Sibel Eraslan'dan;
Konya’daki “Kur’an Kursu”nda yaşanan elim patlamadan sonra, artık ölülerimize bile ağlayamadığımızdan bahsetmiştim dünkü yazımda. İdeolojik kamplar üzerinden çoğalttığımız nefret duvarlarından…
Ölümün bile bizi yeterince üzemediğinden, ağlamalarımızın dahi artık sahiciliğini yitirdiğinden, ideolojik sürtüşmelere kurban gittiğinden yakınmıştım dünkü yazımda…
Yıkılan bina: Kur’an Kursu çıkmıştı…
Fransız Koleji çıksaydı, daha mı az üzülecektim?
Ölüm bu! Hele masuma ve çocuğa değince, ne kadar da keder vericidir! Ama bizlerin kafası öyle allak bullak ki; yaşayanları ayırdığımız “bizler” ve “onlar” şeklindeki mayın tarlasını öyle çok seviyoruz ve öyle çok alışmışız ki; zihinlerimizi o tarlada mütemadiyen sakatlamaya… Gene öyle oldu… “Sizin ölüler”le “bizim ölüler”e gitti iş… Üzülemedik, ağlayamadık bile… Yetişkinlere has vakar ve ibretle tutamadık cenazelerimizin ucundan… Ölmüş çocukların üzerinden tüten kaba-saba bir ideolojik kavganın içine yuvarlanmıştık.
Çocukların öldüğü bir dünyada, kazanan kimdir oysa?..
Dünkü yazımda “yıkılan binanın Kur’an Kursu çıkmış” olmasını fırsat bilerek milletin dinine, inancına laf uzatma fırsatı kollayan malûm çevreye isyan etmiştim… Ama sormuştum da; “Haa… Bizim hiç mi suçumuz yok?” diye…
Ölü yıkayıcı bir kadın olsaydım, hayretle sormaz mıydım mesela? Hep fakir ailelerin çocukları mı gider bu Kur’an Kurslarına diye? Zenginler mühendis, fakirler hafız mı çıkar bu ülkede hep diye? “Etme, eyleme” diyeceksiniz eminim… Kaderdir, kısmettir, amenna, hepsine inanır ve itaat ederim Allah’tan gelene… Gelin görün ki; kulun ettiği de vardır işin içinde…
Nasıl mı?
Telefon defterimdeki arkadaşlarımın en az dörtte üçünün aynı yaşlardaki çocuğu, şu anda California’da, Boston’da, Amsterdam’da, Viyana’da ya yaz kampında ya da kayıt olacakları lise-üniversite kapılarında… Hayır yanlış anlaşılmasın, Allah hiçbirinin acısını göstermesin… Hepsi sağ olsun, bahtı açık olsun…
Sonra, kaprisli isimler taşıyan şu bilumum otellerimiz… İşte oralar, duyduğumuza göre tıklım tıklımmış… Kur’an Kursu’nda ölen çocuklarla aynı yaşlardalar, oralarda tatil yapan evlatlarımız da… Oraların özenle ılıştırıldıktan sonra deniz suyu basılan havuzlarında oynuyorlar. Oynamasın demiyoruz, yanlış anlaşılmasın. Veya kız kıza dans ettikleri, “hanımlara mahsus” diskolarında eğlenenler de “bizim” çocuklarımız… Yani demek ki “biz” meselesi epey zorlu, karmaşık, kalabalık bir sosyolojidir memleketimizde. Ve ikiye ayrılır “biz”; birinci şıkka girenlerle ikinci şıkka girenler arasında dağlar kadar fark yatırarak ayrılır…
Geçenlerde gittiğim düğünlerden birisinde de aynı “biz”in değişik yüzleriyle yüz yüze geldim misal… Bir tarafı siyasetçi, diğeri iş dünyası olan dünürlere, Allah mesut etsin derim cânı gönülden… Derim de, devasa pastasının önünde patlayan havai fişekleri seyreden gelin hanımın sınıf arkadaşı kızlardan birisiydi masaya servis eden garsonlardan biri… Böyle lüks yerlerin yemek şefleri de bir alem oluyor, ellerinde bir kırbaçları eksik, garsonları Roma Arenası'ndaki gladyatörler gibi koşturuyorlar. Davetlilerle konuşmaları bile yasakmış, gözleriyle kısaca selam veriyor, yine de mutlu, zira hiç olmazsa sınıf arkadaşının düğününde de olsa iş bulabilmişti en nihayetinde…
Zenginlik ve fakirlik elbette kaderdir, kısmettir… Sorgulamıyorum. Maddi durumunuza göre tatil de yaparsınız, düğün de… Ama benim beynimi zonklatan şey; zenginliklerimizin bu kadar “kısa sürede” nasıl oluştuğudur. Kısa sürede oluşması da bir kaderdir derseniz, bu sefer de şunu sorabilirim müsadenizle; bu kadar sakil, bu kadar sonradan görme şekilde, göze soka soka, paçadan akıtırcasına, para budalası halinde sergilemek zorunda mıyız kendimizi?
