Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü İslam'da Savaş Hukuku Prensipleri Nelerdir?

HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
1696949149343.png

islam'da savaş hukuku prensipleri ve ölçüsü nedir ? Nasıl olmalıdır ?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
İslâm'da Savaş Hukuku Prensibleri
1696964327826.png
İslâm, savaşı insan tabiatının yol açtığı tabiî ve arızî bir hâdise olarak ele almış, onu dengelemek için de kaideler koymuş ve onu sınırlamıştır.
İslâm'da barış asıldır. Bununla beraber bir Müslüman savaşmak zorunda kaldığında diğer insanların insanlık şeref ve haysiyetini rencide edemez. Çünkü sevgili Peygamberimiz, savaşmak mecburiyetinde kaldığında bile Müslüman'ın dininin çizdiği çerçeveyi ve tavrı koruması gerektiğini vurgulamıştır. Başta Allah Rasûlu (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere her halife, etrafa asker gönderirken yalnızca muharib statüsünde olanlarla savaşmalarını hedef göstermiş ve:
"Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisini ibadet u tâate vermiş ruhbanlara ve mabetlere ilişmeyiniz.! Ağaçları yakmayınız.! Hayvanlara dokunmayınız.! Ve servetleri heder etmeyiniz."
(Ahmed b. Hanbel, Musned, Beyrut 1985, 1/300; Ebû Davud, İstanbul ts., Cihad 90, 121) diye emirler vermişlerdir.

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde, rahmet ve savaş kelimelerini bir arada kullanarak şöyle buyurmaktadır:
"Ben rahmet peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim."
(Ahmed b. Hanbel, Musned, IV, 395; Taberî, Câmiu'l-Beyân, Kâhire ts., Hicr suresi 86. âyetin tefsiri)
Bu iki kelimeyi bir arada kullanması, O'nun savaşlarının bile bir rahmet olduğuna işarettir. O'nun katıldığı savaşlar adaleti temin için yapılan savaşlardır, insanlık tarihindeki diğer savaşlar ise genellikle yıkımdır, ölümdür ve felakettir. Allah Rasûlü, her şeye olduğu gibi savaşa da ayrı bir mânâ kazandırmıştır. İnsanlar ölmeden, mamur yerler harap olmadan, dünya ateşe verilmeden de savaşın olabileceğini göstermiştir. Savaş sonrası, düşman tarafına ve düşman ölülerine gösterdiği merhamet eşi görülmemiş bir üstünlüktür. O'nunla savaşan kimselerin hemen savaş sonrasında Müslümanlığı kabul etmeleri, O'na kılıç çeken insanların biraz sonra O'na asker olmaları, O'nun en büyük zaferlerindendir.3

On senelik Medine döneminde yirmiden fazla savaşa katılan Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ortalama senede iki sefer savaşa çıkmış oluyordu. Vefatı esnasında Arab Yarımadası tamamen İslâm Devletinin hâkimiyeti altındaydı. Bu savaşlarda düşman tarafından ölen insanların sayısı yaklaşık olarak 250, Müslümanlardan şehid olanların sayısı da yaklaşık 150 civarındadır.4 Demek ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları imha etmek için savaşmamıştır. O'nun savaşlarında sivil halkın canına ve malına dokunulmamıştır. O'nun, savaşlarında da rahmet olmasını, savaşlarda tâkib ettiği prensiplerden hareketle görmeye çalışalım:

Sivilleri öldürmemek
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), savaşta sivil halkın öldürülmesini yasaklamıştır. Savaşmayan sivil kimselerin canlarının ve mallarının koruma altına alınmasına azami derecede dikkat göstermiştir. Bugünkü modern dünyada cereyan eden savaşlarda büyük bir problem hâlini alan "Savaş esnasında sivillerin ve çevrenin korunması" prensibi, Allah Rasûlü'nün döneminde en güzel şekilde tatbik edilmiştir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Bedir ve Uhud gazalarını şehir dışında yaparak, Hendek Savaşı'nda da şehrin etrafını hendeklerle çevreleyerek sivil halkı koruma altına almıştır. Mekke fethinde de ayrı bir taktik uygulayarak düşman tarafındaki sivillerin korunmasını göz önünde bulundurmuş ve bunu başarmıştır. O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaşta öldürülmesini yasak ettiği kişileri şu şekilde sıralayabiliriz:

a. Kadınlar ve çocuklar: Peygamberimiz'in savaşlarında kadın ve çocukların öldürülmesi yasaktır. Peygamber Efendimiz'in savaşlarından birisinde, bir kadın öldürülmüş olarak bulundu. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), savaşlarda kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı.5

b. İhtiyarlar: Savaşta ihtiyarların öldürülmesi de yasaktır. Çünkü onlar da muharip statüsünde değildir. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir askerî birlik veya bir orduyu uğurlarken şöyle derdi: "
Allah'ın adı ile yola çıkın. Allah'ın dini için Allah adına savaşın. İhtiyarları öldürmeyin."6


c. Din Adamları: Aynı zamanda: " ... çocukları ve manastır ehlini öldürmeyin." (Ahmed b. Hanbel, Musned, 1/ 300) diye emir vermişlerdir. Hadîs-i şerîfteki ifadesi ile "Manastır ehli/Mabed ehli" olan bu insanlar da Müslümanlarla savaşmayıp, kendilerini ibadete verdikleri müddetçe öldürülmezler.

d. İşçi ve Hizmetçiler: Bu iki sınıf, savaşmak niyetinde olmayan mustad'af zümredendirler. Düşmanla beraber olmaları öldürülmelerini gerektirmez. Rasulullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gönderdiği seriyelere emir verirken şöyle buyurmuşlardır: "İşçileri ve hizmetçileri öldürmeyin."8

Bu saydığımız insanlar savaşa iştirak etmedikleri müddetçe canları koruma altındadır. İslâm hukukçuları böylece sivil halk-asker ayrımını asırlar önce tesbit etmiştir. Fakat sivillerin savaşa katkıları durumunda, hüküm, tabiî ki değişecektir, Kâ'b b. Eşref'te olduğu gibi. Kâb b. Eşref, şiirleriyle Müslüman kadınlara iftiralar atan ve mûminleri birbirine düşüren bir Yahudi'ydi. Hattâ o yılan dilini, Allah Rasûlü'ne bile uzatmaktan çekinmezdi. Tabiî Müslümanlar bu durumdan çok rahatsız olurlardı ama, her defasında Rasûlullah'ın tedbir, temkin ve sabrına takılırlardı. Fakat İslâm'ın en azılı düşmanı olan Kâ'b b. Eşref, düşmanlığına ve fitne çıkarmaya devam edince Peygamber Efendimiz'in emriyle Muhammed b. Mesleme tarafından öldürüldü. Çünkü o, büyük bir ihanet şebekesinin başındaydı. Öldürülmesi hukuk ve asayişin muhafazası adına mutlak bir zaruret hâline gelmişti.9

Bütün bunlarla birlikte Allah Rasulü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabilerine mümkün olduğu kadar az ölüm olması yönündeki tavsiyeleri, öldürmenin zaruret ilkesiyle olan yakın münasebetini ve o zaruret miktarınca caiz olacağını göstermektedir.

Musle yapmamak
Müşriklerin, savaşta öldürdükleri kimselerin, intikam maksadıyla kulak, burun ve tenasül uzuvlarını kesmek, karınlarını yarmak gibi âdetleri vardı. Buna "musle" denirdi. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud Savaşı'nda amcası Hamza'nın cesedini parçalanmış olarak görünce derin bir üzüntü duydu ve: "
Eğer Allah bana zafer nasib ederse, Hamza'ya yapılanın karşılığında otuz muşrike aynı muameleyi yapacağım." dedi. Bunun üzerine: "Ceza verecek olursanız size yapılanın misliyle cezalandırın. Ama eğer sabrederseniz bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır." (Nahl 16/126) âyeti nâzil olunca, Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yemininden vazgeçti ve keffâret ödedi.10


Anlaşmaları bozmamak
Yapılan bütün anlaşmalara ve akitlere titizlikle saygı gösterilmelidir. Çünkü Rasulullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) diğer insanlarla olan bütün anlaşmalara, bunlardan gelmesi muhtemel veya potansiyel kayıp veya kazanca bakmaksızın sâdık kalırdı. Genellikle insanlar, kendi yararlarına olduğu müddetçe anlaşmalara sadık kalırlar; fakat kendilerinin çıkarlarına ters düştüğünde ise anlaşmalarını bozarlar. İslâm, Müslümanların ve İslâm Devleti'nin, vaatlerini daima yerine getirmesini zorunlu görevleri arasında saymıştır: "Bir de sözleşme yaptığınızda Allah'ın huzurunda verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah'ı kefil ederek bağlandığınız yeminleri te'kid ettikten sonra bozmayın. Hiç şubhe yok ki Allah yaptığınız her şeyi bilir. Bir topluluk, diğer bir topluluktan sayıca, nüfuzca veya malca daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda bir aldatma ve işi bozma sebebi kılıp da ipliğini sağlamca büküp eğirdikten sonra çözen, böylece bütün emeğini boşa çıkaran ahmak kadının durumuna düşmeyin." (Nahl, 16/91-92)11

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) uygulamalarıyla anlaşmalara sâdık kaldığını ortaya koymuştur. Meselâ Hudeybiye Anlaşması yazıldığı fakat henüz imzalanmadığı bir dönemde, Ebû Cendel b. Suheyl zincirli bir hâlde O'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmiş ve yardım istemişti. Bunun üzerine anlaşmayı Kurayş adına imzalamak için gelmiş bulunan Suheyl b. Amr: "Bu anlaşmaya göre iadesini istediğim ilk kişi budur." dedi. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Cendel'e: "Bizimle bu insanlar arasındaki anlaşma biraz önce bir sonuca bağlandı, öyleyse Allah bir çıkış yolu gösterene kadar sabret!'' dedi.12

Rasulûllah Efendimiz yerel kabileler ve Arabistan Yarımadası'nı çevreleyen devletlerin yöneticileriyle birçok anlaşma yapıp, bu anlaşmaların şartlarına titizlikle bağlı kalmıştır. Analaşma yaptığında, hiçbir zaman andlaşmayı ihlâl etmemiştir. Bu, O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) en önemli prensiplerinden biri olmuştur ve her zaman sözlerine ve andlaşmalarına riayet ederek, takibçilerine de böyle davranmalarını tavsiye etmiştir.

Düşmanın kadınlarına tecavüz etmemek
İslâm'a göre, yabancı bir kadına tecavüz etmek, cezayı gerektiren bir suçtur. Ebân b. Osman'ın rivayetine göre Peygamber Efendimiz'in, ordu komutanlarına verdiği emirler içinde bu yasakla ilgili olarak şu sakındırıcı ifadeler yer almaktadır:

"Askerlerinizin bozgunculuk (fesad) yapmasına engel olun! Çünkü fesat çıkaran her ordunun kalbine Allah bir korku salar. Askerlerinizi hıyanetten sakındırın! Çünkü hıyanette, çalıp çırpmada bulunan her ordunun başına Allah bir başka belayı gönderir. Yine askerinizi zinadan alıkoyun! Çünkü Allah, zina yapan her askere ölüm ve salgın musallat eder."13

Savaş sırasında Müslümanların kadınlarına tecavüz edilmişse, bu, Müslüman askerlere düşman kadınlarına tecavüz etme hakkını vermez.14 Bu dahi, İslâmiyet'in milâdî 7. asırdan beri kadınlara tecavüzü "bir savaş suçu" kabul ettiğini göstermektedir. Oysa bu fiil, modern dünyada "savaş suçu" olarak ancak 2001 yılında kabul edilmiştir. 1994'te Sırp askerleri yaklaşık 50 bin Müslüman kadına ve genç kıza tecavüz ettikten yedi sene sonra Lahey'de kurulan mahkeme, sadece üç Sırp askerini suçlu bulmuş ve onları hapse mahkûm etmiştir. Bu mahkemenin verdiği karardan sonra uluslararası camia, savaş sırasında kadınlara tecavüzü "savaş suçu" saymıştır.

Düşman rehineleri öldürmemek
Müslümanlarla düşmanları arasındaki bir antlaşmada: "Eğer düşmanlar antlaşmaya ihanet ederek Müslüman rehineleri öldürürlerse, onların rehinelerini öldürmek de bize helâl olur diye antlaşma metninde şart koşulsa ve düşmanlar antlaşmaya ihanet ederek Müslüman rehineleri öldürseler, yine de Müslümanların düşman rehinelerini öldürmeleri caiz olmaz. Bu hususta Müslümanlar icmâ etmiştir."15

Hattâ karşı taraf, Müslüman rehineleri öldürse bile, bu yasak, İslâm'daki suç ve ceza anlayışının ferdî olmasından dolayı devam eder.

Elçileri öldürmemek
Elçiler, bulundukları yabancı ülkede öldürülmez, hattâ ne şekilde olursa olsun tutuklanamaz ve alıkonamaz. Elçiyi kabul eden devlet, bu kişilerin kişiliklerine, hürriyetlerine ve vakarlarına karşı yönelen herhangi bir saldırıyı önlemek için bütün önlemleri almakla yükümlüdür. Kişi dokunulmazlığı, sadece elçilerin şahsını değil, beraberinde bulunan aile üyeleri ile diğer görevlileri de kapsamaktadır.16 Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde irtidat eden Museylemetu'l-Kezzab'ın Medine'ye gönderdiği temsilcilere Allah Rasûlü'nün şu hitabı konumuzu aydınlatabilecek niteliktedir: "
Eğer elçilerin öldürülmesi caiz olsaydı, sizi öldürürdüm." (Ebû Davud, Süleyman b. Eş'as b. İshâk el-Ezdî, es-Sicistânî, es-Sünen, Thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Dâru İhyai's-Sünneti'n-Nebeviyye, Beyrut, ty. Cihad,165 (3/84))

Bu hâdise, Rasûl-u Ekrem'in kendisine gelen yabancı devlet elçilerinin diplomatik dokunulmazlığı konusuna ne kadar saygı gösterdiğinin açık bir isbatıdır.

İşkence yapmamak
Allah Rasûlü savaş ortamında dahi, her hâl ve şartta düşmanı bedenen ezmeyi ve öldürmeyi esas gaye edinmemiştir. Ayrıca insanlar düşman da olsa merhamet duygularını kabartacak ve acınacak duruma düştüklerinde onlara acımak gerektiğini ifade etmiş ve düşmana işkence yapılmasına izin vermemiştir. Suheyl b. Amr Mekke müşriklerinin ileri gelenlerindendi. Bu insan, hicretten önce Peygamberimiz'e hakaret eden ve baskı uygulayanlardandı. Bedir Savaşı'nda esir edildi. Bir ara kaçmaya teşebbüs etti. Yakalanıp getirildi. Suheyl iyi bir hatibdi. Sözleriyle insanları etkilemeyi başarırdı. Ömer:
"Ey Allah'ın Elçisi! Bana izin ver, şunun ön dişlerinden ikisini sökeyim de, bir daha senin aleyhine konuşma yapamasın." dedi.

Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Hayır, Ben Ona işkence yapamam. Hem, Ben Ona işkence edersem Allah da Beni cezalandırır. Ayrıca umulur ki O, bir gün iyi bir davranışta bulunur." buyurdu. (İbn Hişâm, es-Sîre, 1/649)
Gerçekten Peygamberimiz'in vefatından sonra Suheyl b. Amr Mekke'de irtidat (İslâm'ı terk etme) olayları baş gösterince, "Ey Mekkeliler! Siz Allah'ın dinine en son girenlerden oldunuz. Bari en önce çıkanlardan olmayın." diyerek Mekkelilerin irtidat olaylarına katılmalarını önlemiştir.19

Çevreye zarar vermemek
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), savaşta arazinin ve mamur yerlerin harap edilmesini yasaklamıştır. Vefatından az önce, ordu komutanı Usâme b. Zeyd'e şu tavsiyelerde bulunmuştur: "
İnkârcı saldırganlarla çarpışın. Ahde vefasızlık etmeyin. Meyve veren ağaçları kesmeyin, sürüleri tahrip etmeyin."20


"O kâfirleri kızdırmak için herhangi bir hurma ağacı kesmiş iseniz veya kökleri üzerinde bırakmışsanız bu, hep Allah'ın izniyle ve o yoldan çıkmışları cezalandırmak için olmuştur." (Haşr Sûresi, 5) âyetinde bahsedilen bazı ağaçların kesilmesi hâdisesi, Beni Nadîr'in kalesine karşı askerî operasyonların gereği idi. Bu gibi özel durumlar dışında, Hz. Peygamber'in ağaçların ve ürünlerin tahrip edilmesini kesinlikle yasakladığı, bilinen bir hükümdür ki hemen bütün müfessirler buna işaret ederler.

Savaş esirlerine iyi muamele
Müslümanlar, bir devletler hukuku sorunu olarak ilk defa Bedir Savaşı'nda esir gerçeğiyle karşılaştığı için bu savaşın ertesinde nazil olan şu âyetler, esirlerle ilgili ilk düzenlemeyi yapmıştır:

"
Bir Peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadıkça, esirler edinip onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez. Siz dünya metâını istiyorsunuz. Allah ise âhireti kazanmanızı istiyor. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir). Eğer (içtihad neticesi verilen hükümlerden ötürü azab etmeyeceğine veya ganimetleri helâl kılacağına dair) Allah'ın Levh-i Mahfuz'da yazdığı daha önceki bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azab dokunurdu. (Ama bundan böyle fidyeyi ve ganimeti size mubah kıldım) artık aldığınız ganimetleri helâl ve hoş olarak yiyin. Allah'a karşı gelmekten sakının! Gerçekten Allah gafurdur, rahîmdir (afvı, merhamet ve ihsanı boldur)." (Enfâl, 8/67-69)


Konuyla ilgili son düzenleme de Muhammed Sûresi'ndeki şu âyet-i kerimeyle yapılmıştır:
"...
Nihayet onları iyice mağlup edince, bağı sıkı tutun, onları esir alın. Savaş bitince onları ister bir lütuf olarak karşılıksız salıverir, ister fidye alarak bırakırsınız. Durum şu ki: Allah dileseydi, onlardan intikamlarınızı alır, onları cezalandırırdı. Fakat O, sizi birbirinizle denemek için savaşı emrediyor." (Muhammed, 47/4)


Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), esirlere çok iyi davranmıştır. İslâm'dan önce, Arab Yarımadası'nda harp esirlerine ait hususî ve muayyen bir muamele tarzı yoktu. Bazen öldürülürler, bazen köle hâline getirilirler (özellikle kadın ve çocuklar), bazen kurtuluş fidyesi alınarak ve bazen hiçbir karşılık alınmadan serbest bırakılırlar ve nihayet bazen de karşı tarafın elinde bulunan esirlerle karşılıklı değiştirilirlerdi."21

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaş esirleri üzerinde çok hassasiyet göstermiş ve özellikle Bedir esirleri konusunda çok merhametli davranmıştır. Savaş esirlerinin öldürülmelerini kesinlikle yasaklamış, onları güvenli bir şekilde koruyabilmek için, kendi askerleri arasında taksim etmiş ve askerlerine onlara güzellikle muamele etmelerini, merhametli ve muşfik davranmalarını ashabına sık sık tavsiye etmiştir. Bu tavsiyeyi bir emir dikkatiyle uygulayan ashab efendilerimiz, ekmeklerini esirlere vermiş, kendileri hurma ile yetinmişlerdir. Elbisesi olmayan esirlere de elbise temin edilmiştir.22 Zaten "
Kendileri de ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah'ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler." (İnsan, 76/8) âyeti, kâfir olmasına rağmen esire yemek yedirmenin faziletinden bahseder. Ayrıca esirlere açlık-susuzluk da dâhil olmak üzere hiçbir işkence türü uygulanamaz.


Allah Resulü, Bedir'de esir alınan 70 kişiye bir cemîlede bulunmuş, onların kırılan gururlarını, rencide edilen onurlarını tamir etmek istemişti. Meselâ, bütün esirler, zincirler içinde Allah Rasulü'nün huzuruna getirildiğinde o güne kadar Müslümanlara kötülük yapmış bu insanların hepsi kılıçtan geçirilebilirdi. Oysaki Efendimiz, o derin şefkatiyle bunları afvetmiş ve "Bunları bağışlayalım" demiştir. Vâkıa Cenâb-ı Hak, esirlerin bağışlanmasındansa, bedelle bırakılmalarını tavsiye edecekti; ama Rasulullah'ın tavrı böyle incelerden inceydi. O gün bir kısım esirler de okuma-yazma bilmeyen on Medineliye okuma-yazma öğretip salıverileceklerdi. Evet, bu bir cemîleydi. Bir kere, ölüm bekleyen bu insanlara fidye teklifi, onları seve seve fidye vermeye sevketmişti. Zaten verdikleri; bir zaman Müslümanların Mekke'de kalan mallarından alıp-çaldıkları şeylerin karşılığıydı.23

Esirlerin, toplama kamplarında değil, toplum içinde ve bir Müslüman evinde karnı doyurulmuş, giydirilmiş hattâ vasiyetleri bile yerine getirilmiştir. İslâm Hukuku'nun yüzyıllar önce getirdiği bu insanî hükümler, İslâm dünyası ve medeniyet alanı dışında ancak 18. yüzyılda terennüm edilmeye başlanmış ve ancak 1949 Cenevre Konferansı ile nihâî şeklini almıştır. Onların da ne kadar uygulandığı tartışılır.

Allah Rasûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) esirlere yaptığı muameleyi şu şekilde maddeleştirilebiliriz:

1. Fidye karşılığı serbest bırakma: Bu durum Bedir'de olmuştur. Bunlardan zengin olanlar fidye karşılığında serbest bırakıldılar. Yoksul olanlar da karşılıksız serbest bırakıldı. Diğer bir kısmı da Müslüman çocuklara okuma-yazma öğretmek şartıyla serbest bırakıldılar.24

2. Karşılıklı mübâdele: Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), müşriklerden aldığı esirleri bazen de, müşriklerin elinde bulunan esirleri hürriyete kavuşturma karşılığında serbest bırakırdı. Yani karşılıklı esir mubâdelesi yapardı.

3. Karşılıksız serbest bırakma: Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde esirlere yapılan muamelenin en güzeli ve en fazla uygulananı da budur. Bedir esirlerinden bir kısmı karşılıksız serbest bırakılmışlardır. Müreysî, Mekke fethi ve Huneyn savaşlarında böyle yapılmıştır. Serbest bırakılan esirlerin hemen hepsi de neticede Müslüman olmuşlardır.

4. Esirlerin Öldürülmesi: Asr-ı Saâdet'te savaşlarda esir alınanlar öldürülmemiştir. Öldürme sadece bir kere vukû bulmuştur, o da Bedir Savaşı sonrası olmuştur. Bedir'de alınan esirlerden Nadr b. Hâris ve Ukbe b. Ebî Muayt öldürülmüşlerdir. Bu iki esir, esir oldukları için değil, daha önce işlemiş oldukları suçlardan dolayı cezalandırılmışlardır.25

Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaşlarında gaye ve hedef, insanları öldürmek değil, yaşatmaktır. Öteden beri insanlık tarihinde cereyan eden savaşlarda ve bugünkü modern dünyanın savaşlarında gaye ve hedef, düşmanı bütün varlığı ile yok etmektir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu yanlış anlayışa dur demiş, savaşlarda gaye ve hedefin insanları öldürmek değil, yaşatmak olduğunu hem sözü ve hem de tatbikatı ile göstermiştir. Çünkü cihad, her zaman düşmana zarar verilerek yapılmayabilir. Bazen zor durumda kaldıkları zamanlarda düşmana insanî yardımda bulunmak da cihad kapsamına girer. Böyle bir davranış, düşmanlık duygularının azalmasına ve düşmanın gücünün kırılmasına da yarayabilir. Hicretten sonra Mekke üzerine çöken kuraklık ve kıtlık yıllarında Peygamberimiz Mekke'ye tahıl, hurma, hayvan yemi ve nakit ihtiyacı için altın göndererek yardımda bulunmuştur. Umeyye b. Halef ve Safvan b. Umeyye gibi Kurayş muşriklerinin ileri gelenleri, bu yardımı kabul etmek istemedilerse de Ebû Süfyan Peygamberimiz hakkında: "Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın. Çünkü O, akrabalık hakkını gözetti."26 diyerek şükran duygusunu ifade etmiştir.

Sonuç
Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaş stratejisinin esas hedefi; kendi dinini mudafaa etmek, onun doğruluğuna ikna olanların bu dini özgürce kabul edebilmeleri için engelleri ortadan kaldırmak ve hiçbir korku ve zorlama olmaksızın onun gereklerini yerine getirmek idi. Rasulullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hedefi, düşmanlarıyla savaşmak ve onları öldürmek değil ancak onların, kendisine ve inançlarına göre yaşamak isteyen diğer insanlara yaptıkları zorbalıkların önüne geçmek idi.

Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlar için gerçek bir velînimet idi. Onların ızdırab ve meşakkatlerini azaltmak için gönderildi, savaşmak için gelmedi, fakat savaşa zorlandı. Bu konudaki tutumunu kendine tâbi olanlara öğüt verirken şu kelimelerle kesin bir şekilde ifade etmiştir.
"Ey Müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; Allah'tan afiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz..."27 Bu hadîs kesinlikte ortaya koymaktadır ki, İslâm'da barış esastır; savaş istisnadır (hastalık gibi) ve düşmanlarının hareketleriyle zorunlu hâle gelir. Onun için savaşmak, hemen hiçbir devrede Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için gaye olmamıştır. Savaş O'nun en son başvurduğu çaredir. Zîrâ karşı cebheye daima alternatifli gidilmiş ve harb en son olarak zikredilmiştir.


Bir ordu komutanı olarak Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) katıldığı savaşlarda sivil halkın canına ve malına dokunulmamıştır. Esirler en iyi muameleyi görmüşlerdir. Yaralı ve hasta olanlara gereken ilgi gösterilmiş ve düşman ölüleri defnedilmiştir. Ölülerin uzuvları kesilmemiş, musle yapılmamıştır. Savaş öncesi ve sonrası yağma ve talana tenezzül edilmemiştir. O'nun katıldığı savaşlarda şahsî çıkar, ırk asabiyeti, maddî menfaat, öç alma duygusu, sömürü vb. gibi câhilî duygular kesinlikle yoktur.

Savaşa ait pratik uygulamaları ile Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından ortaya konan önemli bir prensip; düşmana merhametli ve insanî muameledir. Zîrâ O (sallallâhu aleyhi ve sellem), savaşın kötülük ve dehşetini azaltmak ve onu daha insancıl kılmak için bütün gayretini göstermiştir. Savaş gerçeğine medenî ve insanî kavramları kazandırması Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlık medeniyetine yaptığı en büyük katkılardan biridir. O, eski ulusların kaba, barbar âdet ve alışkanlarını temizlemiş ve bunların yerine âdil, iyiliğe yönlendirici ve insancıl, evrensel kuralları yerleştirmiştir. Gerçekten O (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaşa, modern ve uluslararası yaklaşım için gerekli temelleri ortaya koymuştur.
Prof. Dr. Davut Aydüz

Dipnotlar

1 Ahmed b. Hanbel, Musned, Beyrut 1985, 1/300; Ebû Davud, İstanbul ts., Cihad 90, 121.

2 Taberî, Câmiu'l-Beyân, Kâhire ts., Hicr suresi 86. âyetin tefsiri.
3 Mustafa Ağırman, Yeni Ümit Dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 2007, Sayı : 77.
4 Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, (trcm. Salih Tuğ), Yağmur yay., İstanbul 1991., s.21.
5 Buhari, Cihad, 148, İstanbul ts.; Müslim, Cihad, 24-25, İstanbul 1955; Ebû Davud, Cihad 90.
6 Ebu Dâvud, Cihad, 90.
7 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/ 300.
8 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/ 413; Ayrıca Bkz, İbn Mace, Beyrut 1975, Cihad, 30.
9 Buhârî, Megâzî 15, 16; Müslim, Cihad 119.
10 Heysemî, Mecmau'z- Zevâid, Beyrut ts., 6/120.
11 Müslümanların diğer insanlarla olan ahitlerini ve anlaşmalarını yerine getirmeleri hususunda Kur'ân'da başka âyetler de vardır. Meselâ bkz: Âl-i İmran, 3/76-77, Mâide, 5/1, Tövbe, 9/4.
12 Buhârî, Şurût 15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/330; İbn Hişâm, es-Sîre, I-II, Beyrut ts., 2/318.
13 Mâverdi, Ebu'l-Hasen Ali b. Muhammed, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, Beyrut ts., s.54.
14 Ebû Zehra, Prof. Muhammed, İslâm'da Savaş Kavramı, (çev. C. Karaağaçlı), İstanbul 1976, s.42.
15 İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybanî, Şerhu Kitabi's-Siyeri'l-Kebîr, (Serahsî'nin şerhi ile birlikte), Beyrut 1997, 5/44.
16 Ebû Yûsuf, Yakûb b.İbrahim el-Ensârî, Kitâbu'l-Harâc, Matbaatu Selefiyye ve Mektebetuha, Kahire, 1392, s. 204.


19 İbn Hişam, es-Sîre, 2/666.
20 Vakıdî, Megazî, Oxford 1966, 3/1117-1118.
21 Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, (trcm. Salih Tuğ), Yağmur yay., İstanbul 1991, s.75.
22 Taberî, Târîhu't-Taberî, 2/460.
23 M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, İstanbul 1994, 2/54.
24 İbn Sa'd, Ebû Abdullah Muhammed b. Sa'd el-Menî', et-Tabakâtü'l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts., 2/22.
25 İbn Hişâm, 1/708-710.
26 Âsım Köksal, İslâm Tarihi, İstanbul, 1981, 14/304.
27 Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
İSLÂM’DA SAVAŞ STRATEJİSİ
1696949523156.png

Strateji, bir gücün siyasi, askeri, ekonomik ve psikolojik kuvvetlerini istenilen alanda kullanma, istenilen hedeflerin elde edilmesi için plan yapma sanat ve bilgisidir.155
İslâm’ın savaş stratejisi, diplomatik savaş, saldırmazlık antlaşması ve savaş ilanı olarak üç başlıkta incelenebilir.

A) DİPLOMATİK TEMAS
İslâm’da savaş stratejisi, varolan barış ortamını korumak ve savaşa giden yolları diplomasi kanalıyla kaldırmak üzerine kurulmuştur. İslâm dinine davet henüz ulaşmayan kimselere, İsra 17/15 ayeti gereğince savaş açmak haram kılınmıştır.156
Müslümanlara savaş açan bir millete, Müslümanlar önce barış teklifinde bulunmak zorundadırlar.
Peygamber (s.a.v.), “insanları İslam dinini kabul etmeye mecbur etti veya onları bu dinde birleşmeye zorlamak için savaştı” gibi suçlamaların yapılmasına fırsat vermemek için dönemim kral ve liderlerine bu yeni dinin haberini gönderdi ve onları İslâm’a çağırdı. ”157 Bu çağrıya olumlu cevap vermezlerse, kendi suçlarıyla birlikte emirleri altında bulunan insanların günahlarını da yüklenmiş olacaklarını ve ilerde bundan dolayı sorumlu tutulacaklarını hatırlattı.

