Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Kafirlerin Kanı - Canı ve Namusu Helal midir?

A Çevrimdışı

Azeribirmuvahhid

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Arkadaşlar kafirlerin (savaş anında değilse) canı ve malı helal midir?
Mesela darul küfrde bir tane kafir var ve küfrü açık ama savaşmıyor. Onun canı ve karısı helal mi oluyor?
Savaş olduğunda değişiyor mu durum. Yani savaş anında masum bir kafir bizle savaşmıyor ama kafirlerin ülkesindeyse onun canı helal karısı cariye mi oluyor?
Bilgisi olan delilleriyle cevaplarsa sevinirim.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Kâfirin Kanı Helal midir?

Kâfirler Aslen Harbîdir!

Fiilî veya muhtemel düşmanlık ve savaş ilişkisi sebebiyle dâr'ul harb adı verilen yabancı ülkelerin tebaasına da “muharib” ve “düşman” anlamında harbî veya ehl-i harb denilmiştir. Bu ülkelerden barış ilişkisi kurulanlara dâr'us sulh , tebaalarına da “ehl-i sulh, ehl-i ahd, muâhid” vb. isimler verilmiştir. Bunlar can ve mal güvenliğine sahib olup İslâm ülkesine ayrıca eman almadan girebilir (Kendisiyle barış andlaşması yapılmış ülke, Dâr'ul Sulh).
İslâm devleti tebaasından dâr'ul harbe emanla girenler gibi dâr'ul harbe tebaasından bir İslâm ülkesine emanla belli bir süre için girenlere “muste’men” denir. Mustemen; aldıkları emanla can ve mal güvenliğine sahib olmakla birlikte bu durum aslen kendilerini harbî olmaktan çıkarmaz. Nitekim bunlar için bazan “harbî muste’men” tabiri de kullanılmıştır.

Ehl-i kitab ve Mecûsîler’in dışında kalan putperestler, güneşe ve yıldızlara tapanlar, Allah’ın varlığını kabul etmeyenler (ateistler) ve diğer bilumum inanç sahibleri gayr-i muslimlerin üçüncü grubunu oluşturur. Bu üç gruba mensub gayr-i muslimlere gerek milletlerarası gerekse ferdî ilişkilerde uygulanacak hükümlerde bazı farklılıklar mevcuddur.
İnanca dayalı bu ayırım yanında gayr-i muslimlerin, fıkıh literatüründe İslâm devletiyle olan siyasî ve hukukî munasebetleri bakımından da dört gruba ayrıldığı görülür.
İslâm devletiyle savaş halinde bulunan gayr-i muslim bir devletin (dâr'ul harb) vatandaşı olanlara “harbî”,
Belli bir süre barış andlaşması yapılan gayr-i muslim devletin (dâr'us sulh) vatandaşı olanlara “muâhid” (ehl-i sulh, ehl-i ahd),
Eman alarak İslâm ülkesine giren ve burada belli bir süre ikametine izin verilenlere “muste’men”,
İslâm devletinin tebaası olanlara da “zimmî” denir.
Bunlardan muâhidler, İslâm devletiyle aralarında ülke ayrılığı bulunması bakımından harbî, can ve mal güvenliğine sahib olmaları bakımından da muste’menle bazı ortak hükümlere sahibtirler

İslâmiyet’ten başka bir dine mensub bulunmaları ve İslâm hâkimiyetinin dışında kalan düşman bir ülkenin vatandaşı olmaları, klasik fıkıh literatüründe yer alan harbî tanımı ve harbîlere uygulanan hükümlerin belli başlı kriterlerini oluşturmaktadır. Buna göre ülkeleriyle fiilî veya muhtemel savaş ilişkisi bulunması sebebiyle muharib sayılan harbîlerin can ve malları mubah kabul edilmiştir. İslâm ülkesine eman almadan giren harbîye casus veya esir hükmü uygulanır. Ancak böyle bir kimse elçi veya tüccar olduğunu iddia ederse yanında resmî belge, mektub, ticaret malı gibi iddiasını destekleyecek deliller bulunması halinde canına ve malına dokunulmaz. İslâm’da barış ilişkilerine verilen önem sebebiyle, bilhassa elçilik ve ticaret amacı taşıyan bu tür ferdî teşebbüslerin fukaha arasında geniş bir müsamaha gördüğü anlaşılmaktadır.