“Allah yürü ya kulum demiş, sana ne” demesin kimse lütfen… Şu yürüyen kullar, bir gün de sormazlar mı vicdanlarına Maun Suresi, Bakara Suresi ne diyor diye?
Yetimi ve güçsüzü itip kakan, yetimin ve güçsüzün halini düzeltmek konusunda çaba sarfetmeyen kimselerin “dini yalanlayıcı”lardan olduğunu hiç okumadık mı?
Ya “diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun” hakkını soracağına yemin eden Allah’ı hiç işitmedik mi?
Veya “komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen Rasûl’ü de (s.a.v) mi hiç işitmedik? Dikkat ediniz; namaz kılmak, oruç tutmak değil… Komşusu açken tok yatmamanın anlamı, kelime-i şehadet kadar büyüktür ki; “bizden” mi “değil mi” mihenginin kalbi atar o cümlede…
Sizi bilmem ama ben bu yazıyı yazıp, bu ibareleri hatırlarken bile korkudan tir tir titriyorum…
Biz bu çocukların hakkını nasıl ödeyeceğiz? Kendi çocuğumuz olsalardı hangi şartları sağlardık onlara? Haksızlık etmeyelim… O yöredeki kardeşlerimiz dişlerinden artırdıklarıyla ancak o kadarını yapabilmişler. Caddebostan’da da patladığında tüpler aynı tahribatı yapabilir. Bunlar doğru… Kaderdir, bu da doğru…
Kur'an-ı Kerim öğrencileriyle aynı tastan yemek yiyen Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) ile kıyaslayalım kendimizi… “Suffe’dekiler açken ben tok olamam” diyerek üç günlük açlığı üstüne kendisine bir tabak yemek getiren Fatıma'sının elindekileri kapıda bekleşen talebelere ikram eden Efendimiz’e (s.a.v) bakalım… Sonra da tüm safiyetiyle “sabah namazı”ndan evvel uyanarak Rahmetin hepimizin üzerine olması için duaya kalkmış, büyük bir patlamayla hayatının baharında kavrulmuş o meleklere bakalım…
Biz bu fotoğrafın neresindeyiz dostlar?
09/08/2008
Konya’daki “Kur’an Kursu”nda yaşanan elim patlamadan sonra, artık ölülerimize bile ağlayamadığımızdan bahsetmiştim dünkü yazımda. İdeolojik kamplar üzerinden çoğalttığımız nefret duvarlarından…
Ölümün bile bizi yeterince üzemediğinden, ağlamalarımızın dahi artık sahiciliğini yitirdiğinden, ideolojik sürtüşmelere kurban gittiğinden yakınmıştım dünkü yazımda…
Yıkılan bina: Kur’an Kursu çıkmıştı…
Fransız Koleji çıksaydı, daha mı az üzülecektim?
Ölüm bu! Hele masuma ve çocuğa değince, ne kadar da keder vericidir! Ama bizlerin kafası öyle allak bullak ki; yaşayanları ayırdığımız “bizler” ve “onlar” şeklindeki mayın tarlasını öyle çok seviyoruz ve öyle çok alışmışız ki; zihinlerimizi o tarlada mütemadiyen sakatlamaya… Gene öyle oldu… “Sizin ölüler”le “bizim ölüler”e gitti iş… Üzülemedik, ağlayamadık bile… Yetişkinlere has vakar ve ibretle tutamadık cenazelerimizin ucundan… Ölmüş çocukların üzerinden tüten kaba-saba bir ideolojik kavganın içine yuvarlanmıştık.
Çocukların öldüğü bir dünyada, kazanan kimdir oysa?..
Dünkü yazımda “yıkılan binanın Kur’an Kursu çıkmış” olmasını fırsat bilerek milletin dinine, inancına laf uzatma fırsatı kollayan malûm çevreye isyan etmiştim… Ama sormuştum da; “Haa… Bizim hiç mi suçumuz yok?” diye…
Ölü yıkayıcı bir kadın olsaydım, hayretle sormaz mıydım mesela? Hep fakir ailelerin çocukları mı gider bu Kur’an Kurslarına diye? Zenginler mühendis, fakirler hafız mı çıkar bu ülkede hep diye? “Etme, eyleme” diyeceksiniz eminim… Kaderdir, kısmettir, amenna, hepsine inanır ve itaat ederim Allah’tan gelene… Gelin görün ki; kulun ettiği de vardır işin içinde…
Nasıl mı?
