Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale İSLÂM’IN BEŞ ŞARTININ MÂHİYETİ

Necati Koçkesen Çevrimdışı

Necati Koçkesen

İyi Bilinen Üye
İslam-tr Yazar
İSLÂM’IN BEŞ ŞARTININ MÂHİYETİ

Bilindiği gibi İslâm’ın beş şartı Cibril hadisi diye bilinen hadiste beyan edilmiştir. Bu beş şart ise “Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed’in de Allah’ın kulu ve rasûlü olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, oruç tutmak ve hacca gitmek” şeklinde târif edilmiştir.

Şimdi bu beş şartı kısa kısa açıklamaya gayret edelim.

Kelime-i şehâdet ki, “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh” sözüdür ve bu söz mükellef varlıklar için İslâm’a giriş kapısıdır. Yani kişi bu sözü söyleyerek İslâm’a girmekte ve mü’min (inanan) olmaktadır. Bu söz ve bu sözde anlatılmak istenen şeyler söylenmeden, kabul edilmeden İslâm’a girilmez.

Peki, bu sözü söyleyen kimse neyi ifâde etmek istemektedir? Bu sözü söyleyen kimse, Allah’tan başka bir ilah, ma’bud, yaratan, yaşatan, öldüren, rızık veren, esirgeyen, bağışlayan, cezalandıran, mükâfatlandıran, hüküm koyan, haram helal belirleyen başka bir ilah olmadığını ikrâr etmiş olmaktadır. Dolayısı ile “eşhedu en lâ ilâhe illallah” diyen bir kimse Allah’ın Rablığını kabul ettiği gibi, Allah’tan olan, Allah’tan gelen her şeyi de kabul etmiş oluyor.

“Ve eşhedu enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh” demek ise, Hz. Muhammed’in insanlar arasından seçilip yine insanlara rasül (elçi) ama kul bir rasül olarak gönderildiğini ikrar etmek demektir. Burada “abduhû” demenin önemli bir mânası vardır. Rivayet edildiğine göre önceki peygamberlerin kelime-i şehadetlerinde bu “abduhû” kısmı yoktu. Bundan dolayı o peygamberlerin ümmetleri peygamberlerine olan sevgide aşırı gittiler ve kimi onların Allah’ın oğlu olduğunu iddia ederken kimi de onları ilah seviyesine çıkarmışlar ve Allah’tan başka ilahlar edinmişlerdir. İşte Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği kelime-i şehâdette Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve rasûlü olduğu özellikle belirtilmiş ki, Müslümanlar da peygamberlerine olan sevgilerinde aşırıya gitmesinler ve onu ilahlaştırmasınlar.

Hz. Muhammed’in rasül olduğunu kabül eden bir kimse o rasülden sahih olarak gelen her şeyi de kabul edeceğini, itaat edeceğini ve îtiraz etmeyeceğini de kabul etmiş oluyor. Bu iki şehadeti söylerken de hiçbir şek, şüphe duymaması, duraklamaması gerekmektedir. Çünkü îman şüphe götürmez. İçinde şüphe, duraklama, ama, fakat olan bir îman, îman olamaz.

Bugün bu iki şehâdeti söyleyen nice insanlar vardır ki, ne söylediklerinin, neyi ikrâr ettiklerinin, neye teslim olmaları gerektiğinin farkında bile değildirler. Bundan dolayı bu sözü söylemelerine rağmen Allah’ın bir çok hükmünü kabul etmemekte, ya nefsinin hevâ ve hevesinin peşinden koşmakta veya önder kabul ettiği islamla hiçbir ilgisi olmayan kişilerin fikirlerini, ideolojilerini kabul ederek onların peşinden gidebilmekte, onları destekleyebilmektedirler. Bu halleri ile söylemiş oldukları kelime-i şehâdeti yalanladıklarını ve islam dairesinin dışına çıktıklarını fark edememektedirler.

Öyleyse, kelime-i şehâdeti ve kelime-i tevhidi söyleyen kimseler bu kelimelerle neleri kabul ettiklerini ve neleri de reddettiklerini çok iyi bilmeleri ve onların gereğince hareket etmeleri gerekir. Yoksa dilleri ile kelime-i şehâdet getirirken bir çok noktada küfre girmeleri mümkündür.

