Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İsrailiyat sorusuna cevap

laylay Çevrimdışı

laylay

İslam-tr Sakini
Site Emektarı
1_Uslubuma dikkat ediyorum da dikkat etmeyen sensin. Kendini kontrol et.
peki laflarımıza dikkat edelim beraberce


2_ Senin gösterdiğin linklerde deidğin gibi. fakat yine benim gösterdiğim kendi linklerinde ve kitabında gösterdiğim gibi. Anlaşıldığı üzere kendi eserlerind e bile tuhaflık , karışıklık var.
bak kendin diyorsun senin kaynağın ve kitabındaki kaynak aynı(ve özet kaynak).... benim gösterdiğim yerde sorun yok ben 4 kaynaktan gösterdim sen tek kaynaktan gösterrebiliyorsun...ayrıca tam olarak alırsan bir sorun yok
Sen benim gönderdiğim bir önceki mesajda cevaplamanı isteyip altını dahi çizdiğim yeri cevaplamaktan kaçınsanda , itibar etmesende önemli değil !
o mesele buraya ait değil burada zayıf hadis ve tezatlığı işliyoruz senin dediğin mesele ebced ve ciftr ile ilgilidir...o konuyuda sen başka bir yerde açtın orada cevaplarsam cevaplarım ama ben said nursinin savunucusu değilim...
3- 4_ demişsin de bu kendi eserleri ve linkleri.
Onları da savunan yine sensin. Cevabını bekliyorum
benim said nursiyi savunacak halim yok konu açmışsın kendi yorumlarımı ve gördüklerimi yazdım...ben said nursiyi neden savunayım onun yolunda gitmiyorum ki...
5- Diğer hadisi ekledim ve sormuştum bu sayfaya (başlığa ) . Aynı mevzuda olduğu için buradan cevap veriniz

...





Yine risale yine zayıf hadis !

Beşinci nokta: Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini numune için beyan edeceğiz.
Birincisi: Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, sûrelerin başlarındaki
b755.gif
gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler:
"Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır."
Onlara mukabil dedi: "Az değil." Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: "Daha var." Onlar sustular


Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 87
http://www.risaleinurenstitusu.org/i...iGaybi&Page=87



Hadis diye aktarılan bu nakilin sıhhatini biliyor musunuz ?
Zayıf olduğunu ispatlamadan önce sizden sahihliğini ispatlamanızı istiyorum.

Aynı yerde geçen :

İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.
Üçüncüsü: Câfer-i Sâdık Radıyallahu Anh ve Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.


Şu altını çizdiğim terimleri ve bahislerin ehli sünnete göre hükmünü delillendirirmisiniz.


bu konu ebced ve cifr ile ilgili konuda konuşuruz...anladın mı...tekrar tekrar neden yazayım....
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
bu konu ebced ve cifr ile ilgili konuda konuşuruz...anladın mı...tekrar tekrar neden yazayım....


sana ebcedini cifirini sormuyorum o ayrı mesele.
Sana sorduğum o ebced cifirin geçtiğini iddia ettiği hadisin sahihliğini belgelemendir.
Sahih mi ki kitabında delil diye bu hadisi aktarmış . Bunu soruyorum.

Ayrıca nurcu değilim vs diyorsun ama nurculardan çok telaşlısın ...:p

Neyse ben cevap bekliyeyim yine de :(
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İslam-tr Sakini
Site Emektarı
sana ebcedini cifirini sormuyorum o ayrı mesele.
Sana sorduğum o ebced cifirin geçtiğini iddia ettiği hadisin sahihliğini belgelemendir.
Sahih mi ki kitabında delil diye bu hadisi aktarmış . Bunu soruyorum.

Ayrıca nurcu değilim vs diyorsun ama nurculardan çok telaşlısın ...:p

Neyse ben cevap bekliyeyim yine de :(


niye telaşlanayım ki...güneş üflemekle sönmez bilirsin...hakikat varsa ve onu biliyorsam yazarım...bilmediğim konu hakkında yorum yapmam...
örneğin cevşen ilgili hadis zayıf ve sahihiliği belli değil bak bunu biliyor ve size itiraz etmiyorum...o hadisin de sahih olmadığını öğrenirsem ve incelersem yazarım ...asıl acele etsem hadis hakkında yorum yazarım
 
I Çevrimdışı

ibni_fevz

Üye
İslam-TR Üyesi
hem vallahi hem billahi bu tartışma boşadır... buyuk hatalara düşmüz said nursinin hatalarını gördükten sonra ... niye hala diğer söylediklerine ehemmiyet veriyorsunuz (istediği kadar dogru olsun) adamın yazdıklarını didik didik etmeye ne gerek var... peygamber metodundan sapmış bir adamın ilmine ihtiyaç duyacagınıza o metod içindeki alimlerin acıklamalarını okuyunuz... orda her sorunuza cevap var... bir alim buyuk şirk veya bidate düştüyse söylediklerinin %99 doğru olsun farketmez... onu geç araştır daha doğru alimi bul... ebcedcilere cifircilere sahtekar tevafukcular... hayalperestlere dinde yer yok...
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İslam-tr Sakini
Site Emektarı
hem vallahi hem billahi bu tartışma boşadır... buyuk hatalara düşmüz said nursinin hatalarını gördükten sonra ... niye hala diğer söylediklerine ehemmiyet veriyorsunuz (istediği kadar dogru olsun) adamın yazdıklarını didik didik etmeye ne gerek var... peygamber metodundan sapmış bir adamın ilmine ihtiyaç duyacagınıza o metod içindeki alimlerin acıklamalarını okuyunuz... orda her sorunuza cevap var... bir alim buyuk şirk veya bidate düştüyse söylediklerinin %99 doğru olsun farketmez... onu geç araştır daha doğru alimi bul... ebcedcilere cifircilere sahtekar tevafukcular... hayalperestlere dinde yer yok...


sen bir kere bizim konuşmamıza girme yine adam ilmi yönden beni tenkit ediyor sen yalanların la ne amaçla geldiğin bellii...sana cevap vermeye bile tenezzül etmek ayıpppp
 
I Çevrimdışı

ibni_fevz

Üye
İslam-TR Üyesi
kardeşim yalan nerde var banada öğret bende hatamı düzeltip daha fazla gunah işlemeyeyim...
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İslam-tr Sakini
Site Emektarı
kardeşim yalan nerde var banada öğret bende hatamı düzeltip daha fazla gunah işlemeyeyim...


abdulhak:
Bu süleymaniye vakfı - ABDULAZİZ Bayındır sitesi , tasavvufi görüşler hakkındaki yaptığı açıklama ve deliller haricinde, pek çok ehli sünnete aykırı itikatler savunmaktadır.
Bu yazıda da olduğu gibi Hz. isa a.s. geleceğini inkar ediyor . Tağuti kanunlar için Oy kullanılıp tağuta askere de yollayan bu sapkın kişi ve yazıları gözden geçirilip araştoırılmadan itikad edinilmesin !!!
Buradaki yazısı batıldır !!


bak bana gelmiş said nursi hakkında ne yanlış yaptım diyorsun...önce kaynak verdiğin abdullah tekhafızoğlu(abdulaziz bayındır) kim olduğunu öğren...sonra gel bu konularda yazı yaz

 
K Çevrimdışı

KırıkGitar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Konuyu bayağı amacı dışına çıkarmışsınız.

Abdulhak!. Sana cevqabı vereyim. İnşaallah, okuyupta akıl edenlerden olursun.

Evvelâ: Teslim etmiyoruz ki, hadistir. Zira, İsrailiyatın nişanı vardır.

Saniyen: Hadis olsa da zaaf-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dahil olmaz. Zira yakîn şarttır.

Elcevap: İbni Abbas (r.a.) gibi zatlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sormuşlar: "Dünya ne üstündedir?" Ferman etmiş:Dünya, öküz ve balığın üzerindedir.Bir rivayette, bir defa ale's-sevr demiş, diğer defada ale'l-hût demiştir. Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskiden beri nakledilen hurafevâri hikâyelere bu hadisi tatbik etmişler. Hususan Benî İsrail âlimlerinin Müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sabıkada sevr ve hût hakkında gördükleri hikâyeleri hadise tatbik edip, hadisin mânâsını acip bir tarza çevirmişler.

Yukarda geçen bahiste bu konu ile ilgili sahih bir hadisin bulunduğu ifade ediliyor ama bu sahih hadisi eski zamanda islama sonradan giren Hiristiyan ve Yahudi kökenli makbul alimlerin (Vehb ve Kab gibi) eski malumatlarına yani israiliyata göre yorumlamışlar.Bu da hadise müşevveşiyet vermiştir. Yani hurafevari bir vaziyet vermiş.

Muhakematta ise, makam, sahih hadislere bulaşan bu tür hurafeleri temizlemek olunca, Evvelâ: Teslim etmiyoruz ki, hadistir. Zira, İsrailiyatın nişanı vardır.”ibaresini kullanmış. Burada kabul edilmeyen kısım, hadise bulaşan İsrailiyat kısmıdır. İfade de onadır. Yoksa, İbn-i Abbas (r.a.) dan rivayet edilen sahih hadise değildir. Bir de umum hurafe ve israiliyatlar, ekseri makbul ve mevsuk zatlara dayandırılmaya çalışılmış. Bundan da en çok nasibini alan İbn-i Abbas (r.a.) dır. Onun için hadis alimleri, bu gibi zatlardan gelen rivayetlere daha çok dikkat etmişler. Üstadın da Teslim etmiyoruz ki, hadistir demesi, bir usul-ü hadis hassasiyetidir.

Buradan sahih bir hadisi inkar manası çıkmaz. Muhakemat bir usul kitabıdır. Orada bir çok ilim dalının can damarları hakkında tahkik ve tenkit yapılıyor. Özellikle tefsir ve hadis alanlarında.

Bu yüzden, tenkit makamında olduğu için, tenkit gözüyle meseleye bakmıştır. Sahih hadislerde de tahkik ve tenkit kuralları geçerlidir. Hadis kaynaklarına bakılırsa, bu kurallar anlaşılır. İbn-i Cevzi gibi münekkit zatlar, makam-ı tenkit de iken, çok sahih hadislere ilişmiştir. Burada tenkit, hem metine, hem de senede, yani, ravi silsilesinedir.

Hadisin sahih kısmı ile israiliyat kısmı iç içe geçtiğinden, ifade de umumiyet kazanmıştır. Sanki inkar, sahih kısmı da içine alıyor gibi bir mana oluşmuştur. Yoksa, sahih hadisi inkar manası yoktur. Bir de, üstad, mesleği gereği, hadise bulaşan hurafeleri zikretmediğinden, ifade doğrudan, hadise söyleniyor gibi durmuş.

Selam ve dua ile...

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Kırıkgitar ,
durup durup birşeyler bulup kapanmış konuyu tekrar açıyorsun.
Şimdi sana yazından soruyorum:

Yukarıda bahsi geçen söz sonuçta uydurma mıdır sahih midir?

Eğer bir kısmı sahih bir kısmı uydurma diyorsan sahih olan hadisi yaz ki nereler uydurma onu görelim . Tabii delilleriyle senediyle .

İbn Cevzi ile said Nursiyi nasıl birbirine denk diye kıyaslıyorsun ? Said Nursi hangi hadis usulüne uymaktadır ? Onu bağlayan bir kural yok ki ?
En uydurma olan hadisler tasavvufçular için keşif yoluyla sahih olabilmektedir. Onlar keşif yoluyla halen hadis sahihleyebilmektedirler. Tasavvufçuların ilmi metodları ehli sünnet metodlarıyla alakası yoktur.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Konuyu bayağı amacı dışına çıkarmışsınız.

Abdulhak!. Sana cevqabı vereyim. İnşaallah, okuyupta akıl edenlerden olursun.

Evvelâ: Teslim etmiyoruz ki, hadistir. Zira, İsrailiyatın nişanı vardır.

Saniyen: Hadis olsa da zaaf-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dahil olmaz. Zira yakîn şarttır.

Elcevap: İbni Abbas (r.a.) gibi zatlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sormuşlar: "Dünya ne üstündedir?" Ferman etmiş:Dünya, öküz ve balığın üzerindedir.Bir rivayette, bir defa ale's-sevr demiş, diğer defada ale'l-hût demiştir. Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskiden beri nakledilen hurafevâri hikâyelere bu hadisi tatbik etmişler. Hususan Benî İsrail âlimlerinin Müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sabıkada sevr ve hût hakkında gördükleri hikâyeleri hadise tatbik edip, hadisin mânâsını acip bir tarza çevirmişler.

Yukarda geçen bahiste bu konu ile ilgili sahih bir hadisin bulunduğu ifade ediliyor ama bu sahih hadisi eski zamanda islama sonradan giren Hiristiyan ve Yahudi kökenli makbul alimlerin (Vehb ve Kab gibi) eski malumatlarına yani israiliyata göre yorumlamışlar.Bu da hadise müşevveşiyet vermiştir. Yani hurafevari bir vaziyet vermiş.

Muhakematta ise, makam, sahih hadislere bulaşan bu tür hurafeleri temizlemek olunca, Evvelâ: Teslim etmiyoruz ki, hadistir. Zira, İsrailiyatın nişanı vardır.”ibaresini kullanmış. Burada kabul edilmeyen kısım, hadise bulaşan İsrailiyat kısmıdır. İfade de onadır. Yoksa, İbn-i Abbas (r.a.) dan rivayet edilen sahih hadise değildir. Bir de umum hurafe ve israiliyatlar, ekseri makbul ve mevsuk zatlara dayandırılmaya çalışılmış. Bundan da en çok nasibini alan İbn-i Abbas (r.a.) dır. Onun için hadis alimleri, bu gibi zatlardan gelen rivayetlere daha çok dikkat etmişler. Üstadın da Teslim etmiyoruz ki, hadistir demesi, bir usul-ü hadis hassasiyetidir.

Buradan sahih bir hadisi inkar manası çıkmaz. Muhakemat bir usul kitabıdır. Orada bir çok ilim dalının can damarları hakkında tahkik ve tenkit yapılıyor. Özellikle tefsir ve hadis alanlarında.

Bu yüzden, tenkit makamında olduğu için, tenkit gözüyle meseleye bakmıştır. Sahih hadislerde de tahkik ve tenkit kuralları geçerlidir. Hadis kaynaklarına bakılırsa, bu kurallar anlaşılır. İbn-i Cevzi gibi münekkit zatlar, makam-ı tenkit de iken, çok sahih hadislere ilişmiştir. Burada tenkit, hem metine, hem de senede, yani, ravi silsilesinedir.