Savaş şartlarında harbîlerin can ve mallarına zarar verilmesi mubah kabul edilmekle birlikte dâr'ul harbe emanla giren müslüman veya zimmînin, Onların can ve mallarına dokunması haramdır. Ancak can ve malı esasta mubah olduğundan harbînin dâr'ul harbte müslüman veya zimmî tarafından öldürülmesi halinde İslâm ülkesine dönüşlerinde onlara kısas ve diyet gerekmez. Çoğunluğa göre İslâm ülkesine muste’men olarak gelen harbînin öldürülmesi halinde de kısasa hükmedilmezken Ebû Yûsuf’a göre hükmedilir. Mâlikîler de bazı şartlar çerçevesinde bu görüşü benimsemişlerdir. Dört mezhebe göre, miktarı konusunda farklı görüşler de olsa müste’menin öldürülmesinden dolayı diyet gerekir.

İslâmiyet’i kabul ettiği halde dâr'u lislâma hicret etmeyen harbînin can ve malı aleyhine müslüman veya zimmînin dâr'ul harbte işlediği suçlar Şâfiîler, Hanbelîler ve Mâlikîler’e göre kısas ve tazmini gerektirir. Bu konuda dâr'ul islâmla dâr'ul harb arasında fark yoktur. Hanefîler ise bu kimsenin dâr'ul harbte can ve malına tecavüzün dinen haram olduğunu kabul etmekle birlikte İslâm devletinin hâkimiyet sınırları dışında işlenen bu suçun hukuken ceza ve tazmini gerektirmediğini ileri sürmüşlerdir.

Gayr-i muslimlerle yapılan bir savaşta, ister harbî ister muâhid olsun, tek kişiden veya az sayıda gayr-i muslimden yardım alınabileceği konusunda fukaha arasında görüş birliği vardır. Mustakil askerî güç oluşturan gayri muslimlerden yardım alma konusu ise tartışmalıdır. Bazı hukukçular bunun mekruh olduğunu ileri sürerken bazıları ihtiyaç bulunması, ihanetlerinden endişe duyulmaması ve İslâm devletinin otoritesi altında savaşmaları halinde onlardan yardım almanın câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Bazı âlimler de yardım alınanla savaşılan gayr-i muslimlerin ayrı dinlerden olmasını, iki grubun birleşmesi durumunda kendilerine karşı mukavemet imkânının bulunmasını bunun için şart koşmuşlardır. (Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı: Dâr'ul islâm - Dâr'ul harb, İstanbul 1991, Sf: 392b-392c)

Harbîlerin dâr'ul harbte birbirlerine veya orada emanla bulunan İslâm devleti tebaasına karşı işledikleri suçlarla ilgili davalara, müslüman oldukları veya dâr'ul islâma eman ile geldikleri zaman mahkemece bakılmayacağı ve hüküm verilmeyeceği hususunda mezheb imamları görüş birliği içindedir. Suçun İslâm devletinin hâkimiyet alanı dışında işlenmesi ve suçlunun İslâm hükümlerine uyma yükümlülüğünün bulunmaması bu görüşün dayanağını teşkil etmektedir.

