O'nu camiamızın bir türlü ihtiyarlamayan haşarı delikanlısı olarak gördüklerinden midir bilinmez, Müslümanları zor durumda bırakan hareketleri, acelece söylenmiş sözleri daima bağışlanır. Her beş yılda bir, etrafına topladığı yeni gençlerle yelkenleri fora eder, en tumturaklısından "vira bismillah" der, "büyük laflar" eder. "Hilafet, ittihad-ı İslam gibi kavramlar içi doldurulmadan, arkasında durulmadan kitlelere boca edilir. Yola düşerken ortaya çıkarttığı gürültüden hiç bitmeyecek gibi görünen eşsiz bir enerjiyi bünyesinde topladığı zannına kapılırsınız. Ama kısa sürede bu enerji biter, etrafında bin bir heyecan ve ümitle toplanan gençler dağılır. Bazen küser, çeker gider. Fakat o hep delikanlıdır. Racon keser. Gidenlerin ardında nasıl bir enkaz bıraktığına aldırış etmez. Tükettiği kavramlarımızdır, ideallerimizdir. Bir kıtadan diğerine feryadımızı ulaştıranların kanlarıyla müdafaa ettiği, uğruna bedel ödediğimiz, şehit verdiğimiz kavramlardır tüketilen. Ama olsun, o her defasında bıçkın delikanlı olarak yeniden ayağa kalkar, alaycı ve müstehzi ifadeleri düşmanlarımıza sallar ve gönlümüzü yeniden fetheder.
Mücahidleri, fıkıhsızlıkla itham eden, bir projeleri olmadığı iddiasıyla hatta daha da ileri giderek onları ümmetin sırtında bir kambur olarak gördüğünü söyleyen kişiye buradan cevap vermek ne kadar da anlamsız. Hele ne Zerkavi'nin, ne Usame'nin, ne Zevahiri'nin, ne de Atiyetullah'ın asla savunmadığı -doğrudan sivilleri hedef alan- saldırıları bir çırpıda onların sorumluluğuna tevdi etmesi adil bir yaklaşım mıdır? Üstelik adını andığım bu zatların aksine yaptıkları açıklamaları dahi tahfif ederek, -hadi inanalım bari- ukalalığı, pişkinliği karşısında ne söylenebilir ki? Bu kişilerin üçü ABD saldırısında bedenleri paramparça edilerek şehit düştüler. Bugün mezarları dahi yok. Fakat onların İslam ümmetini işgalciler ve tağuti işbirlikçiler karşısında ayağa kalkmaya çağıran kutlu sadâları kıtalar dolaşıyor.
Ne 11 Eylül saldırılarını; siyasi, sosyal ve ekonomik etkilerini ne de istişhadi eylemlerin ardındaki fıkhi yaklaşımları burada tartışacak değilim. Bu konuda pek çok dilde yazılan eserler bir kütüphaneyi dolduracak boyuta ulaşmıştır. Dünyanın neredeyse 15 yıldır bir numaralı gündemi olan küresel savaş ve karşısında giderek büyüyen küresel cihad hakkında, aktörleri tarafından kaleme alınmış tek bir makale, tek bir kitap dahi okumadığı yazdıklarının düzeyinden belli olan çevrelerle bu konuları konuşmak nafile bir uğraştır.
Onu okumayı 2001 yılında bıraktım. Bu hayalperestin bende bıraktığı iz sadece hayal kırıklığıydı. Yıllar sonra hasbelkader dinlemek durumunda kaldığım Rota'nın galasındaki "stand-up show"a dönüşen konuşması dışında kendisinin hangi konularda nasıl düşündüğüne dair bir bilgim yoktu. Şayet Sancaktar isimli mevkute böyle bir yazıyı yayınlamamış olsaydı, yine haberim olmayacaktı.