Hadisin sahih kısmı ile israiliyat kısmı iç içe geçtiğinden, ifade de umumiyet kazanmıştır. Sanki inkar, sahih kısmı da içine alıyor gibi bir mana oluşmuştur. Yoksa, sahih hadisi inkar manası yoktur. Bir de, üstad, mesleği gereği, hadise bulaşan hurafeleri zikretmediğinden, ifade doğrudan, hadise söyleniyor gibi durmuş.

Selam ve dua ile...


http://www.sorularlarisaleinur.com/subpage.php?s=show_qna&id=14060

KIRIKGİTAR üyeden cevaplamasını beklediğim sorular :

Mavi renklendirdiğim alıntılarında :

Eğer bir kısmı sahih bir kısmı uydurma diyorsan sahih olan hadisi yaz ki nereler uydurma onu görelim . Tabii delilleriyle senediyle .

İbn Cevzi ile said Nursiyi nasıl birbirine denk diye kıyaslıyorsun ? Said Nursi hangi hadis usulüne uymaktadır ? Onu bağlayan bir kural yok ki ?

En uydurma olan hadisler tasavvufçular için keşif yoluyla sahih olabilmektedir. Onlar keşif yoluyla halen hadis sahihleyebilmektedirler. Tasavvufçuların ilmi metodları ehli sünnet metodlarıyla alakası yoktur.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Laylay üyeden cevaplamasını (hala) beklediğim sorular :



Beşinci nokta: Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini numune için beyan edeceğiz.
Birincisi: Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, sûrelerin başlarındaki
b755.gif
gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler:
"Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır."
Onlara mukabil dedi: "Az değil." Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: "Daha var." Onlar sustular


Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 87
http://www.risaleinurenstitusu.org/i...iGaybi&Page=87

İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.

Üçüncüsü: Câfer-i Sâdık Radıyallahu Anh ve Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.

Yine risale yine zayıf hadis !

Hadis diye aktarılan bu nakilin sıhhatini biliyor musunuz ?

Zayıf olduğunu ispatlamadan önce sizden sahihliğini ispatlamanızı istiyorum.

Aynı yerde geçen :
Şu altını çizdiğim terimleri ve bahislerin ehli sünnete göre hükmünü delillendirirmisiniz.
 
N Çevrimdışı

nureddin_79

Üye
İslam-TR Üyesi
Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır. (168)

O Size yalnızca kötülügü çirkin –hayasızlıgı ve Allaha karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. (169)

Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (170)

İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler. (171 Bakara)




Körükörüne kırmızı kitapların peşinden giden, körükörüne İslama aykırı sözleri fiilleri ve akideleri savunan (sırf sevdiği bir ''evliya'' veya üstadı öyle demiş diye), Kuran Sünnet deyipte hiç bu kaynaklara başvurmayan, Allahın kitabındaki hükümlerden hiçbir haberi olmayan veya ''Üstadını'' temize çıkarmak için ayetleri tevil eden, ihtilaflarda hiç Resulullaha (sav) başvurmayan, hatta Sahih hadisde olsa kendi görüşüne aykırı diye farklı farklı acayip teviller ve yorumlar yaparak sesini Resulullahın sesinden yükselten - Allah sana hidayet etsin.
 
L Çevrimdışı

lahikalar

Üyeliği İptal Edildi
Banned
ne deseeen boooş , ne anlatsan boooş , kfayı kuma sokmuş zannediyor avcı onu görmeyecek , güneşe göz kapamış zannediyor hava karanlık, ne avcıya zarar verir ne de güneşe... Salak herifler bi yazı yazarsın silerler sonra cevap ver sene diye milleti kandırırlar hayvan oğlu hayvan... Allah vere bu da serdengeçti gibi cevaplıyordur siliyosunuzdur , bunu burada herkes biliyor,,, öküz herifler

Serdengeçti herkesin önünde sizi rezil etti ki rezil oldunuz zaten hala aynı kafa hala aynı kafa ,,, sonra başka kanala gelir tekfir etmeyelim yazar lan hayvan herif siz hayvansanız hayvan diyen de mi kabahat...
 
kskaya Çevrimdışı

kskaya

Üye
İslam-TR Üyesi
lahikalar niye bu öfke kime nicin niye küfürlü uslup neyin kızgınlığı birşey anlamadık
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
Küfür etmek ancak size yakışır, küfürden öteye zaten birşey yaptığınızda yok kimin rezil olduğu belli. Def olun gidin pisliğinizi başka sitelerde paylaşın.
 
I Çevrimdışı

islamiuniversite_com

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Bismillahirrahmanirrahim.
islamiuniversite.com sitemizde israiliyyat ile ilgili ilmi dersleri bulabilirsiniz.
iSLAMi HAYAT ÜNiVERSiTESi
University of Islamic Life

http://islamiuniversite.com

Sertifikali ve Resmi Diplomali Online-Internet Üniversitesi.
Elif-Be den Tefsir-Hadis-Fikih'a kadar tüm dersler var.
Ayrica Interaktif Bilgisayar Kursu ve Cocuk Bakim ve Gelisim Kursu da var.
TAMAMEN ÜCRETSiZ
Yasiniz Diplomaniz farketmiyor, Herkese acik.
Hemen kaydolunuz.
Imtihanlarin sonucu aninda veriliyor ve yanlis cevaplarin dogrulari da hemen veriliyor. Harika bir teknik.

Allah rizasi icin bu emaili bütün tanidiklariniza ve email adreslerinize gönderiniz.
HAYIRLI OLSUN

işte o derslerden kısa bir iktibas:

