E) SAVAŞ SIRASINDA İBADET
1) Namaz
İslâmîyet, cihâdı manevi-ruhi ibadetlerden ayırmamak için, harp zamanlarında
bile namazı ihmal etmemeyi emretmiştir. Kur’an-ı Kerim, Salatü’l-Havf ismiyle bundan
uzun boylu bahseder.
"Ehl-i Küfrün size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazdan
kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur."163
161 es-Serahsî, a.g.e., I, 87; İbn Hişâm, a.g.e., III, 231, 232; İbn Kesir, a.g.e., IV, 103, 104; İbnü’l-
Kayyım el-Cevziyye, a.g.e., III, 1123; Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, I, 586-588;
Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 126.
162 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., III, 552.
163 Nisâ, 4/101,102. Daha geniş bilgi için bkz: Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 998.
90
Bu ayet savaş için çıkılan yolculukta düşman saldırısı gibi bir tehdike ile karşı
karşıya kalınca namazın kısaltılmasında bir sakınca olmadığını bildirmektedir.164
Savaş halinde namaz cemaat ile kılınabilir. Bu şekilde namazın nasıl kılınacağını
Kur’an-ı Kerim şu şekilde açıklar: “Sen onların aralarında bulunup da onlara namaz
kıldırdığında içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun. Silahlarını da
yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğer bir kısmı arkanızda beklesin.
Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı
bulunsunlar, silahlarını yanlarına alsınlar. Kâfirler arzu ederler ki, silahlarınızdan ve
eşyanızdan bir gafil olsanız da size ani bir baskın yapsalar.”165
Ayette ifade edildiği gibi, kılınan namaz iki rekattir ve her rekata nöbetleşe bir
kısım katılmıştır. Şu halde herbirinin ikinci rekatleri, savaşın başlaması gibi, korkunun
şiddetlenmesini gerektirecek yeni bir durum ortaya çıkmadıkça nöbetleşe tamamlaması
gerekecektir. Durumun böyle olduğu Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünneti ile de
açıklanmıştır. İbn Ömer ve İbn Mesud'dan rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber
(s.a.v.) namaz kıldırdığı zaman âyette olduğu gibi ilk grup ile bir rekat ve diğer grup ile
de bir rekat kılmış; sonra bu grup düşman karşısına gitmiş, yine önceki grup gelip ikinci
rekatı kırâatsız kaza etmiş ve selam vermiş, sonra bunlar gidip yine ikinci grup gelmiş
birinci rekatı kırâat ile kaza etmişler ve selam vermişler, bu şekilde her grup iki rekat
kılmışlardır.166
Ayette, birinci grup yalnız "silahlarını alsınlar" demekle yetinildiği halde,
namaza gelen ikinci grup için "uyanık, temkinli ve dikkatli olmak," demek olan "hızr"
kelimesinin ilave edilmiş olması, düşman karşısında yerlerini öbürlerine bırakırlarken
son derece ihtiyatlı hareket etmek gereğini duyurup hissettirmek içindir. Çünkü, kâfirler
öyle arzu etmektedirler ki, Siz silahlarınızdan ve eşyanızdan, savaş araç ve
gereçlerinizden gafil olsanız, boş bulunsanız da üzerinize birdenbire bir saldırıverseler.
164 Ateş, a.g.e., II, 356; Elmalılı, a.g.e., III, 66.
165 Nisâ, 4/102.
166 Buhârî, Taksîr 5, Salât 1, Menâkibü’l-Ensar 48; Müslim, Müsâfirîn 1,3,5,6; Ebû Dâvûd, Sefer
1,2,6,8,10,18; Nesâî, Salât 3; Ahmed İbn Hanbel, VI, 234; Elmalılı, a.g.e., III, 67, 68.
91
İbn Abbas ve Cabir'den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabı ile öğle
namazını kılmış, müşrikler de bunu görmüştür. Sonradan "biz ne fena yaptık, niye o
sırada saldırıvermedik" dediler ve diğer bir namaz sırasında baskın yapmaya karar
verdiler. Yüce Allah da bu âyetle peygamberine onların sırlarını bildirdi. Ayetin
devamında "...Yağmurdan zarar görecekseniz veya hasta olursanız, silahlarınızı
bırakmanıza engel yoktur. Fakat bütün ihtiyat tedbirlerini alın..."167 emriyle bir eziyet ve
zarar bulunmadıkça silahı üzerinde bulundurmak gerekli ve elden bırakmak günahtır.168
Alimler, ayette belirtilen meşru mazeret dışında, namaz kılarken silahı
bırakmamanın vacip olduğunu söylerler. Vücub hükmünü, ruhsattan sonra ihtiyatî tedbir
alınması, gafil yakalanılmaması için ayette gelen emirden çıkarırlar. Ayet-i Kerime
savaş sırasında bile olsa namazın bırakılmaması için emir vererek namazın Allah
nezdinde ehemmiyetine dikkat çektikten sonra, düşmana karşı tedbirin bu mühim kulluk
vazifesini ifa esnasında bile ihmal edilmemesini emretmesi, ayetten ibret alınması
gereken bir başka husustur.169
İbn Mes’ud’un rivayetine göre Rasûlullah (s.a.v.) Bilal’a emretti. O da kalkıp
birinci namazdan önce hem ezanı okudu hem de kamet getirdi. Daha sonraki
namazlarda ise sadece kamet getirmekle yetindi.
Burada savaşla meşgul olmaktan dolayı namazı geciktirmenin câiz olduğuna
delil vardır. Ayrıca vaktinde kılınamayıp kaçırılan namazların Rasûlullah (s.a.v.) ‘in
yaptığı gibi cemaatle kılınması da müstehabtır. Eğer fiilen savaşmayıp ayakta yahut
süvari iseler ima (işaret) ile namazlarını kılarlar ve bu durumda namazlarını ertelemeleri
câiz değildir. Çünkü rükû ve sücudun yapılma imkânı bulunmadığı zamanlarda farz
namaz ima yoluyla kılınır. Burada askerlerin rükû ve sücuddan aciz oldukları
ortadadır.170
167 Nisâ, 4/102.
168 Elmalılı, a.g.e., III, 68; Ateş, a.g.e., II, 357, 358.
169 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., II, 314.
170 es-Serahsî, a.g.e., I, 157, 158.
92
Rivayet olundu ki, Ebû Berze el-Eslemi, atının yularını tuttuğu halde iki rekât
namaz kıldı. Sonra atın yuları elinden düştü ve atı kıbleye doğru gitti. Ebû Berze atının
ardından giderek yularını yakaladı ve yönünü Kıbleden ayırmadan geri geldi ve
namazın geri kalanını tamamladı. Onun bu durumunu görenlerden cahil bir kişi: Bu zat
ne yapıyor, Allah onu şöyle etsin, böyle etsin diyerek ona dil uzattı. Ebû Berze namazını
bitirdikten sonra: Hey! “Az önce bana dil uzatan! Biz din işlerinde Rasûlullah (s.a.v.)
gösterdiği kolaylığı görmüş kimseleriz. Şayet atımı bırakıp namazımı tamamladıktan
sonra peşine düşseydim atım uzaklaşmış olacaktı ve bu benim için zor olacaktı” dedi.171
Burada askerin namaz kılarken atının yularını tutmasında bir sakınca
bulunmadığına delil vardır. Çünkü burada at bakıcısı bulunmadığından askerin kendisi
bakmak mecburiyetindedir. Yine ihtiyaç anında yönünü kıbleden çevirmeden bir miktar
yürüyecek olursa namazı bozulmaz. Görmüyor musun? Hz. Ebû Bekir (r.a.) mescidin
kapısında tekbir getirerek rükûa gitmiş ve rükûda olduğu halde saffa ulaşıncaya kadar
yavaş yavaş yürümüştür. Ama yürüdüğü zaman sırtını kıbleye çevirecek olursa,
yürüdüğünden dolayı değil, sırtını kıbleye çevirdiği için namazı bozulur. Çünkü
namazın câiz olabilmesi için kıbleye yönelmek şarttır.
İmam Muhammed dedi ki: Gazilerle diğer yolcuların nafile namazlarını
bineklerin sırtında oldukları halde yönleri hangi tarafa bulunursa bulunsun ima ile
kılmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü nafile namaz bir vakitle sınırlı değildir. Her zaman için kılınabilir.
