Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Nur Suresi İniş Sebebi

Ummu Aişe Çevrimdışı

Ummu Aişe

حسبي الله ونعم الوكيل
Site Emektarı
24- NÛR SÛRESİ

Sûrenin tamamı Medîne-i Munevvere'de nâzil olmuştur, yani içinde hiç Mekkî âyet bulunmamaktadır. Ebu Hayyân bu hususta icmâ' olduğunu kaydeder.
Ancak Kurtubî'den, 58. âyeti olan "Ey iman edenler, ellerinizin altında olan köle ve câriyeler ve sizden henüz erginlik çağına gelmemiş olanlar sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra yanınıza girmek istediklerinde üç defa izin istesinler..." âyetinin Mekke'de nâzil olduğu rivâyet edilmiştir.[1]

3. Zinâ eden erkek, zinâ eden veya muşrik olan kadından başkasını nikâhlamaz. Zinâ eden kadını da zinâ eden veya muşrik olan bir erkekten başkası nikâhlamaz. Bu, mu'minler üzerine harâm kılınmıştır.
Bu âyet-i kerimenin nuzûl sebebinde başlıca üç rivâyet vardır ve üçünün de mufâdı birdir. Şöyle ki:
1. Amr ibn Şuayb'in babasından, onun da dedesinden rivâyetinde o şöyle anlatıyor: Mersed ibn Ebî Mersed Kennâz el-Ğanevî adında birisi vardı. Mekke'deki esirleri (kurtarıp veya kaçırıp) Medîne'ye götürürdü. Mekke'de onun dostu olan Anâk adında bir fâhişe vardı. Bir keresinde Mersed bir esire, onu Medîne'ye götürmeyi va'detmişti. Hadisenin bundan sonrasını Mersed kendisi şöyle anlatmış:
Ay aydınlığı bir gecede Mekke'ye geldim. Bir duvarın gölgesine saklandım. Anâk da oradan geçiyormuş, benim gölgemi görmüş, yaklaşınca da tanımış. "Sen Mersed misin?" diye sordu, ben: "Evet, ben Mersed." dedim. "Merhaba, hoş geldin, gel bu gece bizim yanımızda kal." dedi. Ben: "Ey Anâk, Allah zinâyı harâm kıldı." dedim. Birden: "Ey çadır ahâlisi bu adam esirlerinizi Medine'ye kaçırıyor." diye bağırmaya başladı. Ben kaçtım, sekiz kişi peşime düştüler. Dağa yöneldim ve bir mağara bulup saklandım. Ta başucuma kadar geldiler. Hattâ birisi başıma işedi de başım sırılsıklam oldu. Ama Allah onları kör etti de beni göremediler, dönüp gittiler. Ben de o kurtarıp Medîne'ye götürme sözü verdiğim esire vardım, onu yüklenip Medîne'nin yolunu tuttum. Ağır bir adamdı. Mekke dışında İzhir (bir rivâyette Erâk) denilen mevkide sırtımdan indirip bağlarını çözdüm, bazan taşıdım, bazan yürüyebildi, nihâyet Medîne'ye geldik. Ben Rasûl-i Ekrem'in (sas) yanına varıp: "Ey Allah'ın elçisi, Anâk'ı nikâhlıyayım, onunla evleneyim mi?" diye sordum. Peygamber (sas) susup cevâb vermediler de sonunda “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya muşrik olan kadından başkasını nikâhlamaz. Zinâ eden kadını da zinâ eden veya muşrik olan bir erkekten başkası nikâhlamaz." âyeti indi ve Allah'ın Rasûlü (sas): "Ey Mersed, zinâ eden erkek ancak bir zinâkâr kadını veya muşrik bir kadını nikâhlar, zinâkâr bir kadınla da ancak zinâkâr veya muşrik bir erkek nikâhlayıp onunla evlenir." buyurdular.[2] Hadisin Ebu Dâvûd ve Neseî'deki rivâyetinde Peygamber’in (sas) Mersed'e âyet-i kerimeyi okuduktan sonra: "Onu nikâhlama, onunla evlenme." buyurduğu da belirtilmektedir.[3]
Suyûtî, Anâk ile evlenmek isteyen kişinin Mezîd adında birisi olduğunu, bunun, Enbâr'dan Mekke'ye mal getirdiğini ve Anâk ile evlenmek üzere Peygamber'den (sas) izin istediğini, Efendimiz’in (sas) "Zinâ eden erkek, zinâ eden veya muşrik olan kadından başkasını nikâhlamaz. Zinâ eden kadını da zinâ eden veya muşrik olan bir erkekten başkası nikâhlamaz..." âyet-i kerimesi nâzil oluncaya kadar kendisine olumlu ya da olumsuz bir cevâb vermediğini, bu âyet-i kerimenin nuzûlü ile de kendisine "Ey Mezîd, onunla evlenme." buyurduğunu kaydederken bu anlamdaki hadisin Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî ve Hâkim tarafından tahric edilmiş olduğunu da belirtmektedir.[4]
İbn Abbâs'tan bu hadisenin Bakara, 221 âyetinin nuzûl sebebi olduğu da rivâyet edilmiştir. Buna göre Mersed'in Anâk'la evliliğine kadının fâhişe olması değil muşrik olması engeldir.
2. İkrime ise âyet-i kerimenin nuzûl sebebini biraz daha genişletir ve şöyle anlatır: Ayet-i kerime, Mekke ve Medîne'de açıktan fuhuş yapan zinâkâr kadınlar hakkında nâzil oldu. Bunların sayıları pek çok olmakla birlikte dokuz tanesi çok meşhur idiler ve kapılarında bayrakları olup halk onların bayraklarını bilirlerdi. Bunlar: es-Sâib ibnu's-Sâib el-Mahzûmî'nin câriyesi Ummu Mehdûn, Safvân ibn Umeyye'nin câriyesi Ummu Ğalîz, el-As ibn Vâil'in câriyesi Hayye el-Kıbtıyye, İbn Mâlik ibn Umsele ibnu's-Sebbâk'ın câriyesi Mirye, Suheyl ibn Amr'ın câriyesi Celâle, Amr ibn Osman el-Mahzûmî'nin câriyesi Ummu Suveyd, Zem'a ibnu'l-Esved'in câriyesi Şerîfe, Hişâm ibn Rabîa'nın câriyesi Karine ve Hilâl ibn Enes'in câriyesi (Fertenâ?). Câhiliye devrinde bu kadınların evlerine "meyhâne" adı verilirdi. Bunların evlerine musluman olsun, muşrik olsun ancak zinâkâr erkekler girip çıkardı. Muslumanlardan bazı kimseler[5] onların kazançlarıyla geçinmek maksadıyla bu kadınlarla evlenmek istediler ve gelip bu hususta Peygamber'den (sas) izin istediler de Allah Teâlâ (cc) bu âyet-i kerimeyi indirdi ve mu’minlere onlarla evlenmeyi yasaklayıp bu kadınları onlara harâm kıldı.[6]
3. Abdullah ibn Umer'den gelen bir rivâyette ise bu âyet-i kerimenin nuzûlü bu zinâkâr kadınlardan sadece Ummu Mehdûn ile alâkadardır. Bu kadın açıktan fuhuş yapar ve kendisiyle evlenmek isteyecek birisi çıkarsa onun nafakasını kendisinin karşılamasını şart koşar (sana ben bakacağım, derdi). Muslumanlardan birisi bu kadınla evlenmek istedi ve gelip bu isteğini Peygamber’e (sas) söyledi de bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu.[7] Abdullah ibn Amr'dan gelen bir rivâyette de bu kadının adı Ummu Mehzûl olarak verilmektedir.[8]

4. İffetli, hur kadınlara iftirâ atan, sonra da dört şâhid getiremeyenlere seksen değnek vurun ve ebediyyen onların şâhidliğini kabul etmeyin. İşte onlar fâsıkların ta kendileridir.
Bu âyet-i kerime, Buhârî'nin Sahîh'inde işaret edildiği üzere Uveymir'in karısı hakkında nâzil olmuştur.
Ancak Saîd ibn Cubeyr'den, ifk hadisesi üzerine nâzil olduğu da rivâyet edilmiştir.[9]

6. Eşlerine zinâ isnâd edip de kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâhidliği; kendisinin sâdıklardan olduğuna dair dört kere Allah'ı şâhid tutmasıdır.
7. Beşincisi ise “Eğer yalancılardan ise Allah'ın la’netinin kendi üzerine olmasıdır.”
8. "Kocasının yalancılardan olduğuna" dair dört kere Allah'ı şâhid tutması kadından azâbı (zinâ haddini) savar.
9. Beşincisi ise “Kocası sâdıklardan ise kendisinin Allah'ın ğazâbına uğramasıdır.”
10. Ya üzerlerinizde Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı (hâliniz nice olurdu?). Gerçekten Allah Tevvâb'dır, Hakîm'dir.
Bu âyet-i kerimeler, mulâ'ane ya da li'ân âyetleri denilir ki eşlerine zinâ isnâdında bulunup da kendilerinden başka bu zinâya şâhidlik edecek başka şâhid bulamayan karı koca için bir çıkış yolu olarak li'ân usûlünü getiren âyet-i kerimelerdir. Bunların nuzûl sebebi muteber hadis mecmûalarında, siyer kitablarında ve hemen bütün tefsirlerde yer almaktadır. Ancak bazı rivâyetlerde ensârdan birisi hakkında, bazı rivâyetlerde Uveymir hakkında, diğer bazılarında da Hilâl ibn Umeyye hakkında anlatılmaktadır. Şöyle ki:
1. Abdullah ibn Mes'ûd'dan rivâyette o şöyle anlatıyor: Bir cuma gecesi Mescid-i Nebevîde oturuyorduk. Ensârdan bir adam geldi ve: "Bir adam (veya bizden birisi) karısının yanında yabancı bir erkek bulsa da bunu konuşsa (karısının o adamla zinâ ettiğini söylese) ona hadd-i kazf uygularsınız, öldürse (kısâsen) onu öldürürsünüz, sussa bu sefer de (karısına ve zinâ ettiği o yabancı erkeğe) kin dolu olarak susacaktır. Allah'a yemin ederim ki sabaha çıkınca bunu Rasûlullah'a (sas) soracağım." dedi. Ertesi gün olunca Rasûlullah'a (sas) geldi, sordu ve: "Bir adam karısıyla birlikte yabancı bir adamı bulsa da konuşsa (onunla zinâ ettiğini söylese) ona hadd-i kazf uygularsınız, onu öldürse kısasla öldürürsünüz, sussa kin ve ğayz dolu olarak susar." deyip "Ey Allah’ım bunun hukmünü beyân et." diye dua etmeye başladı ve bunun üzerine Hân âyeti (yani) "Eşlerine zinâ isnâd edip de kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâhidliği..." âyetleri nâzil oldu ve insanlar içinde işte o adam bu durumla mubtelâ oldu. O ve karısı Rasûlullah'a (sas) geldiler ve (O'nun huzurunda) la’netleştiler (aralarında li’ân uygulandı). Adam dört kere doğru sözlülerden olduğuna dair Allah'ı şâhid göstererek şehâdette bulundu. Beşinci şehâdette "Eğer yalancılardan ise Allah'ın la’neti üzerine olsun." diye la’nette bulundu. La’nette bulunmak üzere (beşinci şehâdette kocası doğru sözlülerden ise Allah'ın la’neti (ğazâbı) kendisi üzerine olsun diyerek şehâdette bulunmak üzere) hazırlanırken Rasûlullah (sas): "Yeter, sus." buyurduysa da kadın şehâdette ısrar ile beşinci şehâdette bulundu.
Kadın arkasını dönüp giderken Rasûlullah (sas): "Herhalde doğuracağı çocuk siyah ve kıvırcık saçlı olacaktır." buyurdular. Kadın tam bu niteliklerde bir çocuk doğurdu.[10]
2. Sehl ibn Sa'd'den rivâyete göre Uveymir bir gün Aclân Oğullarının efendisi Asım ibn Adiyy'e gelmiş ve demiş ki: "Karısıyla birlikte yabancı bir erkeği bulan kişi hakkında ne dersiniz? Onu öldürsün de (kısasla) onu öldürür müsünüz, yoksa ne yapsın? Bunu Allah'ın 'ne (sas) benim için sorar mısın?" Bunun üzerine Peygamber'e (sas) gelen Asım: "Ey Allah'ın elçisi..." diye söze başlayıp soruyu sormuş, ancak Peygamber (sas) bu sorudan hoşlanmayıp cevâb vermemiş. Dönüp geldiğinde Uveymir sorusunun cevâbını almak umuduyla Asım'ın yanına gelmiş. Asım: "Allah'ın Rasûlü (sas) bu sorudan hoşlanmadığı gibi kınadı da." demiş. Uveymir: "Vallahi bundan vazgeçmeyeceğim ve gidip Rasûlullah'a (sas) soracağım." deyip Peygamber’e (sas) gelmiş ve: "Ey Allah'ın elçisi, bir kişi, karısının yanında yabancı bir erkek bulsa onu öldürsün ve siz de (kısasla) onu öldürür müsünüz, yoksa ne yapsın?" diye sormuş. Rasûl-i Ekrem: "Allah, sen ve karın hakkında Kur'ân indirdi." buyurup ikisine Allah'ın, Kitab'ında tarif ettiği şekilde mulâ'anede bulunmalarını emretmiş ve onlar da li’ânlaşmışlar. Li’ândan sonra Uveymir: "Ey Allah'ın elçisi, bundan sonra ben bu karıyı tutsam (nikâhım altında ve evimde yanımda) tutsam ona zulmetmiş olurum." deyip karısını boşamış ve o ikisinden sonra Hân yapan eşler hakkında bu bir yol olmuştur. Allah'ın Rasûlü (sas): "Bakın (kadının ne doğuracağını gözetleyin), eğer siyah, göz bebekleri koyu siyah, kalçaları ve baldırları iri bir çocuk doğurursa bilin ki Uveymir doğru söylemiştir. Şâyet kırmızımsı, kızılca bir böceğe benzer bir çocuk doğurursa bilin ki Uveymir karısı hakkında yalan söylemiş, ona iftirâ etmiştir." buyurdular. Kadın, Rasûlullah'ın (sas) Uveymir'in doğru söylemiş olduğunu tasdik edici olarak bildirdiği niteliklerde bir çocuk doğurdu. Bu çocuk daha sonraları (Arablarda âdet olduğu üzere babasına nisbetle değil), annesine nisbetle çağrılırdı.[11] Ayrıntılarda küçük farklarla hadisi Muslim de Sehl ibn Sa'd es-Sâ'idî'den rivâyetle tahric etmiştir.[12] İbn Abbâs'tan gelen bir rivâyette Uveymir'in karısının adı Havle bint Kays olarak verilmektedir.[13] Kelbî rivâyetiyle yine İbn Abbâs'tan gelen bir rivâyette bu musibetin Asım ibn Adiyy'in başına geldiği ve karısı ile Şerik ibn Sehmâ'ı zinâ halinde gördüğü[14] nakledilmişse de doğrusu ve sahih olanı yukarda verdiğimiz vech ile musibetin Asım'ın değil, amcasının oğlu olan Uveymir'in başına gelmiş olmasıdır.
3. İbn Abbâs'tan rivâyette o şöyle anlatıyor: Hilâl ibn Umeyye, Peygamber’in (sas) huzurunda karısının Şerik ibn Sehmâ' ile zinâ ettiği iddiasında bulunmuştu. Rasûlullah (sas): "Ya delil getirirsin ya da zinâ iftirâsı cezâsını sırtında bulursun (ya bu iddiana dört şâhid getirirsin, ya da sana zinâ iftirâsı cezâsını uygularım.)" buyurdular. Hilâl: "Ey Allah'ın elçisi, bizden birisi karısının üzerinde yabancı bir erkek bulacak, sonra da onları o halde bırakıp delil (şâhid) aramaya mı gidecek?!" dediyse de Peygamber (sas): "Ya delil getirirsin, ya da zinâ iftirâsı cezâsını sırtında bil." buyurdular. Hilâl: "Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki ben doğru söylüyorum ve Allah, benim sırtımı zinâ iftirâsı cezâsından kurtaracak bir şey mutlaka indirecektir." dedi ve hemen akabinde Cibrîl geldi ve Peygamber'e (sas) "Beşincisi ise "Kocası sâdıklardan ise kendisinin Allah'ın ğazâbına uğraması"dır."a kadar olmak üzere "Eşlerine zinâ isnâd edip de kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâhidliği; kendisinin sâdıklardan olduğuna dair dört kere Allah'ı şâhid tutmasıdır..." âyet-i kerimelerini indirdi. Rasûlullah'tan (sas) vahy inme hali kalkınca Hilâl’in karısına haber gönderip çağırttı. Hilâl de geldi ve "Karısının zinâ ettiğine" dair şehâdette bulundu. Rasûlullah (sas): "Allah biliyor ki ikinizden birisi yalan söylüyor; ikinizden tevbe eden yok mu?" buyuruyordu. Sonra kadın kalktı ve "zinâ etmediğine ve kocasının yalancılardan olduğuna" dair şehâdette bulundu. Beşinci şehâdete gelmişti ki onu durdurdular ve: "Dikkat et, bu beşinci şehâdet Allah'ın ğazâbını sana vacib kılıcıdır." dediler. İbn Abbâs der ki: "Kadın şöyle bir kekeledi, döndü; biz, şehâdetinden dönecek, vazgeçecek zannettik ama o: "Bundan sonraki günlerde elbette kavmimi rusvay etmeyeceğim." dedi ve beşinci şehâdeti de yaptı.
Rasûlullah (sas): "Bakın, bu kadını gözetleyin; eğer gözleri sürmeli, kalçaları dolgun ve baldırları iri bir çocuk doğurursa bu çocuk Şerîk ibn Sehmâ'dandır." buyurdu ve kadın Peygamber'in (sas) bu tarifine uygun bir çocuk doğurdu da Efendimiz (sas): "Şâyet Allah'ın kitabında geçenler (Hân ile ilgili âyetlerin hukmü) olmasaydı benim için ve o kadın için başka bir durum olurdu (onu recmederdim.)" buyurdular.[15]
Hafız Ebu Ya'lâ'nın Enes ibn Mâlik'ten rivâyeti biraz daha ayrıntılı olmakla birlikte bu ayrıntılarda bazı farkları ihtivâ etmektedir. Bu rivâyette Peygamber (sas), Hilâl'in karısının doğuracağı çocuğu gözetlemelerini emredip: "Eğer kıvırcık saçlı, ince baldırlı bir çocuk doğurursa bu çocuk Şerîk ibn Sehmâ'dan; beyaz, organları uzun ve tam, gözleri bozuk bir çocuk doğurursa bu çocuk Hilâl ibn Umeyye'nindir." buyurduğu ve kadının, kıvırcık saçlı, ince baldırlı bir çocuk doğurduğu belirtilmektedir.[16]