dilleri arapça olduğundan, arapların anladığı ve bildiği hususlarla; kıyametin zamanı, ruh'un hakikati v.s. gibi yalnız Allah'ın bildiği şeyler, Hz. Peygamber tarafından açıklanmamıştır. [74]Ayrıca sahabe arasında bir kısım âyetlerin tefsîr ve te'vîli hususunda ihtilaf çıktığı bilinmektedir. Eğer Peygamberimiz (s.a.v.) sahabeye her şeyi açıklamış olsaydı, hadislere müracaat etmek suretiyle derhal müşkülen halletme yoluna giderler ve aradaki ihtilaf kendiliğinden kalkmış olurdu. Halbuki bu konuda sahabenin ihtilaf ettiklerine dair belgeler vardır. [75]Binaenaleyh, Hz. Peygamber'in, Kur'ân'ın tamamını tefsir ve izah ettiği yolundaki görüş ile Kur'ân'dan az bir miktarını açıklamıştır, şeklindeki görüşe büyük bir ehemmiyet verilmez. Ama Hz. Peygamber'in tefsîrinin çok az olmadığını ve fakat bütün Kur'ân'ı da içine almadığını belirten görüş, kanaatimizce en isabetli görüştür.Sünnet'in, Kur'ân'ı tefsîr ettiğinde ihtilaf yoktur. Ancak, tefsire dair rivayet edilen zayıf ve mevzu hadislerden sakınmak gerekir. [76] O bakımdan müfessir, muhaddis olmalıdır. Hadisin, isnad ve metninin sahih olup olmadığını araştırmalıdır. Ayrıca isnad zincirinde adı geçen ravilerin cerh ve ta'dil yönünden durumlarını bilmelidir. Çünkü Hz. Peygamber'e isnad edilen tefsire, kıssacılar tarafından bir kısım ilaveler yapıldığı; O'nun söylemediği bir hususu O'na nisbet eden yalancıların ortaya çıktığı tarihî bir gerçektir.Bunlar arasında, çoğunu israiliyatla ilgili hususların teşkil ettiği; akıl ve mantık ölçüleri dışında kalan şeyler de vardır. Bu yüzden İmâm Ahmed: "Üç kitabın aslı yoktur. Bunlar megazi, telahim ve tefsîr'dir", demiştir. [77]İmâm Ahmed'in bu sözden maksadı, tefsire dair hadislerin sahih olmadığını ifade etmek değildir. Taraftarlarınında belirttiği gibi, asıl maksadı tefsire dair hadislerin çoğunun, muttasıl sahih senedlerinin olmadığını bildirmektir. Yoksa, bu hususta çok miktarda sahih hadis vardır. [78] Binaenaleyh İmâm Ahmed'in bu sözünden, Ahmed Emin'in "Hz. Peygamber'den tefsire dair gelen hadislerin aslı yoktur; bunlar sahih de değillerdir" [79] şeklinde bir mana çıkarması yanlış ve hatalıdır.Önce şunu belirtelim ki, Ahmed Emin bizzat kendisi, Resulullah (s.a.v.)'tan nakledilen tefsirlerin pek çok olduğunu itiraf etmekte ve "sıhah-ı sitte"yi şahid göstermektedir. [80]
Öte yandan İmam Ahmed, Müsned'inde, tefsire dair birçok hadis nakletmiştir. Öyle ise onun tefsire dair her şeyin sahih olmadığına hükmetmesi mümkün değildir. Çünkü bu, kendi kendini nakzetme olur şu da var; bir hadisin sahih ve sabit olmadığını söylemek, o hadisin zayır ve mevzu olduğuna hükmetmeyi gerektirmez. Çok kere muhaddisler, "bu hadîs sahih değildir, bu hadis sabit değildir" derler ki, hadis ilmini bilmeyenler, o hadisin zayıf veya mevzu olduğunu sanırlar. Halbuki onların bu düşünceleri, hadis ıstılahlarını bilmeme*lerinden ve muhaddislerin kullandıkları ifadeleri iyi bilmeme*lerinden ileri gelmektedir. [81]Öyle ise İmam Ahmed'in tefsîr'e dair sözünü yanlış anlamamalı, tefsîrle ilgili hadislerin tümü hakkında şüphe etmemelidir. Çünkü muttasıl, sahih senedlerle Hz. Peygamber'e kadar ulaşan öyle hadisler vardır ki onlar hakkında şüphe etmeye imkan yoktur. Bu hususta Sahîheyn ve diğer hadis kitaplarının tefsîrle ilgili bölümlerini incelemek kafidir.Hz. Peygamber, ya sözüyle veya bizzat uygulayarak ya da ashabının söz ve hareketlerini değerlendirerek, Kur'ân'ı şerh ve beyan ederdi. Bunu yaparken uygulamış olduğu metod şu şekilde özetlenebilir:Hiçbir suale muhatap olmadığı zamanlarda, bazen tefsîr edeceğini tasrih ederek, bazen etmeyerek bir kısım âyetlerin manalarını bildirirdi. Bu çeşit açıklamaları, âyetin nazil olmasının peşinden hutbe irad ederken, yahut başka bir vesile ile Hz. Peygamber âyetleri okurken olurdu. Bazen herhangi bir âyeti okur, sonra âyet hakkında sual açarak âyetin manasını bildirir [82]; bazen de sorulan suallere cevaplar vererek açıklama*larda bulunurdu.
Hz. Peygamber'e yöneltilen suallerin çoğu müslümanlar ve az denecek kadar ehl-i kitab ile müşrikler tarafından tevcih edildiği anlaşılmaktadır. [83]Müslümanlar, müphem'in tayini, mücmel'in açıklan*ması, kendilerine garip gelen lügavî manaların beyanı, âyetteki maksadın belirlenmesi gibi hususlarda sorular soruyorlardı. [84]Ehl-i kitab ile müşrikler ise, daha çok, kâh alay ve imtihan etmek, kâh müslümanları şaşırtmak, yahut da Hz. Peygamber'i zor durumda bırakmak maksadıyla birtakım sualler soruyorlardı. [85]Hz. Peygamber, bazen de Kur'ân'ın manasını tekid suretiyle beyanda bulunur [86]; umûmu tahsis, mutlak'ı takyid eder; müşkili açıklar, müphemi izah ederdi. Bunun dışında herhangi bir âyetin umûmî durumuyla neye delalet ettiğini, ondan maksadm ne olduğunu vasıflandırma ve temsil yoluyla açıklamalarda bulunduğu da olurdu.[87]Hz. Peygamber'in tefsîrine dair örneklere tefsîr kitaplarında, özellikle "Câmiu'l-Beyân" gibi rivayet tefsirle*rinde, hadis kitaplarında müstakil olarak düzenlenen "Kitabu't-Tefsîr" bölümlerinde rastlamak mümkündür. Biz burada bu hususta seçilmiş bazı örnekleri vermeye çalışacağız:
1- Peygamberimiz, Fatiha sûresi'ndeki [88] den maksadın ne olduğunu: "Gazap edilmiş olanlar, Yahudiler, sapmış olanlar Hrıstiyanlar'dır" [89] hadisi ile açıklamıştır.
2- Tirmizî ve İbn Hibbân'ın İbn Mes'ûd'dan rivayetlerine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), "Namazlara özellikle orta namaza devam edin" âyetinde [90] geçen "orta namaz"dan maksadın ikindi namazı olduğunu; "orta namaz, ikindi namazıdır" [91] hadisi ile beyan etmiştir.
3- "İman edenler ve imanlarını bir haksızlıkla karıştır*mayanlar. İşte güven hakkı onlarındır, doğru yolu bulanlar da onlardır" [92] âyeti nazil olunca, Ashâb: "Hangimiz nefsine zulmetmez ki" diyerek telaş ve heyecana düştüler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Şüphesiz (Allah'a) ortak koşmak büyük bir zulümdür" âyetine [93] dayanıp, burada söz konusu olan zulmün "şirk" olduğunu açıklayarak, sahabenin telaş ve heyecanını dindirdi. [94]
4- Peygamberimiz (s.a.v.) bir gün hutbede “Siz de düşmanlarınıza karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazır*layın" [95] âyetini okumuş ve bu âyette geçen "kuvvet'i "atmak'la tefsir etmiştir. [96]5- Ahmed İbn Hanbel ve Müslim'in, Enes b. Mâlik'ten rivayet ettiklerine göre, Peygamberimiz (s.a.v.), Kevser sûresinde geçen "kevser" [97] sözcüğünü "Kevser, Cennet'te Rabbimin bana bahşettiği bir nehirdir" hadisi [98] ile açıklamıştır. [99] 2.3.4. Kur'ân'ın Sahabeden Gelen Rivayetlerle Tefsîri Hiç şüphesiz Hz. Peygamber, Kur'ân'ın manasını mücmel ve mufassal olarak biliyordu. Çünkü bu hususta "O'nu (göğsünde) toplamak, dilinde akıtıp okutmak, şüphesiz bize aittir" [100] mealindeki âyet-i kerime işaret etmektedir. Bunun gibi Hz. Peygamber'in sohbetinden feyz alan sahabenin, Kur'ân âyetlerinin bir kısmının manalarını bilmeleri pek tabiidir. Zira Kur'ân, Arapça olarak nazil olmuştu. Arapların dili ise Arapça idi. Ama yalnız Arap dilini bilmekle Kur'ân'ın bütün manalarını tafsili olarak anlamak ve inceliklerini bilmek sahabe için kolay değildi. Bilakis anlayamadıkları hususları araştır*maları ve bu konuda Hz. Peygamber'e başvurmaları gerekliydi. Bunun böyle olduğu apaçıktır. Çünkü Kur'ân'da mücmel, müteşabih ve anlaşılması güç olan belli bîr bilgi seviyesi isteyen diğer hususlar vardır. [101]
Hz. Peygamber'den sonra, tefsirde en önemli yeri sahabe almaktadır. O bakımdan sahabeden gelen haberlerle Kur'ân'ı tefsir etmenin önemi büyüktür. Çünkü onlar, Kur'ân'ın nüzulüne şahid olup, hangi sebeplerle indiğini bilmektedirler. Bu yüzden, aklen bilinmesi mümkün olmayan gaybî hususlarda, sahabe tefsirinin Hz. Peygamber'e dayanan merfu' hadîs hükmünde olduğuna alimlerin çoğunluğu kail olmuştu. [102]Bir kısım ulema, sahabeye dayanan tefsirin delil olarak alınmasının gerekli olduğunu söylemiştir. Çünkü sahabe Arap oldukları için, Arap dilini çok iyi biliyorlardı. Cahiliye şiirine de vakıf idiler. Olaylara ve sebeplere şahid olmuşlardı. Ayrıca tam bir anlayış, doğru ilim ve sarsılmaz mutlak bit imana sahip idiler. Diğer taraftan Kur'ân'ı anlamaya büyük bir iştiyak duyuyorlardı. Bu iştiyakla Kur'ân'ın manalarını anlamaya koyulan sahabiler, Kur'ân'ı biliyor ve muhtevasını öğrenmeye gayret ediyorlardı. Nitekim "Abdullah İbn Ömer'in, Bakara sûresini öğrenmek için, bu sûre üzerinde sekiz sene durduğu" söylenmektedir.[103] Hiç şüphesiz İbn Ömer'in öğrenmek için yıllarca bu sûrenin üzerinde durması, hafızasının zayıflığından değildi. Belki farzlarını, hükümlerini ve bunlarla ilgili hususları öğrenmek için senelerini vermişti. [104] Ebû Abdirrahman es-Sülemî (ö.72/691) "Kur'ân'ı okuyan Osman (r.a.), İbn Mes'ûd (r.a.) ve bunlardan başka diğer zevat, Hz. Peygamber'den on âyet öğrendiklerinde, (bu âyetlerde) bulunan ilim ve ameli beraber öğrenmedikçe, diğerlerine geçmediklerini bize anlatır ve Kur'ân'ı, ilim ve ameli beraber öğrendik, derlerdi" demektedir. İşte bu yüzdendir ki sahabe, bir sûrenin üzerinde yıllarca duruyo [105], onun manalarını anlamaya çalışıyordu.Sahabe tefsirinin kaynaklarının başında Kur'ân-ı Kerim geliyordu. Bir âyetin tefsîrini Kur'ân'da bulamazlarsa, Hz. Peygamber'e baş vururlar, bilmediklerini O'na sorar ve aldıkları cevaplarla yetinirlerdi. Hz. Peygamber'in ahirete irtihaliyle sahabenin en önemli feyiz kaynağı kesilmiş ve sahabe Kur'ân'la karşı karşıya kalmıştı. [106]
Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, Kur'ân'ın tamamını tefsir etmemişti. Bu yüzden O'nun izah etmediği âyetlerin tefsirine dair bir şey bulamayan ashab, kendi ictihad ve reyleriyle Kur'ân'ın nazil olduğu zaman Arap yarımadasında bulunan Yahudi ve Hrıstiyanların durumlarını çok iyi bilen ashab, Hz. Peygamber'den sonra, Kur'ân'ı tefsir etmeye en selahiyetli kişilerdi. [107]Bununla beraber, ilmi şahsiyetleri farklıydı. Kimisi, Arap dilinin inceliklerine vakıfken; kimisi, bunun dûnunda bulunuyordu. Kimisi, devamlı Hz. Peygamber'le beraberdi. Dolayısıyla bir başkasının bilmediği birçok nüzul sebebini biliyordu. [108] Zeka ve anlayış bakımından da farklıydılar. Bu sebepten az da olsa, sahabe arasında bir kısım ihtilaf zuhur etmişti. [109] O halde sahabenin hepsinin, Kur'ân'ı aynı seviyede anlamasına imkan yoktu. Sadece Arap olmaları, Kur'ân'ın tefsirini bilmek için kafi değildi. O bakımdan İbn Haldun (ö.808/1406)'un "Kur'ân, Arap dili ve onun belağatıyla nazil olmuştur. Binaenaleyh Arapların her biri, Kur'ân'ı anlıyor; kelime ve terkiplerinin manalarını biliyorlardı."[110] şeklindeki mübalağalı ifadesini reddeden Muhammed Hüseyin ez-Zehebî'yi haklı bulmaktayız. O şöyle demektedir: "İbn Haldun'un bu konuda isabet etmiş olduğunu sanmıyorum. Zira Kur'ân'ın arap dili ile inmiş olması, her Arab'ın Kur'ân'ın ayrı ayrı terkiplerinin manasını bilmesini gerektirmez. Gerçek böyledir." [111] Hatta ondan asırlarca önce yaşayan İbn Kuteybe (ö.276/889) Araplar, Kur'ân'da mevcut olanların hepsini, garibi ve müteşabihi bilmede müsavi değillerdi.Tam aksine birbir*lerine üstünlükleri vardı" demektedir. [112]
Nitekim Hz. Ömer, 'Abese sûresini [113] âyetine kadar okumuş; "Bunların hepsini biliyoruz, fakat /ebben" in manasını bilmesen ne var! Allah'a yemin ederim ki, bu bir tekellüf (yapamayacağın işi yüklenme)dir. İşte bu Kitap'tan size beyan edilene uyun, beyan edilmeyeni ise (Allah'a) bırakın (havale edin)."[114] demiştir.Yine Hz. Ömer minberde iken âyetini [115] okuduğu sonra /tehavvuf'un manasını sorduğu ve Huzeyl kabilesinden bir kişinin "bize göre (manası), noksanlaşmaktır" diye cevap verdiği rivayet edilmektedir. [116]Ayrıca İbn Abbas (ö. 68/687) şöyle bir itirafta bulunmaktadır: "Bir kuyu hakkında mahkemeleşmek üzere, iki bedevi bana gelinceye kadar ın manasını bilmiyordum. Onlardan biri " bî/Ene fetartuhâ" yani onu ben icat edip çıkardım dedi".[117]Yukarıda verdiğimiz misallerden açıkça anlaşılıyor ki sahabe, Kur'ân'ın ayrı ayrı kelime ve terkiplerinin manasını bilmiyordu. Eğer bilselerdi, Hz. Ömer /tehavvuf' kelimelerinin manasını başkasına sormaz; Kur'ân'ın tefsirini en iyi bilen İbn Abbas [118] ancak başkasından duyduktan sonra, kelimesinin manasını öğrendiğini itiraf etmezdi.Arap dilini bilme, zeka ve anlayış bakımından farklı olan sahabenin, Kur'ân'ı aynı derecede anlayamayacaklarını söyledik. Zira Maide sûresinin "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim..." mealindeki 3. âyeti nazil olunca, birçok sahabe, bu âyetin yalnız dinin kemalini haber verdiği ve müjdelediği zannma kapılarak, sevinmişlerdi. Ama Hz. Ömer, Hz. Peygamberin öleceğini anlamış ve ağlamıştır. Hz. Peygamber, o günden sonra ancak seksenbir gün yaşamıştı.' [119]
Bu ve benzeri rivayetler, sahabenin Kur'ân'ı anlamada farklı olduklarını açıkça göstermektedir.Sahabenin tefsirde başvurduğu diğer bir kaynak da Semavî kitaplar, Yahudi ve Hrıstiyanlardır. Sahabe, Kur'ân'ın gayet veciz olarak bahsettiği bazı olayların detayını öğrenmek maksadıyla Ehl-i Kitab'a başvururdu. Bu durum, Hz. Peygamber'in bu konuda bir açıklama yapmamış olmasından ileri geliyordu. Çünkü Hz. Peygamber'den bu hususta herhangi bir açıklama gelmiş olsaydı, o peygamber var olduğu müddetçe, başkasına başvuracak değillerdi. [120]Evet, sahabe Ehl-i Kitab'a başvurmuştu. Ama başvurulan bu son kaynak, öncekiler kadar önemli değildi. Dar ve sınırlıydı. Ayrıca Tevrat ve İncil ilâhî kitap olma vasfını kaybetmişti. İnsan eliyle çokça değiştirilip, tahrif edilmişti. O bakımdan sahabe, tabii olarak ilâhî olma vasfını kaybetmiş olan bu kitaplara başvururken dikkatli hareket ediyor, Kur'ân'ı titizlikle muhafaza ediyordu. Binaenaleyh Kur'ân'a ve kendi inancına uygun olanı alacaktı. Kur'ân'a ve akidesine ters düştüğünden açıkça yalan olanları atacak, kabul etmeyecekti. Bunların dışında Resûlullah (s.a.v.)'ın "Ehl-i Kitab'ı tasdik de etmeyin tekzîp de; sizler, -Biz, Allah'a ve O'nun tarafından indirilene inandık [121] deyiniz [122] şeklindeki emrine uyarak, tasdik ve tekzip olmayanı bulunursa, işte bu hususta susacaklardı. "Yalandır" veya "doğrudur" diye onun üzerinde hüküm verme*yeceklerdi. [123]Sahabe asrında, tefsir henüz tedvin edilmemiş; hadis ilminin bir kolu olarak ortaya çıkmış, hadis rivayetleri gibi rivayet edilmiştir. Kur'ân'ın tamamı değil, kapalı kısımları tefsir edilmiş; mezhebi ihtilaflara oldukça az yer verilmiştir. Kur'ân'ın manalarını anlayış farkları ve Ehl-i Kitab'a yapılan müracaatlar, oldukça az olmuştur. [124]
Aralarında tefsîr etme yönünden farklar bulunmakla beraber, tefsirde meşhur olan birçok sahâbî vardır. Bu yüce zevata nispet edilen tefsirler, hadis kitaplarının "Kitabu't-Tefsîr" ve muhtelif bölümlerinde, me'sûr tefsîrlerde ve diğerlerinde dağınık olarak mevcuttur. [125] 2.3.5. Tabiûn'un Tefsirdeki Yeri Sahabe asrının sona ermesiyle tefsirin ilk merhalesi son buluyor, sahabeye talebelik edip, bilgilerinin çoğunu onlardan alan tabiûn asrından itibaren tefsirin ikinci merhalesi başlıyordu. Bunlar, Hz. Peygamber'in "insanların en hayırlısı benim asrımda olanlar, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir."[126] şeklinde övdüğü ikinci hayırlı nesildir. Bu nesil, Hz. Peygamber'in asrına yakın bir zamanda yaşamış, sahabe ile görüşüp, onlara talebelik etmiş, Kur'ân'ın ahkâm ve tefsirinin öğrenmiştir. Bu bakımdan tefsîr konusunda, kendilerine başvurulan sahabiler olduğu gibi, tabiîlerin ileri gelenlerinden de tefsire dair söz söyleyen, Kur'ân'ın anlaşılmayan manalarını muasırlarına açıklayan Mücâhid (ö. 104/721), Sa'd İbn Cübeyr (ö. 95/713), Katâde (ö. 117/735) ve emsali meşhur müfessirler yetişmiştir.Yüce Allah (c.c), Hz. Peygamber'in hayatında ve Dört Büyük Halife zamanında, müslümanları birçok şehri fethetmeye muvaffak kılmıştır. Müslümanların tamamı, yalnız kendi şehirlerinden herhangi birinde yerleşip kalmamışlar, bilakis İslam'ın nurunu parlatmak için muhtelif şehirlere dağılarak, oralarda yerleşmişlerdi. Medine'den uzaklaşan bu muhterem zevat içinde vezirler, valiler, kadılar, muallimler ve daha başka şahsiyetler bulunmaktaydı.' [127]Sahâbîler, göç ettikleri şehirlere, ilimleri, kültürleri ve Hz. Peygamber'den muhafaza ettiklerini de beraberlerindegötürmüşlerdi. Tabiîlerden bir çoğu, sahabe ile görüşmekle kalmamış, onlardan ilim alıp, aldıkları bu ilimleri kendilerinden sonra gelenlere aktarmışlardı.