Yolcunun da her zaman bineğinden inip Kıbleye yönelmesinin güç bir şey olacağı
ortadadır. Nafile namazı devam ettirmek istediği takdirde kendisi için bu ruhsatın sabit
olması mazerete benzer.172
171 es-Serahsî, a.g.e., I, 165.
172 es-Serahsî, a.g.e., a.y..
93
2) Yiyecek ve içecekler
Savaşa katılan askerlerin hangi şartlarda neleri yiyip içecekleri bir takım
prensiplere bağlanmıştır. Yiyecek ve içecek sıkıntısı çeken Müslüman askerler, her türlü
yiyeceği yiyemezler. Yahudi ve Hıristiyanların, gerek kestikleri hayvanların eti olsun,
gerek diğer yemekleri olsun, yenmesinde bir sakınca yoktur. Allah Teala şöyle
buyuruyor: “…Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara
helaldir…”173
Selman-ı Farisî’nin kölesi Süveyd’in de şöyle dediği rivayet edilir: Allah Teala
Farsları mağlup ettiği gün, bir sepet buldum ki içinde ekmek, peynir ve bıçak vardı. O
sepeti alıp Selman (r.a.)’a götürdüm. Selman, arkadaşlarına ekmeği ve peyniri verdi ve
oturup yemeye başladılar. O zaman Farslar Mecûsî idiler. Buradan da anlıyoruz ki
kestikleri hayvanın eti hariç diğer yemeklerinin yenmesinde bir sakınca yoktur.
İmam Muhammed, daha sonra Ali İbn Ebi Talib (r.a.)’a düşman Hıristiyanların
kestikleri hayvanlarının etlerinin yenilip yenilemeyeceği sorulduğu ve kendisinin bunda
bir beis görmediğini, ancak kadınlarıyla evlenmenin mekruh olduğunu söylediğini
nakleder.174
Hayber savaşında başgösteren kıtlık sebebiyle müslüman askerler, at ve ehil eşek
eti yemeye başladılar. Bu duruma muttali olan Hz. Peygamber (s.a.v.) at etini yemeyi
serbest bırakmış, ehil eşek etini yemeyi is yasaklamıştır.175
Askerler yol boyunca rastladıkları ağaçların dibine düşen meyvelerinden
yiyebilirler. Rafî İbn Amr el-Gaffarî çocukluğunda hurma ağacından hurma
düşürebilmek için ağacı taşlarken Rasûlullah (s.a.v) gelir. Kendisine hurma ağacını
niçin taşladığını sorar. Ağaca taş atmamasını söyleyerek şöyle buyurur: “Hurmaya taş
173 Mâide, 5/5.
174 es-Serahsî, a.g.e., I, 103,104; Ateş, a.g.e., II, 743-745; Elmalılı, a.g.e., III, 166,167.
175 İbn Hişâm, a.g.e, III, 345; İbn Kesir, a.g.e., II, 192.
94
atma. Ağacın altına düşenlerden ye.”176 Bu hadis ağaçların altına düşen meyvelerin
yenebileceğini göstermektedir.
Yine askerler yol üzerinde rastladıkları sürülerin sütlerinden yararlanabilirler. Şu
hadis bu hususta nasıl hareket edileceğini göstermektedir. “sizden biriniz davar
sürüsüne rastladığı zaman, orada sahibi var ise izin istesin. İzin verirse süt sağsın ve
içsin. Sahibi yoksa üç kere seslensin. Cevap verirse izin istesin. Sahibi yok ise süt
sağsın ve içsin. Fakat yanına alıp götürmesin.”177 Bu hadiste de görüldüğü gibi izin
almak şartıyla sürülerin sütünden yararlanılabilir.
3) Alış-Veriş
Savaş sırasında, savaş hizmetlerine engel olmayacak şekilde alış-verişte
bulunmak haram değildir. Fakat asıl vazife olan cihâd hizmetlerini aksatacak olan
ticarete cevaz verilmez.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in uygulamaları savaş sırasında alış veriş
yapılabileceğini göstermektedir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) savaşlarda alış veriş
yapanları gördüğü halde, onları bundan men etmemiştir.178
Hârice İbn Zeyd, babasına savaşa katılan bir kimsenin alıp satmasını ve ticaret
yapmasını soran bir kişiye şöyle cevap verdiğini bildirir. “Biz Rasûlullah (s.a.v.) ile
beraber Tebük Savaşı’nda iken alış veriş yaptık. Rasûlullah (s.a.v.) bizi görüğü halde,
bizi bundan nehyetmedi.”179
Savaşın çıkmış olması, Müslümanlar ile savaşılan ülkeler arasındaki ticarete
hiçbir zaman engel olmaz. Şu halde, İslâm ülkelerinde toplanan ticaret mallarını düşman
ülkelere satmak isteyen tüccarlara izin verilmektedir.
Tüccarlar, Müslümanların zararına düşmanları kuvvetlendirecek olan ticaret
mallarını dış ülkelere satmaya salahiyetli değillerdir. Hanefiler savaş araç ve gereçleri,
176 Ebû Dâvûd, Cihâd 85; İbn Mâce, Ticaret 68; Ahmed İbn Hanbel, V, 21.
177 Ebû Dâvûd, Cihâd 85; Tirmîzî, Büyu’ 59.
178 İbnü’l-Kayyım el- Cevziyye, a.g.e., III, 1101.
179 İbn Mâce, Cihâd 23.
95
silah yapımına yarayan ve her türlü silah yapımında hammadde olarak kullanılan demir
gibi askeri teçhizat maddeleri dışındaki bütün ticaret eşyasının düşman ülkelerine ihraç
edilebileceğini söylemişlerdir. Demir konusunda Kur’an’da bir ayet bulunmakta ve
burada şöyle denilmektedir:
“Biz demiri de var ettik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar
vardır.”180
Hukukçuların çoğunluğu, yiyeceklerin ve her çeşit giyim eşyasının düşman
memleketine satışına izin vermişlerdir. Yalnız İmam Şafii:
“Silahlar kadar yiyecek ve giyecekler de düşmanı kuvvetlendirir” diyerek bu
düşünceye karşı çıkmıştır.
Demir, silah ve köleler dışında, her türlü ticaret eşyasının ihracatına izin veren
hukukçular, bu konudaki görüşlerine destek olarak, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)’in,
Mekke’de savaşmakta olan Ebû Sufyân’a, bir deri parçası karşılığında, bir miktar
sıkıştırılmış hurma göndermesini ve ayrıca Mekke halkının açlıktan kıvrandığı bir
sırada, ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak üzere, yüz dinar yollamasını gösterirler.
Düşmanlara sulhtan sonra olsa bile silah, at, demir gibi savaş aletlerini takviye
edecek şeylerin satılması Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından yasaklandığından satılmaz.
Fakat İslâm toplumunun ihtiyacı olmamak şartıyla onlara yiyecek ve giyecek gibi
şeyleri satmak istihsanen câizdir. İslâm toplumunun ihtiyacı varken satmak câiz
değildir.181
Kıyas, İslâm düşmanlarına yiyecek ve giyecek de satmanın câiz olmamasını
gerektirir. Ancak biz nassdan bunun câiz olduğunu öğreniyoruz. Zira Hz. Peygamber
(s.a.v.) –Mekke müşrikleri Müslümanlarla savaş halinde iken- Sümâme’ye onlara
yiyecek maddelerini satmasını emretmiştir.182
180 Hadîd, 57/25.
181 Atıf, a.g.e., III, 392.
182 el-Merğınâni, a.g.e., II, 139.
96
Bütün bu bilgiler; gerek duyulduğu takdirde savaşı terketmemek şartıyla alış
veriş yapılabileceğini göstermektedir.
4) Borçlunun Savaşa Katılması
Borçlu olanlar, borçlarını ödeyecekleri zamana kadar askerlikten muaf tutulurlar.
