Hamd âlemlerin rabbi olan, Müslümanları izzetlendiren, mücahitlere yardım eden, müminlerin safından münafıkları ayırmak için imtihan eden ve kâfirlere tuzak olsun diye mühlet tanıyıp onları helak eden Allah’adır.
Bu din için, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)zamanından kıyamet gününe kadar, aşırıların tahrifini, batılla uğraşanların sahtekârlığını ve cahillerin tevilini ortadan kaldırması için adil insanlar çıkartan Allaha hamd olsun.(Allah bizleri onlardan kilsin. Âmin.)
Salât ve selam bizler için örnek olan, ölünceye kadar kâfirlere ve münafıklara karşı hüccetle, dil, kılıç ve mızrakla mücadele eden Muhammed el Emin’e, ehli beytine ve sahabesinin hepsine ve onlara tabi olup kıyamet gününe kadar onların yolundan yürüyenlere olsun.
Birçok taraftan Nusret Cephesi’nin (Allah sabit kilsin) menhecine yönelik yapılan çirkin saldırılar takipçilere gizli kalmamıştır. Biz bu risalede yalnızca iki tarafı zikretmekle yetineceğiz:
Birincisi: Bu dine düşmanlık yapan diş destekli basın medya tarafıdır. Öyle ki onlar cepheyi aşırı tekfirci düşüncelere sahip bir cemaat olarak lanse ederek Şam diyarında ve diğer bölgelerde yaşayan Müslümanların gözünde cephenin imajını kötülemektedirler.
Allah düşmanlarının korkusunu arttıran etkenlerden biriside, cihadın bir grubun mücadelesi olmaktan çıkıp bütün bir ümmetin mücadelesine dönüşmesi ve cihat mefhumunun ve değerinin genelde bütün Müslümanların, özelde ise Şam ehli arasında yayılıp kabul görmesidir. Onların isteği mücahitlerin imajını kötüleyip onları ümmetlerinden soyutlamaktır. Böylelikle onları kolaylıkla yok edebileceklerdir. Onların bu saldırıları yalnızca korkaklıklarındandır.
Nusret Cephesi mübarek Şam topraklarında nebevi menhec üzere İslam Devletini kuracak olan gruplardan bir tanesidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
‘‘Eğer güç yetirseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar.’’(bakara 217)
‘‘Şüphesiz ki inkâr edenler mallarını, (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlûp olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme toplanacaklardır.’’(enfal 36)
İkincisi: Devlet cemaati tarafıdır ki onlar iftira ve yalancı şahitliklerle Nusret Cephesini menhecinde sapma ve dinde samimi olmamak ile sıfatlandırmışlardır.
İtikadımız ve Dinimiz Hakkında
Bizler Nusret Cephesi olarak ehli sünnet ve cemaatten bir parçayızdır. Akidemiz menhecimiz ve fıkıh anlayışımız sahabenin, tabiinin Allah onlardan razı olsun ve onların yolundan yürüyen imamların, Ebu Hanife, İmam Şafi, İmam Malik ve İmam Ahmet gibi Rabbani âlimlerin anlayışı ile Kuran ve Sünnete dayanmaktadır.
Allahtan başka ilahin olmadığına O’nun birliğine ve ortağının olmadığına, Muhammed’in(sallallahu aleyhi ve sellem) O’nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik ederiz. Allah’tan başka ilah yoktur. Kendisine hakkıyla ibadet edilecek Ondan başka mabut yoktur. Kelime-i Tevhid Allah için neyin ispatını gerektiriyorsa biz onu kabul ederiz. Şirki ve O’na eşler koşmayı iptal ederiz. Kelime-i tevhidin iki rüknü vardır. Bunlar nefiy ve ispattır. Her kim kelime-i tevhidi söyler şartlarına riayet ederse ve hakkıyla eda ederse o Müslüman’dır. Ve her kimde kelime-i tevhidin şartlarını yerine getirmezse, onu bozan unsurlardan birini işlerse, kendisinin Müslüman olduğunu iddia etse bile o kişi kâfirdir.
Tevhid bizim yanımızda üç kısımdan oluşmaktadır:
Rububiyet Tevhidi: Allah’ı fiillerinde birlemek demektir. Biz Allah Teâlâ’yı rububyetinde birleriz ve O’nun yaratıcı, rızık veren, icat eden yaşatan ve öldüren olduğuna, mülkün maliki olduğuna ve evrende ondan başka rab olmadığına inanırız.
Muhakkak ki Kuran’da ulûhiyet tevhidine delil olsun diye tevhidin bu kısmıyla alakalı söz geniş tutulmuştur. Çünkü Kureyş kabilesi rububiyet tevhidini kabul ettiği halde Allah onları müşrik olarak isimlendirmiştir.
Ulûhiyet Tevhidi: Allah Teâlâ’yı kendi fiillerimizde birlemektir. Allah’ı ulûhiyetinde birleriz. O İlahtır, kendisine ibadet edilendir ve kendisine ibadet edilen Ondan başka hak mabut yoktur.
Tevhidin bu çeşidi üç kısımda incelenmektedir:
1. İbadet Tevhidi: Kalp ve organlarla yapılan, korku, ümit etmek, kurban kesmek, adak adamak gibi ibadetleri yalnızca bir olan Allah’a yöneltmektir. Bu tür ibadetlerde en çok sapıtanlar sofilerdir. Bu bab tafsilata ihtiyaç duyan geniş bir babtır.
2. Hâkimiyet Tevhidi: (Hüküm, Kada ve Teşrii Tevhidi)
Nasıl ki rububiyette yaratmak Allah’a ait ise, ulûhiyette ilahlıkta, hüküm koyma, hükmetme yasa koyma hakkı da O’na aittir. Allah hükmünde ve şeriatında ortağı olmayandır. Bu sebeple yalnızca O’nun şeriatı ile hükmedilir. Her kim Allahın şeriatında ortak edinirse o müşriktir. Bir kişinin rububiyette ya da ulûhiyette şirk koşması arasında fark yoktur.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
‘‘Yoksa onların dinde Allahın izin vermediklerini meşru kılan ortaklarımı var.’(şura 21)
Bundan dolayı bizler hâkimiyet tevhidini ubudiyetin vaciplerinden ulûhiyetin rükünlerinden bir rükün esaslarından bir cüz olarak görmekteyiz. İşte bu yüzden kim Allahın indirdiğinin dışında bir şeyleri meşru kılarsa küfre girmiştir, irtidat etmiştir ve İslam dininden çıkmıştır. Allahın kanunları dışında hükmeden her hâkim Rabbimizin vasıflandırdığı gibidir:
‘‘…işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.’’ ‘‘…işte onlar zalimlerin ta kendileridir.’’ ‘‘…işte onlar fasıkların ta kendileridir.’’ (maide 44, 45, 47)
Bu sıfatların hepsi ve bu sıfatlara taalluk eden hükümlerin hepsi onlarda toplanmıştır. Onlar kendilerinin Müslüman olduklarını iddia etseler bile mürtet olmuşlardır. Bunun sebebi ise Allahın kanunları dışında kanun çıkarmaları ve Allahın indirdiği ile hükmetmemeleridir. Bunun neticesi olarak bizler laikliğin her türlü bayrağını her çeşit mezhebini İslam dininden çıkartan, İslami bozan açık bir küfür olarak görmekteyiz. Hiç şüphesiz ki demokrasi çağın putudur. Amerika’nın dinidir, küfür düzeni tağuti bir sistemdir. Onun parlamentoları, seçimleri, kanunları, her türlü birimi ve ondan gelen her türlü kanun asrın yasağıdır, İslam’dan hiç bir şeyi ifade etmez. Anayasalarında ki ‘‘İslam şeraiti, kanun çıkarmadaki kaynağımızdır.’’ İbaresi onu kesinlikle İslami kılmamaktadır. Bilakis bu ibare ile birlikte tağutidirler. Çünkü onlar İslam şeriatını diğer anayasalardan bir anayasa olarak görmekte, hevalarına ve mizaçlarına göre onu değiştirmektedirler. Biz, şeriat ahkâmını esas olarak ikame etmeyen ve ubudiyeti bir olan Allah için kabul edemeyen hiç bir düzenden ya da devletten razı olmayacağız. İsimleri ne olursa olsun, medeniyet, müsamahakârlık, özgürlük, vatancılık, kavmiyetçilik, ulusalcılık olsa bile, çünkü bizler bir tağutu indirip yerine başka bir tağutun gelmesi için cihat etmemekteyiz.
3.Dostluk ve Düşmanlık Akidesi: Manası dostluğun Allah için Resulü için ve müminlerin cemaati için olması, düşmanlığın ise Allah düşmanları olan kâfirlere olmasıdır. Cihat ise yalnızca tevhidin bu türünü tatbik etmek içindir.
O halde dostluğun en yüce sureti Allah için Resulü ve müminler için olan, Allah yolunda cihat edip müminlere yardımcı olmaktır. Kâfirlere olan düşmanlığın en yüce sureti ise onlara karşı cihat edilmesidir. İşte bu imanın en sağlam halkası Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir. Bu iki kavram dostluk ve düşmanlık akidesindendir. Biz Allahın velilerini kendimize dost ediniriz ve onlara yardımcı oluruz. Allahın düşmanlarına da düşmanlık yaparız ve onlara olan düşmanlığımız oranınca Allah’a yaklaşırız. Milleti İbrahim’den olup kâfirlerden beraatımızı ilan etmekle insanların en mutlusuyuzdur. İslam dini dışındaki bütün dinlerden beriyiz onların hepsini tekfir etmekteyiz. Kitap ve sünnet odaklı bir yol edinir, sapık ve bidat yollardan uzaklaşırız. Dostluk ve düşmanlık bizce imandandır. Dostluğumuz iman ve Salih amel üzerinedir, kavramlar ya cemaat müntesipliği üzerine değil.
Müslümanlara yardımı, her ne kadar onlardan bazıları günahkâr olsa bile dinde eksiklikleri olsa bile, dinin bir vacibi olduğuna inanırız. Tevhidin ve İslam kardeşliğinin hakkı gereği bu böyledir. Delili ise Rabbimizin şu sözüdür:
‘‘ Eğer Din'de sizden yardım isterler ise, yardım etmek sizin üzerinize borçtur’’(enfal72)
‘‘Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler.’’(tövbe 71)
Haber emir içermektedir ve mefhumu muhalefeden de tam tersi anlaşılır. Rabbimizin şu sözü gibi:
‘‘İnkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde kargaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar.’’(enfal 73)
Her kim kâfirlere, mürtetlere ve münafıklara dostluk gösterirse o da onlardandır.
Allah Teâlâ’nın dediği gibi:
‘‘ sizden her kim onları dost edinirse onlardan olur.’’(maide 51)
Müslümanlara karşı kâfirlere yardım dinimiz de küfürdür.