Bunun neticesinde, muhtelif şehirlerde, üstadları sahabe, talebeleri tabiî olan tefsîr mektepleri kurulmuştu. Mekke, Medine, Irak tefsîr mektepleri bunların meşhurlarıydı. Başkanlığını İbn Abbas'ın yaptığı Mekke mektebinde, birçok değerli şahsiyetler yetişmiştir. Bunların arasında Mücahid, Sa'd İbn Cübeyri, Tâvûs İbn Keysân (ö. 106/724), 'Atâ İbn Rebah (ö. 114/732) ve emsali seçkin simalar bulunmaktaydı.[128]Medine mektebinin başında Ubeyy İbn Ka'b (ö. 30/650) vardı. Bu mektepte yetişenler arasında, Zeyd İbn Eşlem (ö. 136/753), Ebu'l-'Aliyye (ö. 90/708), Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî(ö. 118/736) gibi alimler vardır. [129]Irak mektebinin kurucusu Abdullah İbn Mes'ûd (ö. 32/652) idi. Gerçi Irak'ta başka sahâbîler de vardı. Iraklılar, bir dereceye kadar onlardan da istifade etmişlerdi. Şu kadar var ki İbn Mes'ud bu mektebin ilk kurucusu sayılmıştır. Çünkü tefsîrde meşhur olmuş ve bu konuda kendisinden çok şey rivayet edilmiştir. 'Alkame (ö. 61/680), Katâde, Irak mektebinde yetişen meşhur müfessirlerden bazılarıdır. [130]Tabiûn asrında yetişen alimlerin bilhassa tefsîrde temayüz edenlerin ekseriyeti mevâliden idiler. Yani Arap değillerdi. Nitekim Abdurrahman İbn Zeyd İbn Eşlem (ö. 182/798) "Abâdile vefat ettikten sonra, fıkıh bütün beldelerde mevâlî'nin elinde idi. Mekkeliler'in fakihi 'Ata İbn Rebâh; Yemenliler'in ki Yahya İbn Kesir...idi ki bunların hepsi mevâlî idiler" demektedir. [131]
Hz. Peygamber ve sahabe asrından uzaklaşan tabiîlerin ihtiyaçları fazlalaşmıştı. Bu yüzden de birçok dinî problemi halletmek mecburiyetinde kalmışlardı. Neticede, tefsirle uğraşan tabiûn alimleri, öncekilerin noksanlarını tamamlamaya koyulmuş, anlaşılamayan hususların çoğaldığı ölçüde, tefsiri de artırmışlardı. [132] Çünkü Hz. Peygamber ve sahabenin tefsîrleri, Kur'ân âyetlerinin tamamını kapsamıyordu. Üstelik insan düşüncesi gelişiyor, hadiseler çoğalıyordu. Bu hadiseler karşısında yeni yeni problemler ortaya çıkıyordu.Tabiûn tefsirinin başlıca kaynaklan, Kuran, Sünnet, Sahabe tefsîrleri, Semavî Kitaplar ve Ehl-i Kitap'tı. Eğer mezkûr kaynaklarda, âyetlerin tefsirine dair bir şey bulamazlarsa, o zaman mürfed lafızların -Peygamber ve sahabe devrindeki kullanılışı göz önünde bulundurularak- lügat, iştikak ve sarfına başvuruyor" [133], Cenâb-i Hakkın kendilerine ictihad ve re'y yönünden müyesser kıldığı ile tefsîr ediyorlardı.Evet, bu devirde, Kur'ân âyetlerinin çoğunu ihtiva eden tefsirler zuhur etmiştir. Sahabe devrine nispetle ihtilaflar artmıştır. Her lafzın, her âyetin tefsiri de çoğalmıştır. Âyetler etrafında mezhebi ihtilaflar baş göstermiş, tefsîr tedvin edilmiştir. Hadis rivayeti şeklinde de olsa, tefsîr müstakil bir şekil almıştır. Ehl-i Kitâb'a ve semavi kitaplara müracaatın sonucu olarak, israiliyata dair birçok şey tefsire girmiştir. Bunun sebebi, bir taraftan birçok Yahudi ve Hnstiyanın müslüman olması öte yandan tabiîlerin yahudi ve hristiyanlardan işittiklerini müsamaha ile karşılamalarıydı. [134]Ayrıca bu asırda, Kur'ân'da hiç anlaşılmayan bir husus bırakılmaması konusunda da, müfessirler arasında bir hırs olduğu müşahade edilmektedir." [135]Nitekim Mücâhid hakkında, el-A'meş (ö. 148/765) "O acaip bir şey duyduğunda, muhakkak onu görmeye giderdi. Hadramevt'e bir kuyuyu görmeye, Hârût ve Mârufu araştırmak için tâ Bâbil'e gitmişti", demiştir. [136]
Hz. Peygamber ve sahabeden herhangi bir âyetin tefsîrine dair nakledilen bir şey yoksa, bu durumda, tabiûn tefsirlerine baş vurulup, onların tefsire dair görüşleri delil olarak alınır mı? alınmaz mı? bu hususta alimler ihtilaf etmişlerdir.Ahmed İbn Hanbel (ö. 241/855)'den biri kabul, diğeri reddi ihtiva eden iki rivayet vardır. [137] Diğer bir kısım alimler de tabiûn tefsirinin delil olarak alınamayacağı görüşündedirler. İbn Akîl bunu tercih etmiş, Şu'be'den de bu görüş nakledilmiştir. [138]Tabiî tefsirinin delil olamayacağı görüşünde olanlar, tabiîlerin, Hz. Peygamber'den işitmediklerini, olayları ve sebepleri müşahede etmediklerini delil olarak ileri sürerler. Buna göre, sahabe tefsiri hakkında söylendiği gibi, tabiîlerin tefsîri Hz. Peygamber'den duyduklarına hamletmek mümkün değildir. Çünkü sahabenin tefsîri, Hz. Peygamber'den duyduk*larına hamledilmiştir. Halbuki tabiîler için böyle bir şey söz konusu değildir. O halde tabiîler, bir âyetten muradın ne olduğunu anlamada hata edebilirler. Delil olmayan bir şeyi delil sayabilirler. Ayrıca tabiîlerin adl olduklarına dair nass da yoktur. Halbuki sahabenin adli olduğu, nassla sabit olduğu söylenmektedir. [139]Ancak alimlerin ekseriyeti, tabilerin tefsire dair görüşlerinin delil olarak alınacağı kanaatindedir. Çünkü tabiîler tefsirlerinin çoğunu sahabeden almışladır.' [140] Nitekim Mücahid "Mushaf ı, Fatiha'dan sonuna kadar. İbn Ahbaba arzettim. Onu, Kur'ân'un her âyetinde durdurup ona o âyetten soru*yordum" [141] diye beyanda bulunmakta; Katâde de "Kur'ân'da hiçbir âyet yoktur ki ona dair bir şey işitmiş olmayayım" demektedir. [142] İşte bu yüzden müfessirlerin ekseriyeti, tabiîlere itimad etmiş, tefsilerini nakletmiştir.Bir meselede görüş belirtme mümkün olmaz ve tabiûn'un Ehl-i Kitab'tan naklettiği şüphesi de bulunmazsa, o takdirde tabiîlerin yaptıkları tefsîrler delil olarak alınabilir.
Eğer böyle bir şüphe varsa terkedilmeli, delil sayılmamalı ve ona itimad edilmemelidir. Ama herhangi bir görüş üzerinde icmâ ederlerse, o görüşü almak ve ondan başkasına baş vurmamak gerekir. [143]Nitekim İbn Teymiyye, Şu'be ve diğer bir kısım alimin "tabilerin furû' hakkındaki sözleri hüccet değildir, tefsir de nasıl hüccet olsun" şeklindeki ifadelerini kaydederek, şu beyanda bulunur: "Bu, (tabiîlein kavli) birbirlerine karşı hüccet olamaz, demektir. Doğrusu da budur. Ama bir şeyde icmâ ederlerse, o şeyin hüccet olduğunda asla şüphe yoktur. Ancak aralarında ihtilaf ederlerse, o zaman birinin sözü, diğerine ve kendile*rinden sonra gelenlere hüccet olamaz. Artık bu hususta Kur'ân ve Sünnet'in lügatına veyahut da umûmî Arap diline, nihayet bu sahabe kavillerine müracaat edilir." [144]İlk tefsir kitabının Sa'd İbn Cübeyr'e ait olduğunu [145], Mücâhid'in elinde bir kısım levhalar olduğu halde Kur'ân'ın bütün tefsirinden İbn Abbas'a sorduğu [146] zamanımıza kadar ulaşan haberlerdendir. Daha başkalarına tefsîrle ilgili tasnif isnâd edilen haberler de vardır. [147] Bu eserler zamanımıza kadar ulaşmamıştır. Ancak elimizde bulunan rivayet tefsîrleri, bilhassa ilk tefsîrleri bir araya toplayan ilk vesika olarak bilinen Ebû Ca'fer et-Taberî (ö. 310/ 923)'nin Câmiu'l-Beyan adlı tefsîri, tabiîlerin tefsire dair re'y ve ictihadlarının çoğunu bize nakletmektedir. Şu var ki, zamanmmıza kadar ulaşan tefsîrle ilgili eserler, tabiîlerden sonra gelen tebeu tabiîn nesline aittir.Tebeu tabiîn asrı; tefsîr, tedvin ve tasnifinin yoğunlaş*maya başladığı bir dönemdir. Bu asırda hususi rivayetlerle tabiîler devrinde temayüz eden, meşhur üş tefsîr mektebinin arasında fark gözetmeksizin Hz. Peygamber, sahabe ve tabiûn tefsîrlerini toplamaya önem veriliyor [148], birçok tefsîr te'lif ediliyordu.[149] Tefsir ilmi genişliyor, te'lif edilen bu kitaplar, öncekilere nispetle tefsir ilmi daha cami' oluyordu.
Bu eserlerden zamanımıza kadar ulaşanlar olmakla beraber, birçoğu bize kadar gelmemiştir.Daha önce belirttiğimiz gibi, et-Taberî'nin Câmi'u'l-Beyan'ı bu tefsirleri muhafaza eden vesikalardan biri ve en mühimmi olarak bilinmektedir. Bu bakımdan bu tefsir, selefin tefsirleri hakkında bilgi edinmek isteyenlerin en önemli müracaat kitabı olarak görülmektedir.Zamanımıza kadar ulaşan müstakil tefsirlerden birisi tebeu tabiîn'in ileri gelenlerinden Süfyân İbn Sa'd es-Sevrî (ö.161/778)'ye aittir. Bu kitapta, Kur'ân'ın tamamı değil, müellifin tefsirine ihtiyaç hissettiği âyetler tefsir edilmektedir. Bu eserin yarım bir nüshasını İmtiyaz Alî Arşî, Rampur'da bulmuş ve bunun Süfyân'a ait tefsirin bir cüz'ü olduğunu ispat eden bir önsöz ile beraber yayımlamıştır. Süfyân, sistematik olarak bir tefsir yazmadığı için eserinin ne kadar eksik olduğu bilinmemektedir. [150]Ayrıca tefsir ilminde önemli bir şahsiyet olan Mukatil b. Süleyman (ö. 150/767)'m Tefsiri de zamanımıza kadar gelen tefsirlerden biridir. 'Abdullah Mahmûd Şehhâte, Tarihu'l-Kur'ân adlı eserinde, bu tefsirin nüshalarını Kahire, Londra ve Türkiye kütüphanelerinden toplayarak neşretmiştir. O'na göre, Kur'ân'ı baştan başa ilk tefsir edenin Mukâtil, Kur'ân'ın tamamının âyet âyet tefsir edildiği ilk eser de Mukâtil'in tefsiridir. [151]Bu tefsir, üzerinde yüzlerce sene geçmesine rağmen, okuyucuya zamanımızda yazılmış irtiba'ını vermektedir. Mukâtil, bu tefsirinde aklı ve nakli birleştirmekte, ihtilafları zikretmeksizin en kuvvetli görüşleri tercih etmektedir.[152] Binaenaleyh Yahya İbn Sellâm (ö.200/815)'dan yarım asır önce yaşayan Mukâtel'in, tercih metodunu ilk uygulayan olduğunu söyleyebiliriz. Yahya İbn Sellâm ve Muhammed İbn Cerîr et-Taberî de tercih ve tenkidde bulunmuşlardır. Ancak tenkid ve tercih, kuvvetli ve açık olarak et-Taberî'nin tefsirinde görülmektedir.[153]et-Taberî ve muasırı müfessirler devrinde, tefsir tamamen hadisten ayrılmış, başlı başına bir ilm haline gelmiştir. Sahabe, tabiûn ve tebeu tabiîn tefsirlerine dayanan bu tefsirlerde, daha çok et-Tefsîr bi'1-Me'sûr hakimdir.Bu asrın seçkin siması olan et-Taberî, Kur'ân lafızlarını kelime kelime, âyet âyet ele almış, ihtilafları zikretmiş, daha sonra da deliller serdederek, bu deliller arasında tercihte bulunmuş, âyetlerden hükümler çıkarmıştır.
Geçmiş kıymetli hazinelerin kaybolmamasını gelecek nesillere te'min husu*sunda, naklî tefsirlerin en mükemmelini teşkil eden bu tefsir, elimizde bulunan veya bulunmayan selef tefsirlerinin muhafaza edildiği büyük bir hazinedir. [154]et-Taberî ve muasırı müfessirlerden sonra gelen Ebu 'Ali el-Farisî (ö.377/987), Ebû Ca'fer en-Nahhâs (ö.338/950) ve emsali müfessirler [155], rivayet tefsirinin hudutlarını aşamadılar, fakat senetleri hazfettiler, kimin söylediğini belirtmeden birçok haberi topladılar. Bu yüzden durum karışmış, doğru yanlıştan ayrılmaz olmuştu.[156] Hatta bu kitapları okuyan herhangi bir kimse, bunlarda mevcut her şeyin sahih olduğunu zannederek, hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu ayıramayacak şekilde kıssa ve israiliyatla dolu olduğunu görecektir. İşte bu yüzden eserlerine almış oldukları rivayetler, tenkitlere hedef olmuştur. Eğer bu asırda hakkı ortaya koyan, yanlışı ortadan kaldıran muhakkik alimler olmasaydı, gerçek bilgiler yok olur, doğru yanlışla karışır, İslâm'a hücum edenlere çokça fırsat verilmiş olurdu.[157] 2.3.6. Rivayet Tefsirinin Za'fi ve Sebepleri Kur'ân'ın Kur'ân'la, Sünnet'le, sahabe ve tabiûna dayanan nakillerle tefsir edilişine, rivayet tefsiri dendiğini biliyoruz. Kur'ân'ın Kur'ân'la, sahih sünnetle tefsiri makbul bir tefsirdir. Bu konuda ihtilaf olmadığı gibi, şüpheye de yer yoktur. Sened ve metninde zayıflık bulunan sünnetle Kur'ân'ı tefsir, makbul değildir.Sahabe ve tabiûnun görüşleri ile Kur'ân'ın tefsir edilmesinde ihtilaf olduğunu daha önce belitrniştik. Pek tabii bu usûl ulamasını bir değerlendirmesidir.
Yoksa hemen hemen bütün müfessirler sahabe ve tabiûnun tefsire dair sözlerini nakledegelmişlerdir. Böylece bu sözlerin tefsir açısından büyük bir değerinin olduğunu ortaya koymuşlardir. Fakat bazen sahabe ve tabiîlerden gelen bu rivayetler içerisinde, sağlamını zayı*fından ayıramayacak derecede zayıf haberlerin var olduğu bir gerçektir. Özellikle Ali İbn Ebî Talib ve İbn Abbas (r.a.)'a nispet edilerek, rivayet edilen haberlerden pek çoğunun zayıf olduğu bilahere ortaya çıkmıştır. Bu durum, alimlerin dikkatini çekmiş, bu haberleri araştırmalarına, cerh ve ta'dil'e başvurmalarına en büyük amil olmuştur. Hatta İmâm Şafiî "İbn Abbas'tan (tefsire) dair, ancak yüz kadar hadis sabit olmuştur" diyerek bu durumun ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmiştir. [158]
2.3.6.1. Tefsirde Çokça Uydurma Haberin Bulunması
2.3.6.1.1. Doğuşu Başlangıçta tefsirle hadis birbirinden ayrılmış, müstakil bir durumda değildi. Tefsîrle hadis bir aradaydı. O bakımdan tefsirdeki uydurma hareketi, hadisle beraber başlamıştır. Uydurma hareketinin başlangıç tarihi hicrî 41 yılıdır. Çünkü müslümanlar arasında vuku bulan ihtilaflar bu tarihte yoğun*laşmaya başlamış, "Şîa", " Havâric" ve "Ehl-i sünnef'gibi bir kısım fırkalara bölünmüşlerdi.[159]
2.3.6.1.2. Sebepleri Bu bölünmeler sonucunda mezhep taassubu baş göstermiş, her fırka kendi mezhebinin doğruluğunu ispat edip yayabilmek için delilini Hz. Peygamber'e veya sahâbe'ye dayandırıyordu. Böylece delilinin daha güvenilir ve makbul olduğunu göstermiş oluyordu.Siyasetin de bu konuda büyük bir etkiye sahip olduğunu görüyoruz. Bu yüzden Abbasî halifelerine yaranmak isteyen bazı kimseler Hz. İbn Abbâs'a nisbet ederek çokça hadis rivayet etmişlerdir.Ayrıca harple İslâm'ı yıkamayacaklarını anlayan İslâm düşmanları, çeşitli hile ve desiselerle bu yüce dini yıkmak için maksatlı olarak hadis uydurmaya başlamışlardı.[160]
2.3.6.1.3. Tefsire Tesiri Uydurma yüzünden selef müfessirlerinin bıraktıkları büyük kültür mirasının çoğu kayboldu. Çünkü öyle şüpheye düşüldü ki güvenilir haberler bile bir kenara atıldı. Hatta sahih olsa bile, ele geçen her haber, reddedilmeye başlandı. Sahih rivayetler, zayıflarıyla karıştı. Sahihi, zayıftan ayıramayacak durumda olan bazı kimseler, rivayet edilen her habere aynı gözle bakmaya başlamışlardı. Hatta tümünün sahih olduğuna hükmeder hale gelmişlerdi. Bazen bir müfessirin birbirine zıt iki görüşünü görmüşler, onu tenakuza düşmekle, müslümanları da şüpheli ve birbiriyle çelişkili olan rivayetleri kabul etmekle suçlamışlardır. [161]
3.6.1.4. Değeri İsnâd yönü bir tarafa, şahsî görüş olması bakımından uydurma tefsirin ilmî bir değeri olabilir. Çünkü bu tefsir, uydurulan bir habere dayandırılır. Tefsîr ise, daime hayalî ve âyetten uzak bir şey değildir. Çoğu zaman ilmî bir değeri olabilir. Meselâ, tefsire dair bir söz uyduran, o sözü Hz. Ali veya İbn Abbâs'a nispet eder. Kendine ait bir söz uydurmaz. Halbuki bu, sadece onun görüşü ve âyetin tefsirine dair bir içtihadıdır. Çünkü onu kendi şahsî düşüncesine göre söylemiştir. Çoğu zaman doğru da olabilir.Sonuç şu ki, kendi görüşünün revaç bulup, kabul görmesini istemiş, sahabeden birine nispet etmiştir. Şüphesiz sahabeye nispet edilen bu tefsir, fîkir olarak ilmî değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bunun değersiz tarafı, sahabeye nispet edilmesidir. [162]
2.3.6.2. İsrâiliyyât İslâmî eserlere, özellikle tefsîr kitaplarına, eski dinlerin mensupları vasıtasıyla giren haberler vardır ki, bunlara İsrâiliyyât adı verilir.İsrâiliyyât, Kur'ân'da kısa ve özlü bir şekilde bahse*dilen eski toplulukların kıssa ve haberlerinde söz konusu olmuştur. Zamanın insanı, merak edip bu haberleri öğrenmek istemiştir.İşte Kur'ân'ı ve onun muhtevasını öğrenmek isteyen sahâbî ve tabiîler, bahsi geçen kıssa ve haberlerin tafsilatını öğrenmek için özellikle Tevrat ve İncil'in mensuplarına, Yahudi ve Hristiyanlara soruyorlardı. Fakat dine ve inançlara aykırı olanlarını kabul etmiyorlardı. Doğruya ve yalana ihtimali olan haberlerin doğruluğuna veya yalan olduğuna kesin olarak hükmetmiyorlardı. Yüce Peygamber'in "Ehl-i Kitab'ı tasdik de etmeyin, tekzîb de; sizler 'biz Allah'a ve O'nun tarafından indirilene inandık'”[163] deyiniz."[164] şeklindeki emrine uyuyorlardı.Buna göre isrâiliyyât, sahabe devrinde tefsîre girmeye başlamıştır. Ama sahabe, İsrailî haberleri alırken titiz davranmış, her haberin doğruluğuna hükmetmemiş, tenkid süzgecinden geçirmiştir. Bu konuda verilecek misaller pek çoktur. [165]
Biz bir tek misal vermekle yetineceğiz.Ebû Hureyre (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir gün, Resûlullah (s.a.v.) cuma gününden bahsederken, 'Onda bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul yoktur ki, namazda bulunup ve o saate rast gelip Allah'tan bir şey dilesin de Allah ona (dilediğini) vermesin" diye buyurdu." [166]İşte sahabe bu saatin tayin edilmesinde ihtilaf etmişlerdir. Bu saat her zaman var mıdır? Yoksa yılın her cumasında bulunmakta mıdır? Kâ'bu'l-Ahbâr, Tevrat'tan hatırında kalana itimat ederek, bu saatin yılın yalnız bir cumasına mahsus olabileceğini zannetmiş, Ebû Hureyre'ye o şekilde cevap vermişti. Fakat Tur dağında, Ebû Hureyre ile yaptıkları bir sohbette, Ebû Hureyre Ka'b'ın bu fikrini kabul etmemiş, Resûlullah'tan duyduğu "senenin her cumasında, bu saat vardır" rivayetine dayanarak düzeltmiştir. Ka'b da tekrar Tevrat'a başvurarak Ebû Hureyre'nin doğruluğunu tasdik etmiştir. Diğer bir rivayette de Ebû Hureyre, Abdullah İbn Selâm (r.a.)'a nakletmiş, Abdullah, o zaman gecikmeden "Ka'b yalan söylemiş" deyivermiştir. [167]
Bu olay, sahabenin her söylene sözü kabul etmediğini, aksine güçleri yettiği ölçüde, doğruyu araştırdıklarını ve ehl-i kitabın doğru olmayan sözlerini kabul etmediklerini gösterir bir belgedir.İsrailiyâta karşı sahabenin gösterdiği bu titizlik, daha sonraki nesillerde zayıflamaya başlamış, bu çeşit haberler müsamaha ile karşılanıp, sahih-zayıf demeden nakledilmiş, neticede tefsir kitapları, bu tip haberlerle kabarmaya başlamış, bunları ihtiva eden müstakil ederler bile te'lif edilmiştir. [168] (Dipnotlar ve daha fazla bilgi için : islamiuniversite.com )
 