Telefon defterimdeki arkadaşlarımın en az dörtte üçünün aynı yaşlardaki çocuğu, şu anda California’da, Boston’da, Amsterdam’da, Viyana’da ya yaz kampında ya da kayıt olacakları lise-üniversite kapılarında… Hayır yanlış anlaşılmasın, Allah hiçbirinin acısını göstermesin… Hepsi sağ olsun, bahtı açık olsun…
Sonra, kaprisli isimler taşıyan şu bilumum otellerimiz… İşte oralar, duyduğumuza göre tıklım tıklımmış… Kur’an Kursu’nda ölen çocuklarla aynı yaşlardalar, oralarda tatil yapan evlatlarımız da… Oraların özenle ılıştırıldıktan sonra deniz suyu basılan havuzlarında oynuyorlar. Oynamasın demiyoruz, yanlış anlaşılmasın. Veya kız kıza dans ettikleri, “hanımlara mahsus” diskolarında eğlenenler de “bizim” çocuklarımız… Yani demek ki “biz” meselesi epey zorlu, karmaşık, kalabalık bir sosyolojidir memleketimizde. Ve ikiye ayrılır “biz”; birinci şıkka girenlerle ikinci şıkka girenler arasında dağlar kadar fark yatırarak ayrılır…
Geçenlerde gittiğim düğünlerden birisinde de aynı “biz”in değişik yüzleriyle yüz yüze geldim misal… Bir tarafı siyasetçi, diğeri iş dünyası olan dünürlere, Allah mesut etsin derim cânı gönülden… Derim de, devasa pastasının önünde patlayan havai fişekleri seyreden gelin hanımın sınıf arkadaşı kızlardan birisiydi masaya servis eden garsonlardan biri… Böyle lüks yerlerin yemek şefleri de bir alem oluyor, ellerinde bir kırbaçları eksik, garsonları Roma Arenası'ndaki gladyatörler gibi koşturuyorlar. Davetlilerle konuşmaları bile yasakmış, gözleriyle kısaca selam veriyor, yine de mutlu, zira hiç olmazsa sınıf arkadaşının düğününde de olsa iş bulabilmişti en nihayetinde…
Zenginlik ve fakirlik elbette kaderdir, kısmettir… Sorgulamıyorum. Maddi durumunuza göre tatil de yaparsınız, düğün de… Ama benim beynimi zonklatan şey; zenginliklerimizin bu kadar “kısa sürede” nasıl oluştuğudur. Kısa sürede oluşması da bir kaderdir derseniz, bu sefer de şunu sorabilirim müsadenizle; bu kadar sakil, bu kadar sonradan görme şekilde, göze soka soka, paçadan akıtırcasına, para budalası halinde sergilemek zorunda mıyız kendimizi?
“Allah yürü ya kulum demiş, sana ne” demesin kimse lütfen… Şu yürüyen kullar, bir gün de sormazlar mı vicdanlarına Maun Suresi, Bakara Suresi ne diyor diye?
Yetimi ve güçsüzü itip kakan, yetimin ve güçsüzün halini düzeltmek konusunda çaba sarfetmeyen kimselerin “dini yalanlayıcı”lardan olduğunu hiç okumadık mı?
Ya “diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun” hakkını soracağına yemin eden Allah’ı hiç işitmedik mi?
Veya “komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen Rasûl’ü de (s.a.v) mi hiç işitmedik? Dikkat ediniz; namaz kılmak, oruç tutmak değil… Komşusu açken tok yatmamanın anlamı, kelime-i şehadet kadar büyüktür ki; “bizden” mi “değil mi” mihenginin kalbi atar o cümlede…
Sizi bilmem ama ben bu yazıyı yazıp, bu ibareleri hatırlarken bile korkudan tir tir titriyorum…
Biz bu çocukların hakkını nasıl ödeyeceğiz? Kendi çocuğumuz olsalardı hangi şartları sağlardık onlara? Haksızlık etmeyelim… O yöredeki kardeşlerimiz dişlerinden artırdıklarıyla ancak o kadarını yapabilmişler. Caddebostan’da da patladığında tüpler aynı tahribatı yapabilir. Bunlar doğru… Kaderdir, bu da doğru…
Kur'an-ı Kerim öğrencileriyle aynı tastan yemek yiyen Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) ile kıyaslayalım kendimizi… “Suffe’dekiler açken ben tok olamam” diyerek üç günlük açlığı üstüne kendisine bir tabak yemek getiren Fatıma'sının elindekileri kapıda bekleşen talebelere ikram eden Efendimiz’e (s.a.v) bakalım… Sonra da tüm safiyetiyle “sabah namazı”ndan evvel uyanarak Rahmetin hepimizin üzerine olması için duaya kalkmış, büyük bir patlamayla hayatının baharında kavrulmuş o meleklere bakalım…
Biz bu fotoğrafın neresindeyiz dostlar?
09/08/2008