İmam Ahmed de hadiseyi İbn Abbâs'tan daha geniş olarak şöyle nakletmektedir: "İffetli ve hur kadınlara zinâ isnâdında bulunan, sonra da buna dört şâhid getiremeyenlere seksen sopa vurun ve ondan sonra da onların şâhidliğini ebediyyen kabul etmeyin." âyet-i kerimesi nâzil olduğunda ensârın efendisi Sa'd ibn Ubâde: "Ey Allah'ın elçisi, aynen böyle mi nâzil oldu?" diye sordu. Rasûlullah (sas): "Ey Ensâr topluluğu, efendinizin ne söylediğini işitmiyor musunuz?" buyurdular. Onlar: "Ey Allah'ın elçisi, onu ayıblama, muhakkak ki o çok kıskanç bir adamdır, bu yüzden bâkire olmayan hiçbir kadınla evlenmemiş ve kadınlarından hiçbirini boşamamıştır. Onun kıskançlığının şiddetinden bizden hiç kimse onun boşayacağı bir kadınla evlenmeye cesâret edemez." dediler. Sa'd: "Ey Allah'ın elçisi, Allah'a yemin olsun ki ben, bunun hak ve Allah'tan olduğunu biliyorum. Fakat ahmak bir kadının bacakları arasına (onunla zinâ halinde) oturmuş bir adam bulacağım ve benim; dört şâhid getirinceye kadar onu hareket ettirme, yerinden ayırma hakkım olmayacak. Allah'a yemin olsun ki ben ona dört şâhid getirmeden önce o adam işini bitirir, ihtiyâcını giderir. İşte ben buna çok şaştım." dedi.
Bunun üzerinden çok geçmeden Tebuk Ğazvesine katılmayarak özürsüz olarak geri kalması ve bunu gelip Peygamber’e (sas) itirâf etmesi üzerine gelişen olaylardan sonra tevbesi kabul edilen üç kişiden biri olan Hilâl ibn Umeyye geldi. Gündüz çalıştığı arazisinden gece evine geldiğinde karısının yanında yabancı bir erkek bulmuş; zinâ ettiklerini gözleriyle görmüş, kulaklarıyla işitmiş; sabaha çıkıncaya kadar da ona dokunmamış. Sonra sabah olunca da Rasûlullah'a (sas) gelip: "Ey Allah'ın elçisi, gece aileme geldim onun yanında yabancı bir erkek buldum; zinâ ettiklerini gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim." dedi.
Rasûlullah (sas), onun getirdiği bu haberden hoşlanmayıp sert davrandı. Ensâr toplanıp: "Sa'd ibn Ubâde'nin söylediği musîbet işte şimdi başımıza geldi. Rasûlullah (sas) şimdi Hilâl ibn Umeyye'ye zinâ iftirâsı cezâsı olan sopaları attırır, sonra da şâhidliğini insanlar arasında ibtâl edip yok sayar." dediler.
Hilâl: "Allah'a yemin ederim ki ben, Allah'ın, bana bundan bir çıkış yolu koyacağını umarım." deyip şöyle devam etti: "Ey Allah'ın elçisi, getirdiğim haberden ötürü bana sert davrandığını görüyorum. Allah'a yemin olsun ki O, benim doğru olduğumu biliyor."

Allah'a yemin olsun ki Rasûlullah (sas), ona zinâ iftirâsı haddinin uygulanmasını emretmeyi istiyordu ki birden Rasûlullah'a (sas) vahy gelmeye başladı. Ashâbı, ona vahy indiği zaman bunu yüzünün değişmesinden, bulanmasından bilirlerdi. Vahy bitinceye kadar sustular. "Eşlerine zinâ isnâd edip de kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâhidliği; kendisinin sâdıklardan olduğuna dair dört kere Allah'ı şâhid tutmasıdır..." âyetleri nâzil oldu ve Rasûlullah'tan (sas) vahy inme hâli kalkınca: "Ey Hilâl, müjde; Allah, senin için bir ferahlık ve çıkış yolu kıldı." buyurdular. Hilâl: "Zaten ben de Rabbımdan bunu umuyordum." dedi.[17]
Rasûlullah (sas): "Kadına haber gönderin, gelsin." buyurdular ve kadın geldi. Allah'ın Rasûlü (sas) her ikisine de âyetleri okuyup onları uyardı, âhiret azâbının dunya azâbından (zinâ edenlere dunyada verilecek cezâdan) daha şiddetli olduğunu haber verdi. Hilâl: "Ey Allah'ın elçisi, Allah'a yemin ederim, ona karşı, onun hakkında doğru söyledim." dedi. Kadın da: "Yalan söyledi." dedi. Rasûlullah (sas): "Aralarında li’ân yapınız." buyurdular. Hilâl'e: "Kalk, karının zinâ ettiğine dair şehâdet et." denildi. Karısının zinâ ettiğine ve kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dair Allah'ı şâhid tutarak dört kere şehâdette bulundu. Beşinciye geldiğinde ona: "Ey Hilâl, Allah'tan kork; dunya azâbı (zinâ iftirâsı sebebiyle sana dunyada verilecek cezâ) âhiret azâbından daha hafiftir. Bu beşinci şehâdetle, eğer şehâdetinde yalancı isen âhiret azâbını kendine vâcib kılıyorsun." denildi. "Allah'a yemin ederim ki Allah, bu sebeble bana dunyada zinâ iftirâsı cezâsı vermediği gibi bana âhirette azâb etmeyecek." deyip beşincisinde de: "Eğer yalancılardan ise Allah'ın la’netinin kendi üzerine olmasını isteyerek şehâdet etti.
Sonra kadına: "Onun (kocanın) yalancılardan olduğuna dair dört defa Allah'ı şâhid tutarak şehâdet et." denildi. Beşincisine geldiğinde kadına: "Allah'tan kork; muhakkak dunya azâbı (zinâ sebebiyle dunyada verilecek cezânın acısı) âhiret azâbından daha hafiftir. Bu beşinci şehâdetle azâbı kendine vâcib kılmış oluyorsun." denildi de kadın şöyle bir durakladı, sonra: "Allah'a yemin ederim ki kavmimi rusvay etmeyeceğim." dedi ve "Eğer kocam doğru sözlülerden ise Allah'ın ğazâbı üzerime olsun" diye beşinci kere şehâdette bulundu.
Bu (li’ândan sonra) Allah'ın Rasûlü (sas), karı-kocanın arasını ayırdı (nikâhlarını feshetti) ve kadından doğacak çocuğun babasının adıyla çağrılmamasına, doğacak çocuğa zinâ isnâd edilmemesine, kadına veya çocuğuna zinâ isnâd eden olursa ona hadd-i kazf uygulanmasına hukmetti. Ayrıca araları talâk ile ayrılmamış olduğu için de kadının mesken, barındırılma ve geçiminin koca üzerine olmamasına hukmedip buyurdu ki: "Eğer kadın kumral, uylukları etsiz ve ince bıldırlı bir çocuk doğurursa bu Hilâl'indir. Eğer esmer, kıvırcık saçlı, iri yapılı, baldırları büyük ve kalçaları etli bir çocuk doğurursa bu, zinâ isnâdında bulunulan adamındır." Kadın, esmer, kıvırcık saçlı, iri yapılı, baldırları büyük ve kalçaları etli bir çocuk doğurdu. Allah'ın Rasûlü (sas): "Şâyet (o Hân'da yapılan) yeminler olmasaydı benimle o kadın hakkında başka bir durum olurdu." buyurdular.
İkrime der ki: (Kadının doğurmuş olduğu) çocuk daha sonra Mısır üzerine emîr oldu. Annesinin ismiyle çağrılır, babasına nisbetle çağrılmazdı.[18] Bu hadis, Ebu Dâvûd tarafından da muhtasar olarak İbn Abbâs'tan rivâyetle tahric olunmuştur.[19]
Bu âyet-i kerimenin Hilâl ibn Umeyye veya Uveymir hakkında nâzil olduğuna dair haberleri verdikten sonra Suyûtî der ki: İmamlar bu âyet-i kerimenin Hilâl ibn Umeyye hakkında mı yoksa Uveymir hakkında mı nâzil olduğu konusunda hemfikir değillerdir. Kimisi Hilâl hakkında nâzil olduğuna dair rivâyetleri tercih ederken kimisi de Uveymir hakkında nâzil olduğunu ifade eden rivâyeti tercih etmişlerdir. Meselâ Taberî âyet-i kerimenin, karısına Şerîk ibn Sehmâ ile zinâ isnâdında bulunan Uveymir hakkında nâzil olduğuna dair rivâyeti tercih etmektedir (Kurtubî, age. XII,123). İki rivâyet arasını cem' sadedinde olmak üzere bu duruma ilk düşenin Hilâl olduğu, Uveymir'in de başına aynı fitnenin âyet-i kerime nâzil olmadan hemen önce geldiği ve dolayısıyla âyet-i kerimenin her ikisinin durumu hakkında nâzil olduğunu söyleyenler de vardır. Nevevî bu görüşe meyletmiş Hatîb de ona tâbi olmuştur. İbn Hacer de benzer görüşte olup şöyle der: Muhtemeldir ki âyet-i kerime Hilâl ibn Umeyye'nin başına gelen olay üzerine inmiş. Daha sonra aynı felâket Uveymir'in de başına gelmiş ve âyet-i kerimenin nuzûlünden veya Hilâl'in başına gelenden haberi olmayan Uveymir Peygamber’e (sas) gelerek durumu hakkında ondan fetva istemiş; Allah'ın Rasûlü de (sas) kendisine daha önce Hilâl hakkında inen âyet-i kerimeyi okumuştur. Kurtubî ise âyet-i kerimenin biri Hilâl olayında, diğeri de Uveymir olayı hakkında iki kere indirilmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. İbn Hacer de âyet-i kerimenin birden çok sebeb üzerine nâzil olmasını da câiz görmektedir.[20]
4. Bu arada Suyûtî, el-Bezzâr'ın Huzeyfe'den rivâyetle tahric ettiği bütün bunlardan farklı ve ğarib bir rivâyete daha yer verir. Bu haberde Huzeyfe şöyle anlatıyor: Allah'ın Rasûlü (sas) bir gün Ebu Bekr'e: "Ummu Rûmân'la birlikte bir adam görsen ne yapardın?" diye sormuş, Ebu Bekr: "Elbette ona bir kötülük yapardım." diye cevâb vermiş. Bu sefer Peygamber (sas), Umer'e dönüp: "Ya sen ey Umer?" diye ona sormuş. Umer: "Allah en âciz olana la’net etsin, elbette o habistir." diye cevâblamış da bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil olmuş.[21]
Bütün bu rivâyetlerden sonra Li’ân'a esas olan bu âyet-i kerimelerin nuzûl vakti olarak Kurtubî, Hicretin dokuzuncu senesi Şa’ban ayında Peygamber’in (sas) Tebuk'ten dönüşünden sonrasını göstermektedir.[22]

