Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Peygamberimizin Ruhunun Aramızda Dolaştığına İnanmak Doğru mudur?

H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Sana ruhtan sual ederler. De ki: «Ruh Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak az birşey verilmiştir.» isra 85




85.
"Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: "Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir."

Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- a-



Muhammed b. Abdirrahman en-Nahvî' Muhammed b. Bişr b. Abbas'tan, o Ebû Lübeyd Muhammed b. Ahmed b. Bişr'den, o Süveyd'den, o

Said'den, o Ali b. Müshir'den, o A'meş'ten, o İbrahim'den, o Alkame'den, o da Abdullah İbn Mesud'dan şöyle dediğini bize haber verdi:
"Şüphesiz ben Medine'deki bir bostanda Rasulullah (s.a.v.)'la beraber bulunuyordum. Rasulullah (s.a.v.) bir hurma köküne yaslanmıştı. Derken


bizeYahudiler'den bir grup insan uğradı da:
"O'na ruhun mahiyetini sorunuz" dediler. Bir kısmı da:
"Hayır, sormayın. Bakarsınız sizi, hoşlanmayacağınız bir cevapla karşılar" dediler. Nihayet içlerinden bir grup Rasulullah (s.a.v.)'a gelip:
"Ey Ebe'l-Kasım, ruh hakkında ne dersin?" diye sordular. Rasulullah (s.a.v.) sustu. Sonra ayağa kalktı ve müteakiben eliyle alnını tuttu. Anladım
ki vahiy iniyor. Derken Allah Teala bu âyeti indirdi."
[128]
Bu hadisi hem Buhari, hem de Müslim, Ömer b. Hafs b. Gıyas'tan, o babasından, o da A'meş'ten birlikte rivayet etmişlerdir.
[129]
b-



Abdullah ibn Mes'ûd'dan rivayet ediliyor:

"Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte Medine tarlalarında yürüyorduk. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) bir hurma dalına yaslanmış dururken yahudilerden bir grup
yanımıza uğradı, birbirlerine:
"Şuna ruhu sorun." dediler. Bir kısmı:
"Sizi bu soruyu sormaya iten nedir? Sakın karşınıza hoşunuza gitmeyecek bir şey çıkmasın!" dedilerse de diğerleri yine
"Soralım." dediler ve içlerinden birisi kalkıp yanımıza geldi ve:
"Hz. Peygamber'e ruhu sordu. Hz. Peygamber sustu (veya düşünür gibi başını yere eğdi), cevap vermedi. Ben anladım ki kendisine vahiy geliyor,
kalktım yerimde dikildim ve ayakta durdum. Vahiy nazil olup bitince Allah'ın Rasûlü (s.a.v.):
"Sana ruhu soruyorlar; de ki: "Ruh, Rabbımın emrindendir ve size ilimden pek az bir şey verilmiştir."



buyurdular. Bunun üzerine yahudiler

birbirlerine:
"Biz size sormayın demedik mi?" dediler."
[130]
c-



İbn Abbâs'tan gelen bir rivayet, ayrıntılarda farklar ihtiva ediyor. Şöyle ki: Yahudiler, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e:

"Bize ruhu haber ver; ruh nedir ve ruh, Allah'tan bir şey iken cesedde olan ruha nasıl azâb olunur?" diye sordular. O zamana kadar Hz. Peygamber
(s.a.v.)'e bu hususta bir şey nazil olmamış olduğu için Efendimiz (s.a.v.) bir cevap vermediler. Bunun üzerine Cibrîl geldi ve


"Sana ruhu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbımın emrindendir ve size ilimden pek az bir şey verilmiştir."


dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de onlara bunu

haber verdi, yahudiler:
"Bunu sana kim getirdi?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara:
"Allah katından bunu bana Cibrîl getirdi."



deyince onlar:

"Vallahi bunu sana ancak bizim düşmanımız söylemiş." dediler de bunun üzerine Allah Tealâ:
"De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa (bilsin ki) kendinden evvelkileri tasdik edici ve mü'minler için bir hidayet ve müjde olan Kur'ân'ı Allah'ın
izni ile senin kalbine o indirmiştir."
[131]
âyet-i kerimesini indirdi."
[132]
d-



Abdullah ibn Mes'ûd'dan gelen başka bir rivayette ise yahudilerin ruhla ilgili bu âyet-i kerimenin nüzulü üzerine herhangi bir itirazlarına yer

verilmeyip
"Evet, biz de kitabımızda böyle bulmaktayız." dedikleri kaydedilmektedir.
[133]
e-



İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayetinde ise Kureyşliler, Yahudiler'e:

"Bize, şu adama (Rasulullah'a) soracağımız birşey öğretin" demişler, onlar da:
"O'na ruhu sorun" cevabını vermişlerdi. İşte bu âyet bu yüzden indi."


[134]
2



- a- Tirmizî'de İbn Abbâs'tan rivayetle tahric olunan bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ruhu sorarak bu âyet-i kerimenin nüzulüne sebep

olanlar yahudiler değil Kureyş müşrikleridir ve bu rivayete göre hadise şöyle olmuştur: Kureyş müşrikleri yahudilere:
"Bize bir şeyler verin de şu adama soralım." dediler. Yahudiler de:
"Ona ruhu sorun." dediler. Kureyş müşrikleri de gelip Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ruhu sordular da bunun üzerine Allah Tealâ:


"Sana ruhu soruyorlar; de ki: "Ruh, Rabbımın emrindendir ve size ilimden pek az bir şey verilmiştir."


âyet-i kerimesini indirdi. Yahudiler

"Size ilimden pek az bir şey verilmiştir"


i duyunca:

"Bize çok ilim, Tevrat verilmiştir. Kime Tevrat verilmişse elbette ona çok hayırlar verilmiştir." dediler de
"De ki: Rabbımın kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da imdad olmak üzere ona ilâve etsek daha Rabbının
kelimeleri bitmeden denizler biter tükenirdi."
[135]
âyet-i kerimesi nazil oldu."
[136]
b-



Müfessirler şöyle dediler:

"Yahudiler bir araya gelerek, Muhammed (s.a.v.)'in bu nübüvvet işinden ve durumundan kendilerine sual eden Kureyş Topluluğu'na dedi


ler ki:

"Muhammed'e ruhtan, ilk zamanda gözden kaybolup gitmiş olan gençlerin ve yeryüzünün doğu kısmıyla, batı kısmına varmış olan kişinin
17- İSRÂ SURESİ
17- İSRÂ SURESİ[3/4/2010 7:27:25 PM]
ahvalinden sorun. Eğer bunların tümüne cevap verirse O bir peygamber değildir. Bunların hiç birine cevap vere



mezse yine O, bir peygamber

değildir. Şayet, bunların bazısına cevap verip bazısına cevap veremezse O, bir peygamberdir." Onlar da bu soruları Rasulullah (s.a.v.)'a sordular.
Bunun üzerine Allah o gençler hakkında:



"Yoksa sen Mağara ve Kitap ehlini şaşılacak âyetlerimizden mî zannettin?"

[137]
âyeti ve bu kıssanın
sonuna kadar indirdi. Yerin doğusuna ve batısına ulaşabilen kişi hakkında da:



"Habibim sana Zü'l-Karneyn'den de sorarlar..." âyetini bu kıssanın

sonuna kadar indirdi. Ruh hakkında ise:


"Habibim sana ruhun mahiyyetinden sorarlar." âyetini indirdi."

