Ey iman edenler! Müşrikler, ancak necistirler. Bu yıllarından sonra onlar, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız, yakında Allah, dilerse sizi lütfü ile zenginleştirir. Allah, şüphesiz her şeyi çok iyi bilendir. Hüküm ve hikmet sahibidir.(Tövbe 28)
Rasulullah'ın Vefatının Yaklaştığını Bildiren Alametler:
Tevbe suresinin birinci bölümünde, Müslümanlarla müşrikler arasındaki nihai ilişkilerden bahsedildiğini söylemiştik. İkinci kısımda ise; Müslümanlarla ehli kitap arasındaki ilişkilerden bahsedilmektedir.
"Ey iman edenler! Müşrikler pistir; bu itibarla, bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." Tevbe Suresi’nin 28. ayet-i kerimesi olan bu ayet, Müslüman toplumlarla müşrikler arasındaki nihai ilişkileri düzenleyen birinci bölümün son ayetidir.
Daha önce de zikrettiğimiz gibi, Tevbe Suresi nazil olduktan sonra Arap Yarımadası'nda müşrikler için kalma hakkı bırakılmamıştır. Ya müslüman olacaklar, ya öldürülecekler ya da kaçacaklardı. Hiçbir müşrikten kesinlikle cizye kabul edilmeyecekti. Rasulullah Veda Haccında insanlara hitab ederek şöyle buyurmuştur: "Şeytan bu topraklarınızda kendisine tapılmaktan artık ümidini kesmiştir. Ancak bunun dışında küçük gördüğünüz amellerinizde kendisine itaat etmenize razı olmuştur. Bu nedenle ondan sakınınız! Gerçekten ben size iki şey bıraktım. Onlara sımsıkı sarıldıkça asla sapıtmayacaksınız, onlar: Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün Sünneti'dir." (Hadisi İbn Abbas (ra) rivayet etmiştir. Hâkim, Müstedrek, C.I, s. 93'te rivayet etmiş ve isnadı sahihtir demiştir. Zehebi de Müstedrekin Telhis'Me ona muvafakat etmiştir. Ayrıta Hâkim, Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste ona şahid göstermiştir. Nitekim Münziri'de et-Terğib ve't-Terhîb (c.1, sh. 80, no: 6) da zikrederek onu tastiklemiştir. (Müt.)
Evet, yüce Allah bu âyet-i kerimesiyle kutsal topraklarda müşriklere yer olmadığı hükmünü açıklamıştı, Allah'ın Rasulü (sav) sahabelerine gönderdiği genel tavsiyelerde şunu ilan ettiriyordu: "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecek, çıplak olarak tavaf yapılmayacak." Böylece Hicretin dokuzuncu yılı, müşriklerin haccettikleri son yıl olmuştu. Evet Allah'ın Rasulü (sav) son haccını ifa etmezden önce Beytulah'ı müşriklerden temizlemek istiyordu. Zira yapacağı bu hacc, İslâm'ın haccı olacaktı. Müslümanlar haccın nasıl yerine getirileceğini bu hacc ile öğreneceklerdi. Çünkü Rasulullah (sav) bu günlerin, hayatının son günleri olduğunu hissediyor ve bu haccın kendisi için ilk ve son hacc olacağı kanaati taşıyordu. Nitekim Peygamber'imiz (sav) Veda Hutbesi'nde sahabelerine şöyle sesleniyordu: "Ey insanlar sözlerimi iyi dinleyiniz. Belki de sizlerle bu yılımdan sonra bir daha karşılaşamam." Rasulullah'a bunu hissettiren bir takım sebebler oldu.
Cebrail (as) her Ramazan ayında Rasulullah'tan Kur'an'ı her Ramazanda bir defa dinlerken, Hicretin onuncu yılı olan bu Ramazan ayında iki defa dinlemişti. Bu sebeble Rasulullah (sav): "Bundan, ancak ecelimin yaklaştığını anlıyorum," buyurmuştu.
Ayrıca, Peygamberimiz (sav)'in veda ettiğini gösteren daha birçok alametler vaki olmuştu. Bu alametlerden bazıları şunlardı:
1. Alamet: Nasr Sûresi'nin inmesi: "(Ey Muhammedi) Allah'ın yardımı ve fetih geldiği, insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, Rabbini hamd ile teşbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir." Bir kısım sahabeler bu Nasr Sûresi'nin Rasulullah'ın vefatım gösteren ve peygamberliğin tamamlandığını beyan eden alametlerden ilk alamet olduğunu anlamışlardı. Çünkü sûrede Allah'ın zaferinin geldiği ve insanların akın akın İslâm'a girdikleri ifade ediliyordu. Artık peygamberliğin devam etmesinin zaruri olmadığı dolaylı yolla ifade ediliyordu.
2. Alamet: Rasulullah'ın vefatı yılında Kur'an'ın Cebrail tarafından iki defa Rasulullah'a okunmasıdır.
3. Alamet: Mâide Sûresi üçüncü âyetinin nazil olmasıdır: "Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim." Evet, yüce Rabbimizin bu buyruğu ile nimet tamamlanmış, din kemale ermiş ve Rasulün vazifesi sona ermişti.
4. Alamet: Rasulullah'ın (sav) dünyada yaşamayı tercih etmesi yerine ahirete intikal edip Cennet'te yüce Mevlası'nın nezdinde yaşamayı tercih etmesi idi. Bu hususta Peygamber efendimiz şunu buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Allah bir kulu uzun ömür yaşayıp sonra Cennete gitme ile hemen Cennete gitme arasında serbest bıraktı. O kul da hemen Cennet'e gidip yüce refaketi tercih etti." (Yüce Rabbinin nezdinde olmayı tercih etti). Bu tercihini Rasulullah (sav) sahabelerine minber üzerinden haber vermişti. Ebu Bekir (ra) Rasulullah'ın bu haberiyle kimi ve neyi kastettiğini hemen anlamış ve "Ey Allah'ın Rasulü! Biz senin yerine kendi canımızı feda edelim" demişti.
Rasulullah (sav) Hicretin onuncu yılında oluşan bu alametler neticesi vedalaşmıştı:
Uhud Dağı'na gitmiş, Uhud savaşında şehid düşenleri ziyaret etmiş ve onların cenazelerini kılmıştı.
Gece yarısı el-Bakiyy mezarlığına gidiyor orada yatan ölülere selam veriyor, kendisi ile birlikte hizmetçisini de götürüyordu.
Hicretin dokuzuncu yılında veda haccını yapmıştı.