"eğer Allah'a, nebiye ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları dostlar edinmezlerdi’’(maide 81)
İslam beldelerinde ki tağut yöneticiler İslam’ı bozan bu hallere düşmüşlerdir. Düşmanlara dostluktan Müslümanlara karşı onlara yardımcı olmaktan, Müslümanların cephelerinde onların yerlerini sağlamlaştırmaktan, muvahhit mücahitlere karşı savaşlarında onlara her türlü imkânı sağlayıp sayılarını arttırmaktan daha şedit daha açık bir küfür olabilir mi?
Müşriklerin beldelerinde ikrah ya da her hangi bir zaruret olmaksızın oturanlar günaha girmişlerdir. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) böylesi kişilerden beri olmuştur.
Bidat sahiplerini kerih görüp onlardan uzaklaşırız. Müslümanları içtihadi meselelerde görüşümüze göre amel etmedi diye günahkâr saymayız onları kınamayız.
İsim ve Sıfat Tevhidi: Allah Teâlâ’yı güzel isimlerinde ve yüce sıfatlarında birleriz. O’nun isim ve sıfatlarını salih selefimizin kabul ettiği gibi Kuranda ve sahih sünnette geldiği üzere kabul ederiz. Rabbimizin kendi nefsi için Kuran-i Kerimde ispat ettiklerini, Resulünün de sahih hadislerinde Rabbi için aktardıklarını, tahrif, iptal, tekyif, temsil ve ya teşbih etmeksizin kabul ederiz.
‘‘ O’nun gibisi yoktur O işitendir görendir.’’
İsim ve sıfatların manalarını teşbihe girmeksizin hakiki olarak kabul ederiz. İsim ve sıfatlarda mecaz vardır demeyiz. İsim ve sıfatların keyfiyetini Allaha havale ederiz. İstiva malum, keyfiyeti meçhul, ona iman vacip ve ondan soru sormak bidattir. Allahın isim ve sıfatlarında aşırıya gitmeyiz.
Allahın arşının üstünde olduğuna, mahlûkatından ayrı olduğuna inanırız. Yükseklik ve ululuk sıfatlarını kabul ederiz. Kuran’ın mahlûk olmadığına Allahın kelamı olduğuna inanırız. O Kuran Allah’tan gelmiştir ve yine Allaha dönecektir. Harf ve sestir, Rabbimiz onunla hakiki manada konuşmuştur. Onu kulu ve resulü olan Muhammed a.s vahiy meleği olan emin Cibril aracılığı ile indirmiştir.
Tevhid kelimesinin ikinci kısmı: İttiba tevhididir, yani Kuran ve sünnete tutunma, Resul’e a.s tabi olmada birleme tevhididir. Allahtan başka ilah yoktur kelimesini, ibadetlerde Allah’ı birleme ile açıklarsın. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allahın resulüdür şahadetini ise Rasulullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) itaatte birlemek olarak açıklarsın. Allahtan başkasına ibadet edilmeyeceği gibi Allahın resulü dili ile meşru kıldığının haricinde de Allaha ibadet edilmez.
Allahın değerli meleklerine de iman ederiz. Onlar Allaha emrinde isyan etmezler, ne ile emir olunmuşlarsa onu yaparlar. Onları sevmek imandandır. Onlara buğz etmek ise küfürdür. Onlar Allahın diğer yaratılmışları gibi mahlûkattandır. Onlar işlerinde Allah’ın tayin ettiği vekillerdir. Onların bu işlerine sünnette sabit olduğu gibi ve Kuranda varit olduğu gibi iman ederiz.
Allahın selamı üzerlerine olsun Allahın bütün nebilerine ve resullerine iman ederiz. Onlardan birinin risaletinin inkârı imanı geçersiz kılar. Her kim nebilerden birini inkâr etmişse kâfir olmuştur. Her kim bir nebi öldürmüşse ya da öldürtmüşse ya da ona buğz etmişse küfre girmiştir.
Allah Teâlâ’nın dediği gibi:
‘‘Her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı (peygamber gelip) geçmiştir.”(Fatır 24)
Peygamberlerden 5 tanesi ulul azimdir. Bunlar Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed aleyhim selamdır ecmain. İlk peygamber Âdem aleyhisselamdır. Son peygamber ise kıyametin öncesinde Allahın bütün âleme gönderdiği Muhammed aleyhisselamdır, O’ndan sonra bir peygamber yoktur. Bizler peygamberlerin hepsine iman ederiz hepsini severiz. Onlara ulûhiyetin ve rububiyetin özelliklerini nispet etmediğimiz gibi, beşerden hiç kimseyi ne bir veliyi ne bir imamı onlardan daha faziletli de görmeyiz.
Allahın resullerine indirdiği kitaplarına, Kuranda ve sabit olan sünnette olduğu gibi iman ederiz. İki şart üzere bu imanımızı oluştururuz:
1- Kurandan önceki kitaplar Allah tarafından indirilmiştir. Sonra hahamların ve papazların eli ile tahrif edilmiştir. Sadece son kitap ve son şeriat olan Kuran bundan istisnadır. O Allah tarafından korunmaktadır.
‘‘muhakkak ki zikri Biz indirdik ve Biz onu koruruz.’’(hicr 9)
2- Kuranı Kerim kendisinden önce indirilen kitapların hükmünü iptal etmiş ve üzerlerine şahit olmuştur. Kuran-i Kerim de geçen iman ve tevhid ile alakalı akide ve haberler neshi kabul etmez. Nesh olanlar ise yalnızca şeriatlardır yani ahkâmlardır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
‘‘Sana da; kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve üzerlerine şahit olarak bu kitabı hak ile indirdik. Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana hak gelmişken onların heveslerine uyma. Sizden her biriniz için bir yol, bir şeriat kıldık.’’(maide 48)
“Kim İslam'dan başka bir din ararsa bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o kimse ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (A-li İmran: 85)
Peygamberlerin mucizelerine iman ederiz. Bunların en büyüğü ve kalıcısı da Kuran-i Kerim’dir.
Evliyanın kerametlerine inanırız. Bidatin dışında, sünnetin veli kelimesine yüklediği manaya göre, her Müslüman Allah dostudur. Onların, Allaha en yakını ve Allah katında en çok ikram edileni en takvalı olanı ve Kuran ve sünnete en çok tabi olanıdır. Her kimden bir keramet sadır olursa o kişinin Kuran ve sünnete tabi olma durumuna bakarız. Eğer Kuran ve sünnete tabi ise buna keramet deriz. Aksi halde bu Allahtan verilen bir istidraçtır. Bazı sihirbazlardan ve büyücülerden, onları ve onlara tabi olanları fitneye düşürmek için hâsıl olduğu gibi.
Allah’ın ve Resulullah’ın bizlere bildirdiği gayb haberlerinin hepsine iman ederiz. Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez. Allah, peygamberlerine vahiy ile bazı gayb olaylarını bildirmiştir. İnsanlardan ve cinlerden gaybı bildiğini iddia eden kim olursa olsun kâfir olmuştur. Kâhine, arrafa, büyücülere gitmeyiz ve onları doğrulamayız.
Cinlerin varlığına iman ederiz. Onlarda, insanlar gibi tamamıyla mükellef olan yaratılmışlardır.
Ahiret gününe ve kıyamet gününe iman ederiz. Allah Teâlâ, geçmişte yaşamışları da gelecekte yaşayacakları da ölümlerinden sonra o gün diriltecektir. O günde bazı dehşetli olayların olacağına inanırız. Mizanlar kurulacaktır, hesap için defterler açılacaktır, cehennemin kenarına sırat köprüsü kurulacaktır, insanların üzerinden geçeceği zamanki süratleri ve nurları imanlarının ve amellerinin miktarına göre olacaktır.
Resulullah’a verilecek Kevser’e ve şefaat hakkına inanırız ve bu şefaatin türleri vardır. Ve Cebbar olan Allah’ın şefaatine iman ederiz.( Allah’ım bizi bu şefaatin ile kuşat.)
Bizler cennetin ve cehennemin hak olduğuna ve bunların mevcut olup yok olmayacağına iman ederiz. Cennetin iman ehli için nimet yurdu olduğuna, cehenneminde kâfirler ve dinsizler için kalıcı bir azap yurdu olduğuna inanırız. Muvahhitlerden günahkârların durumu ise Allah’ın dilemesine bağlıdır. İster kendi adaleti gereği onlara günahlarından dolayı azap eder isterse rahmetinden ve faziletinden ötürü onları bağışlar. Günahkâr bir Müslüman cehennemde ebedi olarak kalmaz, günahından dolayı azap edilir sonra Allahın rahmeti ile cennete girdirilir. Allahın cenneti müşriklere haram kıldığına da iman ederiz.
Kıyamet gününde her hangi bir engel olmaksızın müminlerin Rablerini göreceğine iman ederiz. Allahtan bizleri, Kendisini görme ile rızıklandırmasını isteriz.
Kaderin hayrına da şerrine de iman ederiz. Bizler Kaderiye ekolu gibi kaderi inkâr eden ve fiillerin yaratılmasını kullara isnat edenlerden değiliz. Ve yine bizler Cebriye gibi insanın iradesini tamamıyla nefyeden değiliz. Bilakis biz selefi salih akidesi üzere Allah’ın her şeyi bildiğine, her şeyi takdir ettiğine, her şeyi yazdığına, her şeyi irade ettiğine ve her şeyi yarattığına iman ederiz.
Kader konusunda kevni ve şer’i olmak üzere iki tür irade olduğuna iman ederiz. Nice fırkalar iradenin bu iki türünü karıştırdığından sapmıştırlar. Allah dilediğini yapandır. Kâinatta olan her şey Allah’ın emrine ve kaderine bağlıdır. Allah bizi ve fiillerimizi yaratandır. Bununla beraber kul, fiillerinde irade sahibidir, bu iradesinden dolayı hesaba çekilecektir. Allah Subhanehu ve Teâlâ fiilleri yaratandır, kul ise kendi öz iradesi ile bu fiilleri yapandır. Mümine düşen ise Allahın takdir ettiği kaderin hayrına ve şerrine, tatlısına ve acısına rıza göstermektir. Kim ki Allah’ın kaderinden razı olursa Allahın rızasına ulaşır. Kimde karşı gelirse Allahın gazabına duçar olur. Taberani’nin İbni Mesut’tan rivayet ettiği hadiste Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) söyle buyurmaktadır: ‘‘ kaderden bahsedildiği zaman geri durun.’’
