YAHUDİLER VE MÜNAFİKLAR
41- Ey peygamber, kalpleri iman etmediği halde ağızdan "inandık" diyenler ile yahudilerden oluşmuş küfür yarışçılarının tutumu seni üzmesin. Bunlar körü körüne yalana kanarlar ve senin karşına çıkmayan bir grubun sözlerini tutarlar. Onlar da kelimelerin anlamlarını çarpıtan ve "size şöyle bir fetva verilerse ona uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın " diyen kimselerdir. Eğer Allah birini saptırmayı dilerse sen Allah'a karşı onun için hiç bir şey yapamazsın. İşte bunlar, Allah'ın kalplerini arıtmayı dilememiştir. Onlar için dünyada perişanlık vardır, ahirette de onları ağır bir azap beklemektedir.
42- Onlar körü körüne yalana kanarlar ve ısrarla haram yerler. Eğer sana gelirlerse istersen aralarında hüküm ver, istersen kendilerine yüz çevir. Eğer onlara yüz çevirirsen sana hiç bir zarar dokunduramazlar. Eğer aralarında hüküm verirsen adalet uyarınca hüküm ver. Çünkü Allah adalete bağlı olanları sever.
43- Onlar Allah'ın hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken niçin senin hakemliğine başvuruyorlar ve sonra da verdiğin hükme yan çiziyorlar? Onlar kesinlikle imansızdırlar.
Bu ayetlerin, hicretin ilk yıllarında indiği daha ilk bakışta anlaşılıyor. (Bu ayetler en azından, Ahzab Savaşı ve Benî Kurayza yahudilerinin sürülmesinden önce inmiş olmalıdır. Daha önce Medine'de Benî Nadir ve Benî Kaynuka yahudileri de bulunuyordu. Ancak bunlardan önce Benî Nadir, ardından da Benî Kaynuka, Medine'den sürülmüşlerdi.) O dönemde yahudiler birtakım entrikalar peşindeydiler. Münafıklar da, tıpkı yılanın deliğine sığınması gibi, yahudilere sığınmaktaydılar. Her ne kadar münafıklar, dillerinin ucu la "biz iman ettik" deseler de, münafığı da yahudisi de küfür kulvarında adeta birbiriyle yarış içindeydiler. Onların bu durumları peygamberimizin, üzülmesine ve acı çekmesine yol açıyordu.
Allah bu noktada, peygamberi teselli ediyor. Onun yüreğini ferahlatıyor. İnsanların tutumlarındaki arka-planı, onun gözleri önüne seriyor. Gerek münafıklardan gerek yahudilerden küfürde birbiriyle yarışanlara ilişkin gerçeği, müslümanlar için açıkça ortaya koyuyor. Peygambere, onların kendisine gelmezden önce planladıkları entrikaları, çevirdikleri dolapları bildirmesinin ardından, söz konusu kişiler kendisine aralarında hüküm vermesi için başvurduklarında, nasıl bir yöntem izleyeceğini gösteriyor:
"Ey peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızdan, `inandık' diyenler ile yahudilerden oluşmuş küfür yarışçılarının tutumu seni üzmesin. Bunlar körü körüne yalana kanarlar ve senin karşına çıkmayan bir grubun sözlerini tutarlar. Onlar da kelimelerin anlamlarını çarpıtan ve `size şöyle bir fetva verilirse uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın' diyen kimselerdir."
Buayetlerin, zina, hırsızlık vb. türden -niteliklerine ilişkin farklı rivayetler bulunan- birtakım suçlar işlemiş olan kimi yahudiler hakkında indiği söylenmektedir. Bu suçların cezası, Tevrat'ta bellidir. Ancak yahudiler başlangıçta, bu cezaları aralarındaki aristokratlara uygulamak istemedikleri için, Tevrat'ın hükümlerini değil de, kafalarına göre kimi hükümler belirlemişlerdi. Yahudiler bir süre sonra, çemberi daha da genişleterek tüm yahudileri bu uygulama kapsamına aldılar ve Tevrat'taki tazir cezalarının yerine kendilerinin belirledikleri birtakım cezalar ikame ettiler. (Aslında çağımızda, kendilerini müslüman olarak yaftalayan kimi insanların bu bağlamda yaptıkları da, söz konusu yahudilerin tutumlarından farksızdır.) İşte o dönemde yahudiler bu tür suçları işlediklerinde, içlerindeki art niyetleriyle birlikte, fetva almak için peygamberimize gelirlerdi. Eğer peygamberimiz fazla ağır bir ceza vermezse, uygulamayı düşünüyorlardı. Hem böylece Allah katında kendilerine bir gerekçe de hazırlamış olacaklardı! Bu karar bir peygamber tarafından verilmiştir diyeceklerdi! Ancak peygamberimiz, Tevrat'takine benzer bir hüküm verecek olursa, bunu uygulamayacaklardı. Onlardan kimileri bu düşünceler içinde fetva arıyorlardı. Bunun içindir ki şöyle diyorlardı:
"Size şöyle bir fetva verilirse ona uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın."
Saçmalık, anlamsızlık, ayrıca Allah'a ve peygamberine karşı yükümlülüklerinde umursamazlık konusunda bu denli ileri gitmişlerdi. Aslında bu, belirli bir zaman sonra yürekleri taşlaşan, yüreklerinde imanın sıcaklığı kaybolan, yüreklerindeki iman ışığı sönen her "kitap ehli"ne genellenebilecek bir tablodur. Bu duruma gelenler için, inançlarından, şeriatlarından ve getirilen yükümlülüklerden kurtulabilmek, bir amaç haline dönüşür. Söz konusu kimseler artık, bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için çeşitli yollara başvururlar. Kendileri için bir çıkış yolu, bir hile bulabilme umuduyla, fetva aramaya koyulurlar. Nitekim günümüzde de, "dudaklarının ucuyla inandık diyen, ama yürekleri iman etmemiş olan"müslüman yaftalı kişilerin tutumlarında da aynı durum göze çarpmıyor mu? Dini uygulamak değil de, sadece bir kılıf bulabilmek için fetva peşine düşmüyor mu onlar da? Yine onlar da, kendi istemlerini sabitleştirebilmek, onları onaylayabilmek için, gerektiğinde dini bir kalemde silip bir kenara atmıyorlar mı? Dinin, gerçeği dile getirmesi, en doğru hükmü vermiş olması, aslında bu tür insanlar için bir anlam ifade etmektedir.