153 Eren, a.g.e., s. 57.
154 Elmalılı, a.g.e., III, 29; Ebû Zehra, Son Peygamber Hz. Muhammed, II, 389; Kastan, a.g.e., s. 110.
155 Tarhan, Nevzat, Psikolojik Savaş, Timaş Yayınları, İstanbul 2004, s. 16.
156 Atıf, a.g.e., III, 387.
157 Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyasiyye, Beyrut 1985, Necaşi’ye gönderilen mektup, s. 103; Rum
emirine gönderilen mektup, s. 110; Kisra’ya gönderilen mektup, s. 140. Ayrıca bkz: Bayraktar, a.g.e., s. 122.


Mesela Bizans İmparatoru Herakliyus’a şu mektubu gönderdi:
“Müslüman ol, selamet bul ve barış içinde yaşa. Eğer bu davetimden yüz
çevirirsen, yönetimin altında bulunup da dalalet içinde kalan halkının vebalini taşırsın.”158
Peygamber (s.a.v)’in ortaya koyduğu diplomasi Kur’an-ı Kerîm’de şöyle
ifade edilmektedir: “Ey ehli Kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eşit tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın.”159
Rasûlullah (s.a.v.) gönderdiği mektuplarla risaletinin bütün insanlara olduğunu göstermiş bulunmaktadır. Bunlardan Necâşi ve halkından bazıları dışında, İslâm’ı kabul edenler olmamıştır. Necâşi, ülkesinde İslâm’a davet kapısını açmıştır.160 İran, Bizans, Mısır ve diğer ülkelerin yöneticileri ise, İslâm davetçilerine icabet etmemiş ve İslâm davetine kapı da açmamışlardır. Hatta bazısı sert karşılıkta bulunmuş ve bu tavrıyla İslâm’a ve Müslümanlara savaş açmışlardır. Bazıları da İslâm’a sempati ile bakmakla
beraber sözlü bir karşılık vermemiştir. İslâm davetini kabul etmek yerine, krallığını korumayı tercih etmiştir.
İslâm davetini kabul etmemekle kalmayan Bizanslılar, Şam bölgesinden İslâm’a girenlere saldırdılar, baskı uyguladılar ve öldürdüler. Bunun üzerine Rasûlullah Şam’a bir ordu gönderdi. Bizanslılar Mute Harbi’nde (629) büyük bir ordu ile Müslümanları karşıladı. Bizanslıların sayı ve üstünlük bakımından karşı konulamayacak çoğunlukta olduğunu gören Halid İbn Velid (ö.642) kumandasındaki İslâm ordusu çarpışmalardan sonra geri çekildi. Daha sonraki yıllarda Tebük seferi (630) oldu.161

158 Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyasiyye, s. 110; Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 332,333; İbnü’l-
Kayyım el-Cevziyye, a.g.e., IV, 1601,1602.
159 Âli İmran, 3/64.

160 İbnü’l-Esir, a.g.e., II, 195-200; İbn Kesir, IV, a.g.e., 262; Ebû Zehra, Son Peygamber Muhammed, II, 408.
161 İbn Hişâm, a.g.e., IV, 15; İbn Kesir, a.g.e., IV, 241.


Peygamber (s.a.v.) komutan olarak tayin ettiği herkese şunu hatırlatır öyle
gönderirdi:
“Muşriklerle karşılaştığınız zaman onlara üç teklifte bulunun. Bunlardan birini kabul ederlerse onlara saldırmayın. İlk teklifiniz onları İslâm’a çağırmaktır. Bunları kabul ederlerse bırakınız. Onlar da Müslüman haklarına sahip olurlar. İslâm kanunlarına riayet ederler. Cihâda iştirak etmedikçe ganimetten hisse alamazlar. Şayet bu teklifinizi kabul etmezlerse o zaman cizye versinler, Zimmî hükmüne girsinler. Bu durumda gene
kendi hallerine bırakılırlar. Şayet bunlardan birini kabul etmezlerse o zaman Allah yardımcınız olsun.”162
Peygamber (s.a.v.), hazırlık sırasında bile savaşın önlenmesi için her türlü
gayreti gösteriyordu. Yemen’e komutan olarak gönderdiği Muaz İbn Cebel’e yaptığı tavsiyeleri, bunu teyit etmektedir.
“Onları davet etmedikçe savaşmayın. Davetinize icabet etmeseler bile onlar size saldırmadıkça siz savaşı başlatmayın. Eğer savaşı önce onlar başlatırlarsa, içinizden birisini öldürmedikçe ve siz de bu ölünüzü onlara göstermedikçe onlarla savaşmayın.
Ozaman onlara deyin ki: ‘Bu sizin yaptığınızla hayra ulaşılır mı?’ (Ey Muaz) Allah senin ellerinle bir adamı hidayete erdirirse bu, güneşin üzerinde doğup battığı her şeyden (bütün dünyadan) daha hayırlıdır.”163
Ehl-i Küfür, Müslümanlarla yaptıkları savaşlarda sıkıştıkları veya mağlub
olmaya yüz tuttukları zaman derhal kelime-i şahadet getirmekle hayatlarını
kurtarabileceklerini biliyorlardı. Kelime-i şahâdetin söylenmesi ister korkudan olsun, ister gerçekten kalb ile olsun bunu araştırıp tahkik etmek insanın vazifesi değildir.
Doğruluk veya yanlışlığını tayin edecek olan Allah’tır. Bu, barış için bir çare, bir yoldur. Kur’an, gayrimüslimlere antlaşma için daima açık kapı bırakmıştır. Nitekim Enfal Süresi 8/62. ayetinde “Eğer onlar Allah’a rağbet ederlerse sen de ona rağbet et” denilmektedir. Kur’an da “Onlar Müslüman olmadığı için onlarla antlaşma yapma” şeklinde bir emir yoktur.


162 Müslim, Cihâd 3; Tirmizî, Siyer 48, Diyât 14; İbn Rüşd, el- İmâmü’l- Gâzî Ebû’l- Velîd Muhammed İbn Ahmed İbn Kurtûbî, Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesîd, Dâru’l- Kitâbu’l- İlmiyye, Beyrut 2002, s. 353.
163 Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 566; Ebu Zehra, Son Peygamber Hz. Muhammed, s.391.

Aksine “Şayet muşriklerden biri sana sığınacak olursa, Allah’ın kelâmını dinlemesi için ona Emân ver. Sonra onu emin olacağı yere kadar gönder. Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir.” ifadesi vardır164
Demek oluyor ki burada onların himaye edilmesi ve bu himayeden sonra
Allah’ın kelâmını öğrenip Müslüman olabilirler gerçeği yatmaktadır. Müslüman olamadılar diye hemen öldürülmeleri gerekmediği anlatılmaktadır.
İslâm, barış ve sevgi dinidir. Adalet ve hakîkat dinidir. Kendisine savaş
açmayanlara daima yardım elini uzatmıştır. Barış içinde yaşamıştır. Kur’an’da şöyle denilmektedir.
“Onlar muharebe etmekten yüz çevirip sizinle vuruşmazlar. Size barış teklif
ederlerse o zaman Allah da size onların aleyhinde bir yol (a girme hakkı)
vermemiştir.”165
Bu ayet, Müslümanlara kılıç çekmeyenlere karşı Müslümanların nasıl
davranması gerektiğini ortaya koymaktadır.166
Bir memleket halkına İslâm’a davet emri ulaşmışsa ( fiilen savaşa başlamadan önce) onları İslâm dinine davet etmek vacib olur.167 İslâm daveti ulaşmayan kimselerle, Müslümanlığa davet edilmeksizin savaşmak câiz değildir. Peygamber (s.a.v.)’in komutanlara olan her tavsiyesinde; “Onları Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahidlik etmeye davet et” (Peygamber Efendimiz’in etrafa gönderdiği askeri komutanlara verdiği emre dair hadiste geçmektedir.) diye buyurdu. Hem de bizim onları Müslümanlığa davet etmemizle, gözümüzün mal ve canlarında olmayıp sadece Müslüman olmalarını istediğimizi anlar ve bunun üzerine belki Müslümanlığı kabul ederler de onlarla savaşmak külfetinden kurtulmuş oluruz. Şayet bir askeri birlik onları Müslümanlığa davet etmeden onlarla savaşırsa – bundan nehyedildiği için- günah işlemiş olur.

164 Tevbe, 9/6.
165 Nisâ, 4/90.
166 Nedvî, Seyyid Süleyman, Büyük İslâm Tarihi, Terc. Gencelli, Ali, Şamil Yayınları, İstanbul 1985,
IV, 325-329.
167 el-Mevsîlî, Mecdüddin Abdullah, el- İhtiyâr li Ta’lili’l-Muhtâr, Dâru’l-Maarif, Beyrut 1975, V,
119.



Fakat Müslüman veyahut İslâm himayesinde olamadıkları için ona bir şey lazım gelmez.
İslâm daveti kendisine ulaşanlara da önce Müslümanlığı teklif etmek
mustehaptır. Çünkü İslâmîyet’e davet görevinde elden geldiği kadar kusur göstermemek gerekir.168

B) SALDIRMAZLIK ANTLAŞMASI
Antlaşma, devletlerarasında varolan düşünce, eylem birliği, uzlaşma; bu
uzlaşmayı gösteren belge, sözleşme olarak tanımlanır. 169 Şu halde saldırmazlık antlaşması, devletlerin birbirlerine saldırmamaları için eylem birliği ve uzlaşı içinde olmalarını ifade eder.
Stratejisini toplumsal mutabakat üzerine kuran Hz. Peygamber (s.a.v.),
Medine’ye hicret ettiği zaman Yahudilere saldırmayı resmen yasaklamış, Yahudilerle barış içinde yaşamıştır. Onlarla, karşılıklı hak ve görevleri içeren “iyi komşuluk antlaşması’’ imzaladı. Onlara karşı sadık bir müttefik olarak kaldı ve bu antlaşmayı bozmaya bir an bile aklından geçirmedi. Peygamberimiz bu antlaşmaya üç seneye yakın bir müddet sadık kalmıştır.170
Ancak üçüncü sene, Uhud Savaşı (625) esnasında, Yahudiler antlaşmayı
bozdular. Dördüncü sene ise İslâm’ı Arabistan’dan söküp atmak ve yok etmek için bütün Arab müşriklerinin bir araya geldiği Hendek Savaşı’nda, bir kere daha, antlaşma hükümlerine aykırı davranıp Müslümanlara ihanet ettiler. Bu olay üzerine, “Bir topluluğun antlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı antlaşmayı bozarak aynı şekilde davran.


168 el-Merğınâni, Burhânüddin Ebû’l- Hasan Ali İbn Ebûbekir, el-Hidaye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, Beyrut t.y., II, 136.
169 Büyük Larouse, Antlaşma Mad., II, 645.
170 İbn Kesir, a.g.e., III, 225, 226.



Çünkü Allah, hainleri sevmez’’ ayeti gereği, bu andlaşmayı
yürürlükten kaldırmak zorunlu hale gelmiştir.171
Rasûlullah (s.a.v.)’dan sonra Ashab-ı Kiram da savaşı önlemek, barışı sağlamak ve saldırmazlık antlaşması yapmak için antlaşmalar yapmışlardır. Bu tür antlaşmalardan birini de Hz. Ömer (ö. 644) İliya (Kudüs) halkıyla yapmıştır. Bu antlaşmada şöyle diyordu:
“Bu Allah’ın kulu Ömer İbn Hattab’ın İliya (Kudüs) halkına verdiği güvence
(Emân) dır. Malları, canları, kiliseleri, haçları, sağlam ve hastaları, inançları için onlara güvence vermiştir. Kiliseleri işgal edilmez, yıktırılmaz, daraltılmaz ve bir tarafı alınmaz, mallarından bir şey alınmaz, dinlerini bırakmaya zorlanmaz, onlardan kimseye zarar verilmez ve Yahudilerden Kudüs’te (İliya) kimse oturamaz, diye güvence vermiştir.”172
Muaviye ve Bizanslılar arasında bir antlaşma vardı. Muaviye, antlaşma süresi dolar dolmaz gaza yapmak üzere yola çıkınca Amr İbn Abse, Muaviye’nin yanına gelerek: ‘Her kimin kendisi ile başka bir kavim arasında bir antlaşma varsa, o antlaşmanın süresi dolmadan yahut da eşit bir şekilde onlara antlaşmayı bozduğunu bildirmeden herhangi bir düğümü bağlamasın ve çözmesin’ hadîsini haber vermiş, bunun üzerine Muaviye beraberindekilerle geri dönmüştür.173

C) SAVAŞ İLANI
Antlaşma süresi tamamlanmadan önce antlaşmayı bozmaya tek taraflı yeltenen ve mala, cana, namusa, inanca, hak ve hukuka göz diken ve bu niyetle haksız yere harekete, eyleme geçip barışı bozan, bu niyetinden ve girişiminden de vazgeçmeyen düşmanlara Enfâl Sûresi’ndeki “Eğer seninle sözleşme yapan bir kavimden de sözleşmeye aykırı bir hainlik alameti duyarsan, savaş açmadan önce ahitlerini reddettiğini doğruca kendilerine ilan et.

171 Enfâl, 8/58.
172 Hamidullah, el-Vesaiku’s-Siyâsiyye, s. 494.
173 Ebû Dâvûd, Cihâd 152; Tirmizî, Siyer 27; Müsned, IV, 111, 113, 386.



Çünkü Allah hainleri sevmez.” ayeti gereğince barışın bozulduğu haber verilir.174
Atette geçen ‘nebz’, bir devletin antlaşma yaptığı başka bir devletle ilişkilerini
kestiğini haber verip ilan etmesidir. Bir hıyanetin belirtileri ortaya çıktığı takdirde, antlaşmanın geçersizliği bildirilir ve ona göre hareket edilir. Antlaşma geçerliliğini sürdürüyorken, ilan edilmeksizin ve feshi bildirilmeksizin savaşa başlanılmaz.175
Fakat süresi geçtikten sonra antlaşma bozulursa, antlaşmanın bozulduğunu haber vermek gerekmez. Zulümden sakınmak lazım olduğundan, düşman tebaasından bazısı yöneticilerinin haberi olmaksızın barış metninin kapsamına aykırı hareket ederek barışı bozmaya kalkışırlarsa yalnız onlar ile savaşılır. Fakat bazılarının barışı bozmaya kalkışmaları, tamamının ittifakı veya yöneticilerinin bilgisi dahilinde olursa umumen barışı bozdukları açığa çıktığından İslâm toplumu tarafından da barışın bozulduğunu bildirmeye gerek kalmaksızın tamamı ile savaşılır.176
Abdullah İbn Avn anlatıyor: "Nâfi'ye yazarak savaştan önce (müşrikleri İslâm'a) davet etme hususunda sordum. Şu cevabı verdi: "Bu İslâm'ın başında idi. Rasûlullah (s.a.v.) Beni Müstalik'e ani baskın yaptı. Adamları gafildi, hayvanları su kenarında sulanmakta idi. Savaşabilecekleri öldürdü, kadın ve çocuklarını da esir etti. O gün Cüveyriye (r.a.) validemizi esir almıştı. Bunu bana Abdullah İbn Ömer (r.a.) rivayet etti. Abdullah bu orduya asker olarak katılmıştı."177
Burada, gaflet anlarında anî baskın yapılmıştır. Başta Nâfi olmak üzere bazı
alimler, bu rivayetten hareketle, İslâm davasını işitmiş olan küfür ehline, İslâm'a davet etmeksizin, savaş açmanın câiz olduğuna hükmetmişlerdir. Bu görüş, bu mevzu üzerine ileri sürülen üç farklı görüşün en doğrusu kabul edilmiştir.

174 Enfâl, 8/58.
175 Elmalılı, a.g.e., IV, 247.
176 Atıf, a.g.e., III, 391, 392; İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye, a.g.e., III, 1365.
177 Buhârî, Itk 13; Müslim, Cihâd 1; Ebû Dâvûd, Cihâd 100.



Bu görüşleri şöyle özetleyebiliriz: Küfür ehline haber vermek, mutlak olarak vacib değildir, mutlak olarak vâcibtir, İslâm daveti ulaşmayanlara duyurmak vacib ise de, ulaşanlara duyurmak vacib değildir, ancak davet edilmesi yine de müstehabdır. İlim adamlarının çoğunlukla bu görüşü benimsediği belirtilir.178

178 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, Teysîru'l-Vüsûl ilâ Câmi'i'l-Usûl, Trc. Ve Şerh, Canan, İbrahim, Akçağ Yayınları, İstanbul t.y., IV, 17, 18.

İKİNCİ BÖLÜM
SAVAŞTA UYULACAK KURALLAR

I - SAVAŞ SIRASINDA ŞAHISLARA MUAMELE
İnsan yaşamının ve yaşama hakkının kutsallığı, İslâm’ın vazgeçilmez
prensiplerindendir. Bu nedenle gerek normal seyrinde devam eden toplumsal yaşamda, gerekse savaş hallerinde siviller, savaşan taraf olarak muhatap görülmemiş, hedef kabul edilmemişlerdir. Yürütülen savaşın sebepleri her ne kadar meşru ve haklı olsa da, makul sınırları aşmamak gerekir.1
Aşağıdaki ve benzeri ayetler bu gerçeği net bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Ey inananlar, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın dinleyin, size selam verene dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek: “Sen mü’min değilsin!” demeyin. Çünkü Allah’ın yanında çok ganimetler vardır. Önceden siz de öyle idiniz, Allah size lütfetti (imana geldiniz).O halde iyice anlayın (dinleyin, peşin hüküm vermeyin) Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”2
Bu Ayet-i Kerime’de, karşı tarafın zahmetine katlanmayan, bu konuda ilahi
emre boyun eğmeyen mü’minler azarlanmakta ve böyle yaparak geçici dünyalık şeyleri tercih etmeye çalıştıkları için de kötü niyetle suçlanmaktadırlar. Zira bu metot, Müslümanlara değil, cahiliye / anarşi toplumuna layık bir metottur. İşte Ayet-i Kerime’deki:
“Siz daha önce böyle tavırlar takınan bir toplum iken Allah, katından bir nimetle sizi bundan kurtardı…” ibaresi ‘Can korkusu ile ehl-i küfrün yanında imanını gizleyen birini neden hor görüyorsunuz?. Siz de daha önce ehl-i küfrün yanında imanınızı öyle gizliyordunuz. Allah’ın lütfuyla imana geldiniz, güçlendiniz, anlamındadır. Ayetin sonundaki ‘Araştırınız’ emriyle Müslüman bir insana, ya da düşman olmayan birine saldırmama emri pekiştirilmektedir.3


1 Ebû Zehra, Muhammed, Son Barış Çağrısı, Trc. Aydın, Cemal, Şûle Yayınları, İstanbul 1998, s.25.
2 Nisâ, 4/94.
3 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul t.y., II, 348; Said, Cevdet, İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, Pınar Yayınları, Trc. Kaçar, H.İbrahim, İstanbul 1995, s. 46, 47.


Bu Ayet-i Kerime ve tefsire yer vermekten kastımız, yüce Allah’ın mü’minlere şiddet eylemlerini yasakladığının bir gerçek olduğudur. İlleti konusunda farklı görüşler ileri sürülmüş olsa da bu emir vardır.4
“Umeyye İbn Halef, Bilal-ı Habeşî’yi (ö. 641) kızgın güneşte sahranın ortasına
götürür ve ateş gibi kumun üzerine yatırır, sonra bu yetmiyormuş gibi, göğsüne kocaman bir taş konulmasını emrederdi. Daha sonra ona: “Muhammed’i terk edip atmadan ve Uzza’ya tapmadıkça bu işkenceden kurtulamazsın” diyordu. Bilâl bu hal üzerine iken Varaka İbn Nevfel yanına gelip Ümeyye İbn Halef’e dönerek ona şunları söylemişti: “Allah’a yemin olsun ki, onu bu hal üzerine öldürürseniz, ömür boyu bu tabloyu hüzünle anacağım.”5
İslâm ordusu Mekke’ye girdiği vakit, Rasûlüllah (s.a.v.) ile Mekkeliler arasında şu konuşma geçmiştir. “Ey Kureyş topluluğu! Size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” “
Sen kerim bir kardeş ve kerim bir kardeşin oğlusun” dediler. Rasûlullah şöyle buyurdu.
“Size Yusuf peygamberin söylediğini söylüyorum: Bugün azarlanacak değilsiniz. Allah sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir. Artık serbestsiniz.”6
İslâm savaşlarında yasaklanan temel duygular, kin ve intikam duygularıdır. “Ey iman edenler! Allah’ın şiarlarını sakın çiğnemeyin. Mescid-i Haram’dan sizi men ettikleri için bir topluma karşı duyduğunuz kin sizi, sınırınızı aşmaya sevk etmesin. İyi davranışlarda ve takvada yardımlaşın, cürüm ve düşmanlıkta yardımlaşmayın”, ayeti bunu ifade etmektedir.7
Savaşta düşmanın saldırganlığı önlenirken savaşın zaruret sınırını aşmak doğru değildir. İslâmî adalet, savaş halinde bile âdil davranmanın lüzumunu öğretmektedir.
İslâm’a göre savaş, menfaatler ve sömürü uğruna yapılmaz. İslâm’da savaş, bir hayat nizamı olarak İslâm’ın diğer insanlara ulaşmasına engel olan, yeryüzünde fitne, bozgunculuk ve zulmün kaldırılmasına yöneliktir. İslâm, toplumsal ilişkilerde adaleti kurmak için savaşır ve adalet düzenine karşı çıkanları cezalandırır.

Yoksa insanları iç inanışlarını araştırarak kâfir saydıklarını cezalandırmaz.8

4 Said, a.g.e., s. 48.
5 İbn Kesir., İmâdüddin Ebû’l-Fida İsmâil İbn Ömer, el-Bidâye ve’n-Nihaye, Mektebetü’l- Meârif, Beyrut 1966, III, 59; İbnü’l-Esir, İzzeddin Ebi’l-Hasen Ali İbn Ebi’l-Kerem Muhammed İbn Muhammed İbn Abdi’l-Kerim İbn Abdi’l-Vâhid eş-Şeybâni, el- Kamil fi’t-Tarih, Dersâdet Yayınları, Beyrut 1965, II, 66; Ebû Zehra, Muhammed, Son Peygamber Hz. Muhammed, Kitabevi
Yayınları, Trc. Keskin, Mehmet, İstanbul t.y., II, 147.
6 İbnü’l-Esir, a.g.e., II, 252; Ebû Zehra, a.g.e., II, 400.
7 Mâide, 5/2.




A) SAVAŞMAYAN ŞAHISLAR ( GAYR-İ MUHARİP UNSURLAR)

1) Çocuklar, Kadınlar ve Yaşlılar
Düşmandan yaşlıların kadınların, delilerin, çocukların öldürülmemeleri gerekir.
Çünkü Yüce Allah: “Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın.” (Bakara 190) buyurmuştur. Bunlar savaşmazlar.

Peygamber (s.a.v.) çocukları, ihtiyarları ve kadınları öldürmeyi yasaklamıştır. Çünkü onlar zayıftırlar ve çarpışmaktan, hatta savaşa katkıda bulunmaktan acizdirler.
Rebah İbn Rabî (r.anh)’in şöyle rivayet eder:
“Biz, Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte gazvedeydik. Rasûlullah (s.a.v.), insanların bir şeyin etrafında toplandıklarını gördü.
Bir adam gönderip: “Bak, şunlar niye toplanmışlar?” dedi.
Adam geldi ve: “Öldürülmüş bir kadının etrafında toplanmışlar, dedi.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bu kadın savaşmıyordu. Halid’e söyle! Kadın ve ücretli kişiyi öldürmesin.
(Ebû Dâvûd, Kitabu’l-Cihâd ve’s-Siyer, 111)

İbn Ömer (r.anhuma) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.v.)' in katıldığı gazvelerden birinde öldürülmüş bir kadın bulundu. Rasûlullah (s.a.v.) bunun üzerine kadınları ve çocukları öldürmeyi yasakladı."
(Buhârî, Cihâd 147, 148; Muslim, Cihâd 24; Ebû Dâvûd, Cihâd 34)


İmam Malik ve Evzâî, Rasûlullah (s.a.v.)'in bu husustaki hassasiyetine binaen şu hükme varırlar: "Kadın ve çocuğun (savaşta) öldürülmesi hiçbir sûrette câiz değildir.
Öyle ki, ehl-i harb, kadın ve çocukları kendilerine kalkan yapıp gerisinde siperlenseler veya bir kaleye veya gemiye girip beraberlerinde çocukları ve kadınları alıp perde olarak tutsalar onlara öldürücü atış yapmak veya sığınaklarını yakmak câiz olmaz."


İmam Şafiî ve Hanefi uleması: “Kadın savaşçı (olarak askerlere karışmış) ise, öldürülmeleri câizdir(es-Serahsî, Muhammed İbn Ahmed Ebî Sehl, Şerhu’s -Siyeri’l-Kebîr, Beyrut 1997, IV, 188) demişlerdir.

Malikîlerden İbn Habib: “Kadının savaşa katılması, öldürülmesine kastetmek için yeterli değildir, bizzat öldürme işine kastetmesi şarttır” der.

İbn Battal’ın nakline göre, kadınların zayıf olmaları, çocukların da küfre düşmekte ehliyet sahibi olmamaları sebebiyle bütün ulema, kadın ve çocuğu öldürmeye kastetmenin câiz olmadığında ittifak etmişlerdir. (İbnu'l-Esir, el-Cezerî, Teysîru'l-Vusûl ilâ Câmi'i'l-Usûl, Trc. ve Şerh, Canan, İbrahim, Akçağ Yayınları, İstanbul t.y., IV, 21)

Ebû Bekir (r.anh, ö. 634), Yezid İbn Ebû Sufyân’ı komutan olarak sefere gönderirken yaptığı tavsiyeler arasında, çocukları, kadınları ve yaşlıları öldürmemesi de vardı. (Muvatta, 2/447)
İslâm muctehidleri, savaşa katılmayan kadın ve çocukları öldürmenin câiz olmadığında muttefiktirler. Ancak savaş yapamayan ihtiyarlar hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaf, öldürmeyi gerektiren sebeb nedeniyledir. “Küfür öldürmeyi gerektirir” diyenler, düşmanlardan hiç kimseyi istisna etmemişlerdir. “Küfür öldürmeyi gerektirmez. Zira eğer öldürmeyi gerektirseydi, kadınların öldürülmesi nehyedilmezdi.
Düşmanı öldürmekten maksad onların savaş gücünü kırmaktır. Yoksa küfür sebebiyle öldürmek gerekmez” diyenler ise, kadın, çocuk, ihtiyar gibi savaşamayanları ve çiftçi, işçi gibi savaşa girmeyenleri istisna etmişlerdir. (İbn Ruşd, el- İmâmu’l- Gâzî Ebû’l- Velîd Muhammed İbn Ahmed İbn Kurtûbî, Bidâyetu’l- Muctehid ve Nihâyetu’l-Muktesîd, Dâru’l- Kitâbu’l- İlmiyye, Beyrut 2002, sf: 350, 351)
Küfür en büyük cinayet ise de neticede kişi ile Rabb'i arasındadır. Böyle cinayetin cezası âhirat gününe bırakılır. Bu dünyada verilmesi uygun görülen ceza ise kulların yararına olan bir sebebden meşru olmuştur. Bu yarar kulların birbirlerini öldürme fitnesini önlemektir. Savaşmayanlar için bu durum söz konusu değildir. Ancak bunlardan biri savaşacak olursa öldürülmelerinde bir beis yoktur.