I Çevrimdışı

islamiuniversite_com

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Bismillahirrahmanirrahim.
islamiuniversite.com sitemizde israiliyyat ile ilgili ilmi dersleri bulabilirsiniz.
iSLAMi HAYAT ÜNiVERSiTESi
University of Islamic Life

http://islamiuniversite.com

Sertifikali ve Resmi Diplomali Online-Internet Üniversitesi.
Elif-Be den Tefsir-Hadis-Fikih'a kadar tüm dersler var.
Ayrica Interaktif Bilgisayar Kursu ve Cocuk Bakim ve Gelisim Kursu da var.
TAMAMEN ÜCRETSiZ
Yasiniz Diplomaniz farketmiyor, Herkese acik.
Hemen kaydolunuz.
Imtihanlarin sonucu aninda veriliyor ve yanlis cevaplarin dogrulari da hemen veriliyor. Harika bir teknik.

Allah rizasi icin bu emaili bütün tanidiklariniza ve email adreslerinize gönderiniz.
HAYIRLI OLSUN

işte o derslerden kısa bir iktibas:

dilleri arapça olduğundan, arapların anladığı ve bildiği hususlarla; kıyametin zamanı, ruh'un hakikati v.s. gibi yalnız Allah'ın bildiği şeyler, Hz. Peygamber tarafından açıklanmamıştır. [74]Ayrıca sahabe arasında bir kısım âyetlerin tefsîr ve te'vîli hususunda ihtilaf çıktığı bilinmektedir. Eğer Peygamberimiz (s.a.v.) sahabeye her şeyi açıklamış olsaydı, hadislere müracaat etmek suretiyle derhal müşkülen halletme yoluna giderler ve aradaki ihtilaf kendiliğinden kalkmış olurdu. Halbuki bu konuda sahabenin ihtilaf ettiklerine dair belgeler vardır. [75]Binaenaleyh, Hz. Peygamber'in, Kur'ân'ın tamamını tefsir ve izah ettiği yolundaki görüş ile Kur'ân'dan az bir miktarını açıklamıştır, şeklindeki görüşe büyük bir ehemmiyet verilmez. Ama Hz. Peygamber'in tefsîrinin çok az olmadığını ve fakat bütün Kur'ân'ı da içine almadığını belirten görüş, kanaatimizce en isabetli görüştür.Sünnet'in, Kur'ân'ı tefsîr ettiğinde ihtilaf yoktur. Ancak, tefsire dair rivayet edilen zayıf ve mevzu hadislerden sakınmak gerekir. [76] O bakımdan müfessir, muhaddis olmalıdır. Hadisin, isnad ve metninin sahih olup olmadığını araştırmalıdır. Ayrıca isnad zincirinde adı geçen ravilerin cerh ve ta'dil yönünden durumlarını bilmelidir. Çünkü Hz. Peygamber'e isnad edilen tefsire, kıssacılar tarafından bir kısım ilaveler yapıldığı; O'nun söylemediği bir hususu O'na nisbet eden yalancıların ortaya çıktığı tarihî bir gerçektir.Bunlar arasında, çoğunu israiliyatla ilgili hususların teşkil ettiği; akıl ve mantık ölçüleri dışında kalan şeyler de vardır. Bu yüzden İmâm Ahmed: "Üç kitabın aslı yoktur. Bunlar megazi, telahim ve tefsîr'dir", demiştir. [77]İmâm Ahmed'in bu sözden maksadı, tefsire dair hadislerin sahih olmadığını ifade etmek değildir. Taraftarlarınında belirttiği gibi, asıl maksadı tefsire dair hadislerin çoğunun, muttasıl sahih senedlerinin olmadığını bildirmektir. Yoksa, bu hususta çok miktarda sahih hadis vardır. [78] Binaenaleyh İmâm Ahmed'in bu sözünden, Ahmed Emin'in "Hz. Peygamber'den tefsire dair gelen hadislerin aslı yoktur; bunlar sahih de değillerdir" [79] şeklinde bir mana çıkarması yanlış ve hatalıdır.Önce şunu belirtelim ki, Ahmed Emin bizzat kendisi, Resulullah (s.a.v.)'tan nakledilen tefsirlerin pek çok olduğunu itiraf etmekte ve "sıhah-ı sitte"yi şahid göstermektedir. [80]
Öte yandan İmam Ahmed, Müsned'inde, tefsire dair birçok hadis nakletmiştir. Öyle ise onun tefsire dair her şeyin sahih olmadığına hükmetmesi mümkün değildir. Çünkü bu, kendi kendini nakzetme olur şu da var; bir hadisin sahih ve sabit olmadığını söylemek, o hadisin zayır ve mevzu olduğuna hükmetmeyi gerektirmez. Çok kere muhaddisler, "bu hadîs sahih değildir, bu hadis sabit değildir" derler ki, hadis ilmini bilmeyenler, o hadisin zayıf veya mevzu olduğunu sanırlar. Halbuki onların bu düşünceleri, hadis ıstılahlarını bilmeme*lerinden ve muhaddislerin kullandıkları ifadeleri iyi bilmeme*lerinden ileri gelmektedir. [81]Öyle ise İmam Ahmed'in tefsîr'e dair sözünü yanlış anlamamalı, tefsîrle ilgili hadislerin tümü hakkında şüphe etmemelidir. Çünkü muttasıl, sahih senedlerle Hz. Peygamber'e kadar ulaşan öyle hadisler vardır ki onlar hakkında şüphe etmeye imkan yoktur. Bu hususta Sahîheyn ve diğer hadis kitaplarının tefsîrle ilgili bölümlerini incelemek kafidir.Hz. Peygamber, ya sözüyle veya bizzat uygulayarak ya da ashabının söz ve hareketlerini değerlendirerek, Kur'ân'ı şerh ve beyan ederdi. Bunu yaparken uygulamış olduğu metod şu şekilde özetlenebilir:Hiçbir suale muhatap olmadığı zamanlarda, bazen tefsîr edeceğini tasrih ederek, bazen etmeyerek bir kısım âyetlerin manalarını bildirirdi. Bu çeşit açıklamaları, âyetin nazil olmasının peşinden hutbe irad ederken, yahut başka bir vesile ile Hz. Peygamber âyetleri okurken olurdu. Bazen herhangi bir âyeti okur, sonra âyet hakkında sual açarak âyetin manasını bildirir [82]; bazen de sorulan suallere cevaplar vererek açıklama*larda bulunurdu.
Hz. Peygamber'e yöneltilen suallerin çoğu müslümanlar ve az denecek kadar ehl-i kitab ile müşrikler tarafından tevcih edildiği anlaşılmaktadır. [83]Müslümanlar, müphem'in tayini, mücmel'in açıklan*ması, kendilerine garip gelen lügavî manaların beyanı, âyetteki maksadın belirlenmesi gibi hususlarda sorular soruyorlardı. [84]Ehl-i kitab ile müşrikler ise, daha çok, kâh alay ve imtihan etmek, kâh müslümanları şaşırtmak, yahut da Hz. Peygamber'i zor durumda bırakmak maksadıyla birtakım sualler soruyorlardı. [85]Hz. Peygamber, bazen de Kur'ân'ın manasını tekid suretiyle beyanda bulunur [86]; umûmu tahsis, mutlak'ı takyid eder; müşkili açıklar, müphemi izah ederdi. Bunun dışında herhangi bir âyetin umûmî durumuyla neye delalet ettiğini, ondan maksadm ne olduğunu vasıflandırma ve temsil yoluyla açıklamalarda bulunduğu da olurdu.[87]Hz. Peygamber'in tefsîrine dair örneklere tefsîr kitaplarında, özellikle "Câmiu'l-Beyân" gibi rivayet tefsirle*rinde, hadis kitaplarında müstakil olarak düzenlenen "Kitabu't-Tefsîr" bölümlerinde rastlamak mümkündür. Biz burada bu hususta seçilmiş bazı örnekleri vermeye çalışacağız:
1- Peygamberimiz, Fatiha sûresi'ndeki [88] den maksadın ne olduğunu: "Gazap edilmiş olanlar, Yahudiler, sapmış olanlar Hrıstiyanlar'dır" [89] hadisi ile açıklamıştır.
2- Tirmizî ve İbn Hibbân'ın İbn Mes'ûd'dan rivayetlerine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), "Namazlara özellikle orta namaza devam edin" âyetinde [90] geçen "orta namaz"dan maksadın ikindi namazı olduğunu; "orta namaz, ikindi namazıdır" [91] hadisi ile beyan etmiştir.
3- "İman edenler ve imanlarını bir haksızlıkla karıştır*mayanlar. İşte güven hakkı onlarındır, doğru yolu bulanlar da onlardır" [92] âyeti nazil olunca, Ashâb: "Hangimiz nefsine zulmetmez ki" diyerek telaş ve heyecana düştüler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Şüphesiz (Allah'a) ortak koşmak büyük bir zulümdür" âyetine [93] dayanıp, burada söz konusu olan zulmün "şirk" olduğunu açıklayarak, sahabenin telaş ve heyecanını dindirdi. [94]
4- Peygamberimiz (s.a.v.) bir gün hutbede “Siz de düşmanlarınıza karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazır*layın" [95] âyetini okumuş ve bu âyette geçen "kuvvet'i "atmak'la tefsir etmiştir. [96]5- Ahmed İbn Hanbel ve Müslim'in, Enes b. Mâlik'ten rivayet ettiklerine göre, Peygamberimiz (s.a.v.), Kevser sûresinde geçen "kevser" [97] sözcüğünü "Kevser, Cennet'te Rabbimin bana bahşettiği bir nehirdir" hadisi [98] ile açıklamıştır. [99] 2.3.4. Kur'ân'ın Sahabeden Gelen Rivayetlerle Tefsîri Hiç şüphesiz Hz. Peygamber, Kur'ân'ın manasını mücmel ve mufassal olarak biliyordu. Çünkü bu hususta "O'nu (göğsünde) toplamak, dilinde akıtıp okutmak, şüphesiz bize aittir" [100] mealindeki âyet-i kerime işaret etmektedir. Bunun gibi Hz. Peygamber'in sohbetinden feyz alan sahabenin, Kur'ân âyetlerinin bir kısmının manalarını bilmeleri pek tabiidir. Zira Kur'ân, Arapça olarak nazil olmuştu. Arapların dili ise Arapça idi. Ama yalnız Arap dilini bilmekle Kur'ân'ın bütün manalarını tafsili olarak anlamak ve inceliklerini bilmek sahabe için kolay değildi. Bilakis anlayamadıkları hususları araştır*maları ve bu konuda Hz. Peygamber'e başvurmaları gerekliydi. Bunun böyle olduğu apaçıktır. Çünkü Kur'ân'da mücmel, müteşabih ve anlaşılması güç olan belli bîr bilgi seviyesi isteyen diğer hususlar vardır. [101]
Hz. Peygamber'den sonra, tefsirde en önemli yeri sahabe almaktadır. O bakımdan sahabeden gelen haberlerle Kur'ân'ı tefsir etmenin önemi büyüktür. Çünkü onlar, Kur'ân'ın nüzulüne şahid olup, hangi sebeplerle indiğini bilmektedirler. Bu yüzden, aklen bilinmesi mümkün olmayan gaybî hususlarda, sahabe tefsirinin Hz. Peygamber'e dayanan merfu' hadîs hükmünde olduğuna alimlerin çoğunluğu kail olmuştu. [102]Bir kısım ulema, sahabeye dayanan tefsirin delil olarak alınmasının gerekli olduğunu söylemiştir. Çünkü sahabe Arap oldukları için, Arap dilini çok iyi biliyorlardı. Cahiliye şiirine de vakıf idiler. Olaylara ve sebeplere şahid olmuşlardı. Ayrıca tam bir anlayış, doğru ilim ve sarsılmaz mutlak bit imana sahip idiler. Diğer taraftan Kur'ân'ı anlamaya büyük bir iştiyak duyuyorlardı. Bu iştiyakla Kur'ân'ın manalarını anlamaya koyulan sahabiler, Kur'ân'ı biliyor ve muhtevasını öğrenmeye gayret ediyorlardı. Nitekim "Abdullah İbn Ömer'in, Bakara sûresini öğrenmek için, bu sûre üzerinde sekiz sene durduğu" söylenmektedir.[103] Hiç şüphesiz İbn Ömer'in öğrenmek için yıllarca bu sûrenin üzerinde durması, hafızasının zayıflığından değildi. Belki farzlarını, hükümlerini ve bunlarla ilgili hususları öğrenmek için senelerini vermişti. [104] Ebû Abdirrahman es-Sülemî (ö.72/691) "Kur'ân'ı okuyan Osman (r.a.), İbn Mes'ûd (r.a.) ve bunlardan başka diğer zevat, Hz. Peygamber'den on âyet öğrendiklerinde, (bu âyetlerde) bulunan ilim ve ameli beraber öğrenmedikçe, diğerlerine geçmediklerini bize anlatır ve Kur'ân'ı, ilim ve ameli beraber öğrendik, derlerdi" demektedir. İşte bu yüzdendir ki sahabe, bir sûrenin üzerinde yıllarca duruyo [105], onun manalarını anlamaya çalışıyordu.Sahabe tefsirinin kaynaklarının başında Kur'ân-ı Kerim geliyordu. Bir âyetin tefsîrini Kur'ân'da bulamazlarsa, Hz. Peygamber'e baş vururlar, bilmediklerini O'na sorar ve aldıkları cevaplarla yetinirlerdi. Hz. Peygamber'in ahirete irtihaliyle sahabenin en önemli feyiz kaynağı kesilmiş ve sahabe Kur'ân'la karşı karşıya kalmıştı. [106]
Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, Kur'ân'ın tamamını tefsir etmemişti. Bu yüzden O'nun izah etmediği âyetlerin tefsirine dair bir şey bulamayan ashab, kendi ictihad ve reyleriyle Kur'ân'ın nazil olduğu zaman Arap yarımadasında bulunan Yahudi ve Hrıstiyanların durumlarını çok iyi bilen ashab, Hz. Peygamber'den sonra, Kur'ân'ı tefsir etmeye en selahiyetli kişilerdi. [107]Bununla beraber, ilmi şahsiyetleri farklıydı. Kimisi, Arap dilinin inceliklerine vakıfken; kimisi, bunun dûnunda bulunuyordu. Kimisi, devamlı Hz. Peygamber'le beraberdi. Dolayısıyla bir başkasının bilmediği birçok nüzul sebebini biliyordu. [108] Zeka ve anlayış bakımından da farklıydılar. Bu sebepten az da olsa, sahabe arasında bir kısım ihtilaf zuhur etmişti. [109] O halde sahabenin hepsinin, Kur'ân'ı aynı seviyede anlamasına imkan yoktu. Sadece Arap olmaları, Kur'ân'ın tefsirini bilmek için kafi değildi. O bakımdan İbn Haldun (ö.808/1406)'un "Kur'ân, Arap dili ve onun belağatıyla nazil olmuştur. Binaenaleyh Arapların her biri, Kur'ân'ı anlıyor; kelime ve terkiplerinin manalarını biliyorlardı."[110] şeklindeki mübalağalı ifadesini reddeden Muhammed Hüseyin ez-Zehebî'yi haklı bulmaktayız. O şöyle demektedir: "İbn Haldun'un bu konuda isabet etmiş olduğunu sanmıyorum. Zira Kur'ân'ın arap dili ile inmiş olması, her Arab'ın Kur'ân'ın ayrı ayrı terkiplerinin manasını bilmesini gerektirmez. Gerçek böyledir." [111] Hatta ondan asırlarca önce yaşayan İbn Kuteybe (ö.276/889) Araplar, Kur'ân'da mevcut olanların hepsini, garibi ve müteşabihi bilmede müsavi değillerdi.Tam aksine birbir*lerine üstünlükleri vardı" demektedir. [112]