Bugün de yaşanan, aynı olgudur. Yüce Allah'ın, İsrailoğulları'nın durumunu bu denli geniş, bu denli ayrıntılı bir biçimde anlatmasının nedeni de bu olmalıdır. Yüce Allah, tüm bu anlattıklarıyla "müslüman" kuşakları uyarmak istemektedir. Uyanık müslümanların, doğru yoldan sapmalarına neden olabilecek tutumlar konusunda gözlerini dört açmaları için, özenle dikkat çekmektedir.
Yüce Allah, küfürde birbirleriyle yarışan, binbir türlü entrika ve komplo peşinde olan söz konusu kimseler hakkında, peygamberimize şöyle buyuruyor: Onların küfürde yarışmaları, seni üzmesin. Onlar bozgunculuk peşindedirler. Aslında içinde bulundukları durum, bozgunun ta kendisidir. Bu durumda, senin yapabileceğin bir şey yoktur. Onlar bozgunculuk peşinde koştukları ve bu doğrultuda hareket etmekte direttikleri sürece senin, onları bu durumdan alıkoyman imkansızdır:
"Eğer Allah, birini saptırmayı dilerse sen, Allah'a karşı, onun için hiçbir şey yapamazsın."
Onların yürekleri kir bağlamıştır. Ve Allah onların yüreklerini, bu pislikten arıtmak istememektedir. Onların yardakçıları da, bu pisliğe batmayı yeğlemiştir:
"Allah, bunların kalplerini arıtmayı dilememiştir."
Allah onları, dünyada rezil olmakla, ahirette de çetin bir azapla cezalandıracaktır:
"Onlar için dünyada perişanlık vardır, ahirette de onları ağır bir azap beklemektedir."
Sen onlardan sorumlu değilsin. Onların küfrü yeğlemeleri seni üzmesin. Onların bu durumlarına, aldırma sen. Bu meselenin, defteri kapatılmıştır artık.
Yüce Allah daha sonra peygamberimize, söz konusu kimseler aralarında hüküm vermesi için kendisine başvurduklarında onlara karşı nasıl davranacağını açıklıyor. Yalnız, bu açıklamadan önce, söz konusu insanların durumları, ahlâk ve davranışları bakımından sonuçta düşmüş oldukları aşağılık düzey dile getiriliyor:
"Onlar, körü körüne yalana kanarlar ve ısrarla haram yerler. Eğer sana gelirlerse aralarında hüküm ver, istersen kendilerinden yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir zarar dokunduramazlar. Eğer aralarında hüküm verirsen adalet uyarınca hüküm ver. Çünkü Allah adalete bağlı olanları sever."
Yüce Allah onların, körü körüne yalana kandıklarını vurguluyor. Bunu öylesine çok yapmaktadırlar ki söz konusu olgu, onların değişmez niteliği haline gelmiştir. Yalan ve batıl söz konusu olduğunda kulaklarını dört açmakta, gerçek ve doğrular söz konusu olduğunda ise kulaklarını ısrarla tıkamaktadırlar... Bozulan yüreklerin durumu, parlaklığını yitirmiş ruhların hâli budur işte... Sapıtmış toplumlarda, yalan ve batıl sözler ne kadar da ilgi görmektedir. Yine bu toplumlarda, gerçek ve doğru sözler ne kadar da dayanılmaz bir şeydir. Bu çağda, ne kadar da revaçta batıl! Yaşadığımız şu iğrenç dönemde, hakkın destekçileri ne kadar da kesat!
Bunlar; körü körüne yalana kanarlar... Israrla haram yerler...Buradaki haram; faiz, rüşvet, ısmarlama konuşmalar ve fetvalar için alınan karşılık da dahil olmak üzere, her türlü haram malı kapsamaktadır. Bunlar, onların ve de her dönemde Allah'ın çizdiği yolun dışına çıkmış toplumların, yemekte oldukları haramların belli başlılarıdır. Bu ayette haram için "suht" sözcüğü kullanıldı. Çünkü bu, bereketin kökünü kurutmaktadır. Sapıtmış toplumlarda betin bereketin kalmadığı ne kadar da belirgindir. Bugün bunu, Allah'ın sisteminden, şeriatından uzaklaşmış olan her toplumda, kendi gözlerimizle de görmüyor muyuz?
Yüce Allah, söz konusu kişiler arasında hüküm verip vermeme konusunda peygamberimizi serbest bırakıyor. Ona gelip hüküm vermesini istediklerinde peygamberimiz dilerse, onlardan yüz çevirecektir. Böyle yaptığında onlar, peygamberimize hiçbir zarar dokunduramayacaklardır. Peygamberimiz isterse, onlar arasında hüküm verecektir. Ancak, hüküm vermeyi yeğlerse, -onların arzularına kapılmaksızın, yarışırcasına küfre koşmalarından, çevirdikleri dolaplardan, entrikalardan etkilenmeksizin- adalet uyarınca hüküm verecektir.
"Çünkü Allah, adalete bağlı olanları sever."