11. O uydurma haberi (iftirâyı) getirenler içinizden bir zumredir. Onu sizin için bir şer sanmayın. Tam tersine o sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günah vardır. Onlardan günahın büyüğünü işleyen o adam yok mu; işte onadır azâb-ı azîm.
12. Onu işittiğiniz vakit mu’min erkeklerle mu’min kadınların kendiliklerinden husn-u zanda bulunup "Bu, apaçık bir iftirâdır." demeleri gerekmez miydi?
13. Buna karşı dört şâhid getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki onlar şâhidler getiremediler o halde onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir.
14. Dunya ve âhirette Allah'ın lutfu ve rahmeti üzerinize olmasaydı, içine daldığınız o sözlerden dolayı herhalde size çok büyük bir azâb dokunurdu
15. Onu dilinize dolamıştınız ve bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz sanıyordunuz ama o, Allah katında çok büyüktür.
16. Onu duyduğunuz zaman "Bunu söylememiz bize yakışmaz. Hâşâ bu büyük bir iftirâdır." demeniz gerekmez miydi?
17. Eğer mu’minler idiyseniz buna benzer bir şeye bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt veriyor.
18. Ve Allah size âyetlerini açıkça bildiriyor. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.
19. O mu’minler arasında kötülüğün ve hayâsızlığın yayılmasını arzu edenler var ya; işte onlara, dunyada ve âhirette çok elem verici bir azâb var. Ve Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.
20. Ya Allah'ın, üzerinizdeki lutfu ve rahmeti olmasaydı haliniz nice olurdu? Ve Allah, gerçekten Raûf'tur, Rahîm'dir.
21. Ey o iman etmiş olanlar, şeytanın adımlarına tâbi olmayın. Kim, şeytanın adımlarına tâbi olursa (bilsin ki) şeytan, hayâsızlığı, ahlâksızlığı ve munkeri emreder. Şâyet Allah'ın, üzerinizdeki lutfu ve rahmeti olmasaydı hiçbiriniz ebediyyen temize çıkamazdı. Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır ve Allah Semî'dir, Alîm'dir.
22. Sizden faziletli ve varlıklı olanlar yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte kusur etmesinler, affetsinler, geçiversinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Ve Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.
23. İffetli, evli ve bir şeyden habersiz mu'min kadınlara (zinâ) iftirâsı atanlar var ya; işte onlar dunyada da, âhirette de la’netlenmişlerdir. Ve onlar için çok büyük bir azâb vardır.
24. O gün, kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şâhidlik edeceklerdir.
25. O gün Allah onlara hak olan cezâlarını verecektir. Hiç şubhesiz onlar da Allah'ın apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.
26. Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara yakışırlar. İyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara yakışırlar. Bunlar, onların söylediklerinden uzaktırlar, ve onlar için mağfiret, bir de cömertçe verilmiş bir rızık vardır.
Bu Nûr Sûresinden 16 âyetin (11-26. âyetler) nuzûlüne sebeb olan ifk hadisesi en geniş şekliyle bizzat Ummu'l-Mu'minin Aişe'den rivâyetle İbn Hişâm'ın Sîre'sinde hicretin altıncı senesi olayları cumlesinden olarak ve Mustalik Oğulları Ğazvesi sırasında meydana gelen olaylar arasında anlatılmaktadır. Aişe şöyle anlatıyor:
Allah'ın Rasûlü (sas) bir sefere çıkmak istediğinde kendisiyle birlikte çıkacak hanımını tesbit etmek üzere hanımları arasında kur'a çekerdi. O, Mustalik Oğulları Ğazvesine çıkacağında hanımları arasında çekilen kur'a bana çıktı ve Rasûl-i Ekrem bu sefere beni götürdü.
O zamanda kadınlar az yemek yerler, et tutmazlar (fazla şişmanlamazlar) ve ağır olmazlardı. Yola çıkmak üzere devem hazırlanınca ben de hevdece girer otururum, sonra birileri gelir hevdeci altından tutar kaldırır, devenin sırtına yükler, iplerini bağlarlar, sonra da devenin başından çekerek beni yola çıkarırlardı.
Allah'ın Rasûlü (sas) bu seferini bitirip dönerken Medîne yakınlarında bir yerde konakladık ve gecenin bir kısmını orada geçirdik. Gecenin bir vaktinde yola çıkma emri verildi ve insanlar yola koyuldular. Bu arada ben bir ihtiyâcım için hevdecimden çıkmış, devenin yanından ayrılmıştım. Boynumda cez'-i zafâr taşından bir kolye (gerdanlık) vardı. İşimi bitirdiğimde ben bilmezden haberim olmadan) meğer o gerdanlık çözülmüş ve boynumdan düşmüş. Binitimin yanına gelince boynumu yokladım; baktım ki gerdanlığım yok. O sırada insanlar yola çıkmaya başladılar. Ben ise ihtiyâcımı giderdiğim yere gittim ve orada düşmüş olan gerdanlığımı buldum. Benim yokluğumda benim hevdecimi deveme yükleyen ve devemi sürüp götüren insanlar gelmişler; devemi yola hazırlamışlar, daha önceden yaptığım gibi beni hevdecin içinde zannederek hevdeci almışlar, deveye yüklemişler, benim hevdecde olup olmadığım hususunda hiç şubheye düşmemişler, devenin başından tutup yola çıkmışlar.
Ben, gerdanlığımı bulup da konaklama yerine geldiğimde bir de baktım in cin top atıyor, orada kimse kalmamış, herkes gitmiş. Cubâbıma sarındım ve oracıkta kıvrılıp yattım. Biliyordum ki beni arayıp bulamadıklarında mutlaka buraya bana dönülecek.
Allah'a yemin olsun, ben orada kıvrılıp yatmış haldeyken birden bana Safvân ibn el-Muattal es-Sulemî uğradı. Bir ihtiyâcı sebebiyle ordudan arkada kalmış, insanlarla beraber o konaklama yerinde gecelememiş. Benim karaltımı görmüş, gelmiş, başucumda durmuş. Safvân daha önce beni, kadınların örtünme emri gelmezden önce gördüğü için şimdi de görünce tanımış. "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn, bu Rasûlullah'ın (sas) hanımı!" demiş, ben elbisemde sarılı bir haldeyim, o bana: "Allah sana merhamet etsin, seni böyle ordudan arkada bırakan nedir?" diye sordu, ben cevâb vermedim, onunla konuşmadım. Sonra deveyi bana yaklaştırdı, bana: "Bin." dedi, kendisi de geride durdu. Ben deveye bindim, devenin yularını aldı ve orduya yetişmek üzere hızla yola koyuldu. Sabaha kadar biz orduya yetişemedik, insanlar da sabaha kadar benim yokluğumun farkına varmamışlar. Sabah olunca yeniden konaklamışlar ve işte o sırada benim devemi güderek yürüten benim yokluğumun farkına varmış; bunun üzerine ifk ehli benim hakkımda söylediklerini söylemişler, ordu dalgalanmış. Allah'a yemin ederim benim bunların hiçbirinden haberim yok.
Sonra Medîne'ye geldik ve çok geçmeden ben şiddetli bir hastalığa yakalandım. O ana kadar bana bu hadise hakkında söylenenlerden hiçbir şey ulaşmadı ama Rasûlullah'a (sas) ve ana-babama ulaşmış. Onlar da ne az, ne çok bana bunlardan hiçbir şey söylemediler. Şu kadar var ki o zamana kadar Rasûlullah'tan (sas) görmekte olduğum bana karşı bazı yumuşak muameleyi pek görmez olmuştum. Daha önce ben hastalanınca bana acır ve yumuşak davranırdı. Bu hastalığımda ise bunu görmedim ve bunu ona yakıştıramadım. Sadece yanıma girdiğinde hastalığımda bana bakan annem Ummu Rûmân olur, bana: "Nasılsın?" der, başka bir şey söylemez, başka bir şey konuşmazdı.
Rasûlullah'ın (sas) bana olan bu soğukluğunu görünce kırıldım ve: "Ey Allah'ın Rasûlü, bana izin versen de anneme gitsem, annem orada benim hastalığımla ilgilense, bakımımı yapsa." dedim, "Benim için sakıncası yok." buyurdu. Yine olanların hiçbirinden haberim yok halde annemin evine geçtim. Nihâyet 20 kusûr gün sonra bu hastalığım geçti. Biz arablar, acemler gibi evlerimizde helalar yapmaz, abdest bozmak üzere şehir dışına açık araziye çıkardık. Abdest bozma ihtiyâclarını görmek üzere kadınlar her gece Medîne dışına çıkarlardı. Bir gece abdest bozma ihtiyâcım için dışarı çıktığımda yanımda Ebu Ruhm ibnu'l:Muttalib kızı Ummu Mistah da vardı ki bu Ummu Mistah'ın annesi de Ebu Bekr es-Sıddîk'in teyzesi, Sahr ibn Amir'in kızıydı. Benimle birlikte yürürken ayağı üzerindeki örtüye dolaşıp tökezledi ve "Kahrolası Mistah!" dedi. Mistah, oğlunun lâkabı olup asıl adı Avf idi. Ben: "Allah'a yemin olsun ki Bedr'de bulunmuş muhâcirlerden bir adam hakkında kötü söyledin." dedim. "Ey Ebu Bekr'in kızı, haber sana ulaşmadı mı?" dedi. Ben: "Ne haberi, hangi haber?" diye sordum. Bunun üzerine İfk ehlinin söylemiş olduklarını bana haber verdi. Ben: "Öyle mi oldu?" dedim, "Evet, Allah'a yemin ederim, böylece oldu." dedi. Ben kendimde ihtiyâcımı giderecek gücü göremeyerek geri döndüm. Allah'a yemin ederim o kadar ağlamaya devam ettim ki ağlama ciğerlerimi parçalayacak sandım. Anneme: "Allah seni bağışlasın, insanlar bu konuştuklarını konuştular da sen bana bunlardan hiçbirini anlatmıyorsun!" dedim. O: "Kızcağızım, kendini bu kadar hırpalama, durumunu daha da ağırlaştırma. Allah'a yemin olsun, senin gibi güzel bir kadın olur, onun kumaları olursa elbette gerek kumaları ve gerekse insanlar onun hakkında sözü çoğaltırlar." dedi.
Bu arada Rasûlullah (sas) bir gün kalkmış, Allah'a hamdu senâdan sonra insanlara hitâben: "Ey insanlar bir takım insanlar ailem hakkında beni üzüyor ve onlar hakkında gerçek olmayan şeyler söylüyorlar. Ben, ailemden hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu sözleri öyle bir adam hakkında söylüyorlar ki vallahi onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Benim evlerimden hangi bir eve girmişse ancak benimle birlikte girmiştir." buyurmuş; benim bundan da haberim yoktu.
Bu konuda günahın büyüğü Hazrec'den bir takım adamlar içinde Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl’da idi. Onlarla birlikte Mistah ve Cahş kızı Hamne de varmış. Hamne'nin konuşma sebebine gelince; onun kız kardeşi Cahş kızı Zeyneb Rasûlullah'ın (sas) hanımlarından olup Efendimiz'in hanımlarından mertebe itibâriyle bana eşit olan ondan başkası yoktu. Zeyneb'e gelince Allah onun dinini korumuş ve benim hakkımda hayırdan başka bir şey söylememiş. Hamne ise Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl’dan çıkan o sözleri almış; kızkardeşi lehine benim aleyhime olsun diye yaymış ve böylece mutsuzlardan olmuş.
Peygamber'in (sas) yukardaki sözleri üzerine Useyd ibn Hudayr: "Ey Allah'ın elçisi, bu sözleri söyleyenler eğer Evs'den iseler biz senin yerine onların hakkından geliriz. Ama eğer Hazrec'den iseler onlar hakkında ne emredersen emret. Vallahi bu sözleri söyleyenler boyunları vurulmayı haketmişlerdir." demiş. Bunun üzerine daha önceden sâlih bir insan olarak bilinen (görülen) Sa'd ibn Ubâde kalkmış: "Allah'a yemin olsun, yalan söyledin, (Hazrec'den iseler) boyunlarını vurmayız. Allah'a yemin olsun sen bu sözünü, bu sözleri söyleyenlerin Hazrec'den olduklarını bilerek söyledin. Eğer bilseydin ki senin kavminden (yani Evs'ten)dirler elbette böyle söylemezdin." demiş. Useyd: "Allah'a yemin olsun sen yalan söyledin. Fakat sen bir munâfıksın ve munâfıkları koruyorsun." demiş. İnsanlar birbirleri üzerine yürümüş ve az daha bu iki kabile arasında iş kötüye varıyormuş. Rasûlullah (sas) minberden inmiş ve benim yanıma girmiş.
Yine bu arada Allah'ın Rasûlü (sas), Ali ibn Ebî Tâlib ve Usâme ibn Zeyd'i çağırıp onlarla istişâre etmiş. Usâme beni hayırla yâd edip övmüş ve: "Ey Allah'ın elçisi, ehlindir ve onlardan hayırdan başka bir şey bilmiyoruz. Bu söylenenler yalan ve bâtıldır." demiş. Ali ise: "Ey Allah'ın elçisi, kadın çok (senin için eş olacak kadın mı yok). Sen, onun yerine başka bir kadın alabilirsin. Câriyesine sorarsan sana doğrusunu haber verecektir." demiş. Rasûlullah (sas), olayı sormak üzere Berîre'yi çağırdığında Ali ibn Tâlib ona kalkmış ve şiddetli bir şekilde dövmüş, sonra da: "Allah'ın Rasûlü'ne doğruyu söyle." demiş. Berîre: "Allah'a yemin ederim ki onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Aişe'yi ayıbladığım bir tek huyu var ki o da şudur: Ben hamur yoğurur ve onu muhâfaza etmesini isterdim. Hamuru beklerken uyuyakalır da bir kedi gelir o hamuru yer, onun hiç haberi olmazdı." demiş.
Aişe anlatmaya şöyle devam eder: Sonra Allah'ın Rasûlü (sas) yanıma girdi. Yanımda anam- babam ve ensârdan bir kadın vardı. Ben ağlıyordum. Ensârdan olan o kadın da ağlıyordu. Allah'ın Rasûlü oturdu, Allah'a hamdu senâ ettikten sonra: "Ey Aişe, insanların sözlerinden sana ulaşmış olanlar oldu (insanlar senin hakkında konuşmakta oldukları sözleri konuştular). Allah'tan kork; eğer insanların söylediklerinden bir günahı işlemişsen Allah'a tevbe et. Muhakkak ki Allah, kullarından tevbeyi kabul eder." buyurdu.
Allah'a yemin ederim ki O, bana bunları söyleyince gözlerimdeki yaş kesildi ve ondan bir şey hissetmez oldum; babamın ve anamın Rasûlullah'a cevâb vermelerini bekledim, ama onlar konuşmadılar. Vallahi ben kendimi hakîr görüyor, kendimi, hakkında mescidde okunan ve kendisiyle namaz kılınan Kur'ân (âyetleri) inecek kadar önemli görmüyordum. Fakat umuyordum ki Allah, Rasûlü'ne ruyasında benim hakkımda söylenenlerin yalan olduğunu, benim suçsuz olduğumu gösterir veya ona bir haber verir. Ama hakkımda Kur'ân inmesi; işte ben kendimi bundan hakîr görüyordum. Babamın ve anamın konuşmadıklarını görünce onlara: "Allah'ın Rasûlü'ne cevâb vermeyecek misiniz?" dedim, onlar: "Vallahi ona ne cevâb vereceğimizi bilmiyoruz." dediler. Ben: "Vallahi, Ebu Bekr ailesinin şu başına gelenler başka hiçbir ailenin başına gelmemiştir." dedim ve onların benim hakkımda konuşmamaları üzerine yeniden gözümden yaşlar akmaya başladı, ağladım, sonra: "Vallahi, benim hakkımda söylenenlerden Allah'a asla tevbe etmeyeceğim. Vallahi, ben biliyorum ki insanların söylediklerini ikrâr edecek olsam, Allah'a yemin ederim ki Allah benim ondan uzak ve berî' olduğumu, suçsuz olduğumu bilmektedir, ben, olmayan bir şey söylemiş olacağım. Ama söylediklerini inkâr edecek olsam siz bu sözümde beni doğrulamayacaksınız. Sonra Ya’kûb'un adını hatırlamaya çalıştım, hatırlayamadım da "Fakat Yûsuf’un babasının söylediği gibi söyleyeceğim: Bana bir sabr-ı cemîl gerektir. Sizin nitelemekte olduklarınıza karşı bana yardımcı olacak Allah'tır." dedim.
Allah'a yemin ederim, Rasûlullah oturduğu yerden ayrılmamıştı ki onu, Allah'tan vahy gelirken kaplayan hâl kapladı, elbisesine büründü, başının altına deriden bir yastık konuldu. Onun bu halini görünce vallahi ne korktum, ne aldırdım, anladım ki ben suçsuzum ve Allah bana asla zulmedecek değildir. Babama ve anama gelince, Rasûlullah'tan vahy inme hâli kalktığında, insanların söylediklerinin gerçek olduğu Allah'tan da gelecek korkusuyla o anda öleceklerini sandım.
Sonra Rasûlullah'tan vahy inme hâli kalkıp açıldı ve oturdu. Soğuk bir gün olmasına rağmen inci daneleri gibi terler akıyordu. Alnından akan terleri silmeye başladı ve şöyle buyurdu: "Müjdeler olsun ey Aişe, Allah, suçsuzluğunu indirdi." Ben: Allah'a hamdolsun." dedim.
Sonra Rasûlullah (sas) insanlara çıktı, onlara hitâb etti, onlara bu konuda Kur'ân'dan inenleri okudu. Sonra benim hakkımdaki iddiaları açık olarak konuşan Mistah ibn Usâse, Hassan ibn Sâbit ve Hamne bint Cahş'a hadd-i kazf uygulanmasını emretti ve onlara hadd-i kazf uygulandı.
Aişe der ki: İfk ehli (bana o iftirâyı atanlar hakkında Allah Teâlâ (cc) şunları indirdi: "O uydurma haberi (iftirâyı) getirenler içinizden bir zumredir. Onu sizin için bir şer sanmayın. Tam tersine o sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günah vardır. Onlardan günahın büyüğünü işleyen o adam yok mu; İşte Onadır azâb-ı azîm..."[23]
Hadise Buhârî tarafından da önemine uygun olarak detaylı bir şekilde "Urve ibnu'z-Zubeyr, Saîd ibnu'l-Museyyeb, Alkame ibn Vakkâs ve Ubeydullah ibn Abdullah ibn Utbe'den, bunların hepsi birden Aişe'den" şeklinde bir isnâdla verilmektedir. Ayrıntılarda bir takım farklar ihtivâ ettiği ve bu ayrıntılardan hareketle belki de fakîhler çok farklı bir takım hukumlere ulaşabileceği için hadisenin Buhârî'de anlatılan şeklini de buraya almayı uygun görüyoruz:
Aişe anlatıyor: Allah'ın Rasûlü (sas) bir sefere çıkacağında hanımları arasında kur'a çeker, kur'a hangisine çıkarsa Rasûlullah (sas) ile sefere o hanımı çıkardı. Çıktığı bir Ğazvede (Mustalik Oğulları Ğazvesidir) yine hanımları arasında kur'a çekmiş ve kur'ada benim ismim çıkmıştı. Bu sefer, hicâb (örtünme) âyeti indikten sonra idi ve Allah'ın Rasûlü (sas) ile bu sefere ben çıktım. Ben, yolculuk sırasında hevdecimde taşınıyor ve konaklama yerlerinde hevdecin içinde indiriliyor, hevdec içinde konaklıyordum. Sefer bu şekilde devam etti, Rasûlullah bu seferini bitirip dönerken dönüş yolunda Medîne'ye yaklaşmıştık. Bir gece konaklama yerinden hareket haberi verildi. Hareket haberi verildiği sırada ben kalktım, abdest bozmak üzere yürüdüm, orduyu geçtim, ihtiyâcımı giderip binitimin yanına geldiğimde şöyle bir göğsümü yokladım ki cez'-i zifâr taşından gerdanlığım kopmuş, düşmüş. (Herhalde abdest bozmaktan gelirken yolda düşmüş olmalı diye) döndüm ve gerdanlığımı aradım. Bu arama beni orada habsetti. Bu arada beni hevdecim içinde deveye yükleten grup gelmiş, beni, içinde zannederek hevdeci yüklenmiş ve üzerinde yolculuk yaptığım devenin üzerine yerleştirmişler. O zamanda kadınlar hafif olurlar, çok etli butlu olmazlar, az yemek yerlerdi. Dolayısıyla hevdeci yüklenip devenin üzerine kaldırıp yerleştirenler hevdecin hafif olmasını ğarib karşılamamışlar. Ben de zaten yaşı küçük bir kız idim. Hevdeci deveye yükledikten sonra kaldırmışlar ve yürütüp gitmişler.
Ordu yolda epeyce ilerledikten sonra ben gerdanlığımı bulmuş olarak ordugâha döndüğümde ortalıkta kimse yoktu, in cin top oynuyordu. Yerimi değiştirmedim (başka bir yere gitmedim, yola çıkmadım, o konak yerindeki yerimde kaldım); nasıl olsa yokluğumun farkına varır ve bana geri dönerler diye düşündüm (zannettim). Bulunduğum yerde otururken gözlerim bana ğalebe çalmış ve uyumuşum.
Safvân ibnu'l-Muattal es-Sulemî ez-Zekvânî ordunun artçısı imiş. Sabahleyin benim bulunduğum yere gelince uyuyan bir insanın karaltısını görmüş, görünce de beni tanımış. Çünkü örtünme âyeti gelmezden önce beni görmüş imiş. Onun "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" demesiyle uyandım. Beni tanıdığında hemen cilbâbımla yüzümü örttüm. Allah'a yemin olsun ki bir kelime konuşmadık ve onun innâ lillâh... sözünden başka ondan bir kelime olsun işitmedim. Eğildi, devesini ıhtırdı ve onun ön ayağına bastı, ben de kalkıp onun devesine bindim. Benim üzerinde olduğum deveyi güderek yola çıktı ve nihâyet öğle sıralarında konaklamış olan orduya yetiştik.
Aişe anlatmaya şöyle devam eder: İşte bu hadise üzerine (bana iftirâ atmak suretiyle) helâk olanlar helâk oldular. İftirânın büyüğünü atan da Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl olmuş.
Urve der ki: Bana haber verildiğine göre bu iftirâ sözü onun yanında konuşulup yayılmış, o da bunu ikrârla dinler ve başkalarına ulaştırırmış.
Yine Urve der ki: İfk (iftirâ) ehlinden başka insanlar içinde sadece Hassan ibn Sâbit, Mistah ibn Usâse ve Hamne bint Cahş'ın isimleri verilmişti. Ama Allah Teâlâ'nın (cc) âyet-i kerimede açıkça belirttiği üzere onlar bir grup, bir zumre idiler ve onlar içinde bu iftirânın büyüğünü yapanın da Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl olduğu söylenir.
Aişe der ki: Medîne'ye geldik ve ben oraya geldiğimizde bir ay hastalandım. Bu sırada insanlar ifk ehlinin ürettiği sözlere dalmışlar ve ben bunlardan hiçbirini hissetmemişim. Yalnız beni kuşkulandıran bir şey vardı ki o hastalığım sırasında, daha önceki hastalıklarımda Rasûlullah'tan görmüş olduğum lutfu ve yumuşaklığı O'ndan görmüyordum. Sadece yanıma giriyor; selâm veriyor, "Nasılsınız?" diye soruyor, sonra da tekrar çıkıp gidiyordu. Evet bu beni biraz şubhelendiriyordu ama bir kötülük sezmiyordum.
Nihâyet nekahet döneminde bir gün dışarı çıkmıştım. Mistah'ın annesi ile birlikte Menâsi' tarafına çıkmıştık. Abdest bozmaya o tarafa ve geceden geceye çıkardık. Bu, evlerimizin yakınlarında tuvaletler edinmemizden önceydi. Biz arabların ilk durumları açık arazide abdest bozmaktı. Evlerimizin yakınında tuvalet edinmek bize eziyet verir, kokusundan rahatsız olurduk.
Ben ve Mistah'ın annesi birlikte çıktık. O, Ebu Ruhm ibnu'l-Muttalib'in kızıydı. Annesi de Sahr ibn Amir'in kızı olup Ebu Bekr'in teyzesi oluyordu. Oğlu da Mistah ibn Usâse ibn Abbâd ibnu'l-Muttalib idi.
Abdest bozma işimizi bitirmiş evime yönelmişken Mistah'ın annesinin ayağı örtüsüne takılarak tökezledi ve: "Kahrolası Mistah!" dedi. Ben: "Ne kötü söyledin, Bedr'de bulunmuş birisine mi sövüyorsun?" dedim. "Kızcağızım, onun ne dediğini işitmedin mi?" dedi. Ben: "Ne demiş?" diye sordum; ifk ehlinin söylemiş olduklarını bana haber verdi. Bunu duyunca hastalığım bir kat daha arttı.
Evime döndüğümde Allah'ın Rasûlü (sas) yanıma girdi, bana selâm verdi, "Nasılsınız?" dedi. Ben: "Ana-babama gitmeme izin verir misin?" dedim. Haber hakkında kesin bilgiyi o ikisinden almak istiyordum. Rasûlullah onlara gitmeme izin verdi, gittim ve anama: "Anacığım, insanlar benim hakkımda neler konuşuyorlar?" diye sordum. "Kızcağızım, mes'eleyi kendi kendine büyütme. Hangi güzel kadın kendisini seven bir kocanın yanında olsa, onun da kumaları bulunsa onun hakkında çok söz söylememeleri hemen hemen hiç olmaz." dedi. Ben: "SubhânAllah, bunu insanlar da mı konuşuyor?" deyip o gece sabaha kadar ağladım, gözüme bir an bile uyku girmedi, ağlayarak sabahladım.
Vahyin gelmesi gecikince Rasûlullah (sas), Ali ibn Ebî Tâlib ve Usâme ibn Zeyd'i çağırıp onlara sormuş ve ailesinden (yani benden) ayrılma konusunu kendileriyle istişâre etmiş. Usâme, ancak ailesinin (yani benim) suçsuzluğunu ve Rasûlullah'ın ailesi hakkındaki hayır duyguları bildiğine işaretle "Senin ehlin, ailendir ve biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz." demiş. Ali ise: "Ey Allah'ın elçisi, Allah, senin üzerine bu işi (evlenme ve boşanmayı) daraltmamıştır, onun (Aişe'nin) dışında pek çok kadın var. Eğer câriyesine soracak olursan sana doğru haberi verir." demiş.
Rasûlullah (sas), Berîre'yi çağırmış ve ona: "Ey Berîre, (Aişe'den) seni şubhelendirecek herhangi bir şey gördün mü?" diye sormuş. Berîre O'na: "Seni hak ile gönderene yemin ederim, onda, onu ayıplayacağım hiç bir şey (durum) görmedim. Şu kadar var ki o, yaşı küçük bir kızdır; (beklemesi ve muhâfaza etmesi için yanına konan) ailesinin hamuru yanında uyuyakalır da evcil hayvanlardan birisi gelir hamuru yer (haberi bile olmaz)." diye cevâb vermiş.
Aynı gün Peygamber (sas) kalkmış, minberde Abdullah ibn Ubeyy'in mazeretini kaldırmak (yaptığı bu iftirâdan dolayı ona bir karşılık verirse kendisinin mazur görülmesini) istemiş ve şöyle buyurmuş: "Ey muslumanlar topluluğu, kim beni ailem hakkında eziyeti bana ulaşmış olan şu adama yaptığının karşılığını verirsem mazur görür? Şu adama karşı bana kim yardımcı olur? Allah'a yemin olsun ki ben, ailem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Onunla birlikte bir adamı zikrediyorlar ki onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Ailemin yanına da ancak benimle birlikte girerdi."
Abdu'l-Eşhel Oğulları kardeşi Sa'd ibn Muâz kalkmış ve: "Ben, ey Allah'ın elçisi, ben, seni o adamdan kurtarırım. Eğer o kişi Evs'den ise boynunu vururum. Yok eğer kardeşlerimiz Hazrec'den ise sen emredersin, emrini yerine getiririz." demiş. Hazrec'den birisi kalkmış ki o, Hassân'ın annesi, onun amcası kızı imiş. O, Hazrec'in efendisi olan Sa'd ibn Ubâde imiş. Daha önceleri sâlih bir insan iken bu sefer kabile hamiyyeti onu Sa'd ibn Muâz'a şöyle demeye itmiş: "Allah'a yemin ederim ki yalan söyledin; onu öldürmeyeceksin, zaten öldüremezsin de. Senin kabilenin insanlarından olsaydı öldürülmesini de istemezdin.
Bunun üzerine Sa'd ibn Muâz'ın amcası oğlu olan Useyd ibn Hudayr kalkmış ve Sa'd ibn Ubâde'ye: "Yalan söyledin; Allah'a yemin ederim ki biz onu (Rasûlullah'a eziyyeti ulaşan o adamı) öldürürüz. Sen de bir munâfıksın ve munâfıkları koruyorsun." demiş. İki kabile de, Evs ve Hazrec kalkışmışlar ve Allah'ın Rasûlü (sas) minberde dikilirken dövüşmeye, vuruşmaya yeltenmişler. Allah'ın Rasûlü (sas) onları teskin etmeye başlamış ve susmuşlar, Rasûl-i Ekrem de susmuş.
Aişe der ki: O gün bütün gün ağladım, gözümün yaşı kesilmedi ve gözüme uyku girmedi. O kadar ağladım ki ağlamaktan ciğerlerim parçalanacak sandım.
Anam babam yanımda oturur ve ben ağlarken ensârdan bir kadın yanımıza girmek için izin istedi, girmesine izin verdim, oturup o da benimle birlikte ağlamaya başladı. Biz bu halde iken (ikindi namazını kıldıktan sonra[24] Rasûlullah (sas) yanımıza girdi, selâm verdi, sonra oturdu. Bu söylenenler söylendiğinden beri yanımda oturmamış, bir ay geçmesine rağmen benim durumum hakkında ona bir vahy de gelmemişti.
Rasûlullah (sas) oturduğu zaman şehâdet getirdi, (Allah'a hamdu senâda bulundu )[25] sonra şöyle buyurdu: "Ey Aişe, senin hakkında bana şöyle şöyle (bir söz) ulaştı. Eğer suçsuz isen mutlaka Allah seni tebrie edecek suçsuzluğunu bildirecektir. Ama şâyet bir günah işlemişsen Allah'a tevbe istiğfarda bulun. Muhakkak ki kul günahını itirâfla tevbe ettiği zaman Allah onun tevbesini kabul buyurur." (Ben kapının yanında oturmakta olan ensârî kadına işaretle: "Bunları zikrederken şu kadından utanmıyor musun?" dedim.[26]
Rasûlullah (sas) sözünü bitirdiğinde gözyaşım kesildi, artık ondan bir damla bile hissetmiyordum. Babama: "Rasûlullah'a benim yerime sen cevâb ver." dedim. Babam: "Vallahi, Allah'ın elçisine ne diyeceğimi bilmiyorum." dedi. Ben bu sefer anneme: "Rasûlullah'ın söylediğine cevâb ver." dedim. Annem de: "Vallahi Allah'ın elçisine ne diyeceğimi bilmiyorum." dedi.
Ben: "Ben, yaşı küçük bir kızım, Kur'ân'dan çok fazla şey de okumadım. Ama ben, vallahi çok iyi bildim ki siz bu sözü işittiniz ve bu söz nefislerinizde yerleşti, onu doğru saydınız. Şimdi ben size: Ben muhakkak bu suçtan berîyim, suçsuzum, desem beni tasdik etmeyeceksiniz. Allah'ın, benim beri’ olduğumu bildiği bir şeyi itirâf etsem bunda beni tasdik edeceksiniz. Allah'a yemin olsun benim ve sizin için misâl olarak "Bana bir sabr-ı cemîl gerektir ve Allah, sizin nitelemekte olduklarınıza karşı bana yardımcı olacak olandır." dediği zamandaki Yûsuf’un babasından başkasını bulamıyorum." dedim ve dönüp yatağıma yattım.
Allah biliyor ki o zaman da ben suçsuzdum ve Allah mutlaka benim suçsuzluğumu ortaya koyacaktı. Fakat, Allah'a yemin ederim ki Allah'ın, benim hakkımda, benim bu durumum hakkında Kur'ân'da okunan bir vahy indireceğini de beklemiyordum. Kendi nefsimi Allah'ın, benim hakkımda böyle vahyle konuşmayacağı kadar hakîr ve küçük görüyordum. Belki Allah ruyasında Rasûlullah'a benim suçsuzluğumu gösterir diye düşünüyordum.
Allah'a yemin ederim, Rasûlullah yerinden kalkmadı, ailemizden kimse de dışarı çıkmadı, o anda Allah'ın Rasûlü'nü vahy inerkenki hâl alıverdi. Kendisine inen sözün (vahyin) ağırlığından soğuk bir günde olmasına rağmen Rasûlullah'tan inci daneleri gibi terler dökülmeye başladı.
Bu hâl Allah'ın Rasûlü'nden açılırken o gülümsüyordu. Konuştuğu ilk kelime "Ey Aişe, Allah seni tebrie etti, suçsuzluğunu bildirdi." demek oldu. Annem: "Kalk Rasûlullah'a (teşekkur et)." dedi. Ben: "Hayır, vallahi O'na kalkıp teşekkur edecek değilim. Ne O'na, ne de size hamdederim. Ben, ancak benim suçsuzluğumu indiren Allah'a hamdederim. Siz, bu iftirâyı işittiniz ve fakat onu inkâr etmediniz de değiştirmediniz de." dedim. İşte Allah Teâlâ (cc) o anda: "O uydurma haberi (iftirâyı) getirenler içinizden bir zumredir..." âyetinden başlamak üzere on âyet-i kerime indirdi.
Allah Teâlâ (cc), benim suçsuzluğuma dair bu âyet-i kerimeleri indirince, Ebu Bekr es-Sıddîk, daha önce akrabalığı ve fakirliği sebebiyle kendisine infâkta bulunduğu Mistah ibn Usâse hakkında: "Allah'a yemin ederim ki, Aişe hakkında bu söylediklerinden sonra artık bir daha Mistah'a hiçbir şekilde hiçbir şeyle infâkta bulunmayacağım." dedi. İşte bunun üzerine de Allah Teâlâ (cc): "Ve Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir"e kadar olmak üzere: "Sizden faziletli ve varlıklı olanlar; yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte kusur etmesinler..." âyet-i kerimesini indirdi de Ebu Bekr es-Sıddîk: "Evet, Allah'a yemin ederim ki Allah'ın bizi bağışlamasını ister ve severim." deyip daha önceden Mistah'a vermekte olduğu infâka yeniden döndü ve "Vallahi, bu infâkta bulunmayı ebediyyen bırakmayacağım." dedi.
Aişe der ki: Rasûlullah (sas), benim durumumu Zeyneb bint Cahş'a da sormuş ve: “Onun hakında ne biliyorsun, ya da ondan (şubheleneceğin) bir şey gördün mü?” demiş, o: "Ey Allah'ın elçisi, gözümü ve kulağımı (cehennem ateşinden) korurum. Vallahi onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum." diye cevâb vermiş. Rasûlullah'ın eşlerinden o ancak beni mudafaa ile yüceltmiş. Allah onu takvâsı ile korumuş. Kızkardeşi Hamne ise (bu konuda) onunla mucadele etmeye başlamış ki o da (bana iftirâ atan ve bundan dolayı) helâk olanlar içinde helâk olup gitmişti.[27] Bu hadis küçük farklarla diğer hadis mecmualarında da geniş olarak yer almaktadır.[28]
"Onu duyduğunuz zaman "Bunu söylememiz bize yakışmaz. Hâşâ bu büyük bir iftirâdır." demeniz gerekmez miydi?" âyet-i kerimesi hakkında Urve (ibnu'z-Zubeyr)'den rivâyette ifk hadisesi ile ilgili olarak anlattıkları arasında Aişe ona şöyle demiş: Ebu Eyyub el-Ensârî'ye hanımı "Ey Ebu Eyyub, insanlar ne konuşuyor işitmedin mi?" diyerek Aişe'ye atılan iftirâyı ona haber verdiğinde: "Ne konuşuyorlar?" diye sormuş, o da bu iftirâyı atıp konuşanların söylediklerini ona anlatmış. Ebu Eyyûb: "SubhânAllah! Bunu konuşmamız bize yaraşmaz. Bu, apaçık bir iftirâdır." demiş. Aişe der ki: İşte bunun üzerine Allah Teâlâ (cc): "Onu duyduğunuz zaman "Bunu söylememiz bize yakışmaz. Hâşâ bu büyük bir iftirâdır." demeniz gerekmez miydi?" âyet-i kerimesini indirdi.[29]
"Sizden faziletli ve varlıklı olanlar; yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte kusur etmesinler, affetsinler, geçiversinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Ve Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir." âyet-i kerimesinin nuzûl sebebinde yine Aişe'den nakledildiğine göre o ve ona bu iftirâyı atanlar hakkında yukardaki âyet-i kerimeler (11-21. âyetler) nâzil olunca Ebu Bekr, o zamana kadar akrabalığı ve ihtiyâcı (fakirliği) sebebiyle kendisine infâkta bulunduğu, teyzesinin oğlu ve aynı zamanda onun himâyesinde bir yetim olan Mistah hakkında: "Vallahi Aişe hakkında bu söylediklerinden ve ailemize bu çektirdiklerinden sonra Mistah'a, bir daha hiçbir şeyle infâkta bulunmayacağım, ona faydalı olacak hiçbir şey yapmayacağım." dedi de bunun üzerine Allah Teâlâ (cc): "Sizden faziletli ve varlıklı olanlar; yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte kusur etmesinler, affetsinler, geçiversinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Ve Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir." âyetini indirdi.[30]
"İffetli, evli ve bir şeyden habersiz mu’min kadınlara (zinâ) iftirâsı atanlar var ya; işte onlar dunyada da, âhirette de la’netlenmişlerdir. Ve onlar için çok büyük bir azâb vardır." âyet-i kerimesinin kim hakkında nâzil olduğu mufessirler arasında ihtilaflıdır. Kimisi ifk hadisesi ile ilgili âyetler içinde kabul ederek Aişe hakkındadır derken meselâ Ebu Hamza es-Simâlî de: "Mekke-i Mukerreme'de musluman olup da Medîne-i Munevvere'ye hicret etmek üzere çıkan bazı kadınların arkasından Mekke muşrikleri: "Bu, olsa olsa fâhişelik yapmak üzere Mekke'den çıkıp gitti." yollu sözler sarfetmişlerdi. İşte bunun üzerine o muhacir kadınlar hakkında nâzil oldu." demiştir.[31]

27. Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, sâhibleriyle alışkanlık kurup selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için elbette en hayırlı olandır. Olur ki iyice düşünür tezekkur edersiniz.
28. Eğer orada kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Şâyet size dönün, denilirse geri dönün. Bu, sizin için elbette en temiz olandır ve Allah yapmakta olduklarınıza Alîm'dir.
29. İçinde menfaatiniz bulunan ve oturulmayan boş evlere girmenizde bir vebal yoktur ve Allah açığa vurduğunuzu da gizlemekte olduğunuzu da bilir.
İsti’zân âyeti olarak bilinen "Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, sâhibleriyle alışkanlık kurup selâm vermeden girmeyin." âyetinin nuzûl sebebi olarak ensârdan bir kadın gösterilir. Şöyle ki:
Adiyy ibn Sâbit'ten rivâyette o şöyle anlatıyor: Rasûlullah'a (sas) ensârdan bir kadın geldi ve: "Ey Allah'ın elçisi, ben evde bazan öyle bir durumda oluyorum ki ne babamın, ne çocuğumun, ne de kimsenin beni o halde görmesini istemiyorum. Ben bu durumda iken babam geliyor yanıma giriyor, ailemden bir erkek geliyor, yanıma giriyor. Ne yapayım?" diye sordu ve bunun üzerine "Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, sâhibleriyle alışkanlık kurup selâm vermeden girmeyin." âyet-i kerimesi nâzil oldu.[32]
Bu âyet-i kerimenin inmesi üzerine Ebu Bekr: "Ey Allah'ın elçisi, Şam yolunda, içinde sakinleri olmayan evler ve hanlar var. Onlar hakkında ne buyurursun?" diye sordu da Allah Teâlâ (cc): "İçinde menfaatiniz bulunan ve oturulmayan boş evlere girmenizde bir vebal yoktur..." âyet-i kerimesini indirdi.[33]
İbn Ebî Hatim'in Mukâtil ibn Hayyân'dan rivâyetinde o şöyle diyor: İsti’zân âyeti nâzil olunca Ebu Bekr: "Ey Allah'ın elçisi, Ya Mekke, Medîne ve Şam arasında ticâret yapan Kureyş tuccârlarının hâli nasıl olacak? Onların, yol üzerinde, içinde sakinleri olmayan belli evleri (konak yerlerindeki hanlar) var. Nasıl isti’zânda bulunacaklar. Onların içinde kimse olmadığına göre kime selâm verecekler?" diye sordu da "İçinde menfaatiniz bulunan ve oturulmayan boş evlere girmenizde bir vebal yoktur..." âyet-i kerimesi nâzil oldu.[34]

