Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Sahih İlmihal > ZADU'L-MEAD ibn kayyim el-cevziyye

!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
1— Hz. Peygamberdin (s.a.) Liân Hakkındaki Hükmü:


Yüce Allah şöyle buyurur: "Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, besince defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.
Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır."(1>
Sahihayrfâa. Sehl b. Sa'd hadisi şöyledir: Uveymir el-Aclânî, Âsim b. Adiy el-Ensarî'ye gelerek: "Ne dersin ya Âsim! Bir adam karısının yanında birini bulursa onu öldürür. Siz de kendisini öldürür müsünüz?. Yoksa ne yapar? Şunu benim için ya Âsim, Rasûlullah'a (s.a.) soruver!" demişti. Âsim da Rasûlullah'a (s.a.) sormuş, Rasûlullah (s.a.) bu suallerden hoşlanmamış; onlan ayıp görmüştü. Hatta (bu meyanda) Rasûlullah'tan işittiği sözler, Âsım'a ağır gelmişti. Âsim evine dönünce Uveymir gelmiş ve: "Ya Âsim! Rasûlullah (s.a.) sana ne dedi?" diye sormuştu. Âsim: "Sen-bana hayır getirmedin; Rasûlullah (s.a.) kendisine sorduğum sorudan hoşlanmadı." dedi. Uveymir: "Vallahi ben bu meseleyi ona sormaktan vazgeçmeyeceğim." diye karşılık verdi. Derken Uveymir kalkarak, halk arasında bulunan Rasûlullah'ın yanına geldi.

1. Nûr, 24/6-9.

ve: "Ya Rasûlullah! Ne buyurursun, bir adam karısının yanında birisini bulursa onu öldürür, siz de kendisini öldürür müsünüz; yoksa ne yapmalı?" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Seninle zevcen hakkında âyet indi. Haydi git de onu getir" buyurmuştu.
Sehl şunu söyledi: Müteakiben Iiân yaptılar. Ben de halk ile beraber Rasû-iullah'ın yanında idim. Liânı bitirdikleri vakit Uveymir: "Eğer karımı nikâhım altında tutsam, hakkında yalan söylemiş (oldum) Ya Rasûlallah!" demiş ve kendisine Rasûlallah (s.a.) emretmeden onu üç talâkla boşamıştı.
Zührî şöyle der: "Artık bu, Hân yapanların âdeti olmuştur."
Sehl devamla: "Kadın hamile idi. Artık çocuğu annesinin adı ile çağrılıyordu. Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere, çocuğun kadına, kadının çocuğa varis olması sünnet halini aldı." demiştir.
Bir rivayette: Mescidde Hânda bulundular ve Hz. Peygamber'in yanında karısından ayrıldı. Hz. Peygamber: "İşte Hân yapanlar arasındaki ayırma (tefrik) budur." buyurdu, denilmektedir.{2)

SehTinf "Kadın hamile idi..." sözü Buharî'de Zührî'nin sözü olarak verilmiştir. Buharî'nin rivayetinde şu da vardır: Sonra Hz. Peygamber: "Bakınız, eğer bu kadın, vücudu siyah, gözlerinin siyahı koyu, kıçının iki yanı büyük, baldırları kaba tipte bir çocuk getirirse, muhakkak ben Uveymir'in bu kadına zina isnadında doğru olduğunu sanırım. Eğer kadın kelergillerden kızılca kurt gibi kızıl bir çocuk doğurursa, bu defa da ben şüphesiz kadına bühtan ve iftira ettiğini sanırım." buyurdu. Sonra çocuk, Rasûlullah'ın Uveymir'i tasdik yollu tasvir ettiği şekilde doğdu.
Bir rivayette: "Kadın hamile idi. (Uveymir) hamli(n kendisinden olduğunu) inkâr etti." şeklindedir.(3)
Sahih-i Müslim'de İbn Ömer anlatır: Falan oğlu falan Hz. Peygamber'e: "Ya Rasûlullah! Ne buyurursun, birimiz karısını kötülük yaparken bulsa ne yapmalıdır? Konuşmuş olsa, pek büyük bir şey hakkında konuşacak; sussa yine böyle bir şey hakkında susacak!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) sükut buyurdu; ona cevap vermedi. Biraz arası geçince o adam tekrar gelerek: "Ya Rasûlallah! Sana sorduğum başıma geldi." dedi. Bunun üzerine Allah (c.c), Nûr süresindeki: "Kanlarına iftira atanlar..." âyetlerini indirdi. Hz. Peygamber (s.a.) bunlan o zata okudu, kendisine vaaz ve nasihatta bulundu. Dünya azabının ahiret azabından kolay olduğunu ona haber verdi. Adam: "Hayır! Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, kanma iftira etmedim." dedi. Sonra kadını çağırdı. Ona da vaaz ve nasihatta bulundu ve dünya azabının ahiret azabından kolay olduğunu haber verdi. Kadın: "Hayır! Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bu adam hakikaten yalancıdır!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) (Hâna) erkekten başladı. Adam kendisinin gerçekten doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah'a şehadet etti. Beşinci şehadet: Eğer yalaıicılardansa Allah'ın laneti kendi üzerine olması idi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) bunlan kadına tekrarlattı. O da: Adamın gerçekten yalancılardan olduğuna, dört defa Allah'a şehadet etti. Beşincide: Şayet kocası doğru söyleyenlerdense Allah'ın gazabı kendi üzerine olması idi. Müteakiben Hz. Peygamber onları birbirinden ayırdı.(4)

2. Buharı, 68/29; Müslim, 1492(1,2,3)
3. Buharı, 65/24 (1)



Sahihayn'da, şöyle belirtilir: Hz. Peygamber'in Hânda bulunan eşlere: "Hesabınız Allah'a kalmıştır. Biriniz yalanadır. Senin kadın aleyhine bir deliHn yok." buyurdu. Erkek: "Ya Rasûlallah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım?" diye sordu. Hz. Peygamber: "Sana mal yok. Eğer kadın aleyhinde doğru söylediysen, mal, fercinin sana helâl olmasına tekabül eder. Yalan söylediysen, bu mal talebi senin için ondan daha uzaktır." buyurdu.
Yine Sahihayn'd&ki bir rivayette Hz. Peygamber: "Vallahi, ikinizden biri mutlaka yalancıdır. Tövbe edeniniz var mı?" buyurmuştur.<5>

4. Müslim, 1493.
5. Buharı, 68/33; Müslim, 1493 (5,6).

Yine Sahihayn'da îbn Ömer'den nakledilmiştir: Bir adam Hz. Peygamber (s.a.) devrinde Hânda bulundu. Rasûlullah (s.a.) onları ayırdı ve çocuğu annesinin (nesebine) kattı.*6*
Müslim'de İbn Mes'ûd hadisinde Hân edenlerle ilgili olayda şu anlatılır:
Erkek, kendisinin hakikaten doğru söyleyenlerden olduğuna Allah'a dört defa şehadette bulundu. Sonra beşincide: Eğer yalancılardan isem Allah'ın laneti kendi üzerime olsun, diye lanette bulundu. Arkasından kadın Hân yapmaya kalktı. Rasûlullah (s.a.) ona: "Vazgeç!" buyurdu. Fakat kadın razı olmadı ve Hân yaptı. Onlar dönüp gittikten sonra Hz. Peygamber: "Umulur ki bu kadın, kara, cılız bir çocuk doğurur." buyurdu. Müteakiben kadın kara, cılız bir çocuk doğurdu.(7)

6. Buhar; 68/33; Müslim, 1494.
7. Müslim, 1495.


Yine Sahih-i Müslim'de Enes b. Mâlik şöyle anlatır: Hilâl b. Ümeyye, karısına Şerik b. Sehma ile zina isnadında bulundu. Şerik, Berâ b. Malik'in anne bir kardeşi olup İslâm'da ilk Iiân yapan adamdı. Hilâl kansı ile Iânet-leşti. Bunun üzerine Rasûluilah (s.a.): "Kadını gözetleyin! Eğer beyaz (tenli), düz saçlı, bozuk gözlü bir çocuk doğurursa, çocuk Hilâl b. Ümeyye'ye; sürmeli gözlü, cılız, ince baldırh doğurursa Şerik b. Sehma'ya aittir." buyurdu. Bilahare haber aldım ki kadın sürmeli gözlü, cılız, ince baldırh bir çocuk doğurmuş.(
Sahihayn'da. İbn Abbas, benzeri bir ifadeyle bu olayı anlatmıştır. İbn Abbas'a bir adam: Rasûlullah'ın: "Bir kimseyi şahitsiz recmetseydim, bu kadını recmederdim." buyurduğu kadın bu mudur? diye sormuş. O da: "Hayır, o İslâm'da aşikâr kötülük işleyen bir kadındı." cevabını vermiştir.(9)

Bu hadisin Ebu Davud'a ait rivayetinde İbn Abbas şöyle demiştir: "Hz. Peygamber onları ayırdı ve çocuğun, baba adıyla çağrılmamasına, ne kadına ne de çocuğa zina isnadında bulunuimamasına; kim kadına ya da çocuğa zina isnadında bulunursa kendisine (iftira) cezası gerekeceğine hükmetti. Ayrıca talaksız ayrılmış oldukları için ölüm iddeti de olmadığından kocanın kadın lehine mesken ve nafaka (iddet nafakası) yükümlülüğü olmadığına da hükmet-ti."(10)

Buharî zikreder: Hilâl b. Ümeyye, Nebî (a.s.)'ın huzurunda kansma, Şerik b. Sehma ile zina etti, diye söz attı. Rasûluilah da Hilâl'e: "Dört şahidini hazırla, yahut arkana had (vurulur)." buyurdu. Bunun üzerine Hilâl: "Ya Rasûluilah! Bizim birimiz karısının üstünde bir erkek görürse şahit aramağa mı gidecek? (Şahit getirinceye kadar) işini görüp savuşmaz mı?" diye itiraz etti. Rasûl-i Ekrem: "Sen şahitlerini hazırla, aksi takdirde arkana iftira cezası (seksen değnek) vurulur." demeğe devam etti. Bunun üzerine Hilâl b. Ümeyye: "Ya Rasûlallah! Seni hak peygamber gönderen Allah Teâlâ'ya yemin ederim ki, muhakkak ben kesin olarak doğru söylüyorum ve eminim ki, Allah benim sırtımı hadden kurtaracak bir vahiy, bir âyet gönderecektir." dedi. Bu sırada hemen Cibril İndi, Rasûl-i Ekrem'e: "Eşlerine zina isnad edip de..."(lı> âyetlerini getirdi. Bunun üzerine Rasûluilah, kadına haber gönderdi. Kocası Hilâl de hazır bulundu. îlk önce Hilâl şehadet ve yemin etti. Rasûl-i Ekrem:

8. Müslim, 1496.
9. Buharî, 68/36; Müslim, 1497.
10. Ebu Davud, 2256; Ahmed, 2131; Tayalisî, 2667; Taberî, 18/65, 66. Senedinde Abbâd b. Mansur vardır. O hafızasının iyi olmaması ve tedlisciliği sebebiyle zayıf bir ravidir. Ancak hadisi İbn Hacer (et-Telhîs, 3/227'de) Hailâl'ın el-İtel'inden, îbn İshak tariki ile, Amr b. Şuayb'ın da babası ve dedesi vasıtasıyla buna benzer bir hadisi zikretmiştir.
11. Nur, 24/6-9.

"Allah muhakkak bilir ki, sizin biriniz elbette yalancıdır. Şu halde içinizden tevbe eden (ve Han yemininden dönen) var mıdır?" buyurdu. Sonra karısı şehadette bulundu. Beşinci yemine sıra geldiğinde, mecliste hazır

bulunanlar, kadını durdurarak: "Bak kadın! Bu beşinci yemin azabı mucibtir." ihtarında bulundular.
Râvi îbn Abbas der ki: Bu ihtar üzerine kadın biraz ağırlaşip durakladı. Hatta biz kadını yemin etmekten vazgeçecek ve geri dönecek sandık. Sonra kadın (kendisini toplayıp): "(Şimdiye kadar şerefle yaşamış) kavim ve kabilemi ben bundan sonraki günlerde rezil ve rüsvay etmem!" diyerek Iiân yeminini yerine getirdi. Sonra Rasûl-i Ekrem: "Bu kadına bakınız. Eğer gözleri sürmeli, iki kıçı iri, baldırları kalın bir tipte çocuk dünyaya getirirse, çocuk Şerik b. Sehma'ya aittir." buyurdu. Kadın da hakikaten böyle bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Rasûluilah: "Eğer Allah'ın Kitab'mın Iiân hükmü infaz edilmemiş olsaydı, benimle bu kadın arasında bir macera vardı (Yani ben o kadına zina cezası icra ederdim.)" buyurdu.(12)
12. Buharî, 65/24.

Sahihayn'da rivayet edilir. Sa'd b. Ubâde: "Ya Rasûlallah! Ne buyurursun, karısının yanında bir adam bulan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Rasûluilah (s.a.): "Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd: "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim, ki bilâkis evet!" demişti. Bunun üzerine Rasûluilah: "Efendinizin söylediğine kulak verin!" buyurmuştu.

Bir başka rivayette: "Ya Rasûlallah! Eşimin yanında bir adam bulursam dört şahit getirinceye kadar ona mühlet verecek miyim?" diye sormuş. O da: "Evet!" cevabım vermişti.
Bir başka rivayette: "Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit getirinceye kadar dokunmayacak mıyım?" diye sordu. Rasûl-i Ekrem: "Evet!" cevabını verdi. Sa'd: "Asla olamaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben onu bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" dedi. Rasûluilah (s.a.) şöyle buyurdu: "Efendinizin söylediğine kulak verin. O hakikaten gayur (kıskanç, gayretli) dur. Ben ondan daha gayurum. Allah da benden daha gayurdur."

Bir başka rivayet ise şöyledir: "Ben eşimin yanında bir adam görürsem onu mutlaka ters tarafını çevirmeden kılıçla vururum." dedi. Bu söz Rasû-lullah'ın (s.a.) kulağına vardığında şöyle buyurdu: "Siz SaM'ın gayretine şaşıyor musunuz? Vallahi ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur. Gayretinden dolayıdır ki, Allah kötülüklerin aşikârını, gizlisini haram


kılmıştır. Allah'tan daha gayur, hiçbir şahıs yoktur. Allah'a olduğundan fazla hiçbir kimseye özür makbul olamaz. Bunçlan dolayıdır ki Allah, Peygamberi müjdeci ve korkutucu olarak göndermiştir. Allah'tan başka hiçbir kimseye övgü daha makbul değildir. Bundan dolayıdır ki, Allah cenneti vaad etmiş-
tir.(13)

2— Liân Her Eş Arasında Yapılabilir:

Bu hadislerden birçok hüküm çıkmaktadır:
Lîân her eş arasında yapılabilir: Eşlerden her ikisinin ya da birisinin müslü-man, kâfir, âdil, fasık, iftira cezasına çarptırılmış olup olmamaları arasında fark yoktur. İshak b. Mansur rivayetinde İmam Ahmed şöyle demiştir; "Bütün eşler liân yapabilirler. Hür erkek, zevcesi olan hür kadın ve cariyeye; köle zevcesi olan hür kadın ve cariyeye karşı; müslüman koca yahudi ya da hıris-tiyan zevcesine karşı Iiânda bulunabilir.'* Bu aynı zamanda Mâlik, İshak, Saîd b. Müseyyeb, Hasan, (el-Basrî), Rebîa, Süleyman b. Yesâr'ın da görüşleridir.
Re'y âlimleri, Evzaî, Sevrî ve daha başka bir grup da Iiâmn ancak müslüman, âdil, hür ve iftira cezasına çarptırılmamış eşler arasında cari olabileceği görüşünü benimsemişlerdir. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet edilmiştir.

Bu iki görüşün yaklaşımları şu şekildedir: Liân kendisinde iki özelliği bir arada toplamaktadır: Yemin ve şehadet. Nitekim Yüce Allah liâna, "şehadet" tabirini kullanırken Hz. Peygamber de: "Eğer yeminler olmasaydı, onunla benim aramda bir macera olurdu." buyurduğunda "yemin" ifadesini kullanmıştır. Dolayısıyla yemin tarafını ağır bastıranlar yemin yapması sahih olan herkesin Hânda bulunabileceğini söylemişlerdir. Bunlara göre, "Kadınlara zina isnadında bulunanlar..." ifadesinin genel (âm) oluşu da bunu gerektirmektedir. Hz. Peygamber onu yemin diye İsimlendirmiştir; Allah'ın ismine ve tekitli bir yemin sözcüğüne ve onun cevabına ihtiyaç vardır. Yine yemin olduğu içindir ki, Hânda —şehadetin aksine— kadın ve erkek eşittir. Eğer şehadet olsaydı, lâfzı tekrarlanmazdı. Yemin ise öyle değildir. Kasâmede olduğu gibi, yeminin tekrarlanması meşrudur. Hem şehadeti makbul olmayan bir insanın liân ve çocuğun reddine olan ihtiyacı, şehadeti makbul insanların ihtiyacı ile aynıdır. Şehadeti makbul olmayanın başına gelen ve Hâna götürecek olan durum, âdil ve hür insanın başına gelen durum gibidir. Şeriat iki türden birinin zararım kaldırıp, onun hakkında bir çıkış ve kurtuluş yolu indirip de, diğer türü sıkıntı

13. Buharı, 86/40; Müslim, 1498, 1499.

ve ağır yükler altında eli kolu bağlı bir vaziyette bırakmaz. Mümkün müdür ki şeriatte, bir kişi yardım isteyecek de ona el uzatılmayacak eman isteyecek eman verilmeyecek, konuşmuş olsa konuşamayacak (çünkü ceza var), sussa susamayacak (çünkü içi rahat etmeyecek), Allah'ın rahmeti ona dar gelece! ve sadece şehadeti makbul insanları kapsayacak olsun? Bu, Rahmet Peygarhj beri'nin hoşgörü ve genişlik esasına dayalı şeriatının asla kabul etmeyeceği bir durumdur.

Diğerlerinin delilleri: Yüce Allah (c.c): "Eşlerine zina isnadında bulı nup kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahı ligi..." buyurmaktadır. Bu âyette üç açıdan delil vardır:
Birincisi: Yüce Allah lian yapacak kocaları şahitlerden istisna kılmıştıı . Buradaki istisna kesinlikle istisna-ı muttasıldır. Bu yüzdefı de kelimesi merfu olarak gelmiştir.
İkincisi: Kocaların Hânda bulunmalarının bir şehadet olduğunu tasrj ı etmiş, sonra Yüce Allah daha ziyade beyanda bulunarak: "Kadının, kocajf nın yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitli etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gaz! bınm kendi üzerine olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır." buyui muştur.
Üçüncüsü: Yüce Allah liân ifadelerini şahitlerin yerine bedel kılmış bulunmamaları durumunda onların yerini aldırmıştır.

Amr b. Şuayb, babası ve dedesi kanalıyla Hz. Peygamber'in: "Ne ı köle, ne de iki kâfir arasında liân yoktur." buyurduğunu rivayet eder. E'|u Ömer b. Abdİlber, bunu et-Temhîd'de zikretmiştir. |
Dârakutnî yine aynı zattan, aynı senetle merfu olarak: "Dört (grup) vardır ki bunlar arasında liân yoktur: Hür ve cariye arasında liân yoktur. Hür kadın ve köle arasında liân yoktur. Müslüman ve yahudi kadm arasında liân yoktur. Müslüman ve hıristiyan kadm arasında liân yoktur."(14) hadisini nakleder.
Abdürrezzak, Musannef İnde İbn Şihab'dan, şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygamber'in, (Mekke valisi) Attâb b. Esîd'e talimatından birisi de: "Dört (grup) arasında liân yoktur." buyurarak yukardakileri saymasidır.(15)

14. Dârakutnî, 3/163. Senedinde metruk olan Osman b. Abdurrahman el-Vakkâsî vardır. Yine Dârakutnî ve İbn Mace başka bir tarikten de rivayet etmişlerdir. Onun senedinde gerçekten çok zayıf olan Osman b. Atâ el-Horasânî vardır. Evzaî ile İbn Cüreyc —ki ikisi de büyük imamdırlar—, Amr b. Şuayb—babası—dedesi tarikiyle bu sözü rivayet ermişler, fakat Hz. Peygamber'e ref etmemişlerdir. Bk. Musannef, 12508 ve Dârakutnî1 nin Sürei

15. Musannef, 12498.

Hem sonra liân şahitlikten bede! ve şahitlerin bulunmaması halinde onların yerine kâim kılınmıştır. Dolayısıyla ancak şahitlikleri makbul olan kimseler liân yapabilirler. Liân şahitlik sayıldığı içindir ki, kadın Hândan kaçındığında kocanın yaptığı dört liân ifadesi, dört zina şahidi yerinde kabul edilerek zina cezasına çarptırılmaktadır.

Bu geçen yeminler olmasaydı, benimle onun arasında bir macera olurdu." şeklindeki hadise gelince; mahfuz olan ve Buhari'de yer alan ifadesi: = Eğer Allah'ın Kitab'ında geçen (hüküm) olmasaydı..." şeklindedir.
şeklindeki rivayet Abbâd b. Mansur'un rivayetidir.
Pek çok kimse onu tenkit etmiştir. Yahya b. Maîn: "O bir şey değildir." demiş. Ali b. el-Huseyn b. el-Cüneyd er-Râzî: "Metruktür, kadercidir." demiş. Nesâî de zayıf olduğunu söylemiştir.
Şeriatte yerleşik bir kaide vardır: Beyyine, müddeî üzerine, yemin de münkir (inkâr eden davacı) üzerinedir. Koca burada iddia makamındadır. Dolayısıyla onun Hânı şehadet olmaktadır. Eğer yemin olsaydı, müdeî (davacı) olduğu için (liân) kendi tarafına düşmezdi.

Birinci görüş sahiplerinin cevaplan:

Liâna şehadet isminin verilmesi, Hânda bulunanın yemininde: ( it, jl^Î ) "Allah adına şahitlik ederim ki..." demesindendir. Lâfzına itibarla her ne kadar yemmse de, bu şekilde şehadet diye isimlendirilmiştir. Nasıl yemin olmaz ki, Hânda bulunan kasem ve cevabı ile onun yemin olduğu tasrih edilmiştir. Yine, ( İÜ -4J.Î ) demesi durumunda bununla yemin etmiş olmaktadır. Bu yeminde sarih bir ifade olduğu için yemine niyet edip etmemesi durumu değiştirmez. Araplar hem lügatlerinde, hem de kullanışlarında bu ifadeyi yemin saymaktadırlar. Kays şöyle demiştir:
"Allah yanında şehadet ederim ki, ben onu gerçekten sevmekteyim. İşte budur onun bendeki yeri; acep nedir

ondaki benim yerim."(16)
Bu beyitte, bir insanın Allah'ın ismini zikretmese bile sadece ( .Î4İ1 ) demesiyle yemin etmiş olur görüşünde olanlar için delil vardır. İmam Ahmed'-den gelen bir rivayet de öyledir. İkinci rivayete göre, ancak niyetle yemin olur. Bu, aynı zamanda çoğunluğun görüşü olmaktadır. ( Jıı j^ıî ) demesi ise, niyet-

16. Beyit Divan'ının 300. sayfasındaki kasidesindedir.

siz mutlak zikrinde bile yine çoğunluğa göre yemindir.
îlâ yapanların şahitlerden istisnası konusuna gelince; şöyle denilebilir: Herşeyden önce âyetindeki
mânasında sıfattır. Yani şeklindedir. Çünkü kelimeleri sıfathk ve istisnaiık mânalarında birbiri yerine kullanılabilir. anlamında ile istisna yapılabilir. anlamında ile vasıflandınlmaya gidilebilir. (Bu takdirde mâna, "şahid olarak sadece kendileri" değil de; "kendilerinden gayrı şahitleri..." şeklinde olur.)
İkinci olarak,kelimesi dan müstesnadır. Ancak bu istisnanın Benî Temim lûgatına göre munkatı olması caizdir. Çünkü onlar isîisnay-ı munkatı'da da, müstesnayı bedel olmak üzere okuyorlar. Nitekim hem onlar, hem de Hicazİılar istisnay-ı muttasılda da, müstesnayı bedel oîmak üzere i'raba tâbi tutmaktadırlar.
Üçüncü olarak,kelimesi dan, sadece sözlerinin kabulü konusunda onların yerlerinde tutuldukları için istisnaya gidilmiştir. Bu izah, özellikle de, kadın Hândan kaçındığında, kocanın Hânı durumunda recmedi-lir görüşünde olanlara göre —ki sahih olan da budur— gerçekten güçlüdür. İnşaallah izahı ilerde gelecektir. Doğrusu şudur: Liân iki vasfı bir arada bulundurmaktadır: Yemin ve şehadet. O hem kasem ve tekrarla tekid edilmiş bir şehadettir; hem de şartlar gereği durumun te'kidini gerektirdiği için şehadet lâfzı ve tekrarlan yapılmış ağır bir yemindir. Bu yüzden Hânda on türlü te'kid bulundurulmuştur:

1— Şehadet lâfzının zikri.
2— Kasemin Rab Teâlâ'nın yüce isimlerinden ve esmâ-i hüsnânın bütün mânalarını içinde toplayan "Allah" (c.c.) ismi ile zikredilmiş olması.
3— Cevap cümlesinin, üzerine kasem edilen şeyin te'kidini sağlayan edatlardan olan ( jı ), ve ( J ) ile te'kidi.
4— Bunun dört defa tekrar edilmesi.
5— Beşinci defasında, eğer yalancılardansa kendi üzerine Allah'ın llıe-tini istemesi.
6— Hz. Peygamber'in, beşinci yemin sırasında, onun Allah'ın aza*im gerektirici olduğunu ve dünya azabının ahiret azabından ehven olduğunu b| irt-mesi. r
7— Kocanın Hânını, kadın üzerine azabın husulünü gerektirici kılması.
Azabdan maksat ya haddir ya da hapistir; kadının Iiânım da, kendisinden azabı uzaklaştırıcı kılması.
8— Bu Hân, ikisinden biri üzerine, ister dünyada ister ahirette olsun mutlaka azabı gerektirmektedir.
9— Liânda bulunan eşleri ayırmak, kadının yuvasını ayrılıkla yıkmak, harab etmek-
10— Ayrılığın ve aralarındaki haramlığın devamlı olması.

Liânın durumu işte böyle olunca, o hem şehadetle iç içe bulunan bir yemin; hem de yeminle birlikte olan bir şehadet kılınmıştır; liânda bulunan erkek sözünün kabulü için şahit gibi sayılmıştır. Eğer kadın Iiâna yanaşmayacak olsa şahitliği yürüyecek ve kadın had esasına çarptırılacaktır. Erkeğin şahitliği ve yemini iki şey ifade etmektedir: Kendisinden (iftira) haddini düşürmekte, kadına (zina) haddini gerektirmektedir. Eğer kadın da liânda bulunur ve böylece erkeğin liânı başka bir Iiânla karşılaşırsa, bu durumda erkeğin Hânı sadece kendi üzerinden haddin düşmesini sağlar, kadın üzerine haddin uygulanmasını gerektirmez. Böylece erkeğin liânı, kadına değil de kendisine nisbetle şehadet ve yemin olmaktadır. Çünkü eğer liân sırf bir yemin olsaydı, erkeğin 'nücerred yeminiyle kadın had cezasına çarptırılmazdı. Eğer şehadet olsaydı, sadece kendisinin şahitliğiyle kadına yine had tatbik edilmezdi. Ama buna kadının Hândan kaçınması da eklenince, erkek hakkında, te'kidli ifadeleri ile ısrarı ve kadının da kaçınması sebebiyle şehadet ve yemin tarafı kuvvet kazanır, bu durum erkeğin doğruluğuna açık bir delil olur ve ondan (iftira) haddini düşürür; kadına da (zina) cezasını vacip kılar.
Bu olabilecek en güzel hükümdür. Düşünen bir kavim için Allah'tan daha güzel hükmü olan kim vardır! Böylece ortaya çıkmıştır ki, liân hem yemindir, içinde şehadet mânası vardır, hem de şehadettir, içinde yemin mânası vardır.

Amr b. Şuayb'ın, babası ve dedesi kanalıyla rivayet ettiği hadise gelince; eğer onun Amr'a ulaşması sahih olsaydı, ne kadar açık bir delâleti olurdu. Ama heyhat! Amr'a ulaşıncaya kadar tarikinde nice badireler, nice uçurumlar var! İbn Abdilber: "Bu hadisin senedinde Amr b. Şuayb'dan beride kendisine güvenilebilecek hiçbir kimse yoktur." demiştir.

Dârakutnî'nin rivayet ettiği diğer hadisine gelince, onun da yolu üzerinde Osman b. Abdurrahman el-Vakkâsî vardır. Hadisçİlerin icmaı ile o da "metruk"tur. Dolayısıyla onun yüzünden hadisin yolu kesiktir.

Abdürrezzak'ın rivayetine gelince, hadisçilere göre Zührî'nin mürselleri zayıftır ve delil olarak kullanılamaz. Hem Attâb b. Esîd, Hz. Peygamber'in Mekke valisi idi. Mekke'de yahudi ya da hıristiyan yoktu ki Hz. Peygamber ona, onlar arasında liânda bulunmaması talimatını versin.
"Bu geçen yeminler olmasaydı..." hadisini reddediyorsunuz. Oysa ki hadisi Ebu Davud Sünen'mde rivayet etmiştir. İsnadı da fena değildir. Seneddeki Abbâd b. Mansur'a sarılmanız, reddi için yeterli değildir. Onun en büyük kusuru kaderci olması ve mezhebinin propagandasını yapmasıdır.'171 Bu ise hadisinin reddini gerektirmez. Sahih'te, doğruluğu bilinen kimselerden olmak kaydıyla Kaderiyye, Mürcie, Şia'ya mensup birçok râviye yer verilmiştir.(I8) "Eğer Allah'ın Kitab'mda geçen (hüküm) olmasaydı..." ifadesi ile "Bu geçen yeminler olmasaydı..." rivayeti arasında bir zıdhk da yoktur ki, iki lâfızdan birinin diğerine tercih ve takdimine ihtiyaç duyulsun. Çünkü, "geçen (söylenen) yeminler" bizzat Allah'ın kitabındadir; Allah'ın kitabı da, liânda bulunan eşler arasında vaz'ettiği hükmüdür. Hz. Peygamber bu sözüyle, "Eğer Allah'ın, liânda bulunan eşler arasını ayıran hükmü geçmiş olmasaydı..." demek istemiştir.

"Şehadet (beyyine) davacı tarafına, yemin de davalı tarafına düşer." kaidesinin şeriatta yerleşikliğiyle ilgili sözünüze birkaç açıdan cevap verilebilir:
Birincisi: Şeriat bu kaide üzerinde sabit değildir. Aksine kasâmede davacıların yemini ile işe başlamaktadır. Bu karinelerle (levs) onların tarafının daha güçlü olmasından dolayıdır. Dolayısıyla şeriattaki bu kaide, yeminin taraflardan daha güçlü olanın tarafına ait olması şeklindedir. Berâet-i asliyye (asıl olan suçsuzluktur ükesin)den dolayı davalı tarafı daha güçlü olduğu için, genelde yemin davacı üzerindedir. Ama kasâmede, karinelerle davacı taraf güç kazanınca, güçlü taraf olması hasebiyle yemin, onların tarafına geçmiştir. Sahih olan görüşe göre, yine aynı şekilde davalının nükûlü (yeminden kaçınması) ile, davacı tarafının güç kazanması durumunda da kendisine: "Yemin et, hak kazan." denilir. Bu durum, imkânlara göre, kulların çıkarlarının korunması

17. Hayır, aksine hafızası bozuk, tedlisçi birisidir. Ömrünün sonunda değişmiştir.
18. İbn Hibbân Sahih'inde (1/120) şöyle der: "Râvilerden, Mürcie, Rafızîlik vb. gibi çeşitli mezheplere mensup olanlara gelince, eğer bunlar ortaya koyduğumuz bu şartlara sahipseler onların rivayetlerini delil olarak kullanır; mezheplerini, inançlarını da Allah (c.c.) ile kendileri arasına bırakırız. Ancak mezhebin dâiliğini yapıyorsa o hariç. Çünkü mezhebin dâiliğini yapmış, onun müdafii olmuş ve sonunda da imamlığa yükselmiş birisinin, sika bile olsa, rivayetlerini alırsak, tebaa İçin onun mezhebine doğru bir yol açmış olur, yani öğrencilere ona itimad edilebileceğini, sözüne güvenilebileceğini telkin etmiş oluruz. Dolayısıyla ihtiyat tedbiri olarak mezhebine dâilik yapan imamların rivayetlerini kabul etmemek, ama bu mezhep tâbilerinden olan ve aradığımız şartlan haiz râvilerden rivayet etmek gerekir."

için konulan ilâhî şeriatın hikmet ve kemalinin bir neticesidir. Eğer yemin her zaman için aynı taraf üzerine meşru kılınmış olsaydı, daha ağır basan tarafın gücü heder olurdu. Bu ise Sâri' Teâlâ'nın hikmeti ile bağdaşmaz. O'nun getirdiği hüküm, bizzat hikmet ve maslahatın doruğu olmaktadır.

Bu anlaşildıysa, şimdi bakıyoruz: Burada koca tarafı kadın tarafından daha güçlüdür; çünkü kadın zina ettiğini inkâr ediyor ve kocasının bühtanda bulunduğunu söylüyor. Kocanın ise kendi mahremiyetini ortaya dökmesinde, yatağım (nesebini) ifsad etmesinde, ailesini fahişeliğe nisbetinde bir garazı yoktur. Aksine, bu onu son derece tedirgin eder ve hayatında en çok nefret edeceği bir durumdur. Dolayısıyla bu açık bir karine (levs) olur. Bir de buna kadının Hândan kaçınması (nükûlü) eklenince, durum fert veya toplum olarak herkesin kalbinde güç kazanır ve bu şer'an kadın üzerine zina hükmünün sabit olmasını gerektiren müstakil bir delil halini alır. Bu durumda kadının da, kendisinden Nûr (24/2) süresindeki: "Onların azabları.ıa mü'minlerden bir grup şahitlik etsin (orada hazır bulunsun).'* âyetinde sözü edilen azabı bertaraf edecek karşı liân yeminlerinde bulunma hakkı vardır. Eğer kocanın liânı gerçek bir beyyine olsaydı, ondan sonraki kadının yeminleri kendisinden hiçbir şey uzaklaştıramazdı. Bu, Hz. Peygamber'in hükmünden çıkarılan ikinci fasıl ile vuzuh kazanır: Faslın konusu şudur: Kadın liânda bulunmadığı zaman ne olur? Had mi uygulanır, ikrar edinceye ya da liânda bulununcaya kadar hapis mi edilir?

Fukahaya ait iki görüş vardır: İmam Şafiî ile selef ve haleften bir grup: "Had uygulanır." demişlerdir. Hicaz âlimlerinin görüşü de böyledir. İmam Ahmed: "İkrarda ya da liânda bulununcaya kadar hapsedilir." demiştir. Irak âlimlerinin görüşü de budur. İmam Ahmed'den gelen ikinci b:r rivayet ise: "Hapsedilmez, serbest bırakılır." şeklindedir.

Irak âlimleri ve onlar doğrultusunda düşünenler şöyle derler: Eğer kocanın Hânı haddi gerektiren bir beyyine olsaydı, kadın liânla ve beyyineyi tekzible haddi düşürme hakkına sahip olamazdı. Nitekim aleyhine dört zina şahidinin bulunması durumunda böyle bir yetkisi yoktur.

Koca kendisinden başka üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şehadette bulunsa, bu şahitlikle üzerine had uygulanmaz. Dolayısıyla yalnız başına yaptığı şahitlikle, kadın üzerine evleviyetle had gerekmez. Sonra koca liân yapanlardan biridir. (Tek taraf) diğeri üzerine haddi gerektirmez. Nitekim kadının liânı da koca üzerine haddi gerektirmemektedir.
Hz. Peygamber: "= Beyyine davacı üzerinedir."(19)

19. Tarikleri ve şahitleri ile hasen bir hadistir. Bk. tbn Receb el-Hanbelî, Câmiu'!-Ulûm ve'/-Hikem, s.294-295.

buyurmuştur. Kocanın burada davacı olduğunda şüphe yoktur.
Hem kocanın Hânının gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzerine haddi vacib kılmak değildir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.): "Beyyine yoksa sırtına had!" buyurmuştur. Çünkü kocanın iftirada bulunmasının gereği, yabancının iftirasının gereği gibidir; o da haddir. Yüce Allah, bu hadden kurtulması için liânla ona bir kapı açmıştır. Kadın üzerine had ikamesinin yolunu da şu iki durumdan birisinin bulunması şeklinde belirlemiştir: Ya dört şahit, ya da itiraf. Bazı sahabîlere göre de bir üçüncü durum gebeliktir. Nitekim Hz. Ömer ve bazıları bu görüştedirler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in minberi üzerinde şöyle demiştir: "Recim, muhsan (evli) olma şartıyla zina eden her erkek ve kadın üzerine; beyyine bulunması veya gebelik durumunun olması, ya da itirafta bulunması durumunda vacibtir."(20)

Hz. Ali de aynı şekilde söylemiş, had sebeplerini üç şey olarak belirlemiş, Hânı bunlardan saymamıştır.
Sonra bu kadının zina ettiği tahakkuk etmemiştir, dolayısıyla üzerine had gerekmez. Çünkü zinasının tahakkuku sadece kocanın liânı ile olmaz. Şayet sadece kocanın liânı ile tahakkuk edecek olsa, artık kadın Hânda bulunsa bile had düşmez ve bundan sonra kadına iftirada bulunana da had gerekmezdi. Sadece kadınm nükûlü (Handan kaçınması) ile de tahakkuk etmez. Çünkü had nükûl ile sabit olmaz. Zira hadler şüphe ile düşerler, hal böyle olunca nükûl ile nasıl gerekebilir? Çünkü nükûlün, aşırı utangaçlık, dili tutulmak, rezil rüsvay edici o makamın heybetinden dehşete düşmek vb. sebeplerle olması muhtemeldir. Bu durumda, beyyine olarak diğer hadlerde aranan sayının iki katının arandığı (dört erkek şahit) itirafı durumunda sahih ve sarih sünnetle sabit olduğu üzere dört ayrı ikrarda bulunması istenen bir had nükûüe nasıl sabit olabilir? Sonra hem ikrarda hem de şahitlikte zina fiilinin açıkça tavsifi ve tasrihi şartı aranmaktadır. Böylece zorlaştırılmakta, mümkün mertebe vuku bulan zina olaylarının örtülmesi, şüyu edilmemesi amaçlanmakta, en küçük bir şüphe ile haddin bertaraf edilmesi ve düşürülmesi istenmektedir. Bu durumda, mal davaları dışında hiçbir had ve ceza davasında dikkate alınmayan ve bizzat kendisi şüphe olan nükûlle nasıl olur da hüküm verilebilir?!
Şafiî (r.h.), bir dirhem ve daha az konularda bile, en basit ta'zir için dahi nükûl ile hükümde bulunmanın caiz olmayacağı görüşündedir. Hal böyle olunca, nasıl olur da, çok önemli bir konuda, çok zor sabit olan ve en çabuk düşen bir davada onunla hükme gidilebilir?

20. Buharı, 86/30; Müslim, 1691.

Kadın diliyle ikrarda bulunsa, sonra dönse üzerine had gerekmemektedir. Dolayısıyla suçsuzluğu üzerine yapacağı yeminden sadece imtina etmesi durumunda ise, üzerine had öncelikle gerekmeyecektir.
Kadının zinasının tahakkukunda ikisinden birinin Hânının etkisi olmadığı anlaşılınca, ikisiyle (kocanın liânı, zevcenin nükûlü) birden tahakkuk edeceğini söylemek de iki sebepten dolayı mümkün olmayacaktır:

1) Her birinde mevcut olan şüphe, birinin diğerine eklenmesi ile yok olmaz. Yüz fâsıkın şahitliği gibi. Çünkü kadının nükûlünün, aşın utangaçlıktan, duruşma makamının heybet ve kalabalığından, sıkılganlıktan, konuşma aczinden dilin tutulmasından olma ihtimali, kocanın liânı ile ortadan kalkmaz. Kocanın liânındaki şüphe de kadının nükülü İle yok olmaz.