Bu meselede, peygamber de, müslüman devlet başkanı da, müslüman yargıç da, Allah'ın buyruğu doğrultusunda hareket etmekle, adaletin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür. Çünkü Allah, adalete bağlı olanları sever. İnsanlar zulmetmiş, ihanet etmiş, sapıtmış olsalar bile adalet, onların bu yaptıklarından doğabilecek her türlü etkilerine kapalı tutulmalıdır. Çünkü buradaki adalet, insanların durumlarına göre değil, Allah'ın buyruğu doğrultusunda belirlenmiştir... İşte bu, her yerde ve her çağda geçerli olan İslâm şeriatı ve İslâm'ın yargı sistemindeki kesin güvencenin göstergesidir.
Burada, peygamberimizin yahudiler arasında hüküm verme konusunda serbest bırakılmış olması bizlere, bu hükmün ilk dönemlerde indirilmiş olduğunu gösteriyor. Zira daha sonraları, İslâm şeriatına göre hüküm verme ve yargılama zorunlu kılınmıştır. "Daru'l-İslâm"da sadece Allah'ın şeriatı uygulanır. Orada yaşayan herkes, Allah'ın şeriatına göre yargılanmak durumundadır. Bununla birlikte, İslâm devletinde, İslâm toplumu arasında yaşayan "Kitap Ehli" için İslâm'ın özel bir prensibi vardır. Bu prensibe göre "Kitap Ehli", kendi şeriatlarında bulunan hükümler ve kamu düzenine ilişkin esaslar dışında, hiçbir konuda zorlanamaz. Onlar için, kendi şeriatlarında serbest bırakılmış herşey, serbesttir. Domuz beslemek, domuz eti yemek, -müslümanlara. satmamak koşuluyla- içki imal etmek ve içmek, bunlara örnek olarak gösterilebilir. Ancak faiz, onlar için de yasaktır. Zira bu, onların kitabında da haram kılınmıştır. Yine, zina ve hırsızlık suçlarına ilişkin cezalar, -onların kitabında da bulunmasından ötürü- onlara da uygulanır. Ayrıca, devlete baş kaldırmak ve ülkede bozgunculuk yapmak gibi suçlar işleyecek olurlarsa, -tıpkı müslüman yurttaşlar gibi, onlar da- gereken cezaya çarptırılırlar. Çünkü bu, İslâm devletinin ve onun sınırları dahilinde yaşayan, müslüman olsun ya da olmasın her yurttaşın güvenliğini sağlama bakımından bir zorunluluktur. Zaten bu noktada, İslâm devletinin sınırları dahilindeki hiçbir yurttaşa, hiçbir şekilde göz yumulamaz.
Peygamberin, hüküm verip vermeme konusunda serbest bırakılmış olduğu dönemde yahudiler, kimi davalarını, halletmesi için peygamberimize getirirlerdi. Mâlik'in, Nâfi' ve Abdullah bin Ömer'den naklen bizlere aktarmış olduğu bir olay, bu konuda bir örnek olarak gösterilebilir: "Yahudiler, peygamberimize gelerek, kendilerinden bir erkek ile bir kadının zina ettiğini söylediler. Bunun üzerine peygamberimiz onlara:"Recm konusunda Tevrat'tan nasıl bir hüküm çıkarıyorsunuz?" diye sordu. Onlar: "Kendilerini teşhir ederiz ve de kırbaçlanırlar" şeklinde yanıtladılar. Bu yanıt üzerine Abdullah bin Selâm: "yalan söylediniz! Tevrat'ta recm cezası var!" dedi. Buna karşılık yahudiler, Tevrat'ı getirip açtılar. Aralarından biri, parmağıyla recm ayetini kapatarak, söz konusu ayetin öncesini ve sonrasını okudu. Abdullah bin Selâm: "Parmağını kaldır oradan" dedi. Adam parmağını kaldırınca, recm ortaya çıktı.. Bunun üzerine yahudiler: "Muhammed doğru söylemiş! Tevrat'ta gerçekten recm ayeti varmış!" dediler. Peygamberimiz, ilgili hükmün uygulanmasına karar verdi ve ikisi de recm edildiler. Ben adamın, taşlardan koruyabilmek için kadının üstüne kapandığını görmüştüm." (Buhari ve Müslim)
Yine aynı konuda bir başka örnek olarak, İmam Ahmed'in Müsned'inde İbn Abbas'tan aktardığı bir rivayeti görelim: "Bu ayet, yahudilerden iki grup hakkında indirilmiştir. Bu iki gruptan biri, cahiliyye döneminde, diğerini yenilgiye uğratmıştı. Sonunda iki grup, oturup anlaşmaya varmışlardı. Anlaşma gereğince, yenen grup yenilen gruptan öldürdüğü her kişi için elli ve yenilen grup da yenen gruptan öldürdüğü her kişi için yüz vesak fidye ödemeye razı olmuştu. Bu arlaşma peygamberimiz Medine'ye geldiğinde de halen yürürlükteydi. Derken yine, yenilen gruptan biri, yenen gruptan birini öldürmüştü. Bunun üzerine yenenler, yenilmiş olanlar bir elçi göndererek, kendilerine yüz vesak fidye ödenmesini istediler. Ancak yenilenler, kendilerine gönderilen elçiye şu karşılığı verdiler: "İki tarafın da, dinleri, soyları ve yurtları aynı olmasına karşın, taraflardan birinin ödeyeceği diyet tutarının, diğer tarafın ödeyeceği diyet tutarının tam iki katı olması doğru mu? Sizlere daha önceleri fidye ödemiştik ama bu durum aslında, bizlere açıkça zulmettiğinizi ve ayrımcılık yaptığınızı gösteriyor. Artık, Muhammed geldi. Bundan böyle size fidye falan ödemeyeceğiz!" Bu tartışma, iki grup arasında neredeyse yeniden bir savaşın patlamasına neden olacaktı. Sonuçta her iki grup da peygamberimizi aralarında hakem tayin etme noktasında görüş birliğine vardılar. Bu kararın alınmasının ardından, yenen grubun içinden birisi, çevresindekilere: "Yemin ederim ki Muhammed onların bizlere, bizim onlara ödediğimiz tutarda fidye vermelerine karar verecek. Aslında onlar doğru söylediler. Bugüne kadar bizlere fazla fidye vermelerinin nedeni, bizim karşımızda ezilmeleri ve yenilgiye uğramalarıydı. İyisi mi siz, bir adam gönderip Muhammed'in kararını önceden öğrenmeye çalışın. Baktınız ki sizin beklediğiniz doğrultuda karar verecek o zaman, gider onun hakemliğine başvurursunuz. Baktınız ki sizin beklediğiniz doğrultuda karar vermeyecek,bu durumda, aldığınız karardan cayar ve onun hakemliğine başvurmazsınız." Bu sözler üzerine yenen grup, kimi münafıkları, peygamberimize gidip, onun bu konuda vereceği kararı önceden öğrenmekle görevlendirdiler. Söz konusu münafıklar peygamberimizin yanına geldiklerinde Allah, peygamberimize onların gerçek niyetlerini ve neyin peşinde olduklarını haber verdi. Bu olay üzerine Allah, "Ey peygamber! Küfürde yarışanlar seni üzmesin..." diye başlayan ve "...fasıktırlar" diye son bulan ayetleri indirdi. Söz konusu ayetler, yukarıdaki kimseler hakkında inmiştir. Allah, burada o kimseleri kastetmektedir."