[138]
c-



Rivayet edildiğine göre yahudiler, Kureyş'e şöyle dediler:

"Muhammed (s.a.v.)'e şu üç şeyi sorun, eğer size ikisinin cevabını verir, üçüncüsünde susarsa, bilin ki o Peygamberdir: Ona Ashab-ı Kehf'i,
Zülkarneyn'i ve ruhu sorun." Onlar da, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den bu üç şeyi sordular. Hz. Peygamber (s.a.v.),


"Size, bunları yarın cevaplayayım"


buyurdu. Bunun üzerine vahiy kırk gün kadar kesildi. Daha sonra vahiy yeniden başladı ve Cenâb-ı Hak,

"Hiçbirşey hakkında ben bunu mutlaka yarın yapacağım" deme. Ancak Allah'ın dilemesi müstesna (yani inşaallah demen müstesna)"
[139]
ayetini
indirdi. Daha sonra Hz. Peygamber, onlara Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn Kıssalarını anlattı, ama rûhdan bahsetmedi. İşte bu hususta Cenâb-ı
Hakk'ın,



"Sana ruhu sorarlar. De ki: "Rûh Rabbimin emrindendir" ayeti indi. Cenâb-ı Allah böylece insanların akıllarının, ruhun hakikatini

anlamaktan aciz oluduğunu beyân etmiştir. Bunun peşinden de,


"Zaten size az bir ilimden başkası verilmemiştir" buyurmuştur."

[140]
d-



İbn Abbas'tan (r.a.) rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

"Kureyşliler Yahudilere:
"Bize Muhammed’e soracağımız şeyler söyleyin." dediler. Yahudiler:


"Ona Ruhtan sorun." dediler. Kureyşliler, Rasûlullah'a Ruhtan sordular. Allahü Teâlâ, bu âyeti indirdi."
[141]
e-



Fahreddin er-Razi der ki:

"Müfessirler şöyle demişlerdir:
"Hz. Peygamber (s.a.v.), bu hususu o yahudilere belirtince, onlar:
"Bu hitâb sadece bize mi, yoksa sen de bizimle beraber misin?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Hayır, hem bize hem de size, bu hususta az bir ilim verildi"



dedi. Bunun üzerine onlar:

“Amma da tuhafsın ey Muhammed! Biraz önce,


"Her kime hikmet verilirse, muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir"

[142]
dedin, şimdi de böyle
söylüyorsun" dediler de, bunun üzerine,
"Eğer yerdeki ağaçlar kalem olsa, deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisine yardım ederek mürekkebi olsa, yine Allah'ın kelimeleri
tükenmez. Şüphesiz ki Allah, yegâne galibtir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.



"

[143]
ayeti nazil olmuştur. Onların ileri sürdüğü şey, bağlayıcı
(lâzım) değildir. Çünkü bir şey, bazan bir şeye nisbetle az, başka bir şeye nisbetleyse çok olabilir. Binâenaleyh, insanlarda bulunan ilimler, Allah'ın
ilmine ve eşyanın hakikatlarına nisbetle son derece az, ancak maddî arzulara ve maddî lezzetlere nisbetle de çoktur."
[144]
f-



İkrime'den gelen bir rivayette de yahudilerin, kendilerine Tevrat verilmekle çok ilim verildiği iddiaları üzerine Kehf: 18/109 âyeti yerine

"Eğer yeryüzündeki herbir ağaç kalemler olsa, deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisinden sonra yardım ederek mürekkep olsa yine Allah'ın
kelimeleri tükenmez..."
[145]
âyet-i kerimesinin nazil olduğu kaydedilmiştir
[146]
ki aslında mazmunları itibariyle aralarında büyük bir fark yoktur
ve her iki âyet-i kerimenin de aynı hadise üzerine nazil olduğunu söylemek mümkündür.
g-



Katâde'den gelen rivayetten de yahudilerin sadece ruhu değil başka şeyleri de (meselâ Ashabu'1-Kehf’i ve Zülkarneyn'i) sordukları ve bu

soruları ile de ilgili âyetlerin (Kehf Sûresi'nin) indiği


[147]
anlaşılmaktadır ki inşaallah yerinde tekrar temas edilecektir.
h-



Yukardaki rivayetlerden Abdullah ibn Mes'ûd rivayeti âyet-i kerimenin Medine'de inmiş olmasını gerektirirken ikinci İbn Abbâs rivayetine göre

âyet-i kerime Mekke'de nazil olmuştur ki meşhur olan da budur ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yahudiler ruh'u dolaylı olarak; Mekke müşriklerine
akıl vermek suretiyle sormuşlar demektir.
Ancak Suyûtî bu rivayetlerden İbn Mes'ûd'a varanı "İbn Mes'ûd olayı, olayın içinde olarak" anlattığı için diğerine tercih etmektedir ki bu durumda
âyet-i kerimenin Medine-i Münevvere'de nüzulü ona göre kesindir. Ancak İbn Abbâs'tan gelen rivayet de sahih olmakla iki rivayet arasını cem
kabilinden bu âyet-i kerimenin bir kere Mekke'de ve bir kere de Medine'de olmak üzere iki kere nazil olmuş olması da ihtimal dahilindedir.
Nitekim İbn Kesir ve İbn Hacer bu görüşe meyletmişlerdir.


[148]
i-



İbni Kesir der ki:

"Ayetin iki defa nazil olduğunu kabul etmek suretiyle her iki hadisin arası bulunmuş olur. Yani ayet-i kerime bundan önce Mekke'de indiği gibi
Medine'de ona ikinci defa nazil olmuş olabilir veya vahiy daha önce kendisine indirilmiş olan ayet-i kerime ile sordukları soruya cevap
verebileceğini belirtmiş olmaktadır. Bu da



"Sana ruhtan sorarlar..." ayetidir."

[149]
Hafız İbni Hacer de böyle demiştir.
Süyutî der ki:
"Rasulullah (s.a.v.)'ın Yahudiler soru sorarken susması bu hususta daha fazla açıklama beklediğine hamledilir. Aksi takdirde Buhari'de bulunan
rivayet daha sahihtir. Sahih-i Buharî'deki rivayet de olayda hazır olanın rivayetinin İbni Abbas'ınkinden farklı olması balamandan tercih edilir.
Gerçek ise Ashab-ı Kehf kıssasının nüzul sebebinde söz konusu edeceğimiz gibi, şöyledir: Kureyşlilerden bir grup Medine'ye gelmiş ve bu konuda
Yahudilerle istişare etmişti. Nitekim İbni İshâk da bunu böylece zikretmiştir. Buna göre ayet -i kerimenin Mekki olduğunda herhangi bir görüş
ayrılığı söz konusu olmaz."
[150]
17- İSRÂ SURESİ
17- İSRÂ SURESİ[3/4/2010 7:27:25 PM]
j-



Fahreddin er-Razi der ki:

"Bazı kimseler bu rivayeti birkaç bakımdan tenkid etmişlerdir:
1)



Rûh, Cenâb-ı Hak'dan daha yüce ve büyük birşey değildir. Binâenaleyh Allah'ı bilip tanımak mümkün iken, hatta bizzat tahakkuk etmiş iken,

ruhu tanımaya ne manî var?