Nitekim Hz. Ömer, 'Abese sûresini [113] âyetine kadar okumuş; "Bunların hepsini biliyoruz, fakat /ebben" in manasını bilmesen ne var! Allah'a yemin ederim ki, bu bir tekellüf (yapamayacağın işi yüklenme)dir. İşte bu Kitap'tan size beyan edilene uyun, beyan edilmeyeni ise (Allah'a) bırakın (havale edin)."[114] demiştir.Yine Hz. Ömer minberde iken âyetini [115] okuduğu sonra /tehavvuf'un manasını sorduğu ve Huzeyl kabilesinden bir kişinin "bize göre (manası), noksanlaşmaktır" diye cevap verdiği rivayet edilmektedir. [116]Ayrıca İbn Abbas (ö. 68/687) şöyle bir itirafta bulunmaktadır: "Bir kuyu hakkında mahkemeleşmek üzere, iki bedevi bana gelinceye kadar ın manasını bilmiyordum. Onlardan biri " bî/Ene fetartuhâ" yani onu ben icat edip çıkardım dedi".[117]Yukarıda verdiğimiz misallerden açıkça anlaşılıyor ki sahabe, Kur'ân'ın ayrı ayrı kelime ve terkiplerinin manasını bilmiyordu. Eğer bilselerdi, Hz. Ömer /tehavvuf' kelimelerinin manasını başkasına sormaz; Kur'ân'ın tefsirini en iyi bilen İbn Abbas [118] ancak başkasından duyduktan sonra, kelimesinin manasını öğrendiğini itiraf etmezdi.Arap dilini bilme, zeka ve anlayış bakımından farklı olan sahabenin, Kur'ân'ı aynı derecede anlayamayacaklarını söyledik. Zira Maide sûresinin "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim..." mealindeki 3. âyeti nazil olunca, birçok sahabe, bu âyetin yalnız dinin kemalini haber verdiği ve müjdelediği zannma kapılarak, sevinmişlerdi. Ama Hz. Ömer, Hz. Peygamberin öleceğini anlamış ve ağlamıştır. Hz. Peygamber, o günden sonra ancak seksenbir gün yaşamıştı.' [119]
Bu ve benzeri rivayetler, sahabenin Kur'ân'ı anlamada farklı olduklarını açıkça göstermektedir.Sahabenin tefsirde başvurduğu diğer bir kaynak da Semavî kitaplar, Yahudi ve Hrıstiyanlardır. Sahabe, Kur'ân'ın gayet veciz olarak bahsettiği bazı olayların detayını öğrenmek maksadıyla Ehl-i Kitab'a başvururdu. Bu durum, Hz. Peygamber'in bu konuda bir açıklama yapmamış olmasından ileri geliyordu. Çünkü Hz. Peygamber'den bu hususta herhangi bir açıklama gelmiş olsaydı, o peygamber var olduğu müddetçe, başkasına başvuracak değillerdi. [120]Evet, sahabe Ehl-i Kitab'a başvurmuştu. Ama başvurulan bu son kaynak, öncekiler kadar önemli değildi. Dar ve sınırlıydı. Ayrıca Tevrat ve İncil ilâhî kitap olma vasfını kaybetmişti. İnsan eliyle çokça değiştirilip, tahrif edilmişti. O bakımdan sahabe, tabii olarak ilâhî olma vasfını kaybetmiş olan bu kitaplara başvururken dikkatli hareket ediyor, Kur'ân'ı titizlikle muhafaza ediyordu. Binaenaleyh Kur'ân'a ve kendi inancına uygun olanı alacaktı. Kur'ân'a ve akidesine ters düştüğünden açıkça yalan olanları atacak, kabul etmeyecekti. Bunların dışında Resûlullah (s.a.v.)'ın "Ehl-i Kitab'ı tasdik de etmeyin tekzîp de; sizler, -Biz, Allah'a ve O'nun tarafından indirilene inandık [121] deyiniz [122] şeklindeki emrine uyarak, tasdik ve tekzip olmayanı bulunursa, işte bu hususta susacaklardı. "Yalandır" veya "doğrudur" diye onun üzerinde hüküm verme*yeceklerdi. [123]Sahabe asrında, tefsir henüz tedvin edilmemiş; hadis ilminin bir kolu olarak ortaya çıkmış, hadis rivayetleri gibi rivayet edilmiştir. Kur'ân'ın tamamı değil, kapalı kısımları tefsir edilmiş; mezhebi ihtilaflara oldukça az yer verilmiştir. Kur'ân'ın manalarını anlayış farkları ve Ehl-i Kitab'a yapılan müracaatlar, oldukça az olmuştur. [124]
Aralarında tefsîr etme yönünden farklar bulunmakla beraber, tefsirde meşhur olan birçok sahâbî vardır. Bu yüce zevata nispet edilen tefsirler, hadis kitaplarının "Kitabu't-Tefsîr" ve muhtelif bölümlerinde, me'sûr tefsîrlerde ve diğerlerinde dağınık olarak mevcuttur. [125] 2.3.5. Tabiûn'un Tefsirdeki Yeri Sahabe asrının sona ermesiyle tefsirin ilk merhalesi son buluyor, sahabeye talebelik edip, bilgilerinin çoğunu onlardan alan tabiûn asrından itibaren tefsirin ikinci merhalesi başlıyordu. Bunlar, Hz. Peygamber'in "insanların en hayırlısı benim asrımda olanlar, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir."[126] şeklinde övdüğü ikinci hayırlı nesildir. Bu nesil, Hz. Peygamber'in asrına yakın bir zamanda yaşamış, sahabe ile görüşüp, onlara talebelik etmiş, Kur'ân'ın ahkâm ve tefsirinin öğrenmiştir. Bu bakımdan tefsîr konusunda, kendilerine başvurulan sahabiler olduğu gibi, tabiîlerin ileri gelenlerinden de tefsire dair söz söyleyen, Kur'ân'ın anlaşılmayan manalarını muasırlarına açıklayan Mücâhid (ö. 104/721), Sa'd İbn Cübeyr (ö. 95/713), Katâde (ö. 117/735) ve emsali meşhur müfessirler yetişmiştir.Yüce Allah (c.c), Hz. Peygamber'in hayatında ve Dört Büyük Halife zamanında, müslümanları birçok şehri fethetmeye muvaffak kılmıştır. Müslümanların tamamı, yalnız kendi şehirlerinden herhangi birinde yerleşip kalmamışlar, bilakis İslam'ın nurunu parlatmak için muhtelif şehirlere dağılarak, oralarda yerleşmişlerdi. Medine'den uzaklaşan bu muhterem zevat içinde vezirler, valiler, kadılar, muallimler ve daha başka şahsiyetler bulunmaktaydı.' [127]Sahâbîler, göç ettikleri şehirlere, ilimleri, kültürleri ve Hz. Peygamber'den muhafaza ettiklerini de beraberlerindegötürmüşlerdi. Tabiîlerden bir çoğu, sahabe ile görüşmekle kalmamış, onlardan ilim alıp, aldıkları bu ilimleri kendilerinden sonra gelenlere aktarmışlardı.
Bunun neticesinde, muhtelif şehirlerde, üstadları sahabe, talebeleri tabiî olan tefsîr mektepleri kurulmuştu. Mekke, Medine, Irak tefsîr mektepleri bunların meşhurlarıydı. Başkanlığını İbn Abbas'ın yaptığı Mekke mektebinde, birçok değerli şahsiyetler yetişmiştir. Bunların arasında Mücahid, Sa'd İbn Cübeyri, Tâvûs İbn Keysân (ö. 106/724), 'Atâ İbn Rebah (ö. 114/732) ve emsali seçkin simalar bulunmaktaydı.[128]Medine mektebinin başında Ubeyy İbn Ka'b (ö. 30/650) vardı. Bu mektepte yetişenler arasında, Zeyd İbn Eşlem (ö. 136/753), Ebu'l-'Aliyye (ö. 90/708), Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî(ö. 118/736) gibi alimler vardır. [129]Irak mektebinin kurucusu Abdullah İbn Mes'ûd (ö. 32/652) idi. Gerçi Irak'ta başka sahâbîler de vardı. Iraklılar, bir dereceye kadar onlardan da istifade etmişlerdi. Şu kadar var ki İbn Mes'ud bu mektebin ilk kurucusu sayılmıştır. Çünkü tefsîrde meşhur olmuş ve bu konuda kendisinden çok şey rivayet edilmiştir. 'Alkame (ö. 61/680), Katâde, Irak mektebinde yetişen meşhur müfessirlerden bazılarıdır. [130]Tabiûn asrında yetişen alimlerin bilhassa tefsîrde temayüz edenlerin ekseriyeti mevâliden idiler. Yani Arap değillerdi. Nitekim Abdurrahman İbn Zeyd İbn Eşlem (ö. 182/798) "Abâdile vefat ettikten sonra, fıkıh bütün beldelerde mevâlî'nin elinde idi. Mekkeliler'in fakihi 'Ata İbn Rebâh; Yemenliler'in ki Yahya İbn Kesir...idi ki bunların hepsi mevâlî idiler" demektedir. [131]
Hz. Peygamber ve sahabe asrından uzaklaşan tabiîlerin ihtiyaçları fazlalaşmıştı. Bu yüzden de birçok dinî problemi halletmek mecburiyetinde kalmışlardı. Neticede, tefsirle uğraşan tabiûn alimleri, öncekilerin noksanlarını tamamlamaya koyulmuş, anlaşılamayan hususların çoğaldığı ölçüde, tefsiri de artırmışlardı. [132] Çünkü Hz. Peygamber ve sahabenin tefsîrleri, Kur'ân âyetlerinin tamamını kapsamıyordu. Üstelik insan düşüncesi gelişiyor, hadiseler çoğalıyordu. Bu hadiseler karşısında yeni yeni problemler ortaya çıkıyordu.Tabiûn tefsirinin başlıca kaynaklan, Kuran, Sünnet, Sahabe tefsîrleri, Semavî Kitaplar ve Ehl-i Kitap'tı. Eğer mezkûr kaynaklarda, âyetlerin tefsirine dair bir şey bulamazlarsa, o zaman mürfed lafızların -Peygamber ve sahabe devrindeki kullanılışı göz önünde bulundurularak- lügat, iştikak ve sarfına başvuruyor" [133], Cenâb-i Hakkın kendilerine ictihad ve re'y yönünden müyesser kıldığı ile tefsîr ediyorlardı.Evet, bu devirde, Kur'ân âyetlerinin çoğunu ihtiva eden tefsirler zuhur etmiştir. Sahabe devrine nispetle ihtilaflar artmıştır. Her lafzın, her âyetin tefsiri de çoğalmıştır. Âyetler etrafında mezhebi ihtilaflar baş göstermiş, tefsîr tedvin edilmiştir. Hadis rivayeti şeklinde de olsa, tefsîr müstakil bir şekil almıştır. Ehl-i Kitâb'a ve semavi kitaplara müracaatın sonucu olarak, israiliyata dair birçok şey tefsire girmiştir. Bunun sebebi, bir taraftan birçok Yahudi ve Hnstiyanın müslüman olması öte yandan tabiîlerin yahudi ve hristiyanlardan işittiklerini müsamaha ile karşılamalarıydı. [134]Ayrıca bu asırda, Kur'ân'da hiç anlaşılmayan bir husus bırakılmaması konusunda da, müfessirler arasında bir hırs olduğu müşahade edilmektedir." [135]Nitekim Mücâhid hakkında, el-A'meş (ö. 148/765) "O acaip bir şey duyduğunda, muhakkak onu görmeye giderdi. Hadramevt'e bir kuyuyu görmeye, Hârût ve Mârufu araştırmak için tâ Bâbil'e gitmişti", demiştir. [136]
Hz. Peygamber ve sahabeden herhangi bir âyetin tefsîrine dair nakledilen bir şey yoksa, bu durumda, tabiûn tefsirlerine baş vurulup, onların tefsire dair görüşleri delil olarak alınır mı? alınmaz mı? bu hususta alimler ihtilaf etmişlerdir.Ahmed İbn Hanbel (ö. 241/855)'den biri kabul, diğeri reddi ihtiva eden iki rivayet vardır. [137] Diğer bir kısım alimler de tabiûn tefsirinin delil olarak alınamayacağı görüşündedirler. İbn Akîl bunu tercih etmiş, Şu'be'den de bu görüş nakledilmiştir. [138]Tabiî tefsirinin delil olamayacağı görüşünde olanlar, tabiîlerin, Hz. Peygamber'den işitmediklerini, olayları ve sebepleri müşahede etmediklerini delil olarak ileri sürerler. Buna göre, sahabe tefsiri hakkında söylendiği gibi, tabiîlerin tefsîri Hz. Peygamber'den duyduklarına hamletmek mümkün değildir. Çünkü sahabenin tefsîri, Hz. Peygamber'den duyduk*larına hamledilmiştir. Halbuki tabiîler için böyle bir şey söz konusu değildir. O halde tabiîler, bir âyetten muradın ne olduğunu anlamada hata edebilirler. Delil olmayan bir şeyi delil sayabilirler. Ayrıca tabiîlerin adl olduklarına dair nass da yoktur. Halbuki sahabenin adli olduğu, nassla sabit olduğu söylenmektedir. [139]Ancak alimlerin ekseriyeti, tabilerin tefsire dair görüşlerinin delil olarak alınacağı kanaatindedir. Çünkü tabiîler tefsirlerinin çoğunu sahabeden almışladır.' [140] Nitekim Mücahid "Mushaf ı, Fatiha'dan sonuna kadar. İbn Ahbaba arzettim. Onu, Kur'ân'un her âyetinde durdurup ona o âyetten soru*yordum" [141] diye beyanda bulunmakta; Katâde de "Kur'ân'da hiçbir âyet yoktur ki ona dair bir şey işitmiş olmayayım" demektedir. [142] İşte bu yüzden müfessirlerin ekseriyeti, tabiîlere itimad etmiş, tefsilerini nakletmiştir.Bir meselede görüş belirtme mümkün olmaz ve tabiûn'un Ehl-i Kitab'tan naklettiği şüphesi de bulunmazsa, o takdirde tabiîlerin yaptıkları tefsîrler delil olarak alınabilir.