(Ebu Davud) İbn Cerîr'den aktarılan bir başka rivayette ise, yenen grubun Benî Nadir, yenilen grubun da Benî Kurayza olduğu belirtilmektedir. Buda, -daha önce de belirttiğimiz gibi- bu ayetlerin, yahudiler Medine'den sürülmezden önce, ilk dönemlerde indirilmiş olduğunu doğrulamaktadır.
Yahudilerin asla onaylanamayacak bu tutumları, artık genelleşmiş bir tavır haline gelmişti. Ve söz konusu ayetlerin akışı içerisinde, yahudilerin bu bağlamdaki tutumlarına karşılık olarak, kınayıcı bir soru yöneltiliyor:
"Onlar, Allah'ın hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken, niçin senin hakemliğine başvuruyorlar ve sonra da verdiğin hükme yan çiziyorlar.?"
Yahudilerin, Allah'ın şeriatını ve hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken, -Allah'ın şeriatına göre hükmetmekte olan- peygamberimizin hakemliğine başvurmaları, gerçekten kınanacak bir tutumdur. Üstelik, peygamberimizin vereceği hüküm, onların elinde bulunan Tevrat'taki hükümden farkı olacak değildir. Zira Kur'an, Tevrat'ı onaylayıcı ve onun içeriğini koruyucu olarak indirilmiştir. Üstelik yahudiler, peygamberimizi hakem tayin etmeye yeltenmeleri yetmiyor gibi, onun verdiği hükmü benimsemeyerek, onun verdiği hükme razı olmayarak, tam tersine onun verdiği hükme yan çizmektedirler.
Bunun için de Kur'an onlara kınayıcı bir soru yöneltmekle yetinmiyor. Bunun da ötesine geçerek, onların söz konusu tutumlarına ilişkin İslâm'ın hükmünün ne olduğunu kesin bir dille ifade ediyor:
"Onlar, kesinlikle imansızdırlar."
Hem iman etmek, hem de Allah'ın şeriatındaki hükmü terk etmek ya da söz konusu hükmü kabul etmemek...Bu iki olgunun bir arada olabileceğini düşünmek, kesinlikle olası değildir. Kendilerinin ya da başkalarının "mümin" olduklarını ileri süren, ancak yaşamlarında Allah'ın şeriatına göre hüküm vermeyen ya da kendilerine söz konusu şeriatın hükümlerinin uygulanmasını kabul etmeyen insanlar vardır. Bu tür insanların yaptığı, sadece bir aldatmacadır. İşte böylesi aldatmacılara yeltenenler, sonuçta Kur'an'ın şu ayetine toslamaktadırlar: "Onlar, kesinlikle imansızdırlar." Bu mesele, sadece, yöneticilerin Allah'ın şeriatına göre hükmetmemeleri ile değil, aynı zamanda yönetilenlerin, Allah'ın hükümlerine rıza göstermemeleri ile de doğrudan ilintilidir. Çünkü böyle bir durumda yönetilenler de, her ne kadar dilleriyle inanmış olduklarını söyleseler de sonuçta, iman çerçevesinin dışına çıkacaklardır.
Buradaki ayet, Nisâ suresindeki bir başka ayetle de paralellik arz ediyor:
"Hayır! Rabbine and olsun ki onlar, aralarında doğan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin karara gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar." (Nisa Suresi, 65) Her iki ayet de, yöneticilere değil, yönetilenlere ilişkindir. Her iki ayette de, Allah'ın ve peygamberin hükmünü kabul etmeyen, peygamberden yüz çeviren, onun verdiği hükme yan çizen kimselerin iman çerçevesinin dışına çıkmış olacakları vurgulanıyor.
Konunun başında da söylediğimiz gibi, görülüyor ki mesele temelde, Allah'ın ilahlığını, rabbliğini ve insanlar üzerïndeki egemenliğini kabul edip etmemekle ilgilidir. Allah'ın şeriatına boyun eğmek ve söz konusu şeriatın hükümlerine razı olmak, O'nun ilahlığına, Rabliğine ve egemenliğine ilişkin kabulün yaşama yansımasıdır. Allah'ın şeriatını reddetmek ve ondan yüz çevirmek ise, O'nun ilahlığının, Rabliğinin ve egemenliğinin kabul edilmediğinin göstergesidir.