2)


Bu rivayete göre yahudiler,

"Eğer, Ashab-ı Kehf'den ve Zülkarneyn'den bahseder de rûh konusunda cevap vermez ise o, Peygamber’dir" demişler gûyâ... Bu, akıl almaz bir
söz. Çünkü Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn Kıssaları, anlatılagelmekte olan iki hadisedir. Bu tür hadiseleri anlatmak, kişinin Peygamberliğine delil
olamaz. Hem sonra Hz. Peygamber’in anlatacağı bu kıssalar, ya onun Peygamber olduğunu bilmezden önce veya bildikten sonra nazar-ı dikkate
alınır. Binâenaleyh eğer bu onun Peygamberliğini bilip inanmazdan önce olursa, onlar onu yalanlarlar. Yok eğer bu onun Peygamberliğini bilip
inandıktan sonra olursa, zaten bunları anlatmazdan önce onun Peygamberliği bilinmiş olur. Dolayısıyla bunları anlatmasının (bu hususta) bir tesiri
olmaz. Hz. Peygamber'in ruhun hakikati konusunda cevap vermemesini, onun Peygamberliğine delil tutmak da tuhaf bir şeydir.
3)



Rûh meselesini, hem felsefecilerin ve kelamcıların en aşağıları bile bilir. Binâenaleyh eğer Hz. Peygamber (s.a.v.): "Ben onu bilemem" demiş

olsaydı, bu, ona karşı büyük bir nefreti ve hakareti gerektirirdi. Çünkü böylesi meseleleri bilememek, herhangi bir insan için bile, bir küçüklük ve
eksiklik sayılır. Ya en alim ve en fazıl o Peygamber için ne sayılır!


4)


Allah Teâlâ, O'nun hakkında, "Rahman, Kur'ân'ı (Ona) öğretti"

[151]
; "Allah sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lütf-u
inayeti çok büyüktür"
[152]
; "Rabbim, benim ilmimi artır" de"
[153]
buyurmuştur. Kur'ân hakkında da,



"Yaş, kuru herşey apaçık bir kitaptadır"

[154]
buyurmuştur, Hz. Peygamber (s.a.v.)



"Ey Rabbim, eşyanın (herşeyin) hakikatini bize olduğu gibi (her nasılsa öyle) göster" demiştir.

Binâenaleyh hali ve mertebesi böyle olan bir kimseye, halkın çoğunluğunun bildiği rûh meselesini,


"Ben bilmiyorum" demesi nasıl uygun düşer?

Aksine bize göre tercihe şayan olan şudur: Onlar, Hz. Peygamber'e ruhu sordular, O da onu en güzel bir biçimde açıklayarak cevap verdi. Bunu şu
şekilde izah edebiliriz:
Ayette onların Hz. Peygamber'e ruhu sordukları bildirilmektedir. Ruhu sorma çok değişik şekillerde olabilir. Meselâ:
a)



"Ruhun mahiyeti nedir? O, yer tutan bir varlık mıdır, yoksa bir mekânda (yerde) bulunan, oraya hâil (dahil) olan bir şey midir; yoksa, yer

tutmayan ve bir yerde hâil (dahil) olmayan bir şey midir?" denilebilir.


b)


"Rûh, kadîm midir, hadis midir?" denilebilir.

c)


"Ruhlar, bedenlerin ölümünden sonra bakî kalırlar mı, yoksa onlar da fânî olurlar mı?" denilebilir.

d)


"Ruhların sa'îd (mutlu) veya şakî (mutsuz) oluşları ne demektir?" denilebilir.

Velhasıl ruhlarla ilgili olarak sorulabilecek şeyler ve konular pek çoktur. O halde ayetteki,


"Sana ruhu sorarlar" ifadesinde, onların bu

bahsettiğimiz hususları mı, yoksa başka hususları mı sorduklarına dâir bir delâlet yoktur. Ancak Allah Teâlâ, bu soruya cevap olarak,


"Rûh

Rabbimin emrindendir" demesini emretmiştir. Bu cevap ise, yukarıda bahsettiğimiz, o meselelerden sadece şu ikisini ilgilendirir:
a)



Ruhun mahiyeti, konusu,

b)


Ruhun kadîm mi hadis mi olduğu konusu.

Birinci konuya gelince, kâfirler, "Ruhun hakikati ve mahiyeti nedir? O, bedenin içinde bulunan bir cisim mi, bedenin tabiat ve karışımlarından
meydana çıkan bir şey mi; yoksa bedenin, mizaç ve terkibinin bizzat kendisi mi, yoksa bu bedende bulunan başka bir araz (sıfat) mı, yahut da bu
cisimlerden ve arazlardan (sıfatlardan) başka bir varlık mı?" demişlerdi. Allah Teâlâ da buna, rûh, bedenden ve arazlarından (sıfatlarındanhallerinden)
başka birşeydir. Çünkü bu maddeler, anâsır-ı erba'adan ve karışımların bir araya gelmesinden meydana gelmiş şeylerdir. Ama rûh
böyle değildir. Aksine o, basit (tek), mücerred (soyut) bir cevherdir, Cenâb-ı Hakk'ın



"(Allah) "o!" der, o da oluverir" ayeti mucibince meydana

gelmiş bir varlıktır" diye cevap vermiştir. Bunun üzerine kâfirler, "öyle ise rûh, niçin madde ve arazlardan başka birşey olmuştur?" dediklerinde
de, Allah Teâlâ, "O, Allah'ın emri, var etmesi ve beden için canlılığı sağlamada tesirli kılması ile meydana gelmiş bir varlıktır" diye cevap
vermiştir. Binâenaleyh birşeyin hususî hakikatini bilmemek, onu inkâr etmeyi gerektirmez. Çünkü eşyanın (varlıkların) hakikat ve mahiyetlerin
çoğu bilinememektedir. Çünkü biz, Sekencebin şurubunun safrayı kesen bir özelliği olduğunu biliyoruz. Ama onun mahiyetini ve hakikatini
öğrenmek istediğimizde, bunu bilemiyoruz. Binâenaleyh mahiyetlerin ve hakikatlerin pek çoğunun meçhul olduğu sabittir. Bunların bilinmeyişi,
onları yok saymayı gerektirmez. İşte burada da böyledir ve ayetteki,



"(Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir" buyruğu ile anlatılan da

budur."

[155]

 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
PEYGAMBERİMİZİN RUHUNUN ARAMIZDA DOLASTIGINA INANMAK DOGRU MUDUR?INSANLARA NASIL DELIL GETIREBILIRIZ?


CEVAP:

Peygamberi Tanrılaştırma /ÖLMEDİĞİNİ iDDAA ETME !!

Hıristiyanlar İsa aleyhisselamı tanrı yaptılar. Onlara göre İsa olmasaydı kainat yaratılmazdı. Göklerde ve yer yüzünde görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar… Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır[1].

Yanlış inanç, bulaşıcı hastalık gibidir, çabuk yayılır. Yukarıdaki inançlar müslümanlara da bulaşmıştır. Bir uydurma Allah Teâlâ’nın Peygamberimiz için şöyle dediği iddia edilmiştir: “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım[2]”.