2) Diğer haklarda olduğu gibi, sadece yemin ile hükmedilemeyen davalarda, yeminle birlikte nükûlle de hükmedilemez. "Allah adı ile yapacağı dört şehadet, kendisinden azabı kaldırır." âyetine gelince; bu âyette geçen azaptan kastedilen kesin değildir. Had olabileceği gibi, hapis veya başka bir ceza da olabilir. Dolayısıyla "azab"dan had kasdedildiği kesin değildir. Çünkü mutlak bir kelime, harici bir delil olmadıkça mukayyede delâlet etmez. En azından ihtimal ifade eder, ihtimalle de had cezası sabit olmaz. Bu tez, daha önce geçen Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye ait: "Had ancak beyyine veya itiraf (ikrar), ya da gebelikle (isbat edilmiş) olur." sözüyle de ağırlık kazanır.

Daha sonra bunlar, kadının Hâna yanaşmaması durumunda kendisine ne yapılacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed: "Erkeğin Hânından sonra, kadının liânûa bulunmadan kaçınması durumunda onu Hâna icbar ederim. Üzerine (Hândan önce) recm ile hükmetmekten korkarım. Çünkü kadın dili ile ikrarda bulunsa da, sonra dönse onu recmetmem. Bu durumda Hândan kaçınıyor diye nasıl recmedebilirim? " demiştir. İmam'dan ikinci bir

rivayet: "Serbest bırakılır." şeklindedir. Ebu Bekir de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü üzerine had vacip değildir, beyyinenin tamam olmaması durumundaki gibi tahliye edilmesi gerekir.

Haddi vacip kılanların karşı cevap ve tenkitleri:

Bunlar şöyle diyorlar: Malum olduğu üzere Yüce Allah, kocanın Hânda bulunmasını şahitlerden bedel ve onların yerine kaim kılmıştır. Hatta daha önce de geçtiği gibi Hân yapan kocaları şahitler saymıştır. Onların Hânlarının şehadet olduğunu açıkça belirtmiştir. Daha açığı, "Allah adı ile yapacağı dört şehadet, kendisinden azabı kaldırır." ifadesidir. Bu ifade, dünyevî azabın sebebinin vücuda gelmiş olduğuna ve bu azabı da kendisinden ancak Hânının kaldıracağına delâlet eder. Liânı ile kadından kaldırılacak "azab", "Mü'minler den bir grup onların azabına şahitlik etsin (hazır bulunsun)." âyetinde sözü edilen azaptır. Bu azap da kesinlikle haddir. Bu âyette ( -^ kelimesi muzaf olarak, liân âyetinde de ahid (bilgi) için olan ( J1) ile zikredilmiştir. Dolayısıyla, bu (-'),( v'-i* ) kelimesinin, Kur'an'da zikri geçmeyen, herhangi bir şekilde delâlet de bulunmayan hapis vb. bir cezaya yorulması caiz değildir. Sonra nasıl olur da kadın serbest bırakılır ve Hânsız kendisinden azab kaldırılır? Bu Kur'ân'ın zahirine açıkça muhalefetten başka bir şey değil midir?

Yüce Allah kocanın Hânını, kendisinden iftira cezasını, kadının Hânını da kendisinden zina cezasını düşürücü bir nitelikte kılmıştır. Koca Hânda bulunmadığı zaman nasıl kendisine iftira cezası tatbik ediliyorsa, kadın Hâna yanaşmadığında da kendisine zina cezası tatbik edilir.

"Kocanın liânı kadın üzerine haddi gerektiren bir beyyine olsaydı; kadın, yabancının şahitUğinde olduğu gibi Hân ile onu düşürme yetkisine sahip olamazdı." sözünüze gelince, onun cevabı şöyle olacaktır:
Liân hükmü, başlı başına müstakil bir hükümdür ve diğer davalar ve beyyinelerle ilgili ahkâma tâbi değildir. O kendi başına kaim bir asıldır, diğer hükümleri vaz'eden Allah onu da vaz'etmiş, helâl ve haramı açıklayan (Allah) onu da açıklamıştır. Kocanın Hânı şahitlerden bedel olunca, hiç kuşkusuz beyyine mertebesinden aşağı inmiştir. Böylece yalnız başına beyyine hükmü ile müstakil olmamıştır ve kadına benzeri bir Hânla karşı koyma hakkı tanınmıştır. Onun da liân etmesi durumunda biz kullar için iki taraftan birini tercih imkânı bulunmaz. Ama Allah onlardan birinin yalancı olduğunu bilir. Sadece kocanın Hânı ile kadına had tatbikinin bir gerekçesi yoktur. Kadına, ona karşı koyma ve kendisinin masum olduğunu ortaya koyacak Hân imkânı tanınır ve o da bunu yapmaz, kaçınırsa (nükûl), o zaman (iş değişir): Koca zina iddiasıyla Hânda bulunmuş (zina haddini gereJuirici tasarruf); buna da bir karine eklenmiş ve onu teyid etmiştir ki, bu karine kadının nükûlü ve kendisini azaptan kurtaracak, üzerinden haddi kaldıracak şeyden yüz çevirmesidir.

"Koca, kendisinden başka üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şahitlik etse, bu şahitlikle kadına had gerekmez. Bu durumda sadece kendi şahitliği ile nasıl gerekebilir?" sözünüzün cevabı şöyledir: Kadın sadece şahitlikle had cezasına çarptırılmıyor. Bilâkis hem kocanın beş defa Iiânda bulunması, hem de kadının imkânı varken karşı Hânda bulunmadan kaçınması sebebiyle, hadde maruz kalıyor. Bu iki şeyin birleşmesinden, kocanın doğruluğuna gayet açık ve güçlü bir şekilde delâlet eden bir delil ortaya çıkmaktadır ki, bununla ulaşılan kanaat, şahitlerin şahitliğinden elde edilen kanaattan çok daha güçlüdür.

"O Hânın iki tarafından biridir. Kadının Hânının koca üzerine had gerektirmediği gibi, kocanın liâm da kadın üzerine had gerektirmez.*' sözünüzün cevabına gelince: Kadının liâni sadece haddi (düşürmek) için meşru kılınmış, haddi gerektirici olarak meşru kılınmamıştır. Nitekim Yüce Allah: "Kadının... şehadet etmesi kendisinden azabı kaldırır." buyurmuştur. Nas, kocanın Hânının haddi gerektirici, buna karşılık kadının liânımn ise haddi gerektirici değil, düşürücü olduğuna delâlet etmektedir. Bu itibarla, bunlardan birisini diğerine kıyas etmek, Yüce Allah'ın birbirinden ayırdığı şeyleri bir araya toplamak olur ki, o da bâtıldır.

Hz. Peygamber'in (s.a.); ( ^H* ji. ÎQ\ ) '*= Beyyine davacı üzerinedir." hadisine gelince, o başımızın gözümüzün üstüne! Hiç şüphe yoktur ki, kocanın zikredilen ve tekrarlanan liâm bir beyyinedir ve ona, bazılarınca ikrar, diğer bazılarınca da davacı beyyinesi makamında sayılan kadının nükûlü eklenmiştir. Böylece bu en güçlü beyyinelerden biri olmuştur. Buna şu husus da delâlet eder: Hz. Peygamber, ona: "Beyyine yoksa sırtına had" buyurmuş ve Allah bunu iptal etmemiştir. Bilâkis, onu kendisinden haddi düşürecek ayrı bir beyyine ikamesinden âciz kalması durumunda ikame edebileceği başka bir beyyineye çevirmiştir. Bu çevrilen beyyine rütbe olarak daha aşağıda olunca, bu kez onu güçlendirecek ayrı bir şeye itibar etmiştir ki, o da kadının karşı koymaya ve haddi def etmeye imkânı varken yüz çevirmesi, nükûlde bulunmasıdır.
"Kocanın Hânının gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzerine haddi vacip kılmak değildir." şeklindeki sözünüze gelince; eğer siz bununla, "Onun gereği kendisinden haddi düşürmektir." diyorsanız doğrudur. Yok eğer, "Ondan haddin düşmesi liânın bütün gereğini düşürür, başka bir gere-ği yoktur." demeyi kastediyorsanız,

bu kesinlikle bâtıldır. Çünkü ayrılığın gerçekleşmesi veya aralarını ayırmanın vacipliği, ebedî veya geçici haramhk, kocanın tasrihi ile çocuğun açıktan veya Hân ile zımnen reddi ile iktifa, had ya da hapis yoluyla zevce üzerine azabın vacib olması, bütün bunlar Hânın gereklerindendir. Bu durumda, "Kocanın Hânı, sadece kendisinden iftira cezasının düşürülmesini gerektirir." demek doğru olmaz.
"Sahabe zina haddini üç şeyden biri ile gerekli görmüşlerdir: Ya beyyine veya ikrar (itiraf) ya da gebelik. Liân bunlardan değildir." sözünüzün cevabı da şöyle: Sizinle tartışmada olanlar şöyle diyorlar: "Eğer Hân ile kadın üzerine haddi gerekli kılmak bu sahabîlerin sözlerine muhalif oluyorsa, gebelikle haddi düşürmek onlara daha açık ve kuvvetli bir muhalefet olur." Onların gebelikle gerekli gördükleri haddi düşürmeyi ve onlara açıkça muhalefette bulunmayı tecviz eden ve fakat, sizin gibi düşünmeyenlere, bu üçün dışında bir sebeple haddi gerekli görme hususunda muhalefette bulunmayı haram kılan şey nedir, söyler misiniz? Oysa ki, onlar üç açıdan sizden daha çok mazu durlar:

Birincisi: Onlar bu sahabîlerin sözlü ifadelerine muhalefet etmemişlerdir. Onlarınki, sözlü beyanda bulunmadıkları mefhuma muhalefettir. Oyia ki siz, açıkça beyan ettikleri hususa muhalefet ettiniz.
İkincisi: Onların muhalefeti nihayet mefhumadır ve yine ashaptan bir grubun haddin gerekliliğini ifade ederek buna muhalefetleri sözkonusudur. Onlar ashabın üzerinde icma ettikleri bir hususa muhalefet etmemişlerdir. Siz ise onların sözlü beyanlarına (mantûk) muhalefet ettiniz ve burada onlara bir muhalifin bulunduğu da bilinmemektedir, ki bu gebelikle haddin gerekli olması hususudur. Sahabeden hiçbir kimsenin bu yüzden haddin gerekeceği konusunda Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye muhalefetleri bilinmemektedir.

Üçüncüsü: Onlar sözkonusu mefhuma, bu geçen delillerin sözlü beyanlarına (mantûk) ve "Şehadet etmesi ondan azabı kaldırır." ifadesinin de mefhumuna dayanarak muhalefet etmişlerdir. Şüphesiz ki bu âyetin mefhumu (yani şehadet etmezse azab düşmez şeklindeki mefhum-ı muhalifi), Hz. Ömer'in ve Hz. Ali'nin sözlerinin mefhumundan daha güçlüdür. Onlar daha güçlü ve evlâ olan bir mefhumdan dolayı, başka bir mefhumu terketmişlerdir. Hem onlar sahabeye nasıl muhalefet etmiş olurlar? Çünkü onların sözleri, sahabenin sözlerine uygundur. Zira liân kadının nükûlü ile birleşince, daha önce de geçtiği üzere en güçlü beyyinelerden birisi olmaktadır.
"Kadının zinası tahakkuk etmemiştir..." sözünüze gelince, cevabı şöyle olacaktır: Eğer siz "tahakkuk" sözünden muharremât gibi yakîn ve kesin demeyi kastediyorsanız, haddin uygulanması için bu şart değildir. Eğer bu şart olsaydı dört kişinin şahitliği ile ceza tatbik edilemezdi. Zira onların şahitlikleri zinayı bu mânada muhakkak kılmaz. Eğer "tahakkuk etmemek"ten de, sübut tarafı ağır basmayacak şekilde eşit olarak şüphelidir demeyi kastediyorsanız, bu da kesin olarak bâtıldır. Aksi takdirde Hânı ile üzerinden düşürülen azab, kadın üzerine vacib olmazdı. Hiç şüphe yok ki, kocanın tekitli ve mükerreren yapılan Hânı ile imkânı varken kadının nükûlde bulunmasından hasıl olan tahakkuk, dört şahitle elde edilecek tahakkuktan daha güçlüdür. Çünkü olabiHr ki, şahitlerin kadına karşı bir garazları vardır ve bu yüzden ona iftirada bulunmak, şerefini çiğnemek, ko'cası ile aralarını bozmak istemişlerdir. Kocada ise böyle bir garazın bulunması sözkonusu değildir.

"Eğer tahakkuk edecek olsa ya kocanın Hânı ile, ya kadının nükûlü ile, ya da her ikisiyle tahakkuk edecektir..." sözünüze gelince; her ikisiyle birden tahakkuk etmektedir. İki şeyden her birinin haddi gerektiricilikte müstakil olmayışı ve zayıf bulunuşundan, ikisinin birlikte haddi gerektiricilikle müstakil bir delil olamayacağı gerekmez. Zira bu, yalnız başına hükme mesned olamayan, fakat bir başkasından aldığı kuvvetle birlikte mesned olabilen her tekin Özelliğidir.

"Şafiî'ye şaşmak lâzım! Bir dirhemlik bir davada nükûl ile hükmetmiyor da, Sâri' Teâlâ'nın örtmeye son derece gayret ettiği,sübutu için en büyük beyyıneyi (dört şahit) istediği bir haddin uygulanmasında onunla hükümde bulunuyor." sözünüze gelince, burası ne Şafiî, ne de bir başka imamın müdafaasının yapıldığı yer değil. Bu kitabımız da bu amaç için yazılmamıştır. Kasdı-mız herhangi bir âlimi desteklemek de değildir. Bizim bu kitaptan maksadımız sadece Hz. Peygamber'in (s.a.) yaşantısında, kazalarında, koyduğu hükümlerinde gerçekleştirdiği rehberliğini, O'nun hatt-ı harekâtım ortaya koymaktır. Bunun ötesinde girdiğimiz izahlar vb. hep asıl maksadımıza tâbidir, maksadımız olduğu için verilmiş değildir. Farzet ki, nükûl ile hükmetmeyen kimse kendi içerisinde tenakuza düştü. Bunun Hz. Peygamber'in (s.a.) koyduğu şeriata ne zararı olur?
Kaldı ki İmam Şafiî bir tenakuz içerisinde değildir. Çünkü o, bir desteği bulunmayan sade nükûl ile Hânla beraber olan nükûlü ayırmıştır. Liân deyip de geçmeyiniz, tekitli ve mükerreren yapılmakta, koca hakkında hâl karinesi ile beraber beyyıne yerine geçmektedir. Koca, karısının zina etmesi, onun rezü-rüsvaylığı, yuvasının yıkılması, kendisinin ve sevgilisinin müslümanlarm gözü önünde büyük kalabalık içinde dikilerek, Allah'a dört defa yemin ettikten sonra, eğer yalancılardan ise kendi üzerine Allah'ın lanetini dilemesi gibi durumlar koca için hiç de hoş olmayan şeyler olmasına rağmen liânda bulunmuşsa, iddiasının doğruluğuna bu bir hâl karinesi olur. İmam Şafiî, işte böylesi
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
21. Bu bir beytin sonudur. Başı şöyle:

"Dedikoducular onu, benim kendisini sevdiğimi söyleyerek ayıpladılar. Bu nasıl ayıplama, kendi ayıbı ortada"
Bu beyit Divanu'l'Hüzetiyytn'de Ebu Züeyb'e ait bir kasidedendir, (s.21) Abdullah b. Zübeyr, bir adamın kendisini annesi "Zâtu'n-Nitâkayn" Esma bt. Ebî Bekr'den dolayı ayıpladığında bu beyti darbı mesel şeklinde ona okumuştu. Bununla şunu kasdetmişti: Annesinin lâkabı ile ayıplaması kendisi için utanç duyacağı bir ar değildir, aksine bir övünç kaynağıdır. Çünkü o bizzat Hz. Peygamber tarafından, hicret sırasında duyulan bir ihtiyaç üzerine kuşağını iki parçaya ayırıp birisiyle torbayı, diğeriyle de kırbanın ağzım bağladığı için verilmiş bir şeref iâkabıdır. bir Hânla birleşen nükûl ile hükümde bulunmuştur. Dolayısıyla onun mücer-red nükûlle hükümde bulunduğu da nereden çıkıyor?

"Şayet kadın zina itirafında bulunsa da, sonra rücû etse kendisinden had düşmektedir. Bu durumda sadece yeminden kaçınmış olmakla nasıl had gerekir?" sözünüzün cevabı az önce geçti.
"Liân ile kaldırılan azab hapis ya da başka bir azaptır." sözünüzün cevabına gelelim:
Zikredilen azab, ya dünya azabıdır ya da ahiret azabı. Buradaki "azab'-'ın ahiret azabı olduğunu söylemek kesinlikle yanlıştır. Zira ahiret azabı vacib olduktan sonra, liânda bulunması onu düşüremez. Şu halde azabdan maksat sadece dünya azabıdır ki o da kesinlikle haddir. Çünkü o, hadde uğramış kimsenin "azabf'dır ve o ahiret azabı karşılığında bir fidyedir. Bu yüzden Cenâb-ı Allah haddi, ahiret azabından anndıncı ve kurtarıcı olmak üzere meşru kılmıştır. Hem aynı sûrenin başında "Mü'minlerden bir grup, onların azab-larına şahitlik etsin (orada hazır bulunsun)." buyurarak bunu açıklayan Yüce Allah, burada da aynısıyla tekrar etmiş ve: "Ondan azabı kaldırır." buyurmuştur. Buradaki azab, bizzat (yukardaki âyette sözkonusu olan) "şahid olunulan azab1'dır ve liânda bulunmak suretiyle onu def etmeye Yüce Allah imkân tanımıştır. Burada başka azab nerededir ki, âyet onunla tefsir edilmeye çalışılıyor? Bu anlaşıldıysa biliniz ki, sahih olan görüş işte budur; başka türlü olabileceğine inanmıyor, bundan başka yapılacak bir izahı da kabul etmi-yoru-. Tevfil; Allah'tandır.

Soru: Koca zina isnadında bulunduktan sonra Hâna yanaşmasa, nükûl etse; hükmü ne olur?

Cevap: Selef ve halef ulemasının büyük çoğunluğuna göre iftira cezasına çarptırılır. Bu İmam Şafiî, Mâlik, Ahmed ve tabiilerinin görüşleridir. Ebu Hanife buna muhalefetle: "Liânda bulununcaya ya da zevce ikrarda bulununcaya kadar hapsolunur." demiştir. Bu görüş ayrılığı, "Kocanın zevcesine zina isnadının gereği, acaba yabancı kadına iftirada olduğu gibi had midir ki liân yaparak düşürme hakkına sahip olsun? Yoksa bu isnadın gereği bizzat liân mıdır?" prensibindeki ihtilâftan kaynaklanmaktadır. Birinci şık cumhurun, ikinci şık da Ebu Hanife'nin görüşleri olmaktadır.
Cumhur, Ebu Hanife'ye karşı: "İffetli kadınlara iftira edip de, sonra dört şahit getirmeyenler var ya, onlara seksen değnek vurun,"1-1 âyetinin

22. Nûr^t 24/4.

genel oluşunun, dolayısıyla kocayı da kapsayacağını ifade ederek görüşlerini delillendirmeye çalışmışlardır. Aynca, Hz. Peygamber'in (s.a.), Hilâl b. Ümey-ye'ye: "Beyyine yoksa sırtına had."*23* buyurması, yine: "Dünya azabı, ahiret azabından kolaydır."(24) demesi de —ki bunu Hilâl b. Ümeyye Hâna başlamadan önce kendisine söylemişti— delilleri arasındadır. Eğer kocasının zina isnadında bulunması sebebiyle üzerine iftira cezası gerekmeyecek olsaydı, bu sözlerin bir mânası kalmazdı. Sonra koca; iffetli, hür ve aralarında kısas cari olan bir kadına iftira etmiştir, dolayısıyla yabancı gibi, iftirada bulunması sebebiyle hadde maruz kalır. Yine koca liânda bulunsa da, liân sonrasında kendisinin yalancı olduğunu söylese üzerine had gerekmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, kocanın zina isnadı, üzerine haddin gerekmesinin sebebi olmakta ve onu Hânla düşürebilme yetkisine sahip olmaktadır. Zira haddin gerekliliğinin sebebi olmasaydı, liân sonrasında kendisini yalanlaması durumunda had vacib olmazdı.

Ebu Hanife ise şöyle diyor: Kocanın zevcesine zina isnadı iki durumu gerektiren bir davadır: Ya liân, ya da zevcenin ikrarı. Eğer Hâna yanaşmazsa, Hânda bulununcaya kadar hapsedilir. Ancak kadın bu arada ikrarda bulunursa davanın gereği ortadan kalkar. Yabancının zina isnadı ise böyle değildir. Çünkü onun iftiraya maruz kalan kadın yanında (Hân gibi) bir hakkı yoktur. Dolayısıyla o tam bir müfteri olur.
Cumhur şöyle cevap veriyor: Hayır! Aksine onun zina isnadı namusu üzerine kendi tarafından İşlenmiş bir cinayettir. Bunun da gereği, yabancının iftira etmesi durumunda olduğu gibi haddir. Şu kadar var ki, bu cinayette kadın aleyhine kocanın hakkını itlaf etmesi ve ona hiyanette bulunması gibi bir şaibe bulunduğundan, liân yoluyla, üzerine gerekecek olan iftira cezasını düşürebilme hakkı bulunmaktadır. Lian yapmaya hakkı ve imkânı olmasına rağmen buna yanaşmazsa, o takdirde iftiranın gereği amelini icra eder ve muarızı olmadığı için haddin gerekliliğini sağlayan bir delil olur. Tevfik Allah'tandır.

3— Hz.Peygamber'in (s.a.) Tasarrufları:

Liânla ilgili hadislerden çıkarılan hükümlerden birisi de şudur: Hz. Peygamber (s.a.) sadece vahiyle ve bir de Allah'ın kendisine gösterdiği şeylerle hükmediyordu. Bizzat kendi görüşü ile hükmetmiyordu. Çünkü, vahiy gelinceye kadar hükümde bulunmamıştı. Kur'an inince de Uveymir'e: "Senin ve eşin hakkında âyet indi. Git onu getir!" buyurmuştu. Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah emrolunmadığım bir sünneti aranızda ihdas ettiğim için beni sorguya çekmeyecektir." <25) Bu durum yargıda (kaza), ahkâm vaz'ın-da ve küllî (genel) sünnetlerle ilgili konulardadır. Ama ahkâm vaz'ı ile ilgisi bulunmayan, belli bir yerde konaklamak, belli bir adamı emîr tayin etmek ve, "Durum hakkında onlarla istişarede bulun."<26) emrinin bir gereği olarak yapılması gereken istişarelerle ilgili benzeri konulara gelince; bu gibi yerlerde içtihada (re'y) yer bulunmaktadır. Hurma aşılanması hakkında buyurdukları: "O sadece benim uygun bulduğum bir görüştür."(27) hadisi bu kabilden olmaktadır. Ahkâm ve küllî sünnetler ise tamamen farklıdır.

Hadislerden çıkarılan bir diğer hüküm de şudur: Hz. Peygamber, Uveymir'e karısını getirmesini emretmiş ve Hz. Peygamberin huzurunda liânda bulunmuşlardır: Bundan liânın ancak devlet başkanı ya da onun naibinin huzu-1 runda yapılabileceği ve tebâdan olan fertlerin kendi aralarında liânda bulunamayacakları çıkar. Nitekim kişilerin kendi başlarına hadlerin uygulanmasına kalkışma yetkileri de yoktur. Bu yetki sadece devlet başkanı ya da onun naibine aittir.

23. Sahihtir, kaynaklan geçti. Bk. dipnot: 12.
24. Sahihtir, kaynakları geçti. Bk dipnot: 4.

4— Liânın Yapılışı:

Liânın, kalabalık bir grubun hazır bulunacağı bir mecliste yapılması sünnete uygundur. Çünkü yaşlarının küçük olmasına rağmen İbn Abbas, İbn Ömer ve Sehl b. Sa'd liân meclisinde hazır bulunmuşlardı. Bu, büyük bir kalabalığın orada hazır bulunduğuna delâlet eder. Çünkü çocuklar bu gibi yerlere ancak büyüklerinin yanında giderler. Sehl b. Sa'd: "Onlar liânda bulundular. Ben de insanlarla beraber Hz. Peygamber'in yanındaydım." demiştir. Bunun hikmeti —Allah daha iyi bilir ya— liânın, bir daha yapılmaması ve caydırıcı olması için, çok büyük bir iş olduğunun vurgulanmaya çalışılmasıdır. Böyle bir hava verilmesi için büyük bir kalabalık huzurunda yapılması daha uygun olacaktır.
Taraflar ayakta olarak liânda bulunurlar. Hilâl b. Ümeyye olayında Hz. Peygamber (s.a.) kendisine: "Kalk ve Allah adına yeminle dört defa şehadet et!" buyurmuştur.

25. Elimizdeki hadis kitaplarında bu rivayeti buiamadık.
26. Âl-i İmrân, 3/159.
27. Hadisi bu lafızla bulamadık. Fakat benzeri ifadelerle sahih olarak çeşitli hadis me rında zikredilmiştir. Meselâ bk. Ahmed, 6/123; İbn Mâce, 2471.
muala- Sahihayn'da, kadından bahsedilirken de: "Sonra kalktı ve şehadette bulundu." demiştir.

Çünkü Hân yapan ayağa kalktığı zaman, hazır bulunanlar onu göreceklerdir ve bu Hânın aleniliği ve insanlar üzerindeki caydırıcı etkisi bakımından daha uygun bir pozisyondur.
Başka bir incelik daha vardır: İsabeti istenilen bir beddua, beddua edilen kimseyi ayakta yakalarsa yerini bulur. Bunun içindir ki Hubeyb, kendisini astıkları sırada müşriklere beddua ettiğinde, Ebu Süfyan hemen oğlu Muâvi-ye'yi tutarak yere yatırmıştı. İnançlarına göre, insan yere yapıştı mı, beddua kendisini tutmazdı.!2S)
Liâna, Allah ve Rasûlü'nün başladığı gibi önce erkeğin başlaması gerekir. Şayet önce kadın başlayacak olsa, cumhura göre, bu liân sayılmaz. Ebu Hanife'ye göre ise sayılır.

Yüce Allah, hadde önce kadım zikrederek başlamış ve: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğe gelince, bunlardan her birine yüz değnek vurun."129* buyurmuş, liân âyetinde de önce erkekten başlamıştır. Bu son derece münasiptir. Çünkü kadının zinası erkeğinkinden daha çirkindir. Zira kadının zinası Allah'ın hakkım çiğnemeden öte, kocasının yatağını (harîm-i ismetini) ifsad etmek, başkasından aldığı bir çocuğun nesebini ona yamamak, kendi aile ve akrabasını rezil rüsvay etmek, sırf kocasına ait olan hakka karşı cinayet ve hiyanette bulunmak, onun insanların yanındaki değerini düşürmek, bir fahişeyi nikâhında tutuyor diye ayıplanmasına sebep olmak ve daha nice zina mefsedeti içermektedir. Dolayısıyla zina haddinden söz edilirken kadından başlanması son derece önem arzeder. Liâna gelince; burada kadına zina isnadında bulunan, onu liâna maruz bırakan, ırzına halel getiren ve büyük bir isnadda bulunan; ailesi ve akrabası içerisinde kadını rezil ve rüsvay eden bizzat kocadır. O yüzdendir ki, Hânda bulunmadığı zaman üzerine had gerekmektedir. Dolayısıyl Hânda önce erkekten başlanılması, kadından başlanılmasından daha uygundur.

Elde edilen hükümlerden biri de, taraflardan her birisine, liâna başlamak istediklerinde vaaz ve nasihat etmektir.

Yetkili tarafından öğüt verilir, nasihat yapılır ve erkeğe: "Dünya azabı ahiret azabından ehvendir." denilir. Beşinci yemin sırasında bu söz her ikisi için de tekrarlanır. Nitekim sahih sünnette bu şekilde sabit olmuştur.

28. Bu inanç İslâm'ın lasvip etmediği cahüiye devri inançlarında birisidir.
29. Nûr, 24/2.

Erkeğin de kadının da beş defadan az yaptıkları liân yeminleri kabul edilmez. Yine erkeğin beşinci şehadetinde kullanması gereken "lanet" sözcüğü yerine, "gazap", "rahmetten uzak olma", "hışmına uğrama" gibi ifadeler kullanması geçerli olmaz. Aynı şekilde kadının da "gazap" sözcüğü yerine "lanet", "rahmetten uzak olma", "hışmına uğrama" gibi ifadeler kullanması şehadetini geçersiz kılar. Her birinin Allah'ın Kitab'ında kendisi için taksimde bulunduğu ifade ve sayıda şehadette bulunması gereklidir. Hanbe-lî, Mâliki ve diğer mezheplerde mevcut olan iki görüşten daha doğrusu budur.

Liân sırasında erkeğin, Kur'an'da ve sünnette zikredilen lafızlara ilâvede bulunmasına bir ihtiyaç yoktur. Hatta bu iyi bir şey de olmaz. Meselâ: "Kendisinden başka ilah olmayan, açığı, gizliyi bilen, aşikâreyi bildiği gibi gaybı da bilen Allah adına şehadet ederim ki..." gibi veya benzeri ifadelere ihtiyaç yoktur. Aksine erkek: "Allah adına şehadet ederim ki, ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim." demekle; kadın da: "Allah adına şehadet ederim ki, o gerçekten yalan söyleyenlerdendir." demekle yetinirler. Erkeğin liân sırasında yine "...ona yaptığım zina isnadında..." demesine; kadının da: "Bana yaptığı zina isnadında..." diye nasslardakı ifadelere ilâvede bulunmasına ihtiyaç yoktur. Yine erkeğin zina şahitlerinin ifadelerinde olduğu gibi, —eğer zina ederken gördüğünü iddia etmişse—: "Milin sürme-danlığa girdiği gibi, onu zina ederken gördüm." demesine gerek yoktur. Bütün bunların ne Kitap'ta, ne de sünnette hiçbir dayanağı yoktur. Yüce Allah'ın; ilmi, hikmetiyle bizim için koyduğu şer'î ahkâm, bizim için yeterlidir ve onun üzerine ilâvede bulunma külfetinin bir anlamı ve yeri yoktur.

Yahya b. Muhammed b. Hübeyre, el-îfsâh adlı eserinde şöyle der: Bazı fakihler erkeğin, "Ona yaptığım zina isnadında..." ifadesini, kadının da: "Bana yaptığı zina isnadında..." ifadesini eklejnesi şarttır, demişlerdir. Sanmıyorum ki buna ihtiyaç duyulsun. Zira yüce Allah liân ahkâmım (bütün tafsilatıyla) indirmiş, böyle bir şarttan sözetmemiştir.

İmam Ahmed'in sözünün zahirinden anlaşıldığına göre Hânda "zina" sözcüğünün zikri şart değildir. Çünkü îshak b. Mansur rivayetinde şöyle der: Ahmed'e sordum ve: "Erkek nasıl Hânda bulunur?" dedim. Şöyle cevap verdi: "Allah'ın kitabındaki,gibi. Dört defa: 'Allah adına şehadet ederim ki, ben ona isnad ettiğim şeyde gerçekten doğru söyleyenlerdenim.' der, sonra beşinci keresinde durur ve: 'Eğer yalancılardan isem, Allah'ın laneti üzerime olsun!' der. Kadın da aynı şekilde yapar."

Bu ibareden, "zina isnadımda" diye ille de "zina" sözcüğünün zikrinin şart olmadığı, kadının da aynı şekilde "bana zina isnadında" diye tasrihinin gerekmeyeceği; beşinci şehadet sırasında da "Ona isnad ettiğim şeyde" deme sinin gerekmeyeceği anlaşılmaktadır.
Bunları şart koşanların delilleri şöyledir: Erkek, "Ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim." derken belki Allah'ı birlemede veya daha başka doğru bir haberde demeyi kasdetmiş olabilir. Kadın da aynı şekilde "O gerçekten yalancıdır" derken başka bir konuyu niyetine almış olabilir. Ama "zina isnadında" diye açıkça söylenirse, te'vil imkânı kapatılmış olur.
Diğerleri ise şöyle diyorlar: Haydi var say ki, içlerinden böyle niyet ettiler, bu niyetlerinden faydalanamazlar ki! Çünkü zalime, te'vili bir fayda vermez. Hasmının niyeti üzere ve Allah'ın emrettiği şeyle yemininin gereği —eğer yemininde yalancı ise— üzerine ya Allah'ın laneti ya da gazabının olmasıdır. Sizin dediklerinize niyet etmiş veya etmemiş hiç önemli değildir. Çünkü, Hânda bulunan kişi bu tür niyetiyle hâşâ gizli-açık herşeyi bilen Allah'ı kandıracak değil ya!

5— Lİânda Çocuğun Durumu:

Kocanın liânda bulunmasıyla, kadının karnındaki çocuğun nesebi reddedilmiş olur. "Karnındaki bu çocuk benden değildir" demesine gerek yoktur. "(Zina sonrası) ona dokunmadım." demesine de ihtiyaç duyulmaz.
Bu İbn Hanbel'in tâbilerinden Ebu Bekir Abdülaziz'in görüşüdür. Bazı Mâlikî imamlanyla Zahirîlerin görüşü de bu şekildedir. îmam Şafiî ise: "Erkek için çocuğun zikredilmesine ihtiyaç vardır. Kadın için ise yoktur." demiştir. el-Hırakî ve başkaları ise: "Her ikisi de zikretmek durumundadırlar." demişlerdir. el-Kadı: "Erkeğin: 'Bu çocuk zinadandır, benden değildir.' demesi şarttır." diyor ki bu Şafiî'nin görüşü olmaktadır. Ebu Bekir'in görüşü, en doğru görüştür, sabit sünnet de ona delâlet etmektedir.

Soru: Mâlik, Nâfi' ve Ibn Ömer aracılığıyla Hz. Peygamber'in (s.a.), bir adamla karısı arasında Mân uyguladığını, çocuğu redle aralarını ayırdığını ve çocuğun nesebini anasına kattığım nakleder/301
Sehl b. Sa'd hadisinde de: "Kadın hamile idi, adam hamlini (çocuğun kendisinden olduğunu) inkâr etti."*31' ifadesi vardır.

Halbuki Hz. Peygamber (s.a.): "Çocuğun yatağa ait olduğuna" hükmetmisti. ( j.\jüi jiji\ )(32) Bu kadın, hamile olduğu sirajfijl kocanın yatağı idi. Dolayısıyla çocuk onundur, kocanın açıkça reddi olnmdan, çocuğun nesebi babadan koparılamaz.

30. Muvatta, 2/567; Buharı, 68/35; Müslim, 1494.
31. Buharî, 65/24. Konu başında geçmişti.

Cevap: Bu konuda mutlaka tafsilat gereklidir. Hamilelik eğer kocanın zina isnadından önce sabitse ve koca kendisinden hamile olduğu halde zina ettiğim biHyorsa, çocuk kesinh'kle kendisine aittir. Liânda bulunmasıyla reddedilmiş olmaz. Liânda, "bu çocuk benden değildir" diye tasrih ederek redde kalkışması da kendisine helâl olmaz. Çünkü kadın gebe kaldığında kocanın meşru yatağı idi ve rahme düşen çocuğun nesebi kendisine aitti. Kadının daha sonraki zinası hamlin kocaya ait oluşunu izale etmez. İsnadda bulunduğu zinası sırasında, kadının kendisinden hamile olup olmadığını bilmiyorsa, bu durumda bakılır: Eğer isnadda bulunduğu zina tarihinden başlamak üzere altı aydan daha az bir süre içinde doğurursa, çocuk kendisinindir, Hânı ile reddedilmiş olmaz. Eğer altı aydan daha fazla bîr süre içerisinde doğurursa bakılır: Zinasından sonra ona ya dokunmuştur, ya da dokunmamıştır (istibrâ). Eğer dokun-mamışsa, sadece liânda bulunmasıyla çocuk reddedilmiş olur, İster kendisi açıkça reddetsin, ister reddetmesin, durum değişmez. Bu durumda çocuğun zikrini şart koşanlara göre mutlaka kocanın çocuktan Hân sırasında bahsetmesi gerekir. Eğer istibrada bulunmamışsa (zina sonrası ona dokunmuşsa), bu durumda çocuk kendisinden de olabilir, zina yaptığı adamdan da. Dolayısıyla Hân sırasında çocuğu reddederse eder, aksi takdirde çocuğun nesebi kendisinden sabit olur. Çünkü onun kendisinden olması mümkündür, red de etmemiştir.

Soru: Hz. Peygamber liân ve çocuğun nesebinin reddi sonrasında hükümde bulunarak: "Eğer çocuk yatak sahibi kocaya benzer bir tipte doğarsa, o onundur; eğer zina isnadında bulunduğu kimseye benzer bir tipte doğarsa bu kez de onundur." demiştir. Bu durumda şöyle bir olay hakkında ne dersiniz? Koca, karısı ile liânda bulundu ve çocuğunu da reddetti. Sonra çocuk kendisine benzer bir tipte doğdu. Bu durumda "kâiflik" sanatı(33) ile amel ederek benzeriikten. hareketle çocuğun nesebini ona katar mısınız? Yoksa Hânının hükmü gereğince nesebinin ondan kesildiğine mi hükmedersiniz?
Cevap: Bu çok zor ve dar bir geçittir. Dizginleri, bir taraftan nesebin kesilmesini, çocuğun reddini ve babasının değil de annesinin ismi ile çağrılmasını gerektiren Hân hükmü; öbür taraftan da, nesebin kocadan olduğuna,
onun oğlu olduğuna açıkça delâlet eden benzerlik, hem de Hz. Peygamber'-in: "Eğer kocaya benzer doğurursa çocuk onundur, koca kadın aleyhinde yalan söylemiştir." şeklindeki şehadetiyle birlikte çekmektedir. Bu dar ve zor yoldan ancak ileri görüşlü, şçr'î delilleri ve hikmet-i teşrîî görebilen, ittifak ve ayrılık noktalarından haberdar olan, sahip oiduğu yüksek himmetle ta hükümlerin kaynaklarına ulaşan, helâl ve haramın oradan öğrenildiği ilahî vahiy penceresine kafa ve gönlünü açabilen kimseler geçip kurtulabilir.

32. Müttefekun aleyh bir hadistir. Hz. Âişe'den rivayet edilmiştir.
33. Kâiflİk: İnsanın yüzünden ve dış görünüşünden, iç vasıflarına, iç hayatına, kimin nesebinin kimden olduğuna vb. dair ahkâm çıkarma bilgisidir.