Evet. Hicretin dokuzuncu yılında yapılan hac Rasulullah'ın yapacağı veda haccına bir hazırlıktı. Çünkü bu veda haccında Rasulullah hac ibadetinin nasıl yapılacağını öğretecek ve bundan sonra bir daha hac yapmayacaktı. Bu nedenle Peygamber efendimizi haccın her bir ibadetini yaptığında; "hac ibadetlerinizin şeklini benden aynen alınız" buyuruyordu. Aziz ve celil olan Allah Hicretin onuncu yılında sahabelere, Rasulullah ile birlikte hac yapma nimetini lütfetmişti. Bu hacda Rasulullah ile birlikte hac eden toplam hacıların sayısı o zamandaki yaşayan insanlardan tam 124.000 kişiydi. Rasulullah bu haccında Allah Teala'nın Kitabında emrettiği doğrultuda bizzat kendi yetiştirdiği ve insanlığa önderler olarak ortaya çıkardığı rehberlere (ana kadroya) veda ediyordu. Evet... bu ümmet insanlığın önderi ve rehberleri olmuştu.
Nitekim yüce Mevla: "Siz insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emr eder, kötülüğe mani olursunuz ve Allah'a iman edersiniz" (Al-i İmran, 11) buyurmuştur.
Rasulullah (sav) Hicretin dokuzuncu yılında "artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapamayacak. Kâbe’yi çıplak olan hiçbir kimse tavaf edemeyecek" hükmünü ilan ettirince Yüce Mevla dünya ile irtibatlarını tam koparamayan bir kısım insanların Arap Yarımadası'ndaki Müslümanların az olması hasebi ile rızklarının azalacağından korktuklarını bilmişti. Bu insanlar, müşriklerin hac etmeleri yasaklanınca iki mahzurun ortaya çıkacağını zannediyorlardı.
Birincisi; güvenlik tehdit edilmiş olacaktı,
İkincisi ise; rızık kaynakları azalacaktı. İşte aziz ve celil olan Allah bu gibi düşünceleri beyan ederek buyurdu ki: "Eğer seninle beraber hidayete uyarsak, ülkemizden sürülürüz," dediler." Yüce Mevla bu kuşkularını gidermek ve bu iki mahzura güvence vermek için devamla buyurdu ki: "Hâlbuki Biz onları, kendi katımızdan her şeyin ürünlerinin içinde toplandığı hürmetli ve güvenli bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmemektedirler." (Kasas, 57)
Evet yüce Allah bu âyet-i kerimesiyle emniyet sorununu güvenceye alıyordu. Ve Allah'ın Rasulü de bu hususta yemin ederek buyuruyor ki: "Allah'a yemin ederim ki, kervan Irak'tan gelip Kâbe’yi tavaf edecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır..." İşte Mekke ve ahalisi için yapılan emniyet ve güven müjdesi!
Allah Teala, onların rızık korkularına ise şu cevabı veriyordu: "Şayet fakirlikten korkarsanız (iyi biliniz ki) Allah sizleri kendi lütfundan zenginleştirecektir." (Tevbe, 28)
Hicretin dokuzuncu yılında meydana gelen en önemli hadiselerden biri de Arapların cömertlikte örnek şahsiyet kabul ettikleri Hatim'in oğlu Adiy'nin müslüman olmasıdır. Adiy kavminin lideri ve hristiyan dinini kabul etmiş biriydi. Bacısı Sefane esir düştükten sonra Rasulullah'a gelmişti. Sefane ise esirliği sırasında Rasulullah'a kendisini tanıtmış ve şunları söylemişti: Ben kavminin lideri olan, açları doyuran, çıplakları giydiren bir insanın kızıyım. Rasulullah da onun azad edilmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Kavminin arasında azizken zelil olmuş, zenginken fakir olmuş, âlim olduğu halde cahiller arasında kalmış olan insanlara acıyın ve onlara merhamet edin." Evet... Bu üç felaket, büyük musibetlerdendir. Bunlardan birincisi; kavminin içinde azizken zelil olandır.
İran Lideri Şah Pehlevi bunun örneğidir. Bu zat, debdebenin zirvesindeydi, bölgede Amerika polisi sayılıyordu. Bir anda her şey altüst oldu. Amerika dahi sığınmasını kabul edemeyeceğine dair özür diledi. Otellerinden bir otelinin odasında yatıramadı. Hatta bütün yeryüzü kabul edemeyeceğine dair mazeretler beyan etti. Bu nedenle Şah şayet Sedat onu bir tuzakla öldürmedi ise kahrından öldü. Belki de Sedat onun hayatına alelacele son verdi ki geriye kalan servetine el koysun. Sedat insanları avlamada pek maharetli biriydi. Şah için şöyle düşünüyordu:
"Biz onu birkaç ay ağırlarız, kollestrolü yükselerek ölür. Ölmese de Allah'ın izniyle biz onun hayatına tezden son veririz." Sedat, Şahı ihtişamla karşıladı. Şah ile birlikte milyarlarca dolarların da kendisine gelmesini sağladı. Düşündüğü gibi birkaç ay sonra Şah öldü. Tabi nasıl öldüğünü bilemiyoruz. Büyük bir ihtimalle kahrından öldü.
Evet... Rasulullah'ın "kavminin içinde aziz iken zelil düşene merhamet edin" Rasulullah'ın buyurduğu kişiliği İran şahı yaşadı, öldü ve gitti...