Çünkü borcun ödenmesi savaşa katılmaktan daha mühimdir. Alacaklının izni olmadan
borçlunun savaşa gitmesi mekruhtur. Tıpkı çoluk çocuğuna yetecek malı bırakmadan
birinin hacca gitmesi gibi. Bu onun için mekruh ise, borçlu için daha çok mekruh olur.183
Borçlu kişi savaşa gitmek isteyip alacaklı kişi de hazır değilse, borcunu ödemeye
yetecek kadar malı varsa, savaşa gitmesinde sakınca yoktur. Savaşa gideceği zaman bir
adama, kendisine bir şey olduğu takdirde mirasından borcunu ödemesi için vasiyet eder.
Çünkü alacaklının hakkı borçlunun canında değil, malındadır. Savaşa gitmesiyle
onun hakkından bir şey kaybolmuş olmaz. Çünkü alacaklı döndüğü zaman hakkını
borçludan tahsil ediyormuş gibi o işle görevlendirilen kişiden teslim alır. Vasiyet
sözünün belirtilmesi ise, savaşa giden kişinin Allah yolunda şehit olabileceğindendir.
Böyle bir durumda onun yerine borcunu ödeyecek kişiye vasiyette bulunur.184
Borç vadeli ise ve borçlu, borcun vadesi gelmeden önce zahire bakarak
döneceğini biliyorsa, en iyisi borcunu ödemek için kalıp çalışmasıdır. Ama bu durumda
da gitmesinde bir sakınca olmaz. Çünkü borcun vadesi gelmeden önce alacaklının onu
engellemeye hakkı yoktur.
Rasûlullah (s.a.v.)’in buyurduğuna bakarak böyle bir kişinin gitmesinin daha iyi
olacağı sonucu çıkarılmıştır. Asıl borçlu, söz konusu borcu kendisinin aynı oranda
alacaklı olduğu bir üçüncü kişiye havale etse, o takdirde borçlunun savaşa gitmesinde
sakınca olmaz. Çünkü alacaklının borcunu başkasına havale etmesiyle o borçtan
kurtulmuş olur.
183 es-Serahsî, a.g.e., IV, 209; İbn Rüşd, a.g.e., II, 413.
184 es-Serahsî, a.g.e., IV, 35.
97
Borcunu başkasına havale eden kişinin ondan alacağı yoksa savaşa çıkmaması
müstehap olur. Çünkü havale eden kişinin borcundan kurtulsa bile, kendisine havale
edilen borç hala üzerindedir.
Alacağı havale edilen değil de, üzerine borç havale edilen kişi savaşa çıkmasına
izin verirse, çıkmasında sakınca olmaz. Çünkü üzerinde alacaklının hakkı kalmamış
olur. Sadece üzerine borcun havale edildiği kişi ile ilişkisi kalmıştır. Bunun da onun
hakkında verdiği izin muteberdir.185
5) Kadınların Savaşa Katılması
Kadınlar savaşa katılabilirler. Hz. Peygamber (s.a.v)’in uygulamalarında bu
hususu teyit eden bir çok olay mevcuttur.
Necdet İbn Âmir el-Harûrî, İbn Abbas (r.a.)'a beş haslet hakkında soru
sormuştur. Bunlardan biri de “Rasûlullah (s.a.v.) savaşa çıkarken kadınları da götürür
müydü?” sorusuydu. İbn Abbas (r.â.), şu cevabı yazdı: "Bana yazıp "Rasûlullah
(s.a.v.)'ın savaşa kadınları da götürüp götürmediğini" sordun. Evet, kadınları savaşa
götürürdü. Onlar yaralıları tedavi ederlerdi.186
İbn Abbas’ın cevabından kadınların, bazı geri hizmetlerde vazife alabileceği
anlaşılmaktadır. Ancak, onların savaşa olan bu iştirakleri, ganimet taksiminde "pay"a
iştirak hakkı tanımıyor, bahşiş ve atiyye cinsinden radh denen ve -belli bir miktar ve
nisbeti olmaksızın- komutanın takdirine bağlı bir ihsan veriliyor.
Ümmü Atiyye (r.a.) anlatıyor: "Ben Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte yedi ayrı
gazveye çıktım. Ordugâhlarda ben geride kalır, askerlere yemek yapar, yaralıları tedavi
eder, hastalara bakardım."187
Bu rivayet de kadınların, geri hizmetler görmek üzere savaşa katılabileceğini
göstermektedir. Ümmü Atiyye "geride kaldığını" ifade ediyor. Yani bizzat düşmanla
185 es-Serahsî, a.g.e., IV, 208, 209.
186 Müslim, Cihâd 137; Tirmîzî, Siyer 8; Ebû Dâvûd, Cihâd 152.
187 Müslim, Cihâd 142.
98
savaş yapmak üzere ileri hatta katılmıyor. Mutfak, temizlik, tedavi, tamir, hayvan
bakımı gibi, orduya terettüp eden "geri hizmetler" veya "destek hizmetleri" ifa ediyor.
Gazveye katılmada Ümmü Atiyye münferit bir örnek değildir. Ancak başka rivayetler
nazara alınacak olursa kadınların savaşta silahlı mücadeleye iştirak ettikleri de görülür.
Bedir ve diğerleri gibi çıkılan ilk askerî seferlerde, hastabakıcı, aşçı, v.s.
şeklinde de olsa kadınlara görev verilmemiştir; daha sonraları çok miktarda kadın
savaşçıya rastlıyoruz. Bilhassa erkek savaşçıların yeterli miktarda olmadığı sırada sırf
düşmana baskın verip onu püskürtmek üzere Ümmü Suleym, Ümmü Haram ve diğer
hanım savaşçıların Uhud, Huneyn v.s. savaş meydanlarında silaha sarılıp netice alacak
şekilde yiğitçe dövüştüklerini görüyoruz; üçüncü hicri senede cereyan eden Uhud harbi
sırasında Rasûlullah’ın Ailesine mensup olanlar da dâhil genç kadınlar, mücahitlere
içme suyu veriyor ve yaralıların yardımına koşuyorlardı.188 Yaşlı kadınlar yemek
hazırlamak, su çekmek, hasta ve yaralılara bakmak gibi hizmetler için büyük ordularda
bulunabilirler. Fakat genç kadınların evlerinde kalmaları, kötülüğe meydan verilmemesi
bakımından daha iyidir.189
Azlıktan dolayı kazanılacağına zannı galib olamayan üç yüz dört yüz kişiden
ibaret olan bir fırka asker ile beraber Kur’an, hadis ve fıkıh kitapları gibi tazimi vacip
alaya alınması haram olan şeyleri veya kadınları götürmek şer’an yasak olduğundan
tahrimen mekruhtur. Fakat kazanılacağı hissedilen çok asker ile beraber Kur’an ve dini
kitaplara ve hastalara bakmak, askerlere su vermek gibi hizmetlerde bulunmak üzere
seçilen kadınları götürmek mekruh değildir. Genç kadın götürmek gerekirse genç cariye
götürmek evladır.190
Bazı alimlerimiz kadınların savaşa katılma keyfiyetinin sonradan neshedildiğini
söylemiştir. Ancak Rasûlullah (s.a.v.)'ın vefatından sonra (hicrî 13) cereyan eden yüz
kadarı Bedrî olmak üzere bin kadar sahabenin katıldığı bu savaşta kadınların yer almış
olması, keza Kıbrıs'ın fethinde, Hz. Enes'in teyzesi Ümmü Haram (r.a.)'ın bulunması
188 Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 999.
189 el-Merğınâni, a.g.e., II, 137.
190 Atıf, a.g.e., III, 388.
99
gibi örnekler nesh meselesini ihtiyatla karşılamamız için yeterlidir. Ne var ki,
Müslümanların sayıca çoğalması, askerliğin muvazzaf, sistemli bir mahiyet kazanması
gibi durumlar, kadınların askere alınmasına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmış olabilir.
Günümüz şartlarında da ihtiyaç yoktur. Ama İslâm'ın bu meseledeki sözü nedir?
denilecek olursa, ret cevabında kesin ve aceleci olmamak gerektiğini söyleyebiliriz.