Kaynak : Seyyid Kutub/Fizilalil Kuran
41- Ey peygamber, kalpleri iman etmediği halde ağızdan "inandık" diyenler ile yahudilerden oluşmuş küfür yarışçılarının tutumu seni üzmesin. Bunlar körü körüne yalana kanarlar ve senin karşına çıkmayan bir grubun sözlerini tutarlar. Onlar da kelimelerin anlamlarını çarpıtan ve "size şöyle bir fetva verilerse ona uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın " diyen kimselerdir. Eğer Allah birini saptırmayı dilerse sen Allah'a karşı onun için hiç bir şey yapamazsın. İşte bunlar, Allah'ın kalplerini arıtmayı dilememiştir. Onlar için dünyada perişanlık vardır, ahirette de onları ağır bir azap beklemektedir.
42- Onlar körü körüne yalana kanarlar ve ısrarla haram yerler. Eğer sana gelirlerse istersen aralarında hüküm ver, istersen kendilerine yüz çevir. Eğer onlara yüz çevirirsen sana hiç bir zarar dokunduramazlar. Eğer aralarında hüküm verirsen adalet uyarınca hüküm ver. Çünkü Allah adalete bağlı olanları sever.
43- Onlar Allah'ın hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken niçin senin hakemliğine başvuruyorlar ve sonra da verdiğin hükme yan çiziyorlar? Onlar kesinlikle imansızdırlar.
Bu ayetlerin, hicretin ilk yıllarında indiği daha ilk bakışta anlaşılıyor. (Bu ayetler en azından, Ahzab Savaşı ve Benî Kurayza yahudilerinin sürülmesinden önce inmiş olmalıdır. Daha önce Medine'de Benî Nadir ve Benî Kaynuka yahudileri de bulunuyordu. Ancak bunlardan önce Benî Nadir, ardından da Benî Kaynuka, Medine'den sürülmüşlerdi.) O dönemde yahudiler birtakım entrikalar peşindeydiler. Münafıklar da, tıpkı yılanın deliğine sığınması gibi, yahudilere sığınmaktaydılar. Her ne kadar münafıklar, dillerinin ucu la "biz iman ettik" deseler de, münafığı da yahudisi de küfür kulvarında adeta birbiriyle yarış içindeydiler. Onların bu durumları peygamberimizin, üzülmesine ve acı çekmesine yol açıyordu.
Allah bu noktada, peygamberi teselli ediyor. Onun yüreğini ferahlatıyor. İnsanların tutumlarındaki arka-planı, onun gözleri önüne seriyor. Gerek münafıklardan gerek yahudilerden küfürde birbiriyle yarışanlara ilişkin gerçeği, müslümanlar için açıkça ortaya koyuyor. Peygambere, onların kendisine gelmezden önce planladıkları entrikaları, çevirdikleri dolapları bildirmesinin ardından, söz konusu kişiler kendisine aralarında hüküm vermesi için başvurduklarında, nasıl bir yöntem izleyeceğini gösteriyor:
"Ey peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızdan, `inandık' diyenler ile yahudilerden oluşmuş küfür yarışçılarının tutumu seni üzmesin. Bunlar körü körüne yalana kanarlar ve senin karşına çıkmayan bir grubun sözlerini tutarlar. Onlar da kelimelerin anlamlarını çarpıtan ve `size şöyle bir fetva verilirse uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın' diyen kimselerdir."
Buayetlerin, zina, hırsızlık vb. türden -niteliklerine ilişkin farklı rivayetler bulunan- birtakım suçlar işlemiş olan kimi yahudiler hakkında indiği söylenmektedir. Bu suçların cezası, Tevrat'ta bellidir. Ancak yahudiler başlangıçta, bu cezaları aralarındaki aristokratlara uygulamak istemedikleri için, Tevrat'ın hükümlerini değil de, kafalarına göre kimi hükümler belirlemişlerdi. Yahudiler bir süre sonra, çemberi daha da genişleterek tüm yahudileri bu uygulama kapsamına aldılar ve Tevrat'taki tazir cezalarının yerine kendilerinin belirledikleri birtakım cezalar ikame ettiler. (Aslında çağımızda, kendilerini müslüman olarak yaftalayan kimi insanların bu bağlamda yaptıkları da, söz konusu yahudilerin tutumlarından farksızdır.) İşte o dönemde yahudiler bu tür suçları işlediklerinde, içlerindeki art niyetleriyle birlikte, fetva almak için peygamberimize gelirlerdi. Eğer peygamberimiz fazla ağır bir ceza vermezse, uygulamayı düşünüyorlardı. Hem böylece Allah katında kendilerine bir gerekçe de hazırlamış olacaklardı! Bu karar bir peygamber tarafından verilmiştir diyeceklerdi! Ancak peygamberimiz, Tevrat'takine benzer bir hüküm verecek olursa, bunu uygulamayacaklardı. Onlardan kimileri bu düşünceler içinde fetva arıyorlardı. Bunun içindir ki şöyle diyorlardı:
"Size şöyle bir fetva verilirse ona uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın."
Saçmalık, anlamsızlık, ayrıca Allah'a ve peygamberine karşı yükümlülüklerinde umursamazlık konusunda bu denli ileri gitmişlerdi. Aslında bu, belirli bir zaman sonra yürekleri taşlaşan, yüreklerinde imanın sıcaklığı kaybolan, yüreklerindeki iman ışığı sönen her "kitap ehli"ne genellenebilecek bir tablodur. Bu duruma gelenler için, inançlarından, şeriatlarından ve getirilen yükümlülüklerden kurtulabilmek, bir amaç haline dönüşür. Söz konusu kimseler artık, bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için çeşitli yollara başvururlar. Kendileri için bir çıkış yolu, bir hile bulabilme umuduyla, fetva aramaya koyulurlar. Nitekim günümüzde de, "dudaklarının ucuyla inandık diyen, ama yürekleri iman etmemiş olan"müslüman yaftalı kişilerin tutumlarında da aynı durum göze çarpmıyor mu? Dini uygulamak değil de, sadece bir kılıf bulabilmek için fetva peşine düşmüyor mu onlar da? Yine onlar da, kendi istemlerini sabitleştirebilmek, onları onaylayabilmek için, gerektiğinde dini bir kalemde silip bir kenara atmıyorlar mı? Dinin, gerçeği dile getirmesi, en doğru hükmü vermiş olması, aslında bu tür insanlar için bir anlam ifade etmektedir.
