E
Çevrimdışı
Ebu & Dücane
Misafir
Kur'an'dan Faydalanmanın Şartları
Üstad ve imam, sünnetin müdafaası ve bid'atların düşmanı Ebû Abdullah olan meşhur İbn Kayyim (rah.a.) der ki:
Kur'an'dan faydalanmak istersen onu okuyacağın ve dinleyeceğin zaman kalbini ona bağla ve işitme organlarını ancak ona yönlendir. Yüce Allah'ın seninle konuştuğu, muhatap olunduğun şuuruyla o atmosferde hazır bulun. Çünkü Kur'an, Resûlü'nün dili üzere Allah'ın buyurduğu hitabıdır.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki bunda kalbi olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt bulunmaktadır." (Kaf, 37)
İşte böyle...
Bunun tam tesir etmesi için, gerçekleşmesi gereken düsturların, konumlara olan bağlantısının, bu tesirin meydana gelme koşullarının, gerekli şartın meydana gelmesi ve bunlara mani olan etkenlerin kalkması gerekir. Ayet-i kerime bunların hepsini apaçık ve özlü bir anlatımla dile getirmekte, maksadı ortaya koymaktadır....
Ayet-i kerime'de buyurulan:
"Muhakkak ki bunda bir öğüt bulunmaktadır" cümlesi, sûrenin başından bu ayete kadar olan konulara işaret etmektedir. İşte bu, tesir edendir.
"Kalbi olan" ifadesine gelirsek, bu da (tesiri) kabul eden yerdir. Bundan murad ise, Allahu Teâlâ'yı akleden diri kalptir. Allahu Teâlâ'nın buyurduğu gibi:
"O'nun söyledikleri, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur'andır. Diri olanları uyarsın ve kâfirler cezayı hak etsinler diye." (Yasin, 69-70)
Yani, diri kalpleri.
Âyette geçen, "Kulak veren" ifadesi ise; kendisine söylenenlere karşı hazır bulunup kulak vermek ve işitmeyi oraya yönlendirmek demektir. Nitekim bu da, söz ile tesir etmenin şartı anlamına gelir.
"Hazır bulunup" ifadesine bakarsak; bundan murad ise, kalbin şahit olması, hazır bulunup, kaybolmaması demektir.
İbn Kuteybe der ki:
"Allah'ın Kitabını dinlerken kalp ve idrak hazır ve şahit bulunmalı ve asla gafil olmamalıdır."
Şu var ki, kalbin başka yerde olması, tesir etmesi için engel teşkil etmektedir. Yani kendisine söylenenlere karşı kalp gaflette bulunmakta ve hazır olmamaktadır. Ona bakışlarını çevirmemekte, onu düşünmemektedir.
Öyleyse, tesir oluşmuşsa ki bu Kur'an-ı Kerim'in bizzat kendisidir
Kabul eden yerde oluşmuşsa - ki bu da akleden kalptir-,
Şart da meydana gelmişse -ki bu da kulak vermektir-,
Maniler de ortadan kalkmışlarsa -bunlarda kalbin gafil olması, âyetin hitabından çıkıp başka şeylere yönelmesidir-
O takdirde istenilen tesir meydana gelmiş demektir. Bu da: Faydalanmak ve öğüt almaktır.
Diri Kalb
Şayet;
"Öğüdün tesir etmesi için âyet-i kerime'de geçen bütün şartların hepsinin birlikte gerçekleşmesi gerekir.
