Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Necm Suresi Meal ve Tefsiri

tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Necm suresi ayet 1
Battığı zaman yıldıza andolsun;

bn Abbas, Mücahid ve Süfyan-ı Sevri, "en-Necm" kelimesiyle Süreyya Yıldızı'nın kastolunduğunu öne sürerlerken, İbn cerir ve Zamahşeri de aynı görüşü paylaşmışlardır. Çünkü Arapça'da (en-Necm) kelimesi genellikle Süreyya Yıldızı için kullanılır. Suudi ise, "en-Necm" kelimesiyle Zühre Yıldızı'nın kastedildiği kanaatindedir. Ebu Ubeyde Nahvi'ye göre de, en-Necm yıldızların bir cinsi olması hasebiyle, burada, ayetin anlamı "Tüm yıldızların sabahleyin battığı zamana yemin olsun ki" şeklindedir. Mahal itibarıyla son görüş kabul edilmeye daha uygundur.

Necm suresi ayet 2
Sahibiniz (olan peygamber) şaşırıp sapmadı ve azmadı.

Burada muhatab Hz. Muhammed (s.a) ve dolayısıyla Kureyşlilerdir. "Sahibüküm"; yani "sizinle birlikte uzun müddet yaşamış olan arkadaşınız Muhammed". Burada, "Rasûlüllah" ya da "Rasûlümuz" şeklindeki ifadeler yerine, "arkadaşınız" şeklinde bir ifade kullanılmış olmasının ardında, derin anlamlar gizlidir. Çünkü böyle bir nitelemeyle, Kureyşlilere sözkonusu kişinin yani Hz. Peygamber'in (s.a) yabancı biri olmadığı, aksine herkes tarafından yüksek meziyetleri ve yüce ahlâkı bilinen, kendi kavimlerine mensup birisi olduğu vurgulanmaktadır. "Hakkında uydurduğunuz yalan, iftira ve ithamları, yakından tanıdığınız böyle birine, hiçbir surette yakıştırmanız mümkün değildir."

İşte batan yıldızlar üzerine yemin edilmesinin asıl nedeni budur. "zalle", bir kimsenin doğru yolu bilmeden "gaveyyün" ise bilerek yanlış bir yolu seçmesi anlamına gelebilir. Yani, denilmek isteniyor ki, "Hz. Muhammed (s.a) sizlerin bilmediği, tanımadığı bir kimse değildir. Dolayısıyla O'nu sapıklıkla suçlamanız, sadece bir iftiradır." Bu husus hakkında batan yıldızlar üzerine yemin, şu münasebetle edilmiştir. "Bilindiği gibi, gece gökyüzü yıldızlarla dolu olsa bile insan yine de herşeyi net bir şekilde göremez. Sözgelimi yıldızların etrafı oldukça aydınlattığı bir gecede dahi, bazen bir ağaç uzaktan bir korkuluk gibi, bir ip yılan gibi, bir tepe ise büyük bir hayvan gibi görülebilir. Fakat yıldızlar batıp, ortalığı gündüzün aydınlığı sardığında herşey yerli yerinde, net bir şekilde görünür ve hiçbir şeyin hüviyetinden şüphe edilemez. Hz. Peygamber'in (s.a) hayatı da işte böyle, tıpkı gündüz gibi apaçıktır. Sizlerin de çok iyi bildiği gibi, arkadaşınız fıtratı temiz, akıllı ve kavrayışı derin birisidir. Bu özelliklerine rağmen, Onun doğru yoldan saptığından nasıl kuşku duyulabilir? Ayrıca sizler, Onun gayet dürüst ve iyiniyet sahibi bir kişiliği olduğunu da bilirsiniz. O halde, yüksek meziyetleri olan, iyiniyetli, fıtratı temiz bir insanın doğru yoldan saptığını ve hatta başkalarını da saptırmaya çalıştığını nasıl iddia edebilirsiniz?

Necm suresi ayet 3
O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz.

Necm suresi ayet 4
O (söyledikleri) yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir.

Yani, sizler, Hz. Muhammed'e (s.a) sırf insanlara Kur'an'ı tebliğ ettiği için öfke duyuyorsunuz. Oysa bu Kur'an'ı O uydurmamıştır ve onu kendi çıkarları için tebliğ etmemektedir. Bu Kur'an, Ona Allah tarafından vahyolunmuştur ve vahyolunmaya devam edilmektedir. O, Peygamberliğini Peygamber olma hevesiyle değil, Allah kendisine emrettiği ve Risaleti tebliğ etmesini buyurduğu için ilan etmiştir. Dolayısıyla O, sizlere bir Peygamber sıfatıyla tebliğ etmektedir. İslâm'ın, Tevhid, Ahiret, Kıyamet gününde ceza ve mükafatın verileceği haberi, kainatta insanın bulunduğu mevki ve salih bir hayat sürmenin prensipleri hakkındaki mesajı, Onun kendi uydurduğu düşünceler olmayıp, Allah'ın kendisine vahyettiği hakikatlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a) sizlere tebliğ ettiği bu Kur'an kendisine Allah tarafından nazil olmuştur ve hâlâ olmaktadır. Dolayısıyla sizlere tebliğ ettiği bu hakikatler bir ilme dayanmaktadır.
"O hevadan konuşmaz. O Kur'an kendisine vahyedilen bir vahiyden başka değildir."
Bu bağlamda şöyle bir soru yöneltilebilir: "Hz. Peygamber'in (s.a) tüm sözleri Allah katından mıdır? Değilse şayet, Hz. Peygamber'in (s.a) sözlerinden hangisi kendisine ait, hangisi Allah'ın vahyidir?" Böyle bir sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Kur'an kesinlikle bir vahiydir ve içindeki tüm sözler istisnasız Allah'a aittir. Hz. Peygamber'in (s.a) kendi sözleri ise üç kategoriye ayrılabilir:

1) Hz. Peygamber'in (s.a) İslâm'ı tebliğ, Kur'an'ı beyan ve izah niteliği taşıyan sözlerinin tümünün vahy kaynaklı olduğuna şüphe yoktur. Maazallah bunlar hevasından uydurduğu düşünceler değildi.
Bir bakıma Hz. Peygamber, (s.a) Allah'ın tayin ettiği resmi bir sözcüydü. Bu tür vahy, kelimesi kelimesine Kur'an gibi nazil olmuş değilse bile, Hz. Peygamber'in (s.a) söylediği bu sözler yine de vahy ilmine dayanmaktadır. Ancak Kur'an ve Hz. Peygamber'in (s.a) sözleri arasındaki fark, Kur'an'ın anlamıyla birlikte kelimelerinin de Allah tarafından nazil olması, buna karşılık Hz. Peygamber'in (s.a) izah niteliğindeki sözlerinin, Allah tarafından öğretilmiş olmasına rağmen, kelimelerinin kendisine ait olmasıdır. Bu bakımdan, Kur'an'a, "Vahyi Celî" Hz. Peygamber'in (s.a) bu tür sözlerine de "Vahyi Hafî" denilir.