NAMAZ

Kur’an’daki tâbiri “salât” olan namaz, Allah’ın inanan kullarına imandan sonra yüklediği en önemli ameldir. Namaz, Allah’ın kullarına peygamberi aracılığı ile kendisine ne zaman ve nasıl ibâdet edeceklerini öğrettiği bir ibadettir. Ve bu, bizzat şârînin belirlediği beş vakitte her gün tekerrür eden ve kişinin ömrü boyunca devam edecek bir ibadettir.

Namaz, kulun Rabbisi ile irtibatını sağlayan, Rabisine olan imânını, korkusunu, sevgisini kuvvetlendiren muhteşem bir ibadettir. Aynı zamanda namaz, Müslümanın Müslüman olduğuna şâhitlik eden en büyük bir şâhittir. Namaz kılan görüldüğü zaman onun Müslüman olduğuna şâhitlik edilir. Namaz kılmayanın Müslüman olup olmadığı ise bilinemez. Düşünün ki, namaz kılmayan bir Müslüman ile kâfir arasında görünüş îtibâri ile kalbindeki îmandan başka pek bir fark kalmaz. Onun olup olmadığını da ancak Allah bilir.

Yine namaz, insanı her türlü kötülüklerden alıkoyan bir ibadettir. Yâni kişi gerçek mânâda namaz kılıyorsa o namaz ona kötülük işletmemesi gerekir. Nitekim Ankebüt sûresinin 45. Âyetinde de bu açıkça belirtilerek, “Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir” buyrulmaktadır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de, “Kimin namazı her türlü hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoymuyorsa, o namaz, ancak sahibini Allahtan uzaklaştırır.” (Tabarânî) demiştir. Demekki namaz, namaz gibi kılınmalı ki sâhibini her türlü kötülüklerden ve hayasızlıklardan koruyabilsin. Yoksa gelişi güzel kılınan, iç ve dış şartlarına uygun kılınmayan bir namaz ne Allah’ın kabul edebileceği bir namaz olur ne de sahibini kötülüklerden koruyabilir.

Şu da unutulmamalıdır, sahâbeler ve müctehid ulemâ namaz dışında hiçbir ibâdet hakkında onu terkedenin kâfir olup olmadığı hakkında ihtilaf etmemişlerdir. Ama inkar etmemek şartı ile namazını kılmayanın kâfir olup olmadığı husûsunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım sahâbeler ve müctehid ulema namazını kılmayanın kâfir olacağını söylerken bir kısım ulemâ da inkar etmemek şartı ile namaz kılmayanın kâfir olmayacağını ama büyük bir günah işlemiş olacağını belirtmişlerdir.

Namaz kılmayanın kâfir olup olmadığında ihtilaf eden müctehidler namaz kılmayana verilecek cezâ husûsunda da ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı namaz kılmayan (tevbe edip namaza başlamazsa) mürted olduğu için öldürülür derken (Ahmed bin Hanbel), bir kısmı da, “namaz kılmayan her ne kadar kâfir olmazsa da cezâ olarak öldürülür” demiştir (İmam Şâfî ve İmam Mâlik). İmam Ebû Haife ve bazı ulemâ ise, inkar etmemek şartı ile namaz kılmayanın kâfir olmayacağını, öldürülmeyeceğini de ve fakat hapsedileceğini ve her gün de kan çıkıncaya kadar dövüleceğini, eğer tevbe edip namaza başlarsa salıverileceğini, eğer tevbe edip namaza başlamazsa ölünceye kadar hapiste kalacağını belirtmişlerdir. Görüldüğü gibi hiçbir müctehid namaz kılmayanın serbestçe yaşayacağını ve sokaklarda serbestçe dolaşabileceğini söylememiştir.

İşte bütün bunlar namazın ne kadar önemli bir ibâdet olduğunu belirtmektedir. Bir çadırı ayakta tutan orta direk ne ise namaz da İslâm için odur. Bundan dolayı “namaz dînin direğidir” denilmiştir. Orta direği yıkılan bir çadır nasıl ayakta duramazsa namazını kılmayan bir kimsenin de gerçek mânâda Müslümanlığından söz edilemez.