Allah'tan yardım dileyerek ve O'na dayanarak diyoruz ki, burada zâhii olan şudur: Liân hükmü benzerlik hükmünü kesmiştir, biri güçlü biri zayıf iki delil durumuna düşmüşlerdir ve güçlü olan liân hükmü öbürünü kaldırmıştır. Liân hükmünün icrasından sonra, artık onu değiştirme konusunda benzerliğe herhangi bir iltifatta bulunulmaz. Hz. Peygamber (s.a.) çocuğun durumundan ve benzerliğinden bununla liân hükmünü değiştirmek için haber vermemiştir. Sadece hangisinin doğru, hangisinin de Iânet ya da gazabı hak eden yalancı olduğu ortaya çıksın diye bunu bildirmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in bu sözü, kader ve yaratılışla ilgili dini hükmün yerleşmesinden sonra kendisiyle doğrunun yalancıdan ayrılacağı bir ihbardır ve bununla, Yüce Allah'ın hangisinin doğru olduğuna dair çocuk üzerinde bir delil kılacağını haber vermiştir. Bunu, (liân hükmü gereğince) çocuğun reddinden sonra söyleyerek: "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, sanıyorum ki koca mutlaka onun hakkında doğru söylemiştir. Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, öyle sanıyorum ki, koca mutlaka onun aleyhinde yalan söylemiştir." şeklinde ifade buyurması, sonunda kadının hoşlanılmadık tarzda (zina mahsulü) çocuğunu doğurması, Hz. Peygamber'in böylece kocanın doğru olduğunu yakînen bilmesi, buna rağmen liân hükmünü feshe giderek kadın hakkında zina hükmünü uygulamaması, tezimizin doğruluğunu gösterir. Yine aynı şekilde şayet kadın kocasına benzer bir çocuk doğuracak olsaydı bu kez de kocanın kadın aleyhine yalan

söylediği ortaya çıkacaktı, ama bu liân hükmünü bozmayacak ve kocaya iftira haddi vurularak, çocuk kendisine katılmayacaktı. Hz. Peygamber'in, "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o Hilâl b. Ümeyye'ye aittir." sözü, hükümde çocuğun nesebini ona ilhak etmek için söylenmemiştir. Nasıl söyleyebilir ki, liân hükmü gereğince çocuğu reddetmiş ve nesebi kocadan kesilmiştir. "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o zina isnadında bulunduğu kimseye aittir." sözü de aynı şekilde çocuğu onun nesebine katmak ve onu oğlu kabul etmek için söylenmiş değildir. Bu sadece vakıayı haber vermekten ibarettir. Bu durum şu örneklere benzer: Devlet başkanı kasâme yeminlerinin gereği ile hükmetse, sorira Allah yeminde bulunanların yalancı olduklarını gösterecek bir delil ortaya çıkarsa, bu delil sebebiyle kasâme hükmü bozulmaz. Yine hâkim davadan berâetine yeminle hükümde bulunsa, sonra Allah onun yalan yemin olduğunu bir vesileyle ortaya çıkarsa, bununla verilen hüküm bozulmaz.

Erkek karısına; isim vererek, falanca İle zina ettin diye isnadda bulunsa, sonra da liân yapsa, hem karısı hem de falanca için sözkonusu olacak iftira hadleri üzerinden düşer. Bunun için de Hân esnasında adamın adını anma mecburiyeti yoktur. Eğer isnaddan sonta erkek Hâna yanaşmazsa, o zaman üzerine iki iftira cezası gerekir. Bu konuda ihtilâf vardır: Ebu Hanife ve Mâlik: "Zevce için Iiânda bulunur, adam için de had vurulur." demişlerdir. İmam Şafiî, iki kavlinden birinde: "Üzerine sadece bir had gerekir, liân yapması ile o da düşer." demiştir. Bu aynı zamanda İmam Ahmed'in de görüşüdür. Şafiî'nin ikinci kavli ise şöyledir: Her biri için ayrı bir had vurulur. Eğer Hânda zina isnadında bulunduğu erkeğin adını zikrederse, o zaman had düşer. Eğer ismini zikretmezse o takdirde iki görüş vardır: a) Liâna yeniden başlar ve adını zikreder. Eğer zikretmezse o adam için üzerine had vurulur, b) Zevce için olan had Hânla düştüğü gibi, öbürü de düşer.

İmam AhmedMn bazı tabileri: "Zina isnadı sadece zevceyedir. Ondan başkası için mutalebe (cezalandırma) hakkı ve had söz konusu olmaz." demişlerdir. İmam Şafiî'nin bazı tabileri şöyle demişlerdir: Had her ikisi için de vacip olur. Ancak acaba bir had mi, yoksa iki had mi gerekir? İki vecih vardır: Bazı Şafiî âlimleri: İttifakla tek bir had gerekir. Liânda bulunur ve adamın adım da anarsa haddin düşeceği konusunda Şafiî'nin tabileri arasında ihtilâf yoktur. Eğer adını zikretmezse, o takdirde iki görüş vardır. Onlarca sahih olanı haddin düşmeyeceği şeklindedir.

Liân ile yabancıya yapılan zina isnadının hükmünü (yani haddi) düşürenlerin delilleri, gerçekten açık ve güçlüdür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) kocaya, karısına birlikte zina isnadında bulunduğu Şerik b. Sehma'dan dolayı had vurmamıştır. Diğerleri buna iki şekilde cevap vermişlerdir: a) Şerik yahudi idi, kâfire iftiradan dolayı had gerekmez, b) Şerik, had talebinde bulunmamıştı. İftira cezası ancak had talebinde bulunulduktan sonra uygulanır.

Haddin düşeceği görüşünde olanlar bunlara şu şekilde karşı cevapta bulunmuşlardır:
a) Şerik'İn yahudi olduğu iddiası asılsızdır. Çünkü o Şerik b. Abede'dir. Anası Sehma'dır. O Ensar'ın müttefikidir, Berâ b. Malik'in anne bir kardeşidir. Abdülaziz b. Bezîze,(34) Abdülhak'ın el-Ahkâm\ üzerine yaptığı şerh-

34. Bu zat, Abdülaziz b. İbrahim b. Ahmed el-Kureşî et-Temîmî et-Tûnisî'dir. İbn Bezîze diye bilinir. H. 662 yılında ölmüştür. Abdülhak İse, İbn Abdurrahman el-İşbilî'dİr. Hadis, dilte: "Âlimler, zina isnadında bulunan Şerik b. Sehma hakkında ihtilâf etmişlerdir. Kimileri onun yahudî olduğunu söylemiştir ki asılsızdır. Doğrusu, o Ensar'ın müttefiki olan Şerik b. Abede'dir. O Berâ b. Mâlik'in anne bir kardeşidir." demektedir.

b) İkinci cevaba gelince; o sizin aleyhinize bir delil olur. Çünkü onun iftira cezası talebinde bulunma hakkı olmadığını gördüğü için, talepte bulunmamış, üzerine eğilmemiştir. Aksi takdirde, namusuna uzanan bu lekeyi, iftira cezasını tatbik ettirerek ortadan kaldırma imkânı varken, üstelik içinde bulunduğu toplum da bu hususta son derece hassas ve hamiyet duygularına sahipken, kendisinin böyle bir isnaddan uzak olduğunu söylemeyip sükut etmesi makul değildir. Daha önce liânın ihtiyaçtan dolayı beyyine yerine geçtiği ve dört şahidden bedel sayıldığı geçmişti. Bu yüzdendir ki sahih olan görüşe göre, bu vasıfta olan liân, kadının nükûlü durumunda üzerine haddi gerektiriyordu. Liân iki taraftan biri için beyyine yerine geçince, diğer taraf hakkında da beyyine yerine geçmiş olur. Nükûlu durumunda kadının Hânla had cezasına çarptırılması, sonra da sözünün doğruluğuna beyyine ikame ettiği halde (yabancıya yaptığı zina isnadından dolayı) isnadda bulunan koca üzerine iftira cezası uygulanması mümkün değildir. Kocanın Hânım beyyine değil de yemin olarak kabul etsek de durum aynı olur. Çünkü Hân yeminleri, zevce tarafından gelecek haddi koca üzerinden düşürdüğü gibi isnadda bulunulan üçüncü kişi lehine doğacak haddi de düşürür. Aralarında bir fark yoktur. Çünkü koca, kendi yatağını (harîm-i ismetini) ifsad ettiği için ona zina isnadında bulunmaya ihtiyaç duyabilir. îsnadda bulunanın doğru olup olmadığının ortaya çıkması için, doğacak çocuğun benzerliğiyle bir neticeye varmaya çalışmak üzere isim zikrine ihtiyaç

hasıl olabilir. Nitekim Hz. Peygamber, HilâPin doğruluğuna, çocuğun Şerik b. Sehma'ya benzerliğiyle istidlalde bulunmuştur. Dolayısıyla kadına olan isnadın hükmünü düşüren şeyin (Hânın), yabancıya olan isnadın hükmünü de düşürmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber kocaya: "Beyyine, yoksa sırtına had" buyurmuş, "yoksa sırtına iki had" buyurma-mıştır. Sonra, burada kadın iftira haddi talebinde de bulunmamıştı. Çünkü mutalebe, haddin gerekliliğinde (vücubunda) değil, uygulanması için şarttır. Bu da "Şerik had, talebinde bulunmamıştı." sözlerine karşı başka bir cevap olur. Zira kadın da talepde bulunmamıştı. Bununla beraber Hz. peygamber kendisine: "Beyyine, yoksa sırtına had" buyurmuştu.
1 ve zühd konularında değerli eserleri bulunan büylük bir âlimdir. Ahkâm'a dair eserinin
büyük ve küçük olmak üzere iki nüshası vardır. İbn Bezîze, küçük olan nüshasını şerhet-miştir. Ölümü, H. 582 yılındadır. Bk. Neylü'l-îbtihâc, 178; Tezkiretü'l-Huffâz, s.1350-1352.
Soru: Yabancı bir kadına ismini verdiği bir adamla zina isnadında bulunsa ve: "Falanca seninle zina etti" veya "Sen falanca İle zina ettin" dese hükmü ne olur?

Cevap: Burada isnadda bulunan kimse üzerine iki had gerekir. Çünkü her ikisine de isnadda bulunmuştur. İsnadın gereğini (had) düşürecek bir şey de (beyyine = dört şahit) getirememiştir. Dolayısıyla üzerine hükmü gerekir. Zira burada birisine nisbetle beyyine ya da beyyine yerine geçecek bir şey (liân) bulunmamaktadır.

6— Çocuğun Liân İle Reddi:

Kadın hamile iken Hânda bulunduğunda, çocuğu da reddedilmişse, bununla çocuk reddedilmiş olur. Doğumdan sonra Hânda bulunmaya hacet yoktur. Nitekim sarih ve sahih sünnetin delâleti bu şekildedir.
Bu konuda da ihtilâf vardır: İmam Ebu Hanife (r.h.) "çocuğu reddetmek için Hân yapacaksa, doğuruncaya kadar yapamaz. Çünkü karnındaki bir şişlik olabilir ve dağılabilir. O takdirde de Hânın bir mânası kalmaz." demiştir. el-Hırakî'nin Muhtasarında, zikrettiği de işte budur. Şöyle der: "Adam kadının doğurması sırasında (sonra) çocuğu reddedip liânda bulunmadıkça, daha önceden yapacağı liânda çocuğu reddetse bile çocuğun nesebi ondan kesilmez." Hanbelî âlimleri bu konuda ona tâbi olmuşlar, Ebu Muhammed el-Makdisî ise muhalefet etmiştir. Sözü ilerde gelecektir. İHm ehlinin büyük çoğunluğu şöyle demektedirler: Hilâl b. Ümeyye olayıyla ilgili hadise istinaden, kocanın hamile iken Hânda bulunması hakkı vardır. Çünkü bu hadis, hamile iken liânın yapılabileceğini ve o halde iken çocuğun reddedilebileceği hakkında gayet açıktır ve sahihtir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştu: "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, sanırım o, kadın aleyhinde mutlaka doğru söylemiştir...*' (Bu İfade liân sırasında kadının hamile olduğunu açıkça göstermektedir.)

eş-Şeyh (îbn Kudâme) el-MuğnVde şöyle der: İmam Şafiî, Mâlik ve Hicaz âlimlerinden bir grup, "Karnındaki çocuğun reddi sahihtir ve bununla çocuk reddolunmuş durumdadır." derler ve buna Hilâl hadisini delil getirerek, onun karnındaki çocuğunu reddettiğini, Hz. Peygamber'in de bunu kabul ederek çocuğu anasına kattığını söylerler. Liân sırasında çocuğun henüz cenin (anasının karnında) olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber: "Bakınız, eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa..." buyurmuştur. Hem de cenin, mevcut delilleriyle zan dahilinde bilinir. Bu yüzden de hamile olmayan kadından farklı olarak hamile kadın için, nafaka, oruç tutmama ruhsatı, üzerine had vurulmaması, kısasın ertelenmesi gibi zikri uzayacak birçok farklı hüküm getirilmiştir. Cenin istilhakı (yani kendi nesebine katma isteği) sahihtir. Bu itibarla cenin doğumdan sonraki çocuk gibi olur. Muğnî sahibi devamla der ki: Sahih olan görüş işte budur. Çünkü hadislerin zahirlerine uygunluk arzetmektedir. Hadise ters düşen görüşe, ne olursa olsun aldırış edilmez. Ebu Bekir: "Çocuk yatağın zevaliyle reddolunmuş durumdadır. Liân-da çocuktan söz etmeye de gerek yoktur." demiş, hadislerin zahiri ile ihti-cacta bulunarak, onlarda ceninin reddinden söz edilmediğini, bu konuya deği-nilmediğini ifade etmiştir.
Ebu Hanife'nin (r.h.) mezhebine gelince; kocanın çocuğu redle birlikte liân yapması sahih olmaz. Eğer kadın hamile İken Hânda bulunur, sonra kadın doğurursa Ebu Hanife'ye göre çocuğu kabul zorundadır ve onu red imkânı da asla yoktur. Çünkü Üan ancak eşler arasında cari olur. Bu kadın ise, hamile iken yapılan Hanla artık bâin (ayrı) olmuştur.

Ebu Hanife'ye karşı olanlar şöyle diyorlar: Bu görüşünüzde, erkeğin kendisinden olmayan çocuğu kabule ilzam edilmesi, zinadan olan çocukların reddi kapısının kapatılması durumu vardır. Halbuki Yüce Allah koca için bu imkânı tanımıştır. Allah'ın açtığı bu kapıyı, kapamak caiz değildir. Sonra kadının sadece zina isnadında bulunduğu andaki zevceliğine itibar edilir. Çünkü kadının doğuracağı çocuk, koca tarafından reddedilmediği zaman kendisine katılır. Dolayısıyla reddine ihtiyacı vardır. Bu kadın da o sırada zevcesi olmaktadır. Netice itibariyle kadının çocuğunu reddetme hakkına sahip olur. Ebu Yusuf ile Muhammed: " Doğum sonrası kırk gün içerisinde çocuğu red hakkı vardır." demişlerdir. Abdülmelik b. Mâcişûn ise: "Doğumdan sonra ikinci defa redde bulunmadıkça, çocuğun (hamlin) reddi için liânda bulunamaz." demiştir. İmam Şafiî de şöyle der: "Koca, kadının hamile olduğunu bilir, hâkim ona liânda bulunması için imkân verir, buna rağmen liânda bulunmazsa, bir daha çocuğu reddetme hakkı olmaz."

Soru: Koca, kadının karnındaki çocuğu kendi nesebine katsa (istilhak) ve kadına zina isnadında bulunarak: "Çocuk bendendir ve kadın zina etmiştir." dese hükmü ne olur?
Cevap: Ulemanın bu konuda üç görüşü bulunmaktadır:
Birincisi: Adama had vurulur, çocuk kendisine katılır ve Hânda bulunma imkânı verilmez.
İkincisi: Liânda bulunur ve çocuk reddolunur.

Üçüncüsü: Zina isnadında bulunduğu için liânda bulunur ve çocuk kendisine katılır.
Bu üç görüş de (rivayet olarak) İmam Mâlİk'ten nakledilmiştir. İmam Ahmed'in beyanı ise: "Çocuğun reddi sahih olmadığı gibi, kendisine katması (istilhak) da sahih değildir." şeklindedir.
Ebu Muhammed (İbn Hazm) şöyle der: Kocanın cenini istilhakı (kendi nesebine katması) durumunda; "Reddi sahih değildir." diyenler, istilhakı da sahih olmaz demektedirler ki, İmam Ahmed'in beyanı bu şekildedir. Reddini caiz görenler, "İstilhakı caizdir." demişlerdir. Şafiî'nin mezhebi de böyledir. Çünkü, nafakanın vacip olması, mirasın bekletilmesi, onunla ikrarda bulunmanın sahih olması gibi hükümlerle ceninin çocuk gibi mevcudiyetine hükmolunmuştur. Onu istilhakı durumunda, bir daha onu reddedemez. Aynen doğumdan sonra istilhakinde olduğu gibi olur.

"İstilhakı sahih değildir" görüşünde olanlar şöyle diyorlar: Şayet istilhakı sahih olsaydı, doğan çocuk gibi, reddetmeme durumunda onu (kocayı) bağlardı. Halbuki bu icma ile bağlayıcı değildir. Mülâane (Hân) hadisinin delâleti üzere ilhak konusunda benzerliğin bir etkisi yoktur. Bu sadece doğumdan sonrasına hastır. Dolayısıyla ilhakın sahih olması için doğum sonrasında olması şarttır. Buna göre: Şayet doğum öncesinde kendi nesebine katacak olsa (istilhakta bulunsa), sonra doğum akabinde onu reddetse, bu onun yetkisi dahilindedir. Ama sussa, reddetmese ve istilhakta da bulunmasa, görüşlerini bildiğimiz âlimlerden hiçbirisine göre çocuk kocayı bağlamaz. Çünkü terkinde çeşitli ihtimaller vardır. Zira ceninin varlığı ancak Hân ile tahakkuk eder. Ebu Hanife daha önce de belirttiğimiz üzere, çocuğu kocaya vermektedir.

7— Liândaki Diğer Hükümler:

İbn Abbas'ın sözü: "Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve çocuğun baba adı ile çağrılmamasına, ne kadın na de çocuğa zina isnadında bulunulmama-sına hükmetti. Kim kadına veya çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine iftira cezası gerekeceğini bildirdi. Talâk yoluyla ayrılmadıklarından, ölüm sebebiyle iddet içinde de olmadığından, kadın lehine, koca üzerine mesken ve nafaka sabit olamayacağına hükümde bulundu." şeklinde idi.

Sehl de: "Çocuğu anasının adı ile çağrılırdı. Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere çocuğun anneye, annenin de çocuğa varis olması uygulanagelen sünnet oldu." demişti.
Yine o: "Liânda bulunanların ayrılması ve bir daha ebedî olarak bir araya gelememeleri sünnet halinde devam etti." demişti.

Zührî, Sehl b. Sa'd'den: "Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve: Bir daha ebedî olarak bir araya gelemezler, buyurdu" dediğini nakletmişti.
Olayda koca: "Ya Rasülullah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım (ne olacak)?" diye sormuş. Hz. Peygamber de: "Sana mal yok. Eğer kadın hakkında doğru söylediysen, o, fercinden helal olarak istifaden karşılığında olur. Eğer yalan söylediysen, bu mal talebi senin için ondan daha uzaktır." buyurmuştu.
Bu ifadeler on hüküm içermektedir:

Birinci hüküm: Liânda bulunan eşler ayrılır: Bu konuda beş görüş bulunmaktadır:
Ayrılık yalnız başına zina isnadında (kazif) bulunmasıyla meydana gelir. Bu Ebu Ubeyd'in görüşüdür. Cumhur ona bu hususta muhalefet etmiş, sonra kendi aralarında ihtilâfa düşmüşlerdir: Câbir b. Zeyd, Osman el-Bettî, Muham-med b. Ebî Süfre ve Basra fukahasından bir grup: "Liânla ayrılık asla vuku bulmaz.*' görüşündedirler. îbn Ebî Süfre: "Liân evlilik bağını kesmez." demiştir. Bunlar görüşlerine delil olmak üzere şöyle diyorlar: Hz. Peygamber (s.a.) liân sonrasında Uveymir'in verdiği talakı tepki ile karşılamamiştır. O kadına talak vermiş ve zina ettiğini söylediği bir kadını nikâhında tutmaktan ve onu tutmakla kendisinin yalan söylediğine bir delil ikame etmiş olmaktan kendi nefsini tenzih etmiştir. Hz. Peygamber de onun bu yaptığını şer'î uygulama (sünnet) kılmıştı.

Ulemanın büyük çoğunluğu, bunlara karşı çıkmış ve: "Liân ayrılığı gerektirir." demişlerdir. Daha sonra bunlar kendi aralarında üç mezhebe ayrılmışlardır:
Birincisi: Ayrılık sadece kocanın liânda bulunmasıyla —kadın lianda bulunmasa bile— gerçekleşir. Bu görüş,

İmam Şafiî'nin yalnız başına benimsediği görüşlerinden birisidir. Şöyle delil getirmektedir: Bu, söz ile hasıl olan bir aynlıktır. Dolayısıyla talakta olduğu gibi sadece kocanın sözüyle gerçekleşir.
İkinci mezheb: Her İkisinin liâm ile birlikte gerçekleşir. Karşılıklı Hânları tamamlandığında ayrılık hasıl olur, hâkimin ayırmasına gerek yoktur. Ebu Bekir de bunu tercih etmiştir. İmam Mâlik ve Zahirîlerin görüşleri de bu doğrultudadır. Bunlar görüşlerini şöyle delillendirmişlerdir: Şeriat, karşılıklı liânda bulunan eşleri ayırma hükmünü getirmiştir. Sadece kocanın liânda bulunmasıyla bunlar, karşılıklı liânda bulunmuş olmazlar. Hz. Peygamber eşlerin arasını sadece liân işi tamamlandıktan sonra ayırmıştır. Liânm tamamlanmasından önce ayrılığın hasıl olacağım söylemek, sünnetin delâlet ettiği şeye ve Hz. Peygamber'İn uygulamasına ters düşer. Hem "liân" kelimesi ayrılığı gerektirmez. Zira bu, ya kadının zina ettiğine dair yapılan bir yemindir ya da buna bir şehadettir. Bunların her ikisi de ayrılığı gerektirmez. Şeriat, Hânın tamamlanmasından sonra aralarının ayrılması hükmünü, sadece açık bir maslahattan dolayı getirmiştir. Bu maslahat da şudur: Yüce Allah eşler arasına sevgi, muhabbet ve şefkat koymuş, her birisini diğeri için bir huzur ve sükun kaynağı kılmıştır. Bu İse zina isnadıyla ortadan kalkmıştır. Koca, karışım rezillik rüsvay-lık ve ar makamına dikmiştir. Eğer isnadında yalancı ise, onu rezil rüsvay etmiş, ona bühtanda bulunmuş, ona onulmaz bir yara açmış, hem kendisinin, hem de kavminin başlarını eğdirmiş ve herkesin gözü önünde namusunu lekelemiştir. Eğer kadın yalancı ise, kocanın yatağına ihanet etmiş, bir fahişenin kocası olmak şeklinde büyük bir ar duymasına, rezil rüsvay olmasına maruz bırakmış, başkasından aldığı çocuğu ona nisbet etmliştir. Bütün bunlardan sonra, aralarında evliHkten istenen saygı, sevgi, muhabbet, huzur ve sükunun hasıl olma imkânı kalmamıştır. Bu durumda eşler arasını ayırmak ve
bunları ebediyyen birbirlerine haram kılmak İslâm şeriatinin güzel yönlerinden olacaktı, öyle de oldu. Görüldüğü üzere bu, sadece kocanın Hânının bir kısmı üzerine terettüp etmeyeceği gibi, liânın bir kısmı üzerine de terettüp etmez (tamamı üzerine terettüp eder).

Sonra liân, tarafların yeminleri ile sabit olan bir fesihtir, ihtilâf anında taraflardan birisinin yanaşmaması durumunda bey' akdinin feshedilemeye-ceği gibi, burada da tek tarafın yeminleri ile fesih gerçekleşmez.
Üçüncü mezheb: Ayrılık ancak Hânın tamamlanması ve hâkimin ayırması ile gerçekleşir. Bu da Ebu Hanife'nin mezhebidir. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten birisi de böyledir. el-Hırakî'nin sözünün zahirinden anlaşılan da budur: O şöyle diyor: "Ne zaman ki liânda bulunurlar, hâkim aralarını ayırır ve bir daha ebedî olarak bir araya gelemezler."

Bu görüşün sahipleri, hadiste geçen, İbn Abbas'm: "Hz. Peygamber (s.a.) aralarını ayırdı." sözünü delil olarak kullanmışlardır. Bu ifade, ayrılığın tefrikten önce hasıl olmadığını içerir. Yine Uveymir'in: "Eğer onu tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum ya Rasûlallah!" deyip de Hz. Peygamber'İn emrinden önce, huzurunda üç talâkla onu boşamasını da delil olarak kullanmışlardır. Bu iki açıdan delil olmaktadır: Birincisi: Bu ifade, liân sonrasında kocanın zevcesini tutma imkânı olduğunu gerektirir. İkincisi de talâkın vukuu. Eğer ayrılık (tefrikten önce) sadece liân ile sabit olsaydı, bu iki durumdan hiçbirisi sabit olmazdı. Sehl b. Sa'd'ın hadisinde: "O (karısını) üç talâkla boşadı ve Hz. Peygamber onu icraya koydu." ifadesi de bulunmaktadır. Bunu Ebu Davud rivayet etmiştir.(35)

Hâkimin tefrikine ihtiyaç duymadan, sadece Hânın tamamlanmasıyla ayrılığı gerekli görenler şöyle demektedirler: Liân —ilerde de bahsedeceğimiz gibi— ebedi haramhğı gerektiren bir tasarruftur. Dolayısıyla, süt emme durumunda olduğu gibi haramhğı doğması hakimin ayırmasına bağlı değildir. Hem ayrılık, hâkimin fefrikine bağlı olmasaydı, o takdirde ayıp ve nafaka temininde bulunamama sebepleriyle tefrikte olduğu gibi, eşlerin istememesi durumunda, ayrılığa gidilmemesi caiz olur.

İbn Abbas'ın, "Hz. Peygamber (s.a.) aralarını ayırdı." sözü üç şeye muhtemeldir: 1) Ayırma tasarrufu kurma, 2) Ayrılığı bildirme, 3) Ayrılığın gereği olan bedenî ayrılıkla erkeği bağlama (ilzam).
Uveymir'in: "Onu eğer tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum." sözüne gelince, bu onun liândan sonra şer'an zevcesini nikâhında tutmağa mezun (izinli) olduğuna delâlet etmez. Aksine, her ne kadar durum artık ayrılığa yüz tutmuşsa da, bizzat kendisi de ona koşmuş mânası çıkmaktadır. Verdiği üç talâk ise, zaten vuku bulmuş ayrılığı perçinlemekten başka bir katkı getirmemiştir. Çünkü kadın zaten üzerine ebedi olarak haram olmuştur. Talâk ise bu haramlık için sadece bir tekittir. Sanki o, "Bundan böyle artık o bana helâl olmaz." demiş gibi olur. Talâkın koca aleyhine icraya konması ise, onun gereği olan haramhğı ortaya koymak, yerleştirmek demektir. Zira kadın Hân ile artık ebedî olarak kocaya haram olunca, üç talâk Hânla zaten vukubul-muş olan haramhğı tekit demek olur. Onu icraya koyması işte bu demektir. Hz. Peygamber (s.a.) tepkiyle karşılamayip, konuştuğu şeyi ve onun gereğini tasviple karşılaşınca, bu Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilen bir icra olarak sayılmıştır. Hem Sehl, Hz. Peygamber'in: "Talâkın vaki oldu." şeklindeki bir sözünü de nakletmemiştir. O sadece olaya tanık olmuş, Hz. Peygamber'in talâkı tepkiyle karşılamadığını gözlemiş ve bunun bir icra olduğunu zannetmiştir. Yaptığımız izah açısından da onun böyle bir neticeye varması doğrudur.
. İkinci hüküm: Liândan doğan ayrılık fesihtir; talâk değildir.

İmam Şafiî, Ahmed ve onlar doğrultusunda düşünenler bu görüştedirler. Bunların delilleri şöyledir: Liân ayrılığı, ebedî haramhğı gerektiren bir ayrılıktır. Dolayısıyla süt emme neticesinde meydana gelen ayrılık gibi fesih olur. Sonra "liân" sözcüğü talâk konusunda sarih değildir, koca onunla talâka da niyet etmemiştir, dolayısıyla Hânla talâk vuku bulmaz. Eğer "liân" talak hakkında sarih ya da kinaye lafızlardan olsaydı, sadece kocanın Hânda bulun-masıyia talâk gerçekleşir, kadının Hânına da bağlı kalmazdı. Yine eğer o talâk olsaydı, kendisiyle zifafda bulunulmuş eş için bedelsiz bir talâk olduğu ve üç niyeti de bulunmadığı için ric'î bir talâk olacaktı. Sonra talâk kocanın elindedir; dilerse boşar, dilerse tutar. Bu fesih ise, bizzat şeriatın emri gereğidir ve kocanın ihtiyarı ile değildir. Öbür taraftan üstelik karşılıklı rıza neticesinde hulû yolu ile meydana gelen ayrılık, sünnet, sahabe kavilleri ve Kur'ân'ın delâleti ile talâk değü de fesih olmaktadır. Bu durumda liân neticesi meydana gelen ayrılık nasıl talâk olabilir?

35. Ebu Davud,,2250; Beyhakî, 7/410. İsnadı hasendir.

Üçüncü hüküm: Ebedî haramlık: Liân sonrası ayrılık ebedî haramhğı gerektirir ve eşlerin bir daha asla birleşmeleri mümkün değildir. Evzaî, Zebîdî— Zührî—Sehl b. Sa'd senediyle, Hânda bulunan eşlerle ilgili olayı nakletmiş ve râvi Sehl: "...ye Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve: 'Bir daha ebediyyen bir araya gelemezıer...' buyurdu." demiştir.*36*

Beyhakî de Saîd b. Cübeyr hadisinde İbn Ömer'den, Hz. Peygamber'in: "Liânda bulunan eşler ayrıldığı zaman, bir daha ebedi olarak bir araya gelemezler." buyurduğunu nakleder/37*
Hz. Ali ile Abdullah b. Abbas'ın (r. anhum): "liân yapan eşlerin ebedî olarak bir araya gelememeleri uygulanageen sünnet, olmuştur."*38* dediklerini rivayet etmiştir. Ömer b. el-Hattâb'dan da: "Aralan ayrılır ve ebedi olarak bir araya gelemezler."*39* dediği rivayet edilir.
İmam Ahmed, Şafiî, Mâlik, es-Sevrî, Ebu Ubeyd ve Ebu Yusuf hep bu görüştedirler.
İmam Ahmed'den başka bir rivayet daha vardır ve: "Şayet koca kendisini yalanlarsa, kadın kendisine hela! olur ve evlilik yatağı eski halini alır." şeklindedir. Bu şâz bir rivayettir ve İmam'dan yalnız başına Hanbel rivayet etmiştir. Ebu Bekir: "Ondan başka birisinin bunu rivayet ettiğini bilmiyoruz." demiştir. İbn Kudâme, ei-Muğnî'de: "Bu rivayet, aralan ayrılmadığı zaman için sözkonusu olmalıdır. Yoksa hâkimin aralarını ayırması iie birlikte nikâhın eski hali üzere kalmasının bir izahı yoktur." diyor. Ben derim ki: Rivayet kayıtsız (mutlak)dır ve haramlığm devamı konu-

36. Beyhakî, 7/410. Râvileri sikadır.
37. Dârakutnî, 2/406. Senedi ceyyiddir.
38. Musannef, 12434, 12436; Beyhakî, 7/410.
39. Musannef, 12433; Beyhakî, 7/410.

sunda hâkimin tefrikinin bîr etkisi yoktur. Zira bizzat Hânla meydana gelen ayrılık, hâkimin tefriki ile hasıl olan ayrılıktan daha güçlüdür. Eğer kocanın kendisini yalanlaması bu güçlü ayrılık üzerinde etkili olabiliyor ve ondan doğan haramhğı kaldırabiliyorsa; ondan daha aşağı mertebede olan ayrılık üzerinde etkili olup, haramlığıni kaldırması öncelikli olarak söz konusu olur.

Biz, "Bizzat Hânla meydana gelen ayrılık, hâkimin tefriki ile hasıl olan ayrılıktan güçlüdür.*' sözümüzü sadece şunun için söyledik: Çünkü îiânın ayrılığı, Allah ve Rasûlü'nün hükmüne dayanır; hâkim ya da tarafların tefrikten razı olup olmamaları arasında bir fark yoktur. O, onlardan hiç birisinin rızasına bakılmaksızın, tercihi aranmaksızın Sâri' Teâlâ tarafından konulan bir ayrılıktır. Hâkimin tefriki neticesindeki ayrılık ise Öyle değildir. Zira o sadece kendi tercihi ile ayırır.

Yine şunun için söylemiş olduk ki, Hânın, güçlü olması sebebiyle bizzat kendisi tefriki gerektirmektedir. Liânın hâkimin tefrikine bağlı olması durumunda ise böyle değildir. Çünkü o takdirde, ayrılığı gerektirme babında bizzat liân yeterince kuvvetli olamamakta, onun üzerinde bir yetkisi bulunamamaktadır. Bu rivayet aynı zamanda Saîd b. el-Müseyyeb'in mezhebidir. O: "Eğer kendisini yalanlarsa, o da taliplerden birisidir." demiştir. İmam Ebu Hanife ile Muhammed'in görüşleri de bu doğrultudadır. Bu onun prensibine uygundur. Çünkü ona göre Iiândan doğan ayrılık talâktır. Saîd b. Cübeyr ise: "Eğer kendisini yalanlarsa, kadın iddet içerisinde olduğu sürece, kendisine geri iade edilir." demiştir.

Doğrusu, sahih ve sarih sünnetin delâlette bulunduğu birinci görüştür, sahabe kavilleri de bu doğrultudadır. Liânın hikmeti de bunu gerektirir ve başka türlü olamaz. Çünkü Allah'ın lanet ve gazabı şüphesiz ikisinden biri üzerine inmiştir. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber (s.a.) beşinci şehadet sırasında: "O mutlaka (ilahî vaîdi, lanet

ya da gazabı) gerekli kılandır." buyurmuştur. Biz ise, hangisinin üzerine indiğini yakînen bilmiyoruz. Dolayısıyla; ola ki erkek, laneti üzerine vacib kılmış ve onunla dönmüştür, o haliyle mel'un olmayan bir kadın üzerinde egemen olur. Bu ise ilahî hikmetle bağdaşmayacak bir husustur. Nitekim, kâfirin müslüman kadın, zinakâr erkeğin de iffetli kadın üzerine egemenliğini şer'î hikmet kabul etmemiştir. İşte bu endişeyledir ki, araları ayrılır.

O zaman kocanın, zikrettiğiniz bu aynı endişeden dolayı başka kadınla evlenmemesi gerekir, denilebilir..
Cevaben diyoruz ki: Hayır bu gerekmez. Zira biz lanete uğrayanın o olduğunu kesin olarak bilmiyoruz; ama ikisinden birisinin mel'un olduğunu kesin biliyoruz, fakat tayini konusunda şüphe ediyoruz. Dolayısıyla, ikisi bir araya geldiğinde mutlaka şu iki şeyden birisi ona gerekecektir: Ya bu (yani kendisi melun, kadın masum), ya da Allah'ın gazabına uğramış, üzerine onun gazabı ve hışmı vacip olmuş mel'un bir kadını tutmuş olacaktır. Başka bir kadınla evlenmesi, yahut da kadının başka bir erkekle evlenmesi durumlarında ise, her ikisi hakkında da bu mefsedet bulunmayacaktır.

Hem sonra, eşlerden her birisinin diğerine karşı yapmış olduğu kötülüğün ortaya çıkardığı nefret ve kin asla zail olmayacaktır. Çünkü erkek eğer kadına olan isnadında doğru idiyse, onun yaptığı rezaleti yaymış, onu herkesin gözü önünde rezil rüsvay etmiş, horluk makamına dikmiş ve onun üzerinde rüsvaylık ve gazabı gerçekleştirmiş, çocuğunun nesebini kesmiştir. Eğer yalancı idiyse, bütün bunlara ilâveten kadına bu büyük iftira ile bühtanda bulunmuş, onu kalbinden vurmuştur. Kadın eğer doğru idiyse, herkesin gözü önünde onu yalancı ilan etmiş ve üzerine Allah'ın lanetini vacip kılmıştır. Eğer yalancı idiyse kocanın yatağmı (harim-i ismetini) fesada vermiş, ona ihanet etmiş, onu rezil rüsvay edip, ara boğmuş ve bu zor duruma (Hana) onu mecbur kılmıştır. Netice itibariyle, her biri için diğeri hakkında son derece nefret, tedirginlik ve suizan ortaya çıkmıştır. Öyle ki bu duygularla onların bir arada tutulmaları asla mümkün değildir. İşte bu durumu göz önünde bulunduran yüce hikmet sahibi, tamamıyla hikmet, maslahat, adalet ve rahmet olan şeriatın koyucusu yüce Allah, liânda bulunan eşlerin aralarının kesinlikle ayrılmasına ve sadece mefsedet olacak olan beraberliğin kaldırılmasına hükmetmiştir. İlahî hikmet bunu gerektirmiştir.

Yine eğer koca kadına olan isnadında yalancı ise, yaptığı bunca kötülüğe rağmen onu tutmasına imkân vermek uygun olmaz. Eğer doğru ise, bu takdirde de, onun durumunu bildiği halde tutması ve fahişe bir kadının kocası olmaya razı olması hoş bir şey değildir.

Soru: Zevce cariye olsa ve Hândan sonra onu satın alsa, acaba mülkiyet yoluyla onunla ilişkide bulunması kendisine helâl olur mu?

Cevap: Olmaz. Çünkü liânın haramlığı ebedî haramlıktır. Dolayısıyla süt emme durumunda olduğu gibi onu satın almakla kendisine helâl olmaz. Hem üç talâkla boşayan koca, boşadığı cariyeyi satın alacak olsa, başka biriyle evlenip, zifaf vuku bulmadıkça kendisine helâl olmamaktadır. Buna göre burada helâl olmaması evleviyet arzeder. Çünkü Hânın doğurduğu haramlık ebedî haramlıktır. Talâkın haramlığı ise öyle değildir, şer'î tahlil ile ortadan kalkar.
Dördüncü hüküm: Zifaf sonrasında vuku bulan Hânla mehir düşmez, koca verdiği mehri geri isteyemez. Zira o eğer doğruysa, onun kadınlığından mehir mukabilinde istifadede bulunmuştur. Yok yalansa öncelikle rücu edemeyeceği ortadadır.

Soru: Liân zifafdan önce olsa ne dersiniz? Kocanın üzerine mehrin yarısını mı vermesi gerekir, yoksa tümden düşer mi?

Cevap: Bu konuda ulemanın iki görüşü vardır ve her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak nakledilmiştir. Görüşlerin çıkış noktası şudur: Eşlerin ayrılık sebebi liânda olduğu gibi her ikisi tarafından olabilir veya hem eşler hem de üçüncü bir şahıs tarafından olabilir. Meselâ, üçüncü bir şahıstan, zevcenin zifaftan önce köle kocasını satın alması durumunda olduğu gibi. Acaba bu gibi ayrılıklarda hareket noktası ne olacaktır: Yalnız başına zevcenin ayrılığa sebep olması durumunda olduğu gibi, zevce tarafı ağır bastırılarak mehrin tamamı düşürülecek midir? Yoksa koca tarafı galebe çalınarak ve koca (mehrin) düşürülmesi sebebinde bizzat dahildir ve onu satan efendi, köle kocayı cariyeye satmakla mehrin düşürülmesine sebep olmuştur denilerek mehrin yansı mı Ödenecektir?

İşte bu temel meselede iki görüş vardır ve kaide olarak koca tarafından sebep olunan her aynlık, talakında olduğu gibi mehrin yansını gerektirir. Sadece kadında bulunan bir ayıptan ya da ileri sürdüğü bir şartın bulunmaması neticesinde kocanın feshe gitmesi bundan müstesna olmaktadır; zira bu durumda mehrin tamamı düşmektedir.

Her ne kadar fesheden koca ise de, fesih sebebi kadın tarafında bulunmakta, onu feshe iten bizzat kadın olmaktadır.
Şayet aynlık kocanın müslüman olması sebebiyle meydana gelirse, acaba mehir düşer mi, yoksa yarıya mı iner? İki rivayet vardır. Düşer diyen rivayetin izahı şöyledir: Koca İslâm'a girmekle üzerine vacip olanı yapmıştır, kadın ise üzerine vacip olandan kaçınmaktadır; dolayısıyla İslâm'a girmekten kaçın-masıyla mehrinin düşmesine kendisi sebep olmaktadır.