Çünkü kendileri ile savaşmanın vâcib olacağı bir sebebi işlemişlerdir. Savaşacağı kuvvetle muhtemel ve buna dair haklı bir gerekçe bulunan kişilerin öldürülmeleri öncelikle mubah olur. (es-Serahsî, a.g.e., IV, 186,187)
Kendisi savaşa katılmadığı gibi akıl vererek de düşmana destek olmayan ve erkeklik yönünden de işi bitmiş yaşlılar öldürülemez. Ancak savaşı komuta edebilen, bu konuda öğütleri dinlenen ve zengin olup malıyla insanları savaşa teşvik edecek biri ise veya kral ise ihtiyarlar öldürülebilir. (Halebî, İbrahim, Multeka el-Ebhûr, Mahmutbey Matbaası, İstanbul 1894, sf: 184) Çünkü onlar, gerek öğütleri, gerek hazırlıkları ve gerekse savaşın yapılması konusundaki kötü niyetleri yüzünden bizzat cebhedeki asker durumundadırlar. İşte bu yüzdendir ki, Peygamberimiz Huneyn’de (630) yüz yirmi yaşını aşkın bulunmasına rağmen Durayd İbn es-Simme’nin öldürülmesini emretmişti. (İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik el-Himyerî, es-Siretu’n-Nebeviyye, Dâru Ahyâi’t-Turâsi’l-Arabî, 3. Baskı, Beyrut 1971, IV, 95, 96)
Zira o, savaşın organize edilmesinde oldukça aktif bir rol oynamış, askerleri durmadan kışkırtmış ve böylelikle bizzat savaşa katılmıştı. Savaş sırasında ehl-i harbin çocukları, savaşa iştirak etmemiş oldukları takdirde öldürülmeleri haramdır. İmam-ı Şafiî ile Kûfîler, savaşa iştirak edenlerin öldürüleceğini söylerler. İmam-ı Malik ve Evzâî yasağın mutlak olduğunu söylemiş ise de savaşa fiilen katılacak olursa kadınlarda olduğu gibi onların öldürülmesi de câiz görülmüştür. Ulema bu hususta ihtilaf etmez.(İbnu'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., IV, 31)
Peygamber, askerlerinin bir çocuğu veya eli silah tutmayan bir genci öldürdüklerini öğrendikleri zaman çok öfkelenirdi.
Bir gün, birkaç çocuğun katledildiğini duyunca askerlerini uyararak: “Nasıl oluyor da, bazılarınız, çocukları öldürecek kadar işi ileriye götürüyor? Sakın çocukları öldürmeyin, sakın çocukları öldürmeyin, sakın çocukları öldürmeyin!” buyurdu.
(Ahmed İbn Hanbel, III, 45)

Rasûlullah (s.a.v.) hizmetçi işçinin öldürülmesini de yasaklamıştır. Bu da savaş için değil, evin işlerini görmek ve çift sürmek gibi işler için çalıştırılan işçidir. Savaşa katılacak olursa amacı para kazanmaktır. Çünkü başkalarına hizmet için kendini kiralamıştır. Yahud çiftçiliğini yapacaktır. (Ebû Dâvûd, Cihâd 21; es-Serahsî, a.g.e., IV, 8)
Rasûlullah’ın “Muşriklerin yetişkinlerini öldürün ve çocuklarını bırakın.(Ebû Dâvûd, Cihâd 121; Tirmizî, Siyer 28)
buyruğu, savaşacak olan düşman yetişkinlerinin öldürülmesini, çocukların ise öldürülmemesini ifade etmektedir. (es-Serahsî, a.g.e., IV, 187)
Yine düşman kadın Rasûlullah’a açıkça hakaret ediyor veya sövüyorsa, öldürülmesinde sakınca olmaz.(es-Serahsî, a.g.e., IV, 188)
Ummu Kırfe adındaki kadını öldüren Zeyd İbn Harise (ö.629) hadisi de buna delil gösterilmiştir. O, Rasûlullah’a karşı savaşa teşvik eden kadınlardandı. Rivayete göre ailesinden otuz kişiyi donatıb “Gidiniz, Medine’ye girip Muhammed’i öldürünüz” diyerek Rasûlullah’ı öldürmeleri için göndermiştir.
Bunun yaptığını Rasûlullah (s.a.v.) öğrenmiş ve “Allah’ım, ona oğullarını kaybetme acısını tattır” buyurmuştur. Zeyd İbn Hârise, kadını öldürmüş ve zırhını Rasûlullah’a göndermiştir. Zırhı Medine’de iki mızrak arasında asılmıştır. Onu Kays İbn el-Misher’in fena bir şekilde öldürdüğü de rivayet edilir. İki ayağından iplerle iki deveye bağlamış ve develer çekerek parçalamıştır. Bu şekilde öldürülmesi Arablar arasında darbı mesel haline gelmiş, “Ummi Kirfe’den daha çetin de olsan” deyimi kullanılmıştır. (es-Serahsî, a.g.e., IV, 189)
Rasûlullah (s.a.v.) Mekke’nin fethi günü muşrikleri Müslümanlara karşı teşvik eden Utbe kızı Hind’in öldürülmesini emretmiş, fakat kadın öldürülmeden Müslüman olmuştur. (es-Serahsî, a.g.e., IV, 189, 190)

Düşmandan biri bir kişiyi öldürür, sonra Müslümanlar onu ele geçirirlerse, çocuk ve deli ise öldürülmemesi lazımdır. Çünkü öldürülmesinin mubah olması, savaşmasını önlemek içindir. Ele geçmekle zaten bu önlenmiş olur. (es-Serahsî, a.g.e., IV, 187)
Savaşmayan insanlardan birini öldüren kimseye keffaret ve diyet düşmez.
Keffaret ve diyetin vâcib olması için öldürülen kişilerin suçsuz ve dokunulmaması gereken kişiler olması gerekir. Bu da din veya Emân (güvence) ile gerçekleşir. Bu iki özellik de savaşta öldürülen kişilerde mevcut değildir. Onların öldürülmelerine sebeb Müslümanların yararını sağlamak yahut öldürülmelerini mubah kılan savaşma işini yapmamalarıdır. Yoksa masum olmaları yahut öldürülmelerinin yasak olması sebebiyle
değildir. Bundan dolayı savaşta öldürülen kişiye keffaret ve diyet gerekmez. (es-Serahsî, a.g.e., a.y.)
Bir evladın, ehl-i küfür olan babasını öldürmesi de yasaklanmıştır. Zira Allah Teâla, “Onlara dünyada iyi muamele et” (Lukman 15) buyurmuştur. Bu, oğlun ehl-i küfür olan babasını öldürmesinin yasak olduğunun kesin delilidir. Bu ayet, anne ve babası ehl-i küfür olan kişi hakkında inmiştir. Onları öldürmek, iyi muamele ile bağdaşmaz.
Hanzale İbn Ebî Âmir, Peygamber (s.a.v.)’den, ehl-i küfür olan babasını öldürmek için izin istemiş; fakat Rasûlullah (s.a.v.) izin vermemiştir. Bilakis oğul, babasını başkası öldürsün diye uzak durur, öldürmez. Maksad başkası tarafından hasıl olunca, oğlun, anne-baba hürmetini yıkmasına ihtiyaç kalmaz. Ancak baba oğlunu öldürmek ister ve oğlun da onu savmak için öldürmekten başka çare ve imkanı kalmazsa, oğul ehl-i küfür olan babasını öldürebilir. Hatta Müslüman bir baba kılıç çekib oğlunu öldürmek isterse, oğlun kendi nefsinden zararı savmak için babasını öldürmesi câizdir. (Halebî, a.g.e., sf: 184)
Düşmanların kraliçe- komutanı-idarecisi olması halinde kadının öldürülmesi câizdir. Çünkü onun öldürülmesi ile toplulukları dağıtılmış olur. Aynı şekilde kralları küçük bir çocuk olup savaşta kendileri ile birlikte getirmiş iseler, öldürülmesi halinde eğer toplulukları dağılacak ise öldürülmesinde mahsur yoktur.(ez-Zuhayli, Vehbe, İslâm Fıkıh Ansiklopedisi, Risâle Yayınları, İstanbul 1994, VIII, 185)

2) Hastalar, Kör ve Kötürümler
Müslümanlar düşman mevzilerinin birinde bir hasta görseler, öldürebilirler.
Çünkü hastalık onu savaşmaktan alıkoyar. Ama savaşçı düşman olmaktan çıkarmaz.
Üstelik hastalık geçebilir ve kendisinin Müslümanlara karşı savaşma ihtimali ortadan kalkmamış olur.
Ama bu hastalıktan kurtulamayacağı kanaatine varılırsa, öldürmemeleri gerekir. Çünkü savaşma ümidi kalmamıştır. Bu durumu çok yaşlı kişinin durumu gibidir.
Müslümanlar baği (siyasi isyancı)lerle savaşırken onlardan yaralılar ele
geçirseler ve bunlar bir topluluk halinde iseler, öldürülmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü bu durumda yaralı esir gibidir. Esir olanları öldürülür ve kaçanları da
takip edilir. Yaralıları bu şekilde öldürülür. Ama yaralı kişinin yaşaması ümit edilmiyorsa, öldürülmesi mekruh olur. Çünkü artık savaşma tehlikesi kalmamış olur. Bir gruba katılıp savaşacak durumu söz konusu değildir. Onun durumu, yenilgiye uğrayıp katılacakları topluluk kalmayan kişilerin
durumu gibidir. Böyle bir durumda esir alınan kişileri öldürülmeyip kaçanları da takip edilmez, aynı şekilde yaralıları da öldürülmez. Düşman olanlar ile baği (siyasi isyancı) ler arasındaki fark, ikisine savaşmayı gerektiren sebebin değişik olmasıdır. Çünkü bağiler Müslümanlardandır. Savaşa sevk eden sebeb, kuvvet ve topluluklarıdır. Bu ortadan kalkarsa, artık öldürülmeleri helal olmaz.
Müslümanlar, düşmandan savaşmayı ve kendisine ne yapılacağını bilmeyen,
sadece eline kılıç almış ve kendisine yaklaşan Müslüman ve gayr-i muslimlere kılıç sallayan bunak birisini görseler onu öldürmemeleri daha iyidir. Sadece bu işten kendisini alıkoymak için yakalarlar. Çünkü savaşma amacı bulunmamaktadır.

Bu adam Müslüman ve gayrimüslim yaklaşan herkese vurmaya çalıştığına göre, dini için savaşan biri olmadığını anlıyoruz. Bu durumda hayvan gibidir. Hayvan da belirli bir kişiye yönelmeyip sadece önüne gelen kişileri vuruyorsa, öldürülmeleri helal olmaz. Ama Müslüman’ın üzerine yürüyüp kurtulması ancak öldürülmesine bağlı olursa o zaman öldürülmesinde sakınca olmaz. Bunak hakkındaki hükümde bu şekildedir. Öldürülen hayvanın parası tazminat olarak sahibine ödenirken, bunak düşman için böyle bir durum söz konusu değildir.32

3) Din ve Bilim Adamları
Hz. Ebûbekir (ö.634), Yezid bin Ebû Sufyân’ı komutan olarak sefere
gönderirken yaptığı on tavsiyeden biri de din adamları ile ilgilidir. “Manastırlarda kendilerini Allah’a ibadete verdiklerini düşünen kimselerle karşılaşacaksın. Onları meşgaleleri ile baş başa bırak.”33
Ebû Yusuf’la İmam’ı Muhammed (r.ha.) buna dayanarak manastırlara kapanmış olan kimselerin öldürülemeyeceğini söylerler. Ebû Hanife’den de böyle bir rivayet vardır. Fakat Ebû Yusuf, Ebû Hanife’den manastırlara kapanmış olan kimselerin öldürülebileceğini rivayet etmiştir. Çünkü bunların hayatlarını adadıkları küfürle insanlar kâfir olmaktadır. Onun için yüce Allah’ın “Küfür önderleriyle savaşın” sözünün kapsamına girerler.34
Bunlar insanlar arasına çıkarak veya insanların kendileri yanına gelmesine
musade ederek halka karıştıkları takdirde ve Müslümanlara karşı savaşı teşvik ettikleri zaman öldürülmeleri uygun olur. Ama bir ibadethaneye kapanıp rahiplik hayatı yaşıyorlarsa öldürülmeleri mekruhtur. Zira bunlar mal, can veya sözle savaşmazlar.
Bunlardan kör, yatalak, felç, çolak, ayağı kesik ve sağ eli kesik kişiler öldürülmezler. Çünkü bunların savaşmaları söz konusu değildir.35

32 es-Serahsî, a.g.e., IV, 202-206.
33 Muvatta, 2/447.
34 es-Serahsî, a.g.e., IV, 196.
35 es-Serahsî, a.g.e., a.y.



Ömer, Led halkına yazdığı mektupta din hürriyetine vurgu yaparak şunları söyler.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Bu, Allah’ın kulu mûminlerin emiri’nin Led halkına ve Filistin halkından onlarla beraber bulunanlara yazdığı Emândır. Onlara canları, malları, kilise ve haçları, sağlam ve hastaları ve diğer halkları için verdiği bu Emâna göre kiliseleri ev yapılmaz, yıktırılmaz, çevresi daraltılmaz, haçları ve malları alınmaz, dinlerinden başka dine zorlamazlar ve fertlerinden birine zarar verilmez..36
İslâm tarihinde yaşanan birçok olay İslâm’ın bu konuya bakışına ışık
tutmaktadır. Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethedip de Ayasofya’ya girdikten sonra mukaddes mahallin önünde durunca patrik ve halk yerlere atılarak ağlaşmaya başlamışlardır. Sultan Mehmet onlara elleriyle susmalarını emrettikten sonra patriğe dönerek şöyle demiştir:
“Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmet, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka
söylüyorum ki bugünden itibaren artık ne hayatınız ne de hürriyetinizi hususunda benim gazabımdan korkmayınız.”. Yine aynı Fatih “Ben Yahudi tebaamı havrada, Hıristiyan tebaamı kilisede ve Müslüman tebaamı camide görmek isterim.” demişti.37
Netice olarak, manastıra kapanmış olan kimseler zaman zaman halkın arasına karışıp, halkı savaşa teşvik ediyorlarsa, öldürülürler. Ebûbekir (r.anh)’in bu tavsiyesi de, onların, savaşı tamamen terk etmeleri sebebiyledir. Çünkü öldürmelerini mubah kılan husus, savaşa ortak olarak Müslümanlara zarar vermeleridir.38

36 Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Beyrut 1985, s. 409.

37 Öztuna, Yılmaz, Büyük Osmanlı Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul 1994, I, 229; Baloğlu, Adnan Bülent, Doğu’da ve Batı’da İnsan Hakları, Sempozyum Paneller: 14, “İslam Barış Dinidir Ama… ”, D.V. Yayınları, Ankara 1996, s. 136.
38 es-Serahsî, a.g.e., I, 31.


B) SAVAŞA KATILANLAR ( MUHARİB UNSURLAR )
İnsanlık terimi her ne kadar bütün insanları birleştirmekteyse de, hak yolda olup olmama, yani Allah’ın emirlerine boyun eğip eğmeme bakımından, insanlar arasında bir farklılık mevcuttur. Yani kimileri, Allah’ın emirlerine tamamen boyun eğer, kimileri de Allah Teâla’nın kanunlarını bilerek çiğnerler.
Bununla beraber, insanî kardeşlik duygusu, savaşın ve katliamın mümkün olan en küçük çapta kalmasını gerektirir. Karşıdakilerin de Allah’ın kulları olduğu duygusu, insanın onları soykırıma tabi tutma hırsını engeller, yakıp yıkma ateşini söndürür.39
Peygamber (s.a.v.) savaşta ölenlerin cesetlerini parçalamayı yasaklamış,
düşman ölülerinin tanınmayacak bir şekle sokulmasını ve kafalarının kesilerek kral saraylarında bir zafer sembolü olarak saklanmasını haram kılmıştır. Bütün bu tür davranışları, barbarlığın vahşiliğin en açık delilleri olarak görmüştür. Peygamber (s.a.v.) bu konuda insanlığı uyarmıştır. “İnsanların cesetlerini parçalamaktan ve organlarını kesmekten sakının.”40
Savaşın iyiden iyiye kızışıp artık öfkenin her şeye egemen olduğu anlarda bile, peygamberimiz askerlerine, doğrudan doğruya düşmanların suratlarına darbe indirmelerini ve böylece onların yüzlerini tanınmaz hale getirmelerini yasaklamıştır.41
Peygamber (s.a.v.) daha toplumun İslâmî manada yapılanmadığı Mekke
döneminde ashabına, zarar vermek veya düşmanı püskürtmek niyeti ile en ufak bir şiddet eyleminde bulunmamalarını ısrarla vurgulamıştır. Kur’an-ı Kerim’de Mekke dönemindeki bu uygulamaya şöyle yer verilir;
Kendilerine: ”Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı kılın zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş farz kılınınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla korkmaya başlarlar…”42

39 Ebû Zehra, Son Barış Çağrısı, s. 70, 71.
40 Ebû Dâvûd, Cihâd 82; Tirmîzî, Diyât 14, Siyer 47; İbn Mâce, Cihâd 38.
41 İbn Rüşd, a.g.e., s. 352.
42 Nisâ, 4/77.


Allah, dost ve düşmanlara adaletle muamele etmeyi, hüküm ve davranışlarda zulmetmemeyi, düşmanlıkları sebebiyle düşmanlar hakkında koyduğu hükümleri aşmamayı emreder.43
“Sizi Mescid-i Haramdan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırıya sevketmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.”44
Düşmanı öldürmek zorunda kalan bir müslüman onu en kolay şekilde, acı
çektirmeden öldürmek zorundadır. Peygamber (s.a.v.) mü’minlerin savaştaki tutumlarını şöyle belirtmiştir: “Öldürmeyi en hafif şekilde yapan, mü’minlerdir.”45
Peygamber (s.a.v.)’in askerlere tavsiyesine kulak verelim: “Savaşın, fakat haksızlık yapmayın, aldatmayın, düşmanın organlarını kesmeyin, çocukları öldürmeyin.”46
İslâm’a göre düşmanın cesedine bile gayr-i insanî davranılmaz. Organları parçalanmaz. Ceset meydanda bırakılmaz. Mutlaka gömülür. Karşı taraf isterse iade edilir.47 Savaş sırasında yapılması yasaklanan muameleleri aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
1) Zulüm ve İşkence Yapılmaması
Zulüm; hak yemek, eziyet, baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, söz ve fiilde ileri gitmek demektir. Kur’an-ı Kerim’de en çok geçen kavramlardan biridir. Alimler zulmü, Allah’a48, insanların birbirlerine49 ve insanın kendi kendine zulmetmesi50 olarak üç kısma ayırmışlardır.51


43 Özel, Ahmed, İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İz Yayıncılık, İstanbul 1998, s. 32; Aydın, Ali Rıza, Doğu’da ve Batı’da İnsan Hakları, Sempozyum Paneller: 14, İslam Dünyasında Yaşanan Son Olayların Işığında “İslamiyet ve Milletlerarası Adalet”, D.V.Yayınları, Ankara 1996, s. 140.
44 Mâide, 5/2.
45 Ebû Dâvûd, II, 49.
46 Ebû Dâvûd, II, 37.
47 Hamidullah, Muhammed, İslam’da Devlet İdaresi, Trc. Kuşçu, Kemal, İstanbul 1963, s. 208.
48 En’âm, 6/82; Lokman, 31/13; Enbiya, 21/29; Bakara, 2/92.
49 Mâide, 5/27-29; Yûsuf, 12/75; Ankebût, 29/30.
50 Nisâ, 4/64; Nahl, 16/33; Fâtır, 35/32.
51 Kademoğlu, Mahmut Rifat, “Zulüm” ŞİA., VIII, 385- 387.


İşkence; incitmek, sıkıştırmak, acı çektirmek, kıvrım, hile gibi anlamlara gelir.
Farsça ‘şikence’ kelimesinden Türkçe’ye geçen işkence, hukuk dilinde geniş anlamıyla bir şahsın maddi ve mânevî varlığına yöneltilmiş maksatlı ve haksız eziyeti, acı ve utanç verici tutum ve davranışı, dar ve teknik anlamıyla ise, itirafta bulunması için sanığa veya cezalandırma amacıyla suçluya yapılan aynı nitelikli haksız davranışları ifade eder.52
Mağdura reva görülen işkence, onun bedenine yani fiziki bütünlüğüne yönelik olabilir. Mesela dövmek, yaralamak, elektrik vermek, asmak vs. bu kabil işkencelerdendir. Bedeni işkencelerden biri de müsledir. Müsle; bir insanın gözünü çıkararak, burnunu ve kulağını, kolunu ve bacağını velhasıl bütün uzuvlarını kopararak cesedini belirsiz hale getirmek sûretiyle işkence yapmaktır. Bu, bir düşmana da yapılmış olsa dinimizde yasaklanmıştır.53
Günümüzde insanlık suçu olarak görülen işkencenin insanlık tarihi kadar uzun bir geçmişi vardır. Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin ve onlara inananların öldürülündüğünden, çeşitli işkencelere mâruz kaldığından söz edilir.54
Rasûlullah (s.a.v.) “Öldürdüğünüz zaman bile en güzel tarzda öldürün” buyurarak ve bunu savaşlarda bizzat uygulayıp uygulatarak insanlık tarihinde benzersiz bir çığır açmıştır. 55
Abdullah İbn Yezid el-Ensârî (r.a.) der ki: "Rasûlullah (s.a.v.) nühbâ (arsızlıkla alma) ve müsle'yi yasakladı."56
Enes (r.anh.) anlatıyor: "Amcam Enes İbn Nadr Bedir Savaşı’nda bulunamadı. Bu sebeple: "Ben Rasûlullah (s.a.v.) 'in müşriklere karşı yaptığı ilk savaşta yoktum.

52 Dağcı, Şamil, “İşkence”, DİA., XXIII, 429.
53 Ebû Dâvûd, Cihâd 82; Tirmîzî, Diyât 14, Siyer 47; İbn Mâce, Cihâd 38; Yağcı, Cengiz, “Müsle”,
ŞİA., VI, 84.
54 Bakara, 2/61,91; Âli İmrân, 3/21,112,181; Nisâ, 4/155; En’âm, 6/34; Mü’min, 40/28.
55 Müslim, Sayd 57; Tirmîzî, Diyât 14; Nesâi, Dahâyâ 22; en-Nevevî, Muhyiddîn Ebû Zekeriya
Yahya İbn Şeref, Riyazü’s-Sâlihîn, Trc. ve Şerh, Kandemir, M. Yaşar, Çakan, İsmail Lütfi, Küçük,
Raşit, Erkam Yayınları, İstanbul 1998, VI, 67.
56 Buhârî, Mezalim 30, Zebâih 25.



Eğer Allah, bana Rasûlullah (s.a.v.) 'la birlikte muşriklerle savaşmak nasip ederse, Allah ne yapacağımı görecektir!" dedi. Uhud günü Müslümanlar bozulup dağılınca:
"Ey Allahım, bunların -yani Müslümanların- yaptığından dolayı özürlerinin
kabulünü dilerim. Ben onların -yani muşriklerin- yaptığından da sana sığınıyorum!" dedi ve kılıncını çekip ilerledi. Karşısına Sa'd İbn Mu'âz çıkmıştı: "Ey Sa'd İbn Mu'âz! Cenneti istiyorum! Nadr'ın Rabbine yemin olsun ben Uhud'un önünde (n gelen) cennetin kokusunu duyuyorum!" dedi. Enes İbn Malik, Sa'd İbn Mu'âz (r.a.)'ı te'yiden dedi ki: "Biz Enes İbn Nadr'ın cesedinde seksen küsür darbe izi bulduk, kimisi kılıç, kimisi mızrak, kimisi ok yarasıydı. Ayrıca biz onu müşrikler tarafından müsle edilmiş
gözü oyulup, burnu, kulakları koparılmış olarak bulduk. Öyle ki onu kimse
tanıyamamıştı. Kız kardeşi halam Rubeyyi' bedenindeki bir beninden veya parmağının ucundan tanıdı. Enes (r.a.) devamla dedi ki: "Biz şu ayetin, Enes İbn Nadr ve benzerleri hakkında indiğine inanırdık: "Mü’minlerden Allah'a verdiği ahdi yerine getiren adamlar vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir, ahitlerini hiç değiştirmemişlerdir"57
Peygamber (s.a.v.) Uhud Savaşı’nda, Hz. Hamza’yı şehid edilmiş, burnu ve
kulakları kesilmiş, ciğeri çıkarılmış bir durumda görünce; “Eğer Allah bana zafer verirse, senin yerine yetmiş kişiyi böyle yapacağım” diye yemin etmişti. İbn Abbas’tan rivayete göre, yukarıdaki 125-127 arası ayetler bu olay üzerine inmiş ve düşman bile olsa musle (organ keserek işkence) yasaklanmıştır.58
Bilgi almak, suçu kabul ettirerek itiraf sağlamak işkence sebebleri arasındadır.
Ateşin ve kaynar suyun tatbikatında kendini kurtaramayan insan, elbette cevap vermemezlik edemez. Bu sûretle masum olan adam artık tahammül edemediği işkencelerden kurtulmak için suçlu olduğunu itiraf eder. Böylece işkence, ekseriye zayıf bünyelerin mahkûm olmasına, gürbüz ve dayanıklı katillerin suçsuz sayılmasına yarayan kötü bir vasıtadır.

57 Ahzab, 33/23; Buhârî, Megazî 17, Cihâd 12; Müslim İmaret 148; Tirmizî, Tefsir. Daha fazla bilgi
için bkz: İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., XI, 466, 467.
58 Döndüren, Hamdi, İnsanlığa Son çağrı, Diyalog Gazetecilik Yayınları, İstanbul 2003, s. 450. Ayrıca bkz:Kurtûbî, Câmi’, Nahl, 16/26 tefsiri.


İkrah altında Allah’ı inkârın hüküm ifade etmeyeceğine ve zorlanan kimseden sorumluluğun kalktığını bildiren naslar dolaylı olarak buna da
delalet eder.59
İşlediği veya işlediğinden şubhe edilen bir suçtan dolayı ceza vermek, suç
ortağını ortaya çıkarmak, gözdağı vererek itaate zorlamak, tehdit etmek, ayrımcılık yapmak diğer işkence nedenleri arasında sayılabilir.60
Yâsir İbn Âmir, hanımı Sümeyye ve oğlu Ammar İbn Yâsir baştan itibaren
İslâmîyet’i kabul etmişlerdi. Mekke’de bu zavallıların sülalesi olmadığı için, en vahşi işkencelere maruz kalıyorlardı. Çünkü bu aile Yemen’den gelip Mekke’ye yerleşmişti.
Bunlar, sırf Allah’a inandığı için, Mekke’de öğlenin kavurucu sıcağında, kızgın kumlara yatırılıyor ve bu şekilde işkenceye tabi tutuluyorlardı. Bu işkence, onları gören diğer Müslümanların şuurlarını kaybettirtecek şekilde şiddetli ve ağırdı.
Sumeyye Hatun’a yapılan işkenceye, belki tarih bile şahit olmamıştır. O, buna rağmen yine dininden dönmüyor, Allah’a olan inancını hiç sarsmıyordu. Müşrikler o kadar ileriye gitmişlerdi ki, Sumeyye’yi birer ayağından iki devenin arasına bağladılar
ve “ Sen erkekler için Müslüman oldun” diyerek bir mızrakla karnını deştiler. Develere sürükletip parçalatarak öldürdüler. Bu eşsiz kadın, İslâm’da Allah yolunda şehide olan ilk Müslüman’dır. Kureyşliler, Yasir’i de işkence ve azapla şehid ettiler.61
“Umeyye İbn Halef, Bilâl-i Habeşî’yi (ö. 641) kızgın güneşte sahranın ortasına
götürür ve ateş gibi kumun üzerine yatırıp, sonra bu yetmiyormuş gibi, göğsüne kocaman bir taş konulmasını emrederdi.


59 Nahl, 16/106; Buhârî, İkrah 1, Megâzî 10, 13, 28; İbn Mâce, Talâk 16; DİA, İşkence Mad., XXIII, 431.
60 Aydın, a.g.e., s. 58–63.
61 İbnü’l-Esir, a.g.e., II, 67; İbn Kesir, a.g.e., III, 59, 60; İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye, Ebû Abdullah, Zâdu’l-Meâd, fi Hedyi Hayri’l-‘Ibâd, Trc. Can, Muzaffer, Cantaş Yayınevi, İstanbul 1990, III, 1025; Ebû Zehra, Son Peygamber , II, 147.
61

Daha sonra ona: Muhammed’i terk edip atmadan ve Uzza’ya tapmadıkça bu işkenceden kurtulamazsın demiştir.”62 Bu durum Kur’an-ı Kerîm’de şöyle ifade ediliyordu.
“Ey Allah’ın Rasûlü, kâfirlere ve münâfıklara asla itaat edip boyun eğme ve
bundan dolayı sana yaptıkları işkenceler, rahatsızlıklara aldırma da Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah vekil olarak kâfidir.”63
“Allah’a ve Rasûlü’ne eza (işkence) edenlere muhakkak Allah, dünyada ve
ahirette lanet edip rahmetinden kovmuş, onlara pek aşağılayıcı azap hazırlamış ve mü’min erkeklerle, mü’min kadınlara, işlemedikleri ( bir suç) yüzünden eza edenler de şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.”64
Bir kimse işkence ile birinin ölümüne sebebiyet vermişse, bu ispat edildiği
takdirde kendisi de öldürülür… Nitekim Allah şöyle buyuruyor:
“- Ey iman edenler! Öldürülenler kakkında kısas uygulaması farz kılındı”65 ve “Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Belki korkar insan öldüremezsiniz”.66
Altıncı hicret yılı Şevval ayında Ukl ve Ureyneli bir grup insan Medine’ye gelip, İslâm’a girdiğini söylemişti. Kendilerine Medine havası ağır gelmiş ve hastalanmışlardı.
Bunun üzerine beytülmal develerinin bulunduğu yere gönderilen bu kişiler, çobanı el ve ayaklarını keserek ve gözlerine diken batırarak öldürmüş ve kaçmışlardı.
Peygamber (s.a.v.)’in emriyle yakalanan bu kişiler, kısas olarak el ve ayakları kesilerek ve gözleri çıkarılarak öldürülmüştü. Yol kesicilerin cezasını bildiren Mâide 5/33 ayetin bu olay üzerine indiği nakledilir. 67 Bu uygulama musleden çok, kısas ve mukabele bi’lmisl olarak kabul edilir. Düşman bile olsa, insana ve hiçbir canlıya musle yapılamaz.68

62 İbn Kesir, a.g.e., III, 59; İbnü’l-Esir, a.g.e., II, 66; İbnü’l-Kayyım el- Cevziyye, a.g.e., III, 1025,
1026; Ebû Zehra, a.g.e., II, 147.
63 Ahzab, 33/48.
64 Ahzab, 33/57–59.
65 Bakara, 2/178.
66 Bakara, 2/179.
67 Bakara, 2/194, Nisâ, 4/2, Mâide, 5/45.
68 Ebû Dâvûd, III, 53; Buhârî, Tecrid-i Sarih Trc. I, 186; Müslim, Sayd, 1956, 1958. Daha fazla bilgi
için bkz: Döndüren, a.g.e., s. 450.


B.M. İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesinin 2/2 fıkrasına göre, “İster bir savaş hali veya bir savaş tehdidi, ister iç siyasi bir karışıklık, ister herhangi olağan üstü bir hal söz konusu olsun, hiçbir istisnai durum, işkenceyi haklı kılamaz.” Binaenaleyh, olağan veya olağan üstü hangi hal olursa olsun, her şart ve idare sisteminde işkence, mutlak olarak yasaklanmıştır. Bunun istisnai hiçbir haklı gerekçesi olamaz.69
İnsan tabiatına ve insan değerlerine tamamen ters olan ve herkese son derece
iğrenç gelen işkence ve kötü muamelelerin önlenmesi ve ortadan kaldırılabilmesi konusunda, Uluslararası İnsan Hakları Hukuku çok önemli ve vazgeçilmez bir görev icra etmektedir.
İşkence ve kötü muamele, alınan her türlü tedbir ve vazedilen kurallara rağmen, dünyanın birçok ülkesinde halen sürüp gitmekte ve bir insan hakları ihlali olarak ortada durmaktadır.70

3) Savaş sırasında Teslim olanları Öldürme Yasağı
Savaş sırasında teslim olma ve boyun eğme vasıtalarını sunan kimseyi “sen mûmin değilsin” diyerek öldürmek yasaklanmıştır. Teslim olmak görünen ve apaçık bir durumdur. Esir hakkında, bunun maksadı şu veya budur diye görünene aykırı olarak doğrudan hükmetmeye kalkışmak ve öldürmek meşru kabul edilmemiştir.71 Bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilir.
“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınızda araştırın. Size selam verene, dünya hayatının menfaatine göz dikerek ‘sen mûmin değilsin!’ demeyin.


69 İKAB, Herkesin İşkenceye ve Diğer Zâlimâne, İnsanlık Dışı veya Onur kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Korunmasına Dair Bildiri; Akıllıoğlu, Tekin, İnsan Haklarının Korunması Alanında Uluslararası Temel Belgeler, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1995, s. 161,162; Balcı, Muharrem, Sönmez, Gülden, Temel Belgelerle İnsan Hakları, Danışman Yayınları, İstanbul 2001, s. 122; Aydın, a.g.e., s. 254, 255.
70 Aydın, a.g.e., s. 258.
71 Yazır, M. Hamdi Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınevi, İstanbul 1979, III, 52, 53; Eren,
Şadi, Cihâd ve Savaş, Nesil Yayınları, İstanbul 1996, s. 95.