Bizler sahabenin hepsinden razı oluruz, hepsinin güvenilir adalet sahibi insanlar olduğuna şahitlik ederiz. Onlar hakkında hayır dışında bir şey konuşmayız. Onları sevmek vaciptir, onlara buğz etmek ise nifaktır. Onlar müçtehit ve mazur olduklarından dolayı aralarında çıkan anlaşmazlıklarda susarız. Onlar en hayırlı nesildir. Bütün sahabelerin faziletli olduğuna inanırız. Hiç birinin faziletinde aşırıya kaçmayız. Hepsini dost ediniriz, hepsi için mağfiret talep ederiz, hepsini severiz, hepsinin iyiliklerini yad ederiz ( Allah hepsinden razı olsun). Sırasıyla sahabelerin en faziletlisinin Ebu Bekir Sıddık, Ömer El Faruk, Osman Zinnureyn, Ali Ebi Hüsneyn olduğuna inanırız. Bunlardan sonra cennetle müjdelenen Saad, Said, Talha, Zübeyir, Ebu Ubeyde, Abdurrahman Bin Avf geldiğine iman ederiz. Sonra bedir ehli, biati rıdvan ehli ve geri kalan bütün sahabeler gelmektedir Allah hepsinden razı olsun. Resulullah’ın(sallallahu aleyhi ve sellem) ehli beytini sever, onları dost edinir ve bu sevgide aşırıya gitmeyiz. Onların faziletini ve Resulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) olan yakınlıklarını tanırız. Müminlerin anneleri olan (Kuran nassı ile nübüvvetin ehli beytinden olan) Resulullah’ın eşlerini severiz. Hepsini dost ediniriz. Allah hepsinden razı olsun.
Bizler âlimlerimizi sever ve onlara saygı gösteririz. Onların haklarını tanır, onları kendimize dostlar ediniriz. Masum olmadıklarına inanır, hakka isabet eden görüşlerini alır, hakkın hilafına olanları ise bırakırız. Ve her müçtehit için bir ya da iki ecir olduğuna inanırız. Her müçtehidin içtihadı doğru olmayabilir. Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) haricinde herkesin sözü alınabilir de bırakılabilirde. Âlimlerin en hayırlıları Resulullah’dan (sallallahu aleyhi ve sellem)sonra sahabedir, sonra tabiin sonra dört mezhep imamı olan Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmet ve bunlara denk olan Leys, Sufyan, İshak gibi âlimlerdir. Sonra bunlardan sonra gelen imamlardır. Başlangıç olarak dört mezhep kitaplarını ve fıkhını sonra bunların haricindekileri işlemekteyiz. Yanımızda ağır basan delile tabi olmaktayız. Hakkın büyük bir çoğunluğuna dört mezhep isabet etse bile hakkın dört mezhep ile sınırlı olmadığına şahitlik etmekteyiz. Deliller ile direkt amel edilmesinin zaruriyetine davet edip, mezheplere aldırış etmeksizin fıkıh delildir iddiasında bulunandan hoşlanmadığımız gibi Hakkın hilafına rağmen mezhep taassupçuluğu yapandan da hoşlanmamaktayız.
İman söz ve ameldir. Kalbin ve dilin sözü, kalbin ve organların ameli, iman yapmak ve terk etmek üzere iki hali kapsar. İman itaatler ile artar, günahlar ile azalır. Resulullah’ın haber verdiği gibi imanın şubeleri vardır. En üstünü “lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur)” sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır.
İmanın mertebeleri vardır:
Bu mertebelerden bazıları imanın asıllarındandır. Bu asılların yok olmasıyla imanda yok olmaktadır. Tevhid şubesi olan La ilahe illallah sözü gibi ve buna benzer İmanın aslının yok olacağına ve terki ile çökeceğine yönelik Şari’nin nas ile belirlediği diğer unsurlar.
Bu mertebelerden bazıları imanın vaciplerindendir. Anne babaya iyilikte bulunma ve akraba ziyareti gibi. Her kim bunlarda bir eksiklik yaparsa o kişide imanın övülen mertebesi yok olmuş olur. Geriye kalan ise imanın aslıdır. O kişi fasıktır ve bu hali ile günaha düşmüş olur.
Bu mertebelerden bazıları imanın müstehablarındandır. Sünnet namazlarına devam etmek, tasaddukta bulunmak gibi.
Her günahı küfür saymayız, büyük günahları tekfir etmeyiz. Günahlar bizce ehli sünnetin belirttiği gibi iki kısımdır:
Birinci Kısım: Kendi zatında küfür olan günahlardır. Allah’a ve Resul’üne sövmek, din ile dalga geçmek ve din hakkında kötü konuşmak, hac takmak, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın izin vermediği konularda kanun çıkarmak gibi, fakihlerin riddet babında zikrettiği bu ve benzeri konulardır. Bu günahları işleyenlerin küfrü konusunda ise helal görme şartı kesinlikle aranmamaktadır.
İkinci Kısım: Kendi zatında küfür olmayan günahlar. Bu tür günahlar kendi içerisinde iki kısımdır. Büyük günahlar; içki içmek, zina yapmak, anne babaya kötü davranmak ve bunlar gibi. Âlimlerin bu günahları işleyenlerin tekfirinde helal görme şartı aradığı günahlardır. İkincisi ise küçük günahlardır.
Günaha yönelik bu kısımlar Allah Teâlâ’nın şu ayetinde toplanmıştır: ‘‘size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi.’’(hucurat 7)
Bizler Müslümanların günahları ve suçları konusunda vasat bir akideye inanmaktayız. Büyük günah sahiplerini ve masiyet ehlini Haricilerin yaptığı gibi tekfir etmeyiz ya da Mürcie’nin söylediği gibi kişinin masiyeti imanına zarar vermez de demeyiz. Mutezilenin yaptığı gibi onları iki menzile arasında bir menzilede de kılmayız. Muhsinler için Allah’tan fazilet ve rahmet isteriz. Müslümanların günahlarının varacağı yer ya Allah’ın affıdır ya da cezasıdır. Adaleti gereği isterse azab eder, ya da rahmetinden onu bağışlar. Allah’a şirk koşmayan, muvahhit olup büyük günah ehli olanların ateşte ebedi kalmayacağına inanırız. Onlar Allah’ın azze ve celle dilemesine bağlı olarak ya rahmetinden af edilirler ya da adaleti gereği azap edilirler.
Küfrü büyük ve küçük olarak görmekteyiz. Küfrü, amel, söz ve itikat olarak işleyen kişide küfrün hükmü vuku bulmaktadır. Ama muayyen bir kişinin tekfiri, tekfirin şartlarının sabit olmasına ve manilerin ortadan kalkmasına bağlıdır. Bizler naslar ile gelen vaad, vaid, tekfir ve tefsik ibarelerini genel olarak kullanırız. Bu genel ifadeler, kendisinde hiçbir çelişkinin bulunmadığı bir durum kişide belirinceye kadar muayyen bir kişi üzerine hükmetmeyiz. Bugün Müslüman diyarlarda küfür ahkâmının yüceltildiği gerekçesi ile Müslümanları tekfir etmediğimiz gibi, zan üzerine, ihtimale binaen, sözün lazımı gereği ya da kapalı meselelerde de insanları tekfir etmemekteyiz. Diyarların hükmünün oralarda yaşayanların hükmü ile alakası yoktur. Kimin İslam’ı yakin ile sabit olmuşsa, onun İslam’dan çıkması da ancak yakin ile olur. Bizler şartların oluştuğu ve engellerin kalktığı kişinin küfrü hakkında ehli sünnet ve cemaatin yolunu takip ederiz. Bu konunun tafsilatı ümmetin selefi ve salih âlimlerinden sabit olmuştur.
Allah’ın ve Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tekfir ettiğini tekfir ederiz. Her kim İslam’dan başka bir din edinirse o kâfirdir.
Kim kelime-i tevhidi söyler ve İslam’ını izhar ederse ve İslam’ı bozan hallerden bir hal de bulunmazsa o kişi zahiren Müslüman’dır, gizlisini Allah’a havale ederiz. Çünkü dinin şiarlarını izhar eden kişiye İslam ahkâmı uygulanır. İnsanların işleri zahire göre hamledilir. Gizlileri ise Allah azze ve celle üstlenmektedir. Riddeti sabit olan herkese mürtetlerin hükmü uygulanır. Evlilik akdinin bozulması, ailesinden Müslüman olanların mirasına varis olamaması, öldüğünde yıkanmaması, kefenlenmemesi ve cenaze namazının kılınmaması, Müslümanların mezarlığına defnedilmemesi ve bunlar gibi fakihlerin mürtedin ahkâmını açıkladığı diğer hükümler.
Şiileri değişik fırkalar olarak görmekteyiz. Bu fırkalardan biriside günümüz Rafızîleridir. Özellikle İran, Irak, Haliç, Şam ve Lübnan Rafızîleri. İşte bunlar bizce kâfirdirler. Onların arasında Müslüman’ın bulunması neredeyse imkânsız bir şeydir. Onlar takiye ile küfür akidelerini örterler, küfür sözlerinden biriside Kuran’ın tahrif olduğunu söylemeleridir. Bu söylenenlerden en basitidir. Hiç şüphesiz ki bunlar küfür, şirk ve riddet taifesidir. Ve bizler burada bu taifelerin hükümetlerinden, önderlerinden ya da âlimlerinden bahsetmiyoruz, onların küfürleri zaten en meşhurlarıdır, ilim üzere ateştedirler. Eğer Şiilerden bir kavim, mürtet hükümetlerine velayet hakkı tanımıyorsa ve her hangi bir küfür akideleri de yoksa yani ilk zamanın Şiaları gibi, onlar sırf Şia adından dolayı kâfir olmazlar.
Nusayriler Dürzîler ve benzer taifelerden olan Bâtıniler için Şeyhul İslam İbni Teymiyye’nin sözünü söylemekteyiz: ‘‘ Onların küfrü, Müslümanların ihtilaf etmediği konulardandır.’’
Müslüman beldelerinde bulunan kitap ehlinin haklarına, şeriat tafsilatlı şer’i kurallar çerçevesinde kefil olmuştur. Allah’ın şeriatı ile hükmedildiğinde bu kurallar doğrultusunda onlarla muamelede bulunulur. Ama bugün zimmet ehli bulunmamaktadır. Ve cephede bize karşı savaşmayanlar bizim hedefimiz değillerdir. Yöneticilerin verdiği ahitlerin bir kıymeti yoktur, çünkü onların velayet hakları riddetlerinden dolayı düşmüştür. Ehli kitap ile şer’i siyaset gördüğümüz bir fıkıh üzere muamele ederiz. Cihadımızdaki bu merhalede bize karşı savaşmayanlar ile savaşmayız. Tasarrufatımızın kitap ve sünnet odaklı olması için mücadele ederiz.