ZEKAT

Kelime anlamı ile “temizlik, artma” mânâsına gelen zekat, islâmî bir terim olarak mükellefin elde ettiği varlığının şeriatın belirlediği kadar bir kısmını mülkiyetinden çıkarıp yine şeriatın belirlediği yerlere vermesini ifâde eder.

Namaz, kul ile Rabbi arasındaki itibatı kuvvetlendirirken zekat da insanların birbirleri ile yardımlaşmasını, dayanışmasını sağlayan, zenginin fakire şefkatle bakmasını, onları korumasını ifâde eden, fâkirin de zengine haset etmemesini sağlayan, onlar için hayır dua ettiren bir ibadettir. Yâni zekat, sosyal toplumu ayakta tutan en büyük bir ibâdet ve ameldir. Zekat veren toplumlarda barış olur, huzur olur. Fâkirler zenginlerin malına göz dikmez, onların mallarının ellerinden gitmesi için çalışmaz. Tam aksine, zenginin malına bir âfet geldiğinde zengin ile beraber fakirler de o felaketin kalkması için yardımcı olurlar. Mesela, bir zenginin mağazasında yangın çıksa, zengin ile beraber fâkirler de o yangını söndürmek için koşarlar. Halbuki zekat verilmeyen toplumlarda bu böyle değildir. Orada zenginler fâkirlere tepeden bakarlar, onları değersiz, kendilerine iş üretecek, kendilerine muhtaç varlıklar olarak görürler. Onları hep aşağılarlar, iterler, kakarlar. Fakirler de zenginlere hased ederler. Onların mallarının ellerinden çıkmasını arzu ederler. Eğer onların başına veya mallarına bir felaket geldiğinde sevinirler ve “oh olsun, onun malından kimse koklamıyordu” derler.

Kaldı ki, bazen farkına varmayarak malımıza ve kazancımıza gayri meşru girişler olabilmektedir. İşte zekat lügat mânasındaki temizlik mânâsına uygun olarak malımıza, kazancımıza karışan o kirli kısmı temizleyen bir keffâret olmaktadır. Zekat hiçbir zaman malı noksanlaştırmaz. Tam aksine, Allah zekatını veren bir kimsenin ondan sonraki kazancını bereketlendirir ve zekatın lügat mânasındaki artışa uygun olarak kazancının artmasını, mallarının bereketlenmesini sağlar.

Şu unutulmasın, kişi mal kazanırken sâdece kendi gücü ile kazanmamaktadır. Allah’ın verdiği göz, kulak, akıl, el, ayak ve sağlıkla kazanmaktadır. Kul Allah’ın verdiği bu niğmetleri harekete geçirerek, onları kullanarak bir şeyler kazanmaktadır. Eğer Allah’ın verdiği o niğmetler olmasaydı kazanabilir miydi? İşte bundan dolayı da Allah, kulunun kendi niğmetleri ile kazandığı malının kendi belirlediği bir kısmını yine kendi belirlediği yerlere vermesini istemektedir. Bundan doğal ne olabilir?

Bir taksi şoförünü düşünelim. Taksi firması olan bir kimse şoföre taksisini emanet ederken, “kazandığının yarısı senin yarısı da benim” diyor. Taksi şoförü de bunu kabul ediyor ve kazandığının yarısını hiç îtiraz etmeden taksi sahibine veriyor ve hiçbir zaman, “bunu ben kazandım, kazandığımı sana neden vereyim?” diyemiyor. İşte öyle de, bu vucud bineğine şoförlük yapan kul, o vücudu kendisine bahşeden Rabbinin çok cüz’î bir şekilde belirlediği kadar bir kısmını Rabbinin gösterdiği yerlere nasıl vermez? İşte bunu anlayan kimseler zekatlarını seve seve verirler ve kendilerini zekat verecek kadar varlıklı kılan ve kendilerine zekat vermeyi nâsip eden Rablerine şükrederler, hamdederler.