***
Başörtüsü yasaklarının en şiddetli şekilde uygulandığı günlerdi. Mübalağa olsun diye değil, gerçekten şiddetle uygulanıyordu. Rejimin kolluk güçleri sırtımızda coplarının kudretini deniyorlar, panzerleri robokoplarıyla okulların önünde çelikten duvarlar örüyorlardı. Kız kardeşlerimizin başlarındaki örtüler yırtılıyor, her türlü aşağılanmaya maruz bırakılıyorduk. Bu saldırıyı sadece Kemal Alemdaroğlu, Nur Serter, Türkan Saylan, Necla Arat gibi tescilli kemalistler yapmıyorlardı. Bu meş'um saldırının sancaktarlığı bir ilahiyatçıya nasip oluyordu: Zekeriya Beyaz. Ekran ekran dolaşıp, başörtüsünün İslam'da yeri olmadığını, bunun bedevi geleneği olduğunu iddia ediyordu. Bu gayretkeşliği sayesinde taltif edilecek, Marmara İlahiyat'a dekan olarak atanacaktı. Artık ilahiyat öğrencileri dahi bu yasaktan nasibi alıyordu. Biz gençler kapının önünde polisle cedelleşirken, Zekeriya Beyaz fakülte içinde bir konferans veriyordu. Konu "ulu'l emre itaat'tı." Ona göre "Devlete itaat etmek farzdı. Başörtüsünü yasaklayan devlete itaat etmeyenler günahkarlıkta sınır tanımayan azgınlardı"
Kardeşlerimizin örtülerine yapılan saldırılar mı, yoksa bu çağdaş samirinin, bel'amın sözleri mi daha fazla acıtmalıydı bizi, kestiremiyorduk. İşte böylesi bir anda genç bir kardeşimizin izzet-i nefsine dokundu Beyaz'ın yaptıkları. Çekti, vurdu bıçağıyla. Öldürmek için mi yapmıştı bilinmez. Fakat, Beyaz yaralanmıştı. Kısa süre sonra da hastaneden taburcu edildi. Daha 18'ini dahi doldurmamıştı Halil Cihan. Yakalandı. Müebbet hapse mahkum edildi. Kaldığı evden, cemaatlerden kovuldu. Yaşının küçüklüğü sebebiyle cezası 11 yıla inmeseydi, hala hapisteydi. Ama Albayrak, Halil hakkındaki hükmü herkesten önce vermişti. O bir provokatördü. Sanki başörtüsü yasaklarının kalkmasının tartışıldığı bir dönemde yaşıyorduk da, Halil çocuk bu eylemiyle tüm sürece engel olmuştu. O gün anladım ki, ağabeylerimize göre bizim derdimiz, hislerimiz, duygularımız, öfkelerimiz hatta hatalarımız olamazdı. Bir daha ne Gerçek Hayatı ne de onu okumadım. Ve bir kez daha nefret ettim o kelimeden: provokatör!
Lakin bırakacak gibi değildi bu kelime peşimi, bir hayalet gibi izledi beni. 32. Gün programında karşımda Necla Arat'ı gördüğümde "yargılanacaksınız, bugün olmaz ise muhakkak bir gün" diye haykırdığımda -evet kelimenin tam anlamıyla bu, çünkü M. Ali Birand mikrofonun sesini kestirmişti- başörtüsünün onurunu, insan haklarını koruduğunu iddia eden bazı avukatlar dahi beni provakasyonla suçlamışlardı. Sadece beni mi? Hayır. Atatürk'ü seviyor musun, diye sorulduğunda lafı eğip bükmeden "hayır sevmiyorum, niye seveyim ki" diyen Nuray Canan Bezirgan kardeşim de aynı suçlamaya maruz kalmıştı.
Bu konuşmalarımızın AK Parti'nin kapatılmasıyla ilgili hazırlanan iddianamede yer alması da tepkiyi çoğaltmıştı. Neyse ki parti kapatılmadı. Biz sürece, merhaleye dikkat etmeye çalıştığımızı düşünüyorduk amellerimizle fakat, mikrofonu eline alanların utana sıkıla adeta suçluymuş gibi kimliğimizi savunmaya kalkmaları ağrımıza gidiyordu. Allah'ın dinine iman etmeyen Marksistler dahi yargılandıkları mahkeme ifadelerine "sorgumuzdur!" diyerek başlarken, bu sünepelik bize yakışmazdı. Biz sadece yasakların kalkmasını değil, mücrimlerin hesap vermelerini istiyorduk. Ama provokatörlük yaftasından kurtulamamıştık. O gün ne Ergenekon ne de Balyoz davaları vardı. Şükür o gün yargılanmasını dilediklerimiz, bugün birer birer hesap veriyorlar.