Özellikle günümüzde bu dini ayakta tutan etkenin; hidayete ileten Kuran ve kazanan kılıç olduğuna inanırız.Cihadımız ise kılıç ve lisan, hüccet ve beyan iledir. Cihat ise geçmişten kıyamet gününe kadardır. İmam bulunsun ya da bulunmasın, ister adil olsun ister zalim. İmam yok diye cihat geciktirilmez. Çünkü cihadın maslahatı geciktirilmesini geçmiştir. (Çünkü savaşan kâfirler olduğu sürece hicret kesilmemiştir). İmam Ahmet ve Nesai’nin sahih gördüğü gibi bu böyledir. Kimin cihat etmeye gücü yetmiyorsa o kişiye hazırlanmak vacip olur. Kişi tek başına kalsa bile her Müslüman’ın Allah düşmanlarına karşı savaşması gerekmektedir. Fetih cihadı ve talep cihadı farzı kifayedir. Bazıları bu görevi yüklendiğinde diğerlerinden bunun yükümlülüğü düşer. Cihat üç yerde kişilere indirgenir, yani farzı ayn olur:
a- Kişi Müslümanların safındayken düşmanla karşılaşırsa cihat vacip olur artık oradan geri çekilmek haramdır.
b- Şer’i imam kişiden cihada çıkmasını talep ettiğinde, davete icabet edip Allah yolunda cihada çıkmak vacip olur.
c- Azgın düşman Müslümanların toprağına girdiğinde, onların dinlerini, canlarını, ırzlarını ya da mallarını tehdit ettiğinde cihat fert fert vacip olur, farzı ayn olur. Bu günlerde olduğu gibi.
Azgın düşmanı Müslümanların dinlerinden ve kutsallarından def etmeyi farzı aynların en önemlisi olarak görmekteyiz. Hiçbir şart koşulmaksızın imkân doğrultusunda def edilir. Dini ve dünyayı fesada uğratan azgın düşmanı def etmekten daha vacip, iman hariç, hiç bir şey yoktur. İslam beldelerinde savaşan ve Müslümanlara saldıran azgın kâfirler def edilirse, Allah’ın şeriatının dışında şeriatlar çıkartan ve Allah’ın indirdiğinin dışındaki hükümlerle hükmeden mürtetlerle savaş devam eder. Her Müslüman’ın üzerine durumu hesabınca onlara karşı cihat farzı ayndır. Her kim onlara karşı eli ile cihat ederse mümindir. Her kim onlara karşı dili ile cihat ederse mimindir. Her kim onlara karşı kalbi ile cihat ederse mümindir, işte bu imanın en zayıf halidir. Cihattan geri kalan için bir özür yoktur. Yalnızca Allah’ın özürlü kabul ettiği şerri özür sahipleri kör, topal, hasta, infak edecek hiçbir şey bulamayan kişiler ve benzerleri bundan müstesnadır. Ve yine Allah Teâlâ’nın mustezaf olarak isimlendirdikleri:
‘‘...aciz olup bir çare bulmaya güç yetiremeyenler ve bu yüzden (hicrete) yol bulamayanlar’’(nisa 98)
‘‘Allah ve Resulü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur.’’(Tövbe 91)
Her kişi kendi nefsini hesaba çekendir, Allah herkesi gözetleyendir. Her kim cihada çıkmaktan aciz kalmış ise mücahitlere dua etmekten ya da hangi şekil olursa olsun onlara yardımcı olmaktan geri durmasın. Bizler zayıflarımız sebebiyle yardım olunuruz. Müslümanlardan dahi olmuş olsa azgın düşmanı def ederiz.
Bizler amacımıza ulaşabilmek için cihadımızda şer’i ve kevni metotlara tabi oluruz, bu da sadece şeriatımızdan ve vakıamızdan anladığımız kadarıyladır. Savaşlardan ve fetihlerden bahseden müjdeleyici hadisler ile amel ederiz. Nitekim selefi salihinde, İmam Şatibi’nin açıkladığı bir kaide üzere vaatlerle şu şekilde muamele etmiştir; ilahi vaatler, sebeplerin oluşabilmesi ve kendisine ulaşılabilmesi için sarf edilen mücadeleye birer alamettir.
Taifetul Mensura’nın tevhid ve iman menheci taşıyan, Allah yolunda cihat eden bir taife olduğuna inanırız. Her kim bu menhec üzereyse, o kişi Taifetul Mensura’dandır. Taifetul Mensura sıfatını kendi cemaatimizle sınırlandırmayız. Şeyhul İslam İbni Teymiyye tatarlara karşı olan cihadı sırasında Şam ehlini Taifetul Mensura’dan görmüştür.
Fırkalaşmaktan ve ihtilaflardan uzak dururuz, Müslümanların kelimesinin toplanmasına ve ittifaka davet ederiz. Genelde ümmetin özelde ise mücahitlerin hak üzere, tek bir sancak altında, toplanmasını vacip olarak görürüz. Sağlam bir yol bulduğumuzda bunun için çabalarız.
Müslümanları tek bir ümmet olarak görürüz, takva haricinde arabın aceme bir üstünlüğü yoktur. Nazarımızda Müslümanların kanları eşittir ve Müslüman kanının korunabilmesi için en alt seviyedeki bir Müslüman bile mücadele eder. Allah azze ve cellenin bizleri ‘‘O sizi Müslüman olarak isimlendirdi.’’ İsminden asla vazgeçmeyiz. Müslümanların kanları, ırzları ve malları haramdır, şeriatın mubah kıldığının haricinde hiçbir kimse için mubah olmaz. Kitap ve sünnete, ümmetin selefinin anlayışı ile sarılırız. Müslüman kanını mukaddesatın en değerlisi olarak görürüz. Onu korumak en yüce farzlardan ve emirlerdendir öyle ki İslam şeriatı bu konuda işi çok ciddiye almıştır.
Müslümanların mescitlerinde cemaat namazını vacip olarak görürüz. Günahkâr ya da takvalı olsun Müslümanların emirlerinin ve genelinin arkasında namazı caiz görürüz. Müslümanlardan mesturu hal olanlar içinde durum böyledir. Onların cenaze namazlarını kılar, kestiklerinden yeriz. Kim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi de yerse o Müslüman’dır. Aksine bir delil zahir oluncaya kadar Müslümanları küfür, nifak ve şirk üzere görmeyiz. Zahirlerini alır, gizlilerini Allah’a bırakırız.
Kâfir için imamet yoktur. İmamdan küfür sadır olduğunda artık velayet hakkı kalmamıştır, ona itaat ve onu veli edinme düşmüştür. Müslümanlara, ayaklanıp imkân dâhilinde onu indirmek ve adil bir imamı onun yerine getirmek vacip olmuştur.
İmametin, hal ve akd ehlinin genelinin şurası, biati ve Müslümanlardan güç ve kuvvet sahibi olan insanlardan oluşacağına inanırız. İmametin istihlaf ( mevcut halifenin kendisinden sonra birisini halife tayin etmesi)ya da seçilmesi ile ve yahut da güç kullanarak galip gelmesi yoluyla olur. Güç kullanarak başa geçmek sünnete uygun bir metot değildir yalnız ehli sünnet fitneleri önlemek amacıyla buna cevaz vermişlerdir. Şura esasının, küfür düzeni olan demokrasi ile hiç ir alakası yoktur.
Bidatin her türlüsü bizce kerih görülmüştür ve bidat değişik derecelerdedir:
Bunlardan bazısı apaçık küfür olanıdır; Eski vahdeti vücut inancı gibi, yeni demokrasi, laiklik, sosyalizm ve diğerleri gibi.
Bunlardan bazıları tehlikeli olup akideye taalluk edene; yani küfrü gerektiren inanç şekilleridir. Kuranın mahlûk olduğuna inanmak gibi.
Diğerleri de bunlardan daha aşağı derecede olanlarıdır; bidat ibadetler gibi. Her bidat sapıklıktır.
Maslahat ve mefsedeyi gözetiriz ama delillerin önüne geçirmeyiz. Aksine nasların etrafında dönen tevillerden uzak dururuz. Bu meseleyi geniş tutmayız.
Allah’ın kitabında ve Resulullah’ın sahih sünnetinde bizlere ulaşan her şeye özet olarak ve tafsili olarak iman ederiz. Ve bizler vasat bir menhec olan ehli sünnet ve cemaat menheci üzerindeyiz.
İsim ve sıfat konusundaki inancımız vasat olup Muattile ve Mucessime ekollerinin arasındadır.
Kaza ve kader konusundaki inancımız vasat olup Kaderiye ve Cebriye ekollerinin arasındadır.
Sahabelerin arasında çıkan tartışmalardaki inancımız vasat olup Rafızî ve Nevasıp ekollerinin arasındadır.
İman ve tekfir meselelerindeki inancımız (isimler ve ahkâmlar meselesi) vasat olup Harici, Vadiye ve Mürcie ekollerinin arasındadır.
İmamet ve hilafet meselesindeki inancımız vasat olup tahrifçilerin ve aşırıların arasındadır.
Sonuç olarak:
Bu bizim akidemizin ve dinimizin kısa bir özetidir. Biz ehli sünnetten bir parçayız. Şam topraklarındaki cihadımız dünyadaki mübarek cihat halkalarından bir halkadır. Cemaatimiz tanzim kaide cemaatine bağlıdır. Biatimiz ise savaş ve cihat üzere, vaatler de itaat etme cinsindendir. Halife biati ya da imama yapılan biat gibi büyük biat değildir. Hedefimiz azgın kâfir güçleri def etmektir. Bunların başında Nusayriler, Rafızî’ler, Sofiler ve Mecusiler gibi mürtet ve laik birlikler, Rahmanın şeraitini değiştiren Müslümanlara karşı kâfirlere sırt çıkan tağut yöneticiler, Haçlılar, Siyonistler, İslam’a ve Müslümanlara karşı olan müşrik, dinsiz, azgın kuvvetlerin hepsi ve Allah’a ve Resulüne düşmanlıkta öncü olan Amerika gelmektedir. Mücadelemiz tağutların hükmünü yok edip, nebevi menhec üzere raşit hilafet gölgesinde Rahmanın şeriatı ile hükmetmek içindir. Savunmamız İslam ve ehli içindir. Onlara yardım etmek, ümmetin şanını ve izzetini geri döndürmek içindir. Davetimiz her türlü kâfir için cihattır, Müslümanları tekfir etmek için değildir.