Dâr'ulharbde cereyan eden bazı malî muamelelerle ilgili davalara gelince, Hanefîler’e göre harbîlerin kendi aralarında veya onlarla dâr'ul harbte bulunan İslâm tebaası arasında geçen borç, rehin ve vedîa gibi akidlerle gasb gibi haksız bir fiile dair dâr'ul harbda açılacak davalara bakılmaz. Çünkü yargılama hâkimiyeti (velâyet) gerektirir. Söz konusu muameleler, İslâm devletinin hâkimiyet alanı dışında gerçekleştiği gibi harbî muste’men üzerinde de ülkeye gelmeden önceki fiilleri bakımından İslâm devletinin velâyeti yoktur. Ancak harbîler Müslümanlığı kabul eder veya zimmî olurlarsa İslâm tâbiiyetine geçmiş olacaklarından davalarına bakılır. Ayrıca gasbeden taraf müslüman ise temelde mubah olmakla birlikte o malı çirkin bir yolla, yani emana hıyanetle elde ettiğinden iadesi diyâneten emredilir, aleyhine hüküm verilmez. Ebû Yûsuf, borç muamelesinde müslümanın borçlu olması halinde dava sırasında İslâm hükümleriyle yükümlü bulunduğundan aleyhine hüküm verileceği görüşündedir.
Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, dâr'ul harbte harbîler arasında geçen borç ve vedîa gibi akidlerle ilgili olarak dâr'ul harbda dava açıldığında aralarında hükmedilir. Bu muameleler karşılıklı ivaz ve rıdâya dayandığı için hukukî sonuç doğurur. Gasbda ise hüküm verilmez; çünkü burada akid ve iltizam yoktur. Buna göre harbîlerle İslâm tebaası arasındaki muamelelerde de hüküm aynıdır.

Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mezhebleriyle Hanefî mezhebinden Ebû Yûsuf’a göre, müslümanların ve zimmîlerin dâr'ul harbte harbîlerle faiz muamelesinde bulunması dâr'ul islâmda olduğu gibi haramdır. Çünkü faiz yasağıyla ilgili âyet ve hadisler umum ifade ettiğinden hükmü belli bir mekânla sınırlı olmaz.
Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre ise harbîlerden faiz almak, onlara içki ve domuz gibi haram mallar satmak câizdir. Peygamber zamanındaki bazı uygulamalar yanında (Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı: Dâr'ul islâm - Dâr'ul harb, İstanbul 1991, Sf: 260 -266) harbînin malının mubah olmasını görüşlerine delil gösteren bu âlimlere göre akid yoluyla harbînin rıdâsı sağlanarak esasen mubah bir mala sahib olunmaktadır. Müslümanın veya zimmînin faiz vermesi veya haram sayılan malları satın alması ise câiz görülmemiştir. Harbîlerle yapılan bu tür muamelelerde karşılıklı olarak bedeller kabzedilmişse akid tamamlanmış olacağından dâr'ul islâmda açılacak davaya bakılmaz. Ancak kabz gerçekleşmemiş veya dâr'ul islâmda yapılmışsa mahkeme akdi ibtal eder.

Gayr-i muslimin müslümana mirasçı olamayacağı hususunda icmâ bulunmasına karşılık bazı sahâbî ve tâbiîn âlimleri müslümanın gayri muslime mirasçı olacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak ashab ve tâbiînin çoğunluğu ile dört mezheb imamı bunun aksini savunmuştur. Gayr-i muslimler aynı dinden oldukları takdirde birbirlerine mirasçı olacakları konusunda ihtilâf yoktur. Ayrı dinlerden olan gayri muslimler Hanefî ve Şâfiîler’e göre birbirlerine mirasçı olabilirken Hanbelî ve Mâlikîler gayri müslimler arasında da din ayrılığının mirasçılığa engel olduğunu kabul etmişlerdir. Hanefîler’e göre ülke ayrılığı gayr-i muslimler arasında mirasçılığa mani olduğu için harbî ile zimmî veya muste’men ile zimmî arasında mirasçılık cereyan etmez. Bunun gibi iki ayrı devletin tebaası olan iki muste’men de birbirlerine mirasçı olamazlar. Buna karşılık aynı ülkeden olan iki muste’men arasında veya bir muste’men ile dâr'ul harbteki akrabası (harbî) arasında mirasçılık geçerlidir.
Şâfiîler’e göre bunlar birbirlerine mirasçı olabilecekleri gibi, muste’men ile zimmî arasında da mirasçılık cereyan eder. Fakat muste’men ile kendi ülkesindeki harbî akrabası veya zimmî ile harbî birbirine mirasçı olamaz. Buna göre Hanefîler tâbiiyete dayanan hükmî ayrılığı, Şâfiîler ise ikametgâha dayanan fiilî ayrılığı mirasçılığa engel kabul etmişlerdir. Hanbelîler ve Mâlikîler’e göre ise ülke ayrılığı hiçbir şekilde mirasçılığa mani değildir.