Hicri dokuzuncu yüzyılın önemli hadiselerinden biri saydığımız Adiy bin Hatim'in Müslüman olma meselesine dönelim. Adiy'nin bacısı Sefane serbest bırakıldıktan sonra kardeşi Adiy'e gitmişti. Ona, Rasulullah'ın ahlakını ve İslâm'ı sevdirmişti. Bunun üzerine Adiy Rasulullah'a gelip Müslüman olmuştu. Adiy'in göğsünde haç bulunuyordu. Rasulullah ona; "bu putu at" deyince oda onu atmıştı. Rasulullah Adiy'in önünde "o ehli kitap hahamlarını ve papazlarını ve Meryem oğlu İsa'yı Allah'ın dışında rabler edindiler" (Tevbe, 31) ayetini okuyunca Adiy buna şaşırmış ve şöyle demişti: "Ey Allah'ın Resulü, biz onlara ibadet etmedik ki onları rabler edinmiş olalım." Adiy ibadetin belli bir kahine veya rahibe yahut papaza namaz kılma olduğunu zannediyordu. Fakat Rasulullah Rab edinmenin sadece bu olmadığını beyan ederek buyurdu ki: "Evet, siz onları rabler edindiniz. Onların size Allah'ın haram kıldıklarını helal kılmalarını ve helal kıldıklarını da haram kılmalarını kabul ettiniz. Onlara itaatte bulundunuz. İşte bunları rab edinmek budur" diye izahatta bulundu. Aslında ibadetin manalarından biri de verilen emirlere itaattir. Bu nedenle yöneticilerin Allah'ın haram kıldığı şeyleri helal kılma veya Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılma içeriğindeki emirlerine itaat edenler Allah'a değil bu yöneticilere tapmış olurlar. Allah'ın indirdiği dışında kanun ve hüküm koyan yöneticilere itaat etmek ve ona razı olmaksa kâfirliktir, kişiyi dinden çıkarır. Zira bütün âlimlerin ittifakı ile Allah'ın indirdiği dışında herhangi bir yasa koymak kâfirliktir, kişiyi dinden çıkarır, İslâm'dan koparır. Bu hususta İbn Teymiye şunu söylemiştir:
"Kim yabancı bir kadına bakmanın helal olduğunu söylerse âlimlerin icmaı ile o kimse kâfir olmuştur. Yine kim ekmeğin haram olduğuna karar verirse yine bu icma ile o kimse kâfir olmuştur." Bu hususta şer'i bir kural vardır. Kim haramı helal sayarsa o kâfir olur. Yine kim helali haram sayarsa o da kâfir olur. Bu üzerinde ittifak edilen bir kuraldır. Şimdi gelir de bir yönetici içki satılması için Müslümanlara meyhane açılmasına ruhsat verirse bu kâfirliktir, kişiyi dinden çıkarır. Yine bir yönetici gelir de "bize göre ceza kanununun filan maddesinde hırsızlık yapanın cezası iki ay hapistir" veya benzeri şeyler söylerse bu kâfirliktir. Kişiyi dinden çıkarır. Çünkü aziz ve celil olan Allah "hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin" buyurmuştur. Allah Teala böyle buyurmuşken yöneticinin gelip; "siz bunları iki ay veya şu kadar zaman hapsedin" demesi yeni bir din icad etmesidir. Bu da kişiyi dinden çıkarır.
Ben size yukarıdaki hükümleri açıklayan başka örnekler vereyim: Mesela, bir yönetici, yeni bir kanun çıkarsa ve: "Oruç Şevval ayında tutulacaktır, Ramazan ayında değil" dese, çıkardığı bu kanunuyla onun hükmü ne olur? Kâfir midir? Değil midir? Evet, o kimse bu kanunuyla kâfir olmuştur. İslâm milletinin dışına çıkmıştır.
Yine başka bir yönetici de: "Ülkemizde akşam namazı dört rekât kılınacaktır" dese hükmü ne olur? Kâfir olur mu olmaz mı?
Tüm İslâm âlimlerinin ittifakıyla o kimse kâfir olur. Ancak insanlar hırsızlık cezasının hükmünün değiştirmenin küfür olacağını ve kişiyi İslâm milletinden çıkaracağını anlayamamışlardır. Evet, neden akşam namazını üç rekâtken değiştirip dört rekât yapan, Allah'ın indirdiğinden başka bir şeriat koyduğu için kâfir oluyor da hırsızın cezasını kol kesmeden değiştirip belli bir süre hapsetmeye çevirin Allah'ın indirdiği şeriatı değiştirmekle kâfir olmuyor? Bu da küfürdür, diğeri de küfürdür.
Allah'ın nizamını bırakıp beşeri kanunları tatbik etme musibeti, İslâm ümmetine ilk defa Tatarların Bağdat'ı H. 656'da işgali ile başladı. Hulâgû, Cengiz Han'ın İslâm ümmetine uygulanması için çıkarmış olduğu "el-Yasak" "kral siyaseti" diye isimlendirilen Cengiz Han kanunnamelerini uygulamak istemesi üzerine; İslâm uleması karşı çıkar ve âlimlerden biri Yesak diye isimlendirilen bu kanun kitabını eline alarak Müslüman halka:
"Bu kitap ne oluyor?" diye seslenir, onlar da;
"Cengiz Han'ın kanunları Yesak'dır" derler. Bu cevap üzerine o âlim: "Kim bu kitapla hükmederse kâfir olur, kim bu kitabın kanunlarıyla yargılanmak isterse kâfir olur" der. Hulâgû ise; günümüz yöneticilerinden daha akıllı davranır ve bir mahkeme Yasak'ın kanunlarıyla bir mahkeme de Kur'an'la hükmetmek üzere iki ayrı mahkeme kurar. Böylece Kur'an ve Sünnetin hükümleri ile yargılanmak isteyenler Müslümanların mahkemesine, Yesak'la (Cengiz Han kanunnameleri ile) yargılanmak isteyenlerde Yasak'ın mahkemesine giderlerdi. Fakat kim Yasak'ın mahkemelerine girerken görülürse o kimsenin kâfirliğine hüküm verilirdi. Fakat şu anki musibet ve çağımızın Cengiz Han kanunları ise İslâm âleminin çoğunda tatbik edilen Napolyon Bonapart'ın kod haline getirdiği kanunları ve diğer insanların yaptığı kanunlardır. Mesela biz Suriye'de Üniversitenin Şeriat fakültesinde, şeriatın yanında beşeri kanunları da okuyorduk. Suriye'de uygulanan kanunlar, Mısır kanunlarından alınmıştır. Mısır kanunları da harfiyen Fransız kanunlarından tercüme edilmiştir ve Ürdün'de bu kanunları tatbik etmek istediklerinde, harf harf bu kanunları nakletmiştir. Allah bu Ürdünlülerin gözlerini o kadar kör etmiştir ki kanunun sonunda "Bu kanun filan gün ve tarihte Suriye'de çıkarılmıştır" dediler. Ürdün, "Amman'da çıkarılmıştır" demeyi dahi beceremedi.
Hukuk ve kanun meselesi gerçekten çok önemlidir. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında yeni yeni kanun ve hukuk sistemleri tespit etmek küfürdür. İslâm'dan çıkmaktır. En azından her müslümanın görevi bu tür beşeri sistem ve kanunları kalbiyle de olsa kabullenmeyip rıza göstermeyerek reddetmesidir.