Eğer böyle bir şüphe varsa terkedilmeli, delil sayılmamalı ve ona itimad edilmemelidir. Ama herhangi bir görüş üzerinde icmâ ederlerse, o görüşü almak ve ondan başkasına baş vurmamak gerekir. [143]Nitekim İbn Teymiyye, Şu'be ve diğer bir kısım alimin "tabilerin furû' hakkındaki sözleri hüccet değildir, tefsir de nasıl hüccet olsun" şeklindeki ifadelerini kaydederek, şu beyanda bulunur: "Bu, (tabiîlein kavli) birbirlerine karşı hüccet olamaz, demektir. Doğrusu da budur. Ama bir şeyde icmâ ederlerse, o şeyin hüccet olduğunda asla şüphe yoktur. Ancak aralarında ihtilaf ederlerse, o zaman birinin sözü, diğerine ve kendile*rinden sonra gelenlere hüccet olamaz. Artık bu hususta Kur'ân ve Sünnet'in lügatına veyahut da umûmî Arap diline, nihayet bu sahabe kavillerine müracaat edilir." [144]İlk tefsir kitabının Sa'd İbn Cübeyr'e ait olduğunu [145], Mücâhid'in elinde bir kısım levhalar olduğu halde Kur'ân'ın bütün tefsirinden İbn Abbas'a sorduğu [146] zamanımıza kadar ulaşan haberlerdendir. Daha başkalarına tefsîrle ilgili tasnif isnâd edilen haberler de vardır. [147] Bu eserler zamanımıza kadar ulaşmamıştır. Ancak elimizde bulunan rivayet tefsîrleri, bilhassa ilk tefsîrleri bir araya toplayan ilk vesika olarak bilinen Ebû Ca'fer et-Taberî (ö. 310/ 923)'nin Câmiu'l-Beyan adlı tefsîri, tabiîlerin tefsire dair re'y ve ictihadlarının çoğunu bize nakletmektedir. Şu var ki, zamanmmıza kadar ulaşan tefsîrle ilgili eserler, tabiîlerden sonra gelen tebeu tabiîn nesline aittir.Tebeu tabiîn asrı; tefsîr, tedvin ve tasnifinin yoğunlaş*maya başladığı bir dönemdir. Bu asırda hususi rivayetlerle tabiîler devrinde temayüz eden, meşhur üş tefsîr mektebinin arasında fark gözetmeksizin Hz. Peygamber, sahabe ve tabiûn tefsîrlerini toplamaya önem veriliyor [148], birçok tefsîr te'lif ediliyordu.[149] Tefsir ilmi genişliyor, te'lif edilen bu kitaplar, öncekilere nispetle tefsir ilmi daha cami' oluyordu.
Bu eserlerden zamanımıza kadar ulaşanlar olmakla beraber, birçoğu bize kadar gelmemiştir.Daha önce belirttiğimiz gibi, et-Taberî'nin Câmi'u'l-Beyan'ı bu tefsirleri muhafaza eden vesikalardan biri ve en mühimmi olarak bilinmektedir. Bu bakımdan bu tefsir, selefin tefsirleri hakkında bilgi edinmek isteyenlerin en önemli müracaat kitabı olarak görülmektedir.Zamanımıza kadar ulaşan müstakil tefsirlerden birisi tebeu tabiîn'in ileri gelenlerinden Süfyân İbn Sa'd es-Sevrî (ö.161/778)'ye aittir. Bu kitapta, Kur'ân'ın tamamı değil, müellifin tefsirine ihtiyaç hissettiği âyetler tefsir edilmektedir. Bu eserin yarım bir nüshasını İmtiyaz Alî Arşî, Rampur'da bulmuş ve bunun Süfyân'a ait tefsirin bir cüz'ü olduğunu ispat eden bir önsöz ile beraber yayımlamıştır. Süfyân, sistematik olarak bir tefsir yazmadığı için eserinin ne kadar eksik olduğu bilinmemektedir. [150]Ayrıca tefsir ilminde önemli bir şahsiyet olan Mukatil b. Süleyman (ö. 150/767)'m Tefsiri de zamanımıza kadar gelen tefsirlerden biridir. 'Abdullah Mahmûd Şehhâte, Tarihu'l-Kur'ân adlı eserinde, bu tefsirin nüshalarını Kahire, Londra ve Türkiye kütüphanelerinden toplayarak neşretmiştir. O'na göre, Kur'ân'ı baştan başa ilk tefsir edenin Mukâtil, Kur'ân'ın tamamının âyet âyet tefsir edildiği ilk eser de Mukâtil'in tefsiridir. [151]Bu tefsir, üzerinde yüzlerce sene geçmesine rağmen, okuyucuya zamanımızda yazılmış irtiba'ını vermektedir. Mukâtil, bu tefsirinde aklı ve nakli birleştirmekte, ihtilafları zikretmeksizin en kuvvetli görüşleri tercih etmektedir.[152] Binaenaleyh Yahya İbn Sellâm (ö.200/815)'dan yarım asır önce yaşayan Mukâtel'in, tercih metodunu ilk uygulayan olduğunu söyleyebiliriz. Yahya İbn Sellâm ve Muhammed İbn Cerîr et-Taberî de tercih ve tenkidde bulunmuşlardır. Ancak tenkid ve tercih, kuvvetli ve açık olarak et-Taberî'nin tefsirinde görülmektedir.[153]et-Taberî ve muasırı müfessirler devrinde, tefsir tamamen hadisten ayrılmış, başlı başına bir ilm haline gelmiştir. Sahabe, tabiûn ve tebeu tabiîn tefsirlerine dayanan bu tefsirlerde, daha çok et-Tefsîr bi'1-Me'sûr hakimdir.Bu asrın seçkin siması olan et-Taberî, Kur'ân lafızlarını kelime kelime, âyet âyet ele almış, ihtilafları zikretmiş, daha sonra da deliller serdederek, bu deliller arasında tercihte bulunmuş, âyetlerden hükümler çıkarmıştır.
Geçmiş kıymetli hazinelerin kaybolmamasını gelecek nesillere te'min husu*sunda, naklî tefsirlerin en mükemmelini teşkil eden bu tefsir, elimizde bulunan veya bulunmayan selef tefsirlerinin muhafaza edildiği büyük bir hazinedir. [154]et-Taberî ve muasırı müfessirlerden sonra gelen Ebu 'Ali el-Farisî (ö.377/987), Ebû Ca'fer en-Nahhâs (ö.338/950) ve emsali müfessirler [155], rivayet tefsirinin hudutlarını aşamadılar, fakat senetleri hazfettiler, kimin söylediğini belirtmeden birçok haberi topladılar. Bu yüzden durum karışmış, doğru yanlıştan ayrılmaz olmuştu.[156] Hatta bu kitapları okuyan herhangi bir kimse, bunlarda mevcut her şeyin sahih olduğunu zannederek, hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu ayıramayacak şekilde kıssa ve israiliyatla dolu olduğunu görecektir. İşte bu yüzden eserlerine almış oldukları rivayetler, tenkitlere hedef olmuştur. Eğer bu asırda hakkı ortaya koyan, yanlışı ortadan kaldıran muhakkik alimler olmasaydı, gerçek bilgiler yok olur, doğru yanlışla karışır, İslâm'a hücum edenlere çokça fırsat verilmiş olurdu.[157] 2.3.6. Rivayet Tefsirinin Za'fi ve Sebepleri Kur'ân'ın Kur'ân'la, Sünnet'le, sahabe ve tabiûna dayanan nakillerle tefsir edilişine, rivayet tefsiri dendiğini biliyoruz. Kur'ân'ın Kur'ân'la, sahih sünnetle tefsiri makbul bir tefsirdir. Bu konuda ihtilaf olmadığı gibi, şüpheye de yer yoktur. Sened ve metninde zayıflık bulunan sünnetle Kur'ân'ı tefsir, makbul değildir.Sahabe ve tabiûnun görüşleri ile Kur'ân'ın tefsir edilmesinde ihtilaf olduğunu daha önce belitrniştik. Pek tabii bu usûl ulamasını bir değerlendirmesidir.
Yoksa hemen hemen bütün müfessirler sahabe ve tabiûnun tefsire dair sözlerini nakledegelmişlerdir. Böylece bu sözlerin tefsir açısından büyük bir değerinin olduğunu ortaya koymuşlardir. Fakat bazen sahabe ve tabiîlerden gelen bu rivayetler içerisinde, sağlamını zayı*fından ayıramayacak derecede zayıf haberlerin var olduğu bir gerçektir. Özellikle Ali İbn Ebî Talib ve İbn Abbas (r.a.)'a nispet edilerek, rivayet edilen haberlerden pek çoğunun zayıf olduğu bilahere ortaya çıkmıştır. Bu durum, alimlerin dikkatini çekmiş, bu haberleri araştırmalarına, cerh ve ta'dil'e başvurmalarına en büyük amil olmuştur. Hatta İmâm Şafiî "İbn Abbas'tan (tefsire) dair, ancak yüz kadar hadis sabit olmuştur" diyerek bu durumun ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmiştir. [158]
2.3.6.1. Tefsirde Çokça Uydurma Haberin Bulunması
2.3.6.1.1. Doğuşu Başlangıçta tefsirle hadis birbirinden ayrılmış, müstakil bir durumda değildi. Tefsîrle hadis bir aradaydı. O bakımdan tefsirdeki uydurma hareketi, hadisle beraber başlamıştır. Uydurma hareketinin başlangıç tarihi hicrî 41 yılıdır. Çünkü müslümanlar arasında vuku bulan ihtilaflar bu tarihte yoğun*laşmaya başlamış, "Şîa", " Havâric" ve "Ehl-i sünnef'gibi bir kısım fırkalara bölünmüşlerdi.[159]
2.3.6.1.2. Sebepleri Bu bölünmeler sonucunda mezhep taassubu baş göstermiş, her fırka kendi mezhebinin doğruluğunu ispat edip yayabilmek için delilini Hz. Peygamber'e veya sahâbe'ye dayandırıyordu. Böylece delilinin daha güvenilir ve makbul olduğunu göstermiş oluyordu.Siyasetin de bu konuda büyük bir etkiye sahip olduğunu görüyoruz. Bu yüzden Abbasî halifelerine yaranmak isteyen bazı kimseler Hz. İbn Abbâs'a nisbet ederek çokça hadis rivayet etmişlerdir.Ayrıca harple İslâm'ı yıkamayacaklarını anlayan İslâm düşmanları, çeşitli hile ve desiselerle bu yüce dini yıkmak için maksatlı olarak hadis uydurmaya başlamışlardı.[160]
2.3.6.1.3. Tefsire Tesiri Uydurma yüzünden selef müfessirlerinin bıraktıkları büyük kültür mirasının çoğu kayboldu. Çünkü öyle şüpheye düşüldü ki güvenilir haberler bile bir kenara atıldı. Hatta sahih olsa bile, ele geçen her haber, reddedilmeye başlandı. Sahih rivayetler, zayıflarıyla karıştı. Sahihi, zayıftan ayıramayacak durumda olan bazı kimseler, rivayet edilen her habere aynı gözle bakmaya başlamışlardı. Hatta tümünün sahih olduğuna hükmeder hale gelmişlerdi. Bazen bir müfessirin birbirine zıt iki görüşünü görmüşler, onu tenakuza düşmekle, müslümanları da şüpheli ve birbiriyle çelişkili olan rivayetleri kabul etmekle suçlamışlardır. [161]
3.6.1.4. Değeri İsnâd yönü bir tarafa, şahsî görüş olması bakımından uydurma tefsirin ilmî bir değeri olabilir. Çünkü bu tefsir, uydurulan bir habere dayandırılır. Tefsîr ise, daime hayalî ve âyetten uzak bir şey değildir. Çoğu zaman ilmî bir değeri olabilir. Meselâ, tefsire dair bir söz uyduran, o sözü Hz. Ali veya İbn Abbâs'a nispet eder. Kendine ait bir söz uydurmaz. Halbuki bu, sadece onun görüşü ve âyetin tefsirine dair bir içtihadıdır. Çünkü onu kendi şahsî düşüncesine göre söylemiştir. Çoğu zaman doğru da olabilir.Sonuç şu ki, kendi görüşünün revaç bulup, kabul görmesini istemiş, sahabeden birine nispet etmiştir. Şüphesiz sahabeye nispet edilen bu tefsir, fîkir olarak ilmî değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bunun değersiz tarafı, sahabeye nispet edilmesidir. [162]
2.3.6.2. İsrâiliyyât İslâmî eserlere, özellikle tefsîr kitaplarına, eski dinlerin mensupları vasıtasıyla giren haberler vardır ki, bunlara İsrâiliyyât adı verilir.İsrâiliyyât, Kur'ân'da kısa ve özlü bir şekilde bahse*dilen eski toplulukların kıssa ve haberlerinde söz konusu olmuştur. Zamanın insanı, merak edip bu haberleri öğrenmek istemiştir.İşte Kur'ân'ı ve onun muhtevasını öğrenmek isteyen sahâbî ve tabiîler, bahsi geçen kıssa ve haberlerin tafsilatını öğrenmek için özellikle Tevrat ve İncil'in mensuplarına, Yahudi ve Hristiyanlara soruyorlardı. Fakat dine ve inançlara aykırı olanlarını kabul etmiyorlardı. Doğruya ve yalana ihtimali olan haberlerin doğruluğuna veya yalan olduğuna kesin olarak hükmetmiyorlardı. Yüce Peygamber'in "Ehl-i Kitab'ı tasdik de etmeyin, tekzîb de; sizler 'biz Allah'a ve O'nun tarafından indirilene inandık'”[163] deyiniz."[164] şeklindeki emrine uyuyorlardı.Buna göre isrâiliyyât, sahabe devrinde tefsîre girmeye başlamıştır. Ama sahabe, İsrailî haberleri alırken titiz davranmış, her haberin doğruluğuna hükmetmemiş, tenkid süzgecinden geçirmiştir. Bu konuda verilecek misaller pek çoktur. [165]
Biz bir tek misal vermekle yetineceğiz.Ebû Hureyre (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir gün, Resûlullah (s.a.v.) cuma gününden bahsederken, 'Onda bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul yoktur ki, namazda bulunup ve o saate rast gelip Allah'tan bir şey dilesin de Allah ona (dilediğini) vermesin" diye buyurdu." [166]İşte sahabe bu saatin tayin edilmesinde ihtilaf etmişlerdir. Bu saat her zaman var mıdır? Yoksa yılın her cumasında bulunmakta mıdır? Kâ'bu'l-Ahbâr, Tevrat'tan hatırında kalana itimat ederek, bu saatin yılın yalnız bir cumasına mahsus olabileceğini zannetmiş, Ebû Hureyre'ye o şekilde cevap vermişti. Fakat Tur dağında, Ebû Hureyre ile yaptıkları bir sohbette, Ebû Hureyre Ka'b'ın bu fikrini kabul etmemiş, Resûlullah'tan duyduğu "senenin her cumasında, bu saat vardır" rivayetine dayanarak düzeltmiştir. Ka'b da tekrar Tevrat'a başvurarak Ebû Hureyre'nin doğruluğunu tasdik etmiştir. Diğer bir rivayette de Ebû Hureyre, Abdullah İbn Selâm (r.a.)'a nakletmiş, Abdullah, o zaman gecikmeden "Ka'b yalan söylemiş" deyivermiştir. [167]
Bu olay, sahabenin her söylene sözü kabul etmediğini, aksine güçleri yettiği ölçüde, doğruyu araştırdıklarını ve ehl-i kitabın doğru olmayan sözlerini kabul etmediklerini gösterir bir belgedir.İsrailiyâta karşı sahabenin gösterdiği bu titizlik, daha sonraki nesillerde zayıflamaya başlamış, bu çeşit haberler müsamaha ile karşılanıp, sahih-zayıf demeden nakledilmiş, neticede tefsir kitapları, bu tip haberlerle kabarmaya başlamış, bunları ihtiva eden müstakil ederler bile te'lif edilmiştir. [168] (Dipnotlar ve daha fazla bilgi için : islamiuniversite.com )
 