Kimi tarikatlara göre Muhammed aleyhisselam, var oluşun başlangıcıdır. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. Hakîkat-i Muhammediye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Bu nur ölümsüz ve ebedi olduğundan Peygamber için “öldü” denmez. … Hakîkat-i Muhammediye bütün peygamberlerin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Bu hakikat Hak’tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur[3]. Bu inancın tam şirk olduğu açıktır.

Katoliklere göre “Mesih İsa, gerçek Allah ve gerçek insandır. İşte bu nedenle insanlarla Allah arasında tek aracıdır[4]. Bu inanç kimi tarikatçılara da bulaşmıştır. Onlara göre Allah ile hakîkat-i Muhammediye aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir[5]. Bu konuda şöyle bir şiir söylerler:

“Ahad Ahmed’dir,kim mim eder fark,

Bütün âlem o mîm içre olur gark.”

Şiiri açıklamak için şu ilave de yapılır: “Ahadyani Allah’tır[6].”
Ahmed, Muhammed aleyhisselamın Kur’ân’da da geçen isimlerindendir. “Ahad Ahmed’dir” “Ahad Allah’tır” sözünün tabii sonucu, “Allah Ahmed’dir yani Muhammed’tir” olur. Bu da Hıristiyanların, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” iddialarıyla aynı anlamı taşır. Bu şiire göre, Ahad (أحد) ile Ahmed (أحمد) arasında farklı olarak sadece bir mim harfi vardır. Bu fark yazılıştadır ve Ahmed’in lehinedir. Çünkü onlara göre bütün alem o mimin içindedir!.. Bu inancın İslam ile ilgisi olmadığı açıktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

وَمَا مُحَمَّدٌ إِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِيْن مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللَّهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللَّهُ الشَّاكِرِينَ (144)

144-“Muhammed, başka değil, sadece bir elçidir; ondan önce de nice elçiler gelmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır” (Al-i İmran 3/144)

قُلْ اِنَّمۤا اَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحۤى اِلَيَّ اَنَّمۤا اِلَهُكُمْ اِلَهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقِيمۤوا اِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكِينَ (6)

6-“De ki: ‘Ben başka değil, tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana; Tanrınızın bir tek tanrı olduğu bildiriliyor. Artık ona karşı dürüst olun ve ondan bağış dileyin. Yazık o eş koşanlara.” (Fussilet 41/6)


قُلْ إِنِّي لَا أَمْلِكُ لَكُمْ ضَرّاً وَلَا رَشَداً {21} قُلْ إِنِّيلَن يُجِيرَنِي مِنَ اللَّهِ أَحَدٌ وَلَنْ أَجِدَ مِن دُونِهِ مُلْتَحَداً {22} إِلَّا بَلَاغاًمِّنَ اللَّهِ وَرِسَالَاتِهِ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ


خَالِدِينَ فِيهَا أَبَداً {23}


21-“De ki: “Benim size ne zarar vermeye gücüm yeter, ne de sizi olgunlaştırmaya.
22- De ki: “Beni Allah’ın azabından hiç kimse kurtaramaz. Ben ondan başka bir sığınak da bulamam.

23- Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, onun gönderdiklerini tebliğdir, o kadar.Artık kim Allah'a ve onun elçisine baş kaldırırsa, ona içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin 72/21-23)

Müslümanlarbeyaz bir sayfa açmaya, tefsir, hadis, fıkıh, akaid ve diğer ilimleri Kur’ân ışığında gözden geçirmeye mecburdurlar. Yoksa dünya da elden gider, ahiret de.

KAYNAKLAR:

[1] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 331.

[2]İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ (كشف الخفاء), Beyrut 1988/1408, c. II s. 164. Aclûnî bu eserini, halk arasında hadis diye bilinen sözleri, eğrisiyle doğrusuyla ortaya çıkarmak için yazmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma hadis vardır. Bu hadis de uydurmadır.

[3] Mehmet Demirci, “Hakikati Muhammediye”,Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA) c. XV, s. 179-180.

[4] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 480.

[5] Mehmet Demirci, “Hakikati Muhammediye”,DİA, c. XV, s. 179-180.

[6] Ali Ramazan Dinc, iki Cihan Serveri Peygamberi Zîşânımız, Yeni Dünya Dergisi, 58-59. sayılar, Ağustos-Eylül 1998, s. 32.
Bu şahıs, İlahiyat Fakültesi mezunudur ve Nakşibendi tarikatı şeyhlerdendir. Bu yazıyı dergide gördüğüm gün onu, İstanbul Gedikpaşa’da bulunan bir müridinin evinde ziyaret ederek gerekli uyarıyı yaptım. Ancak o, bunun sevgiden kaynaklandığını iddia edip kendini canla başla savundu. İnşaallah ölmeden tevbe eder. Günahı yazılı işlediği için tevbesi de yazılı olmalıdır.
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Peygamber ve Peygamberliği Yanlış Anlamak

Peygamberi ve peygamberliği doğru anlamadan, İslamı doğru anlamanın mümkün olamayacağı bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği, Kurana götürerek, mevcut anlayışımızı yeniden gözden geçirmek ve Kur'an'ın şaşmaz doğrularına uymayan yanını atmak zorundayız. Biliyoruz ki:

Peygamber, Allah'ın vahyini kullarına sunmak için, kullan içinden seçtiği elçidir, Onu diğer insanlardan ayıran, farklı ve üstün kılan, elçilik boyutudur.

İnsan Muhammed ile Peygamber Muhanımed(sav) ayrı ayrı değerlendirilmeden, peygamberliği doğru tanımlamak mümkün değildir, insan olma boyutu ile Hz. Muhammed (sav), fiziki anlamda bizden farklı olmayan, bizim gibi acıkan, susayan, yorulan, üzülen, sevinen, öfkelenen, unutan". bir insandır.


قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَاءَ رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا (110)


"De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım, ancak bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahy ediliyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel işlesin ve kulluğunda Rabbine hiç kimseyi ortak koşmasın" (18 Kehf-110).

Gerek ''sünnetle', gerek "hadisle' ilgili değerlendirme yaparken, peygamberin bu yönünü dikkate almak zorundayız. Peygamberin kendi şahsı ile ilgili yaptıkları, bizim için yapılması ve uyulması şart olan şeyler değildir, Diyelim ki, Peygamber(sav) renklerden beyazı seviyor diye, bizim de beyazı sevmemiz; yemeklerden kabağı seviyor diye, bizim de kabak yemeğini sevmemiz gerekmez.

Bizi bağlayıcı olan ve asıl uyulması gereken O'nun peygamberlik boyutudur. Ne var ki peygamberlik boyutu, bağlılarınca doğru değerlendirilmediğinden sünnet de yanlış anlaşılmaktadır. Öncelikle ifade edelim ki, Peygamber ( sav), ne Allah'a, ne de O'nun gönderdiği dine ortak olmadığı gibi, kendiliğinden din adına hüküm koyan da değildir.

O, sadece konulmuş olan hükümleri açıklayan, bildiren ve uygulayandır, insanları kendine değil, Allah'a çağırandır. Hüküm koyucu yalnız Allah'tır.