Ben, bu meseleyi çok araştırdım. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında teşri -hukuk sistemi ve kanunların tesbiti- meselesi gerçekten beni çok meşgul etti. Çünkü ben Mısır'da doktora tezi hazırlarken Enver Sedat'ın döneminde hapishaneden Müslümanlar çıktılar. Bunlar bu mesele hususunda farklı görüşler taşıyorlardı. Bunlardan bir kısmı; tüm insanları tekfir (küfürle itham) ediyor, diğer bir kısmı; Müslüman veya kâfir olduklarına dair herhangi bir hüküm vermekten kaçınıyor, üçüncü bir kısım ise "la ilahe illallah Muhammeden Rasullullah" diyen bütün insanların Müslüman olduklarını söylüyorlardı.
Bu konu beni çok uğraştırdı, meşgul etti. Çünkü bu Müslümanlardan bazıları camilerde namaz kılmıyordu. Bu ise büyük kargaşalara sebeb oldu. Tekfir meselesini gündeme getirenlerden biri rahmetli Mustafa Şükrü. Enver Sedat, Mustafa Şükrü'yü Mısır Vakıflar Bakanı Zehebi isimli bir zatın öldürülmesi ile yargıladı ve idam etti. Mustafa Şükrü şu kaideyi işleterek kendi cemaatine girmeyenlerin kâfir olduğu kanaatinde idi. "Kâfiri tekfir etmeyen (kâfir olduğunu söylemeyen) kâfirdir. Kâfirin küfründe şüphe eden kâfirdir."
Bu şekilde düşünen gençler hapishanede Müslüman Kardeşler cemaatinin lideri üstad Hasan Hudeybi'nin yanına varmışlar ve ona;
- "Sen Mısır cumhurbaşkanı Abdunnasır'ın kâfir olduğunu söylüyor musun?" demişlerdir. Hüdeybi de;
- "Abdunnasır'ın kâfir olduğunu söylesek ne kazanırız, söylemesek ne kaybederiz" diye cevap vermiştir. Tabi bu söz Hudeybi'nin aleyhine tam bir delil olarak ileri sürülmüştür. Hâlbuki Hüdeybi aslında siyasi bir cevap vermiştir. Fakat gençler Hudeybi'yi anlayamamışlar, onu da tekfir etmişler, böylece ayrılıp yeni bir grup oluşturmuşlardır. Artık Hudeybi'nin arkasında namaz kılmaz olmuşlardır. Bunlar hapishaneden çıktıktan sonra karşılaştıkları kişilere;
- "Abdunnasır ve Sedat hakkındaki görüşün nedir?" diye sorarlar, onların kâfir olduklarına dair cevap aldıktan sonra
- "Hüdeybi hakkında görüşün ne?" derlerdi. Onun Müslüman olduğu cevabını alınca da;
- "Fakat o kâfir olan Abdunnasır'ın kâfir olduğunu söylemiyor. Kâfire kâfir demeyen de kâfirdir" diyorlardı. Sen onlara "hâşâ ben Hudeybi'yi tekfir edemem" deyince de seni de kâfirler listesine ilave ederlerdi.
Vallahi! Bir gün yanıma devamlı gidip gelen ve beni seven Ürdün'lü bir genç geldi. Bu genç Mustafa Şükrü'yü önder edinmiş, onun görüşlerine hayran olmuştu. Vakıa ben bu genç kadar imanı hakkında gayretli olan ve dinine bağlı olan birini görmedim. Bu genç eczacılık fakültesinde okuyordu. Kahire'de gelip bazı günler benim yanımda orucunu açıyordu. Yine günlerden bir gün Mustafa Şükrü ile görüştükten sonra beni ziyarete geldi. Benimle konuşmaya başladı. Ben onunla tartışıyordum. Nihayet namaz vakti geldi. Baktım ki o arkamda namaz kılmaya yanaşmıyor. Dedim ki:
- "Buyur sen namaz kıldır." O bana namaz kıldırdı. Ben namaz için öne geçtiğim zamanlarda ise;
- "Ben namazları cem ettim" diyordu. Ben onu açmak istiyordum. Bir gün dedim ki:
- "Benim hakkında görüşün nedir?" Dedi ki:
- "Açık mı konuşayım." Dedim ki:
- "Evet açık konuş." Dedi ki:
- "Ben senin kâfir olduğunu söylüyorum." Dedim ki:
- "Peki arkadaşım neden? Mesele ne?" Dedi ki:
- "Sen Müslüman Kardeşler'densin." Dedim ki:
- "Güzel, ben onlardanım." Dedi ki:
- "Müslüman Kardeşler'den olan herkes kâfirdir."
- "Niçin?" dedim. Dedi ki:
- "Çünkü onlar kâfir Hudeybi'nin kâfir olduğunu kabul etmiyorlar."
Düşünüyor musunuz? Bu kadar kolay bir şekilde bunu söylüyor. Dedim ki:
- "Gel buraya arkadaş. Dinle beni. İmam Şafii ile İmam Ahmed bin Hanbel, kasıtlı olarak namazı terk edenin hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafii tekfir etmemiş, İmam Ahmed ise tekfir etmiştir. Bunlar birbirleri ile tartışmalarına rağmen hiçbiri diğerini tekfir etmemiştir." Fakat bu genç çok hararetli ve cüretkâr olduğundan bana şu cevabı verdi:
- "Şayet ben orda olsam, Şafii ile tartışsaydım Şafii de namazı kılmayanın kâfir olmadığını söyleseydi, ben Şafii'yi tekfir ederdim." Ben de dedim ki:
- "La havle vela kuvvete illa billâh. Artık burda mesele bitti. Mesele bu noktaya kadar ulaşınca artık yapacak bir şey kalmadı." Biliyor musunuz bundan sonra bu gence ne oldu? Mustafa Şükrü'nün meselesinden dolayı yargılandı, on beş sene ceza giydi, hatta şu ana kadar hapishanede olduğunu sanıyorum. Fakat şu hususu göz önünden kaçırmamak lazım. Bunlar çok hararetli gençler. Bu nedenle diğer gençlerin kalblerini çelmişlerdir. Bunun sebebi ise harici fırkasına mensub olan insanlar gibi açık sözlü olmaları ve dediklerini harfiyen yapmalarıdır. İstihbarattan herhangi bir kimse kendilerine; "sosyalizm hakkında görüşün nedir?" diye sorduğunda ona cevapları şu oluyordu; "Kısa kes. Bana "Sedat hakkında görüşün ne?" diye sor. Sedat kâfirdir. Ona her yardım eden de kâfirdir. Onun verdiği kararı kabul eden herkes de kâfirdir."
Böylece bu gençler istihbaratın işini kolaylaştırıyorlardı. İşte onların bu kadar açık sözlü olmaları gençleri kendilerine çekti. Kuru odunların tutuşmasında ateşin yayılması gibi gençlerin arasında süratle yayıldılar. İşte bütün bunlardan dolayı insanları tekfir etme meselesi beni çok, çok uğraştırdı.