2) Hz. Peygamber'in (s.a) Müslümanların lideri olması
münasebetiyle Allah'ın kelimesini yüceltmek ve dini ikame etmek için mücadele ederken muhtelif zamanlarda verdiği emirleri kapsayan sözleri. Bu mücadele boyunca Hz. Peygamber, (s.a) zaman zaman sahabeyle istişarede bulunmuştur. Bu istişareler sonunda O, bazen kendi reyinden vazgeçip, sahabelerin reyini kabul etmiştir. Bazan de sahabeler "Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah'ın vahyi midir?" diye sormuşlar, O da "Benim sözümdür." karşılığını vermiştir. Bazen Hz. Peygamber (s.a.) içtihat edip, bu doğrultuda emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, Onun buyruğunun aksini bildiren ayetler inzal etmiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) yanlış olan içtihadını düzeltmiştir. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber'in (s.a.) sözleri hevasından olmayıp, Allah'ın teyid etmesiyle kesinlik kazanmıştır. "Hz. Peygamber'in (s.a.) her söylediği vahiy midir?" sorusuna gelince, Onun bir insan olması hasebiyle söylediği sözler, sahabeleriyle istişare ederek aldığı kararlar veya Allah'ın aksini emrettiği konulardaki içtihatları vahiy değildir. Fakat bunların dışında söylediği sözler "vahyi hafî" grubuna girer.
İslâm hareketinin önderliğine, Müslümanların emirliğine, İslâm devletinin başkanlığına kendiliğinden tayin olmadığı gibi, Onu halk da seçmemiştir. Bu mevkiler O'na Allah tarafından verilmiş ve O da bu mevkilerdeki yetkisini Allah'ın emriyle kullanmıştır. Hz. Peygamber'in (s.a.) kendi içtihatlarına dayalı icraatı da Allah tarafından teyit edilmiştir. Yani Onun görüşleri, Allah'ın kendisine verdiği ilme dayanmaktadır. Ancak yanıldığında Allah Teâlâ hemen Onun sözkonusu yanlışlığını "Vahyî Celî" ile düzeltmiştir. Bundan, Rasûlullah'ın (s.a) kendiliğinden yaptığı içtihatların Allah'ın rızasına muvafık olduğu anlaşılıyor. Çünkü böyle olmasaydı, muhakkak Allah kendisini ikaz ederdi.

3) Hz. Peygamber'in (s.a) bir insan olması hasebiyle, peygamberlikten önce ya da sonra, Nübüvvet ile ilgili olmayan sözleri. Bu bağlamda öncelikle bilinmesi gereken husus, kafirlerin, Rasûlullah'ın bu tür sözleriyle ilgili itirazlarının bulunmayışıdır. Onlar Hz. Peygamber'i, yukarıdaki iki kategoriye giren sözlerinden ötürü, dalaletle suçluyorlardı. Dolayısıyla sözkonusu ayette Hz. Peygamber'in (s.a.) Nübüvvet ile ilgisi bulunmayan sözleri kastedilmemektedir. Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tür sözleri bile hak ve doğruluğun dışında başka bir şey ifade etmez. Çünkü Allah, Onu takva timsali bir peygamber olarak göndermiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.) her sözü vahyin nuruyla aydınlanmıştır. Nitekim Ebu Hureyre'nin rivayetine göre, Rasûlullah (s.a) "Ben Hak'tan başka hiç bir şey söylemem" dediğinde ashabtan biri "Ya Rasûlallah ama siz bazen bizlerle şakalaşıyorsunuz" diye sorunca O, "Ben gerçekten de Hak'tan başka bir şey söylemem" demiştir. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud) Amr b. el-As'ın oğlu Abdullah şunları anlatıyor: "Ben Hz. Peygamber'in (s.a.) ağzından çıkan her sözü yazıyordum. Bunun üzerine bazı kimseler bana, "Sen Rasûlullah'ın (s.a) söylediği her sözü yazıyorsun. Oysa O, bazan kızgın bir halde de konuşur" deyince, ben de yazmaktan vazgeçtim. Bir defasında da bu hususu Rasûlullah'a arzettim. Bunun üzerine O, "Sen yaz. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, benim ağzımdan Hak'tan başka birşey çıkmaz" dedi.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Necm suresi ayet 5
Ona (bu Kur'an'ı) üstün (oldukça çetin) bir güç sahibi (Cebrail) öğretmiştir.