"Yarıya iner" şeklindeki rivayetin izahı da, "fesih sebebinin koca tarafından olduğu" şeklindedir.
Soru: Hulû hakkında ne dersiniz? Mehri yarıya mı indirir yoksa tümden mi düşürür? .
Cevap: Eğer "Hulu talâktır." dersek, yanya indirir. Yok "fesihtir" dersek o zaman Hanbelî âlimlerimize göre iki vecih vardır. Birincisi: Koca tarafı ağır bastırılır ve mehrin yarısı gerekir. İkincisi: Mehir düşer. Çünkü koca yalnız başına feshe sebep olmamıştır. Bence; eğer hulû bir üçüncü şahısla yapılmışsa (yani hulû bedelini bir başkası vererek ayrılık talebinde bulunmuşsa) o takdirde tek vecih şeklinde (ihtilâf yok) mehrin yarısı gerekir. Kadınla yapılmışsa o takdirde iki vecih (görüş) vardır.

LIAN

Soru: Ayrılık, köle kocanın, cariye zevcesini efendisinden satın almak suretiyle meydana gelse, mehir düşer mi, yarıya mı iner?

Cevap: İki vecih vardır. Birincisi: Düşer. Çünkü mehre hak sahibi olan (efendi), cariyeyi satmakla mehrin düşürülmesine sebebiyet vermiştir. İkincisi: Yanya iner. Çünkü koca, onu satın almak suretiyle ayrılığa sebebiyet vermiştir.
Kadın tarafından sebep olunan her ayrılık, mehri düşürür. Meselâ kadın irtidat etse veya nikâhının feshini gerektirecek birisini emzirse, yahut koca nafaka temininden âciz olduğu için veya ondaki bir ayıptan dolayı nikâhı feshedecek olsa, mehri düşer.
Şöyle denilebilir: Siz, "Kadın, kocadaki bir ayıptan dolayı nikâhı feshederse mehri düşer, çünkü aynlık kendi tarafından gelmiştir." diyorsunuz. Yine: "Koca kadındaki bir ayıptan dolayı feshe giderse yine mehir düşer." diyorsunuz. Bu ikinci durumda feshi koca tarafından kabul edip, mehrin yansım gerekli kılmıyorsunuz. Öbür tarafdan kadın, kocadaki ayıptan dolayı feshe giderse, onu kadın tarafından gelen bir aynlık olarak kabul ederek mehri düşürüyorsunuz. Aradaki fark nedir?
Cevaben şöyle denilebilir: Koca mehri, sadece kusurdan uzak bir kadın için vermiştir. Öyle olmadığı ortaya çıkıp da feshe gittiği zaman verdiği mehri geri ister. Nitekim, zifafa girip hiçbir şey yapmadan geri gitmesi durumunda koca üzerine mehirden bir şey gerekmez. Aynı şekilde, kadın kocada bulunan bir kusurdan dolayı nikâhı feshetse ve kendisini de kocaya teslim etmemiş olsa, koca üzerinde bir mehir hakkı doğmaz.
Beşinci hüküm: Liân sebebiyle kadına nafaka ve mesken hakkı yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) böyle hükmetmiştir. Bu koca için ricat imkânı oîmayan boşanmış kadınlar hakkındaki hükmüne uygundur. Açıklaması inşa-allah ileride gelecektir. Allah'ın Kitabı'na da uygundur ve hiçbir muhalif de yoktur. Hatta Hân sonucunda kadının nafaka ve mesken haklarının düşmesi, bâin talâkla boşanmış kadının bu haklarının düşmesinden daha da öncelik arzeder. Zira bâin talakla boşanmış kadını, koca iddeti içerisinde —eğer talâk üç sayısına ulaşmamışsa— yeniden nikahlayabilir. Liânla ayrı düşen kadını ise ne iddet içerisinde, ne de sonrasında ebedî olarak nikahlaması mümkün değildir. Dolayısıyla onun nafaka ve mesken hakkının olması için asla bir gerekçe yoktur. Evlilik bağı, liânda tamamen ve bir daha yeniden bağlana-mayacak şekilde kopmaktadır.
Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği hükümler birbirlerine uygunluk arzeder. Bütünüyle onlar aynı zamanda Allah'ın Kİtabı'ına ve insanların adaleti İkame etmeleri için indirdiği teraziye yani sahih kıyasa da uygundurlar. İnşaallah yakında göreceksiniz.

İmam Mâlik ve Şafiî: "Kadının mesken hakkı vardır." demişlerse de, Kadı İsmail b. İshak bu görüşü aşın bir tepkiyle karşılamıştır.
Râvinin: "Talâk sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içerisinde de olmadığından ona nafaka ve mesken hakkı tanımadı." sözünün muhalif mefhumu, her talâkla boşanmış ya da Ölüm iddeti içinde bulunan kadına nafaka ve mesken hakkı bulunduğuna delâlet etmez. Bu ifade sadece bu iki tür ayrılığın bazan beraberinde nafaka ve mesken yükümlülüklerini gerektirebileceğine delâlet eder. Bu da kadının hamile olması durumunda olur. Talâk yoluyla ayrılıkta hamile kadının bu hakkının bulunduğunda ittifak vardır.
Ölüm ayrılığında üç görüş vardır:
Birincisi: Hamile olmadığında olduğu gibi ne nafaka ne de mesken hakkı yoktur. Bu Ebu Hanife'nin ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed'in, iki kavlinden birisinde İmam Şafiî'nin görüşleridir. Çünkü ölümle, nafaka sebebi bir daha dönme ümidi olmayacak şekilde ortadan kalkmıştır. Geriye sadece akrabalık nafakasının sözkonusu edilmesi kalmıştır. O da, eğer varsa çocuğun malından karşılanır, yoksa çocuğun yakınlarından,
nafakası kime gerekiyorsa kadının nafakası da onun üzerine ait olur.
İkincisi: Kadının, terekede miras önceliği tanınacak şekilde nafaka ve mesken hakkı bulunur. Bu İmam Ahmed'den yapılan iki rivayetten diğeridir. Çünkü ölümle evlilik bağının kesilmesi, bâin talakla kesilmesinden daha ağır değildir. Aksine talâkla olan kesilme daha şiddetlidir. Bu yüzdendir ki kadın ulemanın çoğunluğuna göre, kocasının ölümünden sonra onu yıkayabilir. Hatta İmam Ahmed'le, iki rivayetten birisinde İmam Mâlik'e göre ric'" talâkla boşanmış kadın da ölen kocasını yıkayabilir. Bâin talâkla boşanmış hamile kadına nafaka ve mesken vacib olduğuna göre» kocası ölen (hamile) kadın için öncelikli olarak vacip olması gerekir.
Üçüncüsü: Hamile olup olmaması farketmez, kadının nafaka değil de mesken hakkı vardır. Bu İmam Mâlik'in görüşüdür. Şafiî'nin iki kavlinden birisi de böyledir. Bu görüşe göre ölüm iddeti bekleyen kadın bâin talakla boşanmış kadın yerinde mütalaa edilmiştir. Burası, ilgili görüşler ve delillerinin genişçe serdedileceği, görüşler arasında değerlendirme yaparak hangisinin daha üstün olduğunun belirleneceği yer değildir. Çünkü bizim bu konuya girmemizden maksadımız, "Talak sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içerisinde de olmadığından kadına, nafaka ve mesken hakkı tanımadı." ifadesini biraz açmak ve bu ifadenin sadece boşanmış ve ölüm iddeti bekleyen kadınlara kısmen nafaka ve mesken hakkı doğabileceğine delâlet ettiğini ortaya koymaktır. Yaptığımız bu izah da, bu sözün sahabîye ait olduğu varsayımıyla ilgilidir. Öyle anlaşılıyor ki, —Allah daha iyi bilir ya— bu ifade Zührî'nin kelâmından olmalıdır (müdrec).
Altıncı hüküm: Çocuğun nesebi baba tarafından kesilir: Çünkü Rasû-lullah (s.a.), kadının çocuğunun baba adıyla çağrılmamasına hükmetmiştir. Doğrusu da budur ve cumhur ulemannVgörüşIeri de böyledir. Liân hükümlerinden en önemlisi bu konudur.

İlim ehlinden bazıları şâz bir görüş ileri sürerek: "Çocuk yatağa aittir. Liân onu asla reddedemez." demişler ve Hz. Peygamber'in (s.a); "Çocuğun yatağa ait olduğuna" hükmettiğini, Hânın sadece cenini (hamli) reddedebileceğini, kadın doğuruncaya kadar Hânda bulunmadığı zaman, sadece (iftira) haddini düşürmek için Hânda bulunacağını ve bununla da çocuğun reddedilmiş olamayacağını ileri sü. müşlerdir. Bu, Zahirî Ebu Muhammed b. Hazm'-ın mezhebi olmaktadır.

İbn Hazm, mezhebim şöyle delillendirmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) "Çocuğun, yatağın sahibine ait olduğuna" hükmetmiştir. Dolayısıyla yatağında doğan her çocuğun kendi çocuğu olması sahihtir. Ancak Yüce Allah'ın, Peygamber'i diliyle reddettiği, yahut kocadan olmadığını kesin bildiği bir ceninin, henüz ana karnında iken Hânla reddine gitmesi durumları bundan hariçtir. Geri kalan diğer durumlarda doğan çocukların nesebi yatak sahibine katılır. Bu yüzdendir ki bize göre; kadın çocuğun kendisinden olmadığı konusunda kocayı tasdik etse, onun bu tasdikine iltifat edilmez. Çünkü Yüce Allah: "Herkes, ancak kendi aleyhine olan şeyi ortaya koyabilir. "(40) buyurmuştur. Bu durumda ebeveynin ikrarı çocuğun reddi demek olur. Bu ise kendilerinden başkası (çocuk) aleyhine bir tasarruf'olur. Yüce Allah çocuğu sadece, annenin kocayı yalanlaması ve karşılıklı Hânda bulunmaları yoluyla redde bulunmuş, başka türlü reddedilemeyeceğine hüküm buyurmuştur/41*
Bu mezheb, İmam Ahmed ve Ebu Hanife'nin benimsedikleri, "Kadın doğurmadıkça cenin (hami) üzerine liân sahih olmaz." görüşünün zıddı olmaktadır. Doğru olan, Hânın hem cenin üzerine, hem de doğum sonrasında çocuk üzerine sahih olmasıdır. İmam Mâlik ve Şafiî de böyle demişlerdir. Şu halde konu ile ilgili üç görüş bulunmaktadır.
Bu hükümle, çocuğun yatağa ait olması hükmü arasında hiçbir şekilde zıtlık yoktur. Zira yatak liânla ortadan kalkmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) çocuğun yatağa ait olduğu hükmünü, sadece yatak sahibi iie zinada bulunan arasında çocuk üzerinde çekişme bulunduğunda vermiş ve zinada bulunanın iddiasını iptal ederek, çocuğun yatağın sahibine ait olduğuna hükmetmiştir. Burada ise yatağın sahibi çocuğun kendisinden olmadığını söylemekte, onu reddetmektedir.

40. En'âm, 6/164.
41. tbn Hazm, el-Muhallâ, 10/147.

Soru: Yatağın bekası şartıyla, sadece çocuğun reddi için liânda bulunsa ve: "Zina etmedi, fakat bu çocuk benim çocuğum değildir." dese hüküm ne olur?
Cevap: Bu konuda İmam Şafiî'nin iki kavli vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak nakledilmiştir.
Birincisi: Aralarında liân cereyan etmez ve çocuk onu bağlar. el-Hırakî'nin tercihi de budur.
İkincisi: Koca çocuğu red için liânda bulunabilir ve sadece kendi Hânı ile çocuk reddedilmiş olur. Ebu'l-Berekât İbn Teymiye de bunu tercih etmiştir. Doğrusu da budur.

Eğer denilirse ki: Siz Allah Rasûlü'nün, "Çocuk yatağa aiddir." hükmüne bu görüşünüzle muhalefet ettiniz. Cevaben: Hâşâ! deriz. Aksine biz bu hadisin bütün hükümlerine uygun hareket ediyoruz. Te'vile kaçarak bazılarının düştüğü muhalefete düşmüyoruz. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğun yatağa ait olduğu hükmünü, yatak sahibinin davası durumunda vermiş ve onun iddiasını "yatak" karinesi ile tercih etmiş ve çocuğu ona vermiştir. Öbür taraftan liânda da yatak sahibinin çocuğu kendisinden reddine ve nesebini kesmesine istinaden de çocuğun

reddine hükmetmiş ve çocuğun baba adı ile çağrılama-yacağmı belirtmiştir. Böylece biz her iki hükme de muvafakat etmiş oluyor ve her ikisi ile de amel etmiş oluyoruz. Çocuğun cenin halinde iken reddi ile doğumundan sonra reddi arasında herhangi bir etkisi bulunmayan ve hiç de hoş olmayan, çirkin bir ayırıma gitmedik. Zira şeriat, altında asla bir mâna bulunmayan böylesine sûrî (şeklî) bir fark üzerine hüküm koymaz. Böyle bir duruma, ancak fıkıhtan yeterli payeye sahip olmayan, hikmet-i teşrîden, onun maksatlarından haberdar olmayan kimseler rıza gösterir. Yardım Allah'tan istenir, tevfik O'ndandır.
Yedinci hüküm: Çocuğun, baba cihetinden nesebinin kesilmesi durumunda annesine ilhak edilmesi. Bu ilhakın, çocuğun nesebinin babadan sabit olması durumunda, annesine olan nisbetine ek bir mâna getirmesi gerekir; aksi takdirde bir mânası olmaz. Zira çocuğun kadından çıktığı kesin olarak bilinen bir şeydir, dolayısıyla çocuğun kadına ilhakında, nesebinin babadan sabit olması durumuna nazaran ilâve bir mâna bulunmalıdır. Bu konuda ihtilâf edilmiştir:

Bu grup şöyle demişlerdir: Bu ilhaktan maksat, çocuğun nesebinin babadan kesildiği gibi, anneden de kesileceği; ne anneye ne de babaya nisbet edilemeyeceği şeklinde yanlış bir anlayışın önüne geçmekten ibarettir. Hz. Peygamber (s.a.) işte bu yanlış anlamanın önünü kesmiş ve çocuğu annesine ilhak etmiştir. Ayrıca bunu, hem çocuğa hem de annesine zina isnadında bulunacaklara had uygulanacağını belirtmek suretiyle tekit de buyurmuşlardır. Bu İmam Şafiî, Mâlik ve Ebu Hanife'nin görüşleridir. Ayrıca anne ve asabesi-nin, çocuğun asabesi olduğu kanaatinde olmayan herkes bu görüşü paylaşmaktadırlar.

İkinci bir grup ise şöyle diyorlar: Hayır! Aksine bu ilhakta ilâve bir mâna vardır. O da babaya ait olan nesebin anneye ait kılınması ve annesinin bu konuda babası yerine geçirilmesidir. Bu durumda anne çocuğun asabes
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
Annenin asabesi de yine onun asabesi olacaktır. Çocuk öldüğü zaman, anne asabe olarak mirasını alacaktır. Bu İbn Mes'ûd'un görüşüdür. Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü dört Sünen sahipleri Vasile b. el-Eska' hadisinde Hz. Peygamber'in: "Kadın üç mirasa (yalnız basma) varis olur: Âzadlı kölesine, bulup büyüttüğü çocuğa (lakîtine) ve üzerine liânda bulunduğu çocuğuna."(42) buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Aynı hadisi İmam Ahmed de rivayet etmiş ve gereğini görüş olarak benimsemiştir.
Ebu Davud, Sünen'de Amr b. Şuayb—babası—dedesi silsilesiyle Hz. Peygamber'in: "Liânda bulunan kadının oğlunun mirasını, kendisine ve o yoksa varislerine ait kıldığım" rivayet etmiştir.(43)
Yine Sünen'dz, Mekhûl hadisinde mürsel olarak rivayet edilmiştir. Buna göre Mekhûl: "Hz. Peygamber liânda bulunan kadının oğlunun mirasım annesine, ondan sonra da annenin varislerine ait kılmıştır." demiştir.(44)
Bu haberler kıyasa tam bir uygunluk arzeder. Çünkü aslında neseb babaya aittir. Onun cihetinden kesildiği zaman.haliyle anneye ait olacaktır. Nitekim velâ (gözetim hakkı) aslında babayı âzad edene aittir. Babanın köle olması durumunda anneyi âzad edenlere geçer. Daha sonra baba âzad edilecek olsa, vela annenin vela sahiplerinden kendisine intikal eder, yani asli haline döner. Bunun tam benzeri lîanda söz konusudur: Liânda bulunan koca kendisinin yalancı olduğunu söylese ve çocuğu kendi nesebine katmak (istilhakta bulunmak) istese, hem nesep hem de asabelik anneden yine asıl olan babaya döner. İşte bu kıyasın ta kendisidir. Hadislerin ve haberlerin gereğidir. Ümmetin derin ve büyük âlimi Abdullah b. Mes'ûd'un görüşüdür. Zamanlarındaki bütün insanların imamları olan Ahmed b. Hanbel ile İshak b. Râhüyeh'in mezheb-leridir. Kur'ân buna en ince ve güzel bir îma ile delâlet etmektedir. Zira Yüce Allah Hz. İsa'yı (a.s.) annesi Meryem vasıtasıyla Hz. İbrahim'in (a.s.) zürri-yetinden saymıştır. Meryem Hz. İbrahim'in halis zürriyetinden olmaktadır. Bu konuda, inşaallah, ileride Ferâiz bahsinde Hz. Peygamber'in koyduğu hüküm ve uygulamalardan sözederken daha geniş bilgi verilecektir.
Şöyle bir soru akla gelebilir: Peki Müslim'in Iiân olayıyla ilgili olarak naklettiği Sehl hadisinin sonunda geçen: "Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere (koyduğu miras payları doğrultusunda) çocuğun annesine, annenin de çocuğuna mirasçı olması uygulanageien sünnet oldu.'* ifadesini, ne yapacaksınız?

42. Ebu Davud, 2906; Tirmizî, 2116; İbn Mâce, 2742; Ahmed, 3/490,4/107. İsnadı ceyyiddir.
43. Ebu Davud, 2908. Senedi hasendir. ,
44. Ebu Davud, 2907. Râvileri sikadır. i

Cevaben denilir ki: Her ne kadar bu sözün İbn Şihab ez-Zührî'ye ait olması ihtimali(45) varsa da —ki göründüğü kadar öyledir— biz onu kabul eder ve gereğiyle amel ederiz. Zira annenin asabe kılınması, Yüce Allah'ın Kitab'-inda oğlunun mirasından kadına ait kıldığı payı düşünmez. Nihayet bu durum anneyi hem kendi payını hem de asabe olarak geri kalanı alan baba gibi yapar ve kadın mutlaka kendi paymı (farz) ahr, eğer geride daha fazla bir şey kalırsa, onu da asabe yoluyla ahr. Eğer artmıyorsa kendi payım alır, o kadar. Dolayısıyla biz, bu konuda varid olan haberlerin tümüyle amel etmiş oluyoruz.
Sekizinci hüküm: "Ne kadına ne de çocuğuna zina isnadında bulunulamaz. Kim kadına ya da çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine had gerekir." Çünkü kadının karşı liânda bulunması, kendisi üzerine atılan isnadın gerçek olmadığını ifade etmektedir. Dolayısıyla kadına ya da çocuğuna zina isnadında bulunan kimseye had tatbik edilir. Sarih ve sahih sünnet buna delâlet etmektedir. Ümmetin büyük çoğunluğu da bu görüştedir.

Ebu Hanife ise şöyle der: Eğer ortada nesebi reddedilen bir çocuk yoksa, isnadda bulunana had gerekir. Eğer nesebi reddedilen bir çocuk varsa, had gerekmez. Hadis sadece koca tarafından reddedilen bir çocuğu olan kadın hakkındadır. Ebu Hanife için bu ayırımı gerekli kılan şey şudur: Ne zaman ki kadının çocuğunun nesebi reddedilmiştir; bu, çocuğa nisbetle kadının zina ettiğine hükmetmek demektir. Bu ise iftira haddinin düşmesi konusunda bir şüphe doğurur.

45. Ya da Sehl'İn sözündendir. İmam Şafii: "Hadisin İbn Şihab ez-Zührî'ye nisbeti Sehl'e nisbetine mani değildir." demiştir. Bk. Fethıt'l-Bûrî, 9/398.

Dokuzuncu hüküm: Bu hükümler, her ikisinin liânı üzerine birden terettüp etmektedir. Her ikisinin de liânı tamamlandıktan sonra, bu hükümlerden hiç birisi sadece kocanın liânı üzerine terettüp etmez.
Ebu'l-Berekât îbn Teymiye, bu esastan hareketle, sadece kocanın Hânda bulunmasıyla çocuğun reddedilmiş olacağım çıkarmıştır ki doğru bir netice (tahric)dir. Çünkü kocanın liânı, kadının Hânına bakılmaksın kendisinden haddi ve iftirada bulunmuş olma annı düşürdüğüne göre, kendisine bağlanacak fasid nesebin düşürülmesini de gerektirir. Eğer kadın Hâna yaklaşmazsa o takdirde öncelikli olarak düşmüş olur. Zira kocanın kendisinden olmayan bir çocuğun nesebinde kalması neticesinde göreceği zarar, hadda maruz kalmasındaki zarardan daha büyüktür. Onu redde olan ihtiyacı ise, haddi defe olan ihtiyacından daha şiddetlidir. Kocanın Hânı yalnız başına haddi düşürdüğü gibi, çocuğun reddini de yalnız başına gerektirir. Allah en iyi bilir.
Onuncu hüküm: Hamile olması durumunda boşanmış ya da ölüm iddeti bekleyen kadına nafaka ve meskenin bir hak olarak sabit olması. Zira hadiste: "Talak olmaksızın ayrılmış olduklarından, ölüm iddeti içerisinde de olmadığından..." ifadesi vardır. Bu hadis iki hüküm ortaya koymaktadır:

1) Kocadan hamile olmaması durumunda, talâkla ayrı düşmüş kadın için nafaka ve mesken hakkının olmaması.
2) Hem ona hem de kocası ölen kadm için kocadan hamile olmaları durumunda nafaka ve mesken hakkının gerekli olması.

Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kadına bakınız. Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o Hilâl b. Ümeyye'nindir. Yok şöyle şöyle bir çocuk getirirse, o Şerik b. Sehma'nındır. (Yani ondandır)." buyruğu, kâiflik sanatı ile hükümde bulunulabileceğine ve benzerliğin nesebin tayininde ve çocuğun ilhakında etkisinin bulunduğuna bir işaret olmaktadır. Çocuğun Hânda bulunan kocaya benzer doğması durumunda, ona katılmamasının sebebi, benzerlik delilinin kendisinden daha güçlü olan Hân deliline muarız olması yüzündendir. Daha önce geçmişti.
Hadiste geçen: "Şayet bir kimse, karısıyla birlikte bir adam bulsa, onu öldürür ve siz de ona karşılık onu öldürür müsünüz?" ifadesi şuna delâlet eder: Bir kimse evinde bir adamı öldürse ve onu karısıyla veya haremi ile birlikte yakaladığım ve öldürdüğünü iddia etse sözü kabul edilmez. Çünkü, şayet kabul edilecek olsa kanlar heder olur, birisini öldürmek isteyen herkes onu evine sokar, öldürür ve karısıyla birlikte yakaladığını iddia eder.
Ancak burada birbirinden ayırmamız gereken iki mesele vardır: Birincisi: Diyâneten yani kul ile Allah arasında kalmak şartıyla onu öldürmesi mümkün müdür? (Yani ceza değil de günah gerekir mi?) İkincisi: Mahkemede hüküm vermek için sözü kabul edilir mi?
Bu ayırımla, konuyla ilgili oîarak ashabtan nakledilen haberler arasındaki problem de ortadan kalkmış olur. Bazı âlimlerin, "Bu konuda ashab arasında tartışma olmuştur. Hz. Ömer: Öldürülmez, demiş, Hz. Ali ise: Öldürülür, demiştir." demelerinin de bir anlamı kalmaz. Ashab arasında tartışma bulunduğunu söyleyenleri aldatan şey Saîd b. Mansur'un Sünen'indç rivayet ettiği şu hadis olmuştur: Hz. Ömer bir gün (sabah) yemek yerken, elinde kanlı bir kılıç ile koşarak bir adam geldi. Arkasında da koşarak gelen bir grup insan vardı. Adam geldi ve Hz. Ömer'in yanına oturdu. Diğerleri de gelerek:
— Ey Mü'minlerin Emîri! Bu bizim adamımızı öldürdü! dediler. Hz. Ömer adama:
— Ne diyorsun (doğru mu)? diye sordu. Adam:
— Ey Mü'minlerin Emiri! Gerçek şu ki, ben karımın iki bacağı arasına vurdum. Eğer iki bacağı arasında birisi var idiyse, onu öldürmüşümdür, diye cevap verdi. Hz. Ömer onlara:
— Siz ne diyorsunuz? dîye sordu. Onlar:
— Ey Mü'minlerin Emîri! O kılıçla vurdu ve kılıç adamın beli ile kadının bacakları üzerine indi, dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer ondan kılıcını aldı, onu çırptı ve kendisine geri verdi. Sonra da ona:
— Onlar dönerlerse sen de dön, (yani onlar aynı şeyi yaparlarsa sen de aynı şeyi yap) dedi.
Hz. Ali'ye gelince; ona, karısıyla birlikte bir adam yakalayıp onu öldüren kimsenin hükmü sorulmuştu. O: "Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim edilir." dedi.<46> Bunu Hz. Ömer'den nakledilen haberle çeliştiğini zannettiler ve konuyla ilgili ashab arasında ihtilâf olduğunu söylediler. Halbuki, sen bu iki hüküm arasında îmal-i fikirde bulunduğu zaman, aralarında bir ihtilâf olmadığını görürsün. Çünkü Hz. Ömer, ondan haddi sadece kan sahiplerinin onun adamın karısıyla olduğunu itiraf ettikleri için düşürmüştür. Nitekim Hanbelı âlimlerimiz —ifade İbn Kudâme'ye aittir— şöyle demektedirler: "Eğer velî bunun böyle olduğunu itirafta bulunursa, o takdirde

46. Mâlik, Muvatta, 2/737, 738; Abdürrezzak, 17915; Şafiî, 2/397; Beyhakî, 8/230, 231. Râvi-leri sikadır.

ne kısas ne de diyet yoktur. Çünkü Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre... (sonra olayı anlatır)." İbn Kudâme'nin bu ifadesi kadın yanında öldürülen kimsenin muhsan (evli) olup olmaması arasında bir fark olmadığını gösterir. Hz. Ömer'in öldürülen bu kimse hakkındaki hükmü ve ona: "Onlar bir daha aynısını yaparlarsa sen de yap," demesi de aynıdır ve muhsanla, muhsan olmayan arasını ayırmamıştır. Doğrusu da budur. Her ne kadar el-Müstev'ib sahibi: "Kişi karısının yanında, recmi gerektirecek bir iş üzere birisini yakalaı ve onu öldürür ve onu bunun için (recm için) öldürdüğünü iddia ederse zahiren hüküm verilirken (yani mahkemede) üzerine kısas gerekir. Ancak iddiasına bir beyyine getirebilirse o zaman kısas gerekmez." Beyyinenin adedinde ise iki rivayet vardır: a) İki şahittir. Ebu Bekir bu rivayeti tercih etmiştir. Çünkü burada istenen beyyine zinaya değil, adamın orada bulunduğuna dairdir, b) "Dörtten daha az şahidin sözü kabul edilmez." diyorsa da; sahih olana göre, yukarıda söylediğimiz gibi, buna dair beyyine getirildiğinde, yahut velînin ikrarı durumunda kısas düşer. İster muhsan (evli) olsun, ister olmasın farketmez. Hz. Ali'nin sözü de buna delâlet eder. Zira o, karısı ile birisini yakalayıp da onu öldüren kimse hakkında: "Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim edilir." demiştir. Böyledir, çünkü bu öldürme zinadan dolayı uygulanan bir had değildir. Eğer had olsaydı kılıçla olmazdı ve haddin uygulanma şart ve şekilleri aranırdı. Bu sadece, üzerine tecavüzde bulunan, harîm-i ismetini çiğneyen, ailesini baştan çıkaran kimse için verilmiş bir ceza olmaktadır. Nitekim Zübeyr (r.a.) de aynı şeyi yapmıştır: Bir seferinde kendisine ait bir cariye ile ordudan geri kalmıştı. Ona iki adam geldi ve: "Bize bir şey ver!" dedüer. Zübeyr de yanındaki bir yiyeceği onlara verdi. Adamlar: "Cariyeyi bırak!" dediler. Bunun üzerine Zübeyr kılıcı ile onlara vurdu ve ikisini de bir vuruşla ikiye böldü. Yine aynı şekilde, birilerinin evine bir delikten yahut kapı aralığından izinsiz bakan ve evin mahremiyetini çiğneyen bir kimsenin, ev sahipleri tarafından vurulması, gözünün çıkarılması da tam bir ceza olmaktadır. Böyle bir kimsenin gözü çıkarılacak olsa tazmin (diyet) sorumluluğu bulunmamaktadır. Kadı Ebu Ya'Iâ: "İmam Ahmed'in sözünün zahirinden anlaşılan; ev sahipleri onu uzaklaştırırlar, üzerlerine harhangi bir tazmin sorumluluğu olmaz, şeklindedir. Bu konuda bir tafsilat getirmemiştir." demektedir.

İbn Hâmid ise bir açıklamada bulunarak: "Sıra ile en hafiften başlayarak onu uzaklaştırır. Önce: Çek git! Yoksa şöyle şöyle yaparız, der." demiştir.
Ben derim ki: Ne İmam Ahmed'in sözünde, ne de sahih sünette böyle bir tafsili gerektiren bir husus yoktur. Aksine sahih hadisler öyle olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü Sahihayn'da bulunan Enes hadisinde anlatıldığına göre, "Bir adam bir delikten Hz. Paygamber'in odalarından birini gözetiiyordu. Hz. Peygamber, elinde bir ok demiri (ya da ok demirleri) ile ona doğru yaklaştı ye ona dürtmek için fırsat kollamaya başladı. "t47) denilmiştir. Bu durumda en hafiften başlamak da nerden çıkıyor? Zira Hz. Peygamber, adama vurmak için fırsat kolluyor, gizleniyor.

Yine Sahihayn*da Sehl b. Sa'd'cfen rivayet ediliyor: Adamın birisi Hz. Peygamber'in kapısındaki bir delikten içerisini gözetledi. Hz. Peygamberdin elinde, başım taradığı demir bir tarak vardı. Adamı görünce: "Eğer senin bana baktığını bilseydim, şunu senin gözüne sokardım! İzin talebi, ancak bakmadan dolayıdır." buyurmuşlardır/48'

Yine Sanıhayn'da. Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.): "Bir kişi habersiz seni gözetlese, sen de ona bir taş atsan ve gözünü çıkarsan, sana bir günah (sorumluluk) yoktur." buyurmuştur/49'
Yine onlarda rivayet edilir*50* : "Bir kimse izinsiz başkalarının evini gözetlese, onlar da onun gözünü çıkarsalar, ne diyet gerekir ne de kıyas." buyurmuştur.
Şeyhülislâm îbn Teymiye'nin tercihi de bu doğrultudadır. Şöyle der: "Bu üzerine hücumda bulunan deve vb.nin defi kabilinden değildir. Aksine bu teca-vüzkâr ve ezada bulunan kimseye verilen bir ceza mahiyetindedir. Buna göre diyâneten yani Allah ile kul arasında olmak şartıyla, kişinin harîm-i ismetine tecavüzde bulunan bir kimseyi öldürmesi caizdir, tster öldürülen kişi muhsan (evli) olsun, ister olmasın fark etmez. (Irz düşmanlığı) ile bilinir olup olmaması da neticeyi etkilemez. Nitekim ashabın sözleri, sahabe fetvaları da buna delâlet etmektedir." İmam Şafiî ile Ebu Sevr: "Eğer zina eden evli (muhsan) ise, hane sahibinin diyâneten onu öldürmesi mümkün olabilir." demişler ve bunu (yani öldürmesini) haddin (recm) uygulanması kabilinden telakki etmişlerdir. İmam Ahmed ve İshak ise: "İki şahit getirirse kanı heder olur." demişler ve evli (muhsan) olup olmaması arasını ayırmamışlardır. İmam Mâlik'in görüşü ise, konuyla ilgili olmak üzere farklılık arzeder: (Râvi) İbn Habib: "Eğer öldürülen evli (muhsan) ise ve koca da beyyine getirmişse üzerine bir şey gerekmez. Aksi takdirde kısas yoluyla öldürülür." demiştir. İbnu'l-Kâsım: "Eğer beyyine bulunursa muhsan olup olmaması farketmez, kanı heder kılınır."

47. Buharî, 87/23; Müslim, 2157.

48. Buharı, 87/23, Müslim, 2156.
49. Buharî, 87/23; Müslim, 2158.
50. Sahihayn'ı kastediyor. Fakat onlar bu lafızla rivayet etmemişlerdir. Bu lafızla Ahmed (2/385) ve Nesâî (8/61) rivayet etmişlerdir. Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadisin isnadı sahihtir. İbn Hibbân sahih olduğunu söylemiştir. Müslim'in biraz farklı bir rivayeti İçin 2158 nolu hadise bakınız. demiştir. İbnu'l-Kâsım, öldürülenin muhsan (evli) olmaması durumunda diyet ödenmesini müstahap görmüştür.

Burada bir soru gelebilir ve sıhhati üzerinde görüş birliği edilen Ebu Hureyre (r.a.) hadisi hakkında ne düşünüldüğü sorulabilir. Hadis şudur: Sa'd b.'Ubâde, Hz. Peygamber'e: "Ya Rasûlallah! Ne buyurursun, karısının yanında bir adam bulunan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Rasûlullah (s.a.): "Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd: "Seni Hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah: "Efendinizin söylediğine kulak verin!" buyurmuştu.


Başka bir rivayette de: "Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit getirinceye kadar dokunmayacak mıyım?" diye sormuş, Rasûl-i Ekrem: "Evet." cevabım vermişti. Sa'd: "Asla olmaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben onu bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Efendinizin söylediğine kulak , verin. O hakikaten gayur (kıskanç, gayretli) biridir. Ben ondan daha gayurum. Allah da benden daha gayurdur."

Cevaben diyoruz ki: Biz bu hadisleri kabulle karşılıyor ve gereği ile amel ediyoruz. Hadisin sonu, "şayet öldürecek olsa, ona karşı kısas edilmeyeceğine" delildir. Çünkü Sa'd: "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" demiştir. Eğer öldürülmesi durumunda üzerine kısas gerekecek olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) bu yemini ikrarla (tasvib) karşılamaz ve onun bu gayretine övgüde bulunmazdı. Aksine: "Eğer sen onu öldürürsen, sen de ona karşı öldürülürsün." buyururdu. Ebu Hureyre hadisi bu konuda açıktır. Çünkü Hz. Peygamber: "Siz Sa'd'ın gayretine şaşıyor musunuz? Vallahi ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur." buyurmuştur ve ona karşı tepki göstermemiş, onu öldürmekten ah koymamıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) sözü bağlayıcı bir hükümdür. Yine fetvası da aynı şekilde ümmet için genellik arzeden bir hükümdür. Eğer ona öldürmesi için izin verseydi, bu hem diyâneten hem de kazaen kanının heder olduğuna dair Hz. Peygamber tarafmdan verilmiş bir hüküm olurdu ve Yüce Allah'ın kısasla ortadan kaldırmak istediği mefsedet ortaya çıkar, insanlar öldürmek istedikleri kimseleri evlerinde öldürmeye ve sonra da onlan eşleriyle vb. beraber yakaladıklarını iddiada bulunmaya koşarlardı. Allah bu kapıyı kapattı, mefsedeti bertaraf etti ve kanlan korudu. Bunda, kazaen katilin sözünün kabul edilmeyeceği ve öldürdüğü kişiye karşı kısas edileceğine dair bir delil vardır. Sa'd, onu öldüreceğine ve şahit aramaya gitmeyeceğine dair yeminde bulununca, Hz. Peygamber (s.a.) onun bu gayretine şaşırmış ve onun gayur olduğunu, kendisinin ondan daha gayur olduğunu, Yüce Allah'ın ise kendisinde bile daha gayretli olduğunu bildirmiştir. Bu iki mânaya gelebilir: i
Birincisi; Hz. Peygamber'in, Sa'd üzerine yemin ettiği şeyi sükut ve ikrarla karşılaması, onun diyâneten yani kul ile Allah arasında caiz olduğunu, kazaen ise öldürmekten yasakladığı anlamına gelebilir. Bu haliyle de hadisin başı ile sonu arasında bir çelişki yoktur.

ikincisi: Hz. Peygamber (s.a.) bunu Sa'd'e, sanki ona bir tepki (münker bulma) şeklinde söylemiş ve: "Büyüğünüzün söylediğini işitmiyor musunuz?'* buyurmuştur. Bununla: Ben onun öldürmesini yasaklıyorum, o ise "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" diyor, demeyi kasdet-miştir ve daha sonra onu bu muhalefete iten şeyi bildirmiş, onun da aşın gayreti olduğunu ifade etmiş, sonra da: "Ben ondan daha gayurum. Allah da benden daha gayurdur." buyurmuştur. Yüce Allah bu kadar aşın gayretiyle dört şahit ikamesi şartını kılmıştır. Bunda bir hikmet ve maslahat, bir şefkat ve iyilik gösterisi vardır. Yüce Allah; aşırı gayreti yanında, kullarının menfaatlerini, hemen Öldürmek yerine dört şahit getirilmesi şeklinde koyduğu hükmün neler getireceğini en iyi bilendir. "Ben Sa'd'den daha gayurum. Bununla birlikte Sa'd'in öldürmesini yasakladım." demekle Hz. Peygamber (s.a.), her iki durumu da birden kasdetmiş olabilir. Hz. Peygamber'in (s.a.) kelâmına, olayın akışına daha uygun olan da budur.
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
1— Hz. Peygamberin (s.a.) Zıhar Hakkındaki Hükmü:

Yüce Allah şöyle buyurur: ''İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin ve yalan lâf söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedici, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin kanlarıyla temas etmeden önce, bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Buna imkân bulamayan kimse, temas etmeden önce, aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah'a ve Rasûlü'ne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır."(1)
Sünen ve Müsned kitaplarında sabit olduğuna göre Evs b. Sâmit, hanımı Havle bt. Mâlik b. Sa'Iebe'ye zıhar yapar. Bu konuda Hz. Peygamber'le (s.a.) mücadeleye giren ve Allah'a şikâyette bulunan, yedi kat semânın ötesinden şikâyeti işitilen ve kabul gören kadın işte bu kadındır. Bu kadın Hz. Peygamber'e gelerek şöyle demişti: "Ya Rasûlullah! Şüphesiz ki Evs b. Sâmit, ben genç ve arzulanan biri iken benimle evlendi. Yaşım ilerledi, ona bir sürü çocuk doğurdum. Şimdi ise beni anasının yerine koydu." Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: "Senin hakkında benim yapabileceğim bir şey yok." Çaresiz kadın: "Ey Allah'ım! Ben halimi sana şikâyet ediyorum." dedi/21 Bir riva-

1. Mücâdele, 58/2-4.
2. İbn Mâce, 2063; Hâkim, 2/481; Beyhakî, 7/382. Râvileri sikadır. Hadiste çok sayıda çocuk

yette o şöyle demiştir: "Benim küçük çocuklarım var. Eğer onları ona versem ziyan olurlar, kendim alsam aç kalırlar." dedi ve bunun üzerine Kur'an âyetleri indi.
Hz. Âişe şöyle der: Her sesi işiten Allah'a hamdolsun! Havle bt. Sa'lebe Hz. Peygamber'e şikâyetçi olarak gelmişti. Ben evin bir uçundaydım. Bazı sözlerini duyamıyordum. Hemen Allah: "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitiyor. Çünkü Allah işitendir, bilendir..."(3) âyetlerini indirdi. <4> Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Bir köle azad etsin." buyurdu. O: "Bulamaz." dedi. Hz. Peygamber: "Öyleysepeşi peşine iki ay oruçtular." buyurdu. O: "Ya Rasûlallah! O yaşlı bir ihtiyar. O nerde, oruç nerde!" dedi. Hz. Peygamber: "Öyleyse altmış fakiri doyursun!" buyurdu. O: "Onun tasad-duk edebileceği bir şeyi yok." dedi.
Hz. Âişe der ki: Tam o saatle bir zenbil hurma getirildi. Ben: "Ya Rasûlallah! Ben bir zenbil hurma vererek ona yardım olurum." dedim. Hz. Peygamber: "Aferin! Onun adına altmış fakiri doyur ve amcanın oğluna geri dön." buyurdu.(5)
Sünen'dç anlatılır: (Zureykoğullarından) Seleme b. Sahr el-Beyazî, Ramazan ayı boyunca karısına zıharda bulundu. Ramazan ayı çıkmadan bir gece onunla cima etti. Sonra geldi ve Hz. Peygamber'e olanları anlattı. Efendimiz ona: "Demek sen, öyle ha! Ya Seleme!" dedi. Seleme der ki: Ben iki defa: "Evet ya Rasûlallah! Ben böyleyim, Allah'ın emrine razıyım. Hakkımda Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmet." dedim. Hz. Peygamber: "Bir boyun (köle) azad et!" buyurdu. Ben: "Seni peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, şundan başka boyuna sahip değilim." dedim ve enseme elimin içiyle vurdum. Hz. Peygamber: "Öyleyse iki ay peşi peşine oruç tut!" dedi. Ben: "Zaten başıma gelen oruç yüzünden gelmedi mi?" dedim. Hz. Peygamber: "Öyleyse, bir vesk hurmayı altmış fakir arasında yedir." buyurdu. Ben:
"Ona karnımı yaydım" ifadesini
doğurmaktan kinaye olarak kullanılan biz lazımı manasıyla tercüme ettik.