Öyle ise: "Cihâdda asıl olan erkeklerin yapmasıdır. İhtiyaç halinde kadına da başvurma
kapısı açıktır" diyebiliriz.191
F) İLKYARDIM VE TEDAVİ
Savaşta ilk yardım ve tedavi, gerek Müslümanlar için olsun gerekse yaralı olarak
ele geçen düşman askerleri için olsun, insanî bir görevdir. Hz. Peygamber (s.a.v.)
dönemi savaşlarında bu görevi savaşa katılan kadınlar yerine getirmiştir. Uhud Harbi
sırasında Rasûlullah (s.a.v.)’ın ailesine mensup olanlar da dâhil genç kadınlar,
mücahitlere içme suyu veriyor ve yaralıların yardımına koşuyorlardı.192 Nitekim, Ebû
Ümâme İbn Sehl İbn Huneyf’ten yapılan rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), Uhud Günü
yüzünü çürümüş bir kemikle tedavi etmiştir.
Yine rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), bir hasır parçasını yakarak onunla yüzünü
tedavi etmiştir.
Başka bir rivayette ise, çürümüş bir kemikle tedavi etmiş ve bir sargıyla
bağlamıştı. Günlerce de bu sargının üzerine mesh etmişti.193
Rasûlullah (s.a.v.), Hendek Günü ucu uzunca bir okla elinin damarı kopan Sa’d
İbn Muaz’ı dağlayarak tedavi etmiştir. Es’ad İbn Zürâre (r.a.)’yi de dağlayarak tedavi
ettiği rivayet edilmiştir.194
191 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., IV, 33, 34.
192 Hamidullah, a.g.e., a.y..
193 es-Serahsî, a.g.e., I, 91
194 es-Serahsî, a.g.e., I, 92.
100
Sonuç olarak, ilkyardım ve tedavi, Müslüman ve gayrimüslim ayrımına
bakmaksızın vicdanî ve insanî bir görev kabul edilmelidir. İslâm tarihindeki
uygulamalar da bu şekildedir.
III- SAVAŞIN DİĞER UNSURLARI
A) ASKERLERE YÖNELİK HÜKÜMLER
1) Komutana İtaat
Cihâda çıkılınca herkes kendi başına hareket etme imkânına sahip değildir.
Ordunun başındaki komutana yüzde yüz itaat edilmesi ve emrinden çıkılmaması
gerekir. Başıbozukluk her yede bir felâketse de, özellikle cihâd yolculuğunda ve
cephede hiç affedilmeyecek bir suçtur. Bu sebeple, cihâd meydanındaki emirler
münakaşa ve istişareye açık değildir. Çünkü onun için yeterli zaman ve uygun zemin
yoktur.195
İmam Muhammed’e göre: “Devlet başkanı, akıllı, faziletli, savaştan anlayan ve
Müslümanlara şefkat besleyen kimseyi komutan tayin etmelidir. Çünkü komutana itaat,
Allah’a ve Rasûlü’ne itaat demektir. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber
ve sizden olan emir sahiblerine de itaat edin,”196 ayeti ile “size habeşli bir köle emir olsa
dahi, Allah’ın kitabıyla hükmettiği sürece itaat edin, dinleyin,” hadisi bunu
göstermektedir.197
Askerler komutanlarına itaat ettikleri zaman helâk olacaklarını bilseler,
kendilerine v,erilen bu emir, onları helâk etmek yahut hafife almaktır ki, yüce Allah bu
tür itaati kınamıştır. “Firavun, milletini horladı, ama onlar kendisine yine de itaat ettiler.
Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir.”198
195 en-Nevevî, a.g.e., VI, 61.
196 Nisâ, 4/59.
197 Buhâri, Ezân 54, Ahkâm 4; Tirmîzî, Fiten 30; İbn Mâce, Cihâd 39; Ahmed İbnHanbel, II, 523; es-
Serahsî, a.g.e., I, 118.
198 Zuhruf, 43/54.
101
Verilen emir hakkında asker arasında ihtilaf varsa; bir kısmı o emirde helâk
olmanın bulunduğunu söyleyecek olsa, o zaman komutanın emrine itaat edilir.
Ancak helâk olmakla sonuçlanacağı hiç kimseye kapalı olmayacak derecede
apaçık ise yahut onlara bir günahı emredecek olsa, o zaman itaat etmezler. Ancak
sabredip komutanlarına karşı ayaklanmamaları gerekir.199
Komutan, falan komutan ve askerleri sağda, filan ve askerleri önde, falan ve
askerleri de solda yerlerini alsın, emrini verince hiç kimse kendisine tayin edilen yeri
terk etmemelidir.200
Rasûlullah (s.a.v.), İslâm daveti için Şam’ı fethetmeye yöneldi. Zeyd İbn
Hârise’nin oğlu Usâme komutasında ordu hazırladı. Hz. Ebû Bekir ve Ömer de bu
orduya katılmışlardı. Vefatında ordunun mutlaka gönderilmesini tavsiye etti. Bu
ordunun oluşturulmasındaki anlama kısaca bir göz atalım. Ordunun başında Mûte
Savaşı’ında şehit düşen Zeyd İbn Hârise’nin oğlu Usâme vardır. Usâme, Arap
toplumunun anlayışında soy ve şöhret bakımından Kureyş büyüklerinin derecesinde
olmadığı halde komutan tayin edilmiştir. Özellikle İslâm’da ve halk arasında itibar ve
mevkileri herkes tarafından bilinen Hz Ebû Bekir ve Ömer, Usâme’nin kumandası
altında orduda bulunmaktadırlar. Bu uygulama küçüklerin önünde engellerin durmaması
ve engel çıkarılmaması gerektiğini, küçüğün komutasında olmanın büyüğün değer ve
itibarını düşürmediğini, cihâd da amel ve gayret dışında bir şerefin söz konusu
olmadığını göstermektedir.201
2) Savaş Meydanında Sebat Etmek
Savaş şartlarında bir askerin davranışı neticeye müessir olabilir. Bir korkağın
paniğe düşüp kaçması, öbürlerine de sirâyet edebileceği gibi bir cengâverin sebatı da
199 es-Serahsî, a.g.e., I, 116, 117.
200 es-Serahsî, a.g.e., I, 119.
201 Ebû Zehra, Dünya İslâm Birliği, s. 157.
102
başkalarının sebatına sebep olabilir. Savaşı kazanmanın asıl sırrı, ayet ile sabittir ki
düşmandan daha sabırlı olmaya bağlıdır.202
Savaş esnasında sabretmek, ecrini sadece Allah’tan beklemek sûretiyle ihlâsla
hareket etmek, düşmana karşı sırt çevirmeyip karşı durmak sûretiyle şehit olan kimse bu
dünyada en üstün makama, cennete de en üstün dereceye ulaşır.203 Nitekim Ayet-i
Kerime’de;
Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve
Allah’ı çok anın ki başarıya erişesiniz. Allah ve Rasûlü’ne itaat edin; birbirinizle
çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü
Allah sabredenlerle beraberdir. Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve insanları
Allah’ın yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkan kâfirler gibi olmayın. Allah onların
yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır”.204
“Düşmala karşılaştığınız zaman sabredin…”205 hadisi, her Müslüman asker için
sebat etmenin geçerli olduğunu ifade etmektedir. Ebû Katade (r.a.)’den rivayet
edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.), ashab arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihâd,
Allah’a iman etmek amellerin en faziletlisidir” diye hatırlattı. Bunun üzerine bir kişi
ayağa kalkıp:
— Ya Rasûlullah! Şayet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma
keffâret olur mu? diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) ona:
—Evet, şayet sen sabrederek, ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden
kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürürsen, günahlarına keffâret olur”
buyurdu. Sonra, Rasûlullah (s.a.v.):
— “Nasıl demiştin?” diye sordu. Adam:
202 Âli İmrân, 3/200.
203 en-Nevevî, a.g.e., VI, 59.
204 Enfâl, 8/45–47.
205 Buhârî, Cihâd 32; Müslim, Cihâd 19; Ebû Dâvûd, Cihâd 89; Ahmed İbn Hanbel, II, 523.
103
— Şayet ben Allah yolunda öldürürsem, günahlarıma keffâret olur mu? diye
sözünü tekrarladı. Rasûlullah (s.a.v.) ona:
— “Evet, şayet sen sabrederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek, düşmandan
kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret
olur. Ancak borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibril söyledi” buyurdu.206
Sabır, dinimizin en önemli disiplinlerinden biridir. Sabır imtihanı da en zor
imtihanlardandır. Belâ ve musibetlere sabır hususunda herkes bir değildir.