Yani, sizlerin zannettiği gibi, O'na ilim veren bir insan değil, insanlardan daha üstün bir varlıktır." Bazı müfessirler "Şedidu'l-Guva" (kuvvetleri şiddetli) ifadesi ile Allah Teâlâ'nın kastolunduğunu öne sürerken Hz. Abdullah b. Mes'ud, Hz. Aişe, Hz. Ebu Hureyre, Katade, Mücahid, Rebi b. Enes'in bu görüşte olmadıkları nakledilir. İbn Cerir, İbn Kesir, Razi ve Alusi de aynı görüştedir. Ayrıca Şah Veliyuddin Dihlevi ve Mevlana Eşref Ali, kendi hazırladıkları meallerde bu görüşe katılmışlardır. Kur'an'ın diğer yerlerinde de beyan edildiği veçhile, doğrusu da budur. Örneğin Tekvir: 19-23'de şöyle buyurulmuştur,
"O şerefli bir elçinin sözüdür. O güçlüdür. Arşın sahibinin yanında değerlidir. İtaat olunur, üstelik güvenilir. Arkadaşınız mecnun değildir. Andolsun onu apaçık ufukta görmüştür."
Ayrıca Bakara: 97'de bu meleğin ismi de açıklanmıştır.
"De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa..."
Bu ayetlerle birlikte düşünülüğünde burada kuvvetleri şiddetli olan muallimin (öğretenin) Cibril-i Emin olup, Allah'ın kastedilmediği anlaşılır. Nitekim bu hususun açıklaması daha ileride yapılacaktır.
Bu konuda bazı kimseler, "Cibril"i Hz. Muhammed'in (s.a) muallimi (öğreteni) olarak kabul ettiğimiz takdirde, onun Hz. Peygamberden daha faziletli olduğunu da kabul etmemiz gerekir," şeklinde şüpheye düştüler. Oysa bu endişe yersizdir. Çünkü Cibril, Hz. Peygamber'e (s.a.) kendi ilmini öğretmiyordu ki, ondan daha faziletli olsun. Cibril Hz. Peygamber'e (s.a.) ve Allah'ın ilmini aktarmada sadece bir vasıtaydı. Bu yüzden de mecazen "öğretti" denilmiştir. Bu bakımdan Cibril'in Hz. Peygamber'den (s.a.) üstün olması gerekmez. Ayrıca şöyle bir örnek vermek de mümkündür. Allah Teâlâ beş vakit namazı farz kıldığında, namazların vakitlerini öğretmesi için Cibril'i göndermiştir. Cibril de Rasûlullah'a imamlık yaparak beş vakit namaz kıldırmıştır. Bu kıssa, sahih senetlerle Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Muvatta ve diğer hadis kitaplarlarında nakledilmiştir. Rasûlullah, "Cibril imamlık yaptı ve arkasında namaz kıldım" diye buyurmuştur. Fakat Cibril'in Rasûlullah'a namaz kıldırmış olması, ondan daha faziletli olduğuna delil teşkil etmez.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Necm suresi ayet 6
(Ki O,) Görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. Hemen doğruldu.

"zümarrete" İbn abbas ve Katade'ye göre "güzel ve şahane", Macahid, Hasan Basri İbn Zeyd ve Süfyan Sevri'ye göre 'kuvvetli', Said b. Müseyyeb'e göreyse, "hikmet sahibi"dir. Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilen bir hadiste "zu mirre", sağlam, sıhhatli anlamında kullanılmıştır.
Lugatta bu kelime, sağlam akıllı ve akıl sahibi anlamına gelir. Allah Teâlâ burada, Cibril için çok yönlü bir kelime kullanarak, onun akıl ve beden bakımından kemale erişmiş bir varlık olduğunu vurgulamıştır. biz bunu "hikmet sahibi" olarak tercüme ettik. Çünkü Cibril'in bedenî kuvvetlerinin kemali hakkında başka ayetlerde de izah yapılmıştır.

"Ufuk kelimesiyle, güneşin doğduğu ve gündüzün aydınlığının yayıldığı yer, yani gökyüzünün doğu tarafı kastolunmuştur. Aynı ifade Tekvir: 23'de, "Ufuk'ıl-Mübin" şeklinde geçmiştir. Bu iki ayetten de anlışıldığına göre, Cibril ilk kez Hz. peygamber'e (s.a) gökyüzünün doğu tarafında gözükmüştür. Çeşitli rivayetlere göre Cibril, o zaman Allah'ın kendisini yarattığı asıl suret üzre idi.

Necm suresi ayet 7
O, en yüksek bir ufuktaydı.

Necm suresi ayet 8
Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi.

Necm suresi ayet 9
Nitekim (ikisi arasında uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha da yakınlaştı.

Yani, "Cibril, gökyüzünün doğu tarafında göründü ve Hz. Peygamber'e (s.a) yaklaşarak havada durdu. Sonra daha da yaklaştı, hatta o kadar yaklaştı ki, aralarındaki iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı" Müfessirler genelde "" ifadesini iki yay ile karşılamışlardır İbn Mes'ud ve İbn Abbas "Kays" kelimesini "zir'a" şeklinde tercüme etmişlerdir. Yani aralarında iki zir'a mesafesinde bir uzaklık kalmıştır.
"Aralarındaki mesafe iki yay veya ondan daha az idi." şeklindeki ifadeden (neuzubillah) Allah'ın söz konusu mesafeyi hesaplamaktan aciz olduğu anlamı çıkarılamaz. Böyle bir izah tarzı, tüm yayların aynı uzunlukta olmayışındandır. Dolayısıyla bu mesafenin eksik ya da fazla olması mümkündür.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Necm suresi ayet 10
Böylece O'nun kuluna vahyettiğini vahyetti.

"Kuluna vahyettiğini vahyetti" şeklindeki ifadeyi iki şekilde de anlamak mümkündür. Birincisi, "O (Cibril) Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti." İkincisi O (Allah) kendi kuluna vahyettiğini vahyetti." Birinci anlamı ele alırsak, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği anlaşılır. İkinci anlamı ele alırsak, Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır. Müfessirler bu her iki anlamı da öne sürmüşlerdir. Ancak siyak ve sibak içinde bir değerlendirme yapıldığında, birinci anlamın daha uygun olduğu görülür. Nitekim Hasan Basri ve İbn Zeyd'in bu görüşte oldukları nakledilir. Burada "Hu" zamirinin (Abdihi) , başlangıçtan beri isminin zikredilmemesine rağmen Allah'a nasıl izafe edilebileceği sorulacak olursa, şu şekilde bir cevap verilebilir. Şayet o izafe olunan, belli bir şahıs ise, onun zikri geçmese bile, zamir kendiliğinden ona işaret eder. Nitekim Kur'an da bu tür örnekler vardır. Örneğin, "Şüphesiz Allah onu Kadir Gecesi'nde indirdi" ayetinde, açıkça zikredilmemesine rağmen, ayetlerin siyakından (sonrasından) Kur'an'ın kastedildiği anlaşılmaktadır. Yine "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, onun üstünde canlı bir yaratık bırakmazdı." (Fatır 45) ayetinde kendisi açıkça zikredilmemesine rağmen kastedilenin yeryüzü olduğu açıkça bellidir.
"Biz ona şiir öğretmedik, bu zaten ona yakışmaz" ayetinin ne öncesinde ne de sonrasında Hz. Peygamber'in (s.a) hiç zikri yoktur. Ama sözün gelişinden Hz. Peygamber'in (s.a) kastedildiği açıkça ortadadır. Rahman Suresi'nde de, "Üzerinde bulunan herşey yok olacaktır" denilirken, ayetin ne öncesinde ne de sonrasında zikri geçmemesine rağmen, yeryüzünün kastolunduğu bellidir. "Biz onları yeniden inşaa ettik." (Vakıa: 35) ayetinde, cennetteki kadınlardan bahsetmesine rağmen, onların ismi zikredilmemiştir. Bununla beraber, yukarıdaki ayetten de Cibril'in kendi kuluna vahyettiği anlamı çıkarılamaz. Dolayısıyla buradan, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği ya da Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır.