***
Çeçenistan dağlarının şahin bakışlı yiğitleri birer birer toprağa düşüyordu. Dudayev, Yeltsin'e unutulmaz destansı bir cevap veren Zelimhan, Basayev, Hattap ve diğer kutlu önderler.. Onlar düştükçe toprağa yeniden filiz verdi bu dava. Evet onlar büyük önderlerdi ve yerlerini doldurmak hiç de kolay olmayacak, belki hiç doldurulmayacak. Fakat bu cihad önderlerini öldürmekle bu davayı bitireceğini sanan düşmanlarımıza mücahidler öyle bir siyasal ve ideolojik okumayla cevap verdiler ki, Rusya 6 yıldır 400 bin askerini Kafkasya önlerinde bekletmek zorunda kaldı. Beşinci Cumhurbaşanı Dokko Umarov, 17 yıldır cihad meydanını hiç terk etmemiş ak sakalllı, boyu 1.50 lerdeki ama çelik yürekli Süfyan Abdullaev'i bir yanına, Çerkeslerin emiri Anzor (Seyfullah)'ı diğer yanına alıp Dağıstan'dan Çerkesya'ya, İnguş dağlarından Nogay steplerine kadar tüm Kafkasya'da cihad ilan etti. Mücadele asli sınırlarına dönüyordu: İmam Mansur ve İmam Şamil'in çizdiği hatta. Artık ne ulusal sembollerin, ne de küçük bir toprağın kavgası verilecekti. Ölsek de, kutlu bir dava için ölmeliydik. Artık ne küresel güçlerin çıkar kavgaları, ne istihbarat örgütlerinin çelmeleri.. Hepsini terk ediyoruz, paranızı, titrleri, uyduruk makamları. Öyle bir rest çekti ki Dokko, dünya şaşakaldı.
"Kasyun dağından İstanbul'a gözlerini dikip, Suriye ile Türkiye birleşsin. Esed ile Tayyip anlaşsınlar. Zaten Esma'da yengemiz olur." kabilinden ütopyayı "ümmetçilik" zanneden hayalperestimiz, o günlerde bir yazı kaleme aldı. Hani şu İslami camianın yazar-çizer takımının Çeçenistan'a "Anadolu'daki teyzelerin otobüsleri doldurup Eyüp Sultan'a türbe ziyaret etmelerine benzeyen" ziyaretleri üzerine bir yazı. Kadirov'u ziyaret etmelerine değil ama, bu işi böyle fütursuzca yapmalarına içerleyen yazısını şöyle bitirmişti:
"Açık söyleyeyim: Ben mücahitlerin silah bırakmalarından yanayım. Bağırlarına taş basıp, Bağımsız Çeçenistan davasını –ve hele Kafkasya İslam Emirliği davasını- rafa kaldırmaları gerektiğini düşünüyorum. Bunun için gerekli olan vasat oluştu mu? Oluşmadıysa da oluşur mu? Silah bırakan mücahitlerin –istisnasız hepsinin- güvenliği garanti edilir mi? Bu konuda itimat telkin etmeyen Vladimir Putin ve Ramzan Kadirov, itimat telkin eder hale gelebilir mi? Onlar dört başı mamur bir 'açılım' yaparlarsa, mücahitler de belki 'açılım'a ikna edilebilir. Barış için arabuluculuk yapacak kimseler / kuruluşlar bulmak güç olmasa gerek."
Bu son vuruşu değildi. Fakat çok etkiliydi. Kadirov'un destekçileri, kendi sitelerinin baş köşesine bu makaleyi yerleştirmek için cepheye atıldılar. Utana sıkıla, isimlerini gizleyerek işgal altındaki topraklara gidenler artık biraz nefes alabilirlerdi. Ta ki, İstanbul'da sokak ortasında şehid düşen üç kardeşimizin tetikçilerine yol gösteren adamla fotoğrafları boy boy yayınlanana dek.
Kafkasya Emirliği davasının kuru bir propaganda olmadığını 1920'de Kafkasya'da Bolşevikler eliyle yıkılan son devletimizin bu adla kurulduğunu, üç yıldız ve hilalli yeşil bayrağını, kendi adına bastırdığı parasını, son nefesine kadar yani vefat ettiği 89 yaşına kadar işgalci Ruslara karşı savaşan İmam Uzun Hacı'yı anlatmalıydı Albayrak oysa bize..