Ey ümmetin Müslüman evlatları, önünüzde sapaklarla dolu zorlu yollar, ümmetin kalkınması, yöneticilerin hevalarından, beşeri kanunlardan, batının egemenliğindeki esaretten kurtulmak için ender rastlanan, büyük tarihi bir fırsat var. Büyük günahlardan ve cehaletlerden biriside böylesine bir fırsatı kaybetmektir. Öyle ki İslam ümmeti bu fırsatı uzun yıllardır beklemektedir.
www.incanews 'ten alıntılanmıştır
Bu din için, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)zamanından kıyamet gününe kadar, aşırıların tahrifini, batılla uğraşanların sahtekârlığını ve cahillerin tevilini ortadan kaldırması için adil insanlar çıkartan Allaha hamd olsun.(Allah bizleri onlardan kilsin. Âmin.)
Salât ve selam bizler için örnek olan, ölünceye kadar kâfirlere ve münafıklara karşı hüccetle, dil, kılıç ve mızrakla mücadele eden Muhammed el Emin’e, ehli beytine ve sahabesinin hepsine ve onlara tabi olup kıyamet gününe kadar onların yolundan yürüyenlere olsun.
Birçok taraftan Nusret Cephesi’nin (Allah sabit kilsin) menhecine yönelik yapılan çirkin saldırılar takipçilere gizli kalmamıştır. Biz bu risalede yalnızca iki tarafı zikretmekle yetineceğiz:
Birincisi: Bu dine düşmanlık yapan diş destekli basın medya tarafıdır. Öyle ki onlar cepheyi aşırı tekfirci düşüncelere sahip bir cemaat olarak lanse ederek Şam diyarında ve diğer bölgelerde yaşayan Müslümanların gözünde cephenin imajını kötülemektedirler.
Allah düşmanlarının korkusunu arttıran etkenlerden biriside, cihadın bir grubun mücadelesi olmaktan çıkıp bütün bir ümmetin mücadelesine dönüşmesi ve cihat mefhumunun ve değerinin genelde bütün Müslümanların, özelde ise Şam ehli arasında yayılıp kabul görmesidir. Onların isteği mücahitlerin imajını kötüleyip onları ümmetlerinden soyutlamaktır. Böylelikle onları kolaylıkla yok edebileceklerdir. Onların bu saldırıları yalnızca korkaklıklarındandır.
Nusret Cephesi mübarek Şam topraklarında nebevi menhec üzere İslam Devletini kuracak olan gruplardan bir tanesidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
‘‘Eğer güç yetirseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar.’’(bakara 217)
‘‘Şüphesiz ki inkâr edenler mallarını, (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlûp olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme toplanacaklardır.’’(enfal 36)
İkincisi: Devlet cemaati tarafıdır ki onlar iftira ve yalancı şahitliklerle Nusret Cephesini menhecinde sapma ve dinde samimi olmamak ile sıfatlandırmışlardır.
İtikadımız ve Dinimiz Hakkında
Bizler Nusret Cephesi olarak ehli sünnet ve cemaatten bir parçayızdır. Akidemiz menhecimiz ve fıkıh anlayışımız sahabenin, tabiinin Allah onlardan razı olsun ve onların yolundan yürüyen imamların, Ebu Hanife, İmam Şafi, İmam Malik ve İmam Ahmet gibi Rabbani âlimlerin anlayışı ile Kuran ve Sünnete dayanmaktadır.
Allahtan başka ilahin olmadığına O’nun birliğine ve ortağının olmadığına, Muhammed’in(sallallahu aleyhi ve sellem) O’nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik ederiz. Allah’tan başka ilah yoktur. Kendisine hakkıyla ibadet edilecek Ondan başka mabut yoktur. Kelime-i Tevhid Allah için neyin ispatını gerektiriyorsa biz onu kabul ederiz. Şirki ve O’na eşler koşmayı iptal ederiz. Kelime-i tevhidin iki rüknü vardır. Bunlar nefiy ve ispattır. Her kim kelime-i tevhidi söyler şartlarına riayet ederse ve hakkıyla eda ederse o Müslüman’dır. Ve her kimde kelime-i tevhidin şartlarını yerine getirmezse, onu bozan unsurlardan birini işlerse, kendisinin Müslüman olduğunu iddia etse bile o kişi kâfirdir.
Tevhid bizim yanımızda üç kısımdan oluşmaktadır:
Rububiyet Tevhidi: Allah’ı fiillerinde birlemek demektir. Biz Allah Teâlâ’yı rububyetinde birleriz ve O’nun yaratıcı, rızık veren, icat eden yaşatan ve öldüren olduğuna, mülkün maliki olduğuna ve evrende ondan başka rab olmadığına inanırız.
Muhakkak ki Kuran’da ulûhiyet tevhidine delil olsun diye tevhidin bu kısmıyla alakalı söz geniş tutulmuştur. Çünkü Kureyş kabilesi rububiyet tevhidini kabul ettiği halde Allah onları müşrik olarak isimlendirmiştir.
Ulûhiyet Tevhidi: Allah Teâlâ’yı kendi fiillerimizde birlemektir. Allah’ı ulûhiyetinde birleriz. O İlahtır, kendisine ibadet edilendir ve kendisine ibadet edilen Ondan başka hak mabut yoktur.
Tevhidin bu çeşidi üç kısımda incelenmektedir:
1. İbadet Tevhidi: Kalp ve organlarla yapılan, korku, ümit etmek, kurban kesmek, adak adamak gibi ibadetleri yalnızca bir olan Allah’a yöneltmektir. Bu tür ibadetlerde en çok sapıtanlar sofilerdir. Bu bab tafsilata ihtiyaç duyan geniş bir babtır.
2. Hâkimiyet Tevhidi: (Hüküm, Kada ve Teşrii Tevhidi)
Nasıl ki rububiyette yaratmak Allah’a ait ise, ulûhiyette ilahlıkta, hüküm koyma, hükmetme yasa koyma hakkı da O’na aittir. Allah hükmünde ve şeriatında ortağı olmayandır. Bu sebeple yalnızca O’nun şeriatı ile hükmedilir. Her kim Allahın şeriatında ortak edinirse o müşriktir. Bir kişinin rububiyette ya da ulûhiyette şirk koşması arasında fark yoktur.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
‘‘Yoksa onların dinde Allahın izin vermediklerini meşru kılan ortaklarımı var.’(şura 21)
Bundan dolayı bizler hâkimiyet tevhidini ubudiyetin vaciplerinden ulûhiyetin rükünlerinden bir rükün esaslarından bir cüz olarak görmekteyiz. İşte bu yüzden kim Allahın indirdiğinin dışında bir şeyleri meşru kılarsa küfre girmiştir, irtidat etmiştir ve İslam dininden çıkmıştır. Allahın kanunları dışında hükmeden her hâkim Rabbimizin vasıflandırdığı gibidir:
‘‘…işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.’’ ‘‘…işte onlar zalimlerin ta kendileridir.’’ ‘‘…işte onlar fasıkların ta kendileridir.’’ (maide 44, 45, 47)
Bu sıfatların hepsi ve bu sıfatlara taalluk eden hükümlerin hepsi onlarda toplanmıştır. Onlar kendilerinin Müslüman olduklarını iddia etseler bile mürtet olmuşlardır. Bunun sebebi ise Allahın kanunları dışında kanun çıkarmaları ve Allahın indirdiği ile hükmetmemeleridir. Bunun neticesi olarak bizler laikliğin her türlü bayrağını her çeşit mezhebini İslam dininden çıkartan, İslami bozan açık bir küfür olarak görmekteyiz. Hiç şüphesiz ki demokrasi çağın putudur. Amerika’nın dinidir, küfür düzeni tağuti bir sistemdir. Onun parlamentoları, seçimleri, kanunları, her türlü birimi ve ondan gelen her türlü kanun asrın yasağıdır, İslam’dan hiç bir şeyi ifade etmez. Anayasalarında ki ‘‘İslam şeraiti, kanun çıkarmadaki kaynağımızdır.’’ İbaresi onu kesinlikle İslami kılmamaktadır. Bilakis bu ibare ile birlikte tağutidirler. Çünkü onlar İslam şeriatını diğer anayasalardan bir anayasa olarak görmekte, hevalarına ve mizaçlarına göre onu değiştirmektedirler. Biz, şeriat ahkâmını esas olarak ikame etmeyen ve ubudiyeti bir olan Allah için kabul edemeyen hiç bir düzenden ya da devletten razı olmayacağız. İsimleri ne olursa olsun, medeniyet, müsamahakârlık, özgürlük, vatancılık, kavmiyetçilik, ulusalcılık olsa bile, çünkü bizler bir tağutu indirip yerine başka bir tağutun gelmesi için cihat etmemekteyiz.
3.Dostluk ve Düşmanlık Akidesi: Manası dostluğun Allah için Resulü için ve müminlerin cemaati için olması, düşmanlığın ise Allah düşmanları olan kâfirlere olmasıdır. Cihat ise yalnızca tevhidin bu türünü tatbik etmek içindir.
O halde dostluğun en yüce sureti Allah için Resulü ve müminler için olan, Allah yolunda cihat edip müminlere yardımcı olmaktır. Kâfirlere olan düşmanlığın en yüce sureti ise onlara karşı cihat edilmesidir. İşte bu imanın en sağlam halkası Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir. Bu iki kavram dostluk ve düşmanlık akidesindendir. Biz Allahın velilerini kendimize dost ediniriz ve onlara yardımcı oluruz. Allahın düşmanlarına da düşmanlık yaparız ve onlara olan düşmanlığımız oranınca Allah’a yaklaşırız. Milleti İbrahim’den olup kâfirlerden beraatımızı ilan etmekle insanların en mutlusuyuzdur. İslam dini dışındaki bütün dinlerden beriyiz onların hepsini tekfir etmekteyiz. Kitap ve sünnet odaklı bir yol edinir, sapık ve bidat yollardan uzaklaşırız. Dostluk ve düşmanlık bizce imandandır. Dostluğumuz iman ve Salih amel üzerinedir, kavramlar ya cemaat müntesipliği üzerine değil.
Müslümanlara yardımı, her ne kadar onlardan bazıları günahkâr olsa bile dinde eksiklikleri olsa bile, dinin bir vacibi olduğuna inanırız. Tevhidin ve İslam kardeşliğinin hakkı gereği bu böyledir. Delili ise Rabbimizin şu sözüdür:
‘‘ Eğer Din'de sizden yardım isterler ise, yardım etmek sizin üzerinize borçtur’’(enfal72)
‘‘Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler.’’(tövbe 71)
Haber emir içermektedir ve mefhumu muhalefeden de tam tersi anlaşılır. Rabbimizin şu sözü gibi:
‘‘İnkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde kargaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar.’’(enfal 73)
Her kim kâfirlere, mürtetlere ve münafıklara dostluk gösterirse o da onlardandır.
Allah Teâlâ’nın dediği gibi:
‘‘ sizden her kim onları dost edinirse onlardan olur.’’(maide 51)
Müslümanlara karşı kâfirlere yardım dinimiz de küfürdür.