Necm suresi ayet 11
Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.

Yani, Rasûlullah (s.a) O'nu gündüzün aydınlığında gördüğü için, bunun bir cin, şeytan, hayal ya da rüya olduğu şeklinde bir şüpheye kapılmamıştır. Net bir şekilde gördüğünden dolayı da O'nun Allah'dan vahiy getiren Cibril olduğu konusunda bir tereddüt duymamıştır.
Burada insan Hz. Peygamber'in (s.a) bu kadar istisnai bir vakıayı müşahede etmiş olmasına rağmen, gördüğü şeyin, hayal, cin veya şeytan olabileceği şeklinde neden bir şüpheye düşmediğini düşünebilir ve dolayısıyla bunun nedenini sorabilir. Bize göre bu sorunun beş şıkka dayanan bir cevabı vardır:
a) Rasûlullah (s.a) bu vakıayı gündüzün aydınlığında görmüştür. Yani, uyku esnasında bir rüya olarak veya yarı uykulu iken ya da derin düşüncelere daldığında değil, tıpkı insanın gündüzün aydınlığında etrafındakileri net bir şekilde gördüğü gibi görmüştür. İnsan bu şekilde her gördüğü şeyden (dağlar, nehirler, evler vs.) şüphe etmiyorsa, Hz. Peygamber (s.a) de apaçık bir hakikat olarak gördüğü bu manzaradan şüphe etmemiştir. Bunu dış (âfâkî) bir neden olarak öne sürebiliriz.
b) İçsel (enfusî) diye niteleyebileceğimiz diğer bir neden, içinde bulunduğu haleti ruhiye dolayısıyla, Hz. Peygamber'in (s.a) yanlış bir şey görmediğine inanmasıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i ruhen uyanık ve musait bir vaziyette görmüştür. Daha önceden zihninde bu tür hayaller kurmadığı için, gördüğü manzarayı hayal olarak nitelememiştir. Aksine O, şuuru yerinde iken O'nu görmüştür.
c) Ayrıca karşısındaki varlık, o kadar harikulede bir güzelliğe sahipti ki, Hz. Peygamber (s.a) böyle bir güzelliği tasavvur dahi etmemişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a) gördüğü varlığın kendisinin hayallerinin bir ürünü olduğunu veya bu özelliklere sahip bir cinle karşılaştığını düşünmemiştir. İbn Mes'ud'un Rasûlullah'dan (s.a) rivayet ettiği bir hadise göre O, "Ben Cibril'i 600 kanatlı olarak gördüm" demiştir. (Müsned-i Ahmed) . İbn Mes'ud'un izahına göre, Cibril'in bir kanadı bile o kadar büyüktü ki, adeta ufku kaplamıştı. Allah bunu "Şedid-ül Guva' ve 'Zu mirre" sıfatlarıyla ifade etmiştir.
d) Hz. Peygamber'e (s.a) vahyi aktarmak için görevli varlık, itimat telkin eden ve emin bir şahsiyete sahipti. Rasûlullah'a (s.a) kainatla ilgili öğrendiği ilmi anında aktarıyordu. Aktarılan bu bilgi, onun zan ve hayal sınırlarını aşmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) önceden edindiği böyle bir bilgi yoktu. Dolayısıyla O, zihninde kendisine bu bilgiyi aktaran varlığın, cin veya şeytan olabileceği ihtimalini düşünmemiş, hatta bu tür bir tereddüde kapılmamıştır. Zira şeytan, şirke rağmen Tevhid, cahiliyyeye rağmen yüksek ahlâk ve fazilet, zulüm ve haksızlığa rağmen ise Allah'ın birliği hakkında bilgi aktarmaz.
e) En önemli neden; Allah'ın Peygamberlik görevi gibi yüce bir makama seçtiği kimsenin kalp ve zihnini şek ve şüphelerden arındırmasıdır. Artık o kimse, Allah'ın tevfikiyle her gördüğü ve duyduğu hakikatı "şerh-i sadr" ve "itminan-ı kalb" ile tasdik eder. Kendisine vahiy ilham ve diğer yollarla gelen bilgiler hakkında kuşkuya düşmez. Çünkü Allah tarafından gönderilen mesaja, şeytanın müdahale edemeyeceğini çok iyi bilir. Allah'dan başkasının kelamı karışmış olsa bile, yine de geri çevirebilecek bir şuur ve hissiyat, tüm peygamberlere Allah tarafından verilmiştir. Faraza böyle bir şey olsa hemen fark ederler. Tıpkı balığın yüzmesinden, kuşun uçmasından ve insanın kendi varlığından şüpheye düşmediği gibi, bir peygamber de "Ben Allah'ın elçisi miyim?" şeklinde herhangi bir şüpheye düşmez.

Necm suresi ayet 12
Yine de siz görmüş olduğu üzerinde onunla tartışacak mısınız?

Necm suresi ayet 13
Andolsun, onu bir de diğer inişte görmüştü.

Necm suresi ayet 14
Sidretü'l-Münteha'nın yanında.

Necm suresi ayet 15
Ki Cennetü'l-Me'va onun yanındadır.