"Semerkant'tan, Gazze'ye tek devlet olsun, başkenti de İstanbul olsun" hayallerini tatlı bir temenni ve tebessümle karşıladığımız adam, Mücahidlerden "Rusya'ya ve bana karşı savaşanları ve ailelerini diri diri toprağa gömeceğim" diye çemkiren çirkin-sapık Kadirov'a silahlarını teslim etmesini istiyordu.
***
İşte bu sebeple Hakan Albayrak'ın küresel cihad ve mücahidler hakkında kaleme aldığı yazısı beni hiç sarsmadı. Sizi de sarsmasın. Onun, Jöntürklerin "hürriyet, adalet, müsavat" sloganından aparttığı "Hürriyet, adalet, ittihad-ı İslam" sloganını işittiğinizde şaşırmayın. Hamasetin dik alasını işiten kulaklarınız, müstehzi ifadelerle karşılamasın bu sözleri. Kale-i Cenk'te çukura doldurulup suyla boğulan, Mezar-ı Şerif'te esir alınıp konteynırlarda nefessiz bırakılan ve hava alsınlar diye vücutlarında koca koca delikler açılan 4 bin yiğidin eşsiz bakışları tercüman olsun gözlerinize..
Ve sen Adem. Bu kambur yazıda hiçbir dahlin olmadığını biliyorum. Nasıl olabilir ki? Herkesin Irak direnişini unuttuğu bir dönemde "bir şeyler yapmalı diye" dört dönen sen. Ebu Garip'in sembolü Hacı Ali'yi Türkiye'ye getirdiğimizi, Müslümanların gündemine Irak cihadını yeniden taşıdığımızı mı unutayım. Zerkavi şehit düştüğünde "hiç bir ölüm beni bu kadar sarsmamıştı" diyen sözlerini mi.. O'na "vahşi, katil ve suçlu" diyen sözlerde bir payın olduğunu nasıl söyleyebilirim.
Seni tek ayağıyla Veziristan'dan Afgan dağlarına kadar İslam topraklarına işgalcilerin botları basmasın diye çırpınırken şehid düşen Molla Dadullah'ın, Grozni kuşatmasını yararken mücahitlerinin en önünde yürüyüp bacağını kaybeden, sonra kopan bacağını sırtına alıp yoluna devam eden Şamil Basayev'in güzel mirasıyla, Tora Bora'da sırtında silahları, ellerinde asaları, adeta bir derviş edasıyla harmanisini omzuna dolayıp yavaş adımlarla yürürken, dünyaya meydan okuyan iki yaşlı muvahhidin ayak tozlarıyla selamlıyorum.
"Baban yanında olsaydı, ondan ne isterdin" diye sorulduğunda "Vallahi ne oyuncak istiyorum, ne yanaklarımı okşamasını, ne de o çok özlediğim kokusunu, sıkıca sarılmasını; mücahidlere yoldaş olsun yeter" diye cevap veren Tatar kızı Emine'nin gözlerinden süzülen o iki damla yaşın hatırına bir cevap bekliyorum.
Dua ile..
Mücahidleri, fıkıhsızlıkla itham eden, bir projeleri olmadığı iddiasıyla hatta daha da ileri giderek onları ümmetin sırtında bir kambur olarak gördüğünü söyleyen kişiye buradan cevap vermek ne kadar da anlamsız. Hele ne Zerkavi'nin, ne Usame'nin, ne Zevahiri'nin, ne de Atiyetullah'ın asla savunmadığı -doğrudan sivilleri hedef alan- saldırıları bir çırpıda onların sorumluluğuna tevdi etmesi adil bir yaklaşım mıdır? Üstelik adını andığım bu zatların aksine yaptıkları açıklamaları dahi tahfif ederek, -hadi inanalım bari- ukalalığı, pişkinliği karşısında ne söylenebilir ki? Bu kişilerin üçü ABD saldırısında bedenleri paramparça edilerek şehit düştüler. Bugün mezarları dahi yok. Fakat onların İslam ümmetini işgalciler ve tağuti işbirlikçiler karşısında ayağa kalkmaya çağıran kutlu sadâları kıtalar dolaşıyor.