Rasulullah'ın Vefatının Yaklaştığını Bildiren Alametler:
Tevbe suresinin birinci bölümünde, Müslümanlarla müşrikler arasındaki nihai ilişkilerden bahsedildiğini söylemiştik. İkinci kısımda ise; Müslümanlarla ehli kitap arasındaki ilişkilerden bahsedilmektedir.
"Ey iman edenler! Müşrikler pistir; bu itibarla, bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." Tevbe Suresi’nin 28. ayet-i kerimesi olan bu ayet, Müslüman toplumlarla müşrikler arasındaki nihai ilişkileri düzenleyen birinci bölümün son ayetidir.
Daha önce de zikrettiğimiz gibi, Tevbe Suresi nazil olduktan sonra Arap Yarımadası'nda müşrikler için kalma hakkı bırakılmamıştır. Ya müslüman olacaklar, ya öldürülecekler ya da kaçacaklardı. Hiçbir müşrikten kesinlikle cizye kabul edilmeyecekti. Rasulullah Veda Haccında insanlara hitab ederek şöyle buyurmuştur: "Şeytan bu topraklarınızda kendisine tapılmaktan artık ümidini kesmiştir. Ancak bunun dışında küçük gördüğünüz amellerinizde kendisine itaat etmenize razı olmuştur. Bu nedenle ondan sakınınız! Gerçekten ben size iki şey bıraktım. Onlara sımsıkı sarıldıkça asla sapıtmayacaksınız, onlar: Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün Sünneti'dir." (Hadisi İbn Abbas (ra) rivayet etmiştir. Hâkim, Müstedrek, C.I, s. 93'te rivayet etmiş ve isnadı sahihtir demiştir. Zehebi de Müstedrekin Telhis'Me ona muvafakat etmiştir. Ayrıta Hâkim, Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste ona şahid göstermiştir. Nitekim Münziri'de et-Terğib ve't-Terhîb (c.1, sh. 80, no: 6) da zikrederek onu tastiklemiştir. (Müt.)
Evet, yüce Allah bu âyet-i kerimesiyle kutsal topraklarda müşriklere yer olmadığı hükmünü açıklamıştı, Allah'ın Rasulü (sav) sahabelerine gönderdiği genel tavsiyelerde şunu ilan ettiriyordu: "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecek, çıplak olarak tavaf yapılmayacak." Böylece Hicretin dokuzuncu yılı, müşriklerin haccettikleri son yıl olmuştu. Evet Allah'ın Rasulü (sav) son haccını ifa etmezden önce Beytulah'ı müşriklerden temizlemek istiyordu. Zira yapacağı bu hacc, İslâm'ın haccı olacaktı. Müslümanlar haccın nasıl yerine getirileceğini bu hacc ile öğreneceklerdi. Çünkü Rasulullah (sav) bu günlerin, hayatının son günleri olduğunu hissediyor ve bu haccın kendisi için ilk ve son hacc olacağı kanaati taşıyordu. Nitekim Peygamber'imiz (sav) Veda Hutbesi'nde sahabelerine şöyle sesleniyordu: "Ey insanlar sözlerimi iyi dinleyiniz. Belki de sizlerle bu yılımdan sonra bir daha karşılaşamam." Rasulullah'a bunu hissettiren bir takım sebebler oldu.
Cebrail (as) her Ramazan ayında Rasulullah'tan Kur'an'ı her Ramazanda bir defa dinlerken, Hicretin onuncu yılı olan bu Ramazan ayında iki defa dinlemişti. Bu sebeble Rasulullah (sav): "Bundan, ancak ecelimin yaklaştığını anlıyorum," buyurmuştu.
Ayrıca, Peygamberimiz (sav)'in veda ettiğini gösteren daha birçok alametler vaki olmuştu. Bu alametlerden bazıları şunlardı:
1. Alamet: Nasr Sûresi'nin inmesi: "(Ey Muhammedi) Allah'ın yardımı ve fetih geldiği, insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, Rabbini hamd ile teşbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir." Bir kısım sahabeler bu Nasr Sûresi'nin Rasulullah'ın vefatım gösteren ve peygamberliğin tamamlandığını beyan eden alametlerden ilk alamet olduğunu anlamışlardı. Çünkü sûrede Allah'ın zaferinin geldiği ve insanların akın akın İslâm'a girdikleri ifade ediliyordu. Artık peygamberliğin devam etmesinin zaruri olmadığı dolaylı yolla ifade ediliyordu.
2. Alamet: Rasulullah'ın vefatı yılında Kur'an'ın Cebrail tarafından iki defa Rasulullah'a okunmasıdır.
3. Alamet: Mâide Sûresi üçüncü âyetinin nazil olmasıdır: "Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim." Evet, yüce Rabbimizin bu buyruğu ile nimet tamamlanmış, din kemale ermiş ve Rasulün vazifesi sona ermişti.
4. Alamet: Rasulullah'ın (sav) dünyada yaşamayı tercih etmesi yerine ahirete intikal edip Cennet'te yüce Mevlası'nın nezdinde yaşamayı tercih etmesi idi. Bu hususta Peygamber efendimiz şunu buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Allah bir kulu uzun ömür yaşayıp sonra Cennete gitme ile hemen Cennete gitme arasında serbest bıraktı. O kul da hemen Cennet'e gidip yüce refaketi tercih etti." (Yüce Rabbinin nezdinde olmayı tercih etti). Bu tercihini Rasulullah (sav) sahabelerine minber üzerinden haber vermişti. Ebu Bekir (ra) Rasulullah'ın bu haberiyle kimi ve neyi kastettiğini hemen anlamış ve "Ey Allah'ın Rasulü! Biz senin yerine kendi canımızı feda edelim" demişti.
Rasulullah (sav) Hicretin onuncu yılında oluşan bu alametler neticesi vedalaşmıştı:
Uhud Dağı'na gitmiş, Uhud savaşında şehid düşenleri ziyaret etmiş ve onların cenazelerini kılmıştı.
Gece yarısı el-Bakiyy mezarlığına gidiyor orada yatan ölülere selam veriyor, kendisi ile birlikte hizmetçisini de götürüyordu.
Hicretin dokuzuncu yılında veda haccını yapmıştı.