Bu, Hz. Peygamber'in (s.a) kendisini asıl suretiyle gördüğü Cibril ile yaptığı ikinci görüşmeye işaret etmektedir. Bu görüşmenin vuku bulduğu yerin adı olarak, "Sidretu'l-Münteha" ifadesi kullanılmış ve yanında da "Cennet'ul- Me'va" olduğu bildirilmiştir.
"Sidretu'l-Münteha", bir sıra ağacın en sonundaki ağaca atfen kullanılır. Nitekim Allame Alusi, Ruhu'l-Meani adlı eserinde bu hususu şöyle açıklar: "Tüm ilimler orada son bulur ve ötede bulunan herşeyi Allah bilir." İbn Cerir de aynı açıklamayı hemen hemen kabul eder. İbn Esir ise, "En Nihaye fi Garibi'l-Hadis" adlı eserinde şöyle bir açıklama yapar: "Bu hususu anlamak, yani maddi dünyanın son sınırındaki "Sidre"nin keyfiyetini bilebilmek çok güçtür." Mahiyeti ne olursa olsun Allah Teâlâ, insanların lisanındaki "Sidre" kelimesini seçip kullanmıştır." Cennetu'l-Me'va' ise lugatte, barınılacak, oturulacak yer anlamına gelir. Hasan Basri'ye göre bu Cennet, mü'minlerin gireceği cennettir. O, bu ayetten yola çıkarak cennetin gökte olacağını söyler. Katede ise bu cenneti şehid ruhlarının gideceği cennet olarak kabul eder. Yani Ahirette verileceği vaad edilen cennet değildir. Nitekim İbn Abbas da aynı kanaattedir. O ayrıca şöyle der: "Ahirette va'd edilen cennet gökte değil, bu dünyada olacaktır."

Necm suresi ayet 16
Sidreyi örten örtmekte iken,

Yani, O'nun keyfiyetini ve niceliğini aktarmak mümkün değildir. İnsanın tasavvur edemeyeceği boyutlarda olduğu gibi izah etmekte mümkün değildir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Necm suresi ayet 17
Göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) taşmadı.

Yani, Hz. Peygamber (s.a) o kadar çok tahammül sahibi idi ki, orada tecelli eden olaylar, onun gözlerini kamaştırmadı, kendisini rahatsız etmedi ve sakin bir şekilde müşahede etmeye devam etti. Diğer yandan gayet teveccüh, kemal-i zabt ile dikkatini, çevresiyle hiç ilgilenmeden meleklerin çağırdığı maksat üzerinde toplamıştı. Bu meseleyi şöyle bir örnekle açıklamak mümkün: Büyük ve kuvvetli bir hükümdar tarafından, huzura çağrılan bir kimsenin, hükümdarın sarayında ömrü boyunca görmediği müthiş bir debdebe ve ihtişam ile karşılaştığını düşünelim.
Şayet bu kimse yüksek meziyetlere sahip değilse, şaşkınlık ve hayret içinde kalarak, sürekli sağa sola bakacaktır. Fakat yüksek meziyetleri olan ve edep sahibi bir şahıs, ne bir şaşkınlık içine düşer ne de orada gördüğü harikulede manzaradan etkilenir. Aksine vakar içinde, huzura niçin çağrılmışsa, dikkatini ona verir. İşte Rasûlullah'ın (s.a) aynı şekilde hasletleri bu ayette beyan edilmiştir.

Necm suresi ayet 18
Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden olanını gördü.

Ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı değil, O'nun büyük ayetlerini görmüştür. Siyak ve sibakdan bu olayın ikinci görüşmede vuku bulduğu anlaşılmaktadır. İlk kez onu Ufuku'l-Ala da görmüştü ve bu, Allah değildi. İkincisinde ise "Sidretu'l-Münteha"da görmüştü o da Allah değildi. Rasûlullah (s.a) her ikisinde de Cibril'i görmüşdü. Eğer Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı görmüş olsaydı muhakkak bu kadar büyük bir hadiseyi açıkça anlatmış olması gerekirdi. Kur'an'da Hz. Musa, Allah'ı görmeyi arzu ettiğinde Allah Teâlâ kendisine, "sen beni göremezsin" demiştir. Yani Hz. Musa'ya böyle bir şeref verilmemiştir. Şayet bu şeref, Hz. Peygamber'e (s.a) verilmiş olsaydı, Allah onu açıkça beyan ederdi. Ayrıca Kur'an'da, miras hadisesiyle ilgili olarak aynı ifade kullanılmıştır: "O'na (Peygambere) ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye..." (İsra: 1) Söz konusu ayette ise, Hz. Peygamber'in (s.a) Sidret'ul-Münteha'da, Allah'ın büyük ayetlerini gördüğünden bahsedilerek aynı ifadeler kullanılmıştır.
Aslında Kur'an'ın bu ayetlerinden, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı değil, O'nun ayetlerini gördüğü açıkça ortadadır. Fakat bu ihtilaf, bir takım hadisler yüzünden meydana gelmiştir. Bunun için de, biz, çeşitli sahabelerden bu konuyla ilgili rivayet edilen hadisleri aşağıda nakletmeyi istedik:
a) Hz. Aişe (r.a) 'dan gelen rivayetler.
Hz. Mesruk şöyle beyan etmiştir: "Bir defasında ben Hz. Aişe'ye, "Ya validemiz! Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sorunca, o: "Senin bu sorun tüylerimi ürpertti" diye cevap verdi. "Şu üç şeyi iddia edenin yalan söylemiş olduğunu nasıl unutursunuz!" İlk olarak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı görmediğini söyleyip, şu ayetleri okumuştur. "Gözler onu görmez", "Allah bir insanla konuşmaz, ancak vahiyle yahut perde arkasından veya bir elçisini gönderip dilediğini vahyeder." Daha sonra da şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i iki kez asıl suretinde gördü." (Buhari, Kitabu'l-tefsir.)
Aynı hadisi, Buhari, "Kitabu't-Tevhid" ve "Kitab'u Bidau'l-Halk" bablarında yine Hz. Mesruk kanalıyla şöyle nakletmiştir: Hz. Aişe'nin bu cevabı üzerine kendisine "Sonra yaklaştı, sarktı" ayetinin anlamını sordum. Bunun üzerine o, "Bununla Cibril kastedilmektedir. O her zaman Rasûlullah'a (s.a) insan şeklinde geliyordu, ama bu sefer asıl suretinde gelmiş ve tüm ufku kaplamıştır" dedi.
İmam Müslim "Kitabul-İman Sidretu'l-Münteha'nın zikri" babında Hz. Aişe ile Hz. Mesruk arasındaki konuşmayı şu şekilde nakletmiştir. Ancak bu rivayette dikkat edilecek nokta, "Kim Allah'ı gördüğünü iddia ederse, o Allah'a iftira etmiştir." şeklindeki ifadedir. Nitekim Hz. Mesruk şöyle anlatıyor: "Ben arkama yaslanıyordum, aniden dik oturdum ve "Ey mü"minlerin annesi! acele etmeyin. Allah, "Onu yüksek ufukta iken gördü" ve "Andolsun onu bir kez daha inerken gördü" diye buyurmamış mıdır? dedim. Hz. Aişe şöyle cevap verdi: "Ümmetin içinde Hz. Peygamber'e (s.a) bu konuda ilk soruyu ben yönelttim. O da "Bununla Cibril kastolunuyor. Ben onu iki kez Allah'ın yarattığı asıl suretinde gördüm. İkisinde de gökten iniyordu. Öyle ki, görüntüsü tüm ufku kaplamıştı" diye cevap verdi bana.
İbn Merduye yine Hz. Mesruk kanalıyla, ilgili rivayeti şu şekilde nakletmiştir. "Hz. Aişe, herkesden önce Hz. Peygamber'e (s.a.) "Rabbini gördün mü?" diye ben sordum. O da, "Hayır, Ben Cibril'i gökten inerken gördüm" diye cevap verdi demiştir."
b) Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a) gelen rivayetler:
Zir bin Humeyş'in, İbn Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre, O "fe kâne kabe kavseyni ev edna" ayetini şöyle tefsir etmiştir: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i 600 kanatlı olarak görmüştür" (Buhari, Kitabu't-Tefsir, Müslim, Kitabu'l-İman, Tirmizi, et-Tefsir) .
İmam Müslim'in naklettiği başka bir rivayete göre, İbn Mes'ud "O'nun gördüğünü kalbi yalanlamadı" ayetini de aynı şekilde tefsir etmiştir.
Müsned-i Ahmed'te İbn Mes'ud'un bu tefsiri Zir b. Hubeyş'in dışında ayrıca Abdurrahman b. Yezid ve Ebu Vayl tarafından da rivayet edilmiştir. Ayrıca yine Zir bin Hubeyş'den nakledilen iki rivayet daha vardır. Hubeyş İbn Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: "İbn Mes'ud, O'nu Sidret'ul-Münteha'nın yanında gördü. " ayetini tefsir ederken Rasullah. "Ben Cibril'i Sıdretu'l-Münteha'da 600 kanatlı olarak gördüm" dedi, demiştir" İmam Ahmed, aynı konudaki başka bir rivayeti, Şakik b. Seleme kanalıyla nakletmiştir. Bu rivayete göre İbn Mes'ud, "Rasûlullah, Cibril'i Sidretu'l-Münteha'da asıl suretinde gördü." demiştir.
c) Ata b. Ebi Rebiha, "Andolsun onu birkez daha inerken gördü." ayeti hakkında Ebu Hureyre'ye sorduğunda O, "Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i görmüştü" diye cevap verdi (Müslim, Kitabu'l-İman)
d) İmam Müslim, Ebu Zer'den, Abdullah b. Şakik kanalıyla gelen iki rivayeti, Kitabu'l-İman'da şu şekilde nakletmiştir: 1) Ebu Zer, Hz. Peygamber'e (s.a) "Ya Rasûlullah, Rabbini gördün mü?" diye sormuş, O da "Ben O'nun nurunu gördüm" diye cevap vermiştir 2) "Ben sadece nur gördüm" demiştir. Bu hususu İbn Kayyım, Zadu'l-Mead'da şöyle izah eder. "Birinci ifadenin anlamı ", Ben Allah'ı değil, O'nun nurunu gördüm şeklindedir."
Nesei ve İbn Ebi Hatim, Ebu Zer'in sözünü, "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle gördü" şeklinde nakletmişlerdir.
e) İmam Müslim, Kitabu'l-İman'da, Ebu Musa el-Eşari'den bir rivayeti şu şekilde nakletmiştir: "Mahlukun gözleri Allah'a kadar ulaşamaz."
f) Hz. Abdullah İbn Abbas'dan gelen rivayetler:
İmam'ı Müslim'in İbn Abbas'dan naklettiği bir rivayete göre, "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki defa kalbiyle görmüştür." (Aynı rivayet Müsned-i Ahmed'de de kayıtlıdır.)
İbn Merduye, Ata bin Ebi Rebiha kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakletmiştir. "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle görmüştür."
Nesei, İkrime kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakleder: "Niçin hayret ediyorsunuz? Allah, Hz. İbrahim'i dost edindi, Hz. Musa ile konuştu ve Hz. Muhammed'e kendini gösterdi." (Hakim de aynı sözü nakleder ve sahih olarak kabullenir.)
Tirmizi, Şa'bi kanalıyla İbn Abbas'ın bir mecliste şöyle söylediğini nakleder: "Allah, Ruyeti ve Kelamı Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a) arasında taksim etmiştir. Hz. Musa iki kez Allah ile konuşmuş ve Hz. Muhammed de (s.a) iki kez Allah'ı görmüştür. Bu konuşmayı işittikten sonra Hz. Mesruk, Hz. Aişe'nin yanına giderek O'na, "Rasûlullah (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sormuştur. Hz. Aişe, "senin bu sorun tüylerimi ürpetti" dedikten sonra, aralarında yukarıda zikrettiğimiz konuşma geçmiştir.
Tirmizi, İbn Abbas'dan rivayet edilen üç görüşü şu şekilde nakleder.
1) Rasûlullah (s.a) Allah'ı görmüştür.
2) Allah'ı iki kez görmüştür.
3) Allah'ı kalbiyle görmüştür.
Müsned-i Ahmed'de İbn Abbas'dan bir-iki rivayet daha nakledilir. O, Rasûlullah'ın (s.a) "Ben Allah'ı gördüm" dediğini söyler. Diğer rivayette ise şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a) "Bu gece Rabbim bana en güzel şekilde geldi" diye buyurduğunda, ben, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı rüyasında gördüğünü anladım."
Taberani ve İbn Merduye, İbn Abbas'tan başka bir rivayeti şu şekilde nakletmişlerdir: "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki kez gördü. Birinde gözleriyle, diğerinde ise kalbiyle"
g) Muhammed b. Kaab el-Kurzî'nin nakline göre, bazı sahabiler Hz. Peygamber'e (s.a) ; "Ya Rasûlallah! Sen Allah'ı gördün mü?" diye sormuş ve o da "Ben O'nu iki kez gördüm" demiştir. (İbn Ebi Hatım) İbn Cerir ise aynı sözü şu şekilde nakleder: "Ben O'nu gözlerimle değil kalbimle gördüm."
h) Şerik bin Malik kanalıyla Hz. Enes b. Malik'den miraç hakkında şöyle bir rivayet bulunmuştur. "Rasûlullah (s.a) Sidretu'l-Münteha'ya ulaştığında, Allah O'na yaklaştı ve üstüne sarktı, hatta o kadar yakınlaştı ki aralarında iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı. Ondan sonra emirlerden bir emirle 50 vakit namazı farz kıldı. Bu hadise, İmam Hattabi, Hafız b. Hacer, İbn Hazm ve el-Cami Beyne'l-Sahiheyn sahibi hafız Abdulhak, senet ve metin yönünden itiraz etmişlerdir. Onların itiraz ettikleri en önemli nokta, sözkonusu hadisin metninin Kur'an'ın açık ifadelerine ters düşmüş olmasıdır. Çünkü Kur'an her iki Ruyeti de zikreder ve ikisinin de, biri Ufuku'l Ala'da, diğeri Sidretu'l-Münteha'da olmak üzere ayrı zaman ve mekanlarda vuku bulduğunu söyler. Fakat yukarıdaki hadislerde her iki Ruyeti birbirine kavuşmuştur. Dolayısıyla bu hadisi kabul etmek mümkün değildir.
Son tahlilde yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerin sıhhatli olanlarının İbn Mes'ud ve Hz. Aişe'den gelenler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu iki kişi de, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı değil, Cibril'i gördüğünü ittifak ile söylemişlerdir. Ayrıca bu rivayetler, Kur'an'ın ifadeleriyle de mutabakat arzetmektedir. Ayrıca Ebu Zer'den ve Ebu Musa el-Eşari'den nakledilen hadisler bu hususu teyid ediyorlar. Bunların aksine İbn Abbas'dan gelen rivayetler karma karışıktır ve çelişkilerle doludur. Nitekim bu rivayetlerin hiçbiri Hz. Peygamber'e (s.a) kadar ulaşmaz. Bu konudaki istisnalar içerisinde de, Kur'an'da zikredilen, "Ru'yet" hakkında bir açıklama yoktur. Ancak bir rivayette açıklama bulunuyor, onda da "Benim anladığıma göre Rasûlullah (s.a) Allah'ı rüyada görmüş" denilmektedir. Dolayısıyla bu rivayetlerin İbn Abbas'a ait olduğu şeklindeki iddialar güven verici değildir. Muhammed bin Ka'b el-Kurzi'nin naklettiği rivayete gelince, hangi sahabilerin soru yönelttikleri zikredilmemiştir. Yine o, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı gördüğü şeklindeki iddiayı reddeden başka bir rivayeti nakletmiştir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Necm suresi ayet 19
Gördünüz mü? haber verin; Lât ve Uzza'yı,