ORUÇ

Arapça aslı “savm” olan ve bir kimsenin herhangi bir şeyden kendisini tutmasını, alıkoymasını ifâde eden oruç, islâmî ıstılahta kulun, şârînin belirlediği iki süre arasında yemekten, içmekten ve cinsî münâsebette bulunmaktan kendisini tutmasını ifade eder.

Oruç aslında kulun Rabbinin emrine boyun eğerek yaptığı fakat kendisine faydası olan, kendisini dizayn eden, disiplinize eden bir ibadettir. Namazla kulu ile kendisi arasındaki irtibatı kuvvetlendirmek isteyen Allah, zekat ile de kulların birbirleri ile irtibatlarını, dayanışmalarını sağlamlaştırırken oruç ile de kulunu içe dönük olarak terbiye etmekte, onda iyi ve güzel şeyleri alışkanlık hâline getirmek istemektedir. Nitekim Bakara sûresi 183. Âyette, “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz” buyrularak orucun farz kılınmasının hikmeti açıklanmaktadır ki o da kulların korunması ve takvâya ermeleridir.

Oruç, her ne kadar kulların imsak vaktinden güneş batıncaya kadar yemeden, içmeden ve cinsî münasebetten uzak durmalarını ifâde ederse de bütüncül olarak düşündüğümüzde ve çeşitli hadislerle değerlendirdiğimizde onun bir de içe dönük yönü vardır. Oruç insanın bütün organlarına hitap etmekte ve bütün organlarının günah sayılacak hal ve hareketlerden kaçınmalarını sağlamaktadır. En azından kullardan bunu istemektedir. Buna göre, gözlere de oruç tutturulmalı, kulaklara, ellere, ayaklara, kalbe ve bütün bedene de oruç tutturulmalıdır. Gözleri harama bakmaktan, kulakları haram sözler işitmekten, elleri harama uzatmaktan, ayaklarla harama gitmekten, kalb ile kötü şeyleri tahayyül etmekten sakındırmalı ve bunu bir alışkanlık hâline getirmelidir. İşte böyle tutulan bir oruç Allah’ın râzı olacağı bir ibâdet hâline gelir ve insanı terbiye eder.

Sabahtan akşama kadar aç ve susuz duran bir kimse eğer bütün bedenine oruç tutturmuyorsa, dilini haram ve boş sözler söylemekten, gözlerini harama bakmaktan, kulaklarını haram sözler işitmekten, ellerini harama uzatmaktan ve zulüm işlemekten, ayaklarını da haram yerlere gitmekten men etmiyorsa onun yanına kâr kalacak olan sâdece açlık ve susuzluktan başka bir şey değildir. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "Kim yalan söylemeyi, yalanla iş görmeyi ve cehâleti terk etmezse, Allah'ın, onun yemesini ve içmesini bırakmasına (oruç tutmasına) ihtiyacı yoktur." (Buhârî) Bu hadisten de anlıyoruz ki, oruç sadece sabahtan akşama kadar aç durmanın adı değildir. O sadece kişinin oruçlu olduğunu gösteren bir dış şarttır. Şu hadis de buna en güzel delildir:

“Oruç kalkandır. Bu yüzden oruçlu olduğunuzda ahlak dışı, kötü sözler söylemeyin, bilinçsizce davranmayın. Size birisi hakaret eder veya sataşırsa ona ‘Ben oruçluyum, ben oruçluyum’ desin.”
[Buhari, Savm,9; Müslim,Sıyam,30]

Demekki oruç Allah ve Rasûlünün istediği gibi tutulursa gerçek mânâda oruç olur. Yoksa kişiye açlık ve susuzluk veren bir perhizden öte gitmez.

Diğer taraftan Allah Azze ve Cell, kullarının oruçlarını daha kolay ve kendi muradına uygun olarak tutabilmeleri için onlara iki yönden yardım etmiştir. Onlardan biri, Allah’ın Ramazan ayına özel bir mâneviyat yüklemesidir. Bu mâneviyatladır ki kullarının daha fazla ibâdet etmelerini, haramlardan daha fazla kaçınmalarını kolaylaştırmıştır. Diğer yardımı da ramazan boyunca şeytanları zincire vurmasıdır. Ramazan boyunca Şeytan’ın vesveselerinden kurtulan insan sâdece nefsi ile baş başa kalır, onun istek ve arzularına karşı gem vurması da Allah’ın yardım ve inâyeti ile kolaylaşır.