30. Mu’min erkeklere söyle; gözlerini harâmdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, kendileri için en temiz olandır. Hiç şubhesiz Allah yaptıklarınıza Habîr'dir.
İbn Merdûye'nin Ali'den rivâyetle tahric ettiği bir haberde o şöyle anlatıyor: Rasûl-i Ekrem'in asr-ı saadetinde Medîne-i Munevvere yollarından birisinde yolda yürümekte olan bir adam yine yolda yürümekte olan bir kadına bakmış ve şeytan her ikisine de vesvese vererek birbirlerine beğenen bir gözle baktıklarını düşündürmüş. Onlar böyle birbirlerine bakarken önüne bakmayan adamın karşısına birden bir duvar çıkıvermiş de duvara çarpmış ve burnu yarılıp kanamaya başlamış. Nasıl bir suç işlediğinin o anda farkına varan adam: "Vallahi Rasûl-i Ekrem'e (sas) varıp ne olduğunu anlatmadan bu yaramın çaresine bakmayacak, kanı da silmeyeceğim." demiş ve Peygamber'e (sas) gelerek olanı biteni anlatmış. Allah'ın Rasûlü (sas): "İşte bu işlediğin günahın cezâsıdır." buyurmuş ve bunun üzerine Allah Teâlâ (cc) bu âyet-i kerimeyi indirmiş.[35]