3. Mücadele, 58/1.
4. Hadisin bir kısmını Buharî (97/9)'da muallak olarak lahric etmiştir. Tamamını ise Nesâî, (6/168) mevsül olarak rivayet etmiştir. Ayrıca bk. Ahmed, 6/46; İbn Cerîr, 5/28. İsnadı sahihtir.
5. Ebu Davud, 2214; İbn Hibbân, 1334; İbn Cerîr, 5/28; Beyhakî, 7/389. Senedinde Ma'mer b. Abdullah b. Hanzala vardır. İbn Hibbân'dan başkası onu sika bulmamışlardır. Diğer râvileri sikadır. Aynı konuda İbn Abbas'tan ve Atâ b. Yesâr'dan mürsel olarak rivayetler için bk. Beyhakî,'7/389, 390, 392.

"Seni hakla gönderene yemin ederim ki, ikimiz de aç geceledik, yiyecek bir şeyimiz yok." dedim. Hz. Peygamber: "Züreykoğulları zekât memuruna git, sana onu versin. Altmış fakire bir vesk hurma yedir. Sen ve ailen de geri kalanını yiyin." buyurdu. Kavmime döndüm ve: "Sizin yanınızda darlık ve kötü tedbir gördüm. Allah Rasülü'nün yanında ise genişlik ve güzel tedbir buldum. Bana zekâtlarınızdan vermenizi emretti." dedim.(Ğ)
Tirmizî'nin Câmfinde İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilir: Karısına zıhar yapan ve onunla cimada bulunan bir adam Hz. Peygambere geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben karıma zıhar yaptım. Sonra da keffâret vermeden önce onunla cima yaptım." dedi. Hz. Peygamber ona: "Allah'ın rahmetine uğrayasıca; seni o şeye sevkeden ne oldu?" diye sordu. O: "Ay ışığında halhalini gördüm {kendimi tutamadım)." dedi. Hz. Peygamber: "Allah'ın sana emrettiği şeyi yapmadan ona yaklaşma!" buyurdu. (7> Tirmizî: "Bu, hasen-garib-sahih bir hadistir." der.
Yine Tirmizî'de, Seleme b. Sahr, Hz. Peygamber'den, keffâret vermeden önce cimada bulunan zıhar yapmış kimse hakkında: "Bir keffâret (yeterlidir)." buyurduğunu rivayet eder.( Tirmizî buna da "Hasen-garibdir" der. Hadisin senedinde Süleyman b. Yesâr'la, Seleme b. Sahr arasında kesinti vardır.
Bezzâr'ın Müsned'inde, İsmail b. Müslim—Amr b. Dînâr— Tâvûs silsi-lesiyle İbn Abbas şöyle anlatır: Bir adam Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ben karıma zıhar yaptım, sonra da keffâret vermeden önce onunla cima ettim." dedi. Hz. Peygamber: "Allah, 'Birbirine temas etmeden önce...' buyurmadı mı?" dedi. Adam: "Hoşuma gitti (kendimi tutamadım)" dedi. Hz. Peygamber: "Keffâret verinceye kadar ondan geri dur." buyurdu.(9) Bezzâr: "Hadisin, bundan daha sahih bir isnadla rivayet- edildiğini bilmiyoruz. Ne var ki İsmail b. Müslim hakkında ileri sürülen tenkitler vardır. İlim erbabından pek çok grup ondan rivayette bulunmuşlardır." demektedir.
Bu hadisler bazı hükümleri içerir:
1— Cahiliye dönemi ve İslâm'ın ilk devirlerinde zıhann talâk kabul edilmesi uygulaması iptal edilmiştir. İsterse bununla talâka niyet ettiğini tasrih

6. Ahmed, 5/436; Ebu Davüd, 2213; Tirmizî, 3295 (hasendir demiştir.); İbn Mâce, 2062; Beyhakî, 7/385; Hâkim, 2/203. Hâkim: Hadis sahihtir, demiştir.
7. Tirmizî, 1199; Ebu Davud. 2223; Nesâî, 6/167. Râvileri sikadır. Ancak Ebu Hatim ve Nesâî, mürsel olduğunu söylemişlerdir. Hadisin şahitleri bulunmaktadır.
8. Tirmizî, 1198; İbn Mâce, 2064.
9. Bk. Bevhakî, 7/386.

etsin, farketmez. Şayet bir kimse karısına: "Sen bana anamın sırtı gibisin! Ben bununla talâkı kasdediyorum." dese bu talâk olmaz, zıhar olur. Bu ittifakla böyledir. Belki muhalif, önemsiz şâz bir görüş olabilir. Bu hususu İmam Ahmed, Şafiî vb. ifade etmişlerdir. Şafiî: "Şayet talâk niyetiyle zıhar yapsa, bu zıhar olur veya zıhar niyetiyle boşasa bu da talâk olur." der. İşte Şafiî'nin ifadesi budur. Onun görüşü olarak kendisine bunun aksini nisbet etmek caiz değildir. İmam Ahmed ise şöyle açıklamıştır: Şayet kişi: "Sen bana anamın sırtı gibisin. Bununla ben talâkı kasdediyorum." dese, bu zıhar olur, bununla kadın boşanmış olmaz. Çünkü zıhar, cahiliyye devrinde talaktı ve neshe-dildi. Mensûh hükme dönüş caiz değildir.
Yine E vs b. Sâmit, bununla o zamanda olduğu gibi sadece talâka niyet etmişti. Buna rağmen Hz. Peygamber (s.a.) ona talâk değil, zıhar hükmünü uygulamıştır.
Çünkü "zıhar", hükmü konusunda sarihtir. Dolayısıyla Yüce Allah'ın iptal ettiği hüküm hakkında onu kinaye saymak caiz değildir. Allah'ın hükmü uyulmaya ve riayet edilmeye daha lâyıktır.
2— Zıhar haramdır ve buna yeltenmek caiz değildir. Çünkü o, Allah Teâlâ'nm da bildirdiği gibi, kötü bir söz ve iğrenç bir yalandır. Her ikisi de haramdır. Kötü bir söz (münker) oluşu ile, iğrenç bir yalan (zûr) oluşu şöyledir: "Sen bana anamın sırtı gibisin." sözü hem karısının öyle olduğunu haber verme (ihbar), hem de karısını haram kılma tasarrufunu kurma (inşâ) anlamı içermektedir. Yani hem ihbar, hem de inşâ mânasına gelebilir. Dolayısıyla o yalan bir haber, kötü bir inşâdır demek olur. Yalan (zûr), hak ve sabitin zıddı olan bâtıldır; kötü (münker) ise, iyi ve mârufun zıddıdır. Yüce Allah âyeti, "Şüphesiz ki Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır." ifadesi ile tamamlamıştır. Bunda, günah sebebinin mevcut olduğuna, eğer Allah'ın af ve mağfireti olmasaydı, mutlaka bu yüzden orumlu tutulacaklarına dair işaret bulunmaktadır.
3— Keffâret bizzat zıharla değil, dönüşle vacip olur. Bu cumhurun görüşüdür. Sevrî, İbn Ebî Necîh'ten, Tâvus'un: "Zıhar yapar yapmaz keffâret gerekir." dediğini nakleder, bu, İbn Ebî Necîh'in Tâvus'tan rivayetidir. Ma'mer ise Tâvus'tan, o da babasından şöyle nakleder: "Sonra söylediklerinden dönenlerin..." âyeti hakkında babası: "Onu kendisine anasının sırtı gibi kıldı, sonra dönüyor ve onunla cima ediyor. Bu durumda bir boyun (köle) azadı gerekir, demektedir." demiştir. Mücâhid'den de: "Bizzat zıharla keffâret gerekir." dediği nakledilir. Bunu İbn Hazm, Sevrî ile Osman el-Bettî'den de nakleder. Tabii bunlar, keffâret için dönmenin şart olduğunu bilmiyor değiller. Ancak bunlara göre "dönme", cahiliye devrindeki zıhar uygulamasına
dönmektir. Nitekim Yüce Allah'ın, avlanmanın cezası konusunda: ( ^- üı iisj îii. 'j>'; ) «* = Kim dönerse, Allah ondan öç alır." âyetinde geçen ( jw ) '* = dönme" kelimesi, "Haramhğının nüzulünden sonra ava dönerse" demektir. Bu yüzden de Allah, akabinde: "Allah geçenleri affetmiştir." buyurmuştur. Bu görüşte olanlar devamla şöyle diyorlar: Keffâret, sırf zıhar yapmakla vacib olur. Çünkü keffâret kişinin söylemiş olduğu çirkin söz ve iğrenç yalan karşılığında vacib olmuştur. Çirkin söz ve yalan da cima veya cimaya azmetme değil, bizzat zıhann kendisidir. Sonra, Yüce Allah zıharı haram kılıp, onu yasaklayınca "dönmek", bizzat yasaklanan şeyin işlenmesi oldu. Aynen, "Umulur ki, Rabbıniz size merhamet eder. Eğer siz dönerseniz biz de döneriz. "(10) âyetindeki gibi. Mânası: "Eğer siz günaha dönerseniz, biz de cezalandırmaya döneriz." demektir. Dolayısıyla burada "dönmek" bizzat yasaklanan şeyi işlemektir. (Zıhardan dönmek değil de yasak olan zıhara dönmek şeklinde.)
Bir başka delil: Zıhar cahiliye döneminde talâktı. Hükmü talâktan zıhara nakledildi; üzerine keffâret ve keffâret ödeninceye kadar zevcenin haram-lığı hükümleri konuldu. Bu da aynen talâkta olduğu gibi, zıhar sözünü kullanmakla, zıhar hükmünün muteber olmasını gerekli kılar.
Âlimlerin çoğunluğu bunlara karşı çıkmış ve şöyle demişlerdir: "Dönmek", zıhar sözcüğünün mücerred olarak söylenmesinin sonrasında olan bir iştir. Âyeti, "İslâm'da tekrar zıhara dönme" mânasına yorumlamak üç açıdan doğru olmaz:
Birincisi: Âyet, İslâm'da zıhar yapan kimselerin hükmünü beyan etmektedir. Bu yüzden de fiili, muzari (geniş zaman) sigasıyla ( jSj^ ) " = Zıhar yaparlar" şeklinde kullanmıştır. Bu İslâm zıhanmn hükmü olduğuna göre, —ki zıhar size göre bizzat dönmek demektir— bu takdirde sonrasında nasıl oluyor da "sonra dönerler" ifadesini kullanıyor. Yoksa bu dönmenin mâna-* sı size göre zıhardan başka bir şey mi? i
İkincisi: Eğer "dönmek", sizin dediğiniz mânada, muzari (geniş zaman)] fiil de geçmiş zaman mânasında olacak olsa, takdiri; ( -'jl-Ni j ı.iU f j^îu; ^ u^& jiJJı. ) " = Kadınlara cahiliye devrinde zıharj yapıp da İslâm'da tekrar ona dönenler" şeklinde olurdu ve keffâret, ancak cahiliye devrinde zıhar yapıp da İslâm döneminde tekrar zıhara dönenlere gerekirdi. Bu takdirde dönme durumu olmadan sadece İslâm'da zıhara başlayan kimseye nereden keffâreti gerekli kılacaktınız? Çünkü bu takdire göre iki şey

10. İsrâ, 17/8.
Zâdu'1-Meâd, 5/27

var: Önce geçen bir zıhar ve tekrar ona dönüş. Bu durum ise, şimdi zıhar hükmünü tümden ortadan kaldırır. Ancak ( -ij^i ) " = Zıhar yaparlar" fiilini bir gruba, ( -?3j~-)" = dönerler" fiilini de başka bir gruba ait kılarsanız (yani özneleri ayrı ayrı kişiler şeklinde düşünürseniz) ve müzari fiilini de mazi (geçmiş) fiili yerine koyarsanız, hükmün devamı o zaman sözkonusu olabilir. Bu da ilâhî nazma muhalif olur, sözü fesahatinden çıkarır.
Üçüncüsü: Hz. Peygamber (s.a.): Evs b. Sâmit'le Seleme b. Sahr'a keffâ-ret ödemelerini emretmiş, onlara cahiliye döneminde zıhar yapıp yapmadıklarını sormamıştır. Eğer siz: "Hz. Peygamber, sizin keffâret için şart koştuğunuz "dönme"yi de sormamıştır. Eğer şart olsaydı onlara dönüp dönmediklerini sorardı." derseniz, cevaben şöyle denilir: "Dönme"yi; zıhardan sonra talâk verebilecek kadar bir zamanın geçmesi ve talâk vermemesi şeklinde anlayanlara göre, bu soruya zaten gerek yoktur ve sizin bu itirazınız, bizzat onların delili olmaktadır. "Dönmeden maksat cima ve azimdir" diyenler ise şöyle demektedirler: (Hadislerdeki) olayın akışı, zıhar yapanların kasdınin cima olduğu hususunda açıktır. Sadece onun (cima) için tutmuş (kanlarım boşama-mış)lardır. Bunun izahı inşaallah ileride gelecektir.
Zıharın kötü bir söz ve iğrenç bir yalan oluşuna gelince, evet bu doğrudur. Ancak Yüce Allah bu kötü ve yalan söz hakkında keffâreti iki şeye birden bağlamıştır: Zıhar sözü ve dönüş. Nitekim ilânın hükmü de Öyledir: Hem îlâ sözcüğü, hem de cima üzerine birden terettüp eder, sadece biri üzerine değil.
2— Zıharda "Dönmek" Tâbirinden Ne Kasdedilmektedir?
Çoğunluk fukahaya göre keffâret ancak zıhardan sonra dönüş ile vacib olur. Sonra bunlar "dönüş"ten ne kastedildiği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Zmar sözcüğünü aynen tekrarlamak mı, yoksa onun sonrasında olan bir şey mi? İki görüş vardır:
Bütün Zahirîler: "Dönüş" zıhar sözcüğünün tekrarlanmasıdır, demişlerdir. Bunun seleften hiçbir kimseden nakletmemişlerdir. Zahirîlerden önce böyle bir görüş ileri süren de olmamıştır. Gerçi böyle bir ayıptan hemen hemen hiçbir mezhep de uzak kalmış değildir. Bunlar şöyle demektedirler: Yüce Allah keffâreti yeni başlanılan zıhar sebebiyle değil, sadece tekrarlanan Tihar yüzünden vacip kılmıştır. Âyetle istidlal üç açıdan olmaktadır:
Birincisi: Arap lügatinde "bir şeye dönme" ifadesinden, ancak o şeyin benzerinin ikinci defa yapılması mânası anlaşılır. İşte Allah'ın Kitab'ı, Rasû-lü'nün kelâmı ve Arabın sözleri önümüzde; Yüce Allah: "Eğer onlar (dünyaya) geri gönderilseler, yine men olundukları şeylere döneceklerdir." buyurmaktadır.00 Bu âyet, dönmek" fiilinin ( J ) "lam" harfi ile kullanılması bakımından, zıhar âyeti ile aynıdır ve "Daha önce işledikleri şeyleri ikinci defa işlemek" anlamındadır. Yine: "Eğer siz dönerseniz, biz de döneriz."*121 âyeti de öyle; "Eğer siz günahı tekrar işlerseniz biz de cezayı tekrarlarız." mânasındadir. Yine: "Gizli konuşmaktan menedildikten sonra, yine o menedildikleri şeye dönenler...."<I3) buyurulmaktadır. Bizzat zıhar hükmünü getiren sûrede yer alan bu âyet, "dönmek"ten maksadın ne olduğunu açıklamaktadır. Çünkü fiil olarak da, maksat olarak da onun aynısıdır. Aralarında tekrardan doğan bir aynilik çağrışımı yakînen bulunmaktadır.
Diyorlar ki: Zıharda bulunanların söyledikleri, zıhar sözüdür. "Söylediklerine dönmek" ise, o sözü ikinci defa tekrarlamak demektir. Arap bunun dışında başka bir şey anlamaz. Sözün tekrarının dışında kalan diğer şeyler ya onu tutmak (boşamamaktır), ya azimdir, ya da cimadir. Bunlardan hiçbiri sözle olacak bir şey değildir. Dolayısıyla bunlardan birini yapmak ne lâfı/ açısından ne de mâna açısından dönmek (tekrar) olmaz. Çünkü tutmak (boşa-mamak), azim ve cima zıhar değildir ki, bunlardan birini yaptığında zıhara dönmüş olsun.
Diyorlar ki: Eğer dönmekten "kişinin nefsini menettiği şeyden dönmesi" mânası kasdedilseydi, —nitekim (^ J^) " = Hibeden döndü." denilir— o takdirde yerine buyurulurdu. Nitekim = Hibesinden dönen, kusmuğuna dönen gibidir. "(.14) hadisinde öyledir.
Ebu Muhammed b. Hazm, Hz. Âişe hadisini delil olarak kullanır: "Evs b. Sâmit'in kadınlara karşı aşırı düşkünlüğü vardı. Bu aşırı düşkünlüğü iyice arttığında, karısına zıhar vardı. Bu aşırı düşkünlüğü iyice arttığında, karısına zıhar yapardı. Yüce Allah onun hakkında zıhar keffâretini indirdi."(15) Hadis böyle. îbn Hazm şöyle der: Bu ifade tekrarı gerektirir ve bu zaruridir. Zıhar konusunda sahih olan tek haber de budur. "Bu görüşte olan hiçbir sahabî yoktur." şeklindeki bize karşı şamatanıza gelince, peki siz bize, "Dönmek, çımadır veya azimdir veya tutmak (boşamamak)tır" veya "o, cahiliye dönemindeki zıhara dönmektir" diyen tek bir sahabî gösterin. Siz hiçbir zaman, ashaptan yana bizim kadar şanslı olamazsınız!

11. En'âm, 6/28.
12. Isrâ, 17/8.
13. Mücâdele, 58/8.
14. Buharî, 51/30; Müslim, 1622.
15. Ebu Davud, 2219.

'Çoğunluk ulema onlara karşı çıkmışlar ve şöyle demişlerdir: "Dönme'-nİn mânası önceki lâfzın tekrarlanması demek değildir. Eğer lâfzın tekrarı "dönme" olsaydı o zaman " = Sonra söylediklerini iade ederler." derdi. Çünkü= Sözünü aynısıyla tekrar (iade) etti."denilir. = Dönmek" kelimesi ise fiillerde kullanılır ve = Yaptığına döndü. Hibesine döndü." denilir. Bu örnekler ile kullanılış şeklidir.Yine:= İşine döndü, görevi-
ne döndü, haline döndü, lütufkârlığına döndü, kötülüğüne döndü vb." denilir. Bu mânada şeklinde ile de kullanılır.
Söze gelince, sadece " = Sözü tekrar (iade) etti." şeklinde kullanılır. Nitekim Dımâd(I6) b. Sa'lebe Hz. Peygamber'e: " = Sözlerini bana tekrarla." demiştir. Yine Ebu Saîd: " = Onları bana tekrarla, Ya Rasûlallah!" demiştir.
Doğrusu bu, bağlayıcı değildir: Hem ( ^u. 3u.İ ) denildiği gibi ( «=!tü iIp ) de denilir. Hadiste, "Sözünü aynen tekrarladı." mânasında ( «svi m»») denilmektedir. Bundan daha kötüsü. Zahirîlere karşı: "Sözün iadesi dünün iadesi gibi muhaldir. Çünkü iki ayrı zamanın bir araya gelmesi mümkün değildir." şeklinde getirilmek istenen delildir. Bu son derece fasittir. Çünkü sözün iadesi, fiilin İadesi kabilindendir. O da bizzat birinciyi değil, onun gibisini getirmek demektir. Mutaassıp kimselerden gelen ve "Zahirîlerin ihtilâfı dikkate alınmaz." şeklindeki bir söze ise şaşmamak elde değildir. Böylesi bir konuda hem onlarla birlikte araştırma yapıyor, hem de böyle bir sözle onlara reddiye çıkarıyorlar. ( ^ j ji\*\ ) hadisindeki kullanılışı delil kullanarak onları redde çalışan kimsenin iddiası da aynı şekilde bozuktur. Çünkü bu hadis, âyete benzememektedir. Onun benzeri: "Gizli konuşmaktan menedildikten sonra, yine o menedildikleri şeye dönmeye çalışanları... görmedin mi?"(17) âyetidir. Buna rağmen bu âyet zihar âyetin-deki maksadı açıklamaktadır: Çünkü menedildikleri şeye dönmeleri bizzat yasaklanan şeye dönmeleri demektir, ki o da gizli konuşmaktır. Bundan maksat da o fısıldaşmanın aynısını tekrarlamak değildir, bilâkis yasaklanan şeye (gizli konuşmaya) dönmektir. Aynı durum zıhar âyetindeki: için de sözkonusudur. (ı Jü u.), ( ,-iUj ), demektir. îsm-i mef'ûl mânasında bir masdardır ve o da: "kendisine haram olan kadına benzetmesi sebebiyle zevcenin haram kıhnması"dır. Dolayısıyla haram olana dönmek, sözüne dönmek olur. Dönmek de onun fiilidir. Bu, "dönmekten maksat cimadu*." diyenlerin yaklaşımı olmaktadır.

16. Asıl nüshada Dımâm seklindedir. Bir tahrif sonucudur. Hadis için bk. îjrtüslim, 868.
17. Mücâdele, 58/8.

Meselenin esası şurada yatıyor: Burada masdar ( JJî j), mef'ûl ( J *si ) "söylenen şey" manasınadır. "Söylenen şey" de kadının haram kılınmasıdır. (4 ı^) ise ( «J> *~\ ) demektir. O da "Haram kıldıktan sonra ona dönerek mubah kılmak istemek"tir. Bu te'vil Arapça'nın gramer ve kullanılış tarzına uygundur. Selef ve halef ulemasının büyük çoğunluğunun benimsediği görüş budur. Nitekim Katâde, Tâvûs, Hasan (el-Basrî), Zührî, Mâlik vb, hep böyle söylemişlerdir. Seleften hiçbir kimsenin; ne sahabeden, ne tabiînden, ne de onlardan sonra gelen nesillerden, âyeti "sözün iadesi" şeklinde tefsir ettiği asla olmamıştır. Burada "dönme"yi sözün iadesi kabul edenlere gizli kalan bir husus vardır ki, o da şudur: Fiile dönüş, şu anda^ üzerinde olduğu halden ayrılıp, daha önce üzerinde bulunduğu hale dönmeyi gerektirir. Nitekim, "Eğer siz dönerseniz biz de döneriz." âyetinde öyledir. Baksanıza! Onların dönüşü, şu anda üzerinde bulundukları iyi hallerinden ayrılıp daha önce üzerinde bulundukları kötü hallerine dönmeleri demektir. Şair'İn: su
"Eğer iyiliğe dönerse, dönüş övgüye değer" sözü de böyledir
Şu andaki zıhar yapanın üzerinde bulunduğu hal, zıhar sebebiyle olan haramhktır. Daha önce üzerinde bulunduğu hal ise, nikâh sebebiyle cimanin helâlliğidir. Dolayısıyla zıhar yapanın dönmesi, zıhardan önce üzerinde bulunduğu helâllik haline dönmesidir. Keffâreti gerektiren şey de işte budur. Düşün! Dönmek, ondan ayrıldıktan sonra kendisine döneceği bir durumu gerektirir. Böylece, hibeden dönmekle, zıhar yapanın söylediğine dönmesi arasındaki farkın sırrı da ortaya çıkmış oluyor. Çünkü hibe "mevhûb" (hibe edilen) manasınadır ve bir eşyadır. Ondan dönmek, daha önce olduğu gibi, onu mülkiyetine sokmak ve onda tasarrufta bulunmak mânasını içerir. Zıhar yapanın durumu ise böyle değildir. Çünkü o, haram kılma ile eşlikten çıkmıştır. Dönmekle de, tahrimden önce eşi ile birlikte üzerinde bulunduğu hale rücû talebinde bulunmuş olmaktadır. Dolayısıyla daha uygun olan, bu mânada ( ıj& *\* ) yani ( 4\ a«J') demek; hibede de ( iJı ai* ) demektir. Hz. Peygamber Evs b. Sâmit'le Seleme b. Sahr'a zıhar keffâreti vermelerini emir buyurmuştur. Halbuki bunlar zıhar sözcüğünü iki defa telaffuz etmemişlerdir. Çünkü ne bizzat kendileri bunu Hz. Peygamber'e bildirmişler, ne onların yerine zevceleri söylemiş, ne de bir başka sahabî bildirmemişti. Hz. Peygamber de onlara: "Bunu bir kere mi, iki kere mi söylediniz?" diye sormamıştı. Eğer böyle bir şart olsaydı, onu açıklamayı ihmal etmezdi.
Meselenin sırrı şuradadır: "Dönmek" İki durumu içermektedir: Kendii sine dönülen şeyi, kendisinden dönülen şeyi. "Dönmek" kavramı için bu ikisi
ı zaruridir. Kişinin kendisinden döndüğü şey, onu bozmak ve iptal etmek mânası taşıyor; kendisine döndüğü şey de tercihini ve iradesini belirtiyor. Dolayısıyla zıhar yapan kimsenin dönüşü, zıhann bozulması ve iptalini; zıddını da tercih ettiğini ve istediğini gerektiriyor. Selefin âyetten anladığı mâna, aynen böyledir. Çünkü onların bir kısmı dönmek "bizzat isabettir" diyor, bir kısmı
i "cimadir" diyor, bir kısmı "dokunmaktır" diyor, bir kısmı da "azimdir" diyor.
"Keffâret sadece iade edilen zıhar hakkında vacip kılınmıştır." sözünüze gelince; eğer bununla "sözü iade edilen" zıharı kastediyorsanız, o zaman bu kendi anlayışınız doğrultusunda bir iddia olur. Yok "zıhar yapanın dediğine iade edilen zıharı" kastediyorsanız, o takdirde bu, birinci lâfzın iadesini gerektirmez.
Evs b. Sâmit'in zıharı hakkındaki Hz. Âişe hadisine gelince; hadis ne kadar sahihse, mezhebinize delâleti de o kadar uzaktır.
Sonra dönmeye, lâfzın iadesinden başka bir anlam verenler ihtilâf etmişlerdir: Acaba dönmekten maksat, zıhar akabinde, hemen boşamamak (imsak) mıdır? Yoksa başka bir şey mi? İki görüş vardır: Bir grup: "Sen boşsun!" diyecek kadar beklemesidir. Zıhar ile talâk birbirine bitişik olarak verilmediği takdirde, keffâret gerekir, demişlerdir. Bu görüş Şafiî'ye aittir.
Ona karşı çıkanlar şöyle diyorlar: Mâna olarak bu, Mücâhid ve Sevrf'-nin görüşleridir. Bu tek nefeslik süre, zıharı keffâret gerektirici özelliğinden çıkaramaz. Hakikatte keffâreti gerektiren şey sadece zıhar sözcüğüdür. "Sen boşsun!" diyecek kadar bir zaman zıhar hükmünde müsbet ya da menfi bir etki yapmaz. Keffâretin vacib kılınmasını ona bağlamak mümkün değildir. Ne Arap dilinde, ne de Şâri'in Örfünde, bir anlık zamana ve tek bir nefese "dönme" ismi verilmez. Gerçekten son derece az olan bu zaman diliminde, dönme mânası nerededir ve onun hakikatinden ne vardır?
Bu görüş, "Dönme bizzat zıhar sözcüğünün iadesidir." diyen Zahirîlerin görüşünden daha güçlü değildir. Zira onların bu sözlerinde, gerek dil bakımından, gerek hakikat açısından dönme mânasının anlaşılabileceği bir makulluk vardır. Ama bu zaman dilimine gelince, onda insanın dönmesi mânası asla anlaşılamaz. Hem biz de, sizin Zahirîlerden talep ettiğiniz şeyi sizden istiyor ve diyoruz ki: Şafiî'den önce bu görüşte olan birisi var mıdır? Yüce Allah "dönme" sebebiyle keffâreti vacip kılarken buyruğunda dönme işini zıhar üzerine terâ-hi (yani hemen değil, zaman içinde olmak) anlamını ifade eden "sonra" harfiyle atfetmiştir. Dolayısıyla dönmek ile zıhar arasında mutlaka bir müddetin geçmesi zaruridir. Bu ise sizce mümkün değildir ve; "Sen bana anamın sırtı gibisin!" sözü biter bitmez eğer kesinti olmadan "Sen boşsun!" dememişse dönmüş olmaktadır. Bu takdirde zıhar ve dönme arasında olması gereken müddet ve mühlet (terâhilik) nerede kalmaktadır? İmam Şafiî, bu görüşü ne ashab, ne de tabiînden hiç kimseden nakletmemiştir. O sadece bunun âyete verilecek en uygun mâna olduğunu bildirmiş ve şöyle demiştir: Dediklerine dönenler..." hakkında işittiklerimden anladığım mâna şudur: Zıhar yapan kişi üzerinden, zıhar sözcüğünü söyledikten sonra bir süre geçer ve kadını talâkla haram kılmazsa, üzerine keffâret vacib olur. Sanki şu görüşü benimsiyorlar: Zıhar yapan, kendi üzerine haram kıldığını, helâlmiş gibi tutarsa, söylediğine dönmüş ve ona muhalefetle haram kıldığını helâl kılmış olur. Dönme hakkında bundan daha uygun bir mâna bilmi-yorum."
"Dönme"yi, tutma (boşamama)mn ötesinde bir şey kabul edenler, kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. Kendisinden nakledilen dört rivayetten birisinde İmam Mâlik ve Ebu Ubeyd: "Dönme" cimaya azimdir, demişlerdir. Bu Kadı Ebu Ya'lâ ve arkadaşlarının görüşüdür. İmam Ahmed bunu yadırgamış ve şöyle demiştir: Mâlik: "Azmettiğinde keffâret gerekir." diyor. Peki azimden sonra boşamış olsa, bu nasıl olur? O zaman üzerine keffâret gerekir mi? Ancak Tâvüs'un görüşünü kabul eder ve: "Zıhar sözcüğünü kullandığı zaman, aynen talâk gibi kendisini bağlar." derse o başka!
Bu görüşte olanlar, eşlerden birinin ölmesi veya azimden sonra cimadan önce boşaması durumunda tekrar ihtilâf etmişlerdir: Bu durumda koca üzerine keffâret sabit kalır mı kalmaz mı? İmam Mâlik ve Ebu'l-Hattâb; "Sabit kalır." demişlerdir. Kadı ve tüm arkadaşları: "Hayır, sabit kalmaz." demişlerdir. İmam Mâîik'ten gelen ikinci bir rivayet: "O (dönmek) sadece tutmaya (boşamaya) azmetmektir." şeklindedir. Muvatta'daki rivayet ise bütün bunlara muhaliftir ve: "Dönmek, karısını tutmaya ve onunla cimaya, her ikisine birden azmetmektir." şeklindedir. Ondan bir dördüncü rivayet daha vardır ki buna göre de: "Dönmek bizzat cimada bulunmaktır." Bu İmam Ebu Hanife ve Ahmed'in de görüşleridir. İmam Ahmed (ı ju u; L«ö Jj ti) âyeti hakkında: "O (kocanın eşini) bürümesidir. Koca onu bürümek (cima etmek) istediğinde keffâret verir." demiştir. Bu bir rivayet farklılığı değildir. Aksine onun görüşüdür ve aksi de bilinmemektedir. Ona göre dönmek cimadır ve cimaya azmettiği-

18. el-Ümm, 5/279; Muhtasaru'l-Müzenî, 203, 204. Müellif nakli Muhtasara 1-Müj.enTden yapmakladır.

de, onu yapmadan önce keffâret vermesi gerekir. "Dönmekten maksat azimdir" diyenler şu şekilde delil getirmişlerdir: Yüce Allah, keffâret hakkında: ( O& J ıŞ 'j* ) " = Temas etmelerinden önce" buyurmuş ve keffâreti dönmeden sonra ve temastan önce vacip kılmıştır. Bu, "dönme"den maksadın "temas" olmadığında ve keffâretten önce haram olan şeyin, keffâret öncesinde bulunmasının caiz olmadığında gayet açıktır. Zıhar yapan kimse, bununla karısını haram kılmayı kasdetmiştir. Onunla cimada bulunmaya azmetmesi ise, kastından dönmesi demektir. Hem zıhar, haram kılmaktır. Kocanın karısını kendisine mubah kılmak istemesi durumunda, bu haram kılma işinden rücu etmiş olur ki işte "dönme" de budur.
"Dönmekten maksat cimadır" diyenler ise şöyle diyorlar: Daha önce de izahı geçtiği gibi, şüphesiz "dönmek", sözünün zıddmı işlemektir. ( ai. aJu ^^! Uj -üuJi ) demek yani ( ^ ) fiilinin) ile kullanılması durumunda mânası, yasaklanan şeyi murad etmesi değil, yapması demektir. Nitekim (^ 14i uj j ö X li) âyetinde böyledir. Dolayısıyla bu da yasak olan şeyi bizzat yapmaktır, onu murad etmek değildir.
Bu görüş sahiplerini, "dönmek azim demektir" diyenlerin, "Dönmek keffâretten önce gelir, cima ise ondan sonradır." şeklindeki sözleri ile ilzam etmeye çalışmaları yerinde değildir. Çünkü bunlar şöyle diyorlar: ( oıî lj h/>»i U ) âyetindeki "dönerler" ifadesi "dönmek isterler" anlamındadır. Nitekim: ( «İ!i İ*^u jTjsiı öKî ıiû ) " = Kur'an okuduğun zaman..." ifadesi "Kur'an okumak istediğin zaman..." manasınadır. Yine, ( J^^r; ijL-*ıî ş^CJı J] °J1i ıiı ) " = Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü... yıkayınız." âyetinden de maksat, "Namaza kalkmak istediğinizde..." demektir. Buna benzer diğer örnekler, "fiilin vukuunu istemek" anlamında bizzat fiilin kullanıldığı yerlerdendir.
Bunlar şöyle diyorlar: Bu, "dönme"yi bizzat birinci lâfızla veya zıhar-dan sonra bir nefeslik zaman kadar tutup boşamamakla veya zıhar sözcüğünü tekrar etmekle ya da hemen akabinde boşaması durumunda sırf azimle tefsir etmekten daha uygundur. Çünkü bu görüşlerin tamamının zayıflığı ortaya çıktı. Bu görüşler içerisinde lâfzın delâletine, şer'î kaidelere, müfessirlerin sözlerine en yakım işte bu görüştür. Tevfik Allah'tandır.
4— Keffâret, aciz olan kimseden düşmez. Çünkü Hz. Peygamber, Evs b. Sâmit'e bir zenbil hurma vermek suretiyle yardım etmiş, bir o kadarla da karısı yardımcı olmuş, böylece keffâretini ödemişti. Seleme b. Sahr'a da, kavminin zekâtından almasını ve onunla keffâretini ödemesini emretmişti. Eğer acizlikle düşecek olsaydı, onlara keffâret vermelerini emretmezdi. Şu halde keffâret, acizlikle düşmez, boynunda borç olarak kalır. Bu İmam Şafi-
î'nin ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed'in görüşleri olmaktadır.
Bir grub da; nasıl ki mükellefiyetler, onları veya bedellerini ifadan acizlik durumunda düşüyorsa, keffâretler de acizlikle düşer görüşünü benimsemişlerdir.
Bir diğer grup da, Ramazan keffâreti zimmette kalmaz, bilâkis düşer; diğer keffâretler ise düşmez görüşünü benimsemişlerdir. Ebu'l-Berekât İbn Teymiye'nin sahih kabul ettiği görüş de budur.
Acizlik sebebiyle keffâreti düşürenler, görüşlerini şöyle delillendiriyor-lar: Eğer keffâret acizlikle vacip olsaydı, bizzat kendisine harcanmazdı. Çünkü insan, kendi keffâretinin harcama mahalli olamaz. Nitekim kendi zekâtının harcama yeri olamamaktadır.
Birinci görüş sahipleri şöyle diyorlar: Eğer keffâret vermekten aciz olur da, bir başkası onun adına keffâret verirse, bu takdirde onu kendisine harcaması caiz olur. Nitekim Hz. Peygamber, Ramazan'da cima eden kimsenin keffâretini, bizzat kendisine ve ailesine vermişti. Yine aynı şekilde Seleme b. Sahr'a da, kavminin zekâtından çıkaracağı keffâretinden hem kendisinin, hem de ailesinin yemesine izin vermişti. Bu İmam Ahmed'in görüşüdür ve Ramazan'da cima eden kimse hakkında tek rivayet halindedir. Diğer keffâretler hakkında ise ondan iki rivayet bulunmaktadır.
Sünnet, kişinin keffâret verecek durumu olmaz da onun yerine bir başkası keffâret verirse, bu takdirde keffâretini kendisine ve ailesine sarf edebileceğine delâlet etmektedir.

Soru: Kişi fakirdir, bakmakla yükümlü olduğu kimseler vardır. Üzerinde de zekât borcu vardır ve ona ihtiyacı bulunmaktadır. Acaba onu kendisine ve ailesine harcayabilir mi?

Cevap: Hayır. Üzerine gerekli olan "çıkarma" olmadığı için bu caiz değildir. Ancak —İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten daha sahihine göre—, devlet başkanı ya da zekât memuru, kendisinden teslim aldıktan sonra kendi zekâtını yine kendisine geri verebilir. .

Soru: Devlet başkanı zekâtı ondan düşürebilir mi?

Cevap: Hayır. İmam Ahmed bunu açıklamıştır. Aralarındaki fark açıktır.
Soru: Efendi kölesine, kendi adına âzad yolu ile keffârette bulunması için izin verse, acaba kendisini keffâret olmak üzere âzad edebilir mi?