Ne 11 Eylül saldırılarını; siyasi, sosyal ve ekonomik etkilerini ne de istişhadi eylemlerin ardındaki fıkhi yaklaşımları burada tartışacak değilim. Bu konuda pek çok dilde yazılan eserler bir kütüphaneyi dolduracak boyuta ulaşmıştır. Dünyanın neredeyse 15 yıldır bir numaralı gündemi olan küresel savaş ve karşısında giderek büyüyen küresel cihad hakkında, aktörleri tarafından kaleme alınmış tek bir makale, tek bir kitap dahi okumadığı yazdıklarının düzeyinden belli olan çevrelerle bu konuları konuşmak nafile bir uğraştır.
Onu okumayı 2001 yılında bıraktım. Bu hayalperestin bende bıraktığı iz sadece hayal kırıklığıydı. Yıllar sonra hasbelkader dinlemek durumunda kaldığım Rota'nın galasındaki "stand-up show"a dönüşen konuşması dışında kendisinin hangi konularda nasıl düşündüğüne dair bir bilgim yoktu. Şayet Sancaktar isimli mevkute böyle bir yazıyı yayınlamamış olsaydı, yine haberim olmayacaktı.
***
Başörtüsü yasaklarının en şiddetli şekilde uygulandığı günlerdi. Mübalağa olsun diye değil, gerçekten şiddetle uygulanıyordu. Rejimin kolluk güçleri sırtımızda coplarının kudretini deniyorlar, panzerleri robokoplarıyla okulların önünde çelikten duvarlar örüyorlardı. Kız kardeşlerimizin başlarındaki örtüler yırtılıyor, her türlü aşağılanmaya maruz bırakılıyorduk. Bu saldırıyı sadece Kemal Alemdaroğlu, Nur Serter, Türkan Saylan, Necla Arat gibi tescilli kemalistler yapmıyorlardı. Bu meş'um saldırının sancaktarlığı bir ilahiyatçıya nasip oluyordu: Zekeriya Beyaz. Ekran ekran dolaşıp, başörtüsünün İslam'da yeri olmadığını, bunun bedevi geleneği olduğunu iddia ediyordu. Bu gayretkeşliği sayesinde taltif edilecek, Marmara İlahiyat'a dekan olarak atanacaktı. Artık ilahiyat öğrencileri dahi bu yasaktan nasibi alıyordu. Biz gençler kapının önünde polisle cedelleşirken, Zekeriya Beyaz fakülte içinde bir konferans veriyordu. Konu "ulu'l emre itaat'tı." Ona göre "Devlete itaat etmek farzdı. Başörtüsünü yasaklayan devlete itaat etmeyenler günahkarlıkta sınır tanımayan azgınlardı"
Kardeşlerimizin örtülerine yapılan saldırılar mı, yoksa bu çağdaş samirinin, bel'amın sözleri mi daha fazla acıtmalıydı bizi, kestiremiyorduk. İşte böylesi bir anda genç bir kardeşimizin izzet-i nefsine dokundu Beyaz'ın yaptıkları. Çekti, vurdu bıçağıyla. Öldürmek için mi yapmıştı bilinmez. Fakat, Beyaz yaralanmıştı. Kısa süre sonra da hastaneden taburcu edildi. Daha 18'ini dahi doldurmamıştı Halil Cihan. Yakalandı. Müebbet hapse mahkum edildi. Kaldığı evden, cemaatlerden kovuldu. Yaşının küçüklüğü sebebiyle cezası 11 yıla inmeseydi, hala hapisteydi. Ama Albayrak, Halil hakkındaki hükmü herkesten önce vermişti. O bir provokatördü. Sanki başörtüsü yasaklarının kalkmasının tartışıldığı bir dönemde yaşıyorduk da, Halil çocuk bu eylemiyle tüm sürece engel olmuştu. O gün anladım ki, ağabeylerimize göre bizim derdimiz, hislerimiz, duygularımız, öfkelerimiz hatta hatalarımız olamazdı. Bir daha ne Gerçek Hayatı ne de onu okumadım. Ve bir kez daha nefret ettim o kelimeden: provokatör!
Lakin bırakacak gibi değildi bu kelime peşimi, bir hayalet gibi izledi beni. 32. Gün programında karşımda Necla Arat'ı gördüğümde "yargılanacaksınız, bugün olmaz ise muhakkak bir gün" diye haykırdığımda -evet kelimenin tam anlamıyla bu, çünkü M. Ali Birand mikrofonun sesini kestirmişti- başörtüsünün onurunu, insan haklarını koruduğunu iddia eden bazı avukatlar dahi beni provakasyonla suçlamışlardı. Sadece beni mi? Hayır. Atatürk'ü seviyor musun, diye sorulduğunda lafı eğip bükmeden "hayır sevmiyorum, niye seveyim ki" diyen Nuray Canan Bezirgan kardeşim de aynı suçlamaya maruz kalmıştı.