Kimi ayetlerde, Peygambere itaat etmemizi isteyen Allah bu itaat emri ile peygamlerlerin şahsen söyledikleri sözlere değil, vahye ait hükümleri açıklayan sözlerine itaat etmemizi kastetmektedir:

إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا (105

" Şüphesiz, Biz, Kitab'ı sana, insanlar arasında, Allah'ın sana gönderdiği şekilde hükmetmen için hak ile gönderdik. Hainlerden taraf olma“ (4 Nisa-105).

Peygambere tabi olmak demek, o'nun kendisine değil, O'nun şahsında(O'nun Kuran'a uyduğu gibi)Kur ana uymak demektir, Çünkü, O bir elçiydi ve insanları Allah'a çağırıyordu:

قُلْ لَا أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَائِنُ اللَّهِ وَلَا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَا أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (50)

"De ki: "Size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?" '' (6 En'am-50).

Peygamberliğin doğru anlaşılması için, Peygamberliği, Kur'anın bir bütün olarak ifade ettiği anlam içinde ele alarak ve bütün ayetleri göz önünde bulundurarak değerlendirme yapmak gerekir. Ve bunun için de önce 'Peygamberlik nedir?' sorusuna doğru cevap verilmelidir.

Peygamberlik Nedir?

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (28)

"Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler. (34 Sebe-28).


فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنْتَ مُذَكِّرٌ (21) لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُسَيْطِرٍ (22)


"Onlara öğüt ver; zira sen ancak bir öğütçüsün. Yoksa sen onlara musallat olmuş bir zorlayıcı değilsin" (88 Gaşiye-21,22).

وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ فَمَنْ آمَنَ وَأَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (48)

"Peygamberleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz. Kim iman edip kendini düzeltirse bilsin ki onlar ne korkar ne de üzülürler" (6 En'am-48).

Bu ayetlerde de açıkça görüldüğü gibi, "," însanlara, kendilerine indirileni açıklamak için,,." (Nahl-44) seçilen Peygamberimizi adeta açıklama yerine kendiliğinden "din" koyma gibi bir konuma getirmek ve buna da sünnet demek, Allah'ın dini yanında başka bir din icat etmektir.

Oysa sünnet başka bir din değil, Kur'an'ın pratize edilişidir. "Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmayan.,." (En'am-38) ve ''dininizi tamamladım" (Maîde-3) diyen Allah, elçisine de bunu açıklama görevini vermiştir. Kur'anın pratize edilişi olan sünnet, İslam'ın "olmazsa olmaz' şartıdır.

Ancak, Kur' an'ın özünü kavrayamayanlar aşağıda yazılı ayetleri delil göstererek sünneti Kur'an'ın açıklaması olarak değil, Peygamberin din adına koyduğu kurallar ve bu kurallara uymayı da Allah'ın emri olarak nitelendirmektedirler. Bu anlayış ile Tevhid inancı bozulmuş, bid'at ve hurafe sünnet ve hadis adı altında dîne sokulmuştur.

Boylece Kur'ana güç yetirmeyen şirk, sünnet/hadis postuna bürünerek İslamı can evinden vurmayı başarmıştır. Sürekli olarak Kendisi ile birlikte Rasulüne itaat etmemizi; Rasulü bize neyi uygun görmüşse, ona uymamızı, sakındırdıklarından sakınmamızı, aramızdaki ihtilafları Rasule götürmemizi, O'nun vereceği kararlara içtenlikle uymamızı isteyen Allah'ın, bu hükümleri sanki Rasulüne dinde kural koyma yetkisi vermiş gibi anlaşılmaktadır.

Oysa ki Allah kendisinden başka hiç bir varlığa, dinde hüküm koyma hakkı/yetkisi vermediğini, Kitab'ında çok açık birşekilde ortaya koymaktadır. Peygambere hüküm koymada yetkisi verme gibi görülen bu ayetler Kur'an bütünlüğü içinde değerlendirildiklerinde, peygamberin hüküm koyma hakkına sahip olduğunu belirten ayetler değil, peygamberlik konumunu ifade etmektedirler.

Zira, Kitap ve Peygamberlik vahy bütünlüğünü oluşturan iki ayrı parçadır. Yoksa, hiçbirimize Allah'tan, doğrudan peygamberin Hz.Muhammed (sav) olduğunu, Kur'an'nın Allah tarafından Hz,Muhammed (sav)'e gönderildiğini bildiren özel bir haber/ayet gelmedi, Biz Allah'ı da, Kitab'ı da Peygamberin aracılığı ile biliyoruz.

Böyle olunca da elçilik, vahyin bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu özelliğinden dolayı da elçiye itaat etmek, vahyi onaylamanın bir gereğidir. Bu konumundan dolayı peygambere itaat etmek peygamberin kendisine değil, O'nun şahsında vahye uymaktır. Peygamberi onaylamadan getirdiklerini onaylamak mümkün değildir. Kur'an'ın bütünlüğü içinde peygamberliğin/sünnetin konumu bu olmasına karşılık, günümüz anlayışında peygamber Allah'a dinde ortak edilmiş bir konumdadır.

Bu genel değerlendirmeden sonra söz konusu ayetlerden anlaşılması gereken anlam üzerinde biraz durmakta yarar var:

مَنْ يُطِعْ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ وَمَنْ تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا (80)
"Peygambere itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilesin kir biz seni onlara bekçi göndermedik" (4 Nisa-80).

Bizce bu ayetten anlaşılması gereken gerçek şudur: Yüce Allah demektedir ki,

Peygamberin size bildirdiği hükümler var ya, onlar Benim tarafımdan ona bildirilen hükümlerdir (Kur'an'ın ayetleri dir). Siz o hükümlere uymakla, o'na değil Bana itaat etmiş olursunuz.

Onun açıkladıklarına / söylediklerine itaat etmezseniz, aslında Bana itaat etmemiş olursunuz. Çünkü, o hükümler Bana aittir. Onun için, siz, o'na uymakla Bana uymuş olursunuz, Ve o, yaptığı çağrıda sizi kendisine değil, sizin de, O'nun da Rabb'i olan Bana çağırmaktadır.
Gerçek bu iken, bu ayetten yola çıkarak peygamberi dinde hüküm sahibi olarak görmekse Kur'an'ı ve Peygamberi yanlış değerlendirmenin sonucudur.

Tevhidin bozulması, hurafe ve bid'atların dini kirletmesi, şirkin inancımızda ve hayatımızda yer etmesi konusunda, peygamberlik ve sünnet anlayışımızdaki yanlışlığın, büyük payı var.
İslam adına işlenen bu cinayetlere kim ki ortak olmak istemiyorsa, bu konudaki yanlış inancını Kur'an'a göre sorgulamalı ve dini Allah'a halis kılan Müslümanları da Sünneti inkar edenler olarak suçlamayı bir kenara bırakıp, sünneti doğru anlamaya çalışmalıdır.

Aslında sünnetin yanlış anlaşılmasından dolayı geldiğimiz noktayı anlamak için, günümüz Müslümanların yaşadığı İslam'a bakmamız yeterlidir. Küfür, İslam'ın üstünü öylesine örtmüş ki, hayatın temel dinamiklerinin, küfrün oluşturduğu anlayışa göre belirlenmesi bile önemsenmez olmuştur. Daha da kötüsü dinin, mevcut anlayışa uyan kısmı kabul edilmiş, uymayan kısmı ise ya reddedilmiş, ya da gerektiği gibi önemsenmeyerek hayattan dışlanmıştır.