Şöyle ki: Yüce Allah'ın, "veya hazır bulunup kulak veren..." âyetinde geçen (veya) edatının bu mânada olduğunu, bu edatın cemi mânasında geldiğini, bunun iki şey arasındaki mâna ayrımını veren (veya) edatı olmadığını" söyleyen bir görüş ortaya atılsa;
şu şekilde cevap verilir:
Bir defa bu güzel bir soru ve ona şöyle cevap veririz:
"Kendisine Kur'an âyetlerinin okunduğu muhatap kişinin hâline itibarla kelam -veya- edatı ile çıkmış oluyor. Çünkü insanlardan kimisi var ki, kalbi diri ve anlamakta, fıtratı da oldukça olgundur. Kalbiyle tefekkür ettiğinde kalbi ve aklı Kuranın sıhhatine ve O'nun hak olduğuna delalet eder. Kur'an'ın haber verdiklerine de bu sefer kalp, şahit ve hazır bulunmakta, Kur'an'da varid olan âyetler de artık onun kalbine fıtratın nuru üzere bir nur olmaktadır. Şüphesiz ki bu durum Kur'an'da haklarında şöyle buyurulan kimselerin özellikleri cümlesindendir:
"Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana indirilenin (Kur'an'ın) gerçek olduğunu bilir; onun, mutlak galip ve övgüye layık olan (Allah'ın) yoluna ilettiğini görürler." (Sebe, 6)
Onların haklarında Yüce Allah şöyle de buyurmuştur:
"Allah, göklerin ve yerin nurudur (aydınlatıcısıdır). O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir; o billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara (işte böyle) misal verir; Allah her şeyi bilir." (Nur, 35)
İşte bu, fıtrat nurunun vahiy nuru üzere olduğunu ortaya koyar. Aynı zamanda kalp sahibi kimsenin bu kalbinin, hisseden diri bir kalp olduğunu da ortaya koymaktadır.
Bu âyetin (Yani Kaf, 37 âyet-i kerimesi. (Mütercim) içerdiği mâna ve konuları biz "İctimau'l Cuyuşil-İslâmiyyeti Ala Gazvîl Muattileti ve'l-Cehmiyyeti" adlı kitapta zikretmiştik.
Kalp sahibi kişi, kalbiyle Kur'an mânalarının arasını cem edip toplayan bir kalbin sahibi demektir. O'nun kalbi bu mânaları öyle bir telakki eder ki sanki bunların, kalbine yazıldığını görür ve bunları ezbere okuyuverir. Elbette ki insanlardan kimisi de var ki, kendisini bir türlü tam anlamıyla verememekte, kalbi titrememekte ve tam diri olmamaktadır. Kendisi için hak ile bâtılın arasını ayırt edici bir şahide ihtiyaç duymaktadır. Kalbinin diriliğine ve nuruna henüz erişememektedir. Fıtratının temizliği de, diri ve hisseden kalp sahibinin konumu demektir. Hidayete ulaşmasının yolu da, kendisini Kur'an okunduğu zaman başka sözlere yönlendirmemesidir. Kalbini Kur'an'ı anlayıp düşünmeye, tefekkür etmeye ve mânalarını akletmeye yönlendirmelidir. İşte bu durumda Kur'an'ın hak olduğunu anlayacaktır."
Dolayısıyla ilki, Kur'an'ın haber verdiklerini ve kendisini çağırdığı şeyleri bizzat aynıyla gören kimsenin durumudur.
İkincisi de, Kur'an'da olanları haber verenin doğru olduğunu bilen, inanan ve bunun yanı sıra "Sadece haber vermesi bana yeter" diyen bir kimsenin durumudur. İşte bu kimse sadece iman ettiğinin göstergesini ortaya koyan konumda bulunurken, ilki aynı zamanda ihsan konumunda olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu ilkinde bulunan kişi, aynı zamanda yakinî ilme de ulaşmış demektir. O'nun kalbi, kendisinin aynel-yakin konumda olduğunu da müşahade eder. Küfürden çıkıp İslâm'a girdiğini ortaya koyan kesin tasdiki de onunla beraber ayrılmaz olmuştur.
Ayne'l-yakin iki kısımdır.
- Bir kısmı dünyada,
- Bir kısmı da âhirettedir.
Dünyada elde edeceği aynel-yakine gelirsek; bunun kalbe olan nisbeti şahidin bizzat aynına (=kendine) nisbeti gibidir.
Peygamberlerin gayba ait bildirdikleri ise, âhirette gözlerle görme olarak aynel-yakin kısmına girerken, dünyada ise, bu durum basiretle gerçekleşir. İşte bu da, her iki mertebede ki aynel-yakin kısımlarıdır.