31. Mu’min kadınlara da söyle: Gözlerini harâmdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Kendiliğinden görüneni mustesna olmak üzere üstlerini açmasınlar Başörtülerini yakalarının üstüne salsınlar... Gizledikleri zinetlerinin bilinmesi için de ayaklarını vurmasınlar. Ey mu’minler! hepiniz Allah'a tevbe edin ki felâha eresiniz.
1. Mukâtil ibn Hayyân anlatıyor: Bize ulaştığına göre -En doğrusunu Allah bilir- Câbir ibn Abdullah şöyle nakletmiş: Esma bint Murşide, Harise Oğulları içindeki yerinde (bir rivâyette hurmalığında) iken kadınlar onun yanına izâr (üst elbise) giymemiş, ayaklarındaki halhaller, göğüsleri ve saç örgüleri görünür halde girmeye başlamışlar. Esma: "Bu ne kadar çirkin!" demiş ve bu olayın akâbinde Allah Teâlâ (cc): "Mu’min kadınlara da söyle: Gözlerini harâmdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar..." âyet-i kerimesini indirmiş.[36]
Aynı hadise yine Mukâtil ibn Hayyân tarafından bu sûrenin 58. âyetinin nuzûl sebebi olarak da rivâyet edilmektedir ki biraz sonra gelecektir.
2. Mu'temir'in babasından rivâyetine göre el-Hadramî şöyle anlatmış: Bir kadın gümüşten iki halhal edinmiş, altına da bir sıra boncuk takmıştı. Sokakta bir topluluğa rastladı da ayağını yere vurdu ve bileğine taktığı halhal o boncukların üzerine düşerek ses çıkardı. İşte bu hadise üzerine Allah Teâlâ (cc) bu "Gizledikleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar..." âyet-i kerimesini indirdi.[37]

33. Nikâha (evlenmeye) imkân bulamayanlar, Allah kendilerini lutfundan zengin kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Sağ ellerinizin sâhib olduğu köle ve câriyelerden mukâtebe isteyenleri, eğer onlarda bir hayır biliyorsanız kitabete bağlayın ve onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin. Şâyet iffetli olmak isterlerse câriyelerinizi, dunya hayatının geçimliğini kazanacaksınız diye, fuhşa zorlamayın. Kim de onları buna zorlarsa şubhesiz ki Allah onlara, kendilerinin buna zorlanmalarından sonra Ğafûr'dur, Rahîm'dir.
Ayet-i kerimenin "Sağ ellerinizin sâhib olduğu köle ve câriyelerden mukâtebe isteyenleri, eğer onlarda bir hayır biliyorsanız kitabete bağlayın ve onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin." kısmının nuzûl sebebi şöyle anlatılıyor:
Huvaytıb ibn Abdu'l-Uzzâ'nın Subeyh adında bir kölesi vardı ve efendisinden kendisini, bedelini ödemek şartıyla azad etmesini (kitabete bağlamasını) istemiş, o da reddetmişti. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu[38] da Huvaytıb bu kölesini 100 dinar karşılığında kitabete bağlayıp azad etti ve bu bedelin 20 dinarını da bağışladı. Subeyh, bu bedeli ödeyip serbest kaldı ve daha sonra Huneyn günü savaşta şehîd oldu.[39]
Ayet-i kerimenin "Şâyet iffetli olmak isterlerse câriyelerinizi, dunya hayatının geçimliğini kazanacaksınız diye, fuhşa zorlamayın. Kim de onları buna zorlarsa şubhesiz ki Allah onlara, kendilerinin buna zorlanmalarından sonra Ğafûr'dur, Rahîm'dir." kısmının nuzûl sebebinde ise bir kaç farklı rivâyet olmakla birlikte hepsi de Abdullah ibn Ubeyy ve câriyeleri hakkındadır. Şöyle ki:
1. Câbir'den rivâyet ediliyor ki o şöyle anlatmıştır: Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl câriyelerinden birisine: "Git ve bize bir şeyler kazan getir." diyerek onu zinâ etmeye zorladı da Allah Teâlâ (cc): "Şâyet iffetli olmak isterlerse câriyelerinizi, dunya hayatının geçimliğini kazanacaksınız diye, fuhşa zorlamayın. Kim de onları buna zorlarsa şubhesiz ki Allah onlara, kendilerinin buna zorlanmalarından sonra Ğafûr'dur, Rahîm'dir" âyet-i kerimesini indirdi.[40]
İkrime'den rivâyette o şöyle anlatıyor: Abdullah ibn Ubeyy'in bir câriyesi vardı. Efendisinin emriyle zinâ edip ucret olarak verilen bir burdeyi efendisine getirdi. İbn Ubeyy ona: "Git, tekrar zinâ et." dedi. Câriye: "Vallahi yapmayacağım; eğer bu bir hayır ise onu çok yaptım, yok eğer kötü ise artık onu bırakmamın zamanı geldi." dedi ve işte onun hakkında bu âyet-i kerime nâzil oldu.[41]
Câbir'den gelen başka bir rivâyette İbn Ubeyy ibn Selûl’un fuhşa zorladığı câriyelerinin iki ve isimlerinin de Museyke ve Umeyme olduğu ve bu câriyelerin Peygamber’e (sas) gelerek sâhiblerinin kendilerini fuhşa zorlamasından şikâyette bulundukları ve bunun üzerine bu âyet-i kerimenin nâzil olduğu kaydediliyor.[42] Umer ibn Sâbit'ten gelen rivâyete göre ise Abdullah ibn Ubeyy'in fuhşa zorladığı bu câriyesi Muâze olup musluman bir câriye imiş.[43]
2. Mukâtil der ki: Abdullah ibn Ubeyy'in altı câriyesi hakkında nâzil olmuştur. İbn Ubeyy bunları fuhşa zorlar ve bundan kazandıkları paraları ellerinden alırdı. Bunlar: Muâze, Museyke, Umeyme, Amra, Urvâ ve Kuteyle idiler. Bir gün bunlardan birisi (fuhuştan o günün kazancı olarak) bir dinar getirdi. Bir diğeri ise bundan daha az getirdi. İkisine de: "Geri dönün, daha zinâ yapın (ki daha çok kazanıp getirin)." dedi. "Allah'a yemin olsun ki yapmayacağız. Allah bize İslâm'ı getirdi ve zinâyı harâm kıldı." dediler ve Rasûlullah'a (sas) gelerek ona şikâyette bulundular da Allah Teâlâ (cc) bu âyet-i kerimeyi indirdi.[44]
3. Zuhrî'den rivâyete göre ise Kureyş'ten birisi Bedr Ğazvesinde esir olmuş ve Abdullah ibn Ubeyy'in hissesine düşmüş. Onun yanında esir iken Abdullah ibn Ubeyy'in bir de Muâze adında câriyesi varmış ki Kureyşli bu esir ondan kâm almak istemiş. Ancak musluman olan Muâze, muşrik olan bu Kureyşliye yüz vermemiş. Abdullah.ibn Ubeyy, Kureyşli bu esirinden hamile kalıp çocuk doğursun ve doğacak çocuğun da fidyesini alsın diye musluman olan bu câriyesini o Kureyşli esiri ile birlikte olmaya zorlayıp kabul etmeyince de dövmüş ve işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil olmuştur.[45]
4. Mukâtil ibn Hayyân der ki: Bize ulaştığına göre bu âyet-i kerime, sâhib oldukları iki câriyeyi fuhşa zorlayan iki kişi hakkında nâzil olmuştur. Bunlardan biri ensâriye ait olanının adı Museyke, Abdullah ibn Ubeyy'e ait olanının adı da Umeyme Ummu Museyke idi. Yine birer câriye olan Muâze ve Urvâ da aynı durumda idiler. Bunlardan Museyke ve Ummu Museyke Peygamber’e (sas) gelerek bu durumu Efendimiz'e anlattılar da bunun üzerine bu hususta Allah Teâlâ (cc): "Şâyet iffetli olmak isterlerse câriyelerinizi, dunya hayatının geçimliğini kazanacaksınız diye, fuhşa zorlamayın..." âyet-i kerimesini indirdi.[46]
5. Ebu Sâlih'in İbn Abbâs'tan rivâyet ettiği bir haberde ise Peygamber’e (sas) gelerek kendisine ait olmayan bir câriyenin zinâsına izin isteyenin bizzat Abdullah ibn Ubeyy olduğu kaydedilmektedir. Buna göre bir gün Abdullah ibn Ubeyy, yanında adı Muâze olan çok güzel bir câriye ile Peygamber’in (sas) huzuruna gelmiş ve: "Ey Allah'ın elçisi, şu câriye filân kimsenin yetimlerine ait bir câriyedir. Ona zinâ etmesini ve böylece o yetimlerin onun ucretinden istifâde etmelerini emredelim mi?" diye sormuş. Peygamber (sas): "Hayır." buyurmuşlar. Abdullah ibn Ubeyy ısrarla tekrar sorunca işte bu âyet-i kerime nâzil olmuş.[47]

37. Öyle erler ki ne ticâret, ne alışveriş onları Allah'ı zikretmekten alıkoymaz. Onlar, gönüllerin ve gözlerin (korkudan) döneceği bir günden korkarlar.
Abdulah ibn Umer'den rivâyete göre o, bir gün çarşıda iken ezan okunmuş, çarşıdaki dükkân sâhibleri hemen dükkânlarını kapatıp Mescid-i Nebevîye gitmişler. İbn Umer der ki: İşte onlar (ezan okunur okunmaz dükkânlarını kapatıp Mescid-i Nebevî'ye giren işyeri sâhibleri) hakkında "Öyle erler ki ne ticâret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten alıkoymaz..." âyet-i kerimesi nâzil oldu.[48]
Peygamber'in (sas) asr-ı saadetinde iki musluman varmış. Bunlardan birisi tuccâr, diğeri de satmak üzere kılıç yapan kılıç ustası bir demirci imiş. Tuccâr olanı ezanı duyduğunda terazi elinde ise hemen atar, yerde ise kaldırmayıp o halde bırakır ve hemen Mescid-i Nebevî'ye gidermiş. Demirci olanı ise çekiç örsün üzerindeyse olduğu gibi bırakır, yok örsün üzerindeki kılıca vurmak üzere kaldırmışsa arkasına atar ve hemen Mescid-i Nebevî'ye gidermiş. İşte bu ikisine ve bunlara benzeyenlere bir övgü olmak üzere Allah Teâlâ (cc) bu âyet-i kerimeyi indirmiş.[49]
Bu âyet-i kerimenin Ashâb-ı Suffe hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir.[50]

39. O kufretmiş olan kâfirlere gelince; onların amelleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su sanır. Fakat yanına vardığında hiçbir şey bulamaz da Allah'ı kendi yanında bulur ve O da hesabını tastamam görür. Allah Serîu'l-hisâb'dır.
Bu âyet-i kerimenin, câhiliye devrinde bir zâhid gibi yaşayan\palas elbiseler giyip hak dini arayan, Muhammed (sas) peygamber olarak İslâm ile gönderilince kâfir olan Utbe ibn Rabîa ibn Umeyye hakkında nâzil olduğu söylenir.[51] Mukâtil rivâyetinde bu kişinin adı Şeybe ibn Rabîa ibn Abdi Şems olarak verilmektedir.[52]

47. "Allah'a ve Rasûlü'ne inandık, itaat ettik." derler, sonra da arkasından bir takımı yüz çevirir. Bunlar mu'minler değillerdir.
48. Aralarında hukmetmesi için Allah'a ve Rasûlü'ne çağrıldıkları zaman bir takımı hemen yüz çevirir.
49. Eğer hak, kendilerinden tarafa ise boyunlarını bükerek gelirler.
50. Kalblerinde bir hastalık mı var bunların? Yoksa şubhe mi ettiler? Veya Allah'ın ve Rasûlü'nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, onlar zâlimlerin ta kendileridir.
1. İbn Ebî Hatim'in, el-Hasen'in murselleri meyânında tahric ettiği bir haberde o şöyle anlatır: Bir adam, başka bir adamla arasında bir ihtilâf çıkıp da halli için Peygamber’e (sas) gitmeye çağrıldığında eğer haklı ise ve Peygamber’in (sas) kendi lehine hukmedeceğini kesin olarak bilirse bunu kabul ederdi, ama bilirse ki kendisi haksızdır ve karşısındakinin hakkını yemek isterse böyle bir durumda ihtilâfın halli için Peygamber’e (sas) gitmeye çağrılırsa O'na gitmekten yüz çevirir ve "Hayır, O'na değil filâna gidelim." derdi. İşte bunun üzerine (veya böyleleri hakkında) Allah Teâlâ (cc) bu âyet-i kerimeleri indirdi.[53]
2. Bazı mufessirler olayı biraz daha özelleştirip derler ki bu âyet-i kerime ile bunu takib eden âyet munâfık Bişr ile bir yahudi hakkında nâzil olmuştur. İkisi arasında bir arazi üzerinde ihtilâf çıkmıştı. Yahudi, Bişr'i, aralarında hukum vermesi için Rasûlullah'a (sas) çekerken munâfık, yahudiyi Ka'b ibnu'l-Eşref’e gitmeleri için çekiyor, bir yandan da: "Muhammed bize haksızlık eder, zulmeder." diyordu. Sonunda yahudinin ısrarı ile Peygamber’e (sas) gelip davalarını anlattılar; Allah'ın Rasûlü de (sas) yahudi lehine hukmetti.
Ancak munâfık, Peygamber’in (sas) hukmüne razı olmayıp: "Gel bir de Umer'e davamızı anlatalım, ondan hukum vermesini isteyelim." dedi. Yahudi buna da razı oldu ve gidip davalarını Umer'e anlattılar. Yahudi bu arada Umer'e: "Peygamber, benim lehime hukmetti de bu adam O'nun hukmüne razı olmadı." dedi. Umer, o munâfığa: "Öyle mi oldu?" diye sordu, onun: "Evet." cevâbı üzerine: "Beni burda biraz bekleyin, hemen geliyorum." deyip evine girdi, kılıcını kuşanmış olarak çıktı ve munâfığın oracıkta boynunu vurup öldürdü ve: "Rasûlullah'ın (sas) hukmüne razı olmayan hakkında benim hukmüm budur." dedi de bunun üzerine Allah Teâlâ (cc) bu âyet-i kerimeleri indirdi.
Umer'in bu davranışı üzerine Cibrîl: "Umer, Hak ile bâtılın arasını ayırdı." demiş, bunun üzerine Umer'e: "el-Fârûk" lâkabı verilmiştir.[54] Ki bu kıssa daha önce (Nisâ Sûresinin 60. âyetinin nuzûl sebebinde) de geçmişti.
3. Dahhâk der ki: Muğîra ibn Vâil hakkında nâzil olmuştur. Onunla Ali ibn Ebî Tâlib'in muşterek bir arâzileri vardı. Bu araziyi muşterek halden çıkarmak ve paylaşmak istediler. Yapılan taksimde Ali'ye, suyun ancak zorlukla ulaştırılabileceği kısmı düştü. Muğîra, Ali'ye: "Arazinin sana düşen kısmını bana sat." dedi, Ali de kabul edip bu arazisini Muğîra'ya sattı ve Ali parasını, Muğîra da arazisini teslim aldı. Daha sonra Muğîra'ya: "Çorak, susuz bir yer satın aldın, oraya su çıkmaz." dediler. O da satıştan vazgeçmek üzere Ali'ye geldi ve: "Arazini al. Ben onu senden, eğer hoşnut olursam şartıyla almıştım. Şimdi ise gördüm ki su oraya çıkmıyor, onu sevmedim, hoşnut olmadım." dedi. Ali: "Hayır öyle değil, satın aldın, razı oldun ve teslim aldın. Durumunu da zaten biliyordun." diyerek satıştan caymayı reddetti ve davayı Peygamber’e (sas) götürmek istedi. Muğîra ise: "Muhammed'e gidecek ve onun hukmünü kabul edecek değilim. Çünkü o bana buğzeder ve ben, onun bana haksızlık etmesinden korkarım." dedi ve işte bunun üzerine bu âyet-i kerimeler nâzil oldu.[55]