"eğer Allah'a, nebiye ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları dostlar edinmezlerdi’’(maide 81)
İslam beldelerinde ki tağut yöneticiler İslam’ı bozan bu hallere düşmüşlerdir. Düşmanlara dostluktan Müslümanlara karşı onlara yardımcı olmaktan, Müslümanların cephelerinde onların yerlerini sağlamlaştırmaktan, muvahhit mücahitlere karşı savaşlarında onlara her türlü imkânı sağlayıp sayılarını arttırmaktan daha şedit daha açık bir küfür olabilir mi?
Müşriklerin beldelerinde ikrah ya da her hangi bir zaruret olmaksızın oturanlar günaha girmişlerdir. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) böylesi kişilerden beri olmuştur.
Bidat sahiplerini kerih görüp onlardan uzaklaşırız. Müslümanları içtihadi meselelerde görüşümüze göre amel etmedi diye günahkâr saymayız onları kınamayız.
İsim ve Sıfat Tevhidi: Allah Teâlâ’yı güzel isimlerinde ve yüce sıfatlarında birleriz. O’nun isim ve sıfatlarını salih selefimizin kabul ettiği gibi Kuranda ve sahih sünnette geldiği üzere kabul ederiz. Rabbimizin kendi nefsi için Kuran-i Kerimde ispat ettiklerini, Resulünün de sahih hadislerinde Rabbi için aktardıklarını, tahrif, iptal, tekyif, temsil ve ya teşbih etmeksizin kabul ederiz.
‘‘ O’nun gibisi yoktur O işitendir görendir.’’
İsim ve sıfatların manalarını teşbihe girmeksizin hakiki olarak kabul ederiz. İsim ve sıfatlarda mecaz vardır demeyiz. İsim ve sıfatların keyfiyetini Allaha havale ederiz. İstiva malum, keyfiyeti meçhul, ona iman vacip ve ondan soru sormak bidattir. Allahın isim ve sıfatlarında aşırıya gitmeyiz.
Allahın arşının üstünde olduğuna, mahlûkatından ayrı olduğuna inanırız. Yükseklik ve ululuk sıfatlarını kabul ederiz. Kuran’ın mahlûk olmadığına Allahın kelamı olduğuna inanırız. O Kuran Allah’tan gelmiştir ve yine Allaha dönecektir. Harf ve sestir, Rabbimiz onunla hakiki manada konuşmuştur. Onu kulu ve resulü olan Muhammed a.s vahiy meleği olan emin Cibril aracılığı ile indirmiştir.
Tevhid kelimesinin ikinci kısmı: İttiba tevhididir, yani Kuran ve sünnete tutunma, Resul’e a.s tabi olmada birleme tevhididir. Allahtan başka ilah yoktur kelimesini, ibadetlerde Allah’ı birleme ile açıklarsın. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allahın resulüdür şahadetini ise Rasulullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) itaatte birlemek olarak açıklarsın. Allahtan başkasına ibadet edilmeyeceği gibi Allahın resulü dili ile meşru kıldığının haricinde de Allaha ibadet edilmez.
Allahın değerli meleklerine de iman ederiz. Onlar Allaha emrinde isyan etmezler, ne ile emir olunmuşlarsa onu yaparlar. Onları sevmek imandandır. Onlara buğz etmek ise küfürdür. Onlar Allahın diğer yaratılmışları gibi mahlûkattandır. Onlar işlerinde Allah’ın tayin ettiği vekillerdir. Onların bu işlerine sünnette sabit olduğu gibi ve Kuranda varit olduğu gibi iman ederiz.
Allahın selamı üzerlerine olsun Allahın bütün nebilerine ve resullerine iman ederiz. Onlardan birinin risaletinin inkârı imanı geçersiz kılar. Her kim nebilerden birini inkâr etmişse kâfir olmuştur. Her kim bir nebi öldürmüşse ya da öldürtmüşse ya da ona buğz etmişse küfre girmiştir.
Allah Teâlâ’nın dediği gibi:
‘‘Her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı (peygamber gelip) geçmiştir.”(Fatır 24)
Peygamberlerden 5 tanesi ulul azimdir. Bunlar Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed aleyhim selamdır ecmain. İlk peygamber Âdem aleyhisselamdır. Son peygamber ise kıyametin öncesinde Allahın bütün âleme gönderdiği Muhammed aleyhisselamdır, O’ndan sonra bir peygamber yoktur. Bizler peygamberlerin hepsine iman ederiz hepsini severiz. Onlara ulûhiyetin ve rububiyetin özelliklerini nispet etmediğimiz gibi, beşerden hiç kimseyi ne bir veliyi ne bir imamı onlardan daha faziletli de görmeyiz.
Allahın resullerine indirdiği kitaplarına, Kuranda ve sabit olan sünnette olduğu gibi iman ederiz. İki şart üzere bu imanımızı oluştururuz:
1- Kurandan önceki kitaplar Allah tarafından indirilmiştir. Sonra hahamların ve papazların eli ile tahrif edilmiştir. Sadece son kitap ve son şeriat olan Kuran bundan istisnadır. O Allah tarafından korunmaktadır.
‘‘muhakkak ki zikri Biz indirdik ve Biz onu koruruz.’’(hicr 9)
2- Kuranı Kerim kendisinden önce indirilen kitapların hükmünü iptal etmiş ve üzerlerine şahit olmuştur. Kuran-i Kerim de geçen iman ve tevhid ile alakalı akide ve haberler neshi kabul etmez. Nesh olanlar ise yalnızca şeriatlardır yani ahkâmlardır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
‘‘Sana da; kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve üzerlerine şahit olarak bu kitabı hak ile indirdik. Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana hak gelmişken onların heveslerine uyma. Sizden her biriniz için bir yol, bir şeriat kıldık.’’(maide 48)
“Kim İslam'dan başka bir din ararsa bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o kimse ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (A-li İmran: 85)
Peygamberlerin mucizelerine iman ederiz. Bunların en büyüğü ve kalıcısı da Kuran-i Kerim’dir.
Evliyanın kerametlerine inanırız. Bidatin dışında, sünnetin veli kelimesine yüklediği manaya göre, her Müslüman Allah dostudur. Onların, Allaha en yakını ve Allah katında en çok ikram edileni en takvalı olanı ve Kuran ve sünnete en çok tabi olanıdır. Her kimden bir keramet sadır olursa o kişinin Kuran ve sünnete tabi olma durumuna bakarız. Eğer Kuran ve sünnete tabi ise buna keramet deriz. Aksi halde bu Allahtan verilen bir istidraçtır. Bazı sihirbazlardan ve büyücülerden, onları ve onlara tabi olanları fitneye düşürmek için hâsıl olduğu gibi.
Allah’ın ve Resulullah’ın bizlere bildirdiği gayb haberlerinin hepsine iman ederiz. Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez. Allah, peygamberlerine vahiy ile bazı gayb olaylarını bildirmiştir. İnsanlardan ve cinlerden gaybı bildiğini iddia eden kim olursa olsun kâfir olmuştur. Kâhine, arrafa, büyücülere gitmeyiz ve onları doğrulamayız.
Cinlerin varlığına iman ederiz. Onlarda, insanlar gibi tamamıyla mükellef olan yaratılmışlardır.
Ahiret gününe ve kıyamet gününe iman ederiz. Allah Teâlâ, geçmişte yaşamışları da gelecekte yaşayacakları da ölümlerinden sonra o gün diriltecektir. O günde bazı dehşetli olayların olacağına inanırız. Mizanlar kurulacaktır, hesap için defterler açılacaktır, cehennemin kenarına sırat köprüsü kurulacaktır, insanların üzerinden geçeceği zamanki süratleri ve nurları imanlarının ve amellerinin miktarına göre olacaktır.
Resulullah’a verilecek Kevser’e ve şefaat hakkına inanırız ve bu şefaatin türleri vardır. Ve Cebbar olan Allah’ın şefaatine iman ederiz.( Allah’ım bizi bu şefaatin ile kuşat.)
Bizler cennetin ve cehennemin hak olduğuna ve bunların mevcut olup yok olmayacağına iman ederiz. Cennetin iman ehli için nimet yurdu olduğuna, cehenneminde kâfirler ve dinsizler için kalıcı bir azap yurdu olduğuna inanırız. Muvahhitlerden günahkârların durumu ise Allah’ın dilemesine bağlıdır. İster kendi adaleti gereği onlara günahlarından dolayı azap eder isterse rahmetinden ve faziletinden ötürü onları bağışlar. Günahkâr bir Müslüman cehennemde ebedi olarak kalmaz, günahından dolayı azap edilir sonra Allahın rahmeti ile cennete girdirilir. Allahın cenneti müşriklere haram kıldığına da iman ederiz.
Kıyamet gününde her hangi bir engel olmaksızın müminlerin Rablerini göreceğine iman ederiz. Allahtan bizleri, Kendisini görme ile rızıklandırmasını isteriz.
Kaderin hayrına da şerrine de iman ederiz. Bizler Kaderiye ekolu gibi kaderi inkâr eden ve fiillerin yaratılmasını kullara isnat edenlerden değiliz. Ve yine bizler Cebriye gibi insanın iradesini tamamıyla nefyeden değiliz. Bilakis biz selefi salih akidesi üzere Allah’ın her şeyi bildiğine, her şeyi takdir ettiğine, her şeyi yazdığına, her şeyi irade ettiğine ve her şeyi yarattığına iman ederiz.
Kader konusunda kevni ve şer’i olmak üzere iki tür irade olduğuna iman ederiz. Nice fırkalar iradenin bu iki türünü karıştırdığından sapmıştırlar. Allah dilediğini yapandır. Kâinatta olan her şey Allah’ın emrine ve kaderine bağlıdır. Allah bizi ve fiillerimizi yaratandır. Bununla beraber kul, fiillerinde irade sahibidir, bu iradesinden dolayı hesaba çekilecektir. Allah Subhanehu ve Teâlâ fiilleri yaratandır, kul ise kendi öz iradesi ile bu fiilleri yapandır. Mümine düşen ise Allahın takdir ettiği kaderin hayrına ve şerrine, tatlısına ve acısına rıza göstermektir. Kim ki Allah’ın kaderinden razı olursa Allahın rızasına ulaşır. Kimde karşı gelirse Allahın gazabına duçar olur. Taberani’nin İbni Mesut’tan rivayet ettiği hadiste Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) söyle buyurmaktadır: ‘‘ kaderden bahsedildiği zaman geri durun.’’