Evet. Hicretin dokuzuncu yılında yapılan hac Rasulullah'ın yapacağı veda haccına bir hazırlıktı. Çünkü bu veda haccında Rasulullah hac ibadetinin nasıl yapılacağını öğretecek ve bundan sonra bir daha hac yapmayacaktı. Bu nedenle Peygamber efendimizi haccın her bir ibadetini yaptığında; "hac ibadetlerinizin şeklini benden aynen alınız" buyuruyordu. Aziz ve celil olan Allah Hicretin onuncu yılında sahabelere, Rasulullah ile birlikte hac yapma nimetini lütfetmişti. Bu hacda Rasulullah ile birlikte hac eden toplam hacıların sayısı o zamandaki yaşayan insanlardan tam 124.000 kişiydi. Rasulullah bu haccında Allah Teala'nın Kitabında emrettiği doğrultuda bizzat kendi yetiştirdiği ve insanlığa önderler olarak ortaya çıkardığı rehberlere (ana kadroya) veda ediyordu. Evet... bu ümmet insanlığın önderi ve rehberleri olmuştu.
Nitekim yüce Mevla: "Siz insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emr eder, kötülüğe mani olursunuz ve Allah'a iman edersiniz" (Al-i İmran, 11) buyurmuştur.
Rasulullah (sav) Hicretin dokuzuncu yılında "artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapamayacak. Kâbe’yi çıplak olan hiçbir kimse tavaf edemeyecek" hükmünü ilan ettirince Yüce Mevla dünya ile irtibatlarını tam koparamayan bir kısım insanların Arap Yarımadası'ndaki Müslümanların az olması hasebi ile rızklarının azalacağından korktuklarını bilmişti. Bu insanlar, müşriklerin hac etmeleri yasaklanınca iki mahzurun ortaya çıkacağını zannediyorlardı.
Birincisi; güvenlik tehdit edilmiş olacaktı,
İkincisi ise; rızık kaynakları azalacaktı. İşte aziz ve celil olan Allah bu gibi düşünceleri beyan ederek buyurdu ki: "Eğer seninle beraber hidayete uyarsak, ülkemizden sürülürüz," dediler." Yüce Mevla bu kuşkularını gidermek ve bu iki mahzura güvence vermek için devamla buyurdu ki: "Hâlbuki Biz onları, kendi katımızdan her şeyin ürünlerinin içinde toplandığı hürmetli ve güvenli bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmemektedirler." (Kasas, 57)
Evet yüce Allah bu âyet-i kerimesiyle emniyet sorununu güvenceye alıyordu. Ve Allah'ın Rasulü de bu hususta yemin ederek buyuruyor ki: "Allah'a yemin ederim ki, kervan Irak'tan gelip Kâbe’yi tavaf edecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır..." İşte Mekke ve ahalisi için yapılan emniyet ve güven müjdesi!
Allah Teala, onların rızık korkularına ise şu cevabı veriyordu: "Şayet fakirlikten korkarsanız (iyi biliniz ki) Allah sizleri kendi lütfundan zenginleştirecektir." (Tevbe, 28)
Hicretin dokuzuncu yılında meydana gelen en önemli hadiselerden biri de Arapların cömertlikte örnek şahsiyet kabul ettikleri Hatim'in oğlu Adiy'nin müslüman olmasıdır. Adiy kavminin lideri ve hristiyan dinini kabul etmiş biriydi. Bacısı Sefane esir düştükten sonra Rasulullah'a gelmişti. Sefane ise esirliği sırasında Rasulullah'a kendisini tanıtmış ve şunları söylemişti: Ben kavminin lideri olan, açları doyuran, çıplakları giydiren bir insanın kızıyım. Rasulullah da onun azad edilmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Kavminin arasında azizken zelil olmuş, zenginken fakir olmuş, âlim olduğu halde cahiller arasında kalmış olan insanlara acıyın ve onlara merhamet edin." Evet... Bu üç felaket, büyük musibetlerdendir. Bunlardan birincisi; kavminin içinde azizken zelil olandır.
İran Lideri Şah Pehlevi bunun örneğidir. Bu zat, debdebenin zirvesindeydi, bölgede Amerika polisi sayılıyordu. Bir anda her şey altüst oldu. Amerika dahi sığınmasını kabul edemeyeceğine dair özür diledi. Otellerinden bir otelinin odasında yatıramadı. Hatta bütün yeryüzü kabul edemeyeceğine dair mazeretler beyan etti. Bu nedenle Şah şayet Sedat onu bir tuzakla öldürmedi ise kahrından öldü. Belki de Sedat onun hayatına alelacele son verdi ki geriye kalan servetine el koysun. Sedat insanları avlamada pek maharetli biriydi. Şah için şöyle düşünüyordu:
"Biz onu birkaç ay ağırlarız, kollestrolü yükselerek ölür. Ölmese de Allah'ın izniyle biz onun hayatına tezden son veririz." Sedat, Şahı ihtişamla karşıladı. Şah ile birlikte milyarlarca dolarların da kendisine gelmesini sağladı. Düşündüğü gibi birkaç ay sonra Şah öldü. Tabi nasıl öldüğünü bilemiyoruz. Büyük bir ihtimalle kahrından öldü.
Evet... Rasulullah'ın "kavminin içinde aziz iken zelil düşene merhamet edin" Rasulullah'ın buyurduğu kişiliği İran şahı yaşadı, öldü ve gitti...