(Ayne'l-yakin: Bizzat yakin olan kesinliğin kendisi anlamına gelir. Hiç şüphe ve uzaklık belirtmeyen, kesinkezlik ve bizzatlık ve hakikaten. Burada ise: Kesin görünecekler ve kesin müşahadeler mânasındadır. (Mütercim)
İbn Kayyim el-Cevziyye(El-Fevaid)
Üstad ve imam, sünnetin müdafaası ve bid'atların düşmanı Ebû Abdullah olan meşhur İbn Kayyim (rah.a.) der ki:
Kur'an'dan faydalanmak istersen onu okuyacağın ve dinleyeceğin zaman kalbini ona bağla ve işitme organlarını ancak ona yönlendir. Yüce Allah'ın seninle konuştuğu, muhatap olunduğun şuuruyla o atmosferde hazır bulun. Çünkü Kur'an, Resûlü'nün dili üzere Allah'ın buyurduğu hitabıdır.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki bunda kalbi olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt bulunmaktadır." (Kaf, 37)
İşte böyle...
Bunun tam tesir etmesi için, gerçekleşmesi gereken düsturların, konumlara olan bağlantısının, bu tesirin meydana gelme koşullarının, gerekli şartın meydana gelmesi ve bunlara mani olan etkenlerin kalkması gerekir. Ayet-i kerime bunların hepsini apaçık ve özlü bir anlatımla dile getirmekte, maksadı ortaya koymaktadır....
Ayet-i kerime'de buyurulan:
"Muhakkak ki bunda bir öğüt bulunmaktadır" cümlesi, sûrenin başından bu ayete kadar olan konulara işaret etmektedir. İşte bu, tesir edendir.
"Kalbi olan" ifadesine gelirsek, bu da (tesiri) kabul eden yerdir. Bundan murad ise, Allahu Teâlâ'yı akleden diri kalptir. Allahu Teâlâ'nın buyurduğu gibi:
"O'nun söyledikleri, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur'andır. Diri olanları uyarsın ve kâfirler cezayı hak etsinler diye." (Yasin, 69-70)
Yani, diri kalpleri.
Âyette geçen, "Kulak veren" ifadesi ise; kendisine söylenenlere karşı hazır bulunup kulak vermek ve işitmeyi oraya yönlendirmek demektir. Nitekim bu da, söz ile tesir etmenin şartı anlamına gelir.
"Hazır bulunup" ifadesine bakarsak; bundan murad ise, kalbin şahit olması, hazır bulunup, kaybolmaması demektir.
İbn Kuteybe der ki:
"Allah'ın Kitabını dinlerken kalp ve idrak hazır ve şahit bulunmalı ve asla gafil olmamalıdır."
Şu var ki, kalbin başka yerde olması, tesir etmesi için engel teşkil etmektedir. Yani kendisine söylenenlere karşı kalp gaflette bulunmakta ve hazır olmamaktadır. Ona bakışlarını çevirmemekte, onu düşünmemektedir.
Öyleyse, tesir oluşmuşsa ki bu Kur'an-ı Kerim'in bizzat kendisidir
Kabul eden yerde oluşmuşsa - ki bu da akleden kalptir-,
Şart da meydana gelmişse -ki bu da kulak vermektir-,
Maniler de ortadan kalkmışlarsa -bunlarda kalbin gafil olması, âyetin hitabından çıkıp başka şeylere yönelmesidir-
O takdirde istenilen tesir meydana gelmiş demektir. Bu da: Faydalanmak ve öğüt almaktır.
Diri Kalb
Şayet;
"Öğüdün tesir etmesi için âyet-i kerime'de geçen bütün şartların hepsinin birlikte gerçekleşmesi gerekir.