Allah katında çok ganimetler var. Önceden siz de öyleydiniz de, Allah size lütfetti. Onun için, iyice araştırın (öldürmede acele etmeyin). Şubhesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”72
Allah Teâla bu Ayetle Müslümanlara, Allah için savaşa çıktıklarında sadece
saldıran düşmanla savaşmalarını, teslim olan kişiyi öldürmemelerini emretmekte, Allah’ın yanında pek çok ganimet bulunduğunu, Allah’ın dilediğine bol nimetler vereceğini, dünya malı için adam öldürülemeyeceğini bildirmektedir.73 Ayetin nüzûlüne neden olan olaylar da bu yasağı açıkça göstermektedir.
İbn Abdurrahman’ın , Hâlid İbn Velîd ile birlikte çıktığı bir savaşta düşmandan dört tanesini yakalanmış, Hâlid İbn Velîd’in emriyle ok atılarak öldürülmüşlerdi. Bu haber Ebû Eyyub el-Ensârî (r.a.)'ya ulaştı. O şunu söyledi: "Rasûlullah (s.a.v.) bu çeşit öldürmeyi yasakladı. Nefsimi elinde tutan Allah’a kasem olsun, değil insan bir tavuk bile olsa onu öldürücü atışlar için hedef kılmayız." Ebû Eyyub'un bu sözü Abdurrahmân'a ulaşınca dört köle âzad etti."74
Feked halkından Mirdas İbn Nehik yalnız başına Müslüman olmuştu. O’nun toplumu içinde ondan başka Müslüman yoktu. Peygamber (s.a.v.)’in Galib İbn Fudâle komutasındaki bir müfrezesi bunların üzerine gitmişti. Toplumun hepsi kaçtı.
Sadece Mirdas Müslümanlığına güvenerek kaldı. Müfreze, Mirdas’ın yanına gelince Mirdas tekbir getirdi. Buna rağmen Usame İbn Zeyd O’nu öldürüp hayvanlarını sürdü.
Olay Peygamber (s.a.v.)’e ulaşınca, Peygamber (s.a.v.): ‘Siz O’nu beraberindeki mala göz dikerek öldürdünüz’ diyerek şiddetle azarladı.75
Netice olarak, bir kimsenin açıkça ortaya koyduğu teslimiyet karşışında öldürme eylemi kesinlikle yasaklanmış, bu hususda mûminler ikaz edilmişlerdir.76

72 Nisâ, 4/94.
73 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul t.y., II, 347, 348.
74 Ebû Dâvûd, Cihâd 129.
75 Elmalılı, a.g.e., III, 53,54; Ayrıca bkz: Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensur, II, 635, Âlûsî, Rûhu’l- Meâni,
III, 119.
76 Ateş, a.g.e., II, 346; Elmalılı, a.g.e., III, 53.

4) Ateşle Öldürme Yasağı
Düşmana ateşle müdahelede bulunma hususunda İslâm hukukçuları ihtilaf
etmişlerdir. Kimisi ateşle yakmayı ve ateşe atmayı mekruh saymıştır ki, bu Ömer’in görüşüdür. Süfyan-ı Sevrî ise meşru görmüştür. Kimisi de, eğer bunu öncelikle düşman yaparsa caizdir, yoksa değildir, demiştir.77
Düşmanı yakarak öldürmenin uygun olmadığını bildiren bir olay, Ebû
Hurayra’nin rivayetiyle söyle anlatılmaktadır:
"Rasûlullah (s.a.v.) bizi Mekke'ye gönderdi ve Kureyş'ten iki kişinin ismini
vererek: "Falanca ve falancayı yakalayabilirseniz onları ateşte yakın" dedi. Hazırlıkları bitirip tam Medine'den ayrılacağımız sırada bizi çağırtarak: "Ben size falan ve falanı yakmanızı emretmiştim. Sonra düşündüm ki ateşle yakma cezasını vermek Allah'a aittir.
Onları yakalarsanız öldürün."78
Düşmana ateşle mudahele hususundaki ihtilafın sebebi, ‘Muşrikleri nerede
görürseniz onları öldürün’79 âyetindeki umum mananın, Peygamber (s.a.v.)’in ‘O’nu yakalarsanız öldürünüz ateşle yakmayınız…’ hadisindeki hususi mana ile taaruz etmesidir. Çünkü âyette, şununla öldürün, bununla öldürmeyin diye herhangi bir öldürme çeşidi istisna edilmemiştir.80
Hadiste de ifade edildiği gibi, düşmana ateşle mudahele etmek doğru değildir.
Fakat savaşın ortaya çıkardığı zaruret sebebiyle bu şekilde muamele serbest
bırakılmıştır. Serbestlik ölçüsü ise, düşmanın zararını başka şekilde önleme imkanının olmamasıdır. Nitekim, kale ve gemilerin yakılma izni, düşmana zafer kazanmanın başka yolu kalmaması şartıyla kayıtlıdır. Ayrıca, bazı alimler bu cevazı da, kale ve gemide kadın ve çocuk yoksa şartına bağlamışlardır, cevaz mutlak değildir.81

77 İbn Rüşd, a.g.e., s. 352.
78 Buhârî, Cihâd 149; Ebû Dâvûd, Cihâd 122; Tirmizî, Siyer 20.
79 Tevbe, 9/5.
80 İbn Rüşd, a.g.e., a.y..
81 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., IV, 34, 36
.


5) Baskın Yapılması
Askerî hareketlerde başarının sırrı, büyük ölçüde, anî baskına dayanır. Peygamber (s.a.v.) gazvelerde askerî prensiplere azamî ölçüde riayetkâr olmuştur.
Düşmanın tertip almasına imkân tanımadan anî basabilmek için istihbarat meselesine fazlasıyla önem verdiğini, "Harb bir hiledir"82 diyerek aldatıcı, şaşırtıcı davranışlarla, kendi hazırlığını gizlemiştir. Bu davranışın düşmanı gafil avlamaya, anî baskın yapmaya matuf olduğu açıktır. Müslümanların bulunmadığı kesinlikle bilinen hedefler, anî baskına mâruz bırakılması normaldir.
Bu husus Enes (r.anh)’den rivayet edilen hadiste şöyle ifade edilir:
"Rasulullah (s.a.v.), sabah vakti baskın yapardı. Yaklaştığı yerleşim bölgesine kulak kabartır, ezan okunup okunmadığını kontrol eder ezan sesi işitecek olursa durur, işitmezse saldırıya geçerdi."83
Bu rivayet Peygamber (s.a.v.)'in gazveye çıktığı vakit, yerleşim bölgelerine
geceleyin yaklaşmayı tercih ettiğini göstermektedir.
Cundeb İbn Mekîs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) benim de katıldığım bir seriyye gönderdi. Orduya Benu'l-Mülevvah kabilesine baskın yapılması talimatını verdi.
Yola çıktık. Kedîd denilen yere geldiğimiz zaman el-Haris İbn Bersâ el-Leysî ile karşılaştık. Onu yakaladık. Bize: "Ben Müslüman olmak arzusuyla geliyordum.
Memleketten de Rasûlullah (s.a.v.)'a gitmek düşüncesiyle ayrılmıştım" dedi. Kendisine: "- Eğer Müslüman’san bizim sana bir gün bir gecelik bağımız zarar vermez, dediğin gibi değilsen sana karşı tedbirimizi tam yapmış oluruz" dedik ve bağlarını daha bir sıkıladık."84
Abdullah İbn Avn anlatıyor: "Nâfi (r.a.)'a kıtalden önce yapılan İslâm'a davet
hakkında sormak üzere yazmıştım. Bana şöyle cevap verdi: "Bu, İslâm'ın evvelinde idi.
Rasûlullah (s.a.v.), Müstâlik oğullarına önceden haber vermeden anî baskın yaptı. Onlar bu sırada gafil haldeydi, hayvanları su kenarında bulunuyordu.

82 Ebû Dâvûd, Cihâd 101; Buhârî, Cihâd 157, Cihâd 18.
83 Müslim, Salât 9; Tirmîzî, Siyer 48; Ebû Dâvûd, Cihâd 100.
84 Ebû Dâvûd, İmaret 137.



Mukâtillerini öldürdü, çocuklarını ve kadınlarını esir aldı. O gün Cuveyriye'yi de ele geçirmişti."85
Benî Müstalik Gazvesi, hicretin altıncı yılı Şaban ayında cereyan etmiştir.
Rasûlullah (s.a.v.) Beni Müstalik'in Müslümanlar aleyhine sefer tertiplemek üzere hazırlık yaptıklarını öğrenir. Rasûlullah (s.a.v.) bu haberi alır almaz yola çıkar ve Kudeyd Bölgesi’nde Müreysi' denen bir suyun başında onları gafil yakalar ve anî baskın yapar. Arada cereyan eden kısa bir savaştan sonra mağlup edilirler.86
Sonuç olarak, İslam tarihi içindeki uygulamalarıyla, gerekli görüldüğü takdirde düşmana baskın yapılabilir.

C) SAVAŞ SIRASINDA SİVİL HEDEFLERE SALDIRININ
YASAKLANMASI
1) İstişhad Saldırıları
İstişhad, kişinin hür iradasiyle ölümü seçip istemesi ve sonuçlarını bilerek
kendisini öldürmesidir.87
İstişhad saldırısı, düşmanı imha etmek amacıyla etkin ve şiddet içeren bir
mucadele ile ölmek ve düşmanlardan da mümkün olduğunca çok kişiyi yok etmektir.88
Tarihin ilk bilinen intihar saldırısı M.Ö. 70’de Roma işgaline karşı direnen
Yahudiler tarafından başlatılmış. Ancak Tevrat’ta geçen Samson’un öyküsü, ilk intihar saldırısı olarak kabul edilir.89 İntihar saldırılarına en önemli örneklerinden birisi de on üçüncü yüzyılda İran’da ortaya çıkan İsmaililerdir. Hasan Sabbah zamanında en etkin devrelerini yaşamışlardır.

85 Buhârî, Itk 13; Müslim Cihâd 1; Ebû Dâvûd, Cihâd 100.

86 Taberî, Ebû Cafer Muhammed İbn Cerîr, Tarih-i Taberi Trc., İstanbul 1907, III, 75; İbnü’l-Esir, a.g.e., II, 192.
87 Hökelekli, Hayati, “İntihar”, DİA., XXII, 351.
88 Khosrokhavar, Ferhad, İntihar Bombacıları, Versus Yayınları, Trc. Duman, Tülay, İstanbul 2006, s. 15.
89 Karabat, Ayşe, İntihar Saldırıları, ntvmsnbc anasayfa - Haber, Son Dakika, Hava Durumu, Ekonomi, Teknoloji, Bilim, Sağlık, Kültür Sanat, Politika, Spor, Gezi, Türkiye ve Dünya Haberleri- ntvmsnbc.com.
67

Selçuklu İmparatorluğu’nda mevki sahibi kişilere ve sünnî dini liderlere, öleceklerini bile bile süikast düzenlemişlerdir. 90
İslâm’ı yaşayanlar her zaman değişik suçlamalara maruz kalmış ve bunun
neticesinde çok katı işkenceler görmüşlerdir. İşte bu suçlamanın en büyüklerinden biri istişhad eylemleridir.
İstişhad saldırılarının meşru olup olmadığı hususu, tezimizde, “savaş sırasında sivillere muamele” başlığı altında zikredilen hususlar dikkate alındığı takdirde gayet açık olarak ortaya çıkacaktır. Bu çerçevede toplu taşıma alanları, insanların ortak kullanım alanı olan pazar, alış-veriş merkezi gibi yerlerde ve özellikle sivilleri hedef seçen bir eylem asla meşru değildir. Ancak düşman hedeflerine düzenlenecek bir istişhad eylemi ile ilgili İslam’ın ortaya koyduğu savaş hukuk maslahatına aykırı düşmeyen değerlendirmeler yapılabilir.

2) Zehir Kullanılması
Zehir kullanılmasından maksat savaşta biyolojik silahların kullanılmasıdır.
Biyolojik silahlar doğada hâlihazırda canlılarda bulunan zehirlerin, virüs ve bakterilerin çoğaltılarak silah haline getirilmesi ile elde edilmektedir. Vücuda nefes ya da kana karışım yoluyla girdikleri takdirde birçok faktöre bağlı olarak geniş canlı kitleleri üzerinde öldürücü ya da hareketsiz bırakıcı etkilere sahibdirler. Ölümcül etkileri olan bakteriler ve virüsler ki bunlar arasında veba, kolera, sarılık ve tifüs sayılabilir. Kasıtlı ve kontrollü olarak canlılara yönelik kullanmak amacıyla laboratuar ortamında milyonlarca kez üretilmekte ve gerekli teknolojinin uygulanmasıyla da silah haline dönüştürülebilmektedir.91
Canlı-cansız, sivil-asker, masum-zalim tanımadan topyekün insalığın imhasını hedefleyen bu tür savaş yöntemi İslam’da yasaktır. Savaştan maksat mazarratı ortadan kaldırmaktır.

Oysa bu savaş yöntemi, insanın yaşam hakkının mukaddesliği ilkesine ters
düşmektedir.


90 Khosrokhavar, a.g.e., s. 41.
91 Kibaroğlu, Mustafa, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Kitle İmha Silahlarının Yayılması Sorunu ve Türkiye, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2003, s. 130.


D) DÜŞMAN MALINI TAHRİP VEYA İMHA ETMEK
Savaş maslahatı, ateşe vermek, malları telef etmek gibi özel yöntemlerin
kullanılmasını bazen gerekli kılar. Ama bu, aslın hilafınadır.
Savaşın zorunlu kılması halinde düşman mevzilerini ateşe vermekte, onları
suyun basmasını sağlamakta, mevzilerini tahrib etmekte, ağaçlarını kesip ekinlerini bozmakta, mevzilerine karşı-günümüzün modern kara, deniz ve hava silahlarıyla atış yapmakta bir mahsur yoktur. Bu husus, Kur’an’da şöyle bulunmaktadır: “Evlerini kendi elleriyle ve mu’minlerin elleriyle harab ediyorlardı.”92
Düşmana, aralarında esir ve tüccar Müslümanlar bulunsalar dahi atış yapmakta mahsur yoktur. Çünkü düşmana bu tür atışlar yapmak bir zorunluluktur. Yapılan bu atışlarla Müslümanları değil de düşman olan gayrimüslimleri vurmak maksadı gözetilmektedir. Çünkü haksız yere Müslüman’ı öldürmeyi kastetmekte bir zorunluluk yoktur.
Aynı şekilde Müslüman çocuk ve esirlerin arkalarına sığınacak olsalar, yine
gayrimüslim düşmanları vurmak câizdir. Çünkü böylesi hem bir zorunluluktur, hem de onları öldürmeyi terk etmenin sebeb teşkil edebileceği bir fesadın önünü kapatmak mümkün olur. Ancak önceden de işaret ettiğimiz gibi vururken düşmanların kastedilmeleri (hedef alınmaları) gerekir. Şayet bir Müslüman’a isabet ederse, diyet de yoktur, kefaret de yoktur.93
İmam-ı Muhammed (r.a.) Suriye’nin fethine zemin hazırlayan savaşı
anlattıktan sonra dâru’l-harbde hurma ağaçlarının kesilmesi ve evlerin tahrib
edilmesinin câiz olduğuna dair: “Herhangi bir hurma ağacını kestiniz yahut kökleri üstünde dikili bıraktınızsa, hepsi Allah’ın izniyledir.

92 Haşr, 59/2.
93 İbn Rüşd, a.g.e., s. 352; ez-Zuhayli, a.g.e., VIII, 186.


Kim Allah’a muhalefet ederse, şubhe yok ki, Allah’ın azabı çetindir,”94 ayetini delil olarak getirmiştir.
Ayet Nadiroğulları nedeni ile inmiştir. Nadiroğulları’nın Peygamber (s.a.v.)’e suikast teşebbüsünde bulunmalarının akabinde Nadiroğulları kuşaltılmış, Rasûlullah (s.a.v.) hurma ağaçlarının kesilmesini emretmişti. Emrine uyularak ağaçlar kesildi. Hâlbuki Yahudiler o ağaçların bir dalını, bir köle yahut cariyeye değişmezlerdi.
Onlar birbirlerine: “Hurma ağaçları gittikten sonra artık burada kalmamız anlamsızdır.” diyerek, Peygamber (s.a.v.)’e seslenerek şöyle dediler: “Ya Ebe’l-Kasım! Hani sen bozgunculuktan sakındırıyordun, o hurma ağaçlarının ne suçu var ki, onları kesip yakıyorsunuz? Canımız, çoluk-çocuğumuz ve silahlarımız hariç develerimizi, taşıyabilecekleri kadar yükleyip burayı terk etmemiz hususunda bize güvence verir misin?” dediler. Peygamber (s.a.v.) “Evet” cevabını verince yurtlarını terk ettiler.95
Urve, Usâme İbn Zeyd (r.a.)'den naklen anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) bana: "Übnâ'ya sabahleyin baskın yap ve yak" dedi." Ebû Mushir'e soruldu. Ubnâ nedir?"-
Evet, haklısınız dedi, bunu biz daha iyi biliriz. O, bildiğimiz Filistin'deki Yubnâ'dır."
Ubnâ veya Yübnâ, Filistin'de, Askalân ile Ramle arasında bir yerin adıdır."96
Buradaki yakma emri, ağaçların, ekinin, evlerin yakılmasını içerir. Baskının
sabahleyin yapılması, gafil yakalanmaları içindir.97
Peygamber (s.a.v.) Tâif’i kuşatmadan önce Malik İbn Avf’ın köşkünün
yakılmasını emretmiştir. Yakılmasını emretmesi, Malik İbn Avf’ı tahkir etmek içindir.
Buradan da anlıyoruz ki, küfür yurdunda ağaçları kesmekte ve evleri yıkmakta bir sakınca yoktur.98
Düşman askerlerini öfkelendirmek başlı başına meşru bir amaçtır. Şu ayetin açık anlamı bunu desteklerler:

94 Haşr, 59/5.
95 es-Serahsî, a.g.e., I, 39- 41.
96 Ebû Dâvûd, Cihâd 90.
97 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., IV, 37.
98 es-Serahsî, a.g.e., I, 39- 41.


“Allah yolunda uğrayacakları hiçbir susuzluk, yorgunluk, açlık; ehl-i küfürleri öfkelendirecek bir yeri çiğneyip zaptetmeleri yoktur ki mutlaka bunlarla kendilerine iyi bir amel yazılmış olmasın.” 99
Ağaçlar ve ekinler üç kısma ayrılır:
Birincisi: Telef olmasına ihtiyaç duyulanlar; bu da kalelerine yakın olan ve
savaşı zorlaştıran veya varlığından dolayı Müslümanlardan gizlenilebilen, yolların genişletilmesi, onarımı, mancınık gibi silahların gizlenmesi, öldürülmekten emin olunması için kesinlikle ihtiyaç duyulanlar. Eğer aynı şeyi bize yaparlarsa (ağaçlarımıza ve ekinlerimize) kendilerinin helâki için aynısıyla mukabele edilir.
İkincisi: Kesilmesiyle Müslümanların zarar, kalmasıyla da fayda görebilecekleri şeyler; kendilerinin yüceliğini gösterme, ağaçların gölgelerinden faydalanmaları, meyvelerinden yemeleri veya böyle bir şeyin bizimle ehl-i küfür arasında meydana gelmemesi hadiseleri gibi.
Eğer biz düşmana yaparsak onlarında bize aynısını yapma hadisesi var ise bu haramdır. Çünkü bunda Müslümanlara zarar vardır.
Üçüncüsü: Bu iki kısmın haricinde kesilmesinde ehl-i küfre zorluk çıkartıp zarar vermekten başka ne zararı ne de faydası olanlardır.100
Sonuç olarak, İslâm, kan dökmeye ve düşman askerlerinin mallarına el koymaya, ancak ve ancak, savaş alanlarında izin verir. Çünkü savaş, hiçbir zaman saldırının yapıldığı alanın dışına taşmamalıdır.
Savaş yapmayanların güvenliği tam garanti altındadır. Onların ne kendi canlarından ve ne de mallarından dolayı herhangi bir endişeye kapılmalarına gerek yoktur.

99 Tevbe, 9/120.
100 Azzam, Abdullah, Cihâd Ahkâmı, Vural Yayıncılık, İstanbul 1997, s. 26, 27.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
E) SAVAŞ SIRASINDA İBADET