Hicri dokuzuncu yüzyılın önemli hadiselerinden biri saydığımız Adiy bin Hatim'in Müslüman olma meselesine dönelim. Adiy'nin bacısı Sefane serbest bırakıldıktan sonra kardeşi Adiy'e gitmişti. Ona, Rasulullah'ın ahlakını ve İslâm'ı sevdirmişti. Bunun üzerine Adiy Rasulullah'a gelip Müslüman olmuştu. Adiy'in göğsünde haç bulunuyordu. Rasulullah ona; "bu putu at" deyince oda onu atmıştı. Rasulullah Adiy'in önünde "o ehli kitap hahamlarını ve papazlarını ve Meryem oğlu İsa'yı Allah'ın dışında rabler edindiler" (Tevbe, 31) ayetini okuyunca Adiy buna şaşırmış ve şöyle demişti: "Ey Allah'ın Resulü, biz onlara ibadet etmedik ki onları rabler edinmiş olalım." Adiy ibadetin belli bir kahine veya rahibe yahut papaza namaz kılma olduğunu zannediyordu. Fakat Rasulullah Rab edinmenin sadece bu olmadığını beyan ederek buyurdu ki: "Evet, siz onları rabler edindiniz. Onların size Allah'ın haram kıldıklarını helal kılmalarını ve helal kıldıklarını da haram kılmalarını kabul ettiniz. Onlara itaatte bulundunuz. İşte bunları rab edinmek budur" diye izahatta bulundu. Aslında ibadetin manalarından biri de verilen emirlere itaattir. Bu nedenle yöneticilerin Allah'ın haram kıldığı şeyleri helal kılma veya Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılma içeriğindeki emirlerine itaat edenler Allah'a değil bu yöneticilere tapmış olurlar. Allah'ın indirdiği dışında kanun ve hüküm koyan yöneticilere itaat etmek ve ona razı olmaksa kâfirliktir, kişiyi dinden çıkarır. Zira bütün âlimlerin ittifakı ile Allah'ın indirdiği dışında herhangi bir yasa koymak kâfirliktir, kişiyi dinden çıkarır, İslâm'dan koparır. Bu hususta İbn Teymiye şunu söylemiştir:
"Kim yabancı bir kadına bakmanın helal olduğunu söylerse âlimlerin icmaı ile o kimse kâfir olmuştur. Yine kim ekmeğin haram olduğuna karar verirse yine bu icma ile o kimse kâfir olmuştur." Bu hususta şer'i bir kural vardır. Kim haramı helal sayarsa o kâfir olur. Yine kim helali haram sayarsa o da kâfir olur. Bu üzerinde ittifak edilen bir kuraldır. Şimdi gelir de bir yönetici içki satılması için Müslümanlara meyhane açılmasına ruhsat verirse bu kâfirliktir, kişiyi dinden çıkarır. Yine bir yönetici gelir de "bize göre ceza kanununun filan maddesinde hırsızlık yapanın cezası iki ay hapistir" veya benzeri şeyler söylerse bu kâfirliktir. Kişiyi dinden çıkarır. Çünkü aziz ve celil olan Allah "hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin" buyurmuştur. Allah Teala böyle buyurmuşken yöneticinin gelip; "siz bunları iki ay veya şu kadar zaman hapsedin" demesi yeni bir din icad etmesidir. Bu da kişiyi dinden çıkarır.
Ben size yukarıdaki hükümleri açıklayan başka örnekler vereyim: Mesela, bir yönetici, yeni bir kanun çıkarsa ve: "Oruç Şevval ayında tutulacaktır, Ramazan ayında değil" dese, çıkardığı bu kanunuyla onun hükmü ne olur? Kâfir midir? Değil midir? Evet, o kimse bu kanunuyla kâfir olmuştur. İslâm milletinin dışına çıkmıştır.
Yine başka bir yönetici de: "Ülkemizde akşam namazı dört rekât kılınacaktır" dese hükmü ne olur? Kâfir olur mu olmaz mı?
Tüm İslâm âlimlerinin ittifakıyla o kimse kâfir olur. Ancak insanlar hırsızlık cezasının hükmünün değiştirmenin küfür olacağını ve kişiyi İslâm milletinden çıkaracağını anlayamamışlardır. Evet, neden akşam namazını üç rekâtken değiştirip dört rekât yapan, Allah'ın indirdiğinden başka bir şeriat koyduğu için kâfir oluyor da hırsızın cezasını kol kesmeden değiştirip belli bir süre hapsetmeye çevirin Allah'ın indirdiği şeriatı değiştirmekle kâfir olmuyor? Bu da küfürdür, diğeri de küfürdür.
Allah'ın nizamını bırakıp beşeri kanunları tatbik etme musibeti, İslâm ümmetine ilk defa Tatarların Bağdat'ı H. 656'da işgali ile başladı. Hulâgû, Cengiz Han'ın İslâm ümmetine uygulanması için çıkarmış olduğu "el-Yasak" "kral siyaseti" diye isimlendirilen Cengiz Han kanunnamelerini uygulamak istemesi üzerine; İslâm uleması karşı çıkar ve âlimlerden biri Yesak diye isimlendirilen bu kanun kitabını eline alarak Müslüman halka:
"Bu kitap ne oluyor?" diye seslenir, onlar da;
"Cengiz Han'ın kanunları Yesak'dır" derler. Bu cevap üzerine o âlim: "Kim bu kitapla hükmederse kâfir olur, kim bu kitabın kanunlarıyla yargılanmak isterse kâfir olur" der. Hulâgû ise; günümüz yöneticilerinden daha akıllı davranır ve bir mahkeme Yasak'ın kanunlarıyla bir mahkeme de Kur'an'la hükmetmek üzere iki ayrı mahkeme kurar. Böylece Kur'an ve Sünnetin hükümleri ile yargılanmak isteyenler Müslümanların mahkemesine, Yesak'la (Cengiz Han kanunnameleri ile) yargılanmak isteyenlerde Yasak'ın mahkemesine giderlerdi. Fakat kim Yasak'ın mahkemelerine girerken görülürse o kimsenin kâfirliğine hüküm verilirdi. Fakat şu anki musibet ve çağımızın Cengiz Han kanunları ise İslâm âleminin çoğunda tatbik edilen Napolyon Bonapart'ın kod haline getirdiği kanunları ve diğer insanların yaptığı kanunlardır. Mesela biz Suriye'de Üniversitenin Şeriat fakültesinde, şeriatın yanında beşeri kanunları da okuyorduk. Suriye'de uygulanan kanunlar, Mısır kanunlarından alınmıştır. Mısır kanunları da harfiyen Fransız kanunlarından tercüme edilmiştir ve Ürdün'de bu kanunları tatbik etmek istediklerinde, harf harf bu kanunları nakletmiştir. Allah bu Ürdünlülerin gözlerini o kadar kör etmiştir ki kanunun sonunda "Bu kanun filan gün ve tarihte Suriye'de çıkarılmıştır" dediler. Ürdün, "Amman'da çıkarılmıştır" demeyi dahi beceremedi.
Hukuk ve kanun meselesi gerçekten çok önemlidir. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında yeni yeni kanun ve hukuk sistemleri tespit etmek küfürdür. İslâm'dan çıkmaktır. En azından her müslümanın görevi bu tür beşeri sistem ve kanunları kalbiyle de olsa kabullenmeyip rıza göstermeyerek reddetmesidir.
Ben, bu meseleyi çok araştırdım. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında teşri -hukuk sistemi ve kanunların tesbiti- meselesi gerçekten beni çok meşgul etti. Çünkü ben Mısır'da doktora tezi hazırlarken Enver Sedat'ın döneminde hapishaneden Müslümanlar çıktılar. Bunlar bu mesele hususunda farklı görüşler taşıyorlardı. Bunlardan bir kısmı; tüm insanları tekfir (küfürle itham) ediyor, diğer bir kısmı; Müslüman veya kâfir olduklarına dair herhangi bir hüküm vermekten kaçınıyor, üçüncü bir kısım ise "la ilahe illallah Muhammeden Rasullullah" diyen bütün insanların Müslüman olduklarını söylüyorlardı.