Şöyle ki: Yüce Allah'ın, "veya hazır bulunup kulak veren..." âyetinde geçen (veya) edatının bu mânada olduğunu, bu edatın cemi mânasında geldiğini, bunun iki şey arasındaki mâna ayrımını veren (veya) edatı olmadığını" söyleyen bir görüş ortaya atılsa;
şu şekilde cevap verilir:
Bir defa bu güzel bir soru ve ona şöyle cevap veririz:
"Kendisine Kur'an âyetlerinin okunduğu muhatap kişinin hâline itibarla kelam -veya- edatı ile çıkmış oluyor. Çünkü insanlardan kimisi var ki, kalbi diri ve anlamakta, fıtratı da oldukça olgundur. Kalbiyle tefekkür ettiğinde kalbi ve aklı Kuranın sıhhatine ve O'nun hak olduğuna delalet eder. Kur'an'ın haber verdiklerine de bu sefer kalp, şahit ve hazır bulunmakta, Kur'an'da varid olan âyetler de artık onun kalbine fıtratın nuru üzere bir nur olmaktadır. Şüphesiz ki bu durum Kur'an'da haklarında şöyle buyurulan kimselerin özellikleri cümlesindendir:
"Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana indirilenin (Kur'an'ın) gerçek olduğunu bilir; onun, mutlak galip ve övgüye layık olan (Allah'ın) yoluna ilettiğini görürler." (Sebe, 6)
Onların haklarında Yüce Allah şöyle de buyurmuştur:
"Allah, göklerin ve yerin nurudur (aydınlatıcısıdır). O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir; o billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara (işte böyle) misal verir; Allah her şeyi bilir." (Nur, 35)
İşte bu, fıtrat nurunun vahiy nuru üzere olduğunu ortaya koyar. Aynı zamanda kalp sahibi kimsenin bu kalbinin, hisseden diri bir kalp olduğunu da ortaya koymaktadır.
Bu âyetin (Yani Kaf, 37 âyet-i kerimesi. (Mütercim) içerdiği mâna ve konuları biz "İctimau'l Cuyuşil-İslâmiyyeti Ala Gazvîl Muattileti ve'l-Cehmiyyeti" adlı kitapta zikretmiştik.
Kalp sahibi kişi, kalbiyle Kur'an mânalarının arasını cem edip toplayan bir kalbin sahibi demektir. O'nun kalbi bu mânaları öyle bir telakki eder ki sanki bunların, kalbine yazıldığını görür ve bunları ezbere okuyuverir. Elbette ki insanlardan kimisi de var ki, kendisini bir türlü tam anlamıyla verememekte, kalbi titrememekte ve tam diri olmamaktadır. Kendisi için hak ile bâtılın arasını ayırt edici bir şahide ihtiyaç duymaktadır. Kalbinin diriliğine ve nuruna henüz erişememektedir. Fıtratının temizliği de, diri ve hisseden kalp sahibinin konumu demektir. Hidayete ulaşmasının yolu da, kendisini Kur'an okunduğu zaman başka sözlere yönlendirmemesidir. Kalbini Kur'an'ı anlayıp düşünmeye, tefekkür etmeye ve mânalarını akletmeye yönlendirmelidir. İşte bu durumda Kur'an'ın hak olduğunu anlayacaktır."
Dolayısıyla ilki, Kur'an'ın haber verdiklerini ve kendisini çağırdığı şeyleri bizzat aynıyla gören kimsenin durumudur.
İkincisi de, Kur'an'da olanları haber verenin doğru olduğunu bilen, inanan ve bunun yanı sıra "Sadece haber vermesi bana yeter" diyen bir kimsenin durumudur. İşte bu kimse sadece iman ettiğinin göstergesini ortaya koyan konumda bulunurken, ilki aynı zamanda ihsan konumunda olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu ilkinde bulunan kişi, aynı zamanda yakinî ilme de ulaşmış demektir. O'nun kalbi, kendisinin aynel-yakin konumda olduğunu da müşahade eder. Küfürden çıkıp İslâm'a girdiğini ortaya koyan kesin tasdiki de onunla beraber ayrılmaz olmuştur.
Ayne'l-yakin iki kısımdır.
- Bir kısmı dünyada,
- Bir kısmı da âhirettedir.
Dünyada elde edeceği aynel-yakine gelirsek; bunun kalbe olan nisbeti şahidin bizzat aynına (=kendine) nisbeti gibidir.
Peygamberlerin gayba ait bildirdikleri ise, âhirette gözlerle görme olarak aynel-yakin kısmına girerken, dünyada ise, bu durum basiretle gerçekleşir. İşte bu da, her iki mertebede ki aynel-yakin kısımlarıdır.
(Ayne'l-yakin: Bizzat yakin olan kesinliğin kendisi anlamına gelir. Hiç şüphe ve uzaklık belirtmeyen, kesinkezlik ve bizzatlık ve hakikaten. Burada ise: Kesin görünecekler ve kesin müşahadeler mânasındadır. (Mütercim)
İbn Kayyim el-Cevziyye(El-Fevaid)