Bizler sahabenin hepsinden razı oluruz, hepsinin güvenilir adalet sahibi insanlar olduğuna şahitlik ederiz. Onlar hakkında hayır dışında bir şey konuşmayız. Onları sevmek vaciptir, onlara buğz etmek ise nifaktır. Onlar müçtehit ve mazur olduklarından dolayı aralarında çıkan anlaşmazlıklarda susarız. Onlar en hayırlı nesildir. Bütün sahabelerin faziletli olduğuna inanırız. Hiç birinin faziletinde aşırıya kaçmayız. Hepsini dost ediniriz, hepsi için mağfiret talep ederiz, hepsini severiz, hepsinin iyiliklerini yad ederiz ( Allah hepsinden razı olsun). Sırasıyla sahabelerin en faziletlisinin Ebu Bekir Sıddık, Ömer El Faruk, Osman Zinnureyn, Ali Ebi Hüsneyn olduğuna inanırız. Bunlardan sonra cennetle müjdelenen Saad, Said, Talha, Zübeyir, Ebu Ubeyde, Abdurrahman Bin Avf geldiğine iman ederiz. Sonra bedir ehli, biati rıdvan ehli ve geri kalan bütün sahabeler gelmektedir Allah hepsinden razı olsun. Resulullah’ın(sallallahu aleyhi ve sellem) ehli beytini sever, onları dost edinir ve bu sevgide aşırıya gitmeyiz. Onların faziletini ve Resulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) olan yakınlıklarını tanırız. Müminlerin anneleri olan (Kuran nassı ile nübüvvetin ehli beytinden olan) Resulullah’ın eşlerini severiz. Hepsini dost ediniriz. Allah hepsinden razı olsun.
Bizler âlimlerimizi sever ve onlara saygı gösteririz. Onların haklarını tanır, onları kendimize dostlar ediniriz. Masum olmadıklarına inanır, hakka isabet eden görüşlerini alır, hakkın hilafına olanları ise bırakırız. Ve her müçtehit için bir ya da iki ecir olduğuna inanırız. Her müçtehidin içtihadı doğru olmayabilir. Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) haricinde herkesin sözü alınabilir de bırakılabilirde. Âlimlerin en hayırlıları Resulullah’dan (sallallahu aleyhi ve sellem)sonra sahabedir, sonra tabiin sonra dört mezhep imamı olan Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmet ve bunlara denk olan Leys, Sufyan, İshak gibi âlimlerdir. Sonra bunlardan sonra gelen imamlardır. Başlangıç olarak dört mezhep kitaplarını ve fıkhını sonra bunların haricindekileri işlemekteyiz. Yanımızda ağır basan delile tabi olmaktayız. Hakkın büyük bir çoğunluğuna dört mezhep isabet etse bile hakkın dört mezhep ile sınırlı olmadığına şahitlik etmekteyiz. Deliller ile direkt amel edilmesinin zaruriyetine davet edip, mezheplere aldırış etmeksizin fıkıh delildir iddiasında bulunandan hoşlanmadığımız gibi Hakkın hilafına rağmen mezhep taassupçuluğu yapandan da hoşlanmamaktayız.
İman söz ve ameldir. Kalbin ve dilin sözü, kalbin ve organların ameli, iman yapmak ve terk etmek üzere iki hali kapsar. İman itaatler ile artar, günahlar ile azalır. Resulullah’ın haber verdiği gibi imanın şubeleri vardır. En üstünü “lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur)” sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır.
İmanın mertebeleri vardır:
Bu mertebelerden bazıları imanın asıllarındandır. Bu asılların yok olmasıyla imanda yok olmaktadır. Tevhid şubesi olan La ilahe illallah sözü gibi ve buna benzer İmanın aslının yok olacağına ve terki ile çökeceğine yönelik Şari’nin nas ile belirlediği diğer unsurlar.
Bu mertebelerden bazıları imanın vaciplerindendir. Anne babaya iyilikte bulunma ve akraba ziyareti gibi. Her kim bunlarda bir eksiklik yaparsa o kişide imanın övülen mertebesi yok olmuş olur. Geriye kalan ise imanın aslıdır. O kişi fasıktır ve bu hali ile günaha düşmüş olur.
Bu mertebelerden bazıları imanın müstehablarındandır. Sünnet namazlarına devam etmek, tasaddukta bulunmak gibi.
Her günahı küfür saymayız, büyük günahları tekfir etmeyiz. Günahlar bizce ehli sünnetin belirttiği gibi iki kısımdır:
Birinci Kısım: Kendi zatında küfür olan günahlardır. Allah’a ve Resul’üne sövmek, din ile dalga geçmek ve din hakkında kötü konuşmak, hac takmak, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın izin vermediği konularda kanun çıkarmak gibi, fakihlerin riddet babında zikrettiği bu ve benzeri konulardır. Bu günahları işleyenlerin küfrü konusunda ise helal görme şartı kesinlikle aranmamaktadır.
İkinci Kısım: Kendi zatında küfür olmayan günahlar. Bu tür günahlar kendi içerisinde iki kısımdır. Büyük günahlar; içki içmek, zina yapmak, anne babaya kötü davranmak ve bunlar gibi. Âlimlerin bu günahları işleyenlerin tekfirinde helal görme şartı aradığı günahlardır. İkincisi ise küçük günahlardır.
Günaha yönelik bu kısımlar Allah Teâlâ’nın şu ayetinde toplanmıştır: ‘‘size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi.’’(hucurat 7)
Bizler Müslümanların günahları ve suçları konusunda vasat bir akideye inanmaktayız. Büyük günah sahiplerini ve masiyet ehlini Haricilerin yaptığı gibi tekfir etmeyiz ya da Mürcie’nin söylediği gibi kişinin masiyeti imanına zarar vermez de demeyiz. Mutezilenin yaptığı gibi onları iki menzile arasında bir menzilede de kılmayız. Muhsinler için Allah’tan fazilet ve rahmet isteriz. Müslümanların günahlarının varacağı yer ya Allah’ın affıdır ya da cezasıdır. Adaleti gereği isterse azab eder, ya da rahmetinden onu bağışlar. Allah’a şirk koşmayan, muvahhit olup büyük günah ehli olanların ateşte ebedi kalmayacağına inanırız. Onlar Allah’ın azze ve celle dilemesine bağlı olarak ya rahmetinden af edilirler ya da adaleti gereği azap edilirler.
Küfrü büyük ve küçük olarak görmekteyiz. Küfrü, amel, söz ve itikat olarak işleyen kişide küfrün hükmü vuku bulmaktadır. Ama muayyen bir kişinin tekfiri, tekfirin şartlarının sabit olmasına ve manilerin ortadan kalkmasına bağlıdır. Bizler naslar ile gelen vaad, vaid, tekfir ve tefsik ibarelerini genel olarak kullanırız. Bu genel ifadeler, kendisinde hiçbir çelişkinin bulunmadığı bir durum kişide belirinceye kadar muayyen bir kişi üzerine hükmetmeyiz. Bugün Müslüman diyarlarda küfür ahkâmının yüceltildiği gerekçesi ile Müslümanları tekfir etmediğimiz gibi, zan üzerine, ihtimale binaen, sözün lazımı gereği ya da kapalı meselelerde de insanları tekfir etmemekteyiz. Diyarların hükmünün oralarda yaşayanların hükmü ile alakası yoktur. Kimin İslam’ı yakin ile sabit olmuşsa, onun İslam’dan çıkması da ancak yakin ile olur. Bizler şartların oluştuğu ve engellerin kalktığı kişinin küfrü hakkında ehli sünnet ve cemaatin yolunu takip ederiz. Bu konunun tafsilatı ümmetin selefi ve salih âlimlerinden sabit olmuştur.
Allah’ın ve Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tekfir ettiğini tekfir ederiz. Her kim İslam’dan başka bir din edinirse o kâfirdir.
Kim kelime-i tevhidi söyler ve İslam’ını izhar ederse ve İslam’ı bozan hallerden bir hal de bulunmazsa o kişi zahiren Müslüman’dır, gizlisini Allah’a havale ederiz. Çünkü dinin şiarlarını izhar eden kişiye İslam ahkâmı uygulanır. İnsanların işleri zahire göre hamledilir. Gizlileri ise Allah azze ve celle üstlenmektedir. Riddeti sabit olan herkese mürtetlerin hükmü uygulanır. Evlilik akdinin bozulması, ailesinden Müslüman olanların mirasına varis olamaması, öldüğünde yıkanmaması, kefenlenmemesi ve cenaze namazının kılınmaması, Müslümanların mezarlığına defnedilmemesi ve bunlar gibi fakihlerin mürtedin ahkâmını açıkladığı diğer hükümler.
Şiileri değişik fırkalar olarak görmekteyiz. Bu fırkalardan biriside günümüz Rafızîleridir. Özellikle İran, Irak, Haliç, Şam ve Lübnan Rafızîleri. İşte bunlar bizce kâfirdirler. Onların arasında Müslüman’ın bulunması neredeyse imkânsız bir şeydir. Onlar takiye ile küfür akidelerini örterler, küfür sözlerinden biriside Kuran’ın tahrif olduğunu söylemeleridir. Bu söylenenlerden en basitidir. Hiç şüphesiz ki bunlar küfür, şirk ve riddet taifesidir. Ve bizler burada bu taifelerin hükümetlerinden, önderlerinden ya da âlimlerinden bahsetmiyoruz, onların küfürleri zaten en meşhurlarıdır, ilim üzere ateştedirler. Eğer Şiilerden bir kavim, mürtet hükümetlerine velayet hakkı tanımıyorsa ve her hangi bir küfür akideleri de yoksa yani ilk zamanın Şiaları gibi, onlar sırf Şia adından dolayı kâfir olmazlar.
Nusayriler Dürzîler ve benzer taifelerden olan Bâtıniler için Şeyhul İslam İbni Teymiyye’nin sözünü söylemekteyiz: ‘‘ Onların küfrü, Müslümanların ihtilaf etmediği konulardandır.’’
Müslüman beldelerinde bulunan kitap ehlinin haklarına, şeriat tafsilatlı şer’i kurallar çerçevesinde kefil olmuştur. Allah’ın şeriatı ile hükmedildiğinde bu kurallar doğrultusunda onlarla muamelede bulunulur. Ama bugün zimmet ehli bulunmamaktadır. Ve cephede bize karşı savaşmayanlar bizim hedefimiz değillerdir. Yöneticilerin verdiği ahitlerin bir kıymeti yoktur, çünkü onların velayet hakları riddetlerinden dolayı düşmüştür. Ehli kitap ile şer’i siyaset gördüğümüz bir fıkıh üzere muamele ederiz. Cihadımızdaki bu merhalede bize karşı savaşmayanlar ile savaşmayız. Tasarrufatımızın kitap ve sünnet odaklı olması için mücadele ederiz.