Mâlikîler ve Hanefîler, muste’men gayr-i muslime vasiyetin câiz, harbîye ise câiz olmadığı görüşündedir. Şâfiîler ile Hanbelîler ise harbîye de vasiyeti câiz görmüşlerdir. Harbîlere hibe ve sadaka vermenin meşruluğu konusunda görüş birliğine varan dört mezheb imamı onlara vakıfta bulunmaya cevaz vermemişlerdir. Hanefîler’e göre muste’men de bu konuda harbî gibidir.

Fakihler, harbî eşe nafaka vermenin vâcib olduğu konusunda görüş birliğine varırken diğer akrabalar hususunda ihtilâf etmişlerdir. Mâlikîler, Hanefîler ve Şâfiîler, akrabalara nafaka verme konusunda din ayrılığının tesirinin bulunmadığını belirtirler.
Ancak Mâlikîler’e göre nafaka mükellefiyeti yalnız ebeveyn ile çocuk arasında söz konusudur.
Hanbelîler’e göre ise din ayrılığı nafaka sorumluluğuna engeldir.
Sonuç olarak cumhura göre müslüman ile zimmî arasında nafaka mükellefiyeti mevcuddur.
Harbî ve muste’menlere gelince, Hanefîler’e göre bunlarla müslümanlar arasında nafaka sorumluluğu yoktur. Ancak Şâfiîler ve Hanefîler’den Kâsânî, bu durumda da usul ve furû arasında nafaka gerektiğini kabul ederler.
 
A Çevrimdışı

Azeribirmuvahhid

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Kâfirin Kanı Helal midir?

Kâfirler Aslen Harbîdir!

Fiilî veya muhtemel düşmanlık ve savaş ilişkisi sebebiyle dâr'ul harb adı verilen yabancı ülkelerin tebaasına da “muharib” ve “düşman” anlamında harbî veya ehl-i harb denilmiştir. Bu ülkelerden barış ilişkisi kurulanlara dâr'us sulh , tebaalarına da “ehl-i sulh, ehl-i ahd, muâhid” vb. isimler verilmiştir. Bunlar can ve mal güvenliğine sahib olup İslâm ülkesine ayrıca eman almadan girebilir (Kendisiyle barış andlaşması yapılmış ülke, Dâr'ul Sulh).
İslâm devleti tebaasından dâr'ul harbe emanla girenler gibi dâr'ul harbe tebaasından bir İslâm ülkesine emanla belli bir süre için girenlere “muste’men” denir. Mustemen; aldıkları emanla can ve mal güvenliğine sahib olmakla birlikte bu durum aslen kendilerini harbî olmaktan çıkarmaz. Nitekim bunlar için bazan “harbî muste’men” tabiri de kullanılmıştır.