HAC

Arapça’da “bir yere gitmek, yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarına gelen hac kelimesi, dînî bir terim olarak imkânı olan her müslümanın belirlenmiş zaman içinde Kâbe’yi, Arafat, Müzdelife ve Mina’yı ziyaret etmek ve belli bazı dinî görevleri yerine getirmek suretiyle yaptığı ibadeti ifade eder.

Namazın her gün, hem de günde beş defa, oruç ve zekatın ise yılda bir defa tekerrür etmesine rağmen hac, ömürde bir defa yapılan bir ibadettir. Zekat belirli bir zenginliğe ulaşan kimselerin vermeleri gereken mâlî bir yükümlülükken hac, kişiyi Mekekke’deki Kâbe’ye götürüp orada istenilen ibâdetleri gerçekleştirdikten sonra memleketine tekrar geri getirecek kadar gücü olan kimselerin yapabileceği bir ibadettir. Namaz ve oruç beden ile, zekat mal ile yapılan bir ibâdetken hac hem mal ile hem de beden ile yapılan bir ibadettir. Zekat ve hac belirli bir zenginliğe ulaşan kimselerin yapması gereken birer ibâdet olduğundan bir yerde zenginlere farz kılınan, fâkirlerden istenmeyen ve yapmadıkları, yapamadıkları için onları sorumlu kılmayan bir ibadettir.

Hac, ömürde bir defa dünyadan sıyrılmanın, kendisini mahşer yerinde Allah’ın huzurundaymış gibi hissetmenin adıdır. Hac, dünya elbiselerinden soyunmanın, maldan, mülkten, mevki ve makamdan geçmenin bir sembolüdür. İhram, dünyada yaşarken kefene bürünmenin bir sembolüdür. Nasıl ki ölen bir kimse sâdece kefene sarılarak defnediliyorken (ki o da avret yerlerini örtsün diye), ihramı giyip Kâbe’yi tavaf eden kişi de Kabe adlı Rabbinin evinde Rabbini ziyâret eden kimse gibidir. O bu hali ile Rabbine âdetâ şöyle demektedir; “Ey Rabbim! Dünyadan sıyrılarak, her türlü mevki ve makamlarımı, eşimi, çoluk-çocuğumu, şânımı, şöhretimi geride bırakarak senin huzuruna geldim. “Lebbeyk, Allâhumme lebbeyk, buyur Allah’ım, buyur, dâvetine icâbet ettim, ziyaretine geldim. Ev sahibinin misafire ikramı olur. Senin ikrâmın da af ve mağfirettir, beni de affet Allah’ım!”

Hacca giden kimse dik başlı, gururlu ve kibirli değil, mahşer yerinde Rabbinin huzurunda boyun büken, Rabbinin gadâbından korkan fakat affını da uman kimse gibi olmalıdır. Orada bulunduğu her anını Rabbinin huzurundaymış gibi geçirmeye çalışmalıdır.

Hacca giden kişi haccı turistik bir geziye dönüştürmemelidir. Oraların taşından toprağından değil, maneviyatından hisseler elde etmelidir. Fakat ne yazık ki hacca ve umreye giden nice kimselerin Kabe’nin yanında tavaf ederken bile mânevî şuurdan uzak olduklarını, işlerinin güçlerinin selfi çekmek olduğunu görüyoruz. Onlar, ibâdetlerini sırf Allah rızası için yapmaları ve yaptıkları ibâdetlerini sırf Allah’a sunmaları gerekirken başkalarına göstermenin, reklam yapmanın derdindedirler. Böyle olunca da hacdan beklenen mâneviyat ve sevap elde edilemiyor, insanın yanına yorgunluğu kar olarak kalıyor.

Yine, haccını Allah ve rasûlünün istediği gibi tamamlamaya gayret eden insanlar günahlarının affedildiğini ümit ederek hacdan döndüğünde günah işlememeğe, kalbini günahların siyah noktaları ile yeniden karartmamaya gayret etmelidirler.
 
Üst Ana Sayfa Alt