Özellikle günümüzde bu dini ayakta tutan etkenin; hidayete ileten Kuran ve kazanan kılıç olduğuna inanırız.Cihadımız ise kılıç ve lisan, hüccet ve beyan iledir. Cihat ise geçmişten kıyamet gününe kadardır. İmam bulunsun ya da bulunmasın, ister adil olsun ister zalim. İmam yok diye cihat geciktirilmez. Çünkü cihadın maslahatı geciktirilmesini geçmiştir. (Çünkü savaşan kâfirler olduğu sürece hicret kesilmemiştir). İmam Ahmet ve Nesai’nin sahih gördüğü gibi bu böyledir. Kimin cihat etmeye gücü yetmiyorsa o kişiye hazırlanmak vacip olur. Kişi tek başına kalsa bile her Müslüman’ın Allah düşmanlarına karşı savaşması gerekmektedir. Fetih cihadı ve talep cihadı farzı kifayedir. Bazıları bu görevi yüklendiğinde diğerlerinden bunun yükümlülüğü düşer. Cihat üç yerde kişilere indirgenir, yani farzı ayn olur:
a- Kişi Müslümanların safındayken düşmanla karşılaşırsa cihat vacip olur artık oradan geri çekilmek haramdır.
b- Şer’i imam kişiden cihada çıkmasını talep ettiğinde, davete icabet edip Allah yolunda cihada çıkmak vacip olur.
c- Azgın düşman Müslümanların toprağına girdiğinde, onların dinlerini, canlarını, ırzlarını ya da mallarını tehdit ettiğinde cihat fert fert vacip olur, farzı ayn olur. Bu günlerde olduğu gibi.
Azgın düşmanı Müslümanların dinlerinden ve kutsallarından def etmeyi farzı aynların en önemlisi olarak görmekteyiz. Hiçbir şart koşulmaksızın imkân doğrultusunda def edilir. Dini ve dünyayı fesada uğratan azgın düşmanı def etmekten daha vacip, iman hariç, hiç bir şey yoktur. İslam beldelerinde savaşan ve Müslümanlara saldıran azgın kâfirler def edilirse, Allah’ın şeriatının dışında şeriatlar çıkartan ve Allah’ın indirdiğinin dışındaki hükümlerle hükmeden mürtetlerle savaş devam eder. Her Müslüman’ın üzerine durumu hesabınca onlara karşı cihat farzı ayndır. Her kim onlara karşı eli ile cihat ederse mümindir. Her kim onlara karşı dili ile cihat ederse mimindir. Her kim onlara karşı kalbi ile cihat ederse mümindir, işte bu imanın en zayıf halidir. Cihattan geri kalan için bir özür yoktur. Yalnızca Allah’ın özürlü kabul ettiği şerri özür sahipleri kör, topal, hasta, infak edecek hiçbir şey bulamayan kişiler ve benzerleri bundan müstesnadır. Ve yine Allah Teâlâ’nın mustezaf olarak isimlendirdikleri:
‘‘...aciz olup bir çare bulmaya güç yetiremeyenler ve bu yüzden (hicrete) yol bulamayanlar’’(nisa 98)
‘‘Allah ve Resulü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur.’’(Tövbe 91)
Her kişi kendi nefsini hesaba çekendir, Allah herkesi gözetleyendir. Her kim cihada çıkmaktan aciz kalmış ise mücahitlere dua etmekten ya da hangi şekil olursa olsun onlara yardımcı olmaktan geri durmasın. Bizler zayıflarımız sebebiyle yardım olunuruz. Müslümanlardan dahi olmuş olsa azgın düşmanı def ederiz.
Bizler amacımıza ulaşabilmek için cihadımızda şer’i ve kevni metotlara tabi oluruz, bu da sadece şeriatımızdan ve vakıamızdan anladığımız kadarıyladır. Savaşlardan ve fetihlerden bahseden müjdeleyici hadisler ile amel ederiz. Nitekim selefi salihinde, İmam Şatibi’nin açıkladığı bir kaide üzere vaatlerle şu şekilde muamele etmiştir; ilahi vaatler, sebeplerin oluşabilmesi ve kendisine ulaşılabilmesi için sarf edilen mücadeleye birer alamettir.
Taifetul Mensura’nın tevhid ve iman menheci taşıyan, Allah yolunda cihat eden bir taife olduğuna inanırız. Her kim bu menhec üzereyse, o kişi Taifetul Mensura’dandır. Taifetul Mensura sıfatını kendi cemaatimizle sınırlandırmayız. Şeyhul İslam İbni Teymiyye tatarlara karşı olan cihadı sırasında Şam ehlini Taifetul Mensura’dan görmüştür.
Fırkalaşmaktan ve ihtilaflardan uzak dururuz, Müslümanların kelimesinin toplanmasına ve ittifaka davet ederiz. Genelde ümmetin özelde ise mücahitlerin hak üzere, tek bir sancak altında, toplanmasını vacip olarak görürüz. Sağlam bir yol bulduğumuzda bunun için çabalarız.
Müslümanları tek bir ümmet olarak görürüz, takva haricinde arabın aceme bir üstünlüğü yoktur. Nazarımızda Müslümanların kanları eşittir ve Müslüman kanının korunabilmesi için en alt seviyedeki bir Müslüman bile mücadele eder. Allah azze ve cellenin bizleri ‘‘O sizi Müslüman olarak isimlendirdi.’’ İsminden asla vazgeçmeyiz. Müslümanların kanları, ırzları ve malları haramdır, şeriatın mubah kıldığının haricinde hiçbir kimse için mubah olmaz. Kitap ve sünnete, ümmetin selefinin anlayışı ile sarılırız. Müslüman kanını mukaddesatın en değerlisi olarak görürüz. Onu korumak en yüce farzlardan ve emirlerdendir öyle ki İslam şeriatı bu konuda işi çok ciddiye almıştır.
Müslümanların mescitlerinde cemaat namazını vacip olarak görürüz. Günahkâr ya da takvalı olsun Müslümanların emirlerinin ve genelinin arkasında namazı caiz görürüz. Müslümanlardan mesturu hal olanlar içinde durum böyledir. Onların cenaze namazlarını kılar, kestiklerinden yeriz. Kim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi de yerse o Müslüman’dır. Aksine bir delil zahir oluncaya kadar Müslümanları küfür, nifak ve şirk üzere görmeyiz. Zahirlerini alır, gizlilerini Allah’a bırakırız.
Kâfir için imamet yoktur. İmamdan küfür sadır olduğunda artık velayet hakkı kalmamıştır, ona itaat ve onu veli edinme düşmüştür. Müslümanlara, ayaklanıp imkân dâhilinde onu indirmek ve adil bir imamı onun yerine getirmek vacip olmuştur.
İmametin, hal ve akd ehlinin genelinin şurası, biati ve Müslümanlardan güç ve kuvvet sahibi olan insanlardan oluşacağına inanırız. İmametin istihlaf ( mevcut halifenin kendisinden sonra birisini halife tayin etmesi)ya da seçilmesi ile ve yahut da güç kullanarak galip gelmesi yoluyla olur. Güç kullanarak başa geçmek sünnete uygun bir metot değildir yalnız ehli sünnet fitneleri önlemek amacıyla buna cevaz vermişlerdir. Şura esasının, küfür düzeni olan demokrasi ile hiç ir alakası yoktur.
Bidatin her türlüsü bizce kerih görülmüştür ve bidat değişik derecelerdedir:
Bunlardan bazısı apaçık küfür olanıdır; Eski vahdeti vücut inancı gibi, yeni demokrasi, laiklik, sosyalizm ve diğerleri gibi.
Bunlardan bazıları tehlikeli olup akideye taalluk edene; yani küfrü gerektiren inanç şekilleridir. Kuranın mahlûk olduğuna inanmak gibi.
Diğerleri de bunlardan daha aşağı derecede olanlarıdır; bidat ibadetler gibi. Her bidat sapıklıktır.
Maslahat ve mefsedeyi gözetiriz ama delillerin önüne geçirmeyiz. Aksine nasların etrafında dönen tevillerden uzak dururuz. Bu meseleyi geniş tutmayız.
Allah’ın kitabında ve Resulullah’ın sahih sünnetinde bizlere ulaşan her şeye özet olarak ve tafsili olarak iman ederiz. Ve bizler vasat bir menhec olan ehli sünnet ve cemaat menheci üzerindeyiz.
İsim ve sıfat konusundaki inancımız vasat olup Muattile ve Mucessime ekollerinin arasındadır.
Kaza ve kader konusundaki inancımız vasat olup Kaderiye ve Cebriye ekollerinin arasındadır.
Sahabelerin arasında çıkan tartışmalardaki inancımız vasat olup Rafızî ve Nevasıp ekollerinin arasındadır.
İman ve tekfir meselelerindeki inancımız (isimler ve ahkâmlar meselesi) vasat olup Harici, Vadiye ve Mürcie ekollerinin arasındadır.
İmamet ve hilafet meselesindeki inancımız vasat olup tahrifçilerin ve aşırıların arasındadır.
Sonuç olarak:
Bu bizim akidemizin ve dinimizin kısa bir özetidir. Biz ehli sünnetten bir parçayız. Şam topraklarındaki cihadımız dünyadaki mübarek cihat halkalarından bir halkadır. Cemaatimiz tanzim kaide cemaatine bağlıdır. Biatimiz ise savaş ve cihat üzere, vaatler de itaat etme cinsindendir. Halife biati ya da imama yapılan biat gibi büyük biat değildir. Hedefimiz azgın kâfir güçleri def etmektir. Bunların başında Nusayriler, Rafızî’ler, Sofiler ve Mecusiler gibi mürtet ve laik birlikler, Rahmanın şeraitini değiştiren Müslümanlara karşı kâfirlere sırt çıkan tağut yöneticiler, Haçlılar, Siyonistler, İslam’a ve Müslümanlara karşı olan müşrik, dinsiz, azgın kuvvetlerin hepsi ve Allah’a ve Resulüne düşmanlıkta öncü olan Amerika gelmektedir. Mücadelemiz tağutların hükmünü yok edip, nebevi menhec üzere raşit hilafet gölgesinde Rahmanın şeriatı ile hükmetmek içindir. Savunmamız İslam ve ehli içindir. Onlara yardım etmek, ümmetin şanını ve izzetini geri döndürmek içindir. Davetimiz her türlü kâfir için cihattır, Müslümanları tekfir etmek için değildir.
Ey ümmetin Müslüman evlatları, önünüzde sapaklarla dolu zorlu yollar, ümmetin kalkınması, yöneticilerin hevalarından, beşeri kanunlardan, batının egemenliğindeki esaretten kurtulmak için ender rastlanan, büyük tarihi bir fırsat var. Büyük günahlardan ve cehaletlerden biriside böylesine bir fırsatı kaybetmektir. Öyle ki İslam ümmeti bu fırsatı uzun yıllardır beklemektedir.
www.incanews 'ten alıntılanmıştır