Bugün de yaşanan, aynı olgudur. Yüce Allah'ın, İsrailoğulları'nın durumunu bu denli geniş, bu denli ayrıntılı bir biçimde anlatmasının nedeni de bu olmalıdır. Yüce Allah, tüm bu anlattıklarıyla "müslüman" kuşakları uyarmak istemektedir. Uyanık müslümanların, doğru yoldan sapmalarına neden olabilecek tutumlar konusunda gözlerini dört açmaları için, özenle dikkat çekmektedir.
Yüce Allah, küfürde birbirleriyle yarışan, binbir türlü entrika ve komplo peşinde olan söz konusu kimseler hakkında, peygamberimize şöyle buyuruyor: Onların küfürde yarışmaları, seni üzmesin. Onlar bozgunculuk peşindedirler. Aslında içinde bulundukları durum, bozgunun ta kendisidir. Bu durumda, senin yapabileceğin bir şey yoktur. Onlar bozgunculuk peşinde koştukları ve bu doğrultuda hareket etmekte direttikleri sürece senin, onları bu durumdan alıkoyman imkansızdır:
"Eğer Allah, birini saptırmayı dilerse sen, Allah'a karşı, onun için hiçbir şey yapamazsın."
Onların yürekleri kir bağlamıştır. Ve Allah onların yüreklerini, bu pislikten arıtmak istememektedir. Onların yardakçıları da, bu pisliğe batmayı yeğlemiştir:
"Allah, bunların kalplerini arıtmayı dilememiştir."
Allah onları, dünyada rezil olmakla, ahirette de çetin bir azapla cezalandıracaktır:
"Onlar için dünyada perişanlık vardır, ahirette de onları ağır bir azap beklemektedir."
Sen onlardan sorumlu değilsin. Onların küfrü yeğlemeleri seni üzmesin. Onların bu durumlarına, aldırma sen. Bu meselenin, defteri kapatılmıştır artık.
Yüce Allah daha sonra peygamberimize, söz konusu kimseler aralarında hüküm vermesi için kendisine başvurduklarında onlara karşı nasıl davranacağını açıklıyor. Yalnız, bu açıklamadan önce, söz konusu insanların durumları, ahlâk ve davranışları bakımından sonuçta düşmüş oldukları aşağılık düzey dile getiriliyor:
"Onlar, körü körüne yalana kanarlar ve ısrarla haram yerler. Eğer sana gelirlerse aralarında hüküm ver, istersen kendilerinden yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir zarar dokunduramazlar. Eğer aralarında hüküm verirsen adalet uyarınca hüküm ver. Çünkü Allah adalete bağlı olanları sever."
Yüce Allah onların, körü körüne yalana kandıklarını vurguluyor. Bunu öylesine çok yapmaktadırlar ki söz konusu olgu, onların değişmez niteliği haline gelmiştir. Yalan ve batıl söz konusu olduğunda kulaklarını dört açmakta, gerçek ve doğrular söz konusu olduğunda ise kulaklarını ısrarla tıkamaktadırlar... Bozulan yüreklerin durumu, parlaklığını yitirmiş ruhların hâli budur işte... Sapıtmış toplumlarda, yalan ve batıl sözler ne kadar da ilgi görmektedir. Yine bu toplumlarda, gerçek ve doğru sözler ne kadar da dayanılmaz bir şeydir. Bu çağda, ne kadar da revaçta batıl! Yaşadığımız şu iğrenç dönemde, hakkın destekçileri ne kadar da kesat!
Bunlar; körü körüne yalana kanarlar... Israrla haram yerler...Buradaki haram; faiz, rüşvet, ısmarlama konuşmalar ve fetvalar için alınan karşılık da dahil olmak üzere, her türlü haram malı kapsamaktadır. Bunlar, onların ve de her dönemde Allah'ın çizdiği yolun dışına çıkmış toplumların, yemekte oldukları haramların belli başlılarıdır. Bu ayette haram için "suht" sözcüğü kullanıldı. Çünkü bu, bereketin kökünü kurutmaktadır. Sapıtmış toplumlarda betin bereketin kalmadığı ne kadar da belirgindir. Bugün bunu, Allah'ın sisteminden, şeriatından uzaklaşmış olan her toplumda, kendi gözlerimizle de görmüyor muyuz?
Yüce Allah, söz konusu kişiler arasında hüküm verip vermeme konusunda peygamberimizi serbest bırakıyor. Ona gelip hüküm vermesini istediklerinde peygamberimiz dilerse, onlardan yüz çevirecektir. Böyle yaptığında onlar, peygamberimize hiçbir zarar dokunduramayacaklardır. Peygamberimiz isterse, onlar arasında hüküm verecektir. Ancak, hüküm vermeyi yeğlerse, -onların arzularına kapılmaksızın, yarışırcasına küfre koşmalarından, çevirdikleri dolaplardan, entrikalardan etkilenmeksizin- adalet uyarınca hüküm verecektir.
"Çünkü Allah, adalete bağlı olanları sever."