“Hayatımızın her safhasında sabra ihtiyacımız varsa da, Allah yolunda cihâd,
sabrın gerektiği yerdir. Çünkü dünyada elde edilen zaferi, nefisle mücâhedeyi ve
ahirette cenneti kazanma alanı cihâd meydanıdır.
İmam-ı Muhammed (r.a.)’ın anlattığına göre: Ebû l-Muhatar’ın babası olan Ebû
Ubeyd es-Sekafi, Kussu’n-Natıf isimli yerde öldürüldü. Kendisi, kaçmayı reddetmiş ve
ölünceye kadar düşmanla savaşarak sebat etmişti. Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Allah
Ebû Ubeyd’e rahmet etsin. Şayet bana geri dönseydi ona kuvvet olurdum.”
Buradan anlıyoruz ki, sebat etmek ve dövüşe devam etmek kendini tehlikeye
atmaktır diyenlerin aksine, sebat edip savaşa devam etmekte bir sakınca yoktur. Aksine,
bunda kendini Allah için feda etme vardır. Sahabeden bunu yapanlar olmuştur ve
Rasûlullah (s.a.v) onları övmüştür.207
3) Savaştan Kaçmak
a) Özürsüz Olarak Savaşa Katılmamak
Savaş her Müslümana farzdır. İslam dinine mensup her kişi bu görevi yerine
getirmek mecburiyetindedir. Savaştan geri kalmak konusunda Müslümanlar Kur’an-ı
Kerim’de uyarılmaktadırlar. Dünya nimetlerini Allah yolunda savaşmaktan üstün
tutanlar, ölüm korkusu duyanlar da uyarılmaktadırlar ve bu konuda münâfıkların haline
206 Müslim, İmâret 32.
207 es-Serahsî, a.g.e., I, 90.
104
dikkat çekilmektedir. Maide, 5/54 ve Tevbe, 9/39 da: Eğer Allah yolunda savaşmaktan
kaçınacak olursak, Allah’ın kendi yolunda savaşacak ve kendisinden razı olduğu başka
bir toplumun getirileceği haber verilmektedir.
“Kim gaza etmeden ve gönlünden gaza etme arzusunu taşımadan vefat ederse,
bir tür nifak üzere ölür”.208
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki: ‘Allah yolunda topluca savaşa çıkın’
denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Yoksa siz ahireti bırakıp sadece dünya hayatına
mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır.”209
“Eğer savaşa çıkmazsanız, O sizi can yakıcı bir azaba uğratır ve yerinize sizden
başka bir topluluk getirir. Siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz Allah her şeye kâdirdir.”210
İmam-ı Muhammed (r.a.) bu hususta şunları söyler: Gücü yerinde bir
Müslüman’ın iki düşmandan kaçmasını câiz görmem. Çünkü yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa
katılmak maksadı dışında, savaş günü arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir
gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü bir dönüştür!"211
Rasûllah (s.a.v.)’ın sakınılmasını emrettiği yedi büyük günahtan biri de savaştan
kaçmaktır.212
Ancak tekrar savaşma yahut başka bir alanda savaşmak gayesiyle başka bir
Müslüman müfrezeye katılmak için kaçanlar bundan hariçtir.
Buradan anlıyoruz ki, düşman güç getirilemeyecek kadar güçlü ise
Müslümanların geri çekilmesinde bir sakınca yoktur.213
Ebû Said (r.a.) anlatıyor: "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir
başka topluluğa katılmak maksadı dışında, savaş günü arkasını düşmana dönen kimse
208 Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvûd, Cihâd 18.
209 Tevbe, 9/38.
210 Enfâl, 8/16.
211 Enfâl, 8/16.
212 Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48; Müslim, Îman 145; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 15.
213 es-Serahsî, a.g.e., I, 88.
105
Allah'tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir
dönüştür! ayeti Bedir günü indi."214
Ayet Müslümanlara, savaşmanın mühim bir kaç adabını bildirmektedir.
1- Düşmana gizlice, ağır ağır yaklaşmak. Ayette geçen zahfân tabiri bebekler
için emeklemek manasında kullanılır. Düşmana ağır ağır yaklaşıldığı savaş manasında
yevm-i zahf (emekleme günü) tabiri kullanılması, Arapça'da âdet olmuştur.
2- Savaş sırasında kaçmamak, sonuna kadar, yani zafer veya şehâdet elde
edinceye kadar geri dönmemek. Ayet savaştan kaçmayı, Allah'ın gazabına uğramak gibi
şiddetli bir tehdidle yasaklamaktadır. Bu, nerdeyse şehîde vaad edilen mükâfâtın
büyüklüğüne denk bir ceza olmaktadır.
3- Ayet iki maksadla kişinin, savaşta yerini terkedebileceğini ifade ediyor:
a) Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek: Bu, düşmanı, sağlamca veya
tehlikeli şekilde yerleşmiş bulunduğu yerden çıkarıp, kendimiz için daha elverişli olacak
bir mevziye çekmek için düşmana, kaçıyormuş intibaını vermek için bir tarafa
çekilmek.
b) Bir başka topluluğa katılmak maksadıyla cepheyi terk. Bu da güçlenmek veya
güçlendirmek maksadına yöneliktir, harp hilesidir. Şu halde, bu iki maksad dışında
savaştan firar kesinlikle haramdır.215
İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: ‘Rabbimiz, Allah
yolunda savaşan şu kimseye taaccüb etmiştir: Arkadaşları hezimete uğra(yıp kaçmış)tır.
Ancak O, (kaçmanın haram olduğunu düşünerek) kendisine düşen sorumluluğun
idrakiyle geri dönerek, öldürülünceye kadar düşmanla çarpışmıştır. Bunun üzerine aziz
ve celil olan Allah, meleklere (iftiharla) şöyle der: ‘Şu kuluma bakın, benim nezdimde
214 Enfâl, 8/16; Ebû Dâvûd, Cihâd 106.
215 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., II, 384, 385.
106
olan mükâfaatı düşünüp katımda olan (cezadan) korkarak geri döndü, öldürülünceye
kadar savaştı."216
Hadiste, savaş sırasında tek başına bile kalsa kaçmayıp sebat etmek taaccüble
ifade edilmiştir. "Taaccüb", sebebi bilinmeyen bir durum karşısında duyulan hayrete ve
hayranlığa delalet eder. Allah herşeyi bildiğine göre bu bir mecazdır, hakikatı ise,
Allah'ın razı ve memnun olmasıdır.217
b) Bir Özür Sebebiyle Savaşa Katılamamak
Asr-ı saadette bir cihâd çağrısı yapıldığı zaman sahabeler buna katılmanın Allah
katında büyük bir ecir ve sevap, âhirette mükâfat ve cennette en üstün makama kavuşma
vesilesi olduğunu biliyorlardı. Bu sebeple gazvelere katılmakta can atmakta idiler.
Cihâda katılmaya gücü yetenler bütün hazırlıklarını kendileri yapar, maddi açıdan gücü
yetmeyen sahabelere yardım ederlerdi. Fakat bunlardan istifade edemeyenler, cihâda
katılamadıkları için çok üzülür, gözyaşı dökerlerdi. Mazereti sebebiyle savaşa
katılamayanlar Ayet-i kerime ile istisna edilmişlerdir.
“Köre bir sorumluluk yoktur, topala bir sorumluluk yoktur, hastaya da bir
sorumluluk yoktur. Kim Allah ve Rasûlü’ne itaat ederse Allah onu altlarından ırmaklar
akan cennetlere sokar. Kim de yüz çevirirse, onu da can yakıcı bir azaba uğratır”.218
“Allah ve Rasûlü için öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara, harcayarak
bir şey bulamayanlara (savaşa katılmamaktan dolayı) bir günah yoktur. İyilikte
bulunanların aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.219
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Eslem kabilesinden bir genç: "Ey Allah'ın Rasûlü!
Ben gazveye katılmak istiyorum, ancak gazve için gerekli teçhizatı temin edecek malım
yok!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Öyleyse falancaya git. O hazırlık yapmıştı ama
hastalandı (gelemeyecek)" dedi. Genç o adama gidip:" Rasûlullah (s.a.v.)'ın sana selamı
216 Ebû Dâvûd, Cihâd 38.
217 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., III, 525.