53. Var güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki eğer kendilerine emredersen mutlaka (savaşa) çıkacaklardır. De ki: "Yemin etmeyin. Bu, ma’kûl bir itaattir. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Allah Teâlâ (cc) munâfıkların Peygamber’in (sas) hukmünden hoşlanmadıklarını beyân buyurunca munâfıklar Peygamber’e (sas) gelip: "Allah'a yemin olsun ki yurtlarımızdan, kadınlarımızdan ve mallarımızdan çıkmamızı; bunları bırakıp cihâda çıkmamızı) emretmiş olsaydın bunları bırakır ve cihâda çıkar, cihâd ederdik." dediler de bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu.[56]

55. Allah, içinizden iman edip sâlih ameller işleyenlere va'detti ki onlardan öncekileri nasıl halef kıldı ise onları da yeryüzünde halef kılacak ve onlar için beğenip razı olduğu dini temelli yerleştirecek, korkularını emniyete çevirecektir. Çünkü onlar Bana kulluk eder ve hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Kim de bundan sonra kâfir olursa işte onlar fâsıkların ta kendileridir.
1. Rebî ibn Enes'in naklettiğine göre Ebu'l-Aliye şöyle demiştir: Peygamber (sas) ve ashâbı Mekke'de yaklaşık on sene korku halinde ve gizlice insanları tek olan Allah'a, tek ve ortağı olmaksızın O'na ibâdete çağırdılar. Henüz savaşla emrolunmamışlardı. Sonra Medîne'ye hicretle emrolundular ve Medîne'ye geldiler. Allah Teâlâ (cc) onlara savaşı emretti. Medîne'de de korkar durumdaydılar. Akşam silâhlı olarak yatıyor, sabah silâhlı olarak kalkıyorlardı. Allah'ın dilediği kadar bu durumda kaldılar. Sonra Peygamber’in (sas) ashâbından birisi: "Ey Allah'ın elçisi, biz, ebediyyen böyle korkar halde mi olacağız? Emniyyette olacağımız ve silâhları bırakacağımız bir gün bize gelmeyecek mi?" diye sordu. Allah'ın Rasûlü (sas): "Bu durumda çok az kalacaksınız. Nihâyet sizlerden birisi, içlerinde demir (silâh) olmayan büyük bir topluluğun içinde dizlerini büküp elleriyle dizini tutarak oturacak." buyurdular ve Allah Teâlâ da (cc) bu âyet-i kerimeyi indirdi.[57]
Yine Rebî ibn Enes kanalıyla Ubeyy ibn Ka'b'den gelen benzer bir rivâyet de şöyledir: Peygamber ve ashâbı (olan muhâcirler) Medîne-i Munevvere'ye gelip de ensâr tarafından barındırıldıklarında Arablar tek bir yay olup onlara karşı savaştılar. Onlar, silâhlarıyla yatıp geceliyor, zırhları içinde sabahlıyorlardı. Bu haldeyken: "Ne dersiniz; acaba Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmadan güven ve huzur içinde hiç yatıp geceleyerek yaşayacak mıyız?" dediler de onların bu sözü üzerine Allah Teâlâ (cc) bu âyet-i kerimeyi indirdi. Bu haberi Hâkim de Sahîh'inde Dârimî'den rivâyetle tahric etmiştir.[58]
İbn Ebî Hâtim'in tahric ettiği bir haberde el-Berâ ibn Âzib de: "Bu âyet-i kerime, bizler şiddetli bir korku içindeyken nâzil oldu." demiştir.[59]
2. Mukâtil der ki: Hudeybiye'de Mekke muşrikleri Peygamber ve ashâbını umre yapmaya bırakmayıp Mekke'ye girmelerini engellediklerinde muslumanlar: "Keşke Allah Teâlâ (cc) bize Mekke'nin fethini bahşeylese." dediler de bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu.[60] Ancak İbnu'l-Cevzî bu kavli kuvvetli görmeyerek birincisini tercih ettiğini gösteren bir ibâre ile zikretmiştir.[61]

58. Ey iman edenler, ellerinizin altında bulunan köle ve câriyeler ve sizden henüz erginlik çağına girmemiş olanlar sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuz zaman ve yatsı namazından sonra yanınıza girecekleri vakit üç defa izin istesinler. Bu vakitler sizin üç mahrem vaktinizdir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de onlara da bir günah yoktur. Allah, size âyetleri böylece beyân edip açıklar ve Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.
Bu âyet-i kerimenin nuzûl sebebinde biri Umer ile, diğeri de Esma bint Mersed (Murşide) ile ilişkili olmak üzere iki rivâyet vardır:
1. İbn Abbâs anlatıyor: Peygamber (sas), ensârdan bir Mudellic ibn Amr adında bir çocuğu öğle uykusu zamanında çağırması için Umer'e göndermişti. Çocuk, önce kapıyı çaldı ise de Umer uyumakta olduğu için duymadı ve çocuk, Umer'in yanına girdi de onu, görülmesinden hoşlanmadığı bir şekilde gördü. O (Umer), Peygamber’e (sas) geldiğinde: "Ey Allah’ın elçisi, isterdim ki Allah Teâlâ (cc) (yanımıza girileceğinde izin isteme ile ilgili) emir ve yasaklar koysa." dedi ve onun bu sözleri üzerine Allah Teâlâ (cc) bu âyet-i kerimeyi indirdi.[62]
2. Mukâtil ibn Hayyân anlatıyor: Ensâr'dan bir adam, karısı Esma bint Murşide (veya Esma bint Ebî Mersed) ile birlikte yemek yapmış ve Rasûl-i Ekrem'e getirmişlerdi. (Rasûlullah'a yemek geldiğini duyan) insanlar gelip girmek için izin istemeksizin yanlarına girmeye başlamışlar. Bundan hoşlanmayan Esma: "Ey Allah'ın elçisi, bu, (izinsiz olarak girmek) ne kadar çirkin! İkisi (karı-koca) bir elbise içinde ve köleleri izin istemeden (ya da girmelerine izin verilmeden) yanımıza giriyor." dedi de bu konuda (izin istemeden girmeme konusunda) Allah Teâlâ (cc): "Ey iman edenler, ellerinizin altında bulunan köle ve câriyeler ve sizden henüz erginlik çağına girmemiş olanlar sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuz zaman ve yatsı namazından sonra yanınıza girecekleri vakit üç defa izin istesinler..." âyet-i kerimesini indirdi.[63]
Yine Mukâtil ibn Hayyân der ki: Bu âyet-i kerime Esma bint Mersed (Murşide) hakkında nâzil olmuştur. Onun (yaşı) büyük bir oğlu vardı. Bir gün, yanına girilmesinden hoşlanmadığı bir vakitte bu oğlu yanına girmişti. Peygamber'e (sas) geldi ve: "Hizmetçilerimiz ve oğullarımız, yanımıza girilmesinden hoşlanmadığımız bir vakitte yanımıza giriyorlar." diye şikâyette bulundu da Allah Teâlâ (cc) bunun üzerine bu âyet-i kerimeyi indirdi.[64]

59. Çocuklarınız erginlik çağına vardığında kendilerinden öncekilerin izin istediği gibi onlar da izin istesinler. Allah size âyetlerini böyle açıklar ve Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.
İbn Ebî Hatim'in Saîd ibnu'l-Museyyeb'den rivâyetinde o: "Kişi, annesinin yanına girmek için izin ister. Zira "Çocuklarınız erginlik çağına vardığında kendilerinden öncekilerin izin istediği gibi onlar da izin istesinler..." âyet-i kerimesi bunun hakkında nâzil oldu." demiştir.[65]

61. Kör için bir sorumluluk yoktur. Topal için de bir sorumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur. Size göre de kendi evlerinizden, gerek babalarınızın evlerinden, gerek annelerinizin evlerinden, gerek kardeşlerinizin evlerinden, gerek kız kardeşlerinizin evlerinden, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın evlerinden, gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden, gerek anahtarına sâhib olduğunuz evlerden, yahut ta sâdık dostlarınızın evlerinden yemenizde bir günah ve sıkıntı yoktur. Hep bir arada toplu olarak da, dağınık olarak yemenizde de bir günah yok...
1. Kays ibn Muslim'den, o da Miksem'den rivâyet ediliyor ki o şöyle diyor: Bazı kimseler kör ve sakat olanlarla yemek yemekten sıkılır, onlarla birlikte yemek yemek istemezlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu.[66]
Zehrâvî, İbn Abbâs'tan bunun aksini rivâyetle "Kör, topal ve sakat olanlar, sağlam kişiler kendileriyle yemekten hoşlanmaz, kendilerini pis bulur veya kendi durumlarından rahatsız olur diye sağlam kişilerle birlikte yemek yemek istemezlerdi. İşte bunun üzerine "Kör için bir sorumluluk yoktur. Topal için de bir sorumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur..." âyet-i kerimesi nâzil oldu." demiştir.[67]
Dahhâk'tan rivâyetle tahric olunan bir haber olayı biraz daha detaylandırır. Bu haberde o şöyle anlatıyor: Peygamber, peygamber olarak gönderilmezden önce kör, hasta ve topalla birlikte yemek yemezlerdi. Çünkü kör, yemeğin hoş olan taraflarını göremez, hasta olan kişi, sağlam olanlarınki gibi yemeğin hakkını veremez, sakat olan kimse de yanında bulunan sağlam kimseler gibi yemek yiyemezdi. İşte onların (Medîne halkı olan ensârın) kör, hasta ve sakatlarla birlikte yemek yemelerine bir ruhsat olmak üzere bu âyet-i kerime nâzil oldu.[68]
2. "Ey iman edenler, birbirinizin malını bâtıl yollarla yemeyin. Meğer ki sizden, karşılıklı bir rızadan bir ticâret ola..." (Nisâ, 4/29) âyeti nâzil olunca insanlar birbirlerinin evinde yemek yemekte zorlanır, sıkılır oldular, bu konuda sıkıntıya düştüler de bu âyet-i kerime nâzil oldu.[69]
İbn Abbâs'tan gelen bir rivâyet konuyu biraz daha açmakta, o şöyle anlatıyor: "Ey iman edenler, birbirinizin malını bâtıl yollarla yemeyin. Meğer ki sizden, karşılıklı bir rızadan bir ticâret ola..." (Nisâ, 4/29) âyeti nâzil olunca muslumanlar: "Allah Teâlâ (cc) bize, mallarımızı aramızda bâtıl yollarla yemeyi yasakladı. Yemek, bizim en üstün, en iyi mallarımızdandır. Demek ki bizden birisinin, bir başkasının yanında yemek yemesi helâl değildir." deyip birbirlerinin yanında (evinde) yemek yemekten kendilerini alıkoydular, birbirlerinin evinde yemek yemeyi terk ettiler de bundan sonra Allah Teâlâ (cc) bu âyet-i kerimeyi indirdi.[70]
3. Mucâhid'den rivâyette o şöyle anlatıyor: Ashâb içinde sakat kimseler vardı. -İbn Amr hadisinde sakat olanlar kör ve topal olanlar; Haris hadisinde ise kör, topal, ihtiyâclı olanlar şeklinde daha açık ifâde edilmiştir.- Ashâbdan bazıları bunları yemek için evlerine götürürler. Kendi evlerinde yemek bulunmazsa tutar onları babalarının veya âyette sayılan akrabalarının evlerine götürürlerdi. Yanlarındaki o sakat kimseler ise başkalarının evlerine götürülmekten hoşlanmaz; "Bizi kendi evlerine değil de başkalarının evlerine götürüyorlar." derlerdi. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ (cc) bu âyet-i kerimeyi indirdi.[71]
4. İbn Abbâs'tan rivâyete göre zengin birisi akraba veya arkadaşlarından bir fakirin evine gidip de bu fakir yakını onu yemeye buyur edince "Zengin olana yoksulun malından yemek yaraşmaz. Zaten yiyeceğiniz az, bir de biz yemeye oturup iyice azaltmayalım" anlamında olmak üzere: "Yok, ben sizinle yemek yemekte sıkılıyorum. Çünkü ben zenginim, siz ise fakirsiniz." dermiş, âyet-i kerime bunun üzerine nâzil olmuş.[72]
5. İbn Abbâs'tan gelen başka bir rivâyette konu biraz daha muşahhas hâle getiriliyor. O şöyle anlatıyor: Ayet-i kerime Haris ibn Amr hakkında nâzil oldu. O, Peygamber’le (sas) birlikte bir ğazveye giderken ailesinin ve evinin işlerini yapmak üzere Mâlik ibn Zeyd'i vekil bırakmıştı. Dönüşünde arkadaşı Mâlik'i çok zayıflamış görüp sebebini sordu. O da: "İznin olmadan evinden yemek bana günah geldi." dedi.[73]
Bu mealde el-Bezzâr'ın sahih bir senedle Aişe'den rivâyetle tahric ettiği bir haberde Aişe şöyle anlatıyor: Muslumanlar Peygamber’le (sas) birlikte ğazvelere çıkmaya rağbet ederler; sefere çıkarken de sakatlıkları sebebiyle sefere katılamayanlara evlerinin anahtarlarını verir ve onlara: "Benim evimden ne istiyorsan yiyebilirsin." diye izin verirlerdi. Medîne'de kalan ve kendilerine anahtar verilen o sakat kimseler de: "Bunlar aslında bize yeme iznini gönül hoşluğu ile vermediler. Binaenaleyh onların evlerinden yememiz bize helâl değil." derlerdi. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ (cc) onlara bir ruhsat olmak üzere bu âyet-i kerimeyi indirdi.[74]
6. Katâde ve Dahhâk şöyle anlatıyorlar: Kinâne'den Leys ibn Amr Oğulları denilen bir kabile hakkında nâzil oldu. Onlardan kişi, yalnız başına yemek yemekte zorlanır, yalnız başına yemek yemek istemez ve birlikte yiyecek birisini (belki de misâfir) bekleyerek sabah sofraya oturur, önünde yemek beklemeye başlar, bazan olurdu ki öğleye kadar gelen birisi olmaz ve o da yemek yemezdi. Akşam yemeğine oturduğunda birlikte yemek yiyecek birini bulamazsa yine yalnız başına yemek yemek istemezdi de işte Allah Teâlâ (cc) bunun üzerine bu âyet-i kerimeyi indirdi.
İkrime de der ki: Ensârdan bir topluluk vardı ve onlar, kendilerine bir misâfir geldi mi mutlaka misâfirle birlikte yemek yerlerdi. İşte onlar hakkında diledikleri şekilde; ister bir sofranın etrafına halka olarak, ister ayrı ayrı yemek yemelerine ruhsat olmak üzere bu âyet-i kerime nâzil oldu.[75]
7. Atâ el-Horasânî ve Abdurrahman ibn Zeyd ibn Eşlem de Feth Sûresindeki "Köre vebal yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur..." (âyet: 17) âyet-i kerimesi gibi bu âyet-i kerimenin cihâd hakkında nâzil olduğunu söylemişlerdir.[76]
Taberî, bütün bu rivâyetleri sıraladıktan sonra bunlar arasından herhangi birinin tercihine götürecek bir karine veya açıklığa sâhib olmadıklarını ve hepsinin de ayrı ayrı bu âyet-i kerimenin nuzûlüne sebeb olmalarının câiz olduğunu; başka bir bakış açısından âyet-i kerimenin hukmünün bütün bunları içine aldığını ve muslumanların gerek yalnız başlarına, gerekse âyet-i kerimede sayılan yakınların evlerinde topluca yemek yemelerine bu âyet-i kerime ile ruhsat verilmiş olduğunu belirtir[77] ki âyet-i kerime bunlardan hangisi üzerine inmiş olursa olsun sebebin hususiliği, hukmün umumiliğine engel değildir.[78]