1) Namaz
İslâmîyet, cihâdı manevi-ruhi ibadetlerden ayırmamak için, harp zamanlarında
bile namazı ihmal etmemeyi emretmiştir. Kur’an-ı Kerim, Salatü’l-Havf ismiyle bundan
uzun boylu bahseder.
"Ehl-i Küfrün size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazdan
kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur."163
161 es-Serahsî, a.g.e., I, 87; İbn Hişâm, a.g.e., III, 231, 232; İbn Kesir, a.g.e., IV, 103, 104; İbnü’l-
Kayyım el-Cevziyye, a.g.e., III, 1123; Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, I, 586-588;
Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 126.
162 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., III, 552.
163 Nisâ, 4/101,102. Daha geniş bilgi için bkz: Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 998.
90
Bu ayet savaş için çıkılan yolculukta düşman saldırısı gibi bir tehdike ile karşı
karşıya kalınca namazın kısaltılmasında bir sakınca olmadığını bildirmektedir.164
Savaş halinde namaz cemaat ile kılınabilir. Bu şekilde namazın nasıl kılınacağını
Kur’an-ı Kerim şu şekilde açıklar: “Sen onların aralarında bulunup da onlara namaz
kıldırdığında içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun. Silahlarını da
yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğer bir kısmı arkanızda beklesin.
Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı
bulunsunlar, silahlarını yanlarına alsınlar. Kâfirler arzu ederler ki, silahlarınızdan ve
eşyanızdan bir gafil olsanız da size ani bir baskın yapsalar.”165
Ayette ifade edildiği gibi, kılınan namaz iki rekattir ve her rekata nöbetleşe bir
kısım katılmıştır. Şu halde herbirinin ikinci rekatleri, savaşın başlaması gibi, korkunun
şiddetlenmesini gerektirecek yeni bir durum ortaya çıkmadıkça nöbetleşe tamamlaması
gerekecektir. Durumun böyle olduğu Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünneti ile de
açıklanmıştır. İbn Ömer ve İbn Mesud'dan rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber
(s.a.v.) namaz kıldırdığı zaman âyette olduğu gibi ilk grup ile bir rekat ve diğer grup ile
de bir rekat kılmış; sonra bu grup düşman karşısına gitmiş, yine önceki grup gelip ikinci
rekatı kırâatsız kaza etmiş ve selam vermiş, sonra bunlar gidip yine ikinci grup gelmiş
birinci rekatı kırâat ile kaza etmişler ve selam vermişler, bu şekilde her grup iki rekat
kılmışlardır.166
Ayette, birinci grup yalnız "silahlarını alsınlar" demekle yetinildiği halde,
namaza gelen ikinci grup için "uyanık, temkinli ve dikkatli olmak," demek olan "hızr"
kelimesinin ilave edilmiş olması, düşman karşısında yerlerini öbürlerine bırakırlarken
son derece ihtiyatlı hareket etmek gereğini duyurup hissettirmek içindir. Çünkü, kâfirler
öyle arzu etmektedirler ki, Siz silahlarınızdan ve eşyanızdan, savaş araç ve
gereçlerinizden gafil olsanız, boş bulunsanız da üzerinize birdenbire bir saldırıverseler.
164 Ateş, a.g.e., II, 356; Elmalılı, a.g.e., III, 66.
165 Nisâ, 4/102.
166 Buhârî, Taksîr 5, Salât 1, Menâkibü’l-Ensar 48; Müslim, Müsâfirîn 1,3,5,6; Ebû Dâvûd, Sefer
1,2,6,8,10,18; Nesâî, Salât 3; Ahmed İbn Hanbel, VI, 234; Elmalılı, a.g.e., III, 67, 68.
91
İbn Abbas ve Cabir'den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabı ile öğle
namazını kılmış, müşrikler de bunu görmüştür. Sonradan "biz ne fena yaptık, niye o
sırada saldırıvermedik" dediler ve diğer bir namaz sırasında baskın yapmaya karar
verdiler. Yüce Allah da bu âyetle peygamberine onların sırlarını bildirdi. Ayetin
devamında "...Yağmurdan zarar görecekseniz veya hasta olursanız, silahlarınızı
bırakmanıza engel yoktur. Fakat bütün ihtiyat tedbirlerini alın..."167 emriyle bir eziyet ve
zarar bulunmadıkça silahı üzerinde bulundurmak gerekli ve elden bırakmak günahtır.168
Alimler, ayette belirtilen meşru mazeret dışında, namaz kılarken silahı
bırakmamanın vacip olduğunu söylerler. Vücub hükmünü, ruhsattan sonra ihtiyatî tedbir
alınması, gafil yakalanılmaması için ayette gelen emirden çıkarırlar. Ayet-i Kerime
savaş sırasında bile olsa namazın bırakılmaması için emir vererek namazın Allah
nezdinde ehemmiyetine dikkat çektikten sonra, düşmana karşı tedbirin bu mühim kulluk
vazifesini ifa esnasında bile ihmal edilmemesini emretmesi, ayetten ibret alınması
gereken bir başka husustur.169
İbn Mes’ud’un rivayetine göre Rasûlullah (s.a.v.) Bilal’a emretti. O da kalkıp
birinci namazdan önce hem ezanı okudu hem de kamet getirdi. Daha sonraki
namazlarda ise sadece kamet getirmekle yetindi.
Burada savaşla meşgul olmaktan dolayı namazı geciktirmenin câiz olduğuna
delil vardır. Ayrıca vaktinde kılınamayıp kaçırılan namazların Rasûlullah (s.a.v.) ‘in
yaptığı gibi cemaatle kılınması da müstehabtır. Eğer fiilen savaşmayıp ayakta yahut
süvari iseler ima (işaret) ile namazlarını kılarlar ve bu durumda namazlarını ertelemeleri
câiz değildir. Çünkü rükû ve sücudun yapılma imkânı bulunmadığı zamanlarda farz
namaz ima yoluyla kılınır. Burada askerlerin rükû ve sücuddan aciz oldukları
ortadadır.170
167 Nisâ, 4/102.
168 Elmalılı, a.g.e., III, 68; Ateş, a.g.e., II, 357, 358.
169 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., II, 314.
170 es-Serahsî, a.g.e., I, 157, 158.
92
Rivayet olundu ki, Ebû Berze el-Eslemi, atının yularını tuttuğu halde iki rekât
namaz kıldı. Sonra atın yuları elinden düştü ve atı kıbleye doğru gitti. Ebû Berze atının
ardından giderek yularını yakaladı ve yönünü Kıbleden ayırmadan geri geldi ve
namazın geri kalanını tamamladı. Onun bu durumunu görenlerden cahil bir kişi: Bu zat
ne yapıyor, Allah onu şöyle etsin, böyle etsin diyerek ona dil uzattı. Ebû Berze namazını
bitirdikten sonra: Hey! “Az önce bana dil uzatan! Biz din işlerinde Rasûlullah (s.a.v.)
gösterdiği kolaylığı görmüş kimseleriz. Şayet atımı bırakıp namazımı tamamladıktan
sonra peşine düşseydim atım uzaklaşmış olacaktı ve bu benim için zor olacaktı” dedi.171
Burada askerin namaz kılarken atının yularını tutmasında bir sakınca
bulunmadığına delil vardır. Çünkü burada at bakıcısı bulunmadığından askerin kendisi
bakmak mecburiyetindedir. Yine ihtiyaç anında yönünü kıbleden çevirmeden bir miktar
yürüyecek olursa namazı bozulmaz. Görmüyor musun? Hz. Ebû Bekir (r.a.) mescidin
kapısında tekbir getirerek rükûa gitmiş ve rükûda olduğu halde saffa ulaşıncaya kadar
yavaş yavaş yürümüştür. Ama yürüdüğü zaman sırtını kıbleye çevirecek olursa,
yürüdüğünden dolayı değil, sırtını kıbleye çevirdiği için namazı bozulur. Çünkü
namazın câiz olabilmesi için kıbleye yönelmek şarttır.
İmam Muhammed dedi ki: Gazilerle diğer yolcuların nafile namazlarını
bineklerin sırtında oldukları halde yönleri hangi tarafa bulunursa bulunsun ima ile
kılmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü nafile namaz bir vakitle sınırlı değildir. Her zaman için kılınabilir.
Yolcunun da her zaman bineğinden inip Kıbleye yönelmesinin güç bir şey olacağı
ortadadır. Nafile namazı devam ettirmek istediği takdirde kendisi için bu ruhsatın sabit
olması mazerete benzer.172
171 es-Serahsî, a.g.e., I, 165.
172 es-Serahsî, a.g.e., a.y..
93
2) Yiyecek ve içecekler
Savaşa katılan askerlerin hangi şartlarda neleri yiyip içecekleri bir takım
prensiplere bağlanmıştır. Yiyecek ve içecek sıkıntısı çeken Müslüman askerler, her türlü
yiyeceği yiyemezler. Yahudi ve Hıristiyanların, gerek kestikleri hayvanların eti olsun,
gerek diğer yemekleri olsun, yenmesinde bir sakınca yoktur. Allah Teala şöyle
buyuruyor: “…Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara
helaldir…”173
Selman-ı Farisî’nin kölesi Süveyd’in de şöyle dediği rivayet edilir: Allah Teala
Farsları mağlup ettiği gün, bir sepet buldum ki içinde ekmek, peynir ve bıçak vardı. O
sepeti alıp Selman (r.a.)’a götürdüm. Selman, arkadaşlarına ekmeği ve peyniri verdi ve
oturup yemeye başladılar. O zaman Farslar Mecûsî idiler. Buradan da anlıyoruz ki
kestikleri hayvanın eti hariç diğer yemeklerinin yenmesinde bir sakınca yoktur.
İmam Muhammed, daha sonra Ali İbn Ebi Talib (r.a.)’a düşman Hıristiyanların
kestikleri hayvanlarının etlerinin yenilip yenilemeyeceği sorulduğu ve kendisinin bunda
bir beis görmediğini, ancak kadınlarıyla evlenmenin mekruh olduğunu söylediğini
nakleder.174
Hayber savaşında başgösteren kıtlık sebebiyle müslüman askerler, at ve ehil eşek
eti yemeye başladılar. Bu duruma muttali olan Hz. Peygamber (s.a.v.) at etini yemeyi
serbest bırakmış, ehil eşek etini yemeyi is yasaklamıştır.175
Askerler yol boyunca rastladıkları ağaçların dibine düşen meyvelerinden
yiyebilirler. Rafî İbn Amr el-Gaffarî çocukluğunda hurma ağacından hurma
düşürebilmek için ağacı taşlarken Rasûlullah (s.a.v) gelir. Kendisine hurma ağacını
niçin taşladığını sorar. Ağaca taş atmamasını söyleyerek şöyle buyurur: “Hurmaya taş
173 Mâide, 5/5.
174 es-Serahsî, a.g.e., I, 103,104; Ateş, a.g.e., II, 743-745; Elmalılı, a.g.e., III, 166,167.
175 İbn Hişâm, a.g.e, III, 345; İbn Kesir, a.g.e., II, 192.
94
atma. Ağacın altına düşenlerden ye.”176 Bu hadis ağaçların altına düşen meyvelerin
yenebileceğini göstermektedir.
Yine askerler yol üzerinde rastladıkları sürülerin sütlerinden yararlanabilirler. Şu
hadis bu hususta nasıl hareket edileceğini göstermektedir. “sizden biriniz davar
sürüsüne rastladığı zaman, orada sahibi var ise izin istesin. İzin verirse süt sağsın ve
içsin. Sahibi yoksa üç kere seslensin. Cevap verirse izin istesin. Sahibi yok ise süt
sağsın ve içsin. Fakat yanına alıp götürmesin.”177 Bu hadiste de görüldüğü gibi izin
almak şartıyla sürülerin sütünden yararlanılabilir.
3) Alış-Veriş
Savaş sırasında, savaş hizmetlerine engel olmayacak şekilde alış-verişte
bulunmak haram değildir. Fakat asıl vazife olan cihâd hizmetlerini aksatacak olan
ticarete cevaz verilmez.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in uygulamaları savaş sırasında alış veriş
yapılabileceğini göstermektedir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) savaşlarda alış veriş
yapanları gördüğü halde, onları bundan men etmemiştir.178
Hârice İbn Zeyd, babasına savaşa katılan bir kimsenin alıp satmasını ve ticaret
yapmasını soran bir kişiye şöyle cevap verdiğini bildirir. “Biz Rasûlullah (s.a.v.) ile
beraber Tebük Savaşı’nda iken alış veriş yaptık. Rasûlullah (s.a.v.) bizi görüğü halde,
bizi bundan nehyetmedi.”179
Savaşın çıkmış olması, Müslümanlar ile savaşılan ülkeler arasındaki ticarete
hiçbir zaman engel olmaz. Şu halde, İslâm ülkelerinde toplanan ticaret mallarını düşman
ülkelere satmak isteyen tüccarlara izin verilmektedir.
Tüccarlar, Müslümanların zararına düşmanları kuvvetlendirecek olan ticaret
mallarını dış ülkelere satmaya salahiyetli değillerdir. Hanefiler savaş araç ve gereçleri,
176 Ebû Dâvûd, Cihâd 85; İbn Mâce, Ticaret 68; Ahmed İbn Hanbel, V, 21.
177 Ebû Dâvûd, Cihâd 85; Tirmîzî, Büyu’ 59.
178 İbnü’l-Kayyım el- Cevziyye, a.g.e., III, 1101.
179 İbn Mâce, Cihâd 23.
95
silah yapımına yarayan ve her türlü silah yapımında hammadde olarak kullanılan demir
gibi askeri teçhizat maddeleri dışındaki bütün ticaret eşyasının düşman ülkelerine ihraç
edilebileceğini söylemişlerdir. Demir konusunda Kur’an’da bir ayet bulunmakta ve
burada şöyle denilmektedir:
“Biz demiri de var ettik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar
vardır.”180
Hukukçuların çoğunluğu, yiyeceklerin ve her çeşit giyim eşyasının düşman
memleketine satışına izin vermişlerdir. Yalnız İmam Şafii:
“Silahlar kadar yiyecek ve giyecekler de düşmanı kuvvetlendirir” diyerek bu
düşünceye karşı çıkmıştır.
Demir, silah ve köleler dışında, her türlü ticaret eşyasının ihracatına izin veren
hukukçular, bu konudaki görüşlerine destek olarak, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)’in,
Mekke’de savaşmakta olan Ebû Sufyân’a, bir deri parçası karşılığında, bir miktar
sıkıştırılmış hurma göndermesini ve ayrıca Mekke halkının açlıktan kıvrandığı bir
sırada, ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak üzere, yüz dinar yollamasını gösterirler.
Düşmanlara sulhtan sonra olsa bile silah, at, demir gibi savaş aletlerini takviye
edecek şeylerin satılması Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından yasaklandığından satılmaz.
Fakat İslâm toplumunun ihtiyacı olmamak şartıyla onlara yiyecek ve giyecek gibi
şeyleri satmak istihsanen câizdir. İslâm toplumunun ihtiyacı varken satmak câiz
değildir.181
Kıyas, İslâm düşmanlarına yiyecek ve giyecek de satmanın câiz olmamasını
gerektirir. Ancak biz nassdan bunun câiz olduğunu öğreniyoruz. Zira Hz. Peygamber
(s.a.v.) –Mekke müşrikleri Müslümanlarla savaş halinde iken- Sümâme’ye onlara
yiyecek maddelerini satmasını emretmiştir.182
180 Hadîd, 57/25.
181 Atıf, a.g.e., III, 392.
182 el-Merğınâni, a.g.e., II, 139.
96
Bütün bu bilgiler; gerek duyulduğu takdirde savaşı terketmemek şartıyla alış
veriş yapılabileceğini göstermektedir.
4) Borçlunun Savaşa Katılması
Borçlu olanlar, borçlarını ödeyecekleri zamana kadar askerlikten muaf tutulurlar.
Çünkü borcun ödenmesi savaşa katılmaktan daha mühimdir. Alacaklının izni olmadan
borçlunun savaşa gitmesi mekruhtur. Tıpkı çoluk çocuğuna yetecek malı bırakmadan
birinin hacca gitmesi gibi. Bu onun için mekruh ise, borçlu için daha çok mekruh olur.183
Borçlu kişi savaşa gitmek isteyip alacaklı kişi de hazır değilse, borcunu ödemeye
yetecek kadar malı varsa, savaşa gitmesinde sakınca yoktur. Savaşa gideceği zaman bir
adama, kendisine bir şey olduğu takdirde mirasından borcunu ödemesi için vasiyet eder.
Çünkü alacaklının hakkı borçlunun canında değil, malındadır. Savaşa gitmesiyle
onun hakkından bir şey kaybolmuş olmaz. Çünkü alacaklı döndüğü zaman hakkını
borçludan tahsil ediyormuş gibi o işle görevlendirilen kişiden teslim alır. Vasiyet
sözünün belirtilmesi ise, savaşa giden kişinin Allah yolunda şehit olabileceğindendir.
Böyle bir durumda onun yerine borcunu ödeyecek kişiye vasiyette bulunur.184
Borç vadeli ise ve borçlu, borcun vadesi gelmeden önce zahire bakarak
döneceğini biliyorsa, en iyisi borcunu ödemek için kalıp çalışmasıdır. Ama bu durumda
da gitmesinde bir sakınca olmaz. Çünkü borcun vadesi gelmeden önce alacaklının onu
engellemeye hakkı yoktur.
Rasûlullah (s.a.v.)’in buyurduğuna bakarak böyle bir kişinin gitmesinin daha iyi
olacağı sonucu çıkarılmıştır. Asıl borçlu, söz konusu borcu kendisinin aynı oranda
alacaklı olduğu bir üçüncü kişiye havale etse, o takdirde borçlunun savaşa gitmesinde
sakınca olmaz. Çünkü alacaklının borcunu başkasına havale etmesiyle o borçtan
kurtulmuş olur.
183 es-Serahsî, a.g.e., IV, 209; İbn Rüşd, a.g.e., II, 413.
184 es-Serahsî, a.g.e., IV, 35.
97
Borcunu başkasına havale eden kişinin ondan alacağı yoksa savaşa çıkmaması
müstehap olur. Çünkü havale eden kişinin borcundan kurtulsa bile, kendisine havale
edilen borç hala üzerindedir.
Alacağı havale edilen değil de, üzerine borç havale edilen kişi savaşa çıkmasına
izin verirse, çıkmasında sakınca olmaz. Çünkü üzerinde alacaklının hakkı kalmamış
olur. Sadece üzerine borcun havale edildiği kişi ile ilişkisi kalmıştır. Bunun da onun
hakkında verdiği izin muteberdir.185
5) Kadınların Savaşa Katılması
Kadınlar savaşa katılabilirler. Hz. Peygamber (s.a.v)’in uygulamalarında bu
hususu teyit eden bir çok olay mevcuttur.
Necdet İbn Âmir el-Harûrî, İbn Abbas (r.a.)'a beş haslet hakkında soru
sormuştur. Bunlardan biri de “Rasûlullah (s.a.v.) savaşa çıkarken kadınları da götürür
müydü?” sorusuydu. İbn Abbas (r.â.), şu cevabı yazdı: "Bana yazıp "Rasûlullah
(s.a.v.)'ın savaşa kadınları da götürüp götürmediğini" sordun. Evet, kadınları savaşa
götürürdü. Onlar yaralıları tedavi ederlerdi.186
İbn Abbas’ın cevabından kadınların, bazı geri hizmetlerde vazife alabileceği
anlaşılmaktadır. Ancak, onların savaşa olan bu iştirakleri, ganimet taksiminde "pay"a
iştirak hakkı tanımıyor, bahşiş ve atiyye cinsinden radh denen ve -belli bir miktar ve
nisbeti olmaksızın- komutanın takdirine bağlı bir ihsan veriliyor.
Ümmü Atiyye (r.a.) anlatıyor: "Ben Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte yedi ayrı
gazveye çıktım. Ordugâhlarda ben geride kalır, askerlere yemek yapar, yaralıları tedavi
eder, hastalara bakardım."187
Bu rivayet de kadınların, geri hizmetler görmek üzere savaşa katılabileceğini
göstermektedir. Ümmü Atiyye "geride kaldığını" ifade ediyor. Yani bizzat düşmanla
185 es-Serahsî, a.g.e., IV, 208, 209.
186 Müslim, Cihâd 137; Tirmîzî, Siyer 8; Ebû Dâvûd, Cihâd 152.
187 Müslim, Cihâd 142.
98
savaş yapmak üzere ileri hatta katılmıyor. Mutfak, temizlik, tedavi, tamir, hayvan
bakımı gibi, orduya terettüp eden "geri hizmetler" veya "destek hizmetleri" ifa ediyor.
Gazveye katılmada Ümmü Atiyye münferit bir örnek değildir. Ancak başka rivayetler
nazara alınacak olursa kadınların savaşta silahlı mücadeleye iştirak ettikleri de görülür.
Bedir ve diğerleri gibi çıkılan ilk askerî seferlerde, hastabakıcı, aşçı, v.s.
şeklinde de olsa kadınlara görev verilmemiştir; daha sonraları çok miktarda kadın
savaşçıya rastlıyoruz. Bilhassa erkek savaşçıların yeterli miktarda olmadığı sırada sırf
düşmana baskın verip onu püskürtmek üzere Ümmü Suleym, Ümmü Haram ve diğer
hanım savaşçıların Uhud, Huneyn v.s. savaş meydanlarında silaha sarılıp netice alacak
şekilde yiğitçe dövüştüklerini görüyoruz; üçüncü hicri senede cereyan eden Uhud harbi
sırasında Rasûlullah’ın Ailesine mensup olanlar da dâhil genç kadınlar, mücahitlere
içme suyu veriyor ve yaralıların yardımına koşuyorlardı.188 Yaşlı kadınlar yemek
hazırlamak, su çekmek, hasta ve yaralılara bakmak gibi hizmetler için büyük ordularda
bulunabilirler. Fakat genç kadınların evlerinde kalmaları, kötülüğe meydan verilmemesi
bakımından daha iyidir.189
Azlıktan dolayı kazanılacağına zannı galib olamayan üç yüz dört yüz kişiden
ibaret olan bir fırka asker ile beraber Kur’an, hadis ve fıkıh kitapları gibi tazimi vacip
alaya alınması haram olan şeyleri veya kadınları götürmek şer’an yasak olduğundan
tahrimen mekruhtur. Fakat kazanılacağı hissedilen çok asker ile beraber Kur’an ve dini
kitaplara ve hastalara bakmak, askerlere su vermek gibi hizmetlerde bulunmak üzere
seçilen kadınları götürmek mekruh değildir. Genç kadın götürmek gerekirse genç cariye
götürmek evladır.190
Bazı alimlerimiz kadınların savaşa katılma keyfiyetinin sonradan neshedildiğini
söylemiştir. Ancak Rasûlullah (s.a.v.)'ın vefatından sonra (hicrî 13) cereyan eden yüz
kadarı Bedrî olmak üzere bin kadar sahabenin katıldığı bu savaşta kadınların yer almış
olması, keza Kıbrıs'ın fethinde, Hz. Enes'in teyzesi Ümmü Haram (r.a.)'ın bulunması
188 Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 999.
189 el-Merğınâni, a.g.e., II, 137.
190 Atıf, a.g.e., III, 388.
99
gibi örnekler nesh meselesini ihtiyatla karşılamamız için yeterlidir. Ne var ki,
Müslümanların sayıca çoğalması, askerliğin muvazzaf, sistemli bir mahiyet kazanması
gibi durumlar, kadınların askere alınmasına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmış olabilir.
Günümüz şartlarında da ihtiyaç yoktur. Ama İslâm'ın bu meseledeki sözü nedir?
denilecek olursa, ret cevabında kesin ve aceleci olmamak gerektiğini söyleyebiliriz.
Öyle ise: "Cihâdda asıl olan erkeklerin yapmasıdır. İhtiyaç halinde kadına da başvurma
kapısı açıktır" diyebiliriz.191
F) İLKYARDIM VE TEDAVİ
Savaşta ilk yardım ve tedavi, gerek Müslümanlar için olsun gerekse yaralı olarak
ele geçen düşman askerleri için olsun, insanî bir görevdir. Hz. Peygamber (s.a.v.)
dönemi savaşlarında bu görevi savaşa katılan kadınlar yerine getirmiştir. Uhud Harbi
sırasında Rasûlullah (s.a.v.)’ın ailesine mensup olanlar da dâhil genç kadınlar,
mücahitlere içme suyu veriyor ve yaralıların yardımına koşuyorlardı.192 Nitekim, Ebû
Ümâme İbn Sehl İbn Huneyf’ten yapılan rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), Uhud Günü
yüzünü çürümüş bir kemikle tedavi etmiştir.
Yine rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), bir hasır parçasını yakarak onunla yüzünü
tedavi etmiştir.
Başka bir rivayette ise, çürümüş bir kemikle tedavi etmiş ve bir sargıyla
bağlamıştı. Günlerce de bu sargının üzerine mesh etmişti.193
Rasûlullah (s.a.v.), Hendek Günü ucu uzunca bir okla elinin damarı kopan Sa’d
İbn Muaz’ı dağlayarak tedavi etmiştir. Es’ad İbn Zürâre (r.a.)’yi de dağlayarak tedavi
ettiği rivayet edilmiştir.194
191 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., IV, 33, 34.
192 Hamidullah, a.g.e., a.y..
193 es-Serahsî, a.g.e., I, 91
194 es-Serahsî, a.g.e., I, 92.
100
Sonuç olarak, ilkyardım ve tedavi, Müslüman ve gayrimüslim ayrımına
bakmaksızın vicdanî ve insanî bir görev kabul edilmelidir. İslâm tarihindeki
uygulamalar da bu şekildedir.
III- SAVAŞIN DİĞER UNSURLARI
A) ASKERLERE YÖNELİK HÜKÜMLER
1) Komutana İtaat
Cihâda çıkılınca herkes kendi başına hareket etme imkânına sahip değildir.
Ordunun başındaki komutana yüzde yüz itaat edilmesi ve emrinden çıkılmaması
gerekir. Başıbozukluk her yede bir felâketse de, özellikle cihâd yolculuğunda ve
cephede hiç affedilmeyecek bir suçtur. Bu sebeple, cihâd meydanındaki emirler
münakaşa ve istişareye açık değildir. Çünkü onun için yeterli zaman ve uygun zemin
yoktur.195
İmam Muhammed’e göre: “Devlet başkanı, akıllı, faziletli, savaştan anlayan ve
Müslümanlara şefkat besleyen kimseyi komutan tayin etmelidir. Çünkü komutana itaat,
Allah’a ve Rasûlü’ne itaat demektir. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber
ve sizden olan emir sahiblerine de itaat edin,”196 ayeti ile “size habeşli bir köle emir olsa
dahi, Allah’ın kitabıyla hükmettiği sürece itaat edin, dinleyin,” hadisi bunu
göstermektedir.197
Askerler komutanlarına itaat ettikleri zaman helâk olacaklarını bilseler,
kendilerine v,erilen bu emir, onları helâk etmek yahut hafife almaktır ki, yüce Allah bu
tür itaati kınamıştır. “Firavun, milletini horladı, ama onlar kendisine yine de itaat ettiler.
Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir.”198
195 en-Nevevî, a.g.e., VI, 61.
196 Nisâ, 4/59.
197 Buhâri, Ezân 54, Ahkâm 4; Tirmîzî, Fiten 30; İbn Mâce, Cihâd 39; Ahmed İbnHanbel, II, 523; es-
Serahsî, a.g.e., I, 118.
198 Zuhruf, 43/54.
101
Verilen emir hakkında asker arasında ihtilaf varsa; bir kısmı o emirde helâk
olmanın bulunduğunu söyleyecek olsa, o zaman komutanın emrine itaat edilir.
Ancak helâk olmakla sonuçlanacağı hiç kimseye kapalı olmayacak derecede
apaçık ise yahut onlara bir günahı emredecek olsa, o zaman itaat etmezler. Ancak
sabredip komutanlarına karşı ayaklanmamaları gerekir.199
Komutan, falan komutan ve askerleri sağda, filan ve askerleri önde, falan ve
askerleri de solda yerlerini alsın, emrini verince hiç kimse kendisine tayin edilen yeri
terk etmemelidir.200
Rasûlullah (s.a.v.), İslâm daveti için Şam’ı fethetmeye yöneldi. Zeyd İbn
Hârise’nin oğlu Usâme komutasında ordu hazırladı. Hz. Ebû Bekir ve Ömer de bu
orduya katılmışlardı. Vefatında ordunun mutlaka gönderilmesini tavsiye etti. Bu
ordunun oluşturulmasındaki anlama kısaca bir göz atalım. Ordunun başında Mûte
Savaşı’ında şehit düşen Zeyd İbn Hârise’nin oğlu Usâme vardır. Usâme, Arap
toplumunun anlayışında soy ve şöhret bakımından Kureyş büyüklerinin derecesinde
olmadığı halde komutan tayin edilmiştir. Özellikle İslâm’da ve halk arasında itibar ve
mevkileri herkes tarafından bilinen Hz Ebû Bekir ve Ömer, Usâme’nin kumandası
altında orduda bulunmaktadırlar. Bu uygulama küçüklerin önünde engellerin durmaması
ve engel çıkarılmaması gerektiğini, küçüğün komutasında olmanın büyüğün değer ve
itibarını düşürmediğini, cihâd da amel ve gayret dışında bir şerefin söz konusu
olmadığını göstermektedir.201
2) Savaş Meydanında Sebat Etmek
Savaş şartlarında bir askerin davranışı neticeye müessir olabilir. Bir korkağın
paniğe düşüp kaçması, öbürlerine de sirâyet edebileceği gibi bir cengâverin sebatı da
199 es-Serahsî, a.g.e., I, 116, 117.
200 es-Serahsî, a.g.e., I, 119.
201 Ebû Zehra, Dünya İslâm Birliği, s. 157.
102
başkalarının sebatına sebep olabilir. Savaşı kazanmanın asıl sırrı, ayet ile sabittir ki
düşmandan daha sabırlı olmaya bağlıdır.202
Savaş esnasında sabretmek, ecrini sadece Allah’tan beklemek sûretiyle ihlâsla
hareket etmek, düşmana karşı sırt çevirmeyip karşı durmak sûretiyle şehit olan kimse bu
dünyada en üstün makama, cennete de en üstün dereceye ulaşır.203 Nitekim Ayet-i
Kerime’de;
Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve
Allah’ı çok anın ki başarıya erişesiniz. Allah ve Rasûlü’ne itaat edin; birbirinizle
çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü
Allah sabredenlerle beraberdir. Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve insanları
Allah’ın yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkan kâfirler gibi olmayın. Allah onların
yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır”.204
“Düşmala karşılaştığınız zaman sabredin…”205 hadisi, her Müslüman asker için
sebat etmenin geçerli olduğunu ifade etmektedir. Ebû Katade (r.a.)’den rivayet
edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.), ashab arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihâd,
Allah’a iman etmek amellerin en faziletlisidir” diye hatırlattı. Bunun üzerine bir kişi
ayağa kalkıp:
— Ya Rasûlullah! Şayet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma
keffâret olur mu? diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) ona:
—Evet, şayet sen sabrederek, ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden
kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürürsen, günahlarına keffâret olur”
buyurdu. Sonra, Rasûlullah (s.a.v.):
— “Nasıl demiştin?” diye sordu. Adam:
202 Âli İmrân, 3/200.
203 en-Nevevî, a.g.e., VI, 59.
204 Enfâl, 8/45–47.
205 Buhârî, Cihâd 32; Müslim, Cihâd 19; Ebû Dâvûd, Cihâd 89; Ahmed İbn Hanbel, II, 523.
103
— Şayet ben Allah yolunda öldürürsem, günahlarıma keffâret olur mu? diye
sözünü tekrarladı. Rasûlullah (s.a.v.) ona:
— “Evet, şayet sen sabrederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek, düşmandan
kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret
olur. Ancak borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibril söyledi” buyurdu.206
Sabır, dinimizin en önemli disiplinlerinden biridir. Sabır imtihanı da en zor
imtihanlardandır. Belâ ve musibetlere sabır hususunda herkes bir değildir.