218 Fetih, 48/17.
219 Tevbe, 9/91.
107
var, cihâd için hazırladığın teçhizatı bana vermeni söyledi" dedi. Adam, ismen çağırarak
hanımına: "Hanım! cihâd için hazırladığım teçhizatı şu gence ver, onlardan hiçbir şeyi
alıkoyup esirgeme, Allah'a kasem olsun, esirgemeden her ne verirsen hakkında mübarek
kılınır" dedi."220
Bu hadis hayra sebep olmanın da hayır ve sevap olduğunu ifade etmektedir.
Fıkıh alimleri, hayır için hazırlanan bir malın, başka bir hayırda da harcanabileceğine,
bu hadisten delil çıkarmıştır.221
Rasûlullah (s.a.v.)’ın son gazvesi olan Tebük’e katılamayanlar çok
üzülmüşlerdi. Onları bilerek ve isteyerek, herhangi bir mazeretleri olmaksızın cihâda
katılmayanlarla bir tutmak hakkaniyetli bir tavır olamazdı. Çünkü sahabe arasında böyle
davrananlara münafık nazarı ile bakılmaktaydı. İşte Rasûlullah (s.a.v.) onların
durumunu gayet iyi bildiği için, meşru mazeretleri sebebiyle bu gazveye katılamayan
sahabeleri şu sözleri ile müjdeleyip teselli etmiştir.222
“Şüphesiz Medine’de bir takım insanlar vardır ki, siz bir yolda yürür veya bir
vadiyi geçerken sanki sizinle beraberdirler. Onları hastalık alıkoymuştur.223
Nisâ sûresinde, cihâd eden mü'minlerin cihâd etmeyen mü’minlere faziletçe
üstünlüğü belirtilirken, "cihâd etmeyen" den maksadın "özürsüz olarak yerlerinde
oturanlar" olduğu belirtilir.224 Nitekim bu istisnaî hüküm, âmâ sahabelerden İbn Ümmi
Mektûm'un cihâda iştirak edemediği için sevaptan mahrum kaldığını düşünerek
Rasûlullah (s.a.v.)'a beyan ettiği üzüntüsü üzerine nazil olmuştur.
Bera (r.a.) anlatıyor: "Mü’minlerden oturanlarla Allah yolunda mallarıyla
canlarıyla savaşanlar bir olmaz"225 ayeti nazil olduğu zaman Hz. Peygamber (s.a.v.)
Zeyd (r.a.)'i çağırdı. Zeyd bir kürek kemiği ile ayeti yazmaya geldi. Bu sırada İbn
Mektum gözlerinin âmâ oluşundan yakınıyordu. Bunun üzerine ayetin devamında özür
220 Müslim, İmâret 134; Ebû Dâvûd, Cihâd 177.
221 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., IV, 50.
222 en-Nevevî, a.g.e., VI, 100, 101.
223 Müslim, İmâre 159; Buhâri, Meğâzi 81; Ebû Dâvûd, Cihâd 19.
224 Nisâ, 4/95, 96.
225 Nisâ, 4/95.
108
sahipleri istisna edildi: "Mü’minlerden, özür sahibi olmaksızın (evlerinde) oturanlarla
Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz."226
Hadis, cihâda can u gönülden katılan mü’minlerle, cihâda katılmayıp evde kalan
mü'minlerin arasındaki farkı belirterek cihâda katılmaya teşvik maksadıyla nazil olan
ayete "özürsüz olarak" kaydının nasıl konduğunu belirtmektedir.227
Mü’minin hayatında niyetin ne kadar ehemmiyetli olduğunu gösteren
durumlardan biri de mazereti sebebiyle savaşa katılamayanların durmudur. Samimiyetle
niyet ettiği hayırlı bir amele, meşru bir mazeretle iştirak edemeyen kimse, yapanların
sevabına aynen iştirak etmiş olmaktadır.
B) SAVAŞTA MORAL VE MOTİVASYON
Savaş meydanında mücahitleri düşmanla savaşa teşvik edici, onların duygularını
coşturucu, cihâdın faziletini ortaya koyucu nitelikte sözler söylemek, şiir okumak ve
benzeri faaliyetler göstermek ordunun moral ve motivasyonu açısından önemli bir yer
oluşturmaktadır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir;
“Ey Peygamber! İnananları savaşa özendir. Sizden dayanıklı yirmi kişi, iki yüz
kişiyi yener. Eğer sizden yüz kişi olursa, inkâr edenlerden bin kişiyi yener. Çünkü onlar
anlamayan bir topluluktur.”228
“Şimdi, Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizdeki bitkinliği bilmektedir. Sizden
dayanıklı yüz kişi, iki yüz kişiyi yener. Sizden bin kişi olursa, Allah’ın yardımı ile iki
bin kişiyi yener. Allah sabırlı olanlarla beraberdir”.229
“Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer inanmışsanız en üstün siz olacaksınız”.230
226 Buhârî, Cihâd 31, Tefsir, Nisâ 18, Fedâil 4; Tirmizî, Cihâd 1.
227 İbnü’l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., II, 310.
228 Enfâl, 8/65.
229 Enfâl, 8/66.
230 Âli İmran, 3/139.
109
“Öyleyse, dünya hayatına karşılık âhireti satın alanlar, Allah yolunda
çarpışsınlar. Kim Allah yolunda çarpışırsa ister öldürülsün ister galip gelsin biz ona
büyük bir ödül vereceğiz.231
Hz. Peygamber (s.a.v.), ashabından şehit olanların her biriyle yakından
ilgilenmiş, onlara özel bir ihtimam göstermiş, hem onların cennete olduklarını
müjdelemiş hem yakınlarını teselli etmiş, hem de sahabe-i kiramı şahadet mevki ve
makamına özendirmişlerdir.232
1) Yüce Bir Değer Olarak Cihâdın Faziletinin Anlaşılması
Niçin savaşacağı konusunda inancı olmayan kişi, savaş ideolojisine sahip
değildir. Böyle kişiler, savaşta kolayca bezginliğe ve vazgeçmeye maruz kalırlar.
Fedakârlık duygusu taşımayan bir asker, savaşamaz.233
Rasûlullah (s.a.v.), birçok hadislerinde cihâdın faziletinden bahsederek,
Müslümanları cihâda teşvik etmişlerdir. Bu hadislerden birkaç tanesini zikredelim.
İbn Ebî Umeyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:"Allah
yolunda öldürülmem; bana bütün evlerde ve çadırda yaşayanların benim olmasından
daha sevgilidir."234
Ebû'n-Nasr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) Uhud şehidlerine uğradı ve: "İşte
bunlar var ya, bunlar için şehadet ederim" dedi. Ebû Bekir (r.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü
biz onların kardeşleri değil miyiz? Onlar nasıl Müslüman oldularsa biz de Müslüman
olduk, onların cihâd etmeleri gibi biz de cihâd ediyoruz!" dedi. Rasûlullah (s.a.v.) şu
cevabı verdi:" Evet (söylediğiniz hususlar doğru), ancak benden sonra ne gibi bid'adlar
çıkaracağınızı bilemiyorum."Hz. Ebû Bekir (r.a.) ağladı, ağladı ve sonra:" Yani biz
senden sonraya mı kalacağız? (diye eseflendi)."235
231 Enfâl, 4/74.
232 en-Nevevî, a.g.e., VI, 73.
233 Tarhan, a.g.e., s. 54, 55.
234 Nesâî, Cihâd 30.
235 Muvatta, Cihâd 32.
110
Ebû Malik el-Eş'ârî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:"Kim Allah
yolunda evinden ayrılır, sonra da öldürülür yahut atı veya devesi (yere atıp) boynunu
kırar veya bir zehirli sokar veya yatağında ölür ise, Allah'ın dilediği hangi musibetle
ölmüş olursa olsun şehit olarak ölür."236
Yahya İbn Saîd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) (Bedir'de bizleri) cihâda
teşvik etti, cenneti hatırlattı. Bu sırada Ensâr'dan biri, elindeki hurmalardan yemekte idi.