Bu meselede, peygamber de, müslüman devlet başkanı da, müslüman yargıç da, Allah'ın buyruğu doğrultusunda hareket etmekle, adaletin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür. Çünkü Allah, adalete bağlı olanları sever. İnsanlar zulmetmiş, ihanet etmiş, sapıtmış olsalar bile adalet, onların bu yaptıklarından doğabilecek her türlü etkilerine kapalı tutulmalıdır. Çünkü buradaki adalet, insanların durumlarına göre değil, Allah'ın buyruğu doğrultusunda belirlenmiştir... İşte bu, her yerde ve her çağda geçerli olan İslâm şeriatı ve İslâm'ın yargı sistemindeki kesin güvencenin göstergesidir.
Burada, peygamberimizin yahudiler arasında hüküm verme konusunda serbest bırakılmış olması bizlere, bu hükmün ilk dönemlerde indirilmiş olduğunu gösteriyor. Zira daha sonraları, İslâm şeriatına göre hüküm verme ve yargılama zorunlu kılınmıştır. "Daru'l-İslâm"da sadece Allah'ın şeriatı uygulanır. Orada yaşayan herkes, Allah'ın şeriatına göre yargılanmak durumundadır. Bununla birlikte, İslâm devletinde, İslâm toplumu arasında yaşayan "Kitap Ehli" için İslâm'ın özel bir prensibi vardır. Bu prensibe göre "Kitap Ehli", kendi şeriatlarında bulunan hükümler ve kamu düzenine ilişkin esaslar dışında, hiçbir konuda zorlanamaz. Onlar için, kendi şeriatlarında serbest bırakılmış herşey, serbesttir. Domuz beslemek, domuz eti yemek, -müslümanlara. satmamak koşuluyla- içki imal etmek ve içmek, bunlara örnek olarak gösterilebilir. Ancak faiz, onlar için de yasaktır. Zira bu, onların kitabında da haram kılınmıştır. Yine, zina ve hırsızlık suçlarına ilişkin cezalar, -onların kitabında da bulunmasından ötürü- onlara da uygulanır. Ayrıca, devlete baş kaldırmak ve ülkede bozgunculuk yapmak gibi suçlar işleyecek olurlarsa, -tıpkı müslüman yurttaşlar gibi, onlar da- gereken cezaya çarptırılırlar. Çünkü bu, İslâm devletinin ve onun sınırları dahilinde yaşayan, müslüman olsun ya da olmasın her yurttaşın güvenliğini sağlama bakımından bir zorunluluktur. Zaten bu noktada, İslâm devletinin sınırları dahilindeki hiçbir yurttaşa, hiçbir şekilde göz yumulamaz.
Peygamberin, hüküm verip vermeme konusunda serbest bırakılmış olduğu dönemde yahudiler, kimi davalarını, halletmesi için peygamberimize getirirlerdi. Mâlik'in, Nâfi' ve Abdullah bin Ömer'den naklen bizlere aktarmış olduğu bir olay, bu konuda bir örnek olarak gösterilebilir: "Yahudiler, peygamberimize gelerek, kendilerinden bir erkek ile bir kadının zina ettiğini söylediler. Bunun üzerine peygamberimiz onlara:"Recm konusunda Tevrat'tan nasıl bir hüküm çıkarıyorsunuz?" diye sordu. Onlar: "Kendilerini teşhir ederiz ve de kırbaçlanırlar" şeklinde yanıtladılar. Bu yanıt üzerine Abdullah bin Selâm: "yalan söylediniz! Tevrat'ta recm cezası var!" dedi. Buna karşılık yahudiler, Tevrat'ı getirip açtılar. Aralarından biri, parmağıyla recm ayetini kapatarak, söz konusu ayetin öncesini ve sonrasını okudu. Abdullah bin Selâm: "Parmağını kaldır oradan" dedi. Adam parmağını kaldırınca, recm ortaya çıktı.. Bunun üzerine yahudiler: "Muhammed doğru söylemiş! Tevrat'ta gerçekten recm ayeti varmış!" dediler. Peygamberimiz, ilgili hükmün uygulanmasına karar verdi ve ikisi de recm edildiler. Ben adamın, taşlardan koruyabilmek için kadının üstüne kapandığını görmüştüm." (Buhari ve Müslim)
Yine aynı konuda bir başka örnek olarak, İmam Ahmed'in Müsned'inde İbn Abbas'tan aktardığı bir rivayeti görelim: "Bu ayet, yahudilerden iki grup hakkında indirilmiştir. Bu iki gruptan biri, cahiliyye döneminde, diğerini yenilgiye uğratmıştı. Sonunda iki grup, oturup anlaşmaya varmışlardı. Anlaşma gereğince, yenen grup yenilen gruptan öldürdüğü her kişi için elli ve yenilen grup da yenen gruptan öldürdüğü her kişi için yüz vesak fidye ödemeye razı olmuştu. Bu arlaşma peygamberimiz Medine'ye geldiğinde de halen yürürlükteydi. Derken yine, yenilen gruptan biri, yenen gruptan birini öldürmüştü. Bunun üzerine yenenler, yenilmiş olanlar bir elçi göndererek, kendilerine yüz vesak fidye ödenmesini istediler. Ancak yenilenler, kendilerine gönderilen elçiye şu karşılığı verdiler: "İki tarafın da, dinleri, soyları ve yurtları aynı olmasına karşın, taraflardan birinin ödeyeceği diyet tutarının, diğer tarafın ödeyeceği diyet tutarının tam iki katı olması doğru mu? Sizlere daha önceleri fidye ödemiştik ama bu durum aslında, bizlere açıkça zulmettiğinizi ve ayrımcılık yaptığınızı gösteriyor. Artık, Muhammed geldi. Bundan böyle size fidye falan ödemeyeceğiz!" Bu tartışma, iki grup arasında neredeyse yeniden bir savaşın patlamasına neden olacaktı. Sonuçta her iki grup da peygamberimizi aralarında hakem tayin etme noktasında görüş birliğine vardılar. Bu kararın alınmasının ardından, yenen grubun içinden birisi, çevresindekilere: "Yemin ederim ki Muhammed onların bizlere, bizim onlara ödediğimiz tutarda fidye vermelerine karar verecek. Aslında onlar doğru söylediler. Bugüne kadar bizlere fazla fidye vermelerinin nedeni, bizim karşımızda ezilmeleri ve yenilgiye uğramalarıydı. İyisi mi siz, bir adam gönderip Muhammed'in kararını önceden öğrenmeye çalışın. Baktınız ki sizin beklediğiniz doğrultuda karar verecek o zaman, gider onun hakemliğine başvurursunuz. Baktınız ki sizin beklediğiniz doğrultuda karar vermeyecek,bu durumda, aldığınız karardan cayar ve onun hakemliğine başvurmazsınız." Bu sözler üzerine yenen grup, kimi münafıkları, peygamberimize gidip, onun bu konuda vereceği kararı önceden öğrenmekle görevlendirdiler. Söz konusu münafıklar peygamberimizin yanına geldiklerinde Allah, peygamberimize onların gerçek niyetlerini ve neyin peşinde olduklarını haber verdi. Bu olay üzerine Allah, "Ey peygamber! Küfürde yarışanlar seni üzmesin..." diye başlayan ve "...fasıktırlar" diye son bulan ayetleri indirdi. Söz konusu ayetler, yukarıdaki kimseler hakkında inmiştir. Allah, burada o kimseleri kastetmektedir."