bahakar Çevrimdışı

bahakar

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Dünya Öküzün Boynuzunda mı? Halk arasında dolaşmakta olan "dünya sarı öküzün
boynuzları üzerinde durmaktadır" sözü, özellikle deprem olduğu yer ve zamanlarda
"sarı öküz yine kafasını salladı" gibi yarı şaka yarı ciddî söylenen sözler,
kaba bir cehâletin akıl almaz delilleridir. Hatta "dünyanın öküz ile balığın
üzerinde olduğuna dair hadisin mevcûdiyetinden bahsedilmesi işi iyice
ciddîleştirmektedir. Gerçek durum şudur: Dünyanın öküz ya da balık üzerinde
bulunduğuna dâir güvenilir hadis kitaplarımızda hiç bir kayda rastlanmamaktadır.
İbn Hacer’in el-Metâlibu’l-Âliye’sinde[1] yeryüzünün yaratılışıyla ilgili babta
İsrâilî hikâyeler nakletmekle meşhur olan Kâ’bu’l-Ahbar’ın -Hz. Peygamber’e
izâfe etmeksizin- balıkla dünya arasında ilişki kurduğu görülmektedir. Öte
yandan el-Heysemî’nin Mecmûu’z-Zevâid’inde[2] İbn Ömer’den naklen Hz.
Peygamber’in dünyanın yeri ile ilgili bir dizi soruya “Arz su üzerindedir”, “Su,
kaya üzerindedir”, “Kaya, iki tarafından arz’a temas eden bir balığın
üzerindedir” şeklinde cevapladığı belirtilmektedir. Ancak el-Heysemî, bu zayıf
hadisi rivâyet edenler arasında bulunan Abdullah bin Ahmed’in “zayıf bir râvi
olduğu”nu belirterek, bu haberin doğruluğu konusundaki endişesini duyurur. Zaten
adı geçen kitap, birçok zayıf, hatta uydurma hadisin de bulunduğu, bu
rivâyetlerin yer yer kritiklerinin yapıldığı bir eserdir; sahih hadis kitabı da
sayılmaz. El-Albânî ise, İbn Adî’nin el-Kâmil’inde ve İbn Mende’nin
et-Tevhid’inde de gördüğü bu rivâyetin kesinlikle “uydurma” olduğunu ve böylesi
İsrâil kıssalarının Rasûlullah’ın sözü imiş gibi nakledilmesinin vebâline işaret
etmektedir.[3] Abdüllatif Harputî, meşhur eseri Tenkîhu’l-Kelâm fî Akaid-i
Ehl-i’l-İslâm’da bu öküz-balık uydurma ve hurâfesinin ehl-i kitaba âit olduğunu
hatta bunun yahûdilik ve hıristiyanlık için bile bir leke olduğunu
belirtmektedir. Bazı dikkatsiz veya hurâfelere düşkün müslümanların yazdığı
eserlerde görülen öküz ve balığa dair acâyip ve akıl almaz hikâyeler ya
İsrâiliyattandır veya (“bugün dünya kadınların üstünde duruyor”; “dünya, futbol
topunun veya paranın üstünde durmaktadır” sözleri gibi) temsil/benzetme
çeşidindendir ya da bazı rivâyetçilerin şahsî yorumlarıdır. Ancak bazı
dikkatsizler bunları hadis zannederek Peygamber’e isnad etmişlerdir.[4] Müslüman
olmayan milletlerin eski hikâyelerinin uzantısı şeklinde halk arasında dolaşan
bu dünyanın öküz veya balık üzerinde olduğu şeklindeki asılsız söz ve görüşler
İslâm ile uzaktan yakından ilgili değildir. Müslümanların böyle boş laflara
itibar etmemeleri gerekmektedir. Ve tabii hiç kimse de bu sözleri ileri sürerek
İslâm düşmanlığı yapmaya yeltenmemelidir. Aksi halde körü körüne bir
düşmanlıktan, zulmetmekten başka bir şey yapmış olmaz. Böyle kişilere Âkif gibi
“Suç başkasınındır da, niçin başkası mahkûm?” diye sorma hakkı doğar... Şu âyet
hakkında düşünelim: “Sen dağlara baksan, hareketsiz olduklarını sanırsın.
Halbuki onlar bulut gibi kayar giderler. İşte sana her şeyi hesaplı ve
sapasağlam yapan Allah’ın sanatı! Şüphesiz O, yaptıklarınızdan tamamen
haberdardır.” (Neml: 27/88) [5] [1] c. 3, s. 265-266. [2] c. 7, s. 131. [3]
Silsiletu’l-Ahâdîsi’z-Zaîfe, 294 nolu hadis. [4] Lem’alar, s. 86. [5] Ahmet
Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.
 
Üst Ana Sayfa Alt