Yani, sizler Rasûlullah'a sırf size tebliğ ettiği bilgiler dolayısıyla sapık diyorsunuz. Oysa ona bu bilgileri Allah vahyetmekte ve o da sizlere tebliğ etmektedir. Sizlere aktarması için, Allah ona apaçık hakikatleri göstermektedir. Şimdi takip etmekle direttiğiniz yolun ne kadar çürük temellere dayandığını iyice düşünün. Rasûlullah'ın (s.a) sizleri doğru yola davet etmesine rağmen, onun davetini reddetmenin kimlerin zararına olduğunu hiç hesap ettiniz mi?" Bu bölümde Mekke, Taif, Medine ve civarındaki Arapların tapmış oldukları üç ilahenin adı zikredilmektedir. Araplara onlar hakkında, "O putların, kainatın ve dünyanın idare edilmesinde bir payları olabileceğini hiç düşündünüz mü? Allah ile onların arasında herhangi bir bağ ve yakınlığın bulunması mümkün mü?" şeklinde bir soru yöneltmiştir.
Lat adlı put Taif'de bulunuyordu. Beni Sakife kabilesi ona o kadar bağlıydı ki, Ebrehe Kabe'yi yıkmak için geldiğinde kendileri de diğer Araplar gibi Kabe'nin Allah'ın evi olduğuna inanmalarına rağmen Lat'a dokunmasın diye, Ebrehe'nin ordusuna rehberlik yaparak Kabe'ye kadar gelmelerini sağlamışlardır. Lat'ın anlamı hakkında alimler arasında ihtilaf vardır. İbn Cerir, Lat'ın, Allah kelimesinin tesniye şeklindeki kullanımı olduğunu öne sürer. Yani aslında kelime, "Allahatun" idi ama sonradan "el-Lat" olmuştur. Zamahşeri ise; bu kelime (Lat) "Leva-yelus"dan türemiştir. Bir yere karşı yönelmek anlamına gelir. Çünkü müşrikler ona yönelir, önünde eğilir ve etrafında tavaf ederlerdi." der.
İbn Abbas ise, Lat'ın son harfini (T) şeddeli okur ve Latta 'Yeluttu'dan türediğini iddia eder. Bir şeyi karıştırmak, harman etmek anlamlarına gelir. Nitekim İbn Abbas'a ve Mücahid'e göre, Lat, Taif yolu üzerinde bir tepede oturan bir şahsın adıdır. Hacca gidenlere arpayı ezip, şeker ve suyla karıştırarak ikram ederdi. Öldükten sonra bulunduğu tepe üzerine putunu dikmişler ve ona tapmaya başlamışlardır. İşte Lat ismi de buradan gelir. Fakat Lat hakkındaki bu izah, -her ne kadar İbn Abbas ve Mücahid gibi kimselerden rivayet edilmiş olsa da- kabul edilemez. Çünkü, birincisi Kur'an'da, Lat'ın son harfi şeddeli değildir. İkincisi Kur'an onların üçünden de 'ilahe' (tanrıça) olarak bahsediyor. Oysa onlara göre bu şahıslar (Lat) erkektir.
Uzza da (izzet sahibi) Kureyşlilerin bir tanrıçasıydı. Mekke ile Taif arasında, Nahle vadisinde, Hurad adlı bir mevkide bulunuyordu. (Nahle vadisi ile ilgili açıklama için bkz. Ahkaf an: 33) Haşimoğulları'nın müttefiki Şeybanoğulları bu putun bakıcılarıydılar. Kureyş'in diğer kabileleri de bu puta tapar, kurban keser ve hediyeler takdim ederlerdi. Kabe'de yaptıkları gibi onun bulunduğu mevkide de kurban keserler ve onu putların en izzetlisi olarak kabul ederlerdi. İbn Hişam'ın rivayet ettiğine göre bir gün, Ebu Uheyye ölüm döşeğinde yatarken, Ebu Leheb kendisini ziyaret eder ve ağlarken görür. Bunun üzerine Ebu Leheb, "Ey Ebu Uheyye! niçin ağlıyorsun, yoksa ölümden mi korkuyorsun? Oysa o herkese eninde sonunda gelir" demiştir. Ebu Uheyye ise "Vallahi ben ölümden korkmuyorum. Ancak benden sonra Uzza'ya kim tapacak? İşte onun için ağlıyorum" diye cevap vermiştir. Ebu Leheb, "Hiç kimse Uzza'ya senin için tapmıyordu ve sen öldükten sonra da tapmaktan vazgeçmeyeceklerdir" deyince, Ebu Uheyye "Şimdi rahatladım dedi." Artık biliyorum ki, bundan sonra yerime geçen biri var."
Menat, Mekke ve Medine arasında, Kızıldeniz sahilinde, Kudeyd adlı bir mevkide bulunuyordu. Özellikle Huzaa, Evs ve Hacrec kabileleri ona taparlardı. Menat'ı tavaf ederler, ona hediyeler verirler ve kurban keserlerdi. Hac döneminde Beytullah'ı tavaf ettikten, Arafat ve Mina'ya gidildikten sonra, Menat ziyaret edilirdi. Öyle ki: "Lebbeyk Lebbeyk" sedaları yayılırdı etrafa. Ayrıca Beytullah'ı tavaf ettikten sonra, Menat'a hacc niyetiyle gidecek olanlar, Safa ve Merve arasında say etmezlerdi.