Bu konuşmalarımızın AK Parti'nin kapatılmasıyla ilgili hazırlanan iddianamede yer alması da tepkiyi çoğaltmıştı. Neyse ki parti kapatılmadı. Biz sürece, merhaleye dikkat etmeye çalıştığımızı düşünüyorduk amellerimizle fakat, mikrofonu eline alanların utana sıkıla adeta suçluymuş gibi kimliğimizi savunmaya kalkmaları ağrımıza gidiyordu. Allah'ın dinine iman etmeyen Marksistler dahi yargılandıkları mahkeme ifadelerine "sorgumuzdur!" diyerek başlarken, bu sünepelik bize yakışmazdı. Biz sadece yasakların kalkmasını değil, mücrimlerin hesap vermelerini istiyorduk. Ama provokatörlük yaftasından kurtulamamıştık. O gün ne Ergenekon ne de Balyoz davaları vardı. Şükür o gün yargılanmasını dilediklerimiz, bugün birer birer hesap veriyorlar.
***
Çeçenistan dağlarının şahin bakışlı yiğitleri birer birer toprağa düşüyordu. Dudayev, Yeltsin'e unutulmaz destansı bir cevap veren Zelimhan, Basayev, Hattap ve diğer kutlu önderler.. Onlar düştükçe toprağa yeniden filiz verdi bu dava. Evet onlar büyük önderlerdi ve yerlerini doldurmak hiç de kolay olmayacak, belki hiç doldurulmayacak. Fakat bu cihad önderlerini öldürmekle bu davayı bitireceğini sanan düşmanlarımıza mücahidler öyle bir siyasal ve ideolojik okumayla cevap verdiler ki, Rusya 6 yıldır 400 bin askerini Kafkasya önlerinde bekletmek zorunda kaldı. Beşinci Cumhurbaşanı Dokko Umarov, 17 yıldır cihad meydanını hiç terk etmemiş ak sakalllı, boyu 1.50 lerdeki ama çelik yürekli Süfyan Abdullaev'i bir yanına, Çerkeslerin emiri Anzor (Seyfullah)'ı diğer yanına alıp Dağıstan'dan Çerkesya'ya, İnguş dağlarından Nogay steplerine kadar tüm Kafkasya'da cihad ilan etti. Mücadele asli sınırlarına dönüyordu: İmam Mansur ve İmam Şamil'in çizdiği hatta. Artık ne ulusal sembollerin, ne de küçük bir toprağın kavgası verilecekti. Ölsek de, kutlu bir dava için ölmeliydik. Artık ne küresel güçlerin çıkar kavgaları, ne istihbarat örgütlerinin çelmeleri.. Hepsini terk ediyoruz, paranızı, titrleri, uyduruk makamları. Öyle bir rest çekti ki Dokko, dünya şaşakaldı.
"Kasyun dağından İstanbul'a gözlerini dikip, Suriye ile Türkiye birleşsin. Esed ile Tayyip anlaşsınlar. Zaten Esma'da yengemiz olur." kabilinden ütopyayı "ümmetçilik" zanneden hayalperestimiz, o günlerde bir yazı kaleme aldı. Hani şu İslami camianın yazar-çizer takımının Çeçenistan'a "Anadolu'daki teyzelerin otobüsleri doldurup Eyüp Sultan'a türbe ziyaret etmelerine benzeyen" ziyaretleri üzerine bir yazı. Kadirov'u ziyaret etmelerine değil ama, bu işi böyle fütursuzca yapmalarına içerleyen yazısını şöyle bitirmişti:
"Açık söyleyeyim: Ben mücahitlerin silah bırakmalarından yanayım. Bağırlarına taş basıp, Bağımsız Çeçenistan davasını –ve hele Kafkasya İslam Emirliği davasını- rafa kaldırmaları gerektiğini düşünüyorum. Bunun için gerekli olan vasat oluştu mu? Oluşmadıysa da oluşur mu? Silah bırakan mücahitlerin –istisnasız hepsinin- güvenliği garanti edilir mi? Bu konuda itimat telkin etmeyen Vladimir Putin ve Ramzan Kadirov, itimat telkin eder hale gelebilir mi? Onlar dört başı mamur bir 'açılım' yaparlarsa, mücahitler de belki 'açılım'a ikna edilebilir. Barış için arabuluculuk yapacak kimseler / kuruluşlar bulmak güç olmasa gerek."