Cevap: Mal ile keffârette bulunmasına izin vermesiyle ilgili rivayetler ihtilâf arzetmektedir: Acaba köle oruç tutmak yerine mal ile keffârete intikal edebilir mi, edemez mi? İki rivayet vardır: Birincisi: Kölenin böyle bir yetkisi yoktur ve ona farz olan oruçtur. İkincisi: İntikal hakkı vardır. İlle oruç tutması gerekmez. Çünkü engel, efendisinin hakkından dolayı idi. Efendi de izin vermiştir.
Eğer kölenin "mal ile keffarette bulunma yetkisi vardır" dersek, acaba onun âzad yetkisi olur mu?
İmam Ahmed'den gelen iki farklı rivayet vardır: Menfi görüşün izahı şu şekildedir: Köle "velâ" ehlinden değildir. Âzad ise velâya dayanır.
Ebu Bekir ve başkaları, kölenin âzad hakkı vardır rivayetini tercih etmişlerdir. Buna göre: Acaba kendisini âzad edebilir mi? Konuyla ilgili olarak mezhebte iki görüş vardır. "Caizdir" diyenler iznin mutlak oluşunu delil olarak ileri sürmüşlerdir. "Caiz değildir" diyenler ise, "âzad etme" konusunda verilen izin başkasının âzad edilmesine yorulur, demişlerdir. Nitekim ona tasadduk hususunda izin verse, bu izin kendisinden başkasına tasaddukta bulunması anlamına gelir.
5— Zıhar yapanın keffâret vermeden önce cimada bulunması caiz değildir. Burada ihtilâf iki konudadır: Birincisi: Keffâretten önce, cinsel ilişki dışında kadına dokunabilir mi, dokunamaz mı? İkincisi: Eğer keffâreti doyurmak yoluyla ise, ondan önce cima edebilir mi, edemez mi? Konu ile ilgili olarak fukahanm görüşleri ikiye ayrılmaktadır. Her ikisi de İmam Ahmed'ten rivayet olarak Şafiî'den görüş olarak nakledilmiştir.
Cima dışında, kadından istifadeyi yasaklayan görüşün dayanağı, "Birbirine temastan önce..." ifadesinin zahiridir. Ayrıca onu, kendisiyle cimada ve cimaya davet eden öpmek, tutmak gibi diğer hareketlerde bulunması haram olan bir mahremine benzetmiştir.
Cevaz veren görüşe göre ise, âyetteki "temas" cimadan kinayedir. Cima-nın haram olmasından cimayı çağrıştıracak şeylerin de haram olması gerekmez. Meselâ, hayızlı kadınla cima haramdır, ama cimayı çağrıştıracak hareketler, haram değildir. Yine oruçluya cima etmek haramdır ama öpmek, sevmek haram değildir. Esir edilen kadınla (istibrâdan önce) cima haramdır ama onu çağrıştincı hareketler haram değildir. Bu görüş de İmam Ebu Hani-fe'ye aittir.
İkinci mesele; keffâretin doyurma yoluyla yapılması durumunda, keffâretten önce cimanın caiz olup olmaması şeklinde idi. Caizdir görüşünün izahı şu şekildedir: Yüce Allah, keffâretin, âzad ya da oruçla olması durumund?
cimadan önce olmasını açıkça kayıtlamış fakat doyurma yoluyla yapılması hakkında bir kayıt getirmemiş, mutlak zikretmiştir. Kayıtlamanın da, mutlak zikretmenin de bir hikmeti olmalıdır. Eğer doyurmak konusunda da kayıtlamayı murad etmiş olsaydı, âzad ve oruçla olan kefareti kayıtladığı gibi bunu da "temastan önce" diye kayıtlardı. Yüce Allah —hâşâ— boş yere birini kayıtlayıp, diğerini mutlak zikretmemiştir. Mutlaka kasdettiği bir hikmeti vardır. Allah'ın kayıtladığını kayıtlamak, mutlak zikrettiğim de mutlakhğı üzere bırakmaktan başka bir hikmet de yoktur.
Caiz değildir görüşüne gelince; bunun izahı da "mutlak zikredilen şeyin hükmü, kayıtlı (mukayyed) zikredilenden alınır" şeklindedir. Bu da ya beyan yoluyladır ya da iki suret arasındaki farklılığın ilga edildiği kıyas yoluyladır. Yüce Allah benzer iki şey arasını ayırmaz. "Birbirlerine temastan önce" ifadesini İki defa zikretmiştir. Eğer üçüncü kez yine tekrar etseydi söz uzardı. İki defa zikretmekle keffâretlerde hükmünün tekerrür edeceğine tenbih buyurmuştur. Eğer kelâmın sonunda tek bir defa zikretmiş olsaydı, sadece son keffârete aitmiş gibi bir yanlış anlamaya sebep olabilirdi. Eğer sadece ilk keresiyle yetinilseydi, birinci keffârete ait anlamı çıkarabilirdi. Her keffâret için ayrı ayrı tekrarı da sözü uzatmak olur. Sözün en fasih ve beliğ olanı, en vecizi âyetteki halidir.
Sonra Allah, hem zamanın uzun olmasına hem de cimaya duyulacak aşın ihtiyaca rağmen, oruç keffâretinin cimadan önce olmasını şart kılmakla, fazla zaman gerektirmeyen doyurma yoluyla keffâretin cimadan önce oluşunun öncelikle şart olacağına işaret buyurmuş olmaktadır.
6— Yüce Allah keffâret orucunun, temastan önce olmasını emir buyurmuştur. Bu da hem gündüz, hem de geceyi içine alır ve oruç süresince gündüz ya da gece cimanın haramlığında imamlar arasında ihtilâf yoktur. İhtilâfları, haram olmakla birlikte (gece yapılan) cima ile "peşpeşe olma şartı" (teiâbu*) bozulur mu, bozulmaz mı konusundadır. Yine iki görüş vardır: Birincisi: Bozulur şeklindedir. Bu görüş Mâlik, Ebu Hanife ve zahir mezhebinde İmam Ahmed'e aittir. İkincisi: Bozulmaz, şeklindedir. Bu da İmam Şafiî ile diğer rivayette İmam Ahmed'in görüşleridir.
Kur'ân'ın zahiri, "peşpeşe olma şartı bozulur" diyenlerle beraberdir. Zira yüce Allah, keffâret olarak temastan önce "peşi peşine iki ay oruç" emretmiştir. Emirse yerine gelmemiştir. İkinci olarak, bu emir orucun tamamlanmasından önce teması yasaklama ve onu haram kılma durumunu içerir. Yasak da, orucun itibara alınmamasını gerektirir. Çünkü, Hz. Peygamber'in emri üzere olmayan bir iştir, dolayısıyla merduttur.
Meselenin sırrı şuradadır: Allah (c.c.) iki şeyi vacip kılmıştır: 1) İki ayın peşi peşine olması, 2) Bu iki ayın oruçlarının temastan önce tamamlanması. Allah'm emrini yerine getirmiş olabilmesi için mutlaka bu iki şeyin birden yapılması zarureti vardır.
7— Yüce Allah, fakirlerin doyurulması keyfiyetini mutlak zikretmiş, miktar ve peşi peşine olma kaydı getirmemiştir. Buna göre kişi aitmiş fakiri, onlara tahıl ya da hurma vermeksizin, sabah akşam doyursa bu caizdir ve Allah'm emrini yerine getirmiş olur. Cumhur, İmam Mâlik, Ebu Hanife ve iki rivayetinden birinde İmam Ahmed bu görüştedirler. Altmış fakiri ayn ayn, ya da birden doyurması arasında bir fark yoktur.
8— Mutlaka "altmış" fakirin bulunması gerekir. Şayet bir fakiri altmış gün doyuracak olsa bu sadece bir fakir için geçerli olur. Bu cumhurun, İmam Mâlik, Şafiî ve iki riayetinden birinde İmam Ahmed'İn görüşleridir. İkinci görüş: Vacib olan, altmış defa doyurmadır, isterse tek bir fakir olsun, şeklindedir ve Ebu Hanife'nin mezhebi böyledir. Üçüncü görüş: Eğer başka fakirler varsa caiz değildir, yoksa bir fakirin altmış defa doyurulması da yeterlidir. İmam Ahmed'İn zahir mezhebi budur. Görüşler içerisinde de en doğrusu bu olmaktadır.
9— Keffâretin sadece "mesâkîri"' (yoksullar) zümresine verilmesi gerekir. Fakirler de bu kelimenin kapsamına girerler. Nitekim mutlak olarak zikre-dildiğinde, bunlar da "fakirler" kelimesinin kapsamına girmektedir. Hanbelî âlimlerimiz ve başkalan hükmü, ihtiyacından dolayı zekât alan her gruba teşmil etmişlerdir ki bunlar; fakirler, yoksullar, yolda kalmışlar, borçlu ve mükâte-be akdi imzalamış köleler olmaktadır. Kur'an'ın zahiri, keffâretin sadece yoksullara ait olduğunu ifade etmektedir, dolayısıyla onlardan başkasına verilemez.
10— Yüce Allah burada, keffâret için boyun (köle) azadından bahsederken mutlak zikretmiş, kölenin mü'min olması şeklinde bir kayıt getirmemiştir. Katil keffâretinde ise "mü'min köle" azadı şeklinde kayıtlamıştır. Buradan hareketle fukaha, katil keffâreti hariç, diğerlerinde âzad edilecek kölenin mü'min olması şartının aranıp aranmayacağı konusunda ikiye ayrılmışlardır: İmam Şafiî, Mâlik ve zahir mezhebinde İmam Ahmed, iman vasfım şart koşmuşlardır. Ebu Hanife ve Zahirîler ise şart koşmamişlardır. İman şartı aramayanlar şöyle demişlerdir: "Eğer şart olsaydı Yüce Allah katil keffâretinde belirttiği gibi, burada da onu belirtirdi. Halbuki belirtmemiştir. Öyleyse Allah'ın mutlak zikrettiği mutlak, kayıtladığı da kaydıyla birlikte alınır ve her ikisiyle de amel edilir."

Hanefiler buna şunu da ekliyorlar: Diğer keffâretlerde âzad edilecek köle için iman vasfım şart koşmak nassa yapılan bir ziyadedir. Bu ise bir nevi nesihtir. Kur'an ise ancak Kur'an'la veya mütevatir sünnetle neshedilebilir.
Diğerleri şöyle diyorlar (ifade Şafiî'ye aittir): Allah (c.c.) katil keffâretinde kölenin mü'min olması şartını belirtmiştir. Nitekim şahitlerin "âdil olması" vasfını belirtmiş, birçok yerde de şahitlerden bahsederken (âdil olma vasfını belirtmeden) mutlak ifade kullanmıştır. Buradan mutlak zikrettiği şahitliklerin, âdil olma vasfını şart koştuğu şahitlik mânasında olduğunu çıkarıyoruz. Hem sonra Yüce Allah müslümanlarm mallarını, müşriklere değil, müslümanlara çevirmiştir. Allah zekâtı farz kılmıştır ve zekât müslümanlar-dan başkasına caiz değildir. Aynı şekilde azadını farz kıldığı boyun da ancak mü'mine ait olmalıdır.*I9)
İmam Şafiî, Arap dilinin, eğer aynı cinstense, "mutlak"m, "mukayyed"e yorulmasını gerektirdiğini belirtmiş ve şer'î örfü, kendi dillerinin (Arapça) gereğine yormuştur.
Burada iki konu vardır: 1) Mutlak'ın mukayyede yorulması beyandır, kıyas değildir. 2) Bu yorumlamanın sıhhati için iki şart aranır: Birisi hükmün aynı olması; diğeri de, mutlak için sadece tek bir asılın bulunmasıdır. Eğer mutlak iki farklı asıl arasında ise, belirleyici bir delil olmadıkça o iki asıldan birisine yorulması mümkün değildir. İmam Şafiî: "Kişi mutlak olarak, bir köle âzad edeceğim diye adakta bulunsa, ancak mü'min bir köle kifayet eder." der. Bu hüküm işte bu asıl üzerine kurulmuştur. Ayrıca adak, şer'î vacibe yorulur. Şeriatte vacib olan âzad da, ancak müslümanın âzad edilmesiyle gerçekleşir. Buna delâlet eden delillerden birisi de şu hadîstir: Hz. Peygamber (s.a.), âzad edilmesi adanan bir cariye hakkında kendisine soru soran birisine: "Onu bana getir." demiş ve cariyeye: "Allah nerededir?" diye sormuş, o da: "Gökte." demiş, Hz. Peygamber: "Ben kimim?" buyurmuş, cariye de: "Sen Allah'ın Rasûlü'sün." demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber soru sorana: "Onu âzad et. Çünkü o mü'mindir." buyurmuştur.'20'
İmam Şafiî: "Cariye, iman vasfını belirtince Hz. Peygamber, onu âzad etmesini emretti." diyor.
Bu, şer'an emroîunan âzad için, kölenin mutlaka mü'min olması gerektiğinde açıktır. Yoksa Hz. Peygamber'in, "Âzad et. Çünkü o mü'mindir." diyerek âzad işini imana dayandırmasının bir mânası kalmaz. Çünkü daha

19. el-Ümm, 5/280; Muhtasaru'l-Müzenî, 204.
20. Müslim, 537.

umumî olan, her ne zaman hükmün illeti olursa, daha hususî olanın bir tesiri bulunmaz.
Hem sonra müslüman kölenin âzad edilmesinden maksat, onu Rabbine ibadet için boşaltmak, kula kulluktan kurtararak sadece yaratıcıya kul olmasını sağlamaktır. Şüphesiz ki bu durum. Sâri' Teâlâca maksut ve sevilen bir şeydir. Dolayısıyla ilgası caiz olamaz. Bir kölenin, sadece yaratıcısına kulluk için boşaltılması ile, haça, güneşe, aya, ateşe vb. tapmak için boşaltılması Allah ve Rasûlü katında aynı olamaz. Yüce Allah, katil keffâretinde iman şartını belirtmiş ve bu şarttan bahsedilmeyen diğer keffâretlerin hükmünü de o beyan üzerine havale etmiştir. Nitekim iki şahitte aranması gereken adalet vasfını bir yerde beyan etmiş, mutlak zikredilen diğer yerlerdeki şahitlikle ilgili hükümleri o beyana havale etmiştir. Düşünen kimse için Yüce Allah'ın kelâmındaki mutlak ve mukayyed ifadelerin çoğunun durumu böyledir ve bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Bunlardan bir tanesi; sadaka, iyilik ya da ara bulma isteyen kimse hakkındaki: "...Kim Allah'ın rızasını elde etmek için onu yaparsa, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. "(2I) âyetidir. Başka bir yerde, hatta pek çok yerde, buradaki "Allah'ın rızasını elde etmek için" şartıyla iktifa edilerek, böyle bir kayıt getirilmeden, sevap bizzat amelin işlenmesine bağlanmıştır. Aynı şekilde, "Bu durumda her kim, mü'min olarak salih ameller işlerse, onun çabasını görmezlikten gelmek olmaz."(22) âyeti de misâllerden sadece biridir. Başka yerde ise, burada zikredilen iman şartının malum olması ile yetinilerek, mükâfat doğrudan salih amellerin işlenmesine bağlanmıştır. Va'd ve vaîd (sevap ve azap) ile ilgili naslarda çoğu kez durum böyledir.
11— İki kölenin her bir yansım âzad etse, bir boyun (köle) âzad etmiş olmaz. Bu konuda âlimlerin üç görüşü vardır. Hepsi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. İkincisi: Yeterlidir. Üçüncüsü —ki en doğrusu budur—: Eğer her iki kölenin de hürriyeti tamamlanmışsa kifayet eder, yoksa etmez, şeklindedir. Çünkü böyle bir adam hakkında, "O bir köleyi hürriyete kavuşturdu." demek doğru olur. Hürriyetlerinin tamamlanmaması durumu ise böyle değildir.
12— Keffâret, kefaret öncesi yapılan cima sebebiyle düşmez, ikiye de katlanmaz. Aksine, tek bir keffâret gerekir. Nitekim daha önce geçen Hz. PeygamberMn hükmü buna delâlet etmektedir.
Salt b. Dînâr der ki: "On fakîhe, zihar yapan kişinin keffâret vermeden

21. Nisa, 4/114.
22. Enbiya, 21/94.

önce cima etmesi durumunu sordum: Hepsi de: Bir keffâret gerekir, dediler. Onlar: Hasan (el-Basrî), İbn Şîrîn, Mesrûk, Bekr, Katâde, Atâ, Tâvûs, Mücâ-hid ve îkrimeMir. Onuncusu da sanıyorum Nâfi' idi." Dört imamın görüşü de böyledir.
İbn Ömer ile Amr b. el-Âs'ın: "Ona iki keffâret gerekir." dedikleri sahih olarak bilinmektedir. Saîd b. Mansur, zıhar yapıp da keffâret vermeden önce cima eden kimse hakkında, Hasan (el-Basrî) ve İbrahim'in: "Üç keffâret gerekir" dediklerini nakleder. Yine Saîd b. Mansur; Zührî, Saîd b. Cübeyr ve Ebu Yusuf'tan da bu durumda keffâretin düşeceği görüşünü nakletmiştir. Bunlara göre, keffâretin vakti geçmiştir, temastan önce verme imkânı kalmamıştır.
Buna şöyle cevap verilir: Eda vaktinin geçmiş olması, vacibi zimmetten düşürmemektedir. Namaz, oruç, ve diğer ibadetlerde olduğu gibi. (Dolayısıyla keffâret düşmez.)
"İki keffâret gerekir" görüşünün izahı ise; bunlardan birincisi dönme gerçekleşen zıhar içindir. İkincisi ise haram olan cima içindir. Nitekim Ramazan gündüzünde, ihramlı halde iken yapılan cimalara da keffâret gerekmektedir.
"Üç keffâret gerekir" görüşüne getirilecek bir izah bilinmiyor. Olsa olsa harama karşı cür'etkârhğı sebebiyle, üzerine bir ceza olsun şeklinde düşünülebilir.
Allah Rasûlü'nün hükmü, bu görüşlerin aksine delâlet etmektedir. Allah en iyi bilir.

G) İLA

1— Hz. Peygamberin (s.a.) îlâ Yapması:
Sahih-i BuharPdt sabit olduğu üzere Hz. Enes (r.a.) şöyle anlatır: Hz. Peygamber, hanımlarına îlâda bulundu. Ayağı (onlardan) kesilmişti. Kendisine ait bir odada yirmi dokuz gece kaldı. Sonra (oradan) indi. (Ashab): "Ya Rasûlallah! Bir ay îlâda bulunmadın mı?" dediler. Hz. Peygamber: "Ay yirmi dokuz (gece) olur.*' buyurdu/1)
îlâ konusunda Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kadınlarından uzak kalmağa yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (bu müddet içerisinde onlar kadınlarına) dönerlerse, şüphesiz Allah bolca bağışlayan ve esirgeyendir. Eğer (dönmeyip) boşamaya karar verirlerse ayrılırlar. Biliniz ki, Allah işitir ve bilir."(2>
îlâ, sözlükte yeminle kaçınmak demektir. Şer'î örfte, yeminle zevcesine yaklaşmaktan kaçınması mânasına tahsis edilmiştir. Bu yüzden de ( *+^ j* ^y^,) "hanımlarından kaçınırlar" mânasını içermesi (tazmin) için, hil ( --• ) edatı ile geçişli kılınmış ve ( ^$Li i-t î A' ö^ ) denilmiştir. Bu şekildeki izah (tazmin); ( j> ) edatının ( J* ) mânasında olduğunu söylemekten daha güzeldir.
Yüce Allah, kocalara îlâ ile zevcelerine yaklaşmamak için (en fazla) dört ay bir süre tanımıştır. Bu süre geçtiğinde ya dönerler, ya da boşarlar.

1. Buharı, 30/11.
2. Bakara, 2/226.
Zâdu't-Meâd, 5/2»

Hz. Ali ve İbn Abbas: "Meşhur olduğu üzere, îlâ ancak öfke halinde olur, rıza halinde olmaz. Nitekim Hz. Peygamber'in îlâsı öyle olmuştur." demşlerdir. Kur'an'm zahiri cumhurun görüşü doğrultusundadır.
Bu konuda Muhammed b. Şîrîn ile bir adam münazara etmişler; adam İbn Sîrîn'e karşı Hz. Ali'nin sözünü söylemiş, İbn Şîrîn de âyeti okumuş ve adam susmuş. îlâ âyeti, aşağıdaki hükümlere delâlet etmektedir:

1— Biri bu (öfke haline has olmadığı).
2— Dört aydan daha az bir süre için cima etmeyeceğine dair yemin eden kimse îlâ yapmış olmaz. Bu cumhurun görüşüdür. Şâz bir görüşe göre ise îîâ yapmış sayılır.
3— Dört aydan daha fazla bir süre için yemin etmedikçe îlâ hükmü sabit olmaz. Eğer kaçınma müddeti tam dört ay ise îlâ hükmü yine sabit olmaz. Çünkü yüce Allah kocalara dört aylık bir müddet tanımıştır. Bu sürenin bitiminde ya boşarlar ya da dönerler. Bu cumhurun görüşüdür. Ahmed, Şafiî, Mâlik de bunlardandır. Ebu Hanife: "Dört ayla da aynı şekilde îlâ yapılmış olur." demektedir. Bu onun "Konulan müddet, bitimiyle birlikte
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
talâkın vuku bulacağı bir süredir." şeklindeki aslından teferru etmektedir. Cumhur ise konulan bu müddeti, mutalebe hakkının kazanılması için belirlenmiş bir süre kabul etmektedir.
2— ilânın Talâk Sayılıp Sayılamayacağı:
Bu konu, ashab, tabiîn ve ondan sonra gelenlerin ihtilâf ettikleri bir mevzudur. İmam Şafiî, Süfyan'dan, o Yahya b. Saîd'den, o da Süleyman b. Yesâr'dan şöyle nakleder: Süleyman: "Ondan fazla sahabîye yetiştim. Hepsi de îlâda bulunanı durduruyorlardı." diyor.<3) Yani dört ay sonra (ilâsına son veriyorlardı).
Süheyl b. Ebî Salih, babasından rivayet ediyor: Babası şöyle diyor: Hz. Peygamber'in ashabından on iki kişiye, îlâ yapan kimse hakkında sordum. Hepsi de: "Üzerinden dört ay geçmedikçe kendisine bir şey lâzım gelmez." dediler/4»

3. Şafiî, el-Ümm, 2/386. îsnadı sahihtir.
4. Dârakutnî, s. 451. İsnadı sahihtir.

Bu görüş sahabe tabiîn ve onlardan sonra gelen neslin çoğunluğuna aittir.
Abdullah b. Mes'üd ile Zeyd b. Sabit: "Dört ay geçer de bu süre içerisinde dönmezse, dört ayın dolmasıyla karısı kendisinden boş olur."<5> demişlerdir. Bu görüş tabiînden bir grupla, Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşüdür. Bunlara göre mutalebe (tefrik talebinde bulunma) hakkı dört ayın bitiminden önce doğar. Bu süre içerisinde eğer dönerse ne âlâ, yok dönmezse bu sürenin geçmesiyle kadın boş olur. Cumhura göre ise dört ay geçmedikçe mutalebe hakkı doğmaz. Dört ay dolduktan sonra kendisine: "Ya dönersin, ya da boşarsın." denilir. Eğer dönmezse, ya hâkim aracılığı ile ya da bizzat kendisinin boşayincaya kadar hapsi yolu ile talâk îkaına gidilir.
Müddetin geçmesiyle talâkın vukubulacağını benimseyenler şöyle diyorlar: îîâ âyeti bizim bu görüşümüze üç açıdan delâlet etmektedir:
Birincisi: Abdullah b. Mes'ûd bu âyeti: şeklinde, ( j*J ) ilâvesiyle okumuştur. Dönüşün müddete izafesi, dönüşe o müddet içerisinde hak kazanıldığına delâlet eder. İbn Mes'ûd'un bu kıraati, ya haber-i vahid yerine konulacak ve her ne kadar Kur'an'dan olduğunu gerektirmese bile kendisiyle ameli vacib kılacaktır; ya da lafzı neshedilmiş, hükmü bakî kalmış Kur'an âyeti sayılacaktır. Bundan başkası asla caiz değildir.
İkincisi: Yüce Allah îlâ müddetini dört ay olarak belirlemiştir. Eğer dönüş, bu müddetten sonra olursa o zaman nassın belirlediği müddeti uzatmış olur. Bu ise caiz değildir.
Üçüncüsü: Eğer îlâ müddeti içerisinde cimada bulunsa, dönüş, süresi içerisinde yapılmış olmaktadır. Bu da dönüşe hak kazanmanın bu müddet içerisinde olduğunu gösterir.
Hem sonra Yüce Allah, kocalar için dört ay bekleme süresi tanımış ve sonra da: "Eğer dönerlerse şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir. Eğer talâka niyet ederlerse.." buyurmuştur. Bu ifadenin zahirinden dönme ya da talâka niyet taksiminin, kocalara tanınan bekleme süresi içinde olduğunu göstermektedir. Nitekim kişi borçlusuna: "Sana dört ay müsaade ediyorum. Eğer ödersen ne âlâ, yoksa seni hapsederim." dediği zaman bu ifadeden sadece, "eğer bu müddet içinde ödersen" mânası anlaşılır. "Eğer bu müddetten sonra ödersen..." mânası anlaşılmaz. Aksi takdirde bekleme süresi dört aydan fazla olur. İbn Mes'ûd'un kıraati, dönüşün bu müddet içeri-

5. Beyhakî, 7/379. îsnadı sahihtir. İbn Ebî Şeybe'de İbn Abbas'tan: "Talâka azim dört ayın bitmesidir. Dönmek de cimadır." dediği rivayet edilmiştir. Senedi sahihtir. Bk. ei-Cevheru 7ı-Nakî 7/379.

sinde olduğunda sarihtir. Bu kıraat en azından şahabı tefsiridir.
Sonra bu müddet, ayrılık için konulmuş bir süredir. İddette olduğu gibi biter bitmez arkasından ayrılık gelir. Talâkın vukuu için konulan sürelerde de durum aynıdır. Meselâ, "Dört ay geçtiğinde sen boşsun!" demek gibi.
Cumhur ise şöyle diyor: îlâ âyetinde bizim için on delil vardır:
Birincisi: Allah, îlâ müddetini kocalara nisbet etti ve onların lehine bir | hak kıldı, aleyhlerine kılmadı. Dolayısıyla bu süre içerisinde karşı tarafın muta-lebe hakkının olmaması gerekir. Ancak sürenin bitiminden sonra mutalebe hakkı olur. Borçların süresi gibi. Eğer dört ay içerisinde karşı tarafa mutalebe hakkı tanırsanız, o zaman bu kocaların lehine bir süre olmamış olur ve hem o sürenin onlar lehine olduğu, hem de aleyhlerine mutalebe hakkının doğması makul olmaz.
İkinci delil: ( 1^\ \*& *Lıî jû tjjıi i>ıî ) ifadesidir. Burada Yüce Allah dönmeyi, müddetten sonra, takip ifade eden "fâ" harfi ile zikretmiştir. Bu da dönmenin müddetten sonra olmasını gerektirir. Bu âyetin bir benzeri de: ( jCJ-ı Utjj °.\ sri^ ijuJü jiîj; jSûdi ) "Boşama iki defadır. (Bundan sonra) ya iyilikle tutmak, ya da güzel ve adaletli bir biçimde salıvermektir."(6) âyetidir. Tabiî bu da kesinlikle talâktan sonradır.
Burada, "Takip fası; dönmenin müddetten sonra değil de, îîâdan sonra olmasını gerektirir." diye bir itiraz yapılabilir. Buna şöyle denilebilir: Âyette önce îlâ zikredilmiş, sonra onu müddetin zikri takip etmiş, sonra onun ardından da dönmekten bahsedilmiştir. Fâ harfi, daha önce zikri geçenler üzere takibi gerektirdiğine göre, iki sözü edilenden daha uzağına atfedilmesi caiz olrnaz. Ya ikisine de birden veya en yakın olana dönmesi gerekir.
Üçüncü delil: ( J'^Lıı ı^ij* jij ) ifadesidir. "Azim" sadece azmedenin yapmaya karar verdiği şeydir. Nitekim, ( ü^î Lx&& £û' JU- ^ısSı sâU ı^pS'j ) "Farz olan bekleme müddeti dolmadan nikâh kıymaya azmetmeyin"{7) âyetinde de öyledir. Burada, "Dönmenin yapılmaması talâka azimdir." şeklinde bir itiraz yapılabilir. Cevaben şöyle denilir: "Azim, azmedilen şeyi yapmak ya da terketmek hususunda gösterilen kesin bir iradedir. Siz ise mücerred sürenin dolmasıyla talâkı vaki kabul ediyorsunuz. İsterse onda cimaya ya da terkine dair bir azim olmasın. Hatta dönmeye azmetse bile, cimada bulunmamışsa, sürenin dolmasıyla adamın aleyhine olarak karısını boş kabul ediyorsunuz.

6. Bakara, 2/229.
7. Bakara, 2/235.

Halbuki adamın talâk kasdi yok. Bunu nasıl yapabiliyorsunuz? Âyet sizin aleyhinize bir hüccettir.
Dördüncü delil: Yüce Allah, îlâ yapanı âyette iki şey arasında muhayyer kılmıştır: Dönmek ya da talâk. İki şey arasında muhayyer kılmak, ancak tek bir merhalede sözkonusu olur. Keffâretlerde olduğu gibi. Eğer iki ayrı merhalede olacak olsa ona muhayyer kılmak değil, birini diğeri üzerine tertib etmek denilir. Eğer bu anlaşıldıysa şimdi diyoruz ki, size göre dönüş dört ayhk süre içerisinde, talâka azim ise müddetin sonundadır. Bu durumda muhayyer kılma, aynı merhale içerisinde gerçekleşmemektedir.
Şöyle denebilir: "O müddet içerisinde dönmek ile, dönmemek arasında muhayyerdir, müddetin dolmasıyla da talâka azmetmiş olur." Buna şöyle cevap verilir: Dönmemek, talâkı azmetmek demek olamaz. Size göre o ancak müddetin sona ermesiyle azim olmaktadır. Dolayısıyla bu durumda talâka azmetmekle dönmek arasında asla bir muhayyer kılma sözkonusu olmaz. Çünkü müddetin bitmesiyle size göre talâk vuku bulmaktadır, fakat dönme imkânı kalmamıştır. Müddet içerisinde dönebilir, fakat o takdirde de vaktin geçmesinden ibaret olan talâka azim vakti henüz gelmemiştir. Şu halde bu başlı basma beşinci bir delil olmaktadır.
Altıncı delil: îki şey arasında muhayyer kılma, o şeylerin muhayyer kılınan kişi tarafından işlenmesini gerektirir ki, onlardan her birinin işlenmesini ya da terkini tercihte bulunması sahih olsun. Aksi takdirde muhayyerliğinin mânası kalmaz. Vaktin geçmesi ise kişi tarafından tercihle ortaya konulacak bir şey değildir.
Yedinci delil: Yüce Allah: "Eğer talâka azmederlerse şüphesiz ki, Allah işiticidir, bilicidir." buyurmuştur. Bu ifade, âyeti işiticilİk sıfatı ile bitirmesinin uyumlu olabilmesi için, talakın işitilen bir söz olmasını gerektirmektedir.
Sekizinci delil: Kişi borçlusuna: "Sana dört ay müddet. Eğer ödersen, kabul ederim. Yok ödemezsen seni hapsederim." dese, bu ifadeden şu anlaşılır Ödeme de hapis de müddetin bitiminden sonradır, müddet içinde değildir, muhatap, bundan başka bir mâna anlamaz.
İtiraz: Mevzumuzun bir benzeri: "Sana üç gün muhayyerlik. Eğer satış akdini feshedersen edersin, yoksa seni bağlar." ifadesidir. Malumdur ki fesih ancak üç günün içinde olur, sonrasında olmaz. Buna ne diyecekiniz?
Cevap: Bu bizim size karşı getireceğimiz en güçlü delillerimizden birisidir. Çünkü akdin gereği bağlayıcılıktır. Kendisine üç günlük süre ile muhayyerlik hakkı tanınmıştır. Müddet biter de feshe gitmezse akit normal hükmüne yani bağlayıcılık haline dönmüş olur. Zevce de aynı şekilde kocası üzerinde cima hakkına sahiptir. Nitekim kocanın da kadın üzerinde hakkı bulunmaktadır. Yüce Allah: "Erkeklerin kadınlar üzerindeki haklan gibi, kadınların da erkekler üzerinde bir takım iyi davranışa dayalı haklan vardır." buyurmaktadır. Allah (c.c.) dört ay boyunca karısından uzak durmayı bir hak olarak erkeğe tanımış ve bu süre içerisinde kadına cima konusunda bir hak tanımamıştır. Müddet bittiği zaman, kadın akdin tabiatı gereği hakkına kavuşmaktadır ki, o da tefrik talebinde bulunmaktır, yoksa talâkın vukuu değildir. Şu halde bu da dokuzuncu ve müstakil bir delil olacaktır.
Onuncu delil: Yüce Allah, îlâ yapanların lehlerine bir şey, aleyhlerine de iki şey getirmiştir. Lehlerine olan şey dört ay beklemektir. Aleyhlerine olan İki şey ise, ya dönmek ya da talâktır. Size göre ise, onlara gereken sadece dönmektir. Talâk ise onlann üzerine hatta onların eline verilmiş değildir. O sadece Allah'ın emrine bırakılmıştır; müddetin bitmesinin hemen akabinde, koca istesin istemesin kadının boş olduğuna hükmedilir. Bu durumda bu işin îlâ yapanın elinde olduğunu ya da yapması gereken bir yükümlülük olduğunu söylemek mümkün değildir, bu nassın zahirine ters düşmektedir.
Sonra, îlâ keffâreti gerektiren, Allah adına yapılmış bir yemindir. Diğer yeminlerde olduğu gibi, bununla da talâk vuku bulmaz.
Yine bu Sâri' Teâlâ'nın takdir ettiği bir müddettir. Öncesinde bir ayrılık yoktur. Dolayısıyla iktidarsıza (innîn) verilen müddette olduğu gibi, bununla talâk (beynûnet) meydana gelmez.
Hem sonra "îlâ" derhal talâk ikamda kullanılan bir söz değildir, gelecek bir zamana bağlanan talâk için de kullanılmaz. Zıhar gibi.
Üstelik îlâ cahiliye döneminde talâktı, zıhar gibi onun talâk olması da neshedildi. Dolayısıyla îîâ ile talâkın vukuu caiz olmaz. Çünkü bu, mensuh hükümle amel etmek ve cahiliye devri uygulamasına dönmek olur.
İmam Şafiî şöyle der: Cahiliye döneminde insanlar üç şeyle yemin ederlerdi: Talâk, zıhar ve îlâ ile. Yüce Allah zıhar ile îlânın, cahiliye devrindeki talâk sayılması şeklindeki hükmünü değiştirerek, İslâm'daki şekillerini verdi. Talâkın hükmü ise eskiden olduğu üzere baki kaldı. <8> Şafiî'nin ifadesi böyle.
Taİâk sadece sarih ya da kinaye lâfızlarla gerçekleşir. îlâ ise bunlardan değildir. Zira eğer sarih olsaydı, mutlak zikri durumunda talâk derhal vuku bulurdu. Kayıtlaması durumunda da belirtilen sürenin sonunda gerçekleşir-

8. el-Ümm, 5/277.

di. Eğer kinaye olsaydı, o zaman kişinin niyetine başvurulurdu. Aynı şev liân için varid değildir. Çünkü liân, talâkı değil, feshi gerektirir. Fesih söz olmadan gerçekleşir. Talâk ise ancak sözlü olarak gerçekleşir.
İbn Mes'ûd'un kıraatine gelince, bu nihayet bekleme süresi içerisinde dönmenin caiz olduğuna delâlet eder, müddet içerisinde mutalebe hakkının doğmasına delâlet etmez. Bu da doğrudur ve biz bunu inkâr etmiyoruz.
"Müddet içerisinde dönmenin caiz olması, o süre içinde mutalebe hakkının mevcudiyetini gösterir." şeklindeki sözünüzün, "vadeli borç" Örneği ile bâtılhğı ortadadır.
"Eğer dönmek müddetten sonra olsaydı, o zaman süreyi dört aydan fazla uzatmış olurdu." şeklindeki İddianız da doğru değildir. Çünkü bu dört ay, içinde mutalebe hakkı bulunmayan bekleme süresidir. Sürenin mücerred bitmesiyle, koca aleyhine mutalebe hakkı doğmaktadır. Bundan sonra kadın hemen talepte de bulunabilir, mühlet de verebilir. Bu aynen belirli vâdeye bağlı diğer haklar gibidir, mutalebe hakkı ancak vâdenin bitiminde doğar. "Bu durum vâdeyi uzatmak olur." da denilmez. îlânın süresi için de durum aynıdır.
Âyet, îlâ yapması sahih olan bir kimsenin, hangi şekilde yemin ederse etsin onun ya dönünceye ya da boşayıncaya kadar îlâda bulunmuş olduğuna delâlet etmektedir. Bu delâlet selef ve halef ulemasından, "Talâk üzerine yeminle îlâ yapan kimse ya dönmek ya da boşamak durumundadır." görüşünde olanlar için bir delil olmaktadır. Her iki durumda da üzerine talâkı gerekli görenler için bu yemini îlâ hükmü içine sokmaları mümkün değildir. Çünkü, "Eğer seninle bir seneye kadar cima edersem, sen üç talâk boşsun!" dediğinde ve üzerinden de dört ay geçtiğinde, onlar kocaya: "Ya cima edersin, ya da boşarsın." demiyorlar. Aksine: "Eğer cima edersen kadın boş olur; yok cima etmezsen boş hükmünü biz veririz." diyorlar. Çokları, âletini içeri girdirmesine bile imkân vermiyor. Çünkü, diyorlar; cinsel ilişkinin bir parçası olan geri çekmek artık yabancı olan bir kadının cinsel uzvunda gerçekleşmiş olacaktır. Bu durumda onun îlâ yapan biri olmadığını söylemekten başka verilebilecek bir cevap yoktur. O zaman şöyle denilecektir: Dört ay geçtikten sonra adamı durdurmayınız ve ona talâk üzerine yeminine istinaden devamlı olarak cimadan kacınabileceğini söyleyiniz. (Yok böyle yapmaz da) ona dört ay gibi bir süre koyarsanız, o zaman yeminsiz îlâ hükmünü isbat etmiş olursunuz. Yok, onu îlâ yapmış biri kabul eder ve kendisine îlâ hükmünü tanımazsanız bu kez de îlâ hükmüne ve nassın gereğine muhalefet etmiş olursunuz. Bunlar, onlara karşı kullanılan delillerden bazısıdır.
Soru: "Seninle cima edersem, üç talâk boşsun!" diyenin hükmü nedir?
Cevap: Bu konuda, "Acaba bu sözle îlâ yapmış olur mu, olmaz mı?'* şeklinde fukahanın iki ayrı görüşü vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. İmam Şafiî'den de iki kavil olarak gelmiştir. Son görüşüne göre, bu sözle îlâ yapılmış olur. İmam Ebu Hanife ve Mâlik'in görüşleri de bu şekildedir. Her iki görüşe göre de, girdirmesine imkân (cevaz) verilir mi, verilmez mi? Hanbelî ve Şafiî mezhebinde iki vecih vardır:
1) Bu caiz olmaz, haram olur. Çünkü girdirmesiyle onlara göre üç talâk boş olur ve ondan sonrası artık haram olacağından, girdirmesi de haram olur. Bunun bir benzeri de şudur: Oruçlu, fecrin doğmasından önce ancak âletini sokabileceği fakat çıkaramayacağı kadar bir zaman olduğunu bilse, sokması her ne kadar mubah olan bir zaman içindeyse de kendisine haram olur. Çünkü çıkarması haram olan zaman içinde bulunacaktır. Burada da aynı şekilde girdirmesi haram olur. Her ne kadar talâktan önce ise de, çıkarması talâk sonrasına düşmektedir.
2) Girdirmesi haram olmaz. Maverdî şöyle der: Bu görüş diğer Şafiî fuka-hasına aittir. Çünkü kadın zevcesidir. Çıkarması da haram olmaz, çünkü — her ne kadar girdirmesiyle kadın boş olmuş ise de— bu ilişkiyi terketmektir. Bu ilişkide haram olan, girdirildiğinde orada tutulmasıdır, yoksa girdirme ve hemen akabinde çekme haram değildir. Şafiî'nin sözlerinin zahirinden anlaşılan budur. Çünkü o şöyle demiştir: "Oruca niyetli kişi cima yaparken fecir doğsa ve tam anında çıkarsa, o orucu üzeredir. Ama çıkarmadan beklerse, orucu bozmuş olur ve keffâret verir." îlâ bahsinde de: "Kişi eğer, 'Seninle cima edersem, sen üç talâk boşsun!' dese, bakılır. Şayet döner ve kertiğe kadar içeri girdirirse, kadın kendisinden üç talâk boş olur. Eğer çıkarır tekrar girdi-rirse, üzerine kadının emsal mehri gerekir." demektedir. Bunlar girdirmenin cevazına şu örneği de getirmişlerdir: Kişi bir adama: "Evime gir ve orda durma" dese, girme izinle olduğu için mubah olur, yasak bulunduğu için de hemen çıkması gerekir. Çıkmak, her ne kadar yasak zamanına rastgelmekte ise de mubah olmaktadır. Çünkü bu bir terktir. Aynı şekilde, böyle bir îlâda bulunan kimse İçin de girdirmesi ve çekmesi mubah, orada bekletmesi haram olur. Oruçlunun fecirden önce girdirmesi, hemen fecir sonrası çekmesi durumunda da aynen buradaki ihtilâf geçerlidir. Bazıları ise, fecir öncesi oruçluya girdirmesi haramdır, fakat îlâ yapana haram değildir demişlerdir. Aralarındaki fark şudur: Oruçlu üzerine haramlık, girdirme dışında başka bir sebeple de ortaya çıkabilir. Dolayısıyla, ona girdirmenin haram olması caizdir. îlâda bulunana ise haramlık ancak girdirme yoluyla ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla aralarında fark vardır.
Üçüncü bir grubun görüşü ise şöyledir: Bu kişiye elmada bulunması haram olmaz, zevcesi de boş olmaz. Aksine durdurulur ve kendisine: "Allah'ın sana emri, dönmen ya da boşamandır." denilir. Bu adam nasıl bir îlâ yapmış oluyor ki dönüş hakkı olmuyor, aksine talâkla ilzam ediliyor. Onunla cima edecek olsa talâk vuku buluyor. îlâ olmasına rağmen her iki durumda da talâk gerçekleşiyor. Bu nasıl olur? Kur'an'm zahirine ters değil midir?
Bu kimse hakkında şöyle denilmelidir: Eğer dönerse cima ile talâk gerekmez. Yok dönmezse, talâkla ilzam edilir. Bu, talâk üzerine edilen yeminin, talâk gerektirmeyeceği, sadece yemin keffaretinin yeterli olacağı görüşünde olanların mezhebidir. Zahirîlerin, Tâvûs, îkrime ve hadis ulemasından bir grubun görüşleri bu şekildedir. Şeyhülislam İbn Teymiye'nin tercihi de bu doğrultudadır.
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) "Ailene dön!" Sözünü Kullanması:

Sahih-i Buharide sabit olduğu üzere, Cevn'in kızı Hz. Peygamber'in yanına geldiği vakit, Hz. Peygamber kendisine yaklaşınca kadm: "Senden Allah'a sığınırım!" demişti. Hz. Peygamber ona: "Son çok yüce birine sığındın. (Kalk!) Ailene git!" buyurdu.(1)
Sahihayn'da sabit olduğuna göre, Hz. Peygamber (Tebük seferine mazeretsiz katılmayan) Kâ'b b. Mâlik'e (r.a.) gelmiş ve karısından uzak durmasını emretmişti. Kâ'b da karısına: "Ailene git!" demişti.(2)
Bu ifadenin hükmü hakkında ulema ihtilâf etmişlerdir. Zahirîler: "Talâk değildir. Bununla niyet etse de, etmese de talâk vuku bulmaz." demişlerdir. Bunlar, Hz. Peygamber'in, Cevn'in kızı ile nikâh akdi yapmadığını, sadece onu istemek üzere çağırttığım söylemişlerdir. Buna, Sahih-i Buharfde bulunan şu hadisin de delâlet ettiğini ifade etmişlerdir: Ham'za b. Ebî Üseyd, babasından nakleder: Ebu Üseyd, Hz. Peygamberle birlikte idi. Cevniyyeli kadın getirilmişti. Konuk kadın bir hurmahk içerisindeki Ümeyye bt. en-Numan b. Şerâhîl'in evinde ağırlandı. Beraberinde biniti de vardı. Hz. Peygamber, yanına girdi ve ona: "Nefsini bana hibe et!" buyurdu. O da: "Kraliçenin nefsini çobana hibe ettiği görülmüş mü?" dedi. Hz. Peygamber elini sakinleşmesi için üzerine koymak maksadıyla ona doğru uzattı. Kadın: "Senden Allah'a sığınırım." dedi. Hz. Peygamber: "Gerçekten güçlü bir yere sığındın!" buyurdu. Sonra çıktı ve: "Ey Ebu Üseyd! Ona iki elbise giydir ve onu îilesine

1. Buharı, 68/3.
2. Buharı, 55/16 ve daha başka yerler; Müslim, 2769.

gönder!" buyurdu.f3>
Sahih-i Müslim'de Sehl b. Sa'd'den şöyle nakledilir: Rasûlullah'a (s.a.) Araplardan bir kadının lafını ettiler. O da Ebu Üseyd'e, kadına haber göndermesini emir buyurdu. Ebu Üseyd kadına haber gönderdi. Kadın gelerek Benî Sâide'nin kalesine misafir indi. Derken Rasûlullah (s.a.) çıktı ve kadının yanına gelerek içeri girdi. Bir de ne görsün, kadın boynunu eğmiş. Rasûlullah (s.a.) kendisiyle konuşunca kadın: "Ben senden Allah'a sığınırım" dedi. O da: "Ben seni kendimden sığındırdım" "dedi. Bunun üzerine ashab kadına: "Bu kim biliyor musun?" dediler. Kadın: "Hayır!" cevabım verdi. "Bu Rasûlullah'-dır. Seni istemeye geldi." dediler. Kadın: "Ben bu İşte şanssızlığa uğradım." dedi.(4)
Derler ki: Bütün bunlar hep aynı olayla ve aynı kadınla ilgili haberlerdir ve Hz. Peygamber'in o kadınla henüz evlenmemiş olduğu da gayet açıktır. Hz. Peygamber onun yanma, sadece kendisini istemek için girmiştir.
2— Bu Sözün Hükmü:
Çoğunluk fukaha ise —dört imam vb. bunlardandır—: "Hayır, bu lâfız talâka niyet etmesi durumunda talâk lâfizlarındandır." demişlerdir. Nitekim Sahih-i Buharfde, babamız İsmail aleyhisselam'ın, bu ifadeyle karısını boşadığı sabittir: Babası (Hz. İsmail'in) hanımına: "Kocana söyle, kapısının eşiğini değiştirsin!" demişti. Bunun üzerine Hz. İsmail (a.s.) de: "Eşik sensin. Babam bana senden ayrılmamı emretmiş. Ailene git!" demişti. (5*
Hz. Âişe hadisi ise, Hz. Peygamber'in kadın üzerine akit yapmış olduğunda sarih gibidir. Çünkü o: ( g* .ıJ^J t ) " = Hz. Peygamber'in yanına alındığında" ifadesini kullanmıştır. Bu ise kocanın ailesi yanına girmesi demektir. Hz. Âişe'nin: "Hz. Peygamber ona yaklaştı." ifadesi de bunu destekler. .
Ebu Üseyd hadisine gelince, nihayet burada: "Nefsini bana hibe et!" ifadesi bulunmaktadır. Bu söz, daha önceden Hz. Peygamber'in onu nikahlamış olmadığı anlamına gelmez. Hz. Peygamber'in bu sözü, akit için değil de zifaf talebi jçin söylemiş olması pekâla mümkündür.
Sehl b. Sa'd hadisine gelince; akit bulunmadığı hususunda en sarih olanı budur. Çünkü bu hadiste: "Hz. Peygamber ona geldiğinde: Bu Rasûlullah'-

3. Buharı, 68/3.
4. Müslim, 2007.
5. Buharı, 60/9.

tır. Seni istemeye geldi, dediler." ifadesi vardır. Anlaşılan, bu kadın Cevniy-yeli kadındır. Çünkü Sehl, hadisinde: "Ebu Üseyd'e, kadına haber göndermesini emretti. O da haber gönderdi." demektedir. Dolayısıyla olay hep aynı olaydır ve Hz. Âişe, Ebu Üseyd ve Sehl etrafında dönmektedir. Bunlardan her biri aynı olayı rivayet etmiştir. Lâfızları aşağı yukan birbirine yakındır. Geriye sadece, "Seni istemek için geldi" sözüyle "Yanına girip de ona yaklaşınca..." sözü arasındaki çelişki kalmaktadır. Ya iki ifadeden birinde hata vardır, ya da "yanma girmek" ifadesi, kocanın hanımı yanına girmesi anlamında değil, genel anlamda girmek manasınadır. Bu da muhtemeldir.
Hz. İsmail kıssasıyla ilgili İbn Abbas hadisi ise sarihtir. Bu lâfız hem cahi-liye, hem de İslâm dönemlerinde, öteden beri kadını boşamak için kullanılan talâk lâfızlanndandır. Hz. Peygamber onu değiştirmemiş, kabulle karşılamıştır. İslâm'ın öncüleri olan ashab: "Sen haramsın." "Emrin elindedir", "Tercih et", "Seni ailene hibe ettim", "Sen haliyye (boşanmış biri)sin, benden hali oldun", "Sen beriyye (uzak)sin, seni ibra ettim", "Sen ibra edilmişsin", "İpin boynundadır", "Sen haramsın (hirc)"<6> (sırasıyla arapçalan: )
ifadeleriyle talâk îkâında bulunmuşlardır. Hz. Ali ve îbn Ömer: "( u*. cJ ) = Sen haliyyesin demek üç talâktır." demişlerdir. Hz. Ömer ise: "Bir ric'î talâktır." der. Muâviye; karısına; "Eğer evden çikarsan sen haliyyesin." diyen adamla eşini ayırmıştır. Hz. Ali, İbn Ömer ve Zeyd: " = Sen beriy-yesin." ifadesi hakkında "üç talâktır" derlerken Hz. Ömer: "Bir ric'î talâktır." demiştir. Hz. Ali, ( ~>» ^J ) ifadesi için: "Üç talâktır." Hz. Ömer ise: "Bir talâktır." demişlerdir. "Emrin elindedir", "Sen bana haramsın" tâbirlerinin izahı sırasında ashabın görüşleri'daha önce geçmişti.
Yüce Allah, talâkı zikretmiş, fakat onun için bir lâfız belirlememiştir. Buradan da Allah'ın konuyu insanların örfüne bıraktığı anlaşılır; insanların örfünde hangi lâfız talâk mânası ifade ediyorsa, niyet bulunduğunda o lâfızla talâk gerçekleşmiş olur.
Lâfızların bizzat kendileri maksut değillerdir. Bunlar o lâfzı söyleyenin maksadını göstermesi için kullanılır. Kişi bir mânaya gelen bir lâfzı söyledi ve o mânayı da kasdetti mi, üzerine hükmü terettüp eder. Bunun içindir ki, İranlı, Türk, hintli ve benzerlerinin kendi dilleri ile verdikleri talâklar vuku bulur. Hatta bunlardan biri, Arapça sarih talâk lâfızlarından birisini, mâna-

6. Bu ve benzeri kinaî talâk tabirleri için bk. Bilmen, Isnlahat-ı Ftkhıyye Kamusu, 2/186-187.

sini bilmeden telaffuz edecek olsa, asla bir şey lâzım gelmez. Çünkü mânasını bilmediği, içeriğini de kasdetmediği bir şeyi söylemiştir. Kâ'b b. Mâlik hadisi; bu ve benzeri lâfızlarla, niyet olmadıkça talâkın vuku bulmayacağına delâlet etmektedir.
Doğrusu, bu ister sarih ister kinaye olsun bütün lâfızlarda geçerlidir. Âzad ve talâk lâfızları arasında bir fark da yoktur. Şayet bir kimse: "Benim kölem hürdür, zina etmez." veya "Benim cariyem hürdür, fahişelik yapmaz." dese, aklından da âzad etme fikri geçmese, niyet de etmese bununla asla azad işi gerçekleşmez. Yine bir kimse karısı ile birlikte iken, yolda ayrılsalar ve kendisine: "Karın nerede?" diye sorulsa da: "Ondan ayrıldım." dese; veya saçını taraşa da: ( ~^->-) " - Onu taradım." dese (bu söz Kur'an'da talâk için kullanılıyor) ve bu sözlerle talâkı kasdetmese, kadın boş olmaz. Yine kadını serbest, tamamen kendi haline bıraksa ve onun durumunu haber vermek amacıyla: "O taliktir (yani serbest)." dese; bununla da boş olmaz. Yine aynı şekilde, kadın bağlanmış olsa da, iplerinden çözülse, koca da; "Sen taliksin" dese, yani bağlarından boşanmışsın demek istese kadın boş olmaz. Bütün bunlar İmam Mâlik ve bazı şekillerinde İmam Ahmed'in görüşleridir, bazıları da imamın ele aldıklarının benzerleridir. Bunlarla niyet etmedikçe ve talâkı gösteren bir lâfzı söylemedikçe talâk vuku bulmaz. Eğer bu ikisinden (yani niyet ve lâfız) sadece biri bulunursa ne talâk ne de âzad vuku bulmaz. Lâfızların sarih ve kinaye şeklinde ikiye ayrılması, her ne kadar asıl konumu bakımından sahihse de, tamamen şahıs, zaman ve mekâna göre farklılık arzederler. Nice sarih lâfız başka bir yöre halkınca kinaye olabilir, ya da bir zaman ve mekânda sarih olan bir lâfız, başka bir zaman ve mekânda kinaye olabilir. Realite bunun şahididir. Meselâ, (.- ,— ) lâfzını ele alalım: Hemen hemen hiçbir kimse bu sözcüğü ne sarih ne de kinaye yollu talâk için kullanmamaktadır. Bu durumda kalkıp: "Kim bu sözcüğü kullanırsa onun karısı boş olur; ister niyet etsin, ister etmesin. Çünkü şer'î örf ve kullanış şekli vardır. (Yani Kur'an'da bu anlamda kullanılmıştır).'" demek asla caiz olmaz. Çünkü böylesi bir iddia hem şer'î açıdan, hem de kelimenin kullanılışı bakımından yanlış bir iddiadır. Kelimenin kullanılışı açısından yanlıştır; çünkü hemen hemen hiçbir kimse karısını boşamak için bu kelimeyi kullanmamaktadır. Şer'î açıdan da yanlıştır; çünkü Kur'an bunu talâktan başka mânada da kullanmıştır. Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikahlayıp da henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları iddet müddetince bekletmeniz gerekmez. O halde onları faydalandırın (mut'a verin) ve onları güzel bir şekilde serbest bırakın.(71) Buradaki "tesrîh

7. Ahzab, 33/49.

bırakma" kesinlikle talâk değildir. Aynı şekilde = ayrılık" kelimesini Şâri talâktan başka mânada da kullanmıştır: "Ey Peygamber! Kadınları boşadiğınizda, onları iddetleri içinde boşayınız... Müddetlerini doldurduklarında onları ya güzelce tutun, veya onlardan uygun bir şekilde ayrılın. "< Bu âyette geçen ( *iu,Vı ) "=tutmak"tan maksat, ric'attir. ( a_.uiı )" = Ayrılık" ise, ric'atte bulunmamak demektir; yoksa ikinci bir talâkın verilmesi anlamında değildir. Bunda asla bir ihtilâf da yoktur. Dolayısıyla, "Bu ifadeyi telaffuz eden kimsenin karısı boş olur. Mânasını ister anlasın, ister anlamasın." demenin bir anlamı yoktur. Her ikisi de bâtıllıkta aynıdır. Tevfik Allah'tandır.

S. Talâk. 65-
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
KENDİSİNE CARİYESİNİ, ZEVCESİNİ YA DA EŞYASINI HARAM KILAN KİMSE HAKKINDAKİ HÜKMÜ

1— Kendisine Cariyesini veya Zevcesini ya da Eşyasını Haram Kılan Kimse Hakkındaki Hükmü:
Yüce Allah şöyle buyurur: *'Ey Peygamber! Eşlerinin nzasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah yeminlerinizi çözmenizi size meşru kılmıştır..."t1)
Sahihayn'da. sabit olduğu üzere Efendimiz, Zeynep bt. Cahş'ın*21 evinde bal şerbeti içmişti. Hz. Âişe ve Hafsa, ona (Ağzında megafîr kokuyor! demek suretiyle) bir hile kurdular. Efendimiz de: "Bir daha onu içmeyeceğim."; bir rivayette de; "Yemin enim ki..." buyurdu.(3)
Nesâî'de, Enes'ten (r.a.) şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber'in (s.a.) cinsî ilişkide bulunduğu bir cariyesi vardı. Hz. Âişe ve Hafsa çok üzerine gittiler, sonunda Efendimiz onu kendisine haram kıldı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun..." âyetini indirdi/41
Sahih-i Müslim'de, İbn Abbas: "Kişi karışım kendisine haram kıldığın-

1. Tahrim, 66/1-2.
2. Asıl nüshada Meymune'dir; yanlıştır.
3. Buharı, 65/66 (1); Müslim, 1474. -:^
4. Nesâî, 7/71. İsnadı sahihtir. Bk. Fethu'pBâri, 8/503, 9328.

da bu bir yemin olur, keffâret gerekir." der ve: "Sizin için Allah Rasûlü'nde en güzel bir örnek vardır." âyetini eklerdi.(5)
Tirmizî'de, Hz. Âişe'nin şöyle dediği nakledilir: "Hz. Peygamber kadınlarına îlâda (yaklaşmama yemininde) bulundu ve onları kendine haram kıldı. Sonra haramı helâl kıldı ve yemine keffâret gerektiğini gösterdi." (Tirmizî der ki: ) "Mesleme b. Alkame, Davud —Şa'bî—Mesrûk—Âişe senediyle aynen böyle rivayette bulunmuştur. Aynı haberi Ali b. Müsher ve başkaları Şa'bî'-den mürsel olarak rivayet etmişlerdir ki bu daha doğrudur."
"Haramı helâl kıldı" sözü "Haram kıldığı şeyi —ki bal veya cariye idi— kendisine haram kıldıktan sonra helâl kıldı." anlamınadır.
Leys b. Sa'd, Yezid b. Ebî Habib—Abdullah b. Hübeyre— Kabîsa b. Züeyb senediyle naklediyor: Kabîsa: "Zeyd b. Sâbit'le İbn Ömer'e (r. anhum): Karısına; 'Sen bana haramsın.' diyen kimse hakkında sordum. Her ikisi de: Yemin keffareti gerekir, dediler. "<7>
Abdürrezzak, İbn Uyeyne—İbn Ebî Necîh—Mücâhid silsilesiyle, İbn Mes'ûd'un, haram kılma konusunda: "O bir yemindir, keffâret verir." dediğini nakleder.(
İbn Hazm bunu, Hz. Ebu Bekir es-Sıddik ve mü'minlerin annesi Hz. Âişe'den de rivayet eder.
Haccâc b. Minhâl der ki: Cerîr b. Hâzim bana şöyle rivayet etmiştir: İbn Ömer'in âzadlısı Nâfi'e, haram kılmanın hükmünü sordum: "Bu bir talâk mıdır?" dedim. O: "Hayır! Allah Rasûlü cariyesini haram kılmamış mıydı? Yüce Allah O'na, yeminine keffaret vermesini emretti, onu kendisine haram kılmadı." <9> dedi. i
Abdürrezzak, Ma'mer—Yahya b. Ebî Kesir ve Eyyub es-Sahtiyânî— îkrime senediyle nakleder: Hz. Ömer, haram kılmayı kastederek: "O yemindir." demiştir/10*
İsmail b. İshak, Mukaddemî—Hammâd b. Zeyd—Sahr b. Cüveyriye— Nâfi' senediyle nakleder: İbn Ömer: Haram (kılma) yemindir." demiştir.(1I)

5. Müslim, 1473 (19); Buharı, 65/66(1).
6. Tirmizî, 1201.
7. RâvİIeri sikadır.
8. Musannef, 11366. Senedi sahihtir.
9. Râvileri sikadır.
10. Râvileri sikadır. Musannef, 11360; BeyHakî, 7/350.
11. Râvileri sikadır.

Sahih-i BuharTdt Saîd b. Cübeyr'den nakledilir. O İbn Abbas'ı şöyle derken işitmiştir: "Karısını haram kılması bir şey değildir." Sonra şu âyeti okumuştur: "Allah Rasülü'nde sizin için gü/cl bir örnek vardır."<i2> Denilir ki: Bu, İbn Abbas'tan yapılan başka bir rivayettir. Yine denilir ki: İbn Abbas bu sözüyle sadece onun bir talâk olmadığını ve ona yemin keffareti gerekeceğini kasdetmiştir. Bu yüzden de Hz. Peygamber'in fiilini delil getirmiştir. Bu ikinci yorum daha açıktır.
Bu konuda âlimlerin tam yirmi görüşü bulunmaktadır. Biz bu görüşleri, onların yaklaşım ve mesnedlerini zikredeceğiz ve Allah'ın yardım ve tevfiki ile üstün olan görüşü ortaya koymaya çalışacağız:
Birincisi: Haram kılma (tahrim) boştur, bir şey lâzım gelmez. Ne hanım hakkında, ne de bir başka şey hakkında bir hüküm ifade etmez. O ne talâktır, ne de îlâ; ne yemindir, ne de zıhar, hiçbir şey değildir. Vekî, İsmail b. Ebî Hâlid —Şa'bî kanalıyla Mesrûk'un: "Karımı veya bir tabak tiridi haram kılmışım, hiç aldırmam." dediğini rivayet eder. Abdürrezzak, es-Sevrî—Salih b. Müslim—Şa'bî senediyle şöyle nakleder: Şa'bî, kadının haram kılınması hakkında: "O bana pabucumdan daha önemsiz kalır." demiştir.(13) İbn Cüreyc-Abdülkerim vasıtasıyla da Ebu Seleme b. Abdurrahman'm, karısını kastederek: "Ha onu haram kılmışım, ha nehrin suyunu, farketmez." dediği nakledilir. Katâde der ki: Bir adam bu konuyu, Hamîd b. Abdurrahman el-Himyerî'ye sordu. O cevap olarak Yüce Allah'ın: "İşlerinden boşaldığın vakit, tekrar çalış ve yorul, Rabbine rağbet et (O'na yönel, boş durma)!"(14) âyetini okudu ve: "Sen oyun oynayan bir adamsın, git oyununu oyna!" dedi. Bütün Zahirîlerin görüşü budur.
İkinci görüş: Zevcenin haram kılınması üç talâk demektir. İbn Hazm: "Bunu Hz. Ali, Zeyd b. Sabit, İbn Ömer-söylemiştir. Hasan (el-Basrî) ile Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ'nın da görüşleri böyledir. Hakem b. Uteybe'den de aynı görüş nakledilmiştir." demektedir.
Ben derim ki: Zeyd b. Sabit ve İbn Ömer hakkında asıl sabit olan, bizzat kendisinin, Leys b. Sa'd—Yezid b. Ebî Habib— Ebu Hureyre—Kabîsa senediyle rivayet ettiği şu hadistir: Kabîsa, Zeyd b. Sâbit'le İbn Ömer'e: Karısına, "Sen bana haramsın." diyen kimse hakkında sormuş, her ikisi de: "Yemin keffareti gerekir." demişlerdir. Onlardan bunun aksine bir görüş sabit olmamıştır. Hz. Ali'nin durumuna gelince; yine Ebu Muhammed b. Hazm, Yahya

12. Buharî, 68/8.
13. Musannef, 11378.
14. İnşirah, 94/7.

b. el-Kattân—İsmail b. Ebî Hâlid kanalıyla Şa'bî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Haram (kılma) konusunda bazı adamlar: ıO başka bir koca ile evlen-medikçe artık haramdır' diyorlar. Hayır! Vallahi, Hz. Ali bunu söylememiştir. O sadece: 'Ben onun sana ne helâl kıhcısıyım, ne de haram kılıcısı; ister ileri git, ister geri dur!' demiştir." Hasan (el-Basrî)'ye gelince; Ebu Muham-med, Katâde tarikiyle ondan:."Her helâl üzerime haramdır, sözü yemindir.'* dediğini nakletmiştir. Bu durumda, sanırız Ebu Muhammed (İbn Hazm), Hz. Ali, Zeyd ve İbn Ömer'in "el-haliyye", "el-beriyye" ve "elbettete" meselesi hakkındaki görüşlerinde bir yanlışlık yapmıştır. Çünkü îmam Ahmed, onlardan: "Bunların üç talâk olduğu" naklinde bulunmuş ve, "Hz. Ali ve îbn Ömer hakkında doğrudur." demiştir. Ebu Muhammed yanlış anlayarak bu görüşü, "Sen bana haramsın" ifadesiyle ilgili olarak nakletmiştir. Bu açık bir hatadır. Çünkü onlar, "haram kılma"yi diğerlerinden ayırmışlar ve onun yemin olduğuna dair fetva vermişlerdir. ( u* ^J )"Senhaliyyesin." ifadesi hakkında da "üç talâktır" demişlerdir. Hepsi için de üç talâktır diyen birisini tanımıyorum.
Üçüncü görüş: Zifaf gerçekleşmiş kadın için söylendiğinde bu üç talâktır. Kocanın başka türlü sözüne bakılmaz. Eğer zifaf gercekleşmemişse koca-mn niyetine göre; bir, iki, üç talâk vukubulur. Eğer mutlak zikrederse, bir talâk vuku ulur. Eğer, talâk murad etmedim derse bakılır: Eğer daha önce, sözü ona yormayı mümkün kılan bir ifade geçmişse sözüne itibar edilir; eğer söz başında söylemişse, sözü kabul edilmez. Cariyesini, yiyeceğini ve eşyasını haram kılması durumunda ise bir şey gerekmez. Bu görüş de İmam Mâlik'e aittir.
Dördüncü görüş: Eğer bununla talâkı niyet ederse talâk olur. Sonra bununla üçe niyet etmişse üç, daha aza niyet etmişse bâin bir talâk olur. Eğer yemine niyet ederse yemin olur ve keffâret gerekir. Hiçbir niyeti yoksa îlâ olur ve îlâ hükmüne tâbidir. Eğer yalana niyet etmişse, fetva konusunda sözü kabul edilir ve bir şey lâzım gelmez; kazada ise, îlâ hükmüne tâbi kılınır. Eğer haram kılma, zevce dışında cariye, yiyecek vb. gibi bir şey için kullanılmışsa, bu bir yemin olur ve keffâret gerekir. Ebu Hanife'nin görüşü de budur.
Beşinci görüş: Eğer bununla talâka niyet ederse, talâk olur ve niyeti kaçsa o kadarı vaki olur. Eğer mutlak kullanmışsa, bir talâk gerçekleşir. Eğer zıha-ra niyet ederse zihar; yemine niyet ederse yemin olur. Talâksız veya zıharsız bizzat kendisinin haramhğına niyet ederse, üzerine yemin keffâreti gerekir. Eğer bir şeye niyet etmemişse bu durumda iki görüş vardır: Birincisi, bir şey gerekmez. İkincisi: Yemin keffâreti gerekir, şeklindedir. Eğer cariyeye söylemiş ve âzad etmesini kasdetmişse âzad olur. Eğer haram olmasını kasdetmişse aynı lafızla kendisine yemin keffâreti gerekir. Eğer cariyeye zıhar yapmaya niyet etse, bu sahih olmaz ve bir şey de lâzım gelmez. "Hayır, yemin keffâreti gerekir." diyen de olmuştur. Eğer bir şeye niyet etmezse; iki görüş vardır: Birincisi, bir şey gerekmez. İkincisi: Üzerine yemin kefareti gerekir şeklindedir. Zevce ve cariye dışında kalan şeylerin haram kılınması durumunda bir şey gerekmez. İmam Şafiî'nin görüşü de budur.
Altıncı görüş: Mutlak söylemesi durumunda, niyet etsin etmesin zihar olur. Ancak niyetle talâk ya da yemine çevirmesi durumunda, niyeti ne ise o gerçekleşir. İmam Ahmed'in zahir mezhebi budur. Ondan ikinci bir rivayet daha vardır: Mutlak söylemesi halinde yemindir. Ancak niyetle, zıhar ya da talâka çevirmesi durumunda, niyet ettiği şey gerçekleşir. Ondan gelen bir üçüncü rivayete göre de herhalükârda zıhardır, isterse başka şeye niyet etsin. Ebu'I-Hüseyn'in eI~Furû'unda naklettiği dördüncü rivayete göre ise, bâin talâktır.
"Sen bana haramsın" sözünün hemen peşine: "Ben bununla talâkı kastediyorum," demesi durumuyla ilgili olarak İmam Ahmed'den iki rivayet vardır: Birincisi: O talâktır. Buna göre üç talâk mı gerekir, yoksa bir talâk mı olur? İki görüş vardır. İkinci rivayet: Yine zıhardır. "Sen bana anamın sırtı gibisin. Bununla talâkı kastediyorum." demesi durumundaki gibi olur. İmamın mezhebinin özeti budur.
Yedinci görüş: Eğer bununla üçe niyet etmişse üç talâk; bire niyet etmişse bir bâin talâk; yemine niyet etmişse yemin olur. Hiçbir şeye niyet etmemişse, o bir yalan olur ve bir şey gerekmez. Bu görüş de Süfyan es-Sevrî'ye aittir. Bunu İbn Hazm nakleder.
Sekizinci görüş: Her halükârda bir bâin talâktır. Bu da Hammâd b. Ebî Süleyman'ın görüşüdür.
Dokuzuncu görüş: Eğer üç talâka niyet ederse üç talâk; eğer bir talâka niyet ederse veya hiçbir niyette bulunmazsa, bir bâin talâk vukubulur. Bu da İbrahim en-Nahaî'ye aittir. Bunu, İbn Hazm nakietmiştir.
Onuncu görüş: Ric'î bir talâktır. İbnu's-Sabbâğ ve arkadaşı Ebu Bekir eş-Şâsî bu görüşün Zührî tarafından Hz. Ömer'e nisbet edildiğini nakletmiş-lerdir.
On birinci görüş: Bu lafızla kadın kendisine haram olur. Bunlar ne zıhar, ne talâk, ne de yeminden söz etmemişler ve mücerred, haram kılışının gereği ile kendisini ilzam etmişlerdir. İbn Hazm şöyle der: Bu görüş Hz. Ali'den, ashaptan isimleri zikredilmeyen bazılarından, Ebu Hureyre'den, avrıca Hasan
(el-Basrî), Hılâs b. Amr, Câbir b. Zeyd, Katâdegibi zevattan nakledilmiştir. Bunlar o kişiye, sadece ondan uzak durmasını emretmişlerdir.
On ikinci görüş: Tevakkuf edip kesin bir hükme varmamak gerekir. Müftü, kadım kocasına ne helâl kılabilir, ne de haram. Nitekim Şa'bî, Hz. Ali'nin: "Ben onun, sana ne helâl kılıcısıyım, ne de haram kılıcısı; ister ileri git, ister geri dur!" dediğini nakletmiştir.
On üçüncü görüş: Haram kılma işini derhal yapmak veya maksatlı bir şekilde şarta bağlamakla, yemin olarak kullanmayı birbirinden ayırma şeklindedir. Birincisi, her ne şekilde olursa olsun zihardır. İsterse onunla talâka niyet etsin ve sözünün hemen akabinde: "Ben bu sözle talâka niyet ettim." desin, farketmez. İkincisi ise yemindir ve yemin keffâreti gerekir. Eğer: "Sen bana haramsın!" veya "Ramazan girdiğinde sen bana haramsın!" derse bu zıhar olur. Şayet: "Eğer yola çıkarsam" ya da "Eğer şu yemeği yersen" veya "Falanla konuşursam karım üzerime haram olsun!" derse, bu bir yemindir. Keffâ-ret gerekir. Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin tercihi de bu görüş olmaktadır.
Bu mesele, yirmiden fazla görüşün dal saldığı asıllardan birisi olmaktadır.
2— Deliller ve Münakaşaları:
"Haram klimanın tamamı boştur, bir şey gerekmez." diyenler, görüşlerini şu şekilde deüllendiriyorlar: Yüce Allah helâl ve haram kılma yetkisini kula vermemiştir. Ona sadece, bir şeyin helâl ya da haram olmasını gerektirecek, talâk, nikâh, bey' (satış), âzad gibi sebepleri ortaya koyma yetkisini tanımıştır. Bunun ötesinde, "Şunu haram kıldım, o bana artık haramdır." demek gibi bir tutuma girmesi kişinin kendi işi değildir. Yüce Allah: "Dillerinizin yalan olarak vasfettiği şeyler hakkında 'Bu helâldir, bu da haramdır.' demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz..."(15) ve yine: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun..."(l6) buyurmaktadır. Yüce Allah, kendisinin helâl kıldığı bir şeyi haram kılma yetkisini Peygamberine bile tanımayınca, başkalarına bu yetki nasıl tanınabilir?
Hz. Peygamber (s.a.) "Emrimiz üzere bulunmayan her iş merdudtur."

15.'Nahl, 16/116. 16. Tahrim, 66/1.

buyururlar.07' Bu haram kılma işi de böyledir, dolayısıyla merdud ve bâtıl) olur.
Zİra helâli haram kılmakla, haramı helâl kılmak arasında bir fark yoktur. Nasıl ki bu ikincisi boş ve bâtıldır, birincisi de öyledir.
Kişinin karısına: "Sen bana haramsın." demesi ile, yiyecek için: "O bana | haramdır.*' demesi arasında bir fark yoktur.
"Sen bana haramsın." sözüyle kişi, ya onu haram kılmak için bir tasarruf kurma (inşâ) amaçlamaktadır, ya da onun haramlığını haber vermektedir (ihbar). Kişinin helali haram kılma yetkisi olmadığı için birinci ihtimal mümkün değildir. Böyle bir tasarruf ancak, helâli helâl, haramı haram kılan, şer'î ahkâmı vaz'eden Allah'a aittir. Eğer ihbar ise, yalan söylemiş olur. Netice itibarıyla bu söz ya bâtıl bir inşâ ya da yalan bir haberdir. Her ikisinin de bir anlamı yoktur.
Bunun dışındaki diğer sözlere baktığımızda, onların çelişkili, tutarsız, bir kısmı diğer kısmını reddeden sözler olduğunu görürüz. Allah ve Rasûlü'-nden bir delil olmadıkça bu sözlerden hiçbiriyle zevce haram olmaz. Eğer haram kılarsak iki suç işlemiş oluruz: Birinciye haram, başkalarına helâl kılmış oluruz. Asıl olan, helâlliğin zevaline dair icma ya da Allah ve Rasûlü'nden gelen kesin bir delil bulunmadıkça, nikâhın devamına hükmetmektedir. Bunlar da olmadığına göre, haram kılma işinin boş ve üzerine bir şey lâzım gelmeyeceği görüşünü benimsemek durumu ortaya çıkmaktadır.
Bu grubun delilleri bunlardır.
"Her halükârda üç talâktır." görüşünde olanlar adına şöyle bir delil getirilebilir: "Haram lılma" sözü talâktan kinaye kılınır: Talâkın en üst şekli de üç talakla boşamaktır. Kadınların kadınlığından istifade konusunda ihtiyatlı davranabilmek için en üst şekline yorulur.
Sonra biz, bu ifadeyle haramlığı konusunda kesin kanaate sahip bulunuyoruz; ama bu haramhğın zihar gibi keffâretle izale edilebilecek bir haramlık mı, ya da hulu' gibi yeni bir akdin giderilebileceği haramlık mı, veyahut üç talâkta olduğu gibi ancak başka bir kocayla yapacağı yeni bir evlilik ve zifafın giderebileceği bir haramlık mı olduğu konusunda şüpheliyiz. Bu (sonuncusu) kesindir, diğerlerinde ise şüphe vardır. Şüphe ile helâl olmaz.
Hem sonra ashab; (17. Sahihtir. Daha önce geçti. Bk. s. 324.) ifadeleri hakkında bunların üç talâk olduğuna dair fetva vermişlerdir. İmam Ahmed: "Bu, Hz. Ali ve İbn Ömer'den gelen sahih görüştür." diyor. Malumdur ki "haliyye" ve "beriyye " kelimelerinin ifade edeceği anlam nihayet "haramhk"tır. Dolayısıyla haram-Iığı açıkça söylediğinde, onun üç talâk olması öncelikle sabit olmalıdır. Hem haram kılan insanın düşüncesinden, onu üç talâksız haram kılma fikri geçmez. Böylece bu söz üç talâkın verilmesi konusunda (kinaye değil) örfî bir hakikat olmuş olur.
Hem sonra tek talâk, ancak ivazlı (hulu') veya zifaftan önce verilen talâkla, veyahut da bir bâin talâkın verilebileceği görüşünde olanlara göre, kayıtlanması durumunda haram kılabilir. Tek bir bâin talâkla haram kılmak kayıtlıdır. Haram kılma ifadesi mutlak zikredilir ve kayıtlanmazsa; zifaf öncesi, sonrası; ivazlı, ivazsız sabit olabilen mutlak haramlığa yorulur ki o da üç talâktır.
"Zifaf sonrası söylendiğinde üç talâk, zifaf öncesi ise bir bâin talâk lâzım gelir." diyenlerin delili ise şudur: Zifaf vaki olan kadını ancak üç talâk haram kılar. Zifaf gerçekleşmemiş kadını ise bir talâk haram kılar, onun hakkında birden fazlası, haramlığı için gerekli değildir.
Bunlara, koca, bir bâin talâkla da zifafda bulunduğu karısını ayrı kılabilir şeklinde bir itiraz yapılır. Buna yetersiz bir cevap vermişler ve: "Bâin olduğu belirtilen bir talâkla gerçekleştirilen ayrı kılma, kayıtlı bir ayrı kılmadır. Haram kılma ise öyle değildir. Çünkü onunla ayrı kılma mutlaktır. Bu ise ancak üç talâkla gerçekleşir." demişlerdir. Bu kadarhk bir cevap, onları itirazı kabulden kurtaramaz. Çünkü haram kılma neticesinde gerçekleşecek ayrı kılmada kayıtlama, ( i^% ;uu* jîü, ^J ) " = Sen bir bâin talâkla boşsun!" demekten daha ileri bir durumdur. Çünkü bâin talâkın gayesi haram kılmaktır. Bu ise "haram kılma"yı bizzat tasrih etmiştir. Dolayısıyla haram kılma sözü, ayrı kılma konusunda "Sen bâin bir talâkla boşsun." sözünden daha önceliklidir.
"Zifaf gerçekleşsin, gerçekleşmesin her ikisi için de bir bâin talâk gerekir." görüşünde olanların mesnedleri şudur: "Haram kılma", dil bakımından bir sayı bildirmez. Sadece haramlığı doğuracak bir ayrılığı gerektin. Koca, zifaftan sonra karısını bedelsiz olarak da bir talâkla bâin kılabilir. Meselâ: "Sen bâin bir talâkla boşsun." diyebilir. Zira ric'at, kocanın hakkıdır; kullanmadığında bu hakkı düşer. Kadından aldığı bir ivaz (bedel) karşılığında karısını ayrı kılma hakkına sahip olduğuna göre, bedelsiz ayırmaya da hakkı olur. Zira bedelden vazgeçmesiyle iyilikte bulunan biri olur. ivaz, koca lehine bir hak mevzuudur, aleyhine değildir. Bedeli düşürür ve ayrı kılarsa buna hakkı olur.
"O ric'î bir talâktır." diyenlere gelince; bunların dayanakları şöyledir: Haram kılma mutlak olarak mülkiyetin kesilmesi demektir. Bu anlamda, bu ifadeden kesinliği belli olan bir talâkın kastedilmesi doğru olur. Birden fazlasına ise lâfızda bir temas bulunmamaktadır. Dolayısıyla gerektirici bir delil olmadan birden fazlasının isbatı caiz olmaz. Lâfzın kullanılışı bir talâk hakkında mümkün olunca, gereği yerine getirilmiş olur. Bir talâktan fazlası için gerektirici bir unsur yoktur.
Bunlar şöyle diyorlar: Ric'î talâkla boşanmış kadını, kocasına mahrem kabul edenlerin prensiplerine göre bu gerçekten açıktır. O takdirde şöyle deriz: Haram kılma, ric'î yollu haramlıktan da, bâin yollu haramlıktan da daha umumîdir. Daha umumî bir mânaya delâlet eden, daha hususî olan şeye delâlet etmez. İsterseniz bunu siz şöyle söyleyiniz: "Daha umumî olan, daha hususî olanı gerektirmez." veya "Daha hususî olan, daha umumî olanın gereklerinden değildir." ya da "Daha umumî olan, daha hususî olanı neticelendirmez."
"Ne murad ettiği sorulur. Zıhar mı, ric'î talâk mı, bâin talâk mı veya yemin mi? Ne murad etmişse o vuku bulur." diyenlerin yaklaşımları da şöyledir: Bu lâfız özel olarak talâkı gerçekleştirmek için konulmuş değildir. Aksine talâk, ahar ve îlâ arasında muhtemeldir. Niyetle bunlardan birisine çevrildiği zaman, o ifadeyi uygun bir anlamda kullanmış olur. Dolayısıyla da murad ettiği mânaya yorulur. Ne öteye gidilir, ne de geri kalınır. Bu ifadeyle cariyesinin âzad olmasına niyet etmesi durumunda da aynı şekilde, cariye âzad olur. Aynı şekilde zevcesine îlâda bulunmaya, cariyesine yeminde bulunmaya niyet edecek olsa, niyeti ne ise kendisini bağlar. Bizzat kadının kendisinin haramlı-ğma niyet ettiğinde ise, aynı lâfızla kendisine yemin keffareti gerekir. Kur'-an'ın zahiri ile Müslim'in rivayet ettiği İbn Abbas hadisi bunu âmirdir. Hadis şöyledir: İbn Abbas: "Kişi karısını haram kıldığı zaman, o bir yemin olur; keffâret verir." demiş ve: "Sizin için Allah Rasûlü'nde güzel bir örnek vardır." âyetini okumuştur.<18) Bu, Mücâhid'in zıhar hakkında söylediği: "Onu mücerred söylemesiyle zıhar keffareti gerekir." ifadesine benzemektedir. Aslında bu görüş Şafiî'nin görüşü olmalıdır. Çünkü o, hemen akabinde boşama-dığı zaman keffareti gerekli görmektedir. Bunlar devam ediyorlar: Şu da var ki lâfız, hem inşâ, hem de ihbara muhtemeldir. Eğer ihbarî anlamda kullanmışsa, uygun bir kullanımda bulunmuş olur, dolayısıyla kabul edilir. Eğer haram kılıcı bir tasarruf kurma (inşâ) amaçlamışsa-, o zaman, o ifadeyle kadını haram kıldığı sebebin ne olduğu sorulur: Eğer üç talâk veya bir veya iki talâk kasdettim derse, kabul edilir. Çünkü hem lâfız buna elverişlidir, hem de niyet