“Hayatımızın her safhasında sabra ihtiyacımız varsa da, Allah yolunda cihâd,
sabrın gerektiği yerdir. Çünkü dünyada elde edilen zaferi, nefisle mücâhedeyi ve
ahirette cenneti kazanma alanı cihâd meydanıdır.
İmam-ı Muhammed (r.a.)’ın anlattığına göre: Ebû l-Muhatar’ın babası olan Ebû
Ubeyd es-Sekafi, Kussu’n-Natıf isimli yerde öldürüldü. Kendisi, kaçmayı reddetmiş ve
ölünceye kadar düşmanla savaşarak sebat etmişti. Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Allah
Ebû Ubeyd’e rahmet etsin. Şayet bana geri dönseydi ona kuvvet olurdum.”
Buradan anlıyoruz ki, sebat etmek ve dövüşe devam etmek kendini tehlikeye
atmaktır diyenlerin aksine, sebat edip savaşa devam etmekte bir sakınca yoktur. Aksine,
bunda kendini Allah için feda etme vardır. Sahabeden bunu yapanlar olmuştur ve
Rasûlullah (s.a.v) onları övmüştür.207
3) Savaştan Kaçmak
a) Özürsüz Olarak Savaşa Katılmamak
Savaş her Müslümana farzdır. İslam dinine mensup her kişi bu görevi yerine
getirmek mecburiyetindedir. Savaştan geri kalmak konusunda Müslümanlar Kur’an-ı
Kerim’de uyarılmaktadırlar. Dünya nimetlerini Allah yolunda savaşmaktan üstün
tutanlar, ölüm korkusu duyanlar da uyarılmaktadırlar ve bu konuda münâfıkların haline
206 Müslim, İmâret 32.
207 es-Serahsî, a.g.e., I, 90.
104
dikkat çekilmektedir. Maide, 5/54 ve Tevbe, 9/39 da: Eğer Allah yolunda savaşmaktan
kaçınacak olursak, Allah’ın kendi yolunda savaşacak ve kendisinden razı olduğu başka
bir toplumun getirileceği haber verilmektedir.
“Kim gaza etmeden ve gönlünden gaza etme arzusunu taşımadan vefat ederse,
bir tür nifak üzere ölür”.208
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki: ‘Allah yolunda topluca savaşa çıkın’
denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Yoksa siz ahireti bırakıp sadece dünya hayatına
mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır.”209
“Eğer savaşa çıkmazsanız, O sizi can yakıcı bir azaba uğratır ve yerinize sizden
başka bir topluluk getirir. Siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz Allah her şeye kâdirdir.”210
İmam-ı Muhammed (r.a.) bu hususta şunları söyler: Gücü yerinde bir
Müslüman’ın iki düşmandan kaçmasını câiz görmem. Çünkü yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa
katılmak maksadı dışında, savaş günü arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir
gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü bir dönüştür!"211
Rasûllah (s.a.v.)’ın sakınılmasını emrettiği yedi büyük günahtan biri de savaştan
kaçmaktır.212
Ancak tekrar savaşma yahut başka bir alanda savaşmak gayesiyle başka bir
Müslüman müfrezeye katılmak için kaçanlar bundan hariçtir.
Buradan anlıyoruz ki, düşman güç getirilemeyecek kadar güçlü ise
Müslümanların geri çekilmesinde bir sakınca yoktur.213
Ebû Said (r.a.) anlatıyor: "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir
başka topluluğa katılmak maksadı dışında, savaş günü arkasını düşmana dönen kimse
208 Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvûd, Cihâd 18.
209 Tevbe, 9/38.
210 Enfâl, 8/16.
211 Enfâl, 8/16.
212 Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48; Müslim, Îman 145; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 15.
213 es-Serahsî, a.g.e., I, 88.
105
Allah'tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir
dönüştür! ayeti Bedir günü indi."214
Ayet Müslümanlara, savaşmanın mühim bir kaç adabını bildirmektedir.
1- Düşmana gizlice, ağır ağır yaklaşmak. Ayette geçen zahfân tabiri bebekler
için emeklemek manasında kullanılır. Düşmana ağır ağır yaklaşıldığı savaş manasında
yevm-i zahf (emekleme günü) tabiri kullanılması, Arapça'da âdet olmuştur.
2- Savaş sırasında kaçmamak, sonuna kadar, yani zafer veya şehâdet elde
edinceye kadar geri dönmemek. Ayet savaştan kaçmayı, Allah'ın gazabına uğramak gibi
şiddetli bir tehdidle yasaklamaktadır. Bu, nerdeyse şehîde vaad edilen mükâfâtın
büyüklüğüne denk bir ceza olmaktadır.
3- Ayet iki maksadla kişinin, savaşta yerini terkedebileceğini ifade ediyor:
a) Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek: Bu, düşmanı, sağlamca veya
tehlikeli şekilde yerleşmiş bulunduğu yerden çıkarıp, kendimiz için daha elverişli olacak
bir mevziye çekmek için düşmana, kaçıyormuş intibaını vermek için bir tarafa
çekilmek.
b) Bir başka topluluğa katılmak maksadıyla cepheyi terk. Bu da güçlenmek veya
güçlendirmek maksadına yöneliktir, harp hilesidir. Şu halde, bu iki maksad dışında
savaştan firar kesinlikle haramdır.215
İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: ‘Rabbimiz, Allah
yolunda savaşan şu kimseye taaccüb etmiştir: Arkadaşları hezimete uğra(yıp kaçmış)tır.
Ancak O, (kaçmanın haram olduğunu düşünerek) kendisine düşen sorumluluğun
idrakiyle geri dönerek, öldürülünceye kadar düşmanla çarpışmıştır. Bunun üzerine aziz
ve celil olan Allah, meleklere (iftiharla) şöyle der: ‘Şu kuluma bakın, benim nezdimde
214 Enfâl, 8/16; Ebû Dâvûd, Cihâd 106.
215 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., II, 384, 385.
106
olan mükâfaatı düşünüp katımda olan (cezadan) korkarak geri döndü, öldürülünceye
kadar savaştı."216
Hadiste, savaş sırasında tek başına bile kalsa kaçmayıp sebat etmek taaccüble
ifade edilmiştir. "Taaccüb", sebebi bilinmeyen bir durum karşısında duyulan hayrete ve
hayranlığa delalet eder. Allah herşeyi bildiğine göre bu bir mecazdır, hakikatı ise,
Allah'ın razı ve memnun olmasıdır.217
b) Bir Özür Sebebiyle Savaşa Katılamamak
Asr-ı saadette bir cihâd çağrısı yapıldığı zaman sahabeler buna katılmanın Allah
katında büyük bir ecir ve sevap, âhirette mükâfat ve cennette en üstün makama kavuşma
vesilesi olduğunu biliyorlardı. Bu sebeple gazvelere katılmakta can atmakta idiler.
Cihâda katılmaya gücü yetenler bütün hazırlıklarını kendileri yapar, maddi açıdan gücü
yetmeyen sahabelere yardım ederlerdi. Fakat bunlardan istifade edemeyenler, cihâda
katılamadıkları için çok üzülür, gözyaşı dökerlerdi. Mazereti sebebiyle savaşa
katılamayanlar Ayet-i kerime ile istisna edilmişlerdir.
“Köre bir sorumluluk yoktur, topala bir sorumluluk yoktur, hastaya da bir
sorumluluk yoktur. Kim Allah ve Rasûlü’ne itaat ederse Allah onu altlarından ırmaklar
akan cennetlere sokar. Kim de yüz çevirirse, onu da can yakıcı bir azaba uğratır”.218
“Allah ve Rasûlü için öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara, harcayarak
bir şey bulamayanlara (savaşa katılmamaktan dolayı) bir günah yoktur. İyilikte
bulunanların aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.219
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Eslem kabilesinden bir genç: "Ey Allah'ın Rasûlü!
Ben gazveye katılmak istiyorum, ancak gazve için gerekli teçhizatı temin edecek malım
yok!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Öyleyse falancaya git. O hazırlık yapmıştı ama
hastalandı (gelemeyecek)" dedi. Genç o adama gidip:" Rasûlullah (s.a.v.)'ın sana selamı
216 Ebû Dâvûd, Cihâd 38.
217 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., III, 525.
218 Fetih, 48/17.
219 Tevbe, 9/91.
107
var, cihâd için hazırladığın teçhizatı bana vermeni söyledi" dedi. Adam, ismen çağırarak
hanımına: "Hanım! cihâd için hazırladığım teçhizatı şu gence ver, onlardan hiçbir şeyi
alıkoyup esirgeme, Allah'a kasem olsun, esirgemeden her ne verirsen hakkında mübarek
kılınır" dedi."220
Bu hadis hayra sebep olmanın da hayır ve sevap olduğunu ifade etmektedir.
Fıkıh alimleri, hayır için hazırlanan bir malın, başka bir hayırda da harcanabileceğine,
bu hadisten delil çıkarmıştır.221
Rasûlullah (s.a.v.)’ın son gazvesi olan Tebük’e katılamayanlar çok
üzülmüşlerdi. Onları bilerek ve isteyerek, herhangi bir mazeretleri olmaksızın cihâda
katılmayanlarla bir tutmak hakkaniyetli bir tavır olamazdı. Çünkü sahabe arasında böyle
davrananlara münafık nazarı ile bakılmaktaydı. İşte Rasûlullah (s.a.v.) onların
durumunu gayet iyi bildiği için, meşru mazeretleri sebebiyle bu gazveye katılamayan
sahabeleri şu sözleri ile müjdeleyip teselli etmiştir.222
“Şüphesiz Medine’de bir takım insanlar vardır ki, siz bir yolda yürür veya bir
vadiyi geçerken sanki sizinle beraberdirler. Onları hastalık alıkoymuştur.223
Nisâ sûresinde, cihâd eden mü'minlerin cihâd etmeyen mü’minlere faziletçe
üstünlüğü belirtilirken, "cihâd etmeyen" den maksadın "özürsüz olarak yerlerinde
oturanlar" olduğu belirtilir.224 Nitekim bu istisnaî hüküm, âmâ sahabelerden İbn Ümmi
Mektûm'un cihâda iştirak edemediği için sevaptan mahrum kaldığını düşünerek
Rasûlullah (s.a.v.)'a beyan ettiği üzüntüsü üzerine nazil olmuştur.
Bera (r.a.) anlatıyor: "Mü’minlerden oturanlarla Allah yolunda mallarıyla
canlarıyla savaşanlar bir olmaz"225 ayeti nazil olduğu zaman Hz. Peygamber (s.a.v.)
Zeyd (r.a.)'i çağırdı. Zeyd bir kürek kemiği ile ayeti yazmaya geldi. Bu sırada İbn
Mektum gözlerinin âmâ oluşundan yakınıyordu. Bunun üzerine ayetin devamında özür
220 Müslim, İmâret 134; Ebû Dâvûd, Cihâd 177.
221 İbnü'l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., IV, 50.
222 en-Nevevî, a.g.e., VI, 100, 101.
223 Müslim, İmâre 159; Buhâri, Meğâzi 81; Ebû Dâvûd, Cihâd 19.
224 Nisâ, 4/95, 96.
225 Nisâ, 4/95.
108
sahipleri istisna edildi: "Mü’minlerden, özür sahibi olmaksızın (evlerinde) oturanlarla
Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz."226
Hadis, cihâda can u gönülden katılan mü’minlerle, cihâda katılmayıp evde kalan
mü'minlerin arasındaki farkı belirterek cihâda katılmaya teşvik maksadıyla nazil olan
ayete "özürsüz olarak" kaydının nasıl konduğunu belirtmektedir.227
Mü’minin hayatında niyetin ne kadar ehemmiyetli olduğunu gösteren
durumlardan biri de mazereti sebebiyle savaşa katılamayanların durmudur. Samimiyetle
niyet ettiği hayırlı bir amele, meşru bir mazeretle iştirak edemeyen kimse, yapanların
sevabına aynen iştirak etmiş olmaktadır.
B) SAVAŞTA MORAL VE MOTİVASYON
Savaş meydanında mücahitleri düşmanla savaşa teşvik edici, onların duygularını
coşturucu, cihâdın faziletini ortaya koyucu nitelikte sözler söylemek, şiir okumak ve
benzeri faaliyetler göstermek ordunun moral ve motivasyonu açısından önemli bir yer
oluşturmaktadır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir;
“Ey Peygamber! İnananları savaşa özendir. Sizden dayanıklı yirmi kişi, iki yüz
kişiyi yener. Eğer sizden yüz kişi olursa, inkâr edenlerden bin kişiyi yener. Çünkü onlar
anlamayan bir topluluktur.”228
“Şimdi, Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizdeki bitkinliği bilmektedir. Sizden
dayanıklı yüz kişi, iki yüz kişiyi yener. Sizden bin kişi olursa, Allah’ın yardımı ile iki
bin kişiyi yener. Allah sabırlı olanlarla beraberdir”.229
“Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer inanmışsanız en üstün siz olacaksınız”.230
226 Buhârî, Cihâd 31, Tefsir, Nisâ 18, Fedâil 4; Tirmizî, Cihâd 1.
227 İbnü’l-Esir, el-Cezerî, a.g.e., II, 310.
228 Enfâl, 8/65.
229 Enfâl, 8/66.
230 Âli İmran, 3/139.
109
“Öyleyse, dünya hayatına karşılık âhireti satın alanlar, Allah yolunda
çarpışsınlar. Kim Allah yolunda çarpışırsa ister öldürülsün ister galip gelsin biz ona
büyük bir ödül vereceğiz.231
Hz. Peygamber (s.a.v.), ashabından şehit olanların her biriyle yakından
ilgilenmiş, onlara özel bir ihtimam göstermiş, hem onların cennete olduklarını
müjdelemiş hem yakınlarını teselli etmiş, hem de sahabe-i kiramı şahadet mevki ve
makamına özendirmişlerdir.232
1) Yüce Bir Değer Olarak Cihâdın Faziletinin Anlaşılması
Niçin savaşacağı konusunda inancı olmayan kişi, savaş ideolojisine sahip
değildir. Böyle kişiler, savaşta kolayca bezginliğe ve vazgeçmeye maruz kalırlar.
Fedakârlık duygusu taşımayan bir asker, savaşamaz.233
Rasûlullah (s.a.v.), birçok hadislerinde cihâdın faziletinden bahsederek,
Müslümanları cihâda teşvik etmişlerdir. Bu hadislerden birkaç tanesini zikredelim.
İbn Ebî Umeyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:"Allah
yolunda öldürülmem; bana bütün evlerde ve çadırda yaşayanların benim olmasından
daha sevgilidir."234
Ebû'n-Nasr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) Uhud şehidlerine uğradı ve: "İşte
bunlar var ya, bunlar için şehadet ederim" dedi. Ebû Bekir (r.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü
biz onların kardeşleri değil miyiz? Onlar nasıl Müslüman oldularsa biz de Müslüman
olduk, onların cihâd etmeleri gibi biz de cihâd ediyoruz!" dedi. Rasûlullah (s.a.v.) şu
cevabı verdi:" Evet (söylediğiniz hususlar doğru), ancak benden sonra ne gibi bid'adlar
çıkaracağınızı bilemiyorum."Hz. Ebû Bekir (r.a.) ağladı, ağladı ve sonra:" Yani biz
senden sonraya mı kalacağız? (diye eseflendi)."235
231 Enfâl, 4/74.
232 en-Nevevî, a.g.e., VI, 73.
233 Tarhan, a.g.e., s. 54, 55.
234 Nesâî, Cihâd 30.
235 Muvatta, Cihâd 32.
110
Ebû Malik el-Eş'ârî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:"Kim Allah
yolunda evinden ayrılır, sonra da öldürülür yahut atı veya devesi (yere atıp) boynunu
kırar veya bir zehirli sokar veya yatağında ölür ise, Allah'ın dilediği hangi musibetle
ölmüş olursa olsun şehit olarak ölür."236
Yahya İbn Saîd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) (Bedir'de bizleri) cihâda
teşvik etti, cenneti hatırlattı. Bu sırada Ensâr'dan biri, elindeki hurmalardan yemekte idi.
Birden: "Ben şunları bitirinceye kadar oturacak olursam dünyaya fazla hırs göstermiş
olacağım" dedi ve ellerindeki hurmaları fırlatarak kılıcını çekip şehit olnucaya kadar
savaştı." 237
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.)'tan bir gün sordular: Ey Allah'ın
Rasûlü! Allah yolunda yapılan cihâda hangi amel denk olur? (Başka bir amelle) dedi,
ona güç getiremezsiniz! Soruyu soranlar ikinci ve hatta üçüncü sefer tekrar sordular.
Rasûlullah (s.a.v.) her seferinde aynı cevabı verip: (Bir başka amelle) ona güç
getiremezsiniz! dedi ve sonra şunu ilâve etti: " Allah yolundaki mücâhidin misali
gündüzleri ve geceleri hiç ara vermeden oruç tutup, namaz kılan, Allah'ın ayetlerine de
itaatkâr olan ve Allah yolundaki mücâhid cihâddan dönünceye kadar namaz ve oruçtan
hiç gevşemeyen kimse gibidir."238
2) Şehit Olmanın Mukaddes Bir Değer Olarak Bilinmesi
Savaşmak, hayatı riske atmaktır. İnsanın en büyük sermayesi hayatıdır. Savaşan
insan, en büyük sermayesini riske atan kimselerdir. Bu riske girmek için yüksek idealler
olmalıdır.239 Bu idealler Kur’an-ı Kerim ve sünnetlerde net bir şekilde tarif edilmektedir.
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüdürler’ demeyin; aksine onlar diridirler, fakat
siz anlayamazsınız.”240
236 Ebû Dâvûd, Cihâd 15.
237 Muvatta, Cihâd 42; Buhârî, Megâzî 17; Müslim, İmâret 145.
238 Buhârî, Cihâd 2; Müslim, İmaret 110.
239 Tarhan, a.g.e., s. 54, 55.
240 Bakara, 2/154.
111
“Yemin olsun ki, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın
bağışlaması ve rahmeti, onların biriktirdiği şeylerden daha hayırlıdır”.241
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Hayır, onlar diridirler. Rab’leri
katında rızıklanmaktadırlar”.242
“(Şehitler), Allah’ın kendileri lütfûndan verdiği şeylere sevinerek, geride kalıp
kendilerine yetişemeyenlere de ‘hiçbir korku olmadığı ve üzüntüye uğramayacakları’
müjdesini vermek isterler”.243
“Allah’ın nimetini, lütfûnu ve Allah’ın, mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceğini
müjdelemek isterler”.244
“Öyleyse, dünya hayatına karşılık ahireti satın alanlar, Allah yolunda
çarpışsınlar. Kim Allah yolunda çarpışırsa ister öldürülsün ister galip gelsin biz ona
büyük bir ödül vereceğiz.245
Şehitlik İslam’da en yüce rutbelerden biridir. Rasûlullah (s.a.v.) ‘ın şehitlikle
ilgili birçok müjdesi vardır.
Müslim, Abdullah İbn Amr İbn Âs (r.a.)'dan şunu kaydeder: “Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdular: Şehidin borç hariç bütün günahları affedilir.”246
Râşid İbn Sa'd, ashaba mensup birinden naklen anlatıyor: Bir zat Rasûlullah
(s.a.v.)'a gelip: "Ey Allah’ın Rasûlü, niye şehit dışında kalan mü’minler kabirde imtihan
edilirler?" diye sordu. Rasûlullah şu cevabı verdi: "Şehidin ölüm anında tepesinin
üstünde kılıç parıltısını hissetmesi imtihan olarak ona kâfidir.”247
Berâ (r.a.) anlatıyor: “Zırh giyinmiş bir adam gelerek: “Ya Rasûlullah! Hemen
savaşa mı katılayım, Müslüman mı olayım?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.):
241 Âli İmran, 3/157.
242 Âli İmran, 3/169
243 Ali İmran, 3/170.
244 Ali İmran, 3/171.
245 Nisâ, 4/74.
246 Müslim, İmâret 118.
247 Nesâî, Cenâiz 112.
112
“Müslüman ol, sonra savaşa katıl!” dedi. Adam Müslüman oldu, savaşa katıldı ve
öldürüldü. Rasûlullah (s.a.v.) onun hakkında: “Az bir amelde bulundu fakat çok şey
kazandı!” buyurdu.” 248
3) Komutanın, Askeri Sevk ve İdare Dirayeti
Komutanın orduyu sevk ve idaresiyle ilgili on çeşit vazifesi vardır. Şöyle ki:
1- Orduyu daima uyanık, hazır bir halde tutmak, gafilliğe, tembelliğe
düşürmemek. Bu şekilde hareketle düşmana üstün gelinir. Orduyu kamufle imkânları
aramakla ordunun her türlü harekatını gizli tutmak, şahıs mallarını emniyet altına
tutacak bekçiler bulundurmakla mümkündür.
2- Düşmanla savaşabilecek kritik bir arazi kesimi aramak. Otlağı, suyu,
siperleri, mevzileri ve çevresi münasip bir yer seçmek. Böyle bir yer seçmek; irtibatı,
ikmal işlerini sağlamada yardımcı olur.
3- İhtiyaç zamanında askere lazım olan yiyecek, içecek, teçhizat ve diğer ihtiyaç
maddelerini, harp vasıtalarını önceden yeteri derecede hazırlamak. Ordunun her türlü
ihtiyacı vaktinde hazırlanır. Savaş zamanı tam bir ikmal sağlanırsa zafere ulaşılır.
4- Düşman tarafın durumunu öğrenmek, istihbaratı hiçbir zaman bırakmamak,
düşmandan gelen haberleri değerlendirmek, düşman hilesinden emin olarak gafleti
anında hücuma geçmek.
5- Orduyu savaş anında tertip ve düzene sokmak, tedbirler almak, cephede
daima orduyu denetlemek. Düşmanın ikmal yollarını ele geçirmek, kendi ikmal
yollarını daima açık bulundurup muhafaza etmek.
6- Moral bakımından askeri en yüksek seviyede tutmak, zafere ulaşma yönünde
askeri üstün bir potansiyel sahibi yapmak, Zafere ulaşmanın yollarını zihinlere
yerleştirmek, Düşmanı gözlerinde küçük düşürmek. Bu şekilde hareketle zafere ulaşmak
kolay olur. Allah Teala da,
248 Buhârî, Cihâd 13; Müslim, İmâret 144.
113
“Hani Allah onları uykuda sana az gösteriyordu. Eğer onları sana çok
gösterseydi elbette siz başarısızlığa uğrardınız. (Çekinecektiniz) ve iş hakkında elbette
çekişirdiniz.”buyurmuştur.249
7- Askerlere sabır telkin etmek, belâlara göğüs germeyi tavsiye de bulunmak.
8- Karışık hususlarda bilgi sahipleri, karargâh ile istişarede bulunmak. Bu
şekilde zilletten, yenilgiden, hatadan kurtulur. Sonuç olarak da zafere ulaşması çok
yakın olur. Nitekim ayet-i kerimede:
“İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi artık Allah’a güvenip
dayan…”250 buyrularak istişarenin önemi ifade edilmiştir.
9- Orduda disiplini sağlamak, haklardan, emirlerden, cezalardan Allah ne
emretmişse onunla hareket etmek. Hak’tan dönmemektir.
10- Düşmana karşı sabırsızlığa, askerliğe, savaşmaya karşı samimiyetsizliğe
yöneltici gerekli önemi vermeye mâni şeylerle uğraşmaktan askeri men etmelidir.251
IV- SAVAŞIN SONA ERMESİ
Savaşan iki taraftan birisi savaşın neticesiz, ortada sona ermemesi şartıyla- galip,
diğeri mağlup duruma düşecektir. Savaşın seyri kendi aleyhlerinde gelişen taraf daha
fazla zarara uğramamak, tamamıyla yok olmamak için ister istemez karşı tarafın
hâkimiyetini kabul edecek, dolayısıyla sahibi bulunduğu topraklar galip tarafın
sınırlarına katılacaktır. Böyle olunca, belirlenen şartlar doğrultusunda galip gelenin
ülkesinde geçerli olan hükümler burada da yürürlüğe girecektir.252
Müslümanlar için düşmanla barış yapmak yaralı olursa İmamu’l-Müslim’inin
düşmandan mal alarak gerektiğinde mal vererek düşmanla barış yapmak Enfâl
249 Enfâl, 8/43.
250 Ali İmran, 3/159.
251 Maverdi, Ebû’l- Hasan, Ahkâmı Sultaniye, Trc. Şafak, Ali, Bedir Yayınları, İstanbul 1976,
s. 50-52.
252 Sırım, Veli, Evrensel Barış, Türdav Yayınları, İstanbul 1999, s. 153.
114
Sûresi’ndeki “Düşmanlar sulh yapmaya meylederse sen de sulh yapmaya meylet” ayeti
gereğince câiz olduğu gibi mala ihtiyaç olduğu zaman barış için mal almak da câizdir.253
Hz. Peygamber (s.a.v.); de Hudeybiye yılı, Mekke müşrikleriyle on yıl için barış
antlaşmasını akdetmiştir. Hem de eğer barış Müslümanlar için iyi ise, o da manen
cihâddır. Zira cihâdın gayesi olan düşmanın şerrinden korunmak, barış ile de hâsıl olur.
Sonra, barış süresinin rivayet olunan süre kadar olması şart değildir. Zira bazen
maslahat daha fazla bir sürede bulunur.
Fakat eğer barış Antlaşması Müslümanlar için yararlı değilse o zaman câiz
olamaz. Çünkü o zaman eğer barış antlaşması yapılırsa hem sûreten, hem manen cihâd
bırakılmış olur.
Antlaşmaya bağlı kalmak da hem madden hem manen cihâdı terk etmek olur.
Ancak hıyanet olmaması için onlara bildirmek gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.),
kime olursa olsun verilen sözde hıyanet edilmemesini emretmiştir. Ayrıca aradan,
haberin hepsine ulaşabildiği kadar sürenin geçmesi de gerekir ki, bu süre de
yöneticilerinin haberi memleketin her tarafına yayma imkânını bulabileceği zaman
miktarı diye takdir edilmiştir. Zira ancak böyle yapıldığı zaman, hıyanet edilmemiş olur.
Şayet antlaşmayı önce onlar bozar ve bozmak da hepsinin haberi ile olursa, o
zaman onlara bildirmeye gerek yoktur. Zira antlaşmayı onlar bozduğu için bizim
bozmamıza gerek yoktur. Fakat eğer onlardan sadece birkaç kişi ülkemize girip huzuru
bozarlarsa bu, antlaşmayı bozmak sayılmaz. Ancak eğer bu birkaç kişi güçlü bir
topluluk olur ve bizimle açıktan açığa savaşırlarsa, o zaman yalnız onlar antlaşmayı
bozmuş olur. Diğerleri bozmuş sayılmazlar. Çünkü bu davranışları yöneticilerinin
izniyle olmadığı için diğerlerine lazım gelmez. Ancak eğer yöneticileri izin vermiş ise,
o zaman hepsi antlaşmayı bozmuş olurlar. Çünkü yöneticilerinin izni mânen hepsinin
muvafakati demektir.254
253 Atıf, a.g.e., III, 391.
254 el-Merğınâni, a.g.e., II, 138.
115
Eğer düşman silahları bırakır ve sığınmak için gelirse ona karşı savaşılmaz:
“Sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve barışı (şartlarını) size bırakırsa, artık Allah,
sizin için onalar aleyhinde bir yol kılmamıştır.”255
Benzer şekilde, düşman kampından herhangi biri sığınmak için gelirse,
öldürülmez.
“Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isterse ona sığınma ver ki Allah’ın
sözünü işitsin. Sonra onu güvenli olacağı bir yere ulaştır. Bu (müsamaha), onların
bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.”256
Düşmanlarla bir mal karşılığında dahi barış antlaşmasını yapmak câizdir. Zira
karşılıksız olarak câiz olduğuna göre karşılıklı olarak câiz olması öncelikle lazım gelir.
Fakat bu da, eğer Müslümanlar barışa muhtaç iseler böyledir. Eğer Müslümanlar barışa
muhtaç değilseler yukarıda anlattığımız sebebe binaen câiz değildir. Barış karşılığı,
düşmandan alınan mal da cizye gibi olup cizyenin harcandığı yerlere harcanır. Bu da
eğer İslâm askerleri düşman toprağına girmeyip onlara gönderilen elçi aracılığıyla
antlaşma yapılırsa, böyledir. Eğer İslâm askerlerinin düşman toprağına girmesi üzerine
antlaşma yapılırsa o zaman düşmandan alınan mal ganimetin hükmüne tabi olup beşte
biri çıkarıldıktan sonra gerisi savaşan askerlere dağıtılır. Çünkü o zaman bu mal
onlardan silah zoruyla alınmış sayılır.257
Dinden çıkmış olanlarla da haklarında bir karar verilinceye kadar geçici olarak
bir anlama yapılabilir. Zira olabilir ki tekrar dönebilirler. Bunun için onlarla savaşmayı
geciktirmek câizdir. Fakat antlaşmaya karşılık, onlardan mal alınamaz. Çünkü dinden
çıkmış olanlardan cizye almak câiz değildir. Şayet onlardan alınsa bir daha geri
verilmez. Çünkü dinden çıkmış olanların malı hederdir.
Eğer düşman askerleri Müslümanları kuşatıp fidye karşılığı, onlardan barış
antlaşmasını isterlerse, Müslümanlar için onlarla antlaşma yapmak câiz değildir. Çünkü
255 Nisâ, 4/30.
256 Tevbe, 9/6; Fazlurrahman, Siret, İnkılap Yayınları, İstanbul 2003, I, 423.
257 el-Merğınâni, a.g.e., II, 139.
116
düşmanın bu teklifini kabul etmekte Müslümanlar için mezellet vardır. Ancak eğer
Müslümanların hayatı tehlikede olursa o zaman kabul etmek gerekir. Çünkü tehlikenin
önlenmesi ne şekilde olursa vaciptir.258
Barış antlaşmasının imzalanmasıyla çarpışmalar durur. Çünkü Müslümanlar,
verdiği sözü tutmakla emrolunmuştur. Nitekim Allah Teâla, bu konuda şöyle buyurur:
“Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.”259
“Antlaşma yaptığınız zaman, Allahın ahdini yerine getirin ve Allah’ı üzerinize
şahit tutarak, pekiştirdikten sonra, yeminlerinizi bozmayın.”260
Bir antlaşma imzalanırken adalet ve doğruluğa önem verilmeli ve antlaşma
maddelerine tam anlamıyla uyulmalıdır. Çünkü İslâm’ın, bu antlaşmayla, güttüğü iki
amaç vardır:
a. Kan dökülmesine son vermek. İslâm’ın temel hedeflerinden birisi budur.
b. İnsanlığı anarşiye, yıkıma sürüklemek isteyen kuvvetlerin önünü almak.
Çatışma sırf bu sebeplerden ötürü çıkmış olduğu için, bunların bertaraf
edilmesiyle de, savaşın varlık nedeni ortadan kalkar.
Antlaşma yaparak müttefik olduğumuz milletlere karşı İslâm, âdil davranmamızı
emreder. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurur:
“Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın,
takvaya yakışan budur. Allah’tan sakının, kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.”261
Günümüzde ise, galip ve mağlup devletlerarasında yapılan antlaşmalarda,
halkları ezmek için en ağır askeri tazminat maddelerinin konulduğu, insanların yaşama
258 el-Merğınâni, a.g.e., a.y..
259 İsra, 17/34.
260 Nahl, 16/91.
261 Mâide, 5/8.
117
ve geçinme imkânlarının kısıtlandığı ve halka alçaltıcı şartların zorla kabul ettirildiği
görülmektedir.
Andlaşma bir tür sözleşmedir, bir çeşit mukaveledir ve İslâm’a göre her
sözleşme, hak ve görevler arasındaki doğruluk ve adalet ölçüsüne dayandırılmış
olmalıdır. Bir sözleşmeyle belirtilmiş olan her hak, bu haktan yararlanacak kişi
tarafından yerine getirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Bu durum, her sözleşmede
olduğu gibi, antlaşmalarda da aynen geçerlidir.262
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
E) GAYR-İ MÜSLİMLER ARASINDA YAŞAYAN MÜSLÜMANLARI DİKKATE ALMAK