Bu son vuruşu değildi. Fakat çok etkiliydi. Kadirov'un destekçileri, kendi sitelerinin baş köşesine bu makaleyi yerleştirmek için cepheye atıldılar. Utana sıkıla, isimlerini gizleyerek işgal altındaki topraklara gidenler artık biraz nefes alabilirlerdi. Ta ki, İstanbul'da sokak ortasında şehid düşen üç kardeşimizin tetikçilerine yol gösteren adamla fotoğrafları boy boy yayınlanana dek.
Kafkasya Emirliği davasının kuru bir propaganda olmadığını 1920'de Kafkasya'da Bolşevikler eliyle yıkılan son devletimizin bu adla kurulduğunu, üç yıldız ve hilalli yeşil bayrağını, kendi adına bastırdığı parasını, son nefesine kadar yani vefat ettiği 89 yaşına kadar işgalci Ruslara karşı savaşan İmam Uzun Hacı'yı anlatmalıydı Albayrak oysa bize..
"Semerkant'tan, Gazze'ye tek devlet olsun, başkenti de İstanbul olsun" hayallerini tatlı bir temenni ve tebessümle karşıladığımız adam, Mücahidlerden "Rusya'ya ve bana karşı savaşanları ve ailelerini diri diri toprağa gömeceğim" diye çemkiren çirkin-sapık Kadirov'a silahlarını teslim etmesini istiyordu.
***
İşte bu sebeple Hakan Albayrak'ın küresel cihad ve mücahidler hakkında kaleme aldığı yazısı beni hiç sarsmadı. Sizi de sarsmasın. Onun, Jöntürklerin "hürriyet, adalet, müsavat" sloganından aparttığı "Hürriyet, adalet, ittihad-ı İslam" sloganını işittiğinizde şaşırmayın. Hamasetin dik alasını işiten kulaklarınız, müstehzi ifadelerle karşılamasın bu sözleri. Kale-i Cenk'te çukura doldurulup suyla boğulan, Mezar-ı Şerif'te esir alınıp konteynırlarda nefessiz bırakılan ve hava alsınlar diye vücutlarında koca koca delikler açılan 4 bin yiğidin eşsiz bakışları tercüman olsun gözlerinize..
Ve sen Adem. Bu kambur yazıda hiçbir dahlin olmadığını biliyorum. Nasıl olabilir ki? Herkesin Irak direnişini unuttuğu bir dönemde "bir şeyler yapmalı diye" dört dönen sen. Ebu Garip'in sembolü Hacı Ali'yi Türkiye'ye getirdiğimizi, Müslümanların gündemine Irak cihadını yeniden taşıdığımızı mı unutayım. Zerkavi şehit düştüğünde "hiç bir ölüm beni bu kadar sarsmamıştı" diyen sözlerini mi.. O'na "vahşi, katil ve suçlu" diyen sözlerde bir payın olduğunu nasıl söyleyebilirim.
Seni tek ayağıyla Veziristan'dan Afgan dağlarına kadar İslam topraklarına işgalcilerin botları basmasın diye çırpınırken şehid düşen Molla Dadullah'ın, Grozni kuşatmasını yararken mücahitlerinin en önünde yürüyüp bacağını kaybeden, sonra kopan bacağını sırtına alıp yoluna devam eden Şamil Basayev'in güzel mirasıyla, Tora Bora'da sırtında silahları, ellerinde asaları, adeta bir derviş edasıyla harmanisini omzuna dolayıp yavaş adımlarla yürürken, dünyaya meydan okuyan iki yaşlı muvahhidin ayak tozlarıyla selamlıyorum.
"Baban yanında olsaydı, ondan ne isterdin" diye sorulduğunda "Vallahi ne oyuncak istiyorum, ne yanaklarımı okşamasını, ne de o çok özlediğim kokusunu, sıkıca sarılmasını; mücahidlere yoldaş olsun yeter" diye cevap veren Tatar kızı Emine'nin gözlerinden süzülen o iki damla yaşın hatırına bir cevap bekliyorum.
Dua ile..