(Ebu Davud) İbn Cerîr'den aktarılan bir başka rivayette ise, yenen grubun Benî Nadir, yenilen grubun da Benî Kurayza olduğu belirtilmektedir. Buda, -daha önce de belirttiğimiz gibi- bu ayetlerin, yahudiler Medine'den sürülmezden önce, ilk dönemlerde indirilmiş olduğunu doğrulamaktadır.
Yahudilerin asla onaylanamayacak bu tutumları, artık genelleşmiş bir tavır haline gelmişti. Ve söz konusu ayetlerin akışı içerisinde, yahudilerin bu bağlamdaki tutumlarına karşılık olarak, kınayıcı bir soru yöneltiliyor:
"Onlar, Allah'ın hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken, niçin senin hakemliğine başvuruyorlar ve sonra da verdiğin hükme yan çiziyorlar.?"
Yahudilerin, Allah'ın şeriatını ve hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken, -Allah'ın şeriatına göre hükmetmekte olan- peygamberimizin hakemliğine başvurmaları, gerçekten kınanacak bir tutumdur. Üstelik, peygamberimizin vereceği hüküm, onların elinde bulunan Tevrat'taki hükümden farkı olacak değildir. Zira Kur'an, Tevrat'ı onaylayıcı ve onun içeriğini koruyucu olarak indirilmiştir. Üstelik yahudiler, peygamberimizi hakem tayin etmeye yeltenmeleri yetmiyor gibi, onun verdiği hükmü benimsemeyerek, onun verdiği hükme razı olmayarak, tam tersine onun verdiği hükme yan çizmektedirler.
Bunun için de Kur'an onlara kınayıcı bir soru yöneltmekle yetinmiyor. Bunun da ötesine geçerek, onların söz konusu tutumlarına ilişkin İslâm'ın hükmünün ne olduğunu kesin bir dille ifade ediyor:
"Onlar, kesinlikle imansızdırlar."
Hem iman etmek, hem de Allah'ın şeriatındaki hükmü terk etmek ya da söz konusu hükmü kabul etmemek...Bu iki olgunun bir arada olabileceğini düşünmek, kesinlikle olası değildir. Kendilerinin ya da başkalarının "mümin" olduklarını ileri süren, ancak yaşamlarında Allah'ın şeriatına göre hüküm vermeyen ya da kendilerine söz konusu şeriatın hükümlerinin uygulanmasını kabul etmeyen insanlar vardır. Bu tür insanların yaptığı, sadece bir aldatmacadır. İşte böylesi aldatmacılara yeltenenler, sonuçta Kur'an'ın şu ayetine toslamaktadırlar: "Onlar, kesinlikle imansızdırlar." Bu mesele, sadece, yöneticilerin Allah'ın şeriatına göre hükmetmemeleri ile değil, aynı zamanda yönetilenlerin, Allah'ın hükümlerine rıza göstermemeleri ile de doğrudan ilintilidir. Çünkü böyle bir durumda yönetilenler de, her ne kadar dilleriyle inanmış olduklarını söyleseler de sonuçta, iman çerçevesinin dışına çıkacaklardır.
Buradaki ayet, Nisâ suresindeki bir başka ayetle de paralellik arz ediyor:
"Hayır! Rabbine and olsun ki onlar, aralarında doğan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin karara gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar." (Nisa Suresi, 65) Her iki ayet de, yöneticilere değil, yönetilenlere ilişkindir. Her iki ayette de, Allah'ın ve peygamberin hükmünü kabul etmeyen, peygamberden yüz çeviren, onun verdiği hükme yan çizen kimselerin iman çerçevesinin dışına çıkmış olacakları vurgulanıyor.
Konunun başında da söylediğimiz gibi, görülüyor ki mesele temelde, Allah'ın ilahlığını, rabbliğini ve insanlar üzerïndeki egemenliğini kabul edip etmemekle ilgilidir. Allah'ın şeriatına boyun eğmek ve söz konusu şeriatın hükümlerine razı olmak, O'nun ilahlığına, Rabliğine ve egemenliğine ilişkin kabulün yaşama yansımasıdır. Allah'ın şeriatını reddetmek ve ondan yüz çevirmek ise, O'nun ilahlığının, Rabliğinin ve egemenliğinin kabul edilmediğinin göstergesidir.
Kaynak : Seyyid Kutub/Fizilalil Kuran