Bu konu beni çok uğraştırdı, meşgul etti. Çünkü bu Müslümanlardan bazıları camilerde namaz kılmıyordu. Bu ise büyük kargaşalara sebeb oldu. Tekfir meselesini gündeme getirenlerden biri rahmetli Mustafa Şükrü. Enver Sedat, Mustafa Şükrü'yü Mısır Vakıflar Bakanı Zehebi isimli bir zatın öldürülmesi ile yargıladı ve idam etti. Mustafa Şükrü şu kaideyi işleterek kendi cemaatine girmeyenlerin kâfir olduğu kanaatinde idi. "Kâfiri tekfir etmeyen (kâfir olduğunu söylemeyen) kâfirdir. Kâfirin küfründe şüphe eden kâfirdir."
Bu şekilde düşünen gençler hapishanede Müslüman Kardeşler cemaatinin lideri üstad Hasan Hudeybi'nin yanına varmışlar ve ona;
- "Sen Mısır cumhurbaşkanı Abdunnasır'ın kâfir olduğunu söylüyor musun?" demişlerdir. Hüdeybi de;
- "Abdunnasır'ın kâfir olduğunu söylesek ne kazanırız, söylemesek ne kaybederiz" diye cevap vermiştir. Tabi bu söz Hudeybi'nin aleyhine tam bir delil olarak ileri sürülmüştür. Hâlbuki Hüdeybi aslında siyasi bir cevap vermiştir. Fakat gençler Hudeybi'yi anlayamamışlar, onu da tekfir etmişler, böylece ayrılıp yeni bir grup oluşturmuşlardır. Artık Hudeybi'nin arkasında namaz kılmaz olmuşlardır. Bunlar hapishaneden çıktıktan sonra karşılaştıkları kişilere;
- "Abdunnasır ve Sedat hakkındaki görüşün nedir?" diye sorarlar, onların kâfir olduklarına dair cevap aldıktan sonra
- "Hüdeybi hakkında görüşün ne?" derlerdi. Onun Müslüman olduğu cevabını alınca da;
- "Fakat o kâfir olan Abdunnasır'ın kâfir olduğunu söylemiyor. Kâfire kâfir demeyen de kâfirdir" diyorlardı. Sen onlara "hâşâ ben Hudeybi'yi tekfir edemem" deyince de seni de kâfirler listesine ilave ederlerdi.
Vallahi! Bir gün yanıma devamlı gidip gelen ve beni seven Ürdün'lü bir genç geldi. Bu genç Mustafa Şükrü'yü önder edinmiş, onun görüşlerine hayran olmuştu. Vakıa ben bu genç kadar imanı hakkında gayretli olan ve dinine bağlı olan birini görmedim. Bu genç eczacılık fakültesinde okuyordu. Kahire'de gelip bazı günler benim yanımda orucunu açıyordu. Yine günlerden bir gün Mustafa Şükrü ile görüştükten sonra beni ziyarete geldi. Benimle konuşmaya başladı. Ben onunla tartışıyordum. Nihayet namaz vakti geldi. Baktım ki o arkamda namaz kılmaya yanaşmıyor. Dedim ki:
- "Buyur sen namaz kıldır." O bana namaz kıldırdı. Ben namaz için öne geçtiğim zamanlarda ise;
- "Ben namazları cem ettim" diyordu. Ben onu açmak istiyordum. Bir gün dedim ki:
- "Benim hakkında görüşün nedir?" Dedi ki:
- "Açık mı konuşayım." Dedim ki:
- "Evet açık konuş." Dedi ki:
- "Ben senin kâfir olduğunu söylüyorum." Dedim ki:
- "Peki arkadaşım neden? Mesele ne?" Dedi ki:
- "Sen Müslüman Kardeşler'densin." Dedim ki:
- "Güzel, ben onlardanım." Dedi ki:
- "Müslüman Kardeşler'den olan herkes kâfirdir."
- "Niçin?" dedim. Dedi ki:
- "Çünkü onlar kâfir Hudeybi'nin kâfir olduğunu kabul etmiyorlar."
Düşünüyor musunuz? Bu kadar kolay bir şekilde bunu söylüyor. Dedim ki:
- "Gel buraya arkadaş. Dinle beni. İmam Şafii ile İmam Ahmed bin Hanbel, kasıtlı olarak namazı terk edenin hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafii tekfir etmemiş, İmam Ahmed ise tekfir etmiştir. Bunlar birbirleri ile tartışmalarına rağmen hiçbiri diğerini tekfir etmemiştir." Fakat bu genç çok hararetli ve cüretkâr olduğundan bana şu cevabı verdi:
- "Şayet ben orda olsam, Şafii ile tartışsaydım Şafii de namazı kılmayanın kâfir olmadığını söyleseydi, ben Şafii'yi tekfir ederdim." Ben de dedim ki:
- "La havle vela kuvvete illa billâh. Artık burda mesele bitti. Mesele bu noktaya kadar ulaşınca artık yapacak bir şey kalmadı." Biliyor musunuz bundan sonra bu gence ne oldu? Mustafa Şükrü'nün meselesinden dolayı yargılandı, on beş sene ceza giydi, hatta şu ana kadar hapishanede olduğunu sanıyorum. Fakat şu hususu göz önünden kaçırmamak lazım. Bunlar çok hararetli gençler. Bu nedenle diğer gençlerin kalblerini çelmişlerdir. Bunun sebebi ise harici fırkasına mensub olan insanlar gibi açık sözlü olmaları ve dediklerini harfiyen yapmalarıdır. İstihbarattan herhangi bir kimse kendilerine; "sosyalizm hakkında görüşün nedir?" diye sorduğunda ona cevapları şu oluyordu; "Kısa kes. Bana "Sedat hakkında görüşün ne?" diye sor. Sedat kâfirdir. Ona her yardım eden de kâfirdir. Onun verdiği kararı kabul eden herkes de kâfirdir."
Böylece bu gençler istihbaratın işini kolaylaştırıyorlardı. İşte onların bu kadar açık sözlü olmaları gençleri kendilerine çekti. Kuru odunların tutuşmasında ateşin yayılması gibi gençlerin arasında süratle yayıldılar. İşte bütün bunlardan dolayı insanları tekfir etme meselesi beni çok, çok uğraştırdı.