Ehl-i kitab ve Mecûsîler’in dışında kalan putperestler, güneşe ve yıldızlara tapanlar, Allah’ın varlığını kabul etmeyenler (ateistler) ve diğer bilumum inanç sahibleri gayr-i muslimlerin üçüncü grubunu oluşturur. Bu üç gruba mensub gayr-i muslimlere gerek milletlerarası gerekse ferdî ilişkilerde uygulanacak hükümlerde bazı farklılıklar mevcuddur.
İnanca dayalı bu ayırım yanında gayr-i muslimlerin, fıkıh literatüründe İslâm devletiyle olan siyasî ve hukukî munasebetleri bakımından da dört gruba ayrıldığı görülür.
İslâm devletiyle savaş halinde bulunan gayr-i muslim bir devletin (dâr'ul harb) vatandaşı olanlara “harbî”,
Belli bir süre barış andlaşması yapılan gayr-i muslim devletin (dâr'us sulh) vatandaşı olanlara “muâhid” (ehl-i sulh, ehl-i ahd),
Eman alarak İslâm ülkesine giren ve burada belli bir süre ikametine izin verilenlere “muste’men”,
İslâm devletinin tebaası olanlara da “zimmî” denir.
Bunlardan muâhidler, İslâm devletiyle aralarında ülke ayrılığı bulunması bakımından harbî, can ve mal güvenliğine sahib olmaları bakımından da muste’menle bazı ortak hükümlere sahibtirler

İslâmiyet’ten başka bir dine mensub bulunmaları ve İslâm hâkimiyetinin dışında kalan düşman bir ülkenin vatandaşı olmaları, klasik fıkıh literatüründe yer alan harbî tanımı ve harbîlere uygulanan hükümlerin belli başlı kriterlerini oluşturmaktadır. Buna göre ülkeleriyle fiilî veya muhtemel savaş ilişkisi bulunması sebebiyle muharib sayılan harbîlerin can ve malları mubah kabul edilmiştir. İslâm ülkesine eman almadan giren harbîye casus veya esir hükmü uygulanır. Ancak böyle bir kimse elçi veya tüccar olduğunu iddia ederse yanında resmî belge, mektub, ticaret malı gibi iddiasını destekleyecek deliller bulunması halinde canına ve malına dokunulmaz. İslâm’da barış ilişkilerine verilen önem sebebiyle, bilhassa elçilik ve ticaret amacı taşıyan bu tür ferdî teşebbüslerin fukaha arasında geniş bir müsamaha gördüğü anlaşılmaktadır.


Savaş şartlarında harbîlerin can ve mallarına zarar verilmesi mubah kabul edilmekle birlikte dâr'ul harbe emanla giren müslüman veya zimmînin, Onların can ve mallarına dokunması haramdır. Ancak can ve malı esasta mubah olduğundan harbînin dâr'ul harbte müslüman veya zimmî tarafından öldürülmesi halinde İslâm ülkesine dönüşlerinde onlara kısas ve diyet gerekmez. Çoğunluğa göre İslâm ülkesine muste’men olarak gelen harbînin öldürülmesi halinde de kısasa hükmedilmezken Ebû Yûsuf’a göre hükmedilir. Mâlikîler de bazı şartlar çerçevesinde bu görüşü benimsemişlerdir. Dört mezhebe göre, miktarı konusunda farklı görüşler de olsa müste’menin öldürülmesinden dolayı diyet gerekir.

İslâmiyet’i kabul ettiği halde dâr'u lislâma hicret etmeyen harbînin can ve malı aleyhine müslüman veya zimmînin dâr'ul harbte işlediği suçlar Şâfiîler, Hanbelîler ve Mâlikîler’e göre kısas ve tazmini gerektirir. Bu konuda dâr'ul islâmla dâr'ul harb arasında fark yoktur. Hanefîler ise bu kimsenin dâr'ul harbte can ve malına tecavüzün dinen haram olduğunu kabul etmekle birlikte İslâm devletinin hâkimiyet sınırları dışında işlenen bu suçun hukuken ceza ve tazmini gerektirmediğini ileri sürmüşlerdir.