Birden: "Ben şunları bitirinceye kadar oturacak olursam dünyaya fazla hırs göstermiş
olacağım" dedi ve ellerindeki hurmaları fırlatarak kılıcını çekip şehit olnucaya kadar
savaştı." 237
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.)'tan bir gün sordular: Ey Allah'ın
Rasûlü! Allah yolunda yapılan cihâda hangi amel denk olur? (Başka bir amelle) dedi,
ona güç getiremezsiniz! Soruyu soranlar ikinci ve hatta üçüncü sefer tekrar sordular.
Rasûlullah (s.a.v.) her seferinde aynı cevabı verip: (Bir başka amelle) ona güç
getiremezsiniz! dedi ve sonra şunu ilâve etti: " Allah yolundaki mücâhidin misali
gündüzleri ve geceleri hiç ara vermeden oruç tutup, namaz kılan, Allah'ın ayetlerine de
itaatkâr olan ve Allah yolundaki mücâhid cihâddan dönünceye kadar namaz ve oruçtan
hiç gevşemeyen kimse gibidir."238
2) Şehit Olmanın Mukaddes Bir Değer Olarak Bilinmesi
Savaşmak, hayatı riske atmaktır. İnsanın en büyük sermayesi hayatıdır. Savaşan
insan, en büyük sermayesini riske atan kimselerdir. Bu riske girmek için yüksek idealler
olmalıdır.239 Bu idealler Kur’an-ı Kerim ve sünnetlerde net bir şekilde tarif edilmektedir.
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüdürler’ demeyin; aksine onlar diridirler, fakat
siz anlayamazsınız.”240
236 Ebû Dâvûd, Cihâd 15.
237 Muvatta, Cihâd 42; Buhârî, Megâzî 17; Müslim, İmâret 145.
238 Buhârî, Cihâd 2; Müslim, İmaret 110.
239 Tarhan, a.g.e., s. 54, 55.
240 Bakara, 2/154.
111
“Yemin olsun ki, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın
bağışlaması ve rahmeti, onların biriktirdiği şeylerden daha hayırlıdır”.241
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Hayır, onlar diridirler. Rab’leri
katında rızıklanmaktadırlar”.242
“(Şehitler), Allah’ın kendileri lütfûndan verdiği şeylere sevinerek, geride kalıp
kendilerine yetişemeyenlere de ‘hiçbir korku olmadığı ve üzüntüye uğramayacakları’
müjdesini vermek isterler”.243
“Allah’ın nimetini, lütfûnu ve Allah’ın, mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceğini
müjdelemek isterler”.244
“Öyleyse, dünya hayatına karşılık ahireti satın alanlar, Allah yolunda
çarpışsınlar. Kim Allah yolunda çarpışırsa ister öldürülsün ister galip gelsin biz ona
büyük bir ödül vereceğiz.245
Şehitlik İslam’da en yüce rutbelerden biridir. Rasûlullah (s.a.v.) ‘ın şehitlikle
ilgili birçok müjdesi vardır.
Müslim, Abdullah İbn Amr İbn Âs (r.a.)'dan şunu kaydeder: “Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdular: Şehidin borç hariç bütün günahları affedilir.”246
Râşid İbn Sa'd, ashaba mensup birinden naklen anlatıyor: Bir zat Rasûlullah
(s.a.v.)'a gelip: "Ey Allah’ın Rasûlü, niye şehit dışında kalan mü’minler kabirde imtihan
edilirler?" diye sordu. Rasûlullah şu cevabı verdi: "Şehidin ölüm anında tepesinin
üstünde kılıç parıltısını hissetmesi imtihan olarak ona kâfidir.”247
Berâ (r.a.) anlatıyor: “Zırh giyinmiş bir adam gelerek: “Ya Rasûlullah! Hemen
savaşa mı katılayım, Müslüman mı olayım?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.):
241 Âli İmran, 3/157.
242 Âli İmran, 3/169
243 Ali İmran, 3/170.
244 Ali İmran, 3/171.
245 Nisâ, 4/74.
246 Müslim, İmâret 118.
247 Nesâî, Cenâiz 112.
112
“Müslüman ol, sonra savaşa katıl!” dedi. Adam Müslüman oldu, savaşa katıldı ve
öldürüldü. Rasûlullah (s.a.v.) onun hakkında: “Az bir amelde bulundu fakat çok şey
kazandı!” buyurdu.” 248
3) Komutanın, Askeri Sevk ve İdare Dirayeti
Komutanın orduyu sevk ve idaresiyle ilgili on çeşit vazifesi vardır. Şöyle ki:
1- Orduyu daima uyanık, hazır bir halde tutmak, gafilliğe, tembelliğe
düşürmemek. Bu şekilde hareketle düşmana üstün gelinir. Orduyu kamufle imkânları
aramakla ordunun her türlü harekatını gizli tutmak, şahıs mallarını emniyet altına
tutacak bekçiler bulundurmakla mümkündür.
2- Düşmanla savaşabilecek kritik bir arazi kesimi aramak. Otlağı, suyu,
siperleri, mevzileri ve çevresi münasip bir yer seçmek. Böyle bir yer seçmek; irtibatı,
ikmal işlerini sağlamada yardımcı olur.
3- İhtiyaç zamanında askere lazım olan yiyecek, içecek, teçhizat ve diğer ihtiyaç
maddelerini, harp vasıtalarını önceden yeteri derecede hazırlamak. Ordunun her türlü
ihtiyacı vaktinde hazırlanır. Savaş zamanı tam bir ikmal sağlanırsa zafere ulaşılır.
4- Düşman tarafın durumunu öğrenmek, istihbaratı hiçbir zaman bırakmamak,
düşmandan gelen haberleri değerlendirmek, düşman hilesinden emin olarak gafleti
anında hücuma geçmek.
5- Orduyu savaş anında tertip ve düzene sokmak, tedbirler almak, cephede
daima orduyu denetlemek. Düşmanın ikmal yollarını ele geçirmek, kendi ikmal
yollarını daima açık bulundurup muhafaza etmek.
6- Moral bakımından askeri en yüksek seviyede tutmak, zafere ulaşma yönünde
askeri üstün bir potansiyel sahibi yapmak, Zafere ulaşmanın yollarını zihinlere
yerleştirmek, Düşmanı gözlerinde küçük düşürmek. Bu şekilde hareketle zafere ulaşmak
kolay olur. Allah Teala da,
248 Buhârî, Cihâd 13; Müslim, İmâret 144.
113
“Hani Allah onları uykuda sana az gösteriyordu. Eğer onları sana çok
gösterseydi elbette siz başarısızlığa uğrardınız. (Çekinecektiniz) ve iş hakkında elbette
çekişirdiniz.”buyurmuştur.249
7- Askerlere sabır telkin etmek, belâlara göğüs germeyi tavsiye de bulunmak.
8- Karışık hususlarda bilgi sahipleri, karargâh ile istişarede bulunmak. Bu
şekilde zilletten, yenilgiden, hatadan kurtulur. Sonuç olarak da zafere ulaşması çok
yakın olur. Nitekim ayet-i kerimede:
“İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi artık Allah’a güvenip
dayan…”250 buyrularak istişarenin önemi ifade edilmiştir.
9- Orduda disiplini sağlamak, haklardan, emirlerden, cezalardan Allah ne
emretmişse onunla hareket etmek. Hak’tan dönmemektir.
10- Düşmana karşı sabırsızlığa, askerliğe, savaşmaya karşı samimiyetsizliğe
yöneltici gerekli önemi vermeye mâni şeylerle uğraşmaktan askeri men etmelidir.251
IV- SAVAŞIN SONA ERMESİ
Savaşan iki taraftan birisi savaşın neticesiz, ortada sona ermemesi şartıyla- galip,
diğeri mağlup duruma düşecektir. Savaşın seyri kendi aleyhlerinde gelişen taraf daha
fazla zarara uğramamak, tamamıyla yok olmamak için ister istemez karşı tarafın
hâkimiyetini kabul edecek, dolayısıyla sahibi bulunduğu topraklar galip tarafın
sınırlarına katılacaktır. Böyle olunca, belirlenen şartlar doğrultusunda galip gelenin
ülkesinde geçerli olan hükümler burada da yürürlüğe girecektir.252
Müslümanlar için düşmanla barış yapmak yaralı olursa İmamu’l-Müslim’inin
düşmandan mal alarak gerektiğinde mal vererek düşmanla barış yapmak Enfâl
249 Enfâl, 8/43.
250 Ali İmran, 3/159.
251 Maverdi, Ebû’l- Hasan, Ahkâmı Sultaniye, Trc. Şafak, Ali, Bedir Yayınları, İstanbul 1976,
s. 50-52.