Savaşta, cephe ya da düşman mevzisi olarak hedef tayin edilen yerde
Müslümanların bulunduğu tesbit edilirse, onların zarar görmesini engelleyecek bir savaş
stratejisi geliştirilmelidir. Rasûlullah (s.a.v.) buna azamî derecede gayret göstermiştir.
Enes (r.a.)’dan rivayet edilen hadis bu konuya ışık tutmaktadır. "Rasûlullah (s.a.v.),
sabah vakti baskın yapardı. Yaklaştığı yerleşim bölgesine kulak kabartır, ezan okunup
okunmadığını kontrol eder ezan sesi işitecek olursa durur, işitmezse saldırıya
geçerdi."101
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ezan okunup okunmadığını kontrol etmesi, baskın
mahallinde bulunan Müslüman unsurları hedef tayin etmemeye dikkat ettiğini
göstermektedir.
Ezan işitince mü'minlerin olduğu da anlaşıldığı için, yanlışlıkla onlara zarar
gelmemesi için, güneş doğuncaya kadar saldırıya geçmezdi." Şüphesiz bu davranış
müşrik ve Müslümanların karışık olduğu yerlerle ilgilidir. Müslümanların bulunmadığı
kesinlikle bilinen hedefler, bu hadiste ifade edildiği üzere fecir vaktinden sonra anî
baskına maruz bırakılması normaldir.
İsâm el-Müzeni (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) bir ordu veya seriyye yola
çıkardığı zaman, askerlere şunu tembihlerdi: "Bir mecsid görür veya müezzini
işitirseniz, orada kimseyi öldürmeyin."102
Müslümanlar, müşrikler arasında silahlı Müslüman bir topluluk görseler ve
bunların bu işi baskı sonucu yapıp yapmadıklarını bilmiyorlarsa, bunu onlardan sorup
öğrenmek mümkün ise sorup öğreninceye kadar savaşmamalı, öğrenme imkânları
olmazsa Müslümanlara karşı savaştıklarını müşahede edinceye kadar ilişmemeleri
gerekir. Aksi ortaya çıkıncaya kadar Müslümanların onlarla savaşmaları helal olamaz.
Düşmanın saflarında sadece bulunmalarıyla da bunun aksi ortaya çıkmaz. Çünkü bu
101 Müslim, Salât 9; Tirmîzî, Siyer 48; Ebû Dâvûd, Cihâd 100.
102 Ebû Dâvûd, Cihâd 100; Tirmizî, Siyer 2.
72
durum baskı sonucu olmuş olabilir. İsteyerek de bu işi yapmış olabilirler. İsteyerek
savaştıkları ortaya çıktığında kendilerine karşı savaşmakta sakınca olmaz. Çünkü
Müslüman da olsalar, düşmanın himayesi altında Müslümanlara karşı savaşmaları onları
öldürmeyi helal kılar.103
Düşman, kendi elinde bulunan Müslümanları kendisine kalkan gibi kullanırsa
Müslüman askerler, onların arkasındaki düşmanı kastederek atış yaparlar.104
Müslümanlar, içinde Müslümanların da bulunduğu bir düşman gemisini yaksalar
veya batırsalar, Müslümanlara bundan dolayı ne diyet, ne kefaret gerekir.105
Düşman safları arasında esir olarak veyahut ticaret için Müslümanlar da bulunsa,
onlara karşı silah kullanmada bir sakınca yoktur. Aralarında Müslüman vardır diye
onlara karşı silah kullanmazsak onlara karşı savaş kapısını kapatmış oluruz. Ancak
yapılan atışlarla Müslüman çocuk ve kadınlar değil, düşman kastedilecektir. Zira emre
itaat ancak güç yettiği oranda olur. Müslümanlardan vurulan veyahut yaralanan da
olduğu zaman vurana ne diyet ne de kefaret lazım gelmez. Çünkü cihâd farzdır.
Ceremeler ise farzla beraber olamaz.106
F) GÜVENCE (EMÂN) İSTEYEN KİŞİYE YAPILACAK
MUÂMELE
Emân, korkusuzluk, endişeden uzak olmak manasınadır. Savaş terminolojisinde
ise emân, emniyete ulaşma hakkında düşmana verilen söz veya yapılan işaretten
ibarettir.
Bir kimseye karşı “sana emân verdim, size bir zarar yoktur gibi ifade edilen
emâna, emânı sarih; Emânnâme gönderilmek sûretiyle verilen emâna, emân bi’l-kitâbe;
bir tabir veya işaret ile verilen emân, emân bi’l-kinâye denir. Ayrıca, müddet ile
103 es-Serahsî, a.g.e., IV, 206.
104 el-Mevsîlî, Mecdüddîn Abdullah, el- İhtiyâr li Ta’lili’l-Muhtâr, Dâru’l-Maarif, Beyrut 1975, V,
119.
105 es-Serahsî, a.g.e., IV, 207.
106 el-Merğınâni, Burhânüddin Ebû’l-Hasan Ali İbn Ebûbekir, el-Hidaye Şerhu Bidâyeti’l- Mübtedî,
Beyrut t.y., II, 137.
73
sınırlandırılıp sınırlandırılmamasına göre, muvakkat ve müebbet; ferdi veya genel olup
olmamasına göre, hâs veya âm diye isimlendirilir.107
Kur’an’da, Hz. İbrahim’in güvenli bir belde olması için dua ettiği Mekke’ye
“Emin beldeye andolsun ki” denilerek dua edilir. Ayrıca Mescid-i Haram’a girenin
emniyette olacağı bildirilir. Mekke fethinde Harem’i güvenli bölge ilan eden ve bütün
insanlara emân veren Hz. Peygamber (s.a.v.) altı kişinin öldürülmesini emretti.108 Bu altı
kişi:
1- Abdullah İbn Sa’d İbn Ebî Sarh: Rasûlullah’ın vahiy kâtibi idi. Rasûlullah
(s.a.v.) ona “Allah affedici, rahmet sahibidir. ” diye yaz dedi. O da “Allah her şeyi
bilici, her şeyinde hikmet sahibidir. ” yazdı. Sonra da dinden çıkıp Kureyşlilere katıldı.
2-Abdullah İbn Hatal’ın da şarkı söyleyen cariyesi vardı. Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e karşı hakaretler taşıyan şarkılar okutuyordu.
3- Huveyris İbn Nukayz: Hz. Peygamber (s.a.v.)’i durmadan hicvediyordu.
4- Mikyes İbn Subâbe: Ensardan birisi kardeşini hatâen öldürdü, o da diyetini
aldı. Sonra kardeşinin katilini aldatıp ıssız bir yere götürüp öldürmüş ve dinden çıkmış
olarak Mekke’ye gitmişti.
5-Abdu’l-Muttalib oğullarından bir kısmının cariyeliğini yapmış olan Sâre:
Peygamber (s.a.v.) ’e söver, fena sözler sarf eder, eziyetlerde bulunurdu.
6-İkrime İbn Ebî Cehil: Babasının intikamını almak için devamlı Hz.
Peygamber (s.a.v.) ’e kin beslerdi.
İşte bu altı kişiden Abdullah İbn Sa’d İbn Ebi Sarh’a, Hz. Osman, Rasûlullah
(s.a.v.) ’dan müsâde, emân istedi. Rasûlullah (s.a.v.) da öldürmekten vazgeçip ikinci
defa emân verdi.
107 Bilmen, Ömer Nasûhî, Hukuku İslâmiye ve Istılâhatı Fıkhıyye Kâmusu, Bilmen Yayınları, İstanbul
1976, III, 335, 336.
108 Bozkurt, Nebi, “Eman”, DİA, XI, 75.
74
Fakat Abdullah İbn Hatal’ı, Sa’d İbn el-Harisi’l-Mahzumî ve Berzetü’l Eslem’i
beraberce öldürmüşlerdir. Mikyes İbn Subâbe’yi, kendi kabilesinden Numeylâ İbn
Abdullah öldürdü. Huveyris İbn Nufeyl’i de Hz. Ali öldürdü.
Abdullah İbn Hatal’ın şarkıcı iki cariyesinden biri öldürüldü, diğeri kaçtı.
Peygamber (s.a.v.) ’den emân, istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) emân verdi. Abdü’l-
Muttalip oğullarının cariyesi Sâre ise gözden kayboldu. Rasûlullah (s.a.v.) den emân
istedi, o da müsâde etti, canını bağışladı. Yine gözden kayboldu. Müslümanlardan biri
tarafından Hz. Ömer zamanında atla tepelendi.
İkrime İbn Ebû Cehil Müslüman oldu. Karısı, Rasûlullah (s.a.v.)’dan ona emân
istedi. O da İkrime’nin canını bağışladı.109
Bir düşman askeri bir Müslüman’dan dokunulmazlık isteyecek olursa, bunu
kendisine derhal verilmesi gerekir. Böyle bir güvenceyi aldığı zaman, artık o
dokunulmazlık kazanmıştır ve hiçbir Müslüman, ona silah çekme hakkına sahip olamaz.
Eğer İslâm askerleri bir kaleyi kuşatmışken askerlerden biri kaledekilere
güvence verir ve fakat güvence vermesinde zarar bulunursa, verdiği güvence yukarıda
açıkladığımız sebebe binaen geri alınır ve asker kendi başına hareket ettiği için ayrıca
terbiye de edilir. Ancak eğer verdiği güvencede maslahat bulunursa o zaman kabul
edilir. Zira çok kere herhangi bir işi tehir etmekle maslahat elden kaçar.110
Gayrimüslim’in güvence vermesi geçerli değildir. Çünkü gayrimüslim’in
Müslümanlar hakkında iyi niyet beslemesi şüphelidir. Hem de Müslümanlar adına
güvence vermek Müslümanlar üzerine velayet babındandır. Gayrimüslim ise,
Müslümanlar üzerinde velayet yetkisine sahip değildir.111
Düşman ülkesinde esir yahut ticaret için bulunan Müslüman’ın da güvence
vermesi geçerli değildir. Çünkü bu kimse düşmanın eli altında olduğu için düşman
109 İbnü’l-Esir, a.g.e., II, 248-251; Maverdi, Ebû’l-Hasan, Ahkâm-ı Sultaniyye, Trc. Şafak, Ali, Bedir
Yayınları, İstanbul 1976, s. 147,148; İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, III, 1351.
110 el-Merğınâni, a.g.e., II, 140.
111 el-Merğınâni, a.g.e., a.y..
75
ondan korkmaz. Güvenceyi, ancak kendisinden korkulan kimse verebilir. Hem de bu
kimse güvence vermeye zorlanabildiği için verdiği güvencede maslahat bulunmayabilir.
Kaldı ki düşman ülkesinde her zaman bir esir veya tüccar bulunur. Eğer güvenceleri
geçerli olursa, düşman her dara düştükçe onlar vasıtasıyla kurtulacaktır ki o zaman
bizim için düşmanı yenmek imkânı kalmaz.
Aynı sebepten dolayı düşmanlardan Müslümanlığı kabul eden ve fakat bizim
ülkemize göç etmeyen bir kimsenin de güvencesi geçerli değildir.
Eğer bir çocuk daha anlayacak çağa gelmemişken güvence verirse, deli gibi
onunda verdiği güvence geçerli değildir. Fakat eğer anlayacak çağda olur, ancak savaş
için ona izin verilmemiş ise –en sahihi şudur ki- onun verdiği güvence ittifak ile
geçerlidir.112
Zimmînin (düşmanlara yardım ettiğinden) emânı hükümsüzdür, düşmanın elinde
bulunan esirin veya düşmanların yanında bulunan Müslüman tacirin emânında,
düşmanların elinde kahrolmuş bir şekilde bulunduklarından, emânın şartı olan mahall-i
havf bulunmadığından hükümsüzdür. Fakat serasker bir zimmîyi düşmana emân vermek
üzere görevlendirirse bu zimmînin verdiği emân sahihtir.
Bunun gibi dâr-ı harbte Müslüman olup da dar-ı İslâma hicret etmeyen kimsenin
emânı, onlara yardım etmek töhmeti ile itham olunduğundan hükümsüzdür. Mecnunun
emânı veya savaşmasına izin verilen çocuğun emânı yahut savaşmasına izin verilmeyen
kölenin emânı İmamı Azam’a göre hükümsüzdür. İmam Muhammed’e göre akıl sahibi
ile kölenin emânı sahihtir. İmam Ebû Yusuf bir rivayette, Kerhi’nin rivayetinde İmam-ı
Azam ile beraberdir. Ancak savaşmalarına izin verilen çocukla kölenin emânları
ittifakla sahihtir.113
112 el-Merğınâni, a.g.e., II, 141.
113 Atıf, Muhammed, İslam Fıkhı, Nehir Yayınları, İstanbul 1994, III, 392, 393.
76
II- SAVAŞIN TEKNİK UNSURLARI
A - SİLAH KULLANIMI
Savaşta başarının sırrı harp aletlerini iyi kullanmak ve harp oyunlarını iyi
bilmektir. Bunun da yolu savaşa gitmeden önce askerî talimi iyi almaktır. Bu husus her
zaman geçerli olan genel bir kâidedir. Günümüzde de en başarılı ordular, askerî
alandaki eğitimi ve disiplini en üstün nitelikte olan ordulardır. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de bu husus şöyle ifade edilir;
“Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihâd için bağlayıp beslenen
atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin
bilmediğiniz, Allah’ın bildiği düşman kimseleri korkutursunuz.114 Hz. Peygamber
(s.a.v.), bu hususla ilgili;
“Düşmanlarınız için elinizden geldiği, gücünüzün yettiği kadar kuvvet
hazırlayınız. Dikkat ediniz! Kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır”
buyurmuştur.115
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu hadisi “Düşmana karşı toplayabildiğiniz kadar
kuvvet hazırlayınız”116 ayetinin tefsirinden ibarettir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.),
dikkatimizi çekerek hem de üç defa tekrarlayarak “Kuvvet atmaktır” buyurmuş, bu
ifadeleri ile bir savaş esnasında lüzumlu olan her türlü askeri hazırlığı îma etmiştir.
Düşman karşısında Müslümanları güçlü yapacak her şey “kuvvet”in ve “atma”nın
kapsamına girer117
“Sizden biriniz oklarıyla talim yapmaktan bıkıp usanmasın”.118
“Allah Teâlâ bir ok sebebiyle üç kimseyi cennete koyar: Hayır ve sevap umarak
o oku yapan sanatkârı, bu oku Allah yolunda atanı, oku atana yardımcı olanı. Atıcılık ve
114 Enfâl, 8/60.
115 Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvûd, Cihâd 23; İbn Mâce, Cihâd 19; en-Nevevî, a.g.e., VI, 89.
116 Enfâl, 8/60.
117 en-Nevevî, a.g.e., VI, 86, 87.
118 Müslim, İmare 168.
77
binicilik öğreniniz. Atıcılık öğrenmeniz binicilik öğrenmenizden bana göre daha
sevimlidir.119
Bu hadiste harp sanayisine teşvik vardır. Çünkü ok yapmak o günün önemli
sanatlarından yani günlük deyimiyle sanayi kollarından biriydi. Bu sebeple bir savaş
araç gerecini yapan, kullanan ve kullanana yardım eden üç kişiden cennete ilk girecek
olan, o aleti sadece Allah’ın dinine yardımcı olmak ve hayır işlemek maksadıyla yapan
kimsedir.120
Atıcılık ve binicilik savaşın iki temel unsurudur. Aletleri ve teknolojisi değişmiş
ve gelişmiş olmakla beraber bugün de atıcılık ve binicilik önemini hiç kaybetmemiş,
aksine daha ehemmiyetli hale gelmiştir. Rasûlullah (s.a.v.)’ın bu iki ana unsuru öne
çıkarması, onun asırları kapsayan ilahi mesajının eskimezliğini ve zaman aşımına
uğramadığını göstermektedir. Çünkü ata da uçağa da, hatta aya ve diğer gezegenlere
gönderilen mekiğe de binilmektedir. Ok atıldığı gibi, en modern silahlarla mermi veya
rampa ve uçaklarla füze de atılmaktadır.121
Her savaşın bir saldırı programı vardır. Düşmana nasıl taarruz ediliyorsa, onun
da benzer şekilde taarruz edilebileceği düşünülür. Bu taarruza karşı alınacak önlemler
de savaşın bir parçasıdır.122
1) Kitle İmha Silahları
Kitle imha silahı, tanım esas itibariyle nükleer, kimyasal ve biyolojik bir savaş
başlığının belirli bir gönderme aracı ile hedefe ulaştırılmasına yarayan sistemdir.123
Nükleer silah, atom çekirdeğinden kimyasal bir reaksiyon sonunda açığa çıkan
enerji ile yapılan her türlü silaha denir.124 Ağırlığından kat kat fazla enerji veren,
119 Ebû Dâvûd, Cihâd 23.
120 en-Nevevî, a.g.e., VI, 92.
121 en-Nevevî, a.g.e., VI, 93.
122 Tarhan, Nevzat, Psikolojik Savaş, Timaş Yayınları, İstanbul 2004, s. 53.
123 Erdurmaz, A. Serdar, Orta Doğu’daki Kitle İmha Silahları, Silahların Kontrolü ve Türkiye, Ümit
Yayıncılık, Ankara 2003, s. 28, “Transforming Defense, National Security in the 21’th Century”
Report of the National Defense Panel, Glossary, December 1997,
www.fas.org/man/docs/ndp/toc.htm’ den naklen.
78
dolayısıyla oldukça fazla tahribata yol açan nükleer silahlar, patlatılması ve faaliyete
geçirimesi şöyle dursun, depolarda saklanmış halde dururken bile büyük tehlike
oluşturmakta ve insanlığı tehdit etmektedir. Bunlarda oluşan bir sızıntı, bir kaçak, hayatı
felç etmeye yetmektedir. Halen dünyada mevcut nükleer silah gücü, aynı anda bütün
dünyayı 32 defa yok edecek çaptadır.
Nükleer silahlar temel savaş düşüncesini altüst etmiştir. Özellikle, saldırganın
uğrayacağı zararların, elde etmeyi düşündüğü kazanca göre orantısız olacağı
düşüncesinden hareketle, saldırganın yol açacağı ölçüsüz sonuçlar tehdidiyle
vazgeçirme kavramının doğmasına yol açmıştır. 125
Kimyasal ve biyolojik silahlar, nükleer silahlara göre çok daha yaygın ancak
askerî açıdan kullanılabilirlikleri çok daha kısıtlı kitle imha silahlarıdır. Nükleer
silahlara karşı korunma önlemleri almak adeta imkânsızken, kimyasal ve biyolojik
silahlara karşı korunma yolları mevcuttur. Kimyasal silahlar laboratuarlar ortamında
kimyasal karışımlardan sentetik olarak elde edilmektedirler. Sarın gazı, hardal gazı,
sianid ve klor gazı en çok biline kimyasal silahlar arasında sayılmaktadır. Kimyasal
silahlar deri teması yoluyla kana karışarak ve sinir sistemini etkileyerek canlılar
üzerinde kalıcı veya geçici sakatlık veya ölüme yol açmaktadır.126
Biyolojik silahlar ise doğada hâlihazırda canlılarda bulunan zehirlerin, virüs ve
bakterilerin çoğaltılarak silah haline getirilmesi ile elde edililen silahlardır. Vücuda
nefes ya da kana karışım yoluyla girdikleri takdirde birçok faktöre bağlı olarak geniş
canlı kitleleri üzerinde öldürücü ya da hareketsiz bırakıcı etkilere sahiptirler. Ölümcül
etkileri olan bakteriler ve virüsler ki bunlar arasında veba, kolera, sarılık ve tifüs
sayılabilir. Kasıtlı ve kontrollü olarak canlılara yönelik kullanmak amacıyla laboratuar
ortamında milyonlarca kez üretilmekte ve gerekli teknolojinin uygulanmasıyla da silah
haline dönüştürülebilmektedir.
124 Erdurmaz, a.g.e., s.30, “Nuclear Weapons”, Www.cdiss.org - cdiss - cdiss.org den naklen.
125 Meydan Larouse, Meydan Neşriyat, Nükleer Mad., İstanbul 1981, XVII, 8750- 8754; Sağıroğlu,
a.g.e., s. 43, 44.
126 Kibaroğlu, Mustafa, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Kitle İmha Silahlarının Yayılması Sorunu ve
Türkiye, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2003, s. 129.
79
Biyolojik unsurların silah haline dönüştürülmesi, kimyasal silahların aksine daha
zor ve tehlikelidir. Bu aşamaların son derece titiz üstün teknolojik imkânlar ve ortamlar
kullanılarak geçilmesi şarttır. Biyolojik silahların etkilerinin kontrolü de oldukça
kısıtlıdır ve özellikle meteorolojik şartların beklenmeyen şekilde değişmesi son derece
farklı sonuçlara yol açabilir. Biyolojik silahlar kimyasal silahlara oranla çok daha az
miktarda kullanılırlar ancak daha ciddi ve çok sayıda ölümlere yol açabilirler.
Kimyasal ve biyolojik silahlar ortak olarak insanlar ve hayvanlara karşı etkili
olmalarından başka biyolojik silahlar özellikle tahıl ürünlerine özellikle bazı petrol
türevlerine yönelik olarak da etkili bir biçimde kullanılabilmeleri mümkündür. Örneğin
tahıllara yönelik kullanımla, savaş ortamında olunmadığı bir dönemde bile, bir ülke
diğer bir ülkeye yönelik stratejik üstünlük sağlayabileceği bir biyolojik silah kullanma
yoluna gidebilir.127
2) Top, Havan ve Füzelerin Kullanımı
Düşmana karşı mancınığa mukabil olan füze teknolojisini de kullanılabilir. Hz.
Peygamber (s.a.v.) Taif şehrini kuşattığı zaman onları mancınıkla düğmüştür.128 Nitekim
bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilir:
“Harıl harıl koşanlara, ateş saçarak ilerleyenlere, sabahleyin baskın yapanlara,
Orada tozu dumana katıp, derken bir topluluğu ortalayanlara yemin ederim ki.” 129
buyurulmaktadır.
Ayette geçen savaş atları, günümüz şartlarında mekanik savaş atlarını da içine
alır. Üzerine binilip savaşa gidilen tren, otomobil, tank, uçak gibi vasıtaların hepsi,
ayetin şümulünde dâhildir.130
Rasûlullah (s.a.v.), kendi devrinin şartlarına göre ok-mızrak atımını teşvik
etmiştir. Rasûlullah (s.a.v.)’ın methine mazhar olan Fatih Sultan Mehmet, O’nun
127 Kibaroğlu, a.g.e., s. 130, 131.
128 el-Merğınâni, a.g.e., II, 137.
129 Adiyat, 100/1–5.
130 Döndüren, a.g.e., Âdiyât 100/1-5 Tefsiri, s. 969; Eren, a.g.e., s. 86.
80
“kuvvet atmaktır” sözünden ilhamla devrinin en ileri silahı olan Şahin topları
döktürmüş, İstanbul’un aşılmaz sanılan surlarını bunlarla aşmıştır. Günümüzde, hedefe
kilitlenmiş füzeler, bir anda bir beldeyi mahvedebilen bombalar, Rasûlullah (s.a.v.)’ın
hadisinde ve ayette emredilen “kuvvet hazırlamayı” içine almaktadır.
17. yüzyılın içerisinde Osmanlılar 6000 bin adet top dökmüşler, buna karşı
Avrupa’daki başlıca rakipleri olan Hansburk İmp. 17000 adet top dökmeyi başarmıştır.
Bunun savaş dilindeki anlamı ise, bir sonraki yüzyılın Osmanlılar için yenilgiler ile
geçeceğidir.131
Nükleer, kimyasal ve biyolojik bir savaş başlığının hedefe ulaştırılmasına
yarayan sistem balistik füzeleridir. Kısa sürede yüzlerce kilometre uzaklıktaki yüksek
sayılabilecek bir kesinlikle kitle imha silahı içeren bir savaş başlığını gönderebilme
imkân ve kabiliyeti ülkelerin savunmaları ve ulusal ve uluslararası çıkarlarını
koruyabilmeleri açısından stratejik önem arz etmektedir.132
3) Misilleme
Her savaşın bir saldırı programı vardır. Düşmana nasıl taarruz ediliyorsa, onun
da benzer şekilde taarruz edebileceği düşünülür. Muhtemelen bu taarruza karşı alınacak
önlemler savaşın bir parçasıdır.133
İslâm ortaya çıkıp yayıldığı zaman ilk Müslümanlar, kendilerine saldıranlarla
savaştılar ve bağlılarını, onlara baskı yapanların elinden kurtarmaya çalıştılar. Dünyanın
dört bir yanındaki yöneticiler, Müslümanlara saldırmak için hazırlıklara giriştiler. İşte
bu sebeplerden ötürü, Müslümanlar da ‘’Kim size saldırırsa, misilleme olacak kadar siz
de ona saldırın.”134 ayeti gereğince, karşı saldırıya geçmişlerdir.
131 Çetiner, a.g.e., s. 19.
132 Kibaroğlu, Mustafa, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Balistik Füzelerin Yayılma Sorunu, Doğu Batı
Yayınları, Ankara 2003, s. 132.
133 Tarhan, a.g.e., s. 53.
134 Bakara, 2/194.
81
Burada önemli bir mesele ile karşı karşıya bulunuyoruz: Düşman, her türlü
ahlâki kural ve insanî duygudan yoksun bir şekilde hareket ederse, Müslümanların da,
aynı şekilde, “kısasa kısas” deyip misillemede bulunmaları ve onları taklit etmeleri
gerekir mi?
Müslümanlar, insanî olmayan hareketlerde onlara hiçbir şekilde uyamazlar.
Çünkü İslâm, bu gibi durumlarda “Allah’tan korkma”yı emreder. Savaşta aşırı gitmek
kesinlikle haram kılınmıştır. Çünkü, Allah muttakilerle beraberdir.”135
Misilleme, insanî faziletlerin sınırlarını aşamaz. Eğer düşman, Müslüman
ölüleri, hınçla parçalamak, organları koparmak veya kesmek gibi vahşiyâne hareketlere
girişirse, Müslümanların bu yapılanları aynen düşman cesetlerine uygulama hakları
yoktur. Çünkü ayet, misliyle karşılık verme hususunda takvalı olmayı emretmektedir.
Uhud Savaşı’nda düşmanlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in amcası Hz. Hamza’nın
vücudunu paramparça etmişlerdi. Şehit düşmesi yetmiyormuş gibi bir de cesedinin
parçalanması, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i sarsmıştır. Fakat daha sonraki savaşlarda fırsat
düştüğü halde, Hz. Peygamber (s.a.v.) misilleme yapmayı aklından bile geçirmemiştir.
Düşman ihtiyar ve güçsüzleri öldürürse, bu durum, Müslüman ordusuna da, aynı
biçimde hareket etme yetkisi vermez.
Müslüman esirlere, aç ve susuz bırakmak sûretiyle, eziyet ve işkence edilirse,
İslâm ordusu, bu metodu aynı şekilde karşı tarafa uygulayamaz. Böyle bir davranışta
bulunmaktan kesinlikle menedilmiştir. Müslüman esirleri öldürseler bile, İslâm
ordusunun, düşmanı yendikten sonra tutsakları öldürme yetkisi yoktur.
Selâhattin Eyyûbî düşman ordusundan oldukça fazla esir almıştı. Fakat daha
sonra bu esirlere yetecek kadar yiyecek bulunmadığını görünce, hepsini hiç tereddüt
etmeden serbest bırakmıştı.
135 Bakara, 2/194.
82
Bir süre sonra bu düşmanların, birleşerek karşısına ordu halinde çıktığını
gördüğünde, Selâhaddin Eyyûbî buna memnun oldu. Çünkü o, düşmanların esaret
altında açlıktan ölmeleri yerine, savaşarak ölmelerini tercih ediyordu.136
Oysa haçlı askerlerin komutanı Arslan Yürekli Rişar’ın ilk işi, İslâm ordugâhının
gözü önünde üç bin Müslüman esiri öldürtmek olmuştu. Hâlbuki bu esirler, kendilerine
zarar verilmeyeceğine dair söz aldıktan sonra kılıçlarını teslim etmişlerdi.137
Napolyon, Akka’ya karşı giriştiği bir saldırıda, pek çok Osmanlı askerini esir
almıştı. Tutsakları besleyecek yiyecek bulamadığını görünce onların hepsini topa tutup
feci şekilde öldürtmüştü.138
İslâm dininin kesin ve değiştirilemeyen belli emir ve yasakları vardır. Söz
gelimi, düşman namusa saldırmak gibi bir yola başvursa bile, Müslümanlar hiçbir
zaman böyle davranışta bulanamazlar. Çünkü namusa saldırmak, Allah tarafından yasak
edilmiştir. Bu yasağa karşı gelmek, Allah’a karşı gelmektir. Ayrıca bu kişi, din, ırk ve
bölge ayırt edilmeksizin konulmuş bir yasaktır.139
B) DÜŞMANA KARŞI İTTİFAK VE YARDIM ANTLAŞMASI
YAPMAK
1) Müslümanların Bir Düşmanla Ortak Bir Düşmana Karşı Savaşması
Müslümanlar, kendileri için bir maslahat mevcut olduğu takdirde,
gayrimüslimlerin kendi aralarında yaptıkları savaşlarda iki taraftan birine yardım
edebilirler140. Nitekim, bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilir:
136 Şahin, Ramazan, Selahaddin Eyyûbî ve Devlet, Çağ Yayınları, İstanbul 1987, s. 161.
137 Ebû Zehra, Son Peygamber Hz. Muhammed, II, 346; Ebû Zehra, Son Barış Çağrısı, s. 92, 93.
138 Öztuna, Yılmaz, Büyük Osmanlı Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul 1994, VII, 90.
139 Ebû Zehra, Son Barış Çağrısı, s. 95; Ebû Zehra, Son Peygamber Hz. Muhammed, II, 394; Yaman,
Ahmet, İslâm Devletler Hukukunda Savaş, Beyan Yayınları, İstanbul 1998, s. 28.
140 Bilmen, a.g.e., III, 367.
83
“Eğer onlar sizden din konusunda yardım isterlerse, sizinle aralarında antlaşma
bulunan bir toplum aleyhine olmaksızın, onlara yardım etmek üzerinize borçtur. Allah
yapacaklarınızı çok iyi görmektedir”.141
Zulüm ve haksızlık üzerinde yardımlaşma amacını gütmeyen, fazilet ve adaleti
gerçekleştirmeye yönelik ittifaklar câiz hatta vaciptir. İslâm’ın doğuşundan az önce
Mekke kurulan Hılfu’l Fudûl (erdemli kişilerin ittifakı) gibi. Bu ittifak, zalimlere karşı,
zayıf ve güçsüzleri korumak için erdemli kişilerin bir araya gelerek kurdukları bir
ittifaktır. O gün faziletin ve Arap vicdanının oluşturduğu bir ittifaktır. Bu ittifakta ırk,
renk, din, mezhep ayrımı yapılmaksızın herkese yardım edileceğine and içilmiştir.142
2) Müslümanların Bir Düşmana Karşı Düşmandan Yardım Alması
İslâm ordusunda görülecek bir maslahat ve menfaata binaen gayrimüslimlerin de
bulunarak savaşa iştirak etmeleri câizdir. Ancak İslâm kumandanlığının hükmünün
geçerli olması için bunlar, İslâm bayrakları altında hareket etmelidirler.143
Müslümanlar üstün bir durumdayken başka bir düşman aleyhinde
Müslümanların düşmandan yardım istemesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) Beni Kureyza’ya karşı Beni Kaynuka’dan yardım
istemiştir. Yine Mekke halkından Müslüman olmayanlar süvari ve piyade olarak
Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber Hayber’e gitmişler ve hezimete uğrayan taraftan ganimet
almak için beklemişlerdir. Nihayet Ebû Sufyân ordunun peşinden çıkmış ve gördüğü
her düşmüş zırh, mızrak veya ashabın eşyasından düşen şeyleri alarak devesine
yüklemiş, nihayet devesi çekemez olmuştur. Yine müşrik olan Safvan, yanında bulunan
Müslüman bir kadınla beraber çıkmış, Rasûlullah (s.a.v.)’la beraber Huneyn ve Taif’te
bulunmuştur. Safvan o zaman müşrikti. Rasûlullah (s.a.v.) ikisini birbirinden
ayırmamıştır. Rasûlullah (s.a.v.)’in aralarını ayırmamasının sebebi ikisinin
Müslümanların hükmü altında bulunmalarıdır. Ayrılmayı gerektiren şey hükmen ve
141 Enfâl, 8/71.
142 Hamidullah, Muhammed, “Hilfu’l-Fudûl”, DİA, XVIII, 31, 32.
143 Bilmen, a.g.e., III, 367.
84
hakikaten yurdun farklılığıdır. Yani daru’l-harp ve daru’l-İslâm olarak yurtların
ayrılığıdır. Bundan da anlıyoruz ki onların yardımından faydalanmada bir sakınca
yoktur. Çünkü onların yardımından düşmana karşı köpeklerin yardımından faydalanma
gibidir.
Rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.) Uhud günü göze batan bir birlik görmüş,
bunlar kim? diye sorunca, Falan oğulları Yahudiler, İbn Ubey’in antlaşmalılarıdır,
denilmiştir. Bunun üzerine “Dinimizden olmayanlardan yardım istemeyin” demiştir.
Bunun izahı şudur: Onlar savunma ve kuvvet sahibi olup Rasûlullah (s.a.v.)’ın
sancağı altında savaşmıyorlardı. Bize göre bu durumda olan düşmandan yardım istemek
mekruh olur.
İbn Ubey’in Uhud günü geri dönmesinin sebebi hakkında rivayetler farklı
olmuştur. Medine’den çıkmamayı söylediğinde Rasûlullah (s.a.v.)’ın onun görüşüne
kulak vermemesinin kendisini öfkelendirdiği rivayet edilir. Bunun için geri dönmüş ve
“Bana muhalefet ederek çocuklara itaat etti” demiştir.
Beraberinde çıkıp kendisiyle savaşmayı teklif ettiğinde Rasûlullah (s.a.v.)’in onu
geri çevirdiği de rivayet edilir.
Rasûlullah (s.a.v.)’in tasvip etmemesinin sebebi İbn Ubey’in yanında müttefiki
olan Beni Kaynuka’dan yedi yüz Yahudi’nin aleyhine dönmelerinden çekinmiştir. Onun
için İbn Ubey ve beraberindekileri geri çevirmiştir. Bize göre devlet başkanı fitne
korkusu ile düşmandan yardım istemeyi uygun görmemesi halinde, onları ordudan
ayırıp geri gönderebilir.144
Sonra Zübeyr’in hadisi zikredilmiştir. Zübeyr, Necâşî’nin yanında bulunduğu
sırada düşman Necâşî’ye saldırmış ve o gün Necâşî’nin ordusunda büyük bir
cengâverlik göstermiştir. Bundan dolayı Necâşî’nin yanında Zübeyr’in derecesi büyük
olmuştur. Düşman bayrağı altında ve düşman saflarında Müslümanların savaşmasını
144 İbn Kesir, a.g.e., IV, 39,40.
85
câiz görenler bu hadîsi delil gösterirler. Hâlbuki bize göre bunun iki yönden izahı
vardır:
Rivayet edildiği gibi Necaşi o zaman Müslümandı. Onun için Zubeyr, Necaşi ile
savaşmayı helal görmüştür.
O gün Necâşî’den başka sığınak yoktu. Ümmü Seleme şöyle demektedir:
Habesistan’a yerleştiğimiz zaman en güzel yurtta ve en güzel komşu yanında
bulunuyorduk. Rabbimize ibadet ediyorduk. Nihayet Necâşî’nin düşmanları ona
saldırdılar. Necâşî’den bize hiçbir zaman zarar gelmedi. Kendi kendimize “Bu düşman
Necâşî’ye galip gelirse zararı bize de dokunur ve onun gibi bize iyi davranmaz.” dedik.
Necâşî’nin galip gelmesi için Allah’a samimi duada bulunduk. O millet hakkında kim
bize haber getirir? dedik. Zübeyr İbn el-Avvam “ben” dedi. Bir tulum şişirdi ve binerek
nehri geçti. İki düşman karşılaştılar. Zübeyr de onlarla beraber oldu. Yine Allah’a çok
dua ettik. Nihayet Zübeyr, Necâşî’nin zafer müjdesini verdi. Allah onu galip getirmiş,
düşmanını helâk ettirmişti. En iyi komşunun yanında ikamet ettik. Yaptığımız
açıklamanın doğruluğu ve isabeti bu hadisle ortaya çıkmış bulunmaktadır.145
3) Düşmana Silah Satmanın Hükmü
Kendileriyle Müslümanlar arasında barış antlaşması bulunsa bile düşman
askerlerine silah ve savaş malzemesini satmak doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v.) İslâm düşmanlarına silah satmak ve göndermekten nehyettiği gibi, İslâm
düşmanlarına silah ve malzeme satmak Müslümanlarla aralarında antlaşma bulunsa bile
onları Müslümanlara karşı güçlendirmektir. Zira antlaşmaların süresi bitese de bitmese
de, kendilerini güçlü bulunca antlaşmayı bozabilirler.146
145 es-Serahsî, a.g.e., IV, 191,192; İbnü’l-Esir, a.g.e., II, 195-200; İbn Kesir, a.g.e., IV, 262; Ebû
Zehra, Son Peygamber Hz.Muhammed, II, 408
146 el-Merğınâni, a.g.e., II, 139.
86
C) İSTİHBÂRAT VE KARŞI CASUSLUK
Casus, düşman sırlarını öğrenme işini üzerine alan veya bu işle görevlendirilen
kişiye denir.147
Casusluk, insanların zekâsının gelişim tarihinde pek erken başlamış ince bir
tekniktir.148
İstihbârat: Barışta ve harpte doğru haber almak, yanlış haber yaymak demektir.
Duruma hâkim olmak her zaferin anahtarıdır. Orduların zafere ulaşması için dostu,
düşmanı yakından tanımak gereklidir. Yalnız seferdeki çeşitli keşif vasıtalarıyla haber
almak, bir sakatın değnekle yürümesine benzer; sadece seferdeki keşif vasıtaları
bulundukları sahadan öteye gidemez.149
Gazali’nin de ifade ettiği gibi, ideal yönetici, devlet işlerini, en ince teferruatına
kadar uyanık bir gözle takip eden yöneticidir. Kendi emrinde gizli servis adamları
olmayan ve devamlı sûrette memleket haberleri kendisine gelmeyen yönetici, ruhsuz
bir vücut gibidir. Fakat devlet tarafından yahut başka bir sûretle bir ev halkının
hususiyetine dışarıdan müdahaleye belirli sınırlar koulmuştur. Zira Kur’an: Başkalarının
gizli işlerine nüfuz etmeye çalışmamayı150, başkalarının evine ön kapıdan başka bir
yerden girmemeyi,151 kendi evi müstesna sahibinden izin almadan ve selam vermeden
girmemeyi emreder.152
Casusluğun amacı şudur: barış zamanında askeri ve siyasi gizli kuruluşlardan ve
planlardan haber almak, savaş zamanında ise hareketlerden ve siyasi haberleşmelerden
ve savaşı sürdürme kuvvetinden sürekli bilgi alabilmektedir. Bunun için ülke dışında
gizli örgütlere ihtiyaçları vardır. Casusların esas kadrosunu, çalışacağı ülkenin dilini ana
dili gibi bilen ve her kılığa girebilen kurnaz kimseler oluştururlar. Bunlar din ve milliyet
147 Dedeoğlu, Ahmet, “Casus”, ŞİA., I, 356; Sağıroğlu, a.g.e., s. 119.
148 Karabekir, Kazım, Gizli Harp İstihbarat, Kamer Yayınları, İstanbul 1998, s. 31.
149 Karabekir, a.g.e., s. 23.
150 Hakka, 69/12.
151 Bakara, 2/189.
152 Nur, 24/27; Şirvâni, Harun Han, İslam’da Siyasi Düşünce ve İdare, Çev. Ali Kuşçu, İstanbul 1965,
s. 111.
87
değiştirerek halk arasına tamamen karışabilecekleri gibi dost ya da tarafsız bir ülkenin
vatandaşı gibi de münferit ya da o devletin heyetleri arasına karışarak çalışabilirler.153
Hz. Peygamber (s.a.v.), düşmanın hareketlerini gözetlemek, gâye ve
maksatlarını öğrenmek, onlarla ilgili bilgileri toplamak üzere casuslar ve bazı kere öncü
birlikler gönderirdi. Bunlar, bir devletin ve toplumun hayatiyetini sürdürebilmesi için
zarûri olan faaliyetlerdir. Her ülkenin bu yönde oluşturduğu teşkilatlar ve hedeflediği
stratejiler vardır; tarih boyu da olagelmiştir.154
Düşman hakkında iyice bilgi toplama ve tam haber alma ile bunun yanında
kendi maksat ve niyetlerini ondan saklama veya karşı casusluk Rasûlullah (s.a.v.)’ın
takip ettiği önemli bir prensip olmuştur. Benî Mustalik kabilesi bir casus keşifçi
göndermiş ve bu, Müslümanlar tarafından yakalanıp öldürülmüştür.155 Bir başka olayda
Müslüman bir kimse olan Hatîb, İslâm düşmanlarına hitaben Rasûlullah (s.a.v.)’ın onlar
çerçevesinde muhtemel plan ve niyetlerden bahseden bir mektup yazdı. Fakat bu
hıyanet yazısını götüren kadın, yolda Rasûlullah (s.a.v.)’ın adamları tarafından
yakalandı. Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke’de Evtas’da ve diğer havalilerde buraların
fethinden evvel casuslar bulundurmuştu. Bunlar kendi bulundukları havalide cereyan
eden olaylar hakkında Rasûlullah’ı gizlice ve muntazam sûrette haberdar ediyorlardı.156
Huneyn savaşı öncesi, atlı bir kişinin düşman ile ilgili getirdiği önemli istihbarat
bilgisi üzerine Rasûlullah (s.a.v.), atlı kişinin bu ameliyle cenneti kendine vacip
kıldığını ve bu amelinin cennete girmek için kâfi olduğunu bildirmiştir.157
D) SAVAŞTA YALAN VE HİLE
Hile, bir kimseyi istenen yönde bir irâde beyanında bulundurmak için, onda
yanlış bir kanaat uyandırarak veya mevcut bulunan hatalı firkin devamını sağlayarak
yanıltmayı ifade eder.158
153 Karabekir, a.g.e., s. 31, 32.
154 en-Nevevî, a.g.e., VI, 61.
155 Buhârî, Cihâd 173; Müslim, Cihâd 45; Ebû Dâvûd, Cihâd 110.
156 Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, İrfan Yayıncılık, İstanbul 1993, II, 1035, 1036.
157 Ebû Dâvûd, Cihâd 17.
88
Hile, bir bilgiyi gizlemek, bir gerçeği olduğundan fazla göstermek, konuştuğu
bir sözden dönmek şeklinde olabilir. Bilindiği gibi yalan dinimizde en büyük
haramlardan biridir. Fakat İslâm alimlerinin tamamına göre yalanın câiz görüldüğü
yerlerin başında savaş gelir. Şu kadar var ki, düşmana verilmiş olan sözü ve antlaşmayı
bozmak câiz değildir. Harbin hile oluşu, karşısındakine zulüm etmeyi, âdil olamayan
tavır ve davranışlar sergilemeyi gerektirmediği gibi, bunu meşru da kılmaz. İslâm
ordusunun sayısını gizlemek, azı çok göstermek, gidilecek yol hususunda düşmanı
aldatmak, silah miktarı konusunda yanlış bilgi vermek, ittifak ettiği toplulukları haber
vermemek, ne zaman saldırıya geçeceğini söylememek ve benzeri davranışlar harp
taktiklerinden sayılır ve câiz olan hileler sınıfına girer. Harbi kazanmada bunların önemi
inkâr edilemez. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) “Harp hileden ibarettir” buyurmuştur. 159
Ancak hadis-i şerifte kastedilen, düpedüz yalan değil, tevriye yapmak yani üstü
kapalı söz söylemektir. Çünkü Peygamberler düpedüz yalan söylemekten masumdurlar.
Hz. Ömer (r.a.): Üstü kapalı söz söylemede yalandan kurtuluş vardır, demiştir.
Savaşan askerlerin, arkadaşlarıyla konuştuğunda kendilerinin zafere ulaştığını
yahut daha güçlü oldukları izlenimi vermeleri de bir hiledir. Nitekim rivayet edilir ki,
Hz Ali (r.a.), katıldığı savaşlarda başını öne eğerek bir yere ve sonra yukarı kaldırıp
şöyle diyordu: “Ne sen yalan söyledin ve ne de ben.” Bu davranışıyla, çevresinde
bulunanlara, sanki Rasûlullah (s.a.v.) kendisine bu durumu haber vermiş ve ashabına da
bunu emretmiş kanaatini veriyordu.
Hz Peygamber (s.a.v.) açıkça düşmanlığı ortaya koyan düşmanlarını susturmak
için, kendilerine yapacağı saldırıyı, başka tarafa gideceğini söyleyerek asıl saldıracağı
düşmanlarını aldatırdı. Yani gideceği yeri ve asıl maksadını söylemezdi. Kendilerine
güvenilen kimselere böyle yapmak ise aklının ucundan bile geçmezdi.160
158 Köse, Saffet, “Hile” DİA, XVIII, 28.
159 Buhârî, Cihâd 157, Menâkıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Cihâd 17, 18; Ebû Dâvûd, Cihâd 92, Sünnet
28; en-Nevevî, a.g.e., VI, 115.
160 es-Serahsî, a.g.e., I, 87.
89
Benî Kurayza Yahudileri, müşriklerden oluşan düşman ordusu gelinceye kadar
Rasûlullah (s.a.v.)’la antlaşma halindeydiler. Daha sonra antlaşmayı bozup Medine’ye
saldıracak olan Ebû Sufyân ile birlik oldular. Nuaym İbn Mesûd, o zaman henüz müşrik
olduğu halde gelip Beni Kurayza ile müşrik düşman ordusu arasında yapılan antlaşmayı
Rasûlullah (s.a.v.) e haber verdi. Rasûlullah (s.a.v.) Nuaym’a: “Belki de onlara böyle
davranmalarını biz emretmişiz” dedi. Rasûlullah (s.a.v.) bu sözü ile sanki bu aramızda
olan antlaşmanın gereğidir. Böylece düşman ordusunu her taraftan kuşatacağız demek
istiyordu. Nuaym çıkıp gittiğinde Hz. Ömer “Ya Rasûlullah! Beni Kurayza’nın işini
halletmek, senin hakkında yalan söylüyor deyip tutturmalarından daha kolaydır,” dedi.
O zaman Rasûlullah (s.a.v.): “Savaş, hiledir ya Ömer!” buyurdu. Nuaym, Ebû Sufyân’a
gidip: “Beni Kurayza’nın sana tabi olmalarını Muhammed istemiş” dedi. Ebû Sufyân:
“Bunu kendi kulaklarınla mı duydun” diye sordu. Nuaym “Evet” deyince, Ebû Sufyân
“Allah’a yemin ederim ki, Muhammed yalan söylememiştir” dedi. Bu stratejik hile
düşmanların aralarında birliğin bozulmasına ve yenilmelerine sebep olmuştur.161
İslâm uleması, harpte düşmanı aldatmak için başvurulacak her çeşit hilenin câiz
olduğunu söylemekte ittifak eder.162