Başka bîr ayette:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru sözü söyleyin ki Allah'ta amellerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve rasulüne itaat ederse işte o büyük bir kazanç elde etmiş olur" (Ahzap -70,71)

buyurulınaktadır. Bu ayet, iman edenlere kurtuluşun yolunu göstermektedir.

Nedir o yol? Allah'a ve Rasulüne itaat etmek ve bu yolun dışında kurtuluşa götürdüğünü iddia eden bütün yolları reddetmektir.Diğer bir ifade ile Allah'a ve Peygamberine uymadıkça, kurtuluşa ermek mümkün değildir. Allah'a ve peygamberine tabi olmayı ise Allah'ın koyduğu hükümler ve Peygamberin koyduğu hükümler olarak ikiye ayırıp, her birine ayrı ayrı uymak olarak anlaşılmamalıdır.

Geleneksel kültürümüzde yer etmiş ve islam'a mal olmuş anlayışla bu ayete anlam verdiğimiz zaman kurtuluşa götüren iki yol vardır: Kurallarını Allah'ın koyduğu yol ile, kurallarını peygamberin koyduğu yol. îki ayrı hüküm koyucu !!

Bu, Allah'a eş koşmak değil midir? Denilebilinir ki, Peygamber kendi adına koyduğu kurallarda tamamen vahye dayanmaktaydı. Böyle olunca da bu kurallara uymak demek, Kur'an'a uymak demektir. İşte bir çoğumuzun yanıldığı ve çelişkiye düştüğü nokta burasıdır. Bu görüşü doğru sayarsak, Peygamberi Allah'ın dinine ortak kabul etmiş sayılacağımızdan,Tevhidi İnancı bozmuş oluruz. Ayrıca dinin bir bölümü olduğuna inanılan ve Peygamberce konulduğu iddia edilen kurallar, Kur'an gibi korunmaya alınmadığından, dinin bir kısmı (Peygambere ait olanı) zamanla tahrif olduğundan, bir kısmı tahrif olmuş bir dine nasıl hak din denilebilir? Çünkü Allah yalnızca kendi Kitabını korumuştur.

Şayet peygamberin kendi adına ayrıca koyduğu iddia edilen kurallar dinîn bir parçası olsaydı, Kur'an gibi koruma altına alınması gerekmez miydi? Kaldı ki Peygamber ashabına (arkadaşlarına) kendisine ait olan sözlerin yazılmasını, vahy ile karıştırılmasın diye yasaklamıştır, bu konu ile ilgili hadisler bölümünü mutlaka okuyun.
Zaten Peygamberimizin'de en korktugu olaylardan biride diğer ümmet'lerin peygamberlerini uçurdukları gibi kendisinide bu ummetin sevme adına onu uçurmasından korkuyordu.

Önceki ümmetlerin dinlerinden sapmalarının nedenlerinden olarak, onların Peygamberlerinin sözlerini vahye karıştırmış olmalarını göstermiştir. Peygambere itaat etmekten de" O'nun verdiğini almaktan da, yasakladıklarından sakınmaktan da maksat, O'nun kendisine değil. O'nun tarafından açıklanan ayetlere uymaktır.

Çünkü, o bize ayetleri/ vahyi getiriyordu. Getirdiği ayetler, bizim uymamız ve sakınmamız gereken şeyleri bildiriyordu. Peygambere itaat etmek demek, bu ayetlerin hükmüne uymak demektir. Nasıl kî Müslümanların dinine uyun dediğimiz zaman, Allah'ın dinine uyun demiş oluyorsak, Resule itaat edin emri de vahye uyun demektir, Allah'ın dini de desek, peygamberin dini de desek, Müslümanların dini de desek netice de aynı şeyi üç değişik şekilde ifade etmiş oluruz. İşte, "Allah'a ve peygambere itaat etmek“ sözü de bu anlamda kullanılmıştır. Peygambere itaat edin sözünden Peygamberin şahsına ait olan değil, Allah'a ait olan anlaşılmalıdır.

Tekrarlarsak, Peygamber din adına kural koyucu değil, dinin kurallarını pratize edendir. 'Peygamberi sünnet' te Kur'an'ı yaşayış biçimidir. Bu boyutu ile peygambere uymadan islam yaşanamaz. Çünkü, sünnet Kuran'in hayata aktarılış biçimidir.
Peygamber din adına kural koysun diye değil, insanlara Allah'ın dinini açıklasın ve onlara örnek olsun diye seçilmiştir.

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ (44) لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ (45)


ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ (46) فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ (47)


"Eğer (Muhammed) bizim hakkımızda sözler uydurmuş olsaydı ( Eğer o kendi sözlerini vahiymiş gibi sunmaya kalkışsaydı), onu kıskıvrak yakalar, sonra da şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu kurtaramazdınız!" (69 Hakka 44,45,46,47).


قُلْ لَا أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ وَلَوْ كُنتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنْ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِي السُّوءُ إِنْ أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (188)

"De ki, ben kendi kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye malik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim daha çok hayır yapardım ve kötülük denilen şey yanıma uğramazdı. Ben iman edecek bir kavme müjde veren ve uyaran bir peygamberden başka biri değilim. ( 7Araf - 188)

وَإِذَا لَمْ تَأْتِهِمْ بِآيَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَا قُلْ إِنَّمَا أَتَّبِعُ مَا يُوحَى إِلَيَّ مِنْ رَبِّي هَذَا بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (203)

"Onlara bir ayet getirmediğin zaman: ''kendin bir tane uydursaydın ya" derler. De ki: "Ben ancak, Rabbimden bana vahy olunana uymaktayım. Bu iman eden kimseler için Rabbinizden gelen basiretler, bir hidayet ve rahmettir" (7 Araf- 203).

 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
ALLAH’IN BEŞER RESÛLÜ

“Fesubhânallâh! Ben Beşer Peygamberden Başka Bir Şey miyim?”(İsra, 17/93)

Tarih sürecinde peygamberlere karşı geliştirilen yanlış tutumlar, indirgemeci ve aşırı yüceltmeci olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan birincisine örnek, Yahudilerdir. Onların birçoğu peygamberlerine gereken değeri vermemiş, onlara iftiralar atmış, sıradan bir insana gösterdikleri sevgiyi, saygıyı onlardan esirgemişlerdir. Ve nihayetinde peygamberlerini öldürecek gaddarlığı sergileyebilmişlerdir.

İkincisine örnek ise Hıristiyanlardır. Onlar Yahudilerin zıddına Peygamber (İsa aleyhisselâm) sevgisinde aşırıya kaçmışlar ve bir zaman sonra onu tanrı edinmişlerdir. Kur’an’da kendilerinden ehl-i kitap olarak bahsedilen Yahudi ve Hıristiyanlar, peygamberlere karşı gösterilen davranışların iki aşırı ucunu oluşturmuşlardır.[[1] ]

Bu iki grubun dışında kalan milletlere de peygamberler gönderilmiştir. İnanmayanlar veya müşrikler olarak adlandırdığımız bu gruplar, ehl-i kitabın aksine kendilerine elçi olarak gönderilen peygamberlerin beşer olma özelliğini dillerine dolamışlardır.