Gayr-i muslimlerle yapılan bir savaşta, ister harbî ister muâhid olsun, tek kişiden veya az sayıda gayr-i muslimden yardım alınabileceği konusunda fukaha arasında görüş birliği vardır. Mustakil askerî güç oluşturan gayri muslimlerden yardım alma konusu ise tartışmalıdır. Bazı hukukçular bunun mekruh olduğunu ileri sürerken bazıları ihtiyaç bulunması, ihanetlerinden endişe duyulmaması ve İslâm devletinin otoritesi altında savaşmaları halinde onlardan yardım almanın câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Bazı âlimler de yardım alınanla savaşılan gayr-i muslimlerin ayrı dinlerden olmasını, iki grubun birleşmesi durumunda kendilerine karşı mukavemet imkânının bulunmasını bunun için şart koşmuşlardır. (Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı: Dâr'ul islâm - Dâr'ul harb, İstanbul 1991, Sf: 392b-392c)

Harbîlerin dâr'ul harbte birbirlerine veya orada emanla bulunan İslâm devleti tebaasına karşı işledikleri suçlarla ilgili davalara, müslüman oldukları veya dâr'ul islâma eman ile geldikleri zaman mahkemece bakılmayacağı ve hüküm verilmeyeceği hususunda mezheb imamları görüş birliği içindedir. Suçun İslâm devletinin hâkimiyet alanı dışında işlenmesi ve suçlunun İslâm hükümlerine uyma yükümlülüğünün bulunmaması bu görüşün dayanağını teşkil etmektedir.

Dâr'ulharbde cereyan eden bazı malî muamelelerle ilgili davalara gelince, Hanefîler’e göre harbîlerin kendi aralarında veya onlarla dâr'ul harbte bulunan İslâm tebaası arasında geçen borç, rehin ve vedîa gibi akidlerle gasb gibi haksız bir fiile dair dâr'ul harbda açılacak davalara bakılmaz. Çünkü yargılama hâkimiyeti (velâyet) gerektirir. Söz konusu muameleler, İslâm devletinin hâkimiyet alanı dışında gerçekleştiği gibi harbî muste’men üzerinde de ülkeye gelmeden önceki fiilleri bakımından İslâm devletinin velâyeti yoktur. Ancak harbîler Müslümanlığı kabul eder veya zimmî olurlarsa İslâm tâbiiyetine geçmiş olacaklarından davalarına bakılır. Ayrıca gasbeden taraf müslüman ise temelde mubah olmakla birlikte o malı çirkin bir yolla, yani emana hıyanetle elde ettiğinden iadesi diyâneten emredilir, aleyhine hüküm verilmez. Ebû Yûsuf, borç muamelesinde müslümanın borçlu olması halinde dava sırasında İslâm hükümleriyle yükümlü bulunduğundan aleyhine hüküm verileceği görüşündedir.
Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, dâr'ul harbte harbîler arasında geçen borç ve vedîa gibi akidlerle ilgili olarak dâr'ul harbda dava açıldığında aralarında hükmedilir. Bu muameleler karşılıklı ivaz ve rıdâya dayandığı için hukukî sonuç doğurur. Gasbda ise hüküm verilmez; çünkü burada akid ve iltizam yoktur. Buna göre harbîlerle İslâm tebaası arasındaki muamelelerde de hüküm aynıdır.

Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mezhebleriyle Hanefî mezhebinden Ebû Yûsuf’a göre, müslümanların ve zimmîlerin dâr'ul harbte harbîlerle faiz muamelesinde bulunması dâr'ul islâmda olduğu gibi haramdır. Çünkü faiz yasağıyla ilgili âyet ve hadisler umum ifade ettiğinden hükmü belli bir mekânla sınırlı olmaz.
Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre ise harbîlerden faiz almak, onlara içki ve domuz gibi haram mallar satmak câizdir. Peygamber zamanındaki bazı uygulamalar yanında (Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı: Dâr'ul islâm - Dâr'ul harb, İstanbul 1991, Sf: 260 -266) harbînin malının mubah olmasını görüşlerine delil gösteren bu âlimlere göre akid yoluyla harbînin rıdâsı sağlanarak esasen mubah bir mala sahib olunmaktadır. Müslümanın veya zimmînin faiz vermesi veya haram sayılan malları satın alması ise câiz görülmemiştir. Harbîlerle yapılan bu tür muamelelerde karşılıklı olarak bedeller kabzedilmişse akid tamamlanmış olacağından dâr'ul islâmda açılacak davaya bakılmaz. Ancak kabz gerçekleşmemiş veya dâr'ul islâmda yapılmışsa mahkeme akdi ibtal eder.