V- SAVAŞTA UYULACAK KURALLAR AÇISINDAN GÜNÜMÜZ EVRENSEL YAKLAŞIMLARI

A) SİVİLLERİN HAKLARINA YÖNELİK UYGULAMALAR
İnsanın doğuştan vazgeçilmez ve devredilmez temel haklara sahip olduğu inancı
yepyeni bir fenomendir. 1774 Amerikan Vatandaşlık Bildirisi ve 1789 Fransız
İhtilali’nin ilan ettiği İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi, bu alanda bir dönüm
noktası olarak kabul edilir. Batı, bu tarihlerin öncesinde farklı dinlerin, inançların baskı
altına aldığı, insanların işkencelere tabi tutulduğu, yakıldığı, toplu halde yok edildiği
evreni ifade eder.263
İslâmîyet’e göre haklar aslen kazanılır. Kanunlar hakkı kazanmak için değil,
korunmasını sağlamak içindir. Buna karşılık batı hukukunda haklar kanunla kazanılır.264
İslâm’da insan hakları ve temel hürriyetleri Kur’an ayetleri ve Allah Rasûlü’nün
açıklama ve uygulamaları ile belirlenmiş olup Asr-ı Saadet’ten bu yana 14 asırlık bir
geçmişe sahiptir.265
262 Atıf, a.g.e., III, 390.
263 Türköne, Mümtazer, “Osmanlı İmparatorluğu’nda İnsan Hakları”, Doğu’da ve Batı’da İnsan
Hakları, Sempozyum Paneller: 14, D.V. Yayınları, Ankara 1996, s. 83.
264 Karatepe, Şükrü, “İnsan Haklarının İlahi Temelleri”, Doğu’da ve Batı’da İnsan Hakları,
Sempozyum Paneller: 14, D.V. Yayınları, Ankara 1996, s. 113.
265 Demirçin, M. Emin, “Hz. Peygamberin Getirdiği İnsan Hakları”, Doğu’da ve Batı’da İnsan
Hakları, Sempozyum Paneller: 14, D.V.Yayınları, Ankara 1996, s. 155.
118
Mekke’de faziletli insanların yaptığı Hilfu’l-Fudûl antlaşmasından sonra;
güçsüzün, yoksulun, yetimin, dulun, mazlumun, devletin teminatı altında olduğu;
Halife-i Müslimin’in sırtında yoksula nevâle taşıdığı, kurdun ısırdığı koyunun hesabının
devletten sorulduğu bir saadet asrı doğmuştur.
Sivillerin haklarının gözetilmesi için şu karalar alınmıştı. “Mekke’de yerli olsun
yabancı olsun zulme uğramış kimse bırakmayacağız. Zulme meydan vermeyeceğiz.
Mazlumlar, zalimlerden hakkını alıncaya kadar mazlumlarla beraber hareket edeceğiz.
Denizlerde su kalmayıncaya, Hira ve Sebir Dağları yerlerinden kopup silininceye,
Ka’be’ye istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar ahdimizde sebat edeceğiz.”266
Batı’da ise insan hakları, yüzyıllar süren mücadeleler sonucu Birleşmiş Millerler
Genel Kurulunca 1948 yılında kabul edilmesi ile, insan hakları ve hukuku uluslararası
nitelik kazanmıştır.267
Bugün devletlerarası sistemde hukuk kuralları yürürlüktedir. Fakat uluslararası
hukuk, şekli bir bağlılık göstergesi olmaktan öteye geçememekte, uluslararası hukuk
güçlü devletler lehine işlemektedir. Haklı dahi olsalar güçsüz devletler için hukukun
uygulama alanı bulunmamaktadır. Zira güç dengesi devletlerin silah gücüyle
oluşturulmaktadır.268
Dünyanın geçerli politikalarında, insanların eşit olduğu, demokrasilerin bu
anayasa üzerinde kurulduğu ve İnsan Hakları Beyannameleri yayınlandığı halde, insan
eşitliği tam anlamıyla sağlanamamıştır.
“B.M. raporlarına itibar edilecek olursa, Irak ambargosunun yol açtığı kötü
beslenme, tıbbi malzeme ve ilaç yoksunluğu Irak’ta 567 bin çocuğun ölümüne neden
olmuştur. Bu sadece 1995 yılı rakamıdır. Gene aynı kurumun raporlarına göre ayda aynı
nedenlerden ötürü 4.500 çocuk ölmektedir. Sudan bombalandığında bir ilaç fabrikası
266 Fayda, Mustafa, “Abdullah İbn Cüd’an”, DİA, I, 93, 94; Demirçin, a.g.e., s. 160.
267 Demirçin, a.g.e., s. 155.
268 Çetiner, a.g.e., s. 92.
119
özellikle hedef seçilmiştir. Ve orada kaç sivilin öldürüldüğü bilinmiyor (Libya
bombalamasında sivil ölü sayısı 17.500’dü)”269
İnsanlık iki binli yılları idrak ederken ne yazık ki üzerine büyük değer atfedilen
hukuk, insanlık ilişkilerini belirlemekten uzaktır. İki kişi arasında yapılan düellodan
geniş çaplı savaşlara kadar her kapışmanın kuralları olmasına çalışılmış, geçmişte yere
ve duruma göre değişebilen bu kurallar insanlık ideali doğrultusunda temel insan
haklarını gözeten bir noktaya yükseltilmeye çalışılmış ise de henüz insanlık bunda
başarılı olamamıştır. 270
Sivillerin haklarına yönelik bir takım sözleşmeler imzalanmıştır. Bunlar; işkence
ve insalık dışı davranışa karşı sözleşme, soykırım suçunun önlenmesi ve
cezalandırılması, hukuk dışı, keyfi infazların önlenmesiyle ilgili yapılan sözleşmelerdir.
1) İşkenceye ve İnsanlık Dışı Davranışa Karşı Sözleşme
B.M. İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesinin 1. maddesinde “işkence” terimi şöyle
tarif edilir. Bir kimseye kendisinden ya da üçüncü bir kişiden bir bilgi ya da bir itiraf
sağlamak, kendisinin ya da üçüncü bir kişinin işlediği ya da işlediğinden kuşku duyulan
bir eylemden ötürü onu cezalandırmak, kendisine ya da üçüncü bir kişiye gözdağı
vermek ya da onları zorlamak amacıyla ya da herhangi bir ayrımcılığa dayalı bir
nedenle bir resmi görevli ya da resmi sıfatla davranan bir başkası tarafından ya da onun
kışkırtması ya da oluru ya da izniyle bilerek maddi ya da manevi ağır acı vermek ya da
eziyette bulunmaktır.271
Sözleşmesinin 2/2 fıkrasına göre, “İster bir savaş hali veya bir savaş tehdidi,
ister iç siyasi bir karışıklık, ister herhangi olağan üstü bir hal söz konusu olsun, hiçbir
istisnai durum, işkenceyi haklı kılamaz.” Binaenaleyh, olağan veya olağan üstü hangi
269 Kahraman, Hasan Bülent, Yeni Yeni Dünya Düzeni; Küreselleşmeden Müdahaleciliğe, Foreign
Policy Dergisi Türkiye Baskısı, No: 2001/16, Temmuz -Ağustos 2001, s. 24, 25’ den naklen.
270 Çetiner, a.g.e., s. 91.
271 Balcı, Muharrem, Sönmez, Gülden, Temel Belgelerle İnsan Hakları, Danışman Yayınları, İstanbul
2001, s. 117; Akıllıoğlu, Tekin, İnsan Haklarının Korunması Alanında Uluslarası Temel Belgeler,
Bilgi Yayınevi, İstanbul 1995, s. 161.
120
hal olursa olsun, her şart ve idare sisteminde işkence, mutlak olarak yasaklanmıştır.
Bunun istisnai hiçbir haklı gerekçesi olamaz.272 İşkencenin her sûrette haklı
gösterilemeyeceği; “Herkesin işkence ve diğer zalimane, insanlık dışı veya onur kırıcı
muamele veya cezaya karşı korunmasına dair bildiri”de de aynı ifadelerle teyit
edilmiştir.
Sözleşmenin dördüncü maddesi: Taraf devletlerin tüm işkence eylemlerinin
kendi ceza kanununa göre suç saymasını; bunun gibi, işkence yapmaya kalkışan ve
işkenceye katılan ya da suç ortaklığı yapan kişinin davranışlarını da suç saymasını ifade
eder.273 İşkence eylemlerinin cezalandırılması: Herkesin işkence ve diğer zalimane,
insanlık dışı veya onur kırıcı muamele veya cezaya karşı korunmasına dair bildiri
(İKAB)’nin 7. maddesinde; “… de aynı şekilde cezalandırılır”, şeklinde geçmektedir.
İnsan tabiatına ve insan değerlerine tamamen zıt olan işkence ve kötü
muamelelerin önlenmesi ve ortadan kaldırılabilmesi konusunda, Uluslararası İnsan
Hakları Hukuku çok önemli ve vazgeçilmez bir görev icra etmektedir.
İşkence ve kötü muamele, alınan her türlü tedbir ve vazedilen kurallara rağmen,
dünyanın birçok ülkesinde halen sürüp gitmekte ve bir insan hakları ihlali olarak ortada
durmaktadır.274
2) Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması
BM Genel Kurulunun 11 Aralık 1946 tarih ve 96 (1) sayılı kararı soykırımın
uluslararası hukuka göre bir suç olduğu, BM’in amaçları ve ruhuna aykırı düştüğü uygar
dünyaca karalandığının ilan edildiği göz önünde bulundurularak,
Tarihin her döneminde soykırım insanlık için büyük kayıplara yol açtığını
hatırlayarak ve insanlığı bu iğrenç felaketten arındırmak için uluslararası işbirliğinin
gerekli olduğuna inanarak, diye başlayan sözleşme maddelerinin birinci maddesinde
272 Aydın, Hakkı, İslam ve Modern Hukukta İşkence, Beyan Yayınları, İstanbul 1997, s. 254, 255;
Balcı, Sönmez, a.g.e., s.118; Akıllıoğlu, a.g.e., s.161.
273 Akıllıoğlu, a.g.e., s.162; Balcı, a.g.e., s. 118.
274 Aydın, a.g.e., s. 258.
121
tarafların, soykırımı, ister barış, ister savaş zamanında işlensin, uluslararası hukuk suçu
sayması ve bu suçu önlemesi ve cezalandırması istenmektedir.
Üçüncü maddesi soykırım cezasını gerektiren eylemleri şöyle sıralar:
Soykırım, soykırıma kalkışmak için antlaşma, soykırıma kalkışmak için
doğrudan doğruya ve açık biçimde kışkırtma, soykırım girişimi, soykırım suçunda
ortaklık.
Sözleşmenin dördüncü maddesinde ise, soykırım suçunu ya da 3.maddede yazılı
eylemlerden herhangi birini işleyen kişi ya da kişiler, ister memur ister özel kişiler
olsun, isterse yönetici cezalandırılacağı ifade edilir.275
İslam savaş hukukunda da, aynı suç kapsamına giren her türlü eylem
yasaklanmıştır. Sivillere muamele başlığı altında, bu suça hukukî zemin hazırlayan
unsurların ayet ve hadislerle bertaraf edildiğini incelemiştik.
3) Savaş Sırasında Hukuk Dışı, Keyfi İnfazların Önlenmesiyle ilgili
Prensipler
Devletler hukuk dışı, keyfi ve kısa yoldan infazları kanunla yaksalar; bu tür
infazların ceza kanuna göre suç olarak düzenlenmesi ve bu suçun ağırlığını dikkate alan
gerekli cezalar ile cezalandırılmasını sağlar. Savaş durumu veya savaş tehdidi, iç siyasal
istikrarsızlık veya herhangi bir olağanüstü durum gibi istisnai şartlar, bu tür infazları
haklı göstermek için ileri sürülemez. İç silahlı çatışma durumunda, kamu görevlileri
tarafından veya resmi sıfatla hareket eden başka kimseler tarafından veya resmi
görevlilerin teşviki veya rızası veya muvâfakati ile hareket eden kimseler tarafından
aşırı veya yasadışı zor kullanıldığı durumlarda ve ölümle sonuçlanan nezaret altındaki
durumlarda veya bu durumların dışında da başka hiçbir hal ve şart altında bu tür bir
infaz yapılamaz. Bu yasak, hükümet makamları tarafından verilen emir ve talimatlardan
üstündür. Bu çerçevede:
275 Balcı, a.g.e., s. 157, 158.
122
Hükümetler hukuk dışı, keyfi ve kısa yoldan infazları önlemek için yakalama,
gözaltına alma, gözaltında tutma, nezârete alma ve hapsetmeden sorumlu olan ve ayrıca
zor ve silah kullanma yetkisine sahip olan kamu görevlileri üzerinde bir dizi açık
talimatlar vermek de dâhil, sıkı bir denetim uygular.
Üst düzey görevlilerin veya kamu makamlarının bu tür hukuk dışı, keyfi ve kısa
yoldan infaz için başkalarını yetkilendiren ve teşvik eden emirleri vermeleri hükümet
tarafından yasaklanır.
Öldürülme tehdidi olan kişiler de dahil hukuk dışı, keyfi ve kısa yoldan infaz
tehlikesi ile karşılaşan kişilere ve gruplara yargısal veya başka yöntemlerle koruma
sağlanır.276
B) SİLAH KULLANIMI
Günümüz savaşları, karakter değiştirmiştir. Kılıç kalkan gibi basit aletlerle
başlayan savaş, günümüzde tahribat gücü yüksek modern silahlarla yapılmaktadır.
Klasik savaş usullerinin yerini çok yönlü savaşlar almıştır. Ancak, dünya çapında
yapılan silah alışverişlerinin sadece duyulanı ve haber haline geleni bile insanı hayrete
düşürecek ve ürküntü verecek derecededir. Silah için ödenen paralar milyar dolarlar ile
ifade edilmektedir. Dünyadaki mekanik silahlanma yarışı bir tarafa, kimyasal
silahlanma çalışmaları da, geleceğe güven hissiyle bakmayı insan için imkânsız hale
getirmektedir.277
Etki alanı içinde kalan kitleler üzerinde fark gözetmeden ölümcül sonuçlar
doğurması sebebiyle kitle imha silahlarının ne kadar “silah” oldukları tartışılan bir
konudur. Savaşa aktif taraf olmayan halk yığınlarının bu yolla ölümüne veya ağır ve
kalıcı sakat kalmalarına yol açan kimyasal ve biyolojik silahların üretiminin,
kullanımının ve stoklanmasının yasaklanmasını ve yeryüzünden tamamen silinmesini
amaçlayan bir dizi uluslararası antlaşma mevcuttur. Ancak yaptırım güçleri farklılıklar
276 Balcı, a.g.e., s. 202.
277 Sağıroğlu, a.g.e., s. 44.
123
göstermektedir. Bu antlaşmalardan kayda değer ilki 1925 Cenevre Protokolü’dür.
Birinci Dünya Savaşı sırasında kimyasal silahların kullanılmasını yasaklamaktadır.
Ancak üretilmesini ve stoklamasını yasaklamamaktadır ve denetlememektedir.
Dolayısıyla, gerek bu protokol’e taraf olan, gerek olmayan ülkeler takip eden dönemlere
de kimyasal silah kullanma yoluna gitmişlerdir.
Kimyasal silahların kullanımı, üretimi, bulundurulmasını ve stoklanmasını kesin
bir dille yasaklayan Kimyasal Silahlar Konvansiyonu (CWC) Ocak 1993’te Paris’te
imzalanmış ve Nisân 1997’de yürürlüğe girmiştir. Bu antlaşmaya taraf olan tüm ülkeler
belirli bir program dahilinde ellerinde bulunan kimyasal silahları imha etmeyi ve bu gibi
silahların yapımında kullanılabilecek madde ve tesisleri etkin ve kapsamlı denetimlere
açmayı taahhüt etmektedirler.278
Biyolojik ve toksin silahlar arasında da bir uluslararası antlaşma mevcuttur. 1972
yılında imzalanan ve 1974 yılında yürürlüğe giren biyolojik ve toksin silahlar
konvansiyonu (BTWC), Cenevre Protokolü gibi kullanımı yasaklanmakta ancak
savunma amaçlı üretimi, bulundurmayı ve stoklamayı yasaklamamakta ve
denetlememektedir. Son yıllarda mikrobiyoloji ve genetik gibi alanlarda çok ileri
seviyelerde bilgi ve becerilere ulaşılması sebebiyle biyolojik silahların oluşturduğu
potansiyel tehdit de hızla artmaktadır. Bu sebeple etkin bir denetleme rejimi oluşturması
yönünde yoğun uluslararası çabalar sarf edilmektedir. Bu çabalar özellikle biyoteknoloji
alanında gelişmiş sanayi altyapıya sahip bazı ülkeler tarafından engellenmektedir.
Kitle imha silahı, tanım esas itibariyle nükleer, kimyasal ve biyolojik bir savaş
başlığının belirli bir gönderme aracı ile hedefe ulaştırılmasına yarayan sistem için
kullanılır. Gönderme aracı içinde en etkin olanlar balistik füzeleridir. Kısa sürede
yüzlerce kilometre uzaklıktaki yüksek sayılabilecek bir kesinlikle kitle imha silahı
içeren bir savaş başlığını gönderebilme imkân ve kabiliyeti ülkelerin savunmaları ve
278 Kibaroğlu, Mustafa, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Uluslararası Düzenlemeler ve Türkiye, Doğu
Batı Yayınları, Ankara 2003, s. 131.
124
ulusal ve uluslararası çıkarlarını koruyabilmeleri açısından stratejik önem arz
etmektedir.
Balistik füze yapımında kullanılan malzeme teknolojinin kontrolsüz gelişmesini
ve yayılmasını önleme amaçlı bazı uluslararası düzenlemeler mevcuttur. Bunların
başında füze teknolojisi kontrol rejimi (FTKR)ve Wassenaar düzenlemesi sayılabilir.
Ancak bu iki Antlaşmanın da herhangi bir yaptırım güçleri yoktur.279
279 Kibaroğlu, a.g.e., s. 132- 134.
125
SONUÇ
Savaş, ilk çağlardan beri insanlık tarihini tayin eden önemli bir unsur olarak
varolagelmiştir. İnsanî birlikteliğin, sükûnetin yani barışın zıttı olan savaş, fertlerin,
kabilelelerin ve devletlerin şahsi veya ulusal beklenti ve çıkarları için olduğu gibi,
yeryüzünde kaosun önlenmesi, düşünce ve ifade özgürlüğünün temin edilerek Allah’ın
davetinin insanlara ulaşmasına mâni olan engellerin kaldırılmasına yönelik de olabilir.
İslâm dini, devletlerarası münasebetlerde barışı normal ve sürekli bir hal olarak
görür. Savaş, ancak zaruret gereği başvurulan geçici bir durumdur. Bu durumda
Müslüman bir devletle düşmanca ilişkiler içine giren ülkelere, anlaşmazlıkların
kaldırılması konusunda gerek savaş öncesi ve gerekse savaş esnasında barış yollarına
başvurmakta titizlik gösterilmelidir.
Savaşların hangi amaç için yapıldığı elbette önemlidir. Bununla birlikte, savaşın
yapış şekli de en az amacı kadar önemlidir. Sınır tanımayan, tamamen yakıp yıkma
üzerine kurgulanmış, sivil ve muharip ayrımı yapmayan bir savaşın İslam’da asla yeri
yoktur.
Savaş sırasında insanî ölçüler içinde hareket etmemek, ilk savaşlardan beri
insanlık onurunu sarsıcı büyük bir eksiklik olarak süregelmiştir. Romalıların savaş
esirlerini arenalarda aslanlara parçalatmaları, Kudüs’ü işgal eden haçlı ordularının
güvence vermelerine rağmen on binlerce Müslüman’ı katletmeleri herkezce bilinen
tarihi olaylardan sadece birkaçıdır. Birbirine düşman iki ordu savaşa giriştiklerinde
birbirlerini yenmek için her türlü yolu mübah kabul edip işkence yaptıkları, çoluk çocuk
ayrımı yapmadan herkezi öldürdükleri, savaşı kazanan tarafın toplu katliamlarla
soykırım yaparak mamur olan her şeyi yakıp yıktıları da tarihen sabittir.
İslâm, meşru kabul edilemeyecek savaşları yasakladığı gibi; savaş sırasında
uyulması gereken kurallar ortaya koymuştur. İslâm’da, savaşa muharip unsur olmayan
hiçbir sivil öldürülemez. Siviller hedef tayin edilemez. Hiçbir şey inkenceye haklı
126
mazeret kabul edilemez. Bu çerçevede, insanın organlarını kesmek, cesetleri
parçalamak, yakmak yasaklanmıştır. Düşman askerleri, bu fiilleri irtikap etse milleme
yapılamaz.
İslâm’da keyfi yakıp yıkmak, düşman malını tahrip etmek de yoktur. Bunlar,
belirli şartlarla sınırlı olarak yapılır. Savaş sonrası yağma, talan ise kesinlikle yasaktır.
İnsan onuruna saygı ön planda tutulduğu gibi, tabiatın ve kültürel mirasın da korunması
ön plandadır.
Ancak günümüz dünyasında, savaşlardan hiçbiri Allah yolunda yapılmamakta ve
İslâmî savaş kriterlerine uygun düşmemektedir.
Bugün, özellikle uluslararası hayat ve insan münasebetleri güvenlik ve
dostluktan çok düşmanlığı taşımaktadır.
Günümüz savaşları, karakter değiştirmiştir. Yani barış düşüncesi ön planda
olmasına rağmen, savaş asla durmamış, aksine farklı bir renk kazanmıştır. Geliştirilen
yeni stratejiler ile hedef seçilen milletler ve devletler, korkunç denecek ölçüde
geliştirilmiş savaş teknik ve silahlarıyla, milletleri ve devletleri içerden çökerten iç
savaşlara, bölücülüğe, teröre, anarşiye ve huzursuzluğa götüren soğuk savaşlara
sürüklenmiştir.
Bugün gerek ulusal gerekse uluslararası sıkıntı, çatışma, kavga, ve savaşların ve
her türlü anlaşmazlıkların sebebi, hukukun eksik ve boş yanlarının bulunmasıdır.
İnsanlık bilim ve teknoloji yolunda dev adımlarla ilerlerken hukukunu geliştirmemiş;
hukuk konusunda 16. ve 17. yüzyıllardaki nazariyelerle iktifa ederek olduğu yerde
saymıştır. Onun için teknoloji hukuku aşmış, hatta zorlamıştır. Ulusal ve uluslararası
sıkıntının asıl kaynağı budur.
Devletlerarası sistemde hukuk kuralları yürürlüktedir. Fakat uluslararası hukuk,
şeklî bir bağlılık göstergesi olmaktan öteye geçmemekte, güçlü devletler lehine
işlemektedir. Haklı dahi olsalar güçsüz devletler için hukukun uygulama alanı
bulunmamaktadır. Zira hukukî denge, güçlü devletler tarafından şekillendirilmektedir.
127
Ancak İslâm, hayat hakkında ortaya koyduğu genel prensipleriyle ve barış hakkındaki evrensel görüşleriyle, insanlığın bugün içinde yaşadığı savaşları kesinlikle reddeder.
İslâm’da aslolan barıştır. Devletlerarası ilişkilerin temeli de barış ve güvendir. Savaş son çaredir ve operatörün neşteri gibidir. Öldürmek için değil, varlığı sürdürmek için kullanılır.
 
Üst Ana Sayfa Alt