İslam dünyasında da zaman zaman iki aşırı ucu temsil eden indirgemeci ve aşırı yüceltmeci peygamber tasavvurlarına rastlanmaktadır. Bu makalede Hıristiyanların İsa aleyhisselâm konusunda sergiledikleri aşırı tutumları ile inanmayanların Peygamberlerin beşer oluşuna karşı geliştirdikleri söylem, İslam dünyasında karşılaşılan bazı yanlış durumlarla mukayese edilmek sureti ile incelemeye tabi tutulacaktır. Yahudilerin ve -az da olsa- bazı Müslümanların gösterdiği indirgemeci peygamber tasavvuruna bu makalede değinilmeyecektir.

1. BİR MÜŞRİK ARGÜMANI: MELEK PEYGAMBER

Dini tebliğ etmek için gönderilen peygamberlerin birer beşer / insan olmalarını, inanmayanlar bir türlü kabullenmek istememişlerdir. Ta Nuh aleyhisselâm zamanında başlayan bu kabullenemeyiş, son peygamber Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelinceye kadar böyle devam etmiştir. Nuh aleyhisselâm, kavmine elçi olarak gönderildiğinde ona şöyle itiraz edilmişti:

“(Nuh’un) Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni sadece bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz…”(Hûd, 11/27)

Bu tür itirazlar sadece Nuh aleyhisselâmın kavmi ile sınırlı değildi. Hûd aleyhisselâmın kavmi olan Âd, Sâlih aleyhisselâmın kavmi Semûd ve onlardan sonra gelen peygamberlere de kendi kavimleri hep aynı itirazda bulundular: “Sizin bizden ne farkınız var ki? Siz de bizim gibi bir insansınız.” Bu durum ayetlerde şöyle anlatılmıştır:

“Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderileni tanımıyoruz/kabul etmiyoruz ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz.

Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Hâlbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Siz de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir delil getirin!” (İbrâhîm, 14/9–10)


Zaman geçmiş, kavimler ve peygamberler değişmiş, sıra Mekkelilere gelmişti. Onlar da tıpkı kendilerinden önce inanmayanların peygamberlerine karşı çıktıkları gibi peygamberimize karşı çıkmış ve aynı sözleri onun için söylemişlerdi:



“Bu elçinin özelliği ne ki? O da yemek yiyor, o da sokaklarda geziyor! Ona bir melek indirilse de birlikte uyarıcılık yapsa olmaz mı?” (Furkân, 25/7)



“Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse, onlar bunu, hep alaya alarak, kalpleri oyuna - eğlenceye dalarak dinlemişlerdir. O zalimler şöyle fısıldaştılar: Bu (Muhammed), sizin gibi bir beşer olmaktan başka nedir ki! Siz şimdi gözünüz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz?”(Enbiyâ, 21/2–3)



Allah’ın peygamberleri için sarf edilen bu kabullenememe cümleleri, inanmayanların iman etmeleri yönündeki en büyük engeldi:



“İnsanlara doğru yolu gösteren bir elçi geldiği zaman inanmalarına tek engel, onların şu sözleri olmuştur: “Allah elçi olarak bir beşer mi gönderir?” (İsrâ, 17–94)



Bir beşere vahiy inmesini kabul etmeyen bu aklın sadece peygamber tasavvuru değil, aynı zamanda Allah tasavvuru da bozuktur. Çünkü Allah Teala bu tür iddialarda bulunanların, kendisini gereği gibi tanı-ya-madıklarını bildirmiştir:



“Onlar «Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir» demekle, Allah'ı gereği gibi tanıyamamışlardır…”(En’âm, 6/91)



Bu itirazlar inanmayanlar açısından bir parça makul görülebilir. Zira inanmamaları için aradıkları bahanelerin en büyüğünü bu cümlelerde bulabiliyorlardı. Bu akla göre Allah, insanlar içerisinden bir peygamber göndermez fakat gönderse bile bunu mutlaka ileri gelenlerden (mele’) seçerdi![[2]] Bu da olmazsa, onlara göre geriye tek bir seçenek kalıyordu: Melek Peygamber! Şöyle demişti Nuh aleyhisselâmın kavminin inkârcı ileri gelenleri:



“Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” (Mu’minûn, 23/24)



Ayette görüldüğü gibi bu kavim “biz atalarımızdan böyle bir şey duymadık” diyerek bir beşerin peygamber olmasını kabullenemiyorlardı. Hâlbuki söyledikleri bu söz, bir yalandan ibaretti. Zira Allah onlardan önce hiçbir kavme melek peygamber göndermemişti.



Aslında peygamberlerin meleklerden olmasını isteyenlerin unuttukları bir başka gerçek vardı: Kendileri insandı!



“De ki: “Yeryüzünde dolaşanlar melek olsaydı ve oraya yerleşmiş bulunsalardı, biz de onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik.” (İsrâ, 17/95)



Bir beşerin değil de bir meleğin peygamber olmasını isteyen anlayış, hayat dışı, gündem dışı kalacak bir peygamber isteğini yansıtmaktadır. Çünkü peygamber bir melek olursa “canım, o bir melek, biz nasıl onun yaptıklarını yaparız! O kim, biz kimiz” denilerek örnek alınması mümkün olmayacaktı. Bu da örneksiz, modelsiz, pratiğe dökülememiş bir din ile metbûiyyeti sorgulanacak ve bunun neticesinde hayatın dışında kalacak bir peygamber ortaya çıkaracaktı. Hâlbuki yaptığı her şeyi güzel yapan Allah, böyle bir şeye imkan vermemiş, beşer cinsine yine kendi cinsinden beşer peygamberler göndermiştir.


2. HIRİSTİYANLARIN AŞIRI TUTUMLARI


Buraya kadar örnekleri sunulan itirazlar, peygamberlere inanmayanlar tarafından yapılıyordu. Peki,inananlar tarafından peygamberlerin beşer oldukları gerçeğine nasıl bakılmıştır? Bu sorunun cevabını araştırdığımızda ilk olarak Hıristiyanlarla karşılaşıyoruz:



Onlar, peygamberleri konusunda öylesine aşırı gitmişlerdir ki sonunda onu tanrı edinmişlerdir. Şu anki Papa 16. Benediktus (Joseph Ratzinger) başkanlığında kurulan bir heyet tarafından hazırlanan ve bir önceki Papa 2. Jean Paul’ün imzasıyla yayımlanan Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri adlı kitaba göre:



“İsa olmasaydı kâinat yaratılmazdı. Göklerde ve yeryüzünde görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar… Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır.”[[3]]


Hıristiyanlar bu fikre şu an ellerinde bulunan İncil’den ulaşmışlardır. Çünkü İncil bütün her şeyin İsa için yaratıldığını belirtir. Pavlus’un Koloselilere Mektubu’nda bu, şöyle anlatılır:


“Görünmez Tanrı'nın görünümü, bütün yaratılışın ilk doğanı O'dur.
Nitekim yerde ve gökte, görünen ve görünmeyen her şey -tahtlar, egemenlikler, yönetimler, hükümranlıklar- O'nda yaratıldı. Her şey O'nun aracılığıyla ve O'nun için yaratıldı.