62. Mu’minler, ancak Allah'a ve Rasûlü'ne iman edenler ve O'nunla birlikte bir işe karar vermek üzere toplandıklarında O'ndan izin isteyip alıncaya kadar ayrılıp gitmeyenlerdir. Gerçekten senden izin isteyenler; işte onlar Allah'a ve Rasûlü'ne iman edenlerdir. O halde onlar, bazı işleri için senden izin istedikleri zaman sen de onlardan dilediğine izin ver ve kendileri için Allah'dan mağfiret dile. Hiç şubhesiz Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.
1. İbn İshâk'ın ve Delâil'inde Beyhakî'nin Urve'den, Muhammed ibn Ka'b el-Kurazî'den ve başkalarından rivâyetle tahric ettikleri bir haberde onlar şöyle anlatıyor: Hendek Ğazvesi senesi Ebu Süfyân komutasındaki Kureyş'in gelip sel yataklarından Rûme kuyusu başına; Ğatafân'ın gelip Uhud'un yanında Na'mâ'ya konduğunda Peygamber’e (sas) bu haber gelince Medîne'nin etrafına hendek kazdırmıştı. Hendek kazma işinde bizzat kendisi çalışırken mu’minler de onunla birlikte çalışmaktaydılar. Bazı munâfıklar ise işi ağırdan alıyor; evlerine misâfir geldiği bahanesiyle Peygamber’den (sas) habersiz ve izinsiz olarak gizlice sıvışıyorlardı. Muslumanlardan herhangi birinin başına bir musîbet veya hoşlanmadığı bir şey gelirse, gelip Peygamber’e (sas) söylüyor, O'ndan izin istiyor ve O'nun izin vermesiyle gidiyor; işlerini düzeltip tekrar hendek kazmadaki işinin başına dönüyordu. İşte Peygamber’den (sas) izin isteyerek işinden geçici olarak ayrılan o mu’minler hakkında Allah Teâlâ (cc): "Allah herşeye hakkıyla Alîm'dir."e kadar olmak üzere (yani Sûrenin sonuna kadar) "Mu’minler, ancak Allah'a ve Rasûlü'ne iman edenler ve O'nunla birlikte bir işe karar vermek üzere toplandıklarında O'ndan izin isteyip alıncaya kadar ayrılıp gitmeyenlerdir..." âyet-i kerimelerini indirdi.[79] Buna göre bu âyet-i kerime, Hendek Ğazvesi senesi hendek kazılma sırasında nâzil olmuştur.
2. Katâde'den rivâyete göre Tebuk Ğazvesi hakkında nâzil olan âyetlerden birisi olan "Allah seni affetsin, hak sana besbelli olup yalancıları bilmeden önce neden onlara izin verdin?" (Tevbe, 9/43) âyet-i kerimesinde, Tebuk Ğazvesine katılmamak için mazeret bildirerek izin isteyenlere izin verdiği için Peygamber azarlanırken daha sonra bunda kendisine bir ruhsat olmak üzere Allah Teâlâ (cc): "O halde bazı işleri için senden izin istedikleri zaman sen de onlardan dilediğine izin ver ve kendileri için Allah'dan mağfiret dile..." âyet-i kerimesini indirdi.[80]
Yine bu Tebuk Ğazvesi esnasında meydana gelen olaylar cumlesinden olarak Umer'in ailesine dönmek için[81] izin istemesi üzerine Peygamber’in (sas) ona izin verip sonra da munâfıklara duyurmak maksadıyla yüksek sesle ona: "Git, vallahi sen munâfık değilsin." demesi; bunu duyan bazı munâfıkların da: "Bu nasıl iş; arkadaşları izin istediğinde onlara izin veriyor, biz izin istediğimizde ise izin vermiyor. Vallahi biz onun adâletli davranmadığını görüyoruz." demeleri üzerine bu âyet-i kerimenin nâzil olduğu Dahhâk ve Mukâtil'den rivâyet edilmiştir.[82]

63. O Rasûl'ün çağırmasını, kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi saymayın. Allah, içinizden bir diğerini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak bilir. O'nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya elîm bir azâb gelmesinden sakınsınlar.
1. Ebu Nuaym'ın Delâil'de Dahhâk kanalıyla İbn Abbâs'tan rivâyetinde o şöyle demiştir: Peygamber’e (sas) hitâb ederken "Ey Muhammed, Ey Ebu'l-Kasım!" derlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ (cc): "O Rasûl'ün çağırmasını, kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi saymayın..." âyet-i kerimesini indirdi.[83]
2. "Allah, içinizden bir diğerini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak bilir..." âyet-i kerimesinin nuzûl sebebinde Kelbî der ki: Allah'ın Rasûlü (sas) hutbesinde munâfıklara ta'rîzde bulunur ve onları kınardı. Munâfıklar da sağlarına, sollarına bakarlar; kendilerini kimsenin görmediğine kâni' olurlarsa usulcacık yerlerinden kalkar ve sıvışırlardı. Şâyet kendilerini bir gören olduğunu farkederlerse çıkmaktan vazgeçip mecbûren istemeye istemeye namaz kılarlardı. İşte bu durum üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu.[84]
Ebu Dâvûd'un murselleri meyânında Mukâtil'den rivâyetle tahricinde o şöyle anlatıyor: Mescid-i Nebevîde Peygamber hutbe okurken burnu kanayan veya abdesti bozulan bir sahâbî çıkmak için Peygamber’den (sas) izin almadan dışarı çıkmazdı. İşaret parmağıyla Efendimiz'den çıkmak için izin ister ve izin verilirse çıkardı. Hutbe dinlemek veya mescidde oturmak kendisine ağır gelen herhangi bir munâfık da böyle mazereti sebebiyle çıkmakta olan bir sahâbînin arkasına gizlenerek usulca sıvışırdı. İşte böyle bir hadise üzerine Allah Teâlâ (cc) "Allah, içinizden bir diğerini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak bilir..." âyet-i kerimesini indirdi.[85]

[1] Alûsî, age. XVIII,74.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/628.
[2] Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 24/1, hadis no: 3177.
[3] Ebu Dâvûd, Nikâh, 4, hadis no: 2051; Neseî, Nikâh, 12, hadis no: 3226.
[4] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, II,19-20.
[5] İbn Ebî Sâlih rivâyetinde ashâb-ı suffeden bazıları, bak: Kurtubî, age. XII,113.
[6] Vâhidî, age. s. 221; Râzî, age. XXIII,150.
[7] Vâhidî, age. s. 222.
[8] Taberî, age. XVIII,56; İbn Kesîr, age. VI,8.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/628-630.
[9] Alûsî, age. XVIII,88.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/630.
[10] Muslim, Li’ân, 10; Ahmed ibn Hanbel, Musned, 1,421-422; Vâhidî, age. s. 223.
[11] Buhârî,Tefsîru'l-Kurân,24/1.
[12] Muslim, Li’ân, 1. Benzer ve muhtasar bir rivâyet için ayrıca bak: İbn Mâce, Talâk, 27, hadis no: 2066; Ahmed ibn Hanbel, Musned, V,334.
[13] Râzî, age. XXIII,164.
[14] Râzî, age. XXIII, 165.
[15] Buhârî, Tefsîru'l-Kur'ân, 24/3; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 24/3, hadis no: 3179; İbn Mâce, Talâk, 27, hadis no: 2067.
[16] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni’l-Azîm, VI,11.
[17] Vâhidî, age. s. 222-223; Ahmed ibn Hanbel, Musned, 1,238-239.
[18] Ahmed ibn Hanbel, Musned, 1,238-239; İbn Kesîr, age. VI,13-14.
[19] Ebu Dâvûd, Talâk, 27 (Li’ân), hadis no: 2256.
[20] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, II,24.
[21] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, II,24.
[22] Kurtubî, age. XII,123.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/630-635.
[23] İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Beyrut 1391/1971, III,309-316.
[24] Buhârî, Tefsîru'l-Kur'ân, 24/11.
[25] Buhârî, Tefsîru'l-Kur'ân, 24/11
[26] Buhârî, Tefsîru'l-Kur'ân, 24/11
[27] Buhârî, Meğâzî, 34; Tefsîru'l-Kur'ân, 24/6, 11.
[28] Muslim, Tevbe, 56-58; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 24/4. hadis no: 3180; Ahmed ibn Hanbel, Musned, VI,59-61, 194-197.
[29] Vâhidî, age. s. 227.
[30] İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Beyrut 1391/1971, III,316; Râzî, age. XXIII,186
[31] İbnu'l-Cevzî, age. VI,25.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/638-647.
[32] Vâhidî, age. s. 228-229; Taberî, age. XVIII,87-88.
[33] Vâhidî, age. s. 229.
[34] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, II,34.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/648-649.
[35] Alûsî, age. XVIII, 138.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/649.
[36] İbn Kesîr, age. VI,46; Suyûtî, Liibâbu'n-Nukûl, II,34.
[37] Taberî, age. XVIII,97.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/650.
[38] İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Ğâbe, III,8
[39] Vâhidî, age. s. 229.
[40] Muslim, Tefsîr, 26.
[41] Taberî, age. XVIII, 103.
[42] Muslim, Tefsîr, 27.
[43] Vâhidî, age. s. 229-230.
[44] Vâhidî, age. s. 230.
[45] Vâhidî, age. s. 230; Taberî, age. XVIII, 103.
[46] İbn Kesîr, age. VI.59.
[47] Râzî, age. XXIII,220.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/650-652.
[48] İbn Kesîr, age. VI,74.
[49] Kurtubî, age. XII,184.
[50] Alûsî, age. XVIII, 178.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/652-653.
[51] Râzî, age. XXIII,8.
[52] Kurtubî, age. XII,186.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/653.
[53] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, II,37.
[54] Vâhidî, age. s. 231; Alûsî, age. XVIII,194.
[55] Râzî, age. XXIII,20.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/654-655.
[56] Kurtubî, age. XII,195.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/655.
[57] Vâhidî, age. s. 231; Taberî, age. XVIII,122; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur'âni'l-Azîm, VI,85-86.
[58] Vâhidî, age. s. 231-232.
[59] İbn Kesîr, age. VI,86; Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, II,38.
[60] İbnu'l-Cevzî, age. VI,58.
[61] Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/655-656.
[62] Vâhidî, age. s. 232.
[63] İbn Kesîr, age. VI,90.
[64] Vâhidî, age. s. 232.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/657.
[65] Alûsî, age. XVIII, 216.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/658.
[66] Taberî, age. XVIII, 129.
[67] Alûsî, age. XVIII,217.
[68] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, II,39.
[69] Suyûtî, ed-Durru’l-Mensûr, II,494.
[70] Taberî, age. XVIII,128.
[71] Taberî, age. XVIII,129.
[72] Mecma'u't-Tefâsîr, Matbaa-i Amire 1319 neşrinden ofset Çağrı Yayınevi, İstanbul 1404/1984, IV,420.
[73] Mecma'u't-Tefâsîr, IV,419-420; Hasan Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul, 1394/1974,11,641, 64 numaralı dip not.
[74] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, II,39-40.
[75] Vâhidî, age. s. 233.
[76] İbn Kesîr, age. VI,92.
[77] Taberî, age. XVIII,131
[78] Alûsî, age. XVIII,221.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/658-660.
[79] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, II,41-42.
[80] Taberî, age. X,100.
[81] Bir rivâyette umre yapmak için, bak: Kurtubî, age. XII,211
[82] Râzî, age. XXIV,39.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/661-662.
[83] Suyûtî, Lubâbu’n-Nukûl, II,42
[84] Râzî, age. XXIV,39.
[85] Alûsî, age. XVIII,226.
Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nuzûl, Çağrı Yayınları: 2/663.
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt