle beklemektedirler. Onun aşırılığını, insanların cihad kervanına katılmalarına engel olmada bir can simidi görmektedirler. Çünkü hayat, -Allahu teâlâ’nın emrettiği üzere- ancak adalet ve iyilikle düzelebilir. Maksat, kardeşlerin gönderdikleri talepleri çoktur ve hepsi de acı ve gönül çekmeler içermektedir. Kişi bunlar karşısında gözyaşları ve keşkelerin dışında bir cevap bulamıyor. Onun hali, şu sözleri söyleyenin hali gibidir:
Keşke, keşke hiçbir yarar sağlayabilir mi?
Keşke gençlik satılsaydı da onu satın alsaydım!
Eğer yazılacak olsa, ‘nasıl gönderileceği?’ sorusu doğmaktadır. Gönderilecek olsa; soru soran ve muhalif nasıl cevap verecektir? Kişi bu şekilde öğüt veren kardeşlerin önünde kalıyor: “Uzun yazma ki geçirebilelim!” Hamd alemlerin rabbi olan Allah’adır.
İmametu’l-uzma/hilafet konusuyla ilgili olarak kişi bu konuda Ehli-Sunnet’te yeni bir şey bulunmadığını bilmelidir. Önceki ilim ehli bu meseleyi bitirmiş, bununla ilgili tüm hüküm ve kavramları incelemişlerdir. İslam tarihinde birçok büyük hadiseler ve türlü davalar vuku bulmuş ve bu konularla ilgili olarak ilim ehli birçok şeyler yazmıştır.
Sunni hilafetin karşısında sapıkların ve bidat ehlinin şaz görüşleri türemiştir. Buna binaen hilafet konusu olgunlaşan ve yanan ilimlerle birlikte nitelenir olmuştur. Bu nedenle kişinin burada söyleyecekleri, eski sözlerin yeni kalıplarda sunulması ya da geçen hükümlerin alınıp yeni vakıaya indirilmesinden öteye gitmeyecektir. Bu gün bu konuda yazanların ulaşabilecekleri de onlarla sınırlı olabilecektir. Bunları söylememin nedeni, bu yeni neslin usullerinin derinliklerini detaylı bir şekilde incelemem ve bunlardan bahsetmemden sonra bunun IŞİD cemaatine sirayet etmiş olmasıdır. Onlar, başkalarının kaçırdıklarını bulduklarını iddia etmekte ve genel olarak cemaatlerin özelde ise cihad cemaatlerinin fesadının sebebinin, (getirmiş oldukları şekil üzere) hilafet kavramının ve anlamının bu cemaatlerin zihinlerinde yitirilmesi olduğunu savunmaktadırlar. Bu gün “halife”nin ibareleri yanımdadır ve İslam devleti cemaatinin resmi sözcüsü olarak adlandırılan cahil Adnani’nin söylediklerinin aynısıdır. Şöyle ki, hikmetli Dr. Eymen Ez-Zevahiri’ye reddiyesindeki açıklamasında, onu aralarında çıkan ihtilafı çözmeye çağırmış ve bu çözümünde hilafetin ilanı olduğunu söylemiştir. Hilafetin ilanındaki birinci açıklama da bu anlamı tekit etmektedir. Şöyle ki, hilafeti ilanlarını, ‘Müslümanların kalan emellerini gerçekleştirme’ olarak saymıştır. Sanki istenilen her şey gerçekleşmiş geriye sadece bu kavmin keşfettiği bu konu kalmıştır!
Başlangıç olarak nasihat dinleyen ve hakkı arayan kardeşlerime, bu ilanın cahiliye ile olan yüzleşmede bir şeyi değiştirmeyeceğini bildirmeliyim. Bu ilan, Bağdadi, Adnani ve beraberinde olanların cemaatinin gücünü artırmayacağı gibi cahiliyenin saflarını da zayıflatmayacaktır. Genel olarak cihad cemaatleri tek bir yol üzereydiler, hatta onların çoğunluğu tek bir emirlik üzereydiler ki buda hikmetli doktora olan bey’attır. Buna hilafet isminin dahil olması, din düşmanlarıyla olan çatışma ve yüzleşmenin vakıasından bir şeyi değiştirmeyecektir. Bu hilafet çağrısının hakikati, yeryüzünde çalışan, Yemen, Somali, Cezair, Kafkaslar, Afganistan, Mısır ve Şam beldelerinin genelinde bulunan cihad cemaatlerine yöneliktir, Müslümanların geneline değil. Bu ilan onları ilgilendirmeyecektir, ancak ilanın hayatın değerlerinden bir değer olma yönüyle ilgileneceklerdir. Bu nedenle bu ilanın şerri kesindir ve bunda bir hayır bulunmamaktadır. Çünkü bu, emirlik ve önderlik için çatışma türündendir. Bu ise, İslam tarihinin en büyük şerlerindendir. Müslüman bir kimse genel olarak İslam tarihinin tüm yönleriyle iftihar edebilir, ancak emirlik konusuna geldiğinde göreceği, karanlıklar, haset, haram olan kanların akıtılması, çokça dünya ve çok azda ahiretten duyacaktır.
Devlet cemaatinin yaptığı, kendileriyle hasımları arasında olan cihad cemaatlerinin önderliğinin (yani El-Kaide cemaatinin) ihtilaflarını açık bir şekilde kan akıtmaya götürme ve bu haram kan akıtmaya da şer’i bir nitelik vermedir. Şöyle ki, mürekkep cahil Adnani’nin açıklamaları üzerine ortada bağilerin fıkhını görmekteyiz. İtaat asasını yaranları, hükmünün kan ve öldürülme olmasıyla tehdit etmiştir. Hatta cehennem köpeklerinin, (önceki taraftarlarının ve hilafet cemaatinin yaptığı gibi) imamlarına ve emirlerine muhalefet edenleri tekfir ettiklerini görmekteyiz. Her ne kadar bu türden işler başta ortaya çıkmayıp –hilafeti ilanlarından önce bunlarda gördüğümüz üzere- sonradan sızsa da, bu durum bunlarda da böyle olacaktır. Çünkü onların Cebhetu’n-Nusra ile olan ihtilafları, emirlik ve komutanlık üzereyken daha sonraları bu tekfir ve kanların helal görülmesine dönmüştür. Cemaatlerin tarihlerini okuyan bir kimse, hevaların şeriat ve din delilleriyle saptırılmasına şaşırmayacaktır. Bu ise, bunların getireceği en kolay şeydir.
Eğer gerçekten bu örgütte yönetici oysa;ki ben bu konudan şüphe duymaktayım, zira birçok işaretler adamın diğerleriyle olan durumunun Muhammed b. Abdullah El-Kahtani’nin (sahte Mehdi’nin) Cuheyman ile olan durumu gibi olduğunu göstermektedir; şöyle ki, bu haber ve manaları bana ulaştıranlardan anladığıma göre, psikolojik zayıflık yönetimin Adnani ve benzerleri gibilerine verilmesini gerçekleştirmektedir. Ben derim ki, Bağdadi’nin hilafetin ilanıyla istediği, Şam beldelerindeki cihad emirliği hususunda kendileriyle Nusra cemaati arasında vuku bulan şiddetli ihtilafların önünü kesmektir. Özellikle de ‘boyunlarında Dr. Eymen’e bir bey’atları bulunmadığı’ yalanlarının ortaya çıkmasından sonra. Bağdadi kış uykusu haletindedir, cevap vermeye ve reddetmeye güç yetirememektedir. Zira onun yerine sövmeyi ve taşlamayı çok iyi beceren birisi bulunmaktadır. Hatta cemaat bu konuda şeriatla konuşacak bir melekeye sahip bir ilim talebesinden yoksun duruma düşmüştür. Eğer birisi çıkıp konuşacak olsa musibetler ve felaketler getirmektedir. Bunun dışında geriye sadece sesin yükseltilmesi, uyarı, ölümle ve kan akıtılmayla tehdit kalmıştır.
Zannettikleri üzere bu çıkış, problemlerin çözümü ve iddia ettikleri üzere Müslümanların rüyasını gerçekleştirmek içindi. Cahiller sevinecekler, ancak vakıada ihtilaf daha da derinleşecektir. Şüphesiz daha fazla kan akıtılacaktır. Bununla daha işin başında bile bu durumun Allahu teâlâ’nın dinindeki hükmü bilinmektedir.
Bir şeyin hükmünü bilmekten aciz kaldığında, onun sonucuna bak ve akacak olan kanların mürtedlerin ve zındıkların kanları değil mücahidlerin kanları olduğunu hatırla! Akıl, din ve hikmet ehli olan kimselerin buna alternatifleri vardı ki bu, önce uyum sağlanması sonra üzerine bina edilmesiydi. Ancak bu, -ileride açıklayacağım üzere- sahabenin fıkhına ters olan bir gidişti. Eğer bu topluluğun yanında din, ahlak, takva ve ilim bulunmuş olsaydı uyumun gerçekleşmesi çok kolay olurdu. İnsanlar onları çok kez çağırdılar; çağırdıkları şey ise, şer’i mahkemeydi! Ancak onlar kibirlendiler ve bunu reddettiler. Kendilerini büyük gördüler, çünkü “devlet” örgütünün küçük örgütlerle mahkeme ve kadılık meclislerinde oturması yakışık almazmış! Onlardan olan iftiracılar ve yalanla ilim elbisesini giyenler buna gerekçe olarak, İslam tarihinin, bir devletin mahkeme için bir örgütle bir mecliste hiçbir zaman oturmadığını söylemiştir. Eğer bunlar Allahu teâlâ’nın
“Eğer müminlerden olan iki taife…” ayetini ve annemiz Aişe’nin(radiyallahuanha) tefsirini okusalardı, Kuran ve sünnete karşı bu yalanları uydurmazlardı. Eğer Resulullah’ın(sallallahu aleyhi ve sellem)siyerini okusalardı, Kureyzeli Yahudilerle savaşta Sa’d b. Muaz’ın(radiyallahuanh) hükmünü nasıl kabul ettiğini görürlerdi. Eğer tarihi okusalardı, raşid halife Ali b. Ebu Talib’in(radiyallahuanh) kendisiyle Muaviye (radiyallahuanh) arasında mahkemeyi nasıl kabul ettiğini görürlerdi. Lakin cahilliklerin ardında giden bu örgütteki şer’îler bunlardır ve bundan ötürü de bu büyük felaketleri getirmişlerdir.
***
Ömrünü varlık arasında şeriatın hâkim olması ve milletler arasında Allah’ın dininin ikame olması için vakfeden bir adamdan;‘temenni ettiği en büyük şeyin,-bu hayırdan mahrum olan ve cahiliye hükmünün galip geldiği- Müslüman ülkelerine şer’i hilafetin gelmesi olduğunu’ söylemesi talep edilmez. Böyle bir isteği ancak sapık ya da Allahu teâlâ’nın dinine karşı çıkan birisi reddedebilir. Konu, imamet ve hilafetin şer’i oluşu değildir, fıkıh ve şer’i siyaset kitaplarında mezkûr olduğu üzere, bu hakkında icma edilmiş bir meseledir. Yine böyle bir adamdan, ilan edildiğinde, ‘bu gerçekleşenlerin onun hayali olmadığı, fakihlerin ve âlimlerin sözlerinden böyle bir şey anlamadığı ve nede bunun sahabe fıkhından olmadığını’ haykırması istenilemez. Kuşkusuz tefrika kötülenmiştir, bir anda iki halifenin seçilmesi caiz değildir. Eski ve yeni ilim ehli arasında bunu caiz görenler olmuş olsa da, onlar hata etmişlerdir. Lakin şu bilinmelidir ki, safları bölen ve tefrikayı çıkartan bu cemaattir. Bununla birlikte bu satırların yazarı onların çıkmasında cihad taifeleri için büyük bir nimet ve rabbani bir rahmet görmektedir. Bunun açıklamasıyla ilgili olarak şunları söyleyebilirim:
Cihad hareketi istisnai şartlarda gelişmiştir. Yol birçok komutanlarını yutmuştur; ya rablerine gitmişler ya da hapishaneler onları kapatmıştır. Muhaliflerden olan ilim ehli, onlar hakkında Allah’tan korkmamış veya onlara karşı hiçbir sevgi, şefkat ve iyilik gösterisinde bulunmamışlardır. Hatta onlara karşı İslam düşmanlarıyla birlikte olmuş, hak ve batıl ile, şüphe ve yaygaralarla onları desteklemişlerdir. Bundan sonra her iki grubun kalpleri birbirlerine karşı katılaşmış ve aralarındaki ulaştırıcı yol kurumuştur. Mücahidler muhaliflerinden olan ilim ehline, sadece dinlerini altın ve kamçı sahibi olana satan münafıklar olarak bakmaya başlamışlardır. İlim ehlide onlara sadece haktan bir yeri olmayanlar olarak bakmışlardır. Tartışma daha çok bir vadide bağrışmaya benziyordu, kişi sadece kendisini duyabiliyordu.
Bu türden istisnai şartlarda fazlalıklar türer ve sapmalar daha da kötüleşir. Çünkü avam için sadece genellemeler uygundur, onların seviyesi böyledir. Bu yol ise en tehlikeli yoldur. Çünkü bu, kan ve canların yoludur. Kötülük ve iyilik çok yakın olup iç içe girerler. Allahu teâlâ yolunda cihad, karışık olan insanı aktivitelerin zirvesidir. Resulullah’ın siyerini okuyan bir kimse, savaşlarda ve siyerde oluşan olayların azametini görebilir. Bu gün İslam ehlinden olan birçokları;‘İslam’da öncekilerin keşfedemediği ve bizim keşfedebileceğimiz birçok şeyler olduğunu’ zannetmektedirler. Bu, mücahidlere yeni selefi akımdan geçmiş olan bir çıkıştır. Ve bu, yazılı ve işitsel olarak her iki yönüyle ilimden kesilme anlamındadır. Okunan, eski olandır; işitilen ise, yeni olandır. Bu şekilde cihad akımına bir bulanıklık girmiştir. Cihad ortamı, öldürme ve savaş ortamı olduğundan, bu tür ortamlar âlimlerden yoksun olduğunda, galip olan aşırılığın sesi olacaktır. Cezayir tecrübesini yaşayan, bunu kesin olarak bilecektir. Bu gün ise bunu Adnani ve emsallerinin sesinde görmekteyiz.
Yine bizler yolun uzamasının ve zamanın gecikmesinin yolcularda hastalıklar doğurduğunu da bilmekteyiz. Cemaatlerde ve ümmetlerde fitnelerin meydana gelmesi, Allahu teâlâ’nın sünnetlerindendir. Bu geçici durumlar bu yolun başına da gelmiş ve olanlar olmuştur, özellikle de aşırılık konusunda. Yol ehlinin söylediği genel şeyleri kavramadan ve tetkik etmeden almışlardır.
Bu fitneler insanların sınanması içingelmiştir. Bu, konumlarına göre insanlar arasında tefrika doğuran bir sınamadır. Bu ayrılmanın bedeli büyüktür ancak kaçınılmazdır. Allahu teâlâ’nın fazlı ile ben olan her şeye üzülmedim. Aksine olanlarda Allahu teâlâ’nın hikmetini görüyorum; bu yol fazlalıklarından, şazlıklarından ve sapmalarından arınıyor. Daha önce insanlar, aşırılık ehliyle cihad ehli arasındaki farkı bilmiyorlardı, çünkü bizim davamız insanların genelini ele alamamaktadır. Ancak bu gün bu ayrılık meşhur ve malum olmuştur. Kişi kendisine bir şer, bidat ve sapma nispet edilmemesinden ötürü Allah’a hamd etmelidir, hatta bunların ehli çoğunluk olsalar bile. Kuran bizlere varlık ve tabi olmanın kaidelerini öğretmektedir. Varlık, Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır: “
Köpüğe gelince, o atılır gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır.”
[2] Sadece hakkın varlığı sağlam kalabilir, insanlara batılın çıkışının ve köpükleri büyük gözükse de. Kişi hayatında birçok şeyler görmüştür ve bu köpükler ve hızlı şişkinlikler onu ilgilendirmez olmuştur. Bunlar, ancak kendilerini çokluğun meşgul ettiği çocukları aldatabilir. Tabilik ise Allahu teâlâ’nın şu buyruğundadır:
“De ki: Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu hoşuna gitse de”[3] Allah’a hamd olsun bana öğretenler sayesinde ömrümün ilk dönemlerimde ne kadar çok olursa olsun sürüye ve köpüklere aldanmamayı öğrendim.
Şimdi ayrılma ve imtihan zamanı gelmiştir ve bu ayrılmalar zafiyet doğuracaktır. Lakin inşallah bunun övülen akıbetleri olacaktır; ancak sabır, sebat ve fıkıh şartıyla. İşte hata toplulukları bir yerde toplanmaktadırlar. Onlara, kendisiyle kardeşleri arasında bu yola engel olacak bir şey bulunan ve orada da intikam ve nefsinde gizli olanları ortaya çıkarabileceğiheva sahibi katılacaktır. Kaçırdığı liderliği onların yanında bulabilecek olan liderlik tutkunları onlara katılacaktır. İlimle tedavi olmayan bunların katında ise imamet ve güçlenme yolu olan bidat sahibi katılacaktır. Eğer birinci açıklama (Cephetun-Nusra’nın onların Suriye-Şam’daki kolları ve şubeleri olduğu açıklaması) hevaya göre yapılan bir açıklamaysa, bundan sonra gelenler nasıl olacaktır? Bakış ve fikir sahibi olan bir kimse, ilk başından günümüze kadar bu olayda hevaların nasıl geliştiklerini görebilir. Nasıl hızlandığını ve şu anda gelinen bidat hilafetin ilanına nasıl varıldığını görebilir.
Gerçekten de bazı fitneler lütuftur. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’adır.
***
[1] Burada “geçmişi olan” cümlesine dikkat edilmelidir, söz konusu olan şu anda ilan edilen hilafet değil daha önceleri İngiltere’de ilan edilen bir hilafettir. (Mütercim)
[2]Ra’d: 17
[3] Maide: 100