Her şeyden önce var olan O'dur ve her şey varlığını O'nda sürdürmektedir.” (Koloseliler, Bölüm 1: 15–17)


“Yerde ya da gökte ilah diye adlandırılanlar varsa da -nitekim pek çok «ilah», pek çok «rab» vardır- bizim için tek bir Tanrı Baba vardır. O her şeyin kaynağıdır, bizler O'nun için yaşıyoruz. Tek bir Rab var, O da İsa Mesih'tir. Her şey O'nun aracılığıyla yaratıldı, biz de O'nun aracılığıyla yaşıyoruz.” (1.Korintliler Bölüm 8: 5–6)



Görüldüğü gibi İncil, yaratılan her şeyin İsa’nın aracılığı ile ve onun için, onun yüzü suyu hürmetine(!) yaratıldığını belirtmektedir. Öyleyse bugün böyle bir anlayışa sahip olan Hıristiyanlar, kendilerince haklı sebeplere dayanmaktadırlar! Zira –her ne kadar biz Müslümanlara göre muharref de olsa- onların mukaddes bildikleri, Allah’ın kitabı olarak kabul ettikleri kitapları, İsa’yı onlara böyle tanıtmaktadır! Bugün sıradan bir Hıristiyan’a “siz neden İsa hakkında böyle düşünüyorsunuz?” diye sorulsa onun vereceği cevap “çünkü bizim kitabımızda İsa böyle tanıtılmaktadır” olacaktır. Doğrudur; -biz kabul etmesek bile- bugün ellerinde bulunan kitapları onlara İsa’yı böyle tanıtmaktadır.


3. İLGİNÇ BENZERLİK: HAKÎKAT-İ İSEVİYYE - HAKÎKAT-İ MUHAMMEDİYE


Müşriklerin ve Hıristiyanların yanlış Peygamber tasavvurunu gördükten sonra “peki, Müslümanlarda durum nasıldır ?” sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Ne yazık ki peygamber hakkındaki “bu yanlış inanç, (bazı) Müslümanların inancına da karışmıştır.”[[4]] Mesela halk arasında oldukça yaygın olan ve hadis-i kutsî olarak bilinen fakat hadis âlimleri tarafından açıkça “uydurma (mevdû’ = موضوع)”[5] olduğu belirtilen “sen olmasaydın… Sen olmasaydın… Ben kâinatı yaratmazdım(لولاك لولاك لما خلقت الأفلاك= levlâke levlâke lemâ halaktu’l-eflâk)” sözü bu iddiayı haklı çıkarmaktadır.



Çünkü bazı Müslümanlar tarafından aslı astarı olmayan bu rivayete dayanılarak ilk yaratılan şeyin hakikat-ı Muhammediye olduğu, her şeyin ondan ve onun adına yaratıldığı iddia edilmiştir. Tıpkı Hıristiyanların İsa için dedikleri gibi! Muhyiddin İbnü’l-Arabî başta olmak üzere birtakım sûfîler tarafından ortaya atılan ve geliştirilen hakikat-i Muhammediye inancı, kısaca şöyle özetlenebilir:



“Vücûd-ı mutlak’ın taayyün ettiği ilk mertebeye (taayyün-i evvel) hakîkat-i Muhammediyye adı verilir. Vücûd-ı mutlak açısından bakıldığında bu mertebe var oluşun başlangıcıdır. Mevcûdat açısından bakıldığında ise gerçek yaratma (halk = خلق) fiili, vücûd-ı mutlakın hakîkat-i Muhammediyye mertebesine tenezzülünden sonra olmuş ve her şey ondan yaratılmıştır.



Hz. Peygamberin altmış üç senelik zamanla sınırlı cismanî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediyye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir (yaratılmıştır) Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. (…) Resûl-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. (…) (Muhyiddin) İbnü’l-Arabî’ye göre hakikat-i Muhammediye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Varlık şeklinde zâhir olan ilâhî tecellinin ilk mertebesidir.” [[6]]



Menşeinin Yeni Eflatunculuktaki “logos” veya İskenderiyeli Aziz Clemens’in peygamberlik konusundaki görüşlerine dayandığı ve bunun önce Şii muhitine oradan da tasavvufa geçtiği ileri sürülen [[7] ] bu anlayışın, Kur’an’ın şekillendirdiği peygamber tasavvuru ile ne kadar uyuştuğu sorgulanmalıdır. Nitekim başta hadis ulemâsı ve Hanbelîler olmak üzere birçok âlim, Hz. Peygamberin bu şekilde anlaşılmasının onu ilahlaştırmakanlamına geleceğini söyleyerek bu inancı küfür ve şirksaymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini söylemişlerdir. [[8]]



KAYNAKLAR:



[1] Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, Denge Yayınları, 13. Bs., İstanbul, 2004, s: 8-13.

[2] Bkz. Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân, 12. Bs., Dâru’ş-Şurûk, 1986, C: 4, s: 1872. (Hûd Suresi 28. ayetin tefsiri)

[3] Katolik Kilisesi Din Ve Ahlak İlkeleri, Çev. Dominik Pamir, İstanbul, 2000, s: 95, par. 331.

[4] Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Aracılık Ve Şirk, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2005, s. 82.

[5] Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkâni, el-Fevâidu’l-Mecmûa fi’l-Ahâdîsi’l-Mevdûa, Thk. Abdurrahman el-Muallimî, el-Mektebetu’l-İslâmî, 2. Bs., Beyrut, 1392 h., s. 326; hadis no: 1013; Molla Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevdûa (el-Mevdûatu’l-Kübrâ), Thk: Muhammed Lütfi es-Sabbâğ, el-Mektebetu’l-İslâmî, 2. Bs., Beyrut, 1986, s: 288; hadis no: 385; İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, 3. bs., Beyrut, 1988, c: 2, s: 335, hadis no: 2123. Aliyyü’l-Kârî ve Aclûnî, bu hadisin senet yönünden uydurma olduğunu kabul etmekle birlikte mana yönünden sahih olduğunu söylemektedirler. Bu konu hakkında İbn Teymiye şöyle demektedir: “Bazıları yerlerin, göklerin, ayın, güneşin… kısaca her şeyin Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem için yaratılığını iddia etmektedir. Hâlbuki böyle bir şey ne sahih ne de zayıf, hiçbir şekilde Peygamberimizden rivayet edilmemiştir. Bütün ehl-i ilim bunu böyle kabul etmiştir. Sahabeden de böyle bir söz nakledilmemiştir. Bu, söyleyeni kesinlikle belli olmayan (anonim) bir sözdür.” İbn Teymiye, Mecmûu Fetâvâ, Cem’ ve Tertîb: Abdurrahmân Muhammed b. Kâsım, c: 11, s: 96. İbn Teymiye devamla, yerlerin, göklerin, ayın, güneşin vs. insanoğlu için yaratıldığını bildiren ayetleri sıralayarak bu anlayışın doğru olmadığını açıklamaktadır.

[6] Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 1997, C: 15, s: 179–180.

[7] Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, C: 15, s: 180. Hakikat-i Muhammediyye veya Nûr-u Muhammedî adı verilen bu inancın İslam dünyasına Şiilerden onlara da Yeni Eflatunculuktan geçtiği, yahut bunda Hıristiyan etkisinin veya Yunan felsefesinin bulunduğuna dair açıklamalar için bkz: Hatice K. Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı, Ensar Neşriyat, 2. Bs., İstanbul, 2006, s: 184-186.

[8] Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, C: 15, s: 180.
 
Üst Ana Sayfa Alt