Necm suresi ayet 20
Ve üçüncü (put) olan Menât'ı(n herhangi bir güçleri var mı) ?


Necm suresi ayet 21
Erkek (evlat) sizin, dişi de O'nun mu?

Yani, siz bu ilaheleri Allah'ın kızları olarak kabul ediyorsunuz. Bu ne kadar anlamsız ve saçmadır ki, kendiniz için kız çocuğu edinmeyi zül telakki ederken, utanmadan onları Allah'a nispet ediyorsunuz.

Necm suresi ayet 22
Eğer böyleyse, bu, çarpık bir paylaşma.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Necm suresi ayet 23
Bu (putlar ise,) sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörünüze göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfi) isimlerden başkası değildir. Allah onlarla ilgili 'hiç bir delil' indirmemiştir. Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) heva (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.

İlah ve ilaheleriniz, hiç bir surette ilahlık sıfatına haiz değillerdir ve onların ilahlıkta bir payları dahi yoktur. Ayrıca onların ilahlığı hakkında Allah'ın onlara bir yetki verdiğine dair Allah tarafından verilmiş bir belge de bulunmuyor elinizde. Tüm bunlara rağmen böylesine saçma inançlar ortaya attınız.

Diğer bir ifadeyle, bunların dalâlette olmalarının iki nedeni vardır: a) Onların bu inancı bir gerçeğe dayalı olmadığı gibi sadece zan ve vehimden ibarettir. b) Onlar bu inançları arzu ve hevalarına uyarak ortaya atmışlardır. Çünkü onlar, öyle bir ilahları olsun istiyorlar ki, şayet ahiret varsa bu ilahları onları orada kurtarabilsin. Fakat bu dünyada hiçbir surette sınırlamalar (helal-haram) koymasınlar. Bu tür kimseler, dünyada diledikleri şekilde, helal ve harama aldırmadan yaşamak istedikleri için, herhangi bir ahlâkî disiplini kabul etmezler. İşte bu yüzden de peygamberin getirdikleri tevhidi nizama karşı çıkmaktadırlar. Dolayısıyla arzularına uygun ilahlar icad etmişlerdir.

Her dönem boyunca peygamberler gönderilmiş ve onlar da insanları dalâlet bataklığından çıkarabilmek için aynı gerçeği tebliğ etmişlerdir. Şimdi de Hz. Muhammed (s.a) "Bu kainatın yegane ilahı Allah'tır." gerçeğini tebliğ etmiştir.
 
tahsin33 Çevrimdışı

tahsin33

Üye
İslam-TR Üyesi
Necm suresi ayet 24
Yoksa insana 'her arzu edip dilekte bulunduğu' şey mi var?

Bu ayetin diğer anlamı, "insanların, dilediklerini mabud edinme hakları var mıdır?" şeklinde olabilir. Yine ayrıca "Bu mabudlar, insanların kendilerinden beklediği umutları gerçekleştirme gücüne sahip midirler?" şeklinde başka bir anlam vermek de mümkündür.

Necm suresi ayet 25
İşte, son da, ilk de (ahiret ve dünya) Allah'ındır.
 
Üst Ana Sayfa Alt