Gayr-i muslimin müslümana mirasçı olamayacağı hususunda icmâ bulunmasına karşılık bazı sahâbî ve tâbiîn âlimleri müslümanın gayri muslime mirasçı olacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak ashab ve tâbiînin çoğunluğu ile dört mezheb imamı bunun aksini savunmuştur. Gayr-i muslimler aynı dinden oldukları takdirde birbirlerine mirasçı olacakları konusunda ihtilâf yoktur. Ayrı dinlerden olan gayri muslimler Hanefî ve Şâfiîler’e göre birbirlerine mirasçı olabilirken Hanbelî ve Mâlikîler gayri müslimler arasında da din ayrılığının mirasçılığa engel olduğunu kabul etmişlerdir. Hanefîler’e göre ülke ayrılığı gayr-i muslimler arasında mirasçılığa mani olduğu için harbî ile zimmî veya muste’men ile zimmî arasında mirasçılık cereyan etmez. Bunun gibi iki ayrı devletin tebaası olan iki muste’men de birbirlerine mirasçı olamazlar. Buna karşılık aynı ülkeden olan iki muste’men arasında veya bir muste’men ile dâr'ul harbteki akrabası (harbî) arasında mirasçılık geçerlidir.
Şâfiîler’e göre bunlar birbirlerine mirasçı olabilecekleri gibi, muste’men ile zimmî arasında da mirasçılık cereyan eder. Fakat muste’men ile kendi ülkesindeki harbî akrabası veya zimmî ile harbî birbirine mirasçı olamaz. Buna göre Hanefîler tâbiiyete dayanan hükmî ayrılığı, Şâfiîler ise ikametgâha dayanan fiilî ayrılığı mirasçılığa engel kabul etmişlerdir. Hanbelîler ve Mâlikîler’e göre ise ülke ayrılığı hiçbir şekilde mirasçılığa mani değildir.

Mâlikîler ve Hanefîler, muste’men gayr-i muslime vasiyetin câiz, harbîye ise câiz olmadığı görüşündedir. Şâfiîler ile Hanbelîler ise harbîye de vasiyeti câiz görmüşlerdir. Harbîlere hibe ve sadaka vermenin meşruluğu konusunda görüş birliğine varan dört mezheb imamı onlara vakıfta bulunmaya cevaz vermemişlerdir. Hanefîler’e göre muste’men de bu konuda harbî gibidir.

Fakihler, harbî eşe nafaka vermenin vâcib olduğu konusunda görüş birliğine varırken diğer akrabalar hususunda ihtilâf etmişlerdir. Mâlikîler, Hanefîler ve Şâfiîler, akrabalara nafaka verme konusunda din ayrılığının tesirinin bulunmadığını belirtirler.
Ancak Mâlikîler’e göre nafaka mükellefiyeti yalnız ebeveyn ile çocuk arasında söz konusudur.
Hanbelîler’e göre ise din ayrılığı nafaka sorumluluğuna engeldir.
Sonuç olarak cumhura göre müslüman ile zimmî arasında nafaka mükellefiyeti mevcuddur.
Harbî ve muste’menlere gelince, Hanefîler’e göre bunlarla müslümanlar arasında nafaka sorumluluğu yoktur. Ancak Şâfiîler ve Hanefîler’den Kâsânî, bu durumda da usul ve furû arasında nafaka gerektiğini kabul ederler.
Teşekkür ederim detaylı cevap için abi. Yani şimdi bu işidçiler darul harbte yaşayanların çoğu kafir ve canları malları namusları direkt helal dedikleri için yanlış yapıyorlar ve hatta müslümanları öldürüyorlar (dediğinizden anladığım bu). Haricilerden Allaha sığınırım.
 
Üst Ana Sayfa Alt