252 Sırım, Veli, Evrensel Barış, Türdav Yayınları, İstanbul 1999, s. 153.
114
Sûresi’ndeki “Düşmanlar sulh yapmaya meylederse sen de sulh yapmaya meylet” ayeti
gereğince câiz olduğu gibi mala ihtiyaç olduğu zaman barış için mal almak da câizdir.253
Hz. Peygamber (s.a.v.); de Hudeybiye yılı, Mekke müşrikleriyle on yıl için barış
antlaşmasını akdetmiştir. Hem de eğer barış Müslümanlar için iyi ise, o da manen
cihâddır. Zira cihâdın gayesi olan düşmanın şerrinden korunmak, barış ile de hâsıl olur.
Sonra, barış süresinin rivayet olunan süre kadar olması şart değildir. Zira bazen
maslahat daha fazla bir sürede bulunur.
Fakat eğer barış Antlaşması Müslümanlar için yararlı değilse o zaman câiz
olamaz. Çünkü o zaman eğer barış antlaşması yapılırsa hem sûreten, hem manen cihâd
bırakılmış olur.
Antlaşmaya bağlı kalmak da hem madden hem manen cihâdı terk etmek olur.
Ancak hıyanet olmaması için onlara bildirmek gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.),
kime olursa olsun verilen sözde hıyanet edilmemesini emretmiştir. Ayrıca aradan,
haberin hepsine ulaşabildiği kadar sürenin geçmesi de gerekir ki, bu süre de
yöneticilerinin haberi memleketin her tarafına yayma imkânını bulabileceği zaman
miktarı diye takdir edilmiştir. Zira ancak böyle yapıldığı zaman, hıyanet edilmemiş olur.
Şayet antlaşmayı önce onlar bozar ve bozmak da hepsinin haberi ile olursa, o
zaman onlara bildirmeye gerek yoktur. Zira antlaşmayı onlar bozduğu için bizim
bozmamıza gerek yoktur. Fakat eğer onlardan sadece birkaç kişi ülkemize girip huzuru
bozarlarsa bu, antlaşmayı bozmak sayılmaz. Ancak eğer bu birkaç kişi güçlü bir
topluluk olur ve bizimle açıktan açığa savaşırlarsa, o zaman yalnız onlar antlaşmayı
bozmuş olur. Diğerleri bozmuş sayılmazlar. Çünkü bu davranışları yöneticilerinin
izniyle olmadığı için diğerlerine lazım gelmez. Ancak eğer yöneticileri izin vermiş ise,
o zaman hepsi antlaşmayı bozmuş olurlar. Çünkü yöneticilerinin izni mânen hepsinin
muvafakati demektir.254
253 Atıf, a.g.e., III, 391.
254 el-Merğınâni, a.g.e., II, 138.
115
Eğer düşman silahları bırakır ve sığınmak için gelirse ona karşı savaşılmaz:
“Sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve barışı (şartlarını) size bırakırsa, artık Allah,
sizin için onalar aleyhinde bir yol kılmamıştır.”255
Benzer şekilde, düşman kampından herhangi biri sığınmak için gelirse,
öldürülmez.
“Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isterse ona sığınma ver ki Allah’ın
sözünü işitsin. Sonra onu güvenli olacağı bir yere ulaştır. Bu (müsamaha), onların
bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.”256
Düşmanlarla bir mal karşılığında dahi barış antlaşmasını yapmak câizdir. Zira
karşılıksız olarak câiz olduğuna göre karşılıklı olarak câiz olması öncelikle lazım gelir.
Fakat bu da, eğer Müslümanlar barışa muhtaç iseler böyledir. Eğer Müslümanlar barışa
muhtaç değilseler yukarıda anlattığımız sebebe binaen câiz değildir. Barış karşılığı,
düşmandan alınan mal da cizye gibi olup cizyenin harcandığı yerlere harcanır. Bu da
eğer İslâm askerleri düşman toprağına girmeyip onlara gönderilen elçi aracılığıyla
antlaşma yapılırsa, böyledir. Eğer İslâm askerlerinin düşman toprağına girmesi üzerine
antlaşma yapılırsa o zaman düşmandan alınan mal ganimetin hükmüne tabi olup beşte
biri çıkarıldıktan sonra gerisi savaşan askerlere dağıtılır. Çünkü o zaman bu mal
onlardan silah zoruyla alınmış sayılır.257
Dinden çıkmış olanlarla da haklarında bir karar verilinceye kadar geçici olarak
bir anlama yapılabilir. Zira olabilir ki tekrar dönebilirler. Bunun için onlarla savaşmayı
geciktirmek câizdir. Fakat antlaşmaya karşılık, onlardan mal alınamaz. Çünkü dinden
çıkmış olanlardan cizye almak câiz değildir. Şayet onlardan alınsa bir daha geri
verilmez. Çünkü dinden çıkmış olanların malı hederdir.
Eğer düşman askerleri Müslümanları kuşatıp fidye karşılığı, onlardan barış
antlaşmasını isterlerse, Müslümanlar için onlarla antlaşma yapmak câiz değildir. Çünkü
255 Nisâ, 4/30.
256 Tevbe, 9/6; Fazlurrahman, Siret, İnkılap Yayınları, İstanbul 2003, I, 423.
257 el-Merğınâni, a.g.e., II, 139.
116
düşmanın bu teklifini kabul etmekte Müslümanlar için mezellet vardır. Ancak eğer
Müslümanların hayatı tehlikede olursa o zaman kabul etmek gerekir. Çünkü tehlikenin
önlenmesi ne şekilde olursa vaciptir.258
Barış antlaşmasının imzalanmasıyla çarpışmalar durur. Çünkü Müslümanlar,
verdiği sözü tutmakla emrolunmuştur. Nitekim Allah Teâla, bu konuda şöyle buyurur:
“Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.”259
“Antlaşma yaptığınız zaman, Allahın ahdini yerine getirin ve Allah’ı üzerinize
şahit tutarak, pekiştirdikten sonra, yeminlerinizi bozmayın.”260
Bir antlaşma imzalanırken adalet ve doğruluğa önem verilmeli ve antlaşma
maddelerine tam anlamıyla uyulmalıdır. Çünkü İslâm’ın, bu antlaşmayla, güttüğü iki
amaç vardır:
a. Kan dökülmesine son vermek. İslâm’ın temel hedeflerinden birisi budur.
b. İnsanlığı anarşiye, yıkıma sürüklemek isteyen kuvvetlerin önünü almak.
Çatışma sırf bu sebeplerden ötürü çıkmış olduğu için, bunların bertaraf
edilmesiyle de, savaşın varlık nedeni ortadan kalkar.
Antlaşma yaparak müttefik olduğumuz milletlere karşı İslâm, âdil davranmamızı
emreder. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurur:
“Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın,
takvaya yakışan budur. Allah’tan sakının, kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.”261
Günümüzde ise, galip ve mağlup devletlerarasında yapılan antlaşmalarda,
halkları ezmek için en ağır askeri tazminat maddelerinin konulduğu, insanların yaşama
258 el-Merğınâni, a.g.e., a.y..
259 İsra, 17/34.
260 Nahl, 16/91.
261 Mâide, 5/8.
117
ve geçinme imkânlarının kısıtlandığı ve halka alçaltıcı şartların zorla kabul ettirildiği
görülmektedir.
Andlaşma bir tür sözleşmedir, bir çeşit mukaveledir ve İslâm’a göre her
sözleşme, hak ve görevler arasındaki doğruluk ve adalet ölçüsüne dayandırılmış
olmalıdır. Bir sözleşmeyle belirtilmiş olan her hak, bu haktan yararlanacak kişi
tarafından yerine getirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Bu durum, her sözleşmede
olduğu gibi, antlaşmalarda da aynen geçerlidir.262