18. Müslim, 1473. Daha önce geçti. Bk. dipnot: 5.

bitişmiştir. Eğer zıhara niyet etmişse, aynı şekilde o da doğru olur. Çünkü bu ifade ile zıharın gereğini tasrih etmiş olmaktadır. Zira: "Sen bana anamın sırtı gibisin.*' demenin gereği haram kılmaktır. Dolayısıyla "haram kılma'* lâfzı ile buna niyeti durumunda zıhar olur. "Haram kılma" sözünün niyetle birlikte talâka delâlet etmesi, yine niyetle zıhara delâlet etmesinin üstünde değildir. Mutlak olarak kadının haramlığına niyet etmesi durumunda ise, yemin olur, keffâret gerekir. Çünkü bu, kadından "haram kılma" ifadesiyle uzak durması demektir. Bu da aynen yeminle ondan kaçınıp uzak durması gibidir.
"O, talâka niyet etmedikçe zıhardır." diyenlerin yaklaşımları şöyledir: Lâfız haram kılma için konulmuştur. O kötü bir söz ve iğrenç bir yalandır. Çünkü kulun helâl-haram kılma yetkisi yoktur. O sadece üzerine helâl ya da haramlığm bineceği sebepleri ortaya koyabilir. Allah'ın helâl kıldığını haram kılmakla, o kötü ve iğrenç bir yalan söylemiş olmaktadır. Böylece o, "Sen bana anamın sırtı gibisin." demiş gibi olur. Hatta "Sen bana haramsın" sözü, zıhar olmaya daha lâyıktır. Çünkü, kişi karısını kendi mahremlerinden birine benzetince, bu lâzımlık-melzûmluk ilişkisiyle haram kılmaya delâlet etmektedir. Kadının haram olduğunu tasrih etmesi durumunda ise, zıhar lâfzında kullanılan teşbihin gereğini açıklamış olmaktadır. Dolayısıyla bu ifadenin zıhar olması evleviyet arzeder.
Devamla diyorlar ki: Biz bunu niyetle talâk kıldık ve ona yorduk. Çünkü talâk için kinaye lâfızlardan olmaya elverişlidir, dolayısıyla niyet durumunda talâka yorulur. Mutlak ifadesi halinde ise, zıhar anlamına gelir.
Bu ifadeyle yemine niyet ederse, yemin de olur. Zira bu görüş sahiplerinin prensiplerine göre, yiyecek vb. eşyanın haram kılınması yemindir, keffâret gerekir. Zevceyi haram kılması esnasında, bununla yemine niyet ederse, lâfzın elverişli olduğu bir şeye niyet etmiş olur ve sözü kabul edilir.
"Talâka yemin etse bile veya sözünün hemen akabinde ben bununla talâkı kasdettim dese bile zıhardır." diyenlerin mesnedleri, az önce zikrettiğimiz haram kılmanın zıhar olduğu esasıdır. Bunlara göre zıhar olan bu söz, talâka niyet etmekle zıharlıktan çıkmaz. Nitekim "Sen bana anamın sırtı gibisin." dese ve bununla talâka niyet etse veya ben bununla talâkı kasdettim dese zıharlıktan çıkıp da talâk olmaz. Ulemanın çoğunluğuna göre bu böyledir. Ancak sözlerine iltifat edilmeyecek şaz bir grup hariç. (Bunlar demişlerdir ki: ) Zıhar-lıktan çıkmaz. Çünkü bu durum, İslâm dinince nesh ve iptal edilen, zıharın talâk kılınması şeklindeki cahiliye dönemi uygulamasına uygunluk arzeder. Bu durumda bununla talâka niyet ettiği zaman, aslında Allah ve Rasûlü tarafından iptal edilen, cahiliye devrindeki "zıhar lâfzından talâkın kasdı" gibi şer'an ilga edilen, ihtimali bulunmayan bir şeye niyet etmiş olur. Dolayısıyla
bu niyetinin, Yüce Allah'ın kullan arasında hükmettiği, hükmünün üzerinde istikrar kazandığı şeyi değiştirme hususunda bir etkisi olmaz. i
Sonra İmam Ahmed ve tabileri, —talâk ve âzadda da olduğu gibi— bunun îkâı ile yemini aynı tutma ilkesinden yürümüşlerdir. îbn Teymiye ise îkâ ve yemini birbirinden ayırma şeklindeki ilkesine binaen, burada da İkisini birbirinden ayırmıştır. Nitekim İmam Şafiî ve Ahmed (r.h.) ve onlar gibi düşünenler, nezir bahsinde ikisini birbirinden ayırmışlar: "Bununla yemin etmesi durumunda keffâreti gereken bir yemin olur; derhal vukuunu istemesi veya olmasını kasdettiği bir şarta bağlaması durumunda ise, îfası gerekli bir nezir olur.1' demişlerdir. Yeminler bahsinde inşaallah izahı gelecektir.
Bu takdirde, haram kılma tasarrufu (inşâ) ile yemini birbirinden ayırmaları gerekir; haram kılma ifadesiyle yemin eden, yemin etmiş olur; ona yemin keffâreti gerekir.
Derhal îkâ etmek ya da olmasını kasdettiği bir şarta bağlaması halinde ise, kendisine zıhar keffâreti gerekir. Bu görüş İbn Abbas'tan nakledilen haberin bir gereği olmaktadır. Çünkü o, bir defasında zıhar, diğer bir defasında da yemin kabul etmiştir.
"Her halükârda yemindir, keffâret gerekir." diyenlerin görüşüne gelince, bunların dayanakları şöyledir: Yiyecek, içecek ve giyeceklerden helâl olan şeylerin haram kılınması nas ile, mâna açısından ve ashaptan gelen haberlerle yemin olmaktadır ve keffâret gerekir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah, yeminlerinizi çözmenizi size meşru kılmıştır."(19)
Şüphesiz helâlin haram kılınması da bu hükmün kapsamına girmelidir. Çünkü hükmün sebebi budur. Âmm lafzın kapsamından sebep mahallini tahsise gitmek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü beyanda gözetilen asıl maksai öncelikle odur. Eğer böyle bir tahsise gidilecek olsa, hükmün sebebi beyandan uzak kalmış olurdu ki, bu da mümkün değildir. Bu son derece güçlü bir istidlaldir.
Ben bu konuyu Şeyhülislâm İbn Teymiye'ye sordum. Dedi ki: "Evet, haram kılma zevce hakkında olursa büyük yemin olur ve keffâreti, zıhar keffâ-retidir. Zevce dışında kalan şeylerin haram kılınması ise, küçük yemindir. Keffâreti, yemin keffâretidir. İbn Abbas'ın, ashap ve onlardan sonra gelen-

19. Tahrim, 66/1-2.
Zâdu'1-Meâd, 5&

lerden birçoğuna ait, 'Haram kılma yemindir, keffâret gerekir.' şeklindeki sözün mânası işte budur."
Şimdiye kadar, bu meselede varid olan görüşleri, onların istidlal yollarını ortaya koymuş olduk. İlim ve insafı tercih eden, taassuptan, tarafgirlikten uzak olan kimse için hangisinin-doğru, hangisinin yanlış olduğu gizli kapalı değildir. Yardım ancak Allah'tan istenir!
Buraya kadar anlattıklarımızdan anlaşılacağı üzere; zevcesi dışında, yiyecek, içecek ve giyeceklerden bir şeyi ya da cariyesini haram kılması durumunda, bunlar kendisine haram olmamaktadır. Üzerine yemin keffâreti gerekir.
Bu konuda üç yerde ihtilâf vardır.
Birincisi: Bunlar haram olmaz. Bu çoğunluk ulemanın görüşleridir. Ebu Hanife ise şöyle demiştir: Kayıtlı olarak haram olur. Bu haramhği keffâret izale eder. Şöyle ki, karısına zıhar yapması durumunda keffâret ödemedikçe kendisine cimada bulunması helâl olmamaktadır. Nitekim Yüce Allah, bu husustaki keffâreti "tahille" diye isimlendirmiştir ki bu *'helâlliği gerektiren şey" demektir. Bu da keffâret öncesinde haramlığm sabit olduğuna delâlet eder. Yine Yüce Allah, Peygamberine: "Allah'ın sana helâl kıldığını niçin haram ediyorsun?" buyurmuştur. Bu da kendisi için mubah kılınan şeyin haram kılınmasıdır. Dolayısıyla kişinin haram kılması İle, zevcesini haram kılmasmdaki durum gibi o şey kendisine haram olur.
Ebu Hanife'ye karşı çıkanlar şöyle diyorlar: Yüce Allah keffârete sadece "akd= düğümleme"nin zıddı olan "çözme" anlamında "tahille" ismini vermiştir. Yoksa kelime haram kılmanın zıddı olan, "el-hıüü= helâl kılma" kökünden değildir. "Allah'ın sana helâl kıldığını niçin haram ediyorsun?" âyetine gelince; bundan murad bal ya da cariyeyi haram kılması ve kendisini ondan uzak tutmasıdır. Buna dilde "haram kılma" denilebilir. Bu sadece söz ile yapılan bir haram klimadır; şer'an haramlığınm isbatı değildir.
Ebu Hanife'nin delil olarak kullandığı, zıhar yolu ile veya "Sen bana haramsın" sözü ile zevcenin haram kılınması durumuna gelince; eğer bu kıyas sahih olacak olsa, o takdirde zıhara kıyasen keffâret vermenin, yemini bozmadan (hıns) önce gelmesi gerekirdi. Çünkü zıhar mânasında oluyordu. Hane-filere göre ise keffâret, ancak yeminde hânis olduktan sonra sözkonusudur. Bu durumda, onlarca şu iki şeyden birisi gerekir: Ya o şeyi haram olarak işleyecektir. Halbuki Allah yeminin çözülmesini emretmiştir. Bu durumda haram olan şey farz kılınmış veya farzın zarurî neticesinden olmuş olacaktır. Çünkü yeminin çözülmesine ancak yemin ettiği şeyi işlemek suretiyle ulaşacaktır, ya da o şeyi helâl olarak yapmaya imkân bulamayacaktır. Çünkü keffâretin önce gelmesi caiz değildir ki, onunla helâlliğe ulaşabilsin. O haramken işlemeye yeltenmesi de mümkün olmayacaktır. Her iki taraftan da konuyla ilgili olarak söylenenler işte bunlardır.
Sonrasında konu hakkında derinlik, incelik ve kapalılıklar var. Çünkü bir şeyi kendisine haram kılan kimse, o şeyi terke dair Allah'a yemin eden durumdadır. Şayet o şeyin terkine dair Allah'a yemin etse, keffâreti üstlen-medikçe üzerine yemin ettiği şeyin hürmetini çiğnemesi caiz olmaz. Keffâreti üstlenince, yemin ettiği şeyi yapmaya yeltenmesi caiz olur. Eğer keffâreti terke azmetse, Yüce Allah, yemin konusu şeyi yapmaya yeltenmesini mubah kılmaz, ona izin vermez. Ona ancak Allah'ın farz ettiği keffâreti üstlenmesi durumunda izin verir, onun işlenmesini mubah kılar. Yemin ya da haram kılma yoluyla kaçındığı o şey hakkında Yüce Allah'ın ona izin vermesi ve onu kendisine mubah kılması, ona bir ruhsat ve nimettir. Bunun sebebi de Allah'ın koyduğu keffâret hükmünü üstlenmesi olmaktadır. Eğer bu hükmü üstlenmezse, kendi üzerine akdettiği bu yasak, üzerinde bir yük olarak kalır. Çünkü Yüce Allah, ancak kendisinden sakınan ve hükmüne razı olan kullarından ağır yükleri kaldırır. Bizden önceki şeriatlerde, yeminin kesinlikle yerine getirilmesi gerekirdi, asla vefasızlık ve bozmak caiz değildi. Allah bu ümmete hükmü genişletti ve keffâret şartıyla yemini bozmayı da caiz kıldı. Önce ya da sonra, keffâret verilmediği zaman ise, yeminde hânis olma konusunda müsamaha yoktur. "Keffâret vermedikçe haram olur." sözünün mânası işte budur.
Bu Ebu Hanife'nin yalnız kaldığı konulardan değildir. İmam Ahmed'in mezhebindeki iki görüşten birisi de budur: Şöyle izah ediyor: Bu haram kılma ve yemine iki mâna taalluk etmektedir: a) O şeyin işlenmesini, kendisinden kaynaklanan engelleme, b) Şâri'den gelen, keffâretsiz yeminde hânis olmayı engelleme. Eğer, haram kılması ya da yemini o şeyi harama çevirmeseydi, ne kendi kendisini engellemesinin, ne de'Şâri'in onu engellemesinin bir etkisi olmazdı. Aksine durum, nihayet Sâri' Teâlâ'mn, o kişiye bu engelleme ile bir sadaka veya köle azadı ya da oruç vacib kılması ve bunların üzerine de yemin edilen şeyin helâlliği veya haramlığmın asıla bağlı olmaması demek olurdu. Hatta o, engelleme öncesi, sonrası aynı olur, hiçbir fark olmazdı. Bu durumda da elbette keffâretin ne engelleme konusunda, ne de izin hususunda hiçbir etkisi bulunmazdı. Bununsa fasitliği gizli kapalı değildir.
Keffâretin öne alınması caiz olmaması sebebiyle, haramlığına rağmen, o şeyin işlenmesiyle ilzam olunmasının izahı şöyle olacaktır: Kişiye yemin ettiği ya da haram kıldığı şeyi işlemesi, ancak ve ancak keffâret vermeyi üstlendiği zaman caiz olur. Keffâret vermeye olan azmi, o şeyin üzerine haram olmasını engeller. Haramhk ancak keffâreti üstlenmediği zaman sabit olur; üstlen mesi durumunda ise haramlık devam etmez.
İkincisi: Kişiye haram kılma sebebiyle keffâret gerekir. Haram kılma, yemin mertebesindedir. Bu, ashaptan isimlerini verdiğimiz zevatla, re'y ve hadis fukahasının görüşleridir. Sadece İmam Mâlik ve Şafiî; "Haram kılma ile üzerine keffâret yoktur.*' demişlerdir.
Keffâreti gerekli görenler, düşürenlere nisbetle nasdan yana daha şanslılar. Çünkü Yüce Allah, yeminlerin çözülmesini hemen, "Niçin Allah'ın sana helâl kıldığını haram ediyorsun?" ifadesinden sonra zikretmiştir. Bu, helâlin haram kılınması hususunda, yeminlerin çözülmesinin gereğine açıkça delâlet eder. Çünkü ya sırf ona özeldir, ya da hem onu hem de diğerlerini kapsamaktadır. Sözün yukarısında zikredilen keffâret sebebinin, keffâret hükmünden hariç tutulması ve başka bir şeye bağlanması caiz değildir; bunun imkânsızlığı açıktır.
Yine haram kılma yoluyla o şeyi yapmaktan engelleme, yeminle olan engelleme gibidir, hatta ondan daha da güçlüdür. Çünkü yemin, eğer Yüce Allah'ın isminin hürmetini çiğnemek anlamını içeriyorsa, haram kılma O'nun şeriat ve emrini çiğneme anlamını içermektedir. Çünkü Allah bir şeyi helâl kılmış, mükellef de onu haram kılmışsa, bu haram kılışı onun teşri buyurduğu hükmün hürmetini çiğnemek oiur. Biz diyoruz ki, ne yeminde hânis olmak Allah'ın isminin hürmetini, ne de haram kılma şeriatinin hürmetini çiğnemek anlamı taşımaz. Nitekim fakihlerden öyle diyenler olmuştur. O şekilde bir izah, gerçekten fasid bir ta'Iildir. Çünkü yeminde hânis olmak ya caiz, ya vacib ya da müstahaptır. Allah hiçbir kimse için, isminin hürmetini çiğnemeye asla cevaz vermemiştir. O, keffâret ile yeminde hânis olmayı kulları için meşru kılmıştır. Hz. Peygamber, kişi yemin ettiğinde, başkasını daha hayırîı görürse, yeminine keffâret vererek, yemin konusu şeyi İşlemesini bildirmiştir. Malumdur ki, Yüce Allah'ın isminin hürmetinin çiğnenmesi hiçbir şeriatta asla mubah kılınmamıştır. Keffâret; Allah'ın, "el-hıllu" kökünden olarak "tef ile" kalıbında "tahille" diye de isimlendirdiği gibi, sadece yemin ile düğümlenen şeyi çözmektedir, başka bir şey değildir. Bu düğümleme (akd) de, yeminle olduğu gibi, haram kılmayla da olur. Böylece, "Allah size yeminlerinizi çözmenizi meşru kıldı." âyetinin hemen, "Allah'ın sana helâl kıldığını niye haram ediyorsun?" buyruğu akabinde gelmesinin sırrı da ortaya çıkmış oldu.
Üçüncüsü: Sadece Şafiî hariç, cumhura göre, zevce haricinde cariye ile başka şeylerin haram kılınması arasında fark yoktur. İmam Şafiî, sadece cariyenin, haram kılınması durumunda yemin keffaretini gerekli görmüştür. Zira ona göre, haram kılmanın etkisi, sadece kadının kadmlığıyla ilgili hususlardadır.
Sonra, "tahrim" âyetinin nüzul sebebi cariyedir. Sebep mahallinin hükümden hariç olması ve başkasına bağlanması caiz olmaz. Ona karşı olanlar ise şöyle diyorlar: Nas, yeminin çözülmesi farziyetini helâlin haram kılınmasına bağlamıştır. O da cariye ve cariye dışındakilerin haram kılınması hususunda daha umumîdir. Dolayısıyla sebebinin bulunduğu her yerde keffâret gerekir. Bunun izahı daha önce geçmişti.
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
1— Boşama Yetkisi Kocanın Elindedir:
Yüce Allah: "Ey iman edenier! Mü'min kadınları nikahladığınız, sonra da onları boşadığınız zaman..."(1) ve yine: "Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, ya onları iyilikle tutun, yahut iyilikle bırakın."(2) buyurmakta ve talâkı nikâh edene has kılmaktadır. Çünkü tutma hakkı —ki o ric'attir— ona aittir.
İbn Mâce, Sünen'lnde îbn Abbas'tan şunu rivayet eder: "Hz. Peygam-ber'e (s.a.) bir adam gelir ve: "Ya RasûlalL.h; efendim beni cariyesi ile evlendirdi. Şimdi de aramızı ayırmak istiyor." dedi. Hz. Peygamber hemen minbere çıktı ve: "Ey İnsanlar! Ne oluyor ki, .sizden biriniz cariyesini kölesiyle evlendiriyor, sonra da aralarını ayırmak istiyor. Biliniz ki talâk, bacağı tutana aittir." buyurdu.(3)
Abdürrezzâk, İbn Cüreyc—Atâ senediyle İbn Abbas'tan nakleder: O şöyle derdi: "Kölenin talâkı efendisinin elindedir. Eğer o boşarsa, boşaması caizdir. Eğer aralarını ayırırsa —her ikisi de onun köleleriyse— bu bir talâk sayılır. Eğer köle kendisinin, cariye bir başkasının ise, efendi isterse yine boşaya-

1. Ahzâb, 33/49.
2. Bakara, 2/231.
3. İbn Mâce, 2081. Senedinde zayıf olan İbn Lehîa vardır. Diğer râvileri sikadır. Müellif,; an'a uygunluğu ve tatbikatın o doğrultuda olmasıyla bunu desteklemiştir.
4. Abdürrezzâk, Musannef, 12960.

Sevrî, Abdülkerim el-Cezerî—Atâ kanalıyla yine İbn Abbas'tan: "Kölenin talâkı, ayrılığı bir şey değildir." dediğini rivayet eder.
Abdürezzâk, İbn Cüreyc'den nakleder: Ebu'z-Zübeyr, köle ve cariye hakkında, Nâfi'i şöyle derken işitmiştir: "Efendileri aralarını birleştirir ve ayırır."(5)
Hz. PeygamberMn (s.a.) hükmü uyulmaya daha lâyıktır. Önce geçen İbn Abbas hadisini —her ne kadar isnadı tenkide açıksa da—, Kur'an desteklemektedir. Tatbikat da o doğrultudadır.
Üçten daha az sayıda boşanan çiftlerin, kadının yaptığı ikinci evlilikten sonra tekrar birbirlerine dönmeleri durumunda üç talâkla mı, geriye kalan talâkla mı dönerler?
Îbnü'l-Mübârek; Osman b. Miksem—Nübeyh b. Vehb—kavminden bir adam—ashabtan bir adam senediyle nakleder: Hz. Peygamber (s.a.), üçten daha az sayıda boşanan bir kadına, ikinci evliliğinden sonra kocasının tekrar rücûu durumunda, (üç talâkla değil) geriye kalan talâk hakkı ile döner şeklinde hükümde bulunmuştur/6*
"Her ne kadar bu haberin senedinde bir zayıf ile bir meçhul râvi varsa da, büyük sahabîler de o doğrultuda düşünmektedirler. Nitekim Abdürrez-zâk, Musannef'inde, Mâlik ve İbn Uyeyne'den, onlar Zührî, İbnü'l-Müseyyeb, Humeyd b. Abdurrahman, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ûd ve Süleyman b. Yesâr'dan nakletmiştir. Bunların hepsi de: "Ebu Hureyre'den işittim şöyle diyordu." derler. Ebu Hureyre: Ömer b. el-Hattâb'dan işittim, şöyle diyordu: "Herhangi bir kadını, kocası bir veya iki talâkla boşar, sonra terkeder, kadın da bir başkası ile evlenir, ikinci koca ölür veya kadını boşar-sa, bu durumda birinci kocanın onu nikahlaması halinde, kadın onun yanında geriye kalan talâkı üzere bulunur." der.(7)
Ali b. Ebî Tâlib, Übey b. Kâ'b, İmran b. Husayn'dan (r. anhum) da aynısı nakledilmiştir.*8*
İmam Ahmed; "Bu ileri gelen sahabîlerin görüşüdür." demiştir. îbn Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbas (r. anhum) ise, "Üç talâkla döner."

5. Musannef, 12964.
6. Musannef, 11159. Osman b. Miksem'i, Yahya el-Kattân ile Îbnü'l-Mübârek, terketmişler-dir. İmam Ahmed: "Hadisi münkerdir." der. Nesâî ve Dârakutnî: "Metruktür" derler.
7. Musannef, 11150. İsnadı sahihtir.
8. Musannef, 11154-11158.

demişlerdir.(9) İbn Abbas: "Yeni bir nikâh, yeni bir talâk." der.
Muhaddisler birinci görüşü benimsemişlerdir: İçlerinde İmam Ahmed, âfn, Mâlik de vardır. Ebu Hanife de ikinci görüşü benimsemiştir. Tabiî bu, ikinci kocanın zifafı durumundadır. Eğer zifafa girmemişse, hepsine göre de, eskiden kalan talâk sayısı ile döner. en-Nehaî: "Bu konuda ihtilâf bulunduğunu işitmedim. Eğer meseleyle ilgili hadis sabit olsaydı, ihtilâfı kesmiş olurdu. Sahabeden gelen haberler uyum arzetseydi, onlar da ihtilâfın halli için yeterli olurdu." der.
Meselenin fıkhî yönü, karşılıklı denge halindedir. Çünkü ikinci kocanın zifafı, üç talâkı yıkıp, kadını birinci kocaya yeni talâkla döndürdüğüne göre, daha az sayıdaki talâkı evleyiyetle yıkması gerekir. Birinci görüşün sahipleri ise şöyle diyorlar: Üç talâkla boşanan kadının birinci kocaya helâl olabilmesi için onunla cimâda bulunması şart olunca, mutlaka onun yıkılması ve yeni talâkla iadesi kaçınılmaz olmaktadır. Üçten daha az sayıda boşanmış kadının durumunda ise, ikincinin cimâı, izale edeceği bir haramlıkla karşılaşmamaktadır. Birinciye helâl olabilmesi için zaten cima şart da değildir. Birinci koca ve kadım ona helâl kılma açısından ikincinin zifafının varlığı ile yokluğu aynıdır. Dolayısıyla zifaf olmama durumunda olduğu gibi, kalan talâk üzere geri döner. Çünkü onun ne nikâhının ne de cima'ının bir etkisi yoktur. Biri-nicinin talâkı ikincinin cimâıyla bir etki görmeyecek şekilde ilişkilidir.
2—Şer'î Tahlîl (Hülle):
Üç talâkla boşanmış kadının, birinci kocaya tekrar helâl olabilmesi için, ikinci kocanın onunla zifafa girmiş olması hakkındaki hükmü:
Sahihayn'da sabittir. Hz. Âişe validemiz anlatır: Rifâa el-Kurazî'nin hanımı Hz. Peygamber'e gelir ve: "Ya Rasülallah! Rifâa beni üç talâkla boşadı ve ben ondan sonra Abdurrahman b. Zebîr ile evlendim. Ama gerçek şu ki, onunki elbisenin saçağı gibi bir şey." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Galiba sen Rifâa'ya geri dönmek istiyorsun. Hayır. Sen onun balçığım, o da senin balçığını tatmadıkça (dönemezsin)." buyurmuştur.*10)
Sünen-i NesâVdt Hz. Âişe'nin rivayetinde Hz. Peygamber (s.a.): "Balçık, cimadır; isterse inzal (boşalma) olmasın." buyurmuştur.(11)

9. Musannef 11163-11166.
10. Buharı, 68/37; Müslim, 1433. !|
11. Matbu olan Nesâî'de bulamadık. Belki de e/-*füörâ'sındadır. Ahmed, 6/62. Senedinde meçhul bir râvi vardır. Heysemî Mecmau'z-Zevâid*de (4/341) zikretmiş ve Ebu Ya'lâ'ya nis-bet ederek: "İsnadında Ebu Abdülmelik el-Mekkî vardır. Bu hadisten başkasında onu görmedim. Diğer râvileri Sahih'in râvilerindendir." demiştir.

Yine Nesâî'de İbn Ömer'den nakledilir: Hz. Peygamber'e (s.a.) sordular: "Adam karısını üç talâkla boşar, öbürü onunla evlenir. Kapıyı sürgüler, perdeleri indirir, sonra cimada bulunmadan onu boşar. (Bu kadın birinciye helâl olur mu)?" Hz. Peygamber: "Diğeri onunla cima etmedikçe birinciye helâl olmaz." buyurdu.(12)
Bu hadisler şu hükümleri içerir:
1— Kadının, kocası aleyhine söylediği cimaa kadir olmadığı şeklindeki beyanı kabul edilmez.
2— Üç talâkla boşanmış kadının birinci kocaya tekrar helâl olabilmesi için, sadece akdin yeterli olacağını ileri sürenlerin aksine, ikinci kocanın mutlaka cimada bulunması da şarttır. Akitle yetinme görüşü, kesin sünnetle mer-duttur.
3— İnzal şartı yoktur. Balçığından tatmaktan ibaret olan sadece cima yeterlidir.
4— Hz. Peygamber (s.a.) helâllik için, ne mücerred istek halinde kalan nikâh akdini ( v>j m* ), ne de onun peşinde gelen onunla başbaşa kalma, kapıların sürgülenmesi, perdelerin indirilmesi durumlarını yeterli görmemiş, mutlaka çımanın bulunmasını şart koşmuştur. Bundan şu çıkar: Hülle nikâhı yani zevç ve zevcenin sureta nikâh yapmak ve böylece kadının birinci kocasına helâlliğini sağlamaktan başka bir amaçları bulunmayan mücerred akit, helâllik için evleviyetle yeterli olmaz. Çünkü devamı maksut olan rağbet akdi yeterli görülmeyip, cinsel ilişkinin bulunması şart koşulunca, kadını tutma konusunda hiç arzusu bulunmayan, sadece birinciye helâl kılması için yapılan "ödünç teke" akdi nasıl yeterli olabilir? Zira o, öşürcülerin damızlık için çekilen ödünç eşeği gibi, tamamen iğreti bir kocadır.
Kocasının, kendisini boşadığına bir şahidi bulunan kadın hakkında, kocasının da inkârı durumunda hükmü:
İbn Vaddah; İbn Ebî Meryem—Amr b. Ebı Seleme—Züheyr b. Muhammed—îbn Cüreyc—Amr b. Şuayb—babası—dedesi senediyle Hz. Pey-gamber'den (s.a.) şunu rivayet eder: "Kadın kocasının kendisini boşadığmı iddia eder ve âdil bir şahid de getirirse, kocaya yemin verdirilir. Eğer (boşa-madığına) yemin ederse şahidin şehadeti anlamsız olur. Eğer yemine yanaşmazsa, onun bu hali (nükûl) diğer şahit yerine geçer ve talâkı caiz otur."(I3)

12. Nesâî, 6/149; Ahmed, 4776, 4777. Senedinde Rezîn b. Süleyman el-Ahmerî vardır. Süleyman b. Rezîn ve Salim b. Rezîn denilir; meçhuldür. Diğer râvileri sikadır. Taberî, 2/477-478.
13. İbn Mâce, 2038. Râvileri sikadır. Bûsırî, ez-Zevâid'de sahih olduğunu belirtmiştir.

Bu hüküm aşağıdaki durumları içerir:
1— Talâk konusunda ne bir şahidin şahitliğiyle, ne de bir şahitle birlikte kadının yeminiyle iktifa edilmez. İmam Ahmed: "Bir şahid ve yeminle yetinmek sadece mal davalarına hastır. Had (ceza), nikâh, talâk, azad etme, hırsızlık, öldürme gibi hususlarda bir şahid ve yeminle hüküm verilmez." der. Bir başka rivayette İmam şöyle demiştir: "Köle, efendisinin kendisini âzad ettiğini iddia etse ve bir şahit getirse, şahid yanında yemin de etse hür olur." Hirakî'nin tercihi de budur. Yine İmam: "Bir köleye sahip olan iki ortaktan her biri, diğerinin kendi payını âzad ettiğine dair iddiada bulunsa, her ikisi de varlıklı olmasalar, fakat âdil olsalar, köle için onlardan her biri ile birlikte yemin etme ve böylece hür olma durumu vardır. Biri ile birlikte yemin ederse, yansı hür olur." der. Fakat îmam'dan Talâkın bir şahid ve yeminle sabit olacağına dair herhangi bir beyanda bulunduğu bilinmemektedir.
Bu Amr b. Şuayb hadisi talâkın, bir şahit ve kocanın yeminden kaçınması ile sabit olacağına delâlet etmektedir. İnşaallah doğrusu da budur. Çünkü Amr b. Şuayb—babası—dedesi senediyle gelen hadisle ihticacta bulunmayan, bazı konularda muhalefet etse bile onun üzerine hüküm bina etmeyen bir imamın varlığı bilinmemektedir. İbn Cüreyc'den rivayet eden Züheyr b. Muhammed sikadır. Sahihayrf'da rivayetlerine yer verilmiştir. Amr b. Seleme, Ebu Hafs el-Tenîsî'dir. Yine aynı şekilde Sahihayn râvilerindendir. Amr b. Şuayb hadisini delil olarak kullanan bilmelidir ki, bu onun en sahih hadislerinden biridir.
2— Kadının iki şahidi (beyyine) bulunmadığı takdirde talâk davasında kocaya yemin verdirilir. Ancak yemin, dava konusunun bir şahidle kuvvet kazanması durumunda verdirilir.
3— Talâk davalarında bir şahid ve davalının yeminden kaçınmasına istinaden hüküm verilebilir. İmam Ahmed, iki rivayetten birinde, şahid olmasa bile, sırf kocanın nükulü (yeminden kaçınması) ile talâkın vukuuna hükmeder: Kadın, kocasına karşı talâk davasında bulunsa, iki rivayetten birinde, kocaya yemin verdirir. O yeminden kaçınırsa, aleyhine hükmedilir. Kadın bir şahit getirir ve koca da, kadının davasının asılsızlığına dair yemin etmezse, bu takdirde nükûl ile aleyhine hükümde bulunmak daha güçlüdür.
Hadisin zahiri: Kadın bir şahit ikâme etmedikçe, nükûl ile koca aleyhine hükümde bulunulamayacağı şeklindedir. İmam Mâlik'ten gelen bir rivayette de öyledir. Nitekim şahitsiz sırf davada bulunması ve kocanın yeminden nü-kûlü ile hükme gidilmez. Kocanın nükûlü ile hüküm verileceği görüşünde olanlar şöyle diyorlar: Nükûl, ya ikrardır ya da beyyinedir. Her ikisi ile de hüküm verilebilir. Ancak bu tez, kısas davasındaki nükûl ile bozulur. Buna şöyle cevap verilir: Nükûl bedel ile mubah olabilen —ki bunlar mâlî davalardır— hususlarda ihtiyacı karşılayan bir bedeldir. Mali davalara ait haklar; nikâh ve ilgili konularına ait hakların daha altındadır.
4— "Nükûl" (yeminden kaçınma), beyyine (şahit vb.) makammdadır. Kadın bir şahit getirince —ki bu beyyinenin yansıdır— nükûl de diğer yansının yerine geçmiş, böylece beyyine tamamlanmış oldu.
Biz bu konudaki mezhepleri (görüşleri) zikrediyoruz: Ebu'l-Kâsim b. el-Cellâb, Tefsir*inde şöyle der: "Kadın kocasına karşı talâk davasında bulunursa, sırf dava etmiş olmasıyla kocaya yemin verdirilmez. Eğer kadın davasına bir şahit getirirse, şahidi ile birlikte kendisine yemin verdirilmeye gidilmez. Bununla kocası aleyhine talâk sabit olmaz." Onun söylediği bu durumda, dört imam arasında bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Devamla ediyor: "Ancak bir şahidi ikâmesi durumunda kocaya yemin verdirilir: Eğer yemin ederse, kadının davasından beraet etmiş olur."
Ben derim ki: Bu konuda fukahamn iki ayrı görüşü vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir.
Birincisi: Kadının davasından ötürü kocaya yemin verdirilir. Bu Şâfiî,| Mâlik ve Ebu Hanife'nin görüşleridir.
İkincisi: Yemin verdirilmez şeklindedir.
Eğer.biz "yemin verdirilmez" dersek bir problem bulunmamaktadır. Eğeri "yemin verdirilir" dersek ve adam da nükûlde bulunarak yeminden kaçmır-l sa, bu durumda nükûle dayanılarak karısının boş olduğuna dair hükme gidi-I lebilir mi? Bu konuda İmam Mâlik'ten iki rivayet vardır: Birincisi: "Bu ha-l dişle amel edilir ve kadın bir şahit ve nükûlle boş olur." Eşheb'in tercihi del budur. Aynı zamanda bu görüş son derece güçlüdür. Çünkü şahit ve nükûll farklı iki cihetten gelen iki sebeptir. Dolayısıyla davacı tarafı bunlarla kuvvet| kazanır ve lehine hükmedilir. Haber ve kıyasın gereği de budur.
İmam Mâlik'ten gelen ikinci rivayet ise: "Koca nükûlde bulunduğunda! hapsedilir. Eğer hapis süresi uzarsa (ve yeminden kaçınmada ısrar ederse) bı-l rakılır." şeklindedir. İmam Ahmed'den gelen rivayetler; kadının talâk davasında nükûlle hükmedilebilir mi konusunda ikiye ayrılmıştır. Ona göre, şa-| hid ikâmesinin bir etkisi yoktur. Kadının talâk davasında bulunması duru-l munda, bu konuda kocaya yemin verdirilip verdirilemeyeceği konusunda ikil rivayet vardır. Eğer "yemin verdirilmez" dersek, kadının davasının bir etkisi) olmaz. Eğer "Yemin verdirilir." dersek ve koca da kaçınırsa, bu durumda aleyhine talâkla hükmedilebilir mi? İki rivayet vardır. İnşaallah ileri de "Nükûl ile hüküm verme" bahsinde geleceği gibi ikrar mıdır, bedel midir yoksa| beyyine yerine mi geçmektedir, orada görülecektir.
3— Hz, Peygamber'in (s.a.) Eşlerini Muhayyer Bırakması: j
Sahihayn'da. Hz. Âişe'den rivayet edilir: Şöyle anlatır:
Rasülullah'a (s.a.) kadınlarını muhayyer bırakması emroluflpica benden başladı ve buyurdu ki:
Ben sana bir şey söyleyeceğim, ama ebeveyninden emir almadan (cevap vermeye) acele etmeyebilirsin."
Rasûlullah (s.a.) annemle babamın O'ndan ayrılmamı emretmeyeceklerini pekâlâ biliyordu. Sonra şu âyeti okudu:
"Ey Peygamber! Eşlerine söyle: Eğer siz, dünya hayatını ve onun zî-netini istiyorsanız, gelin size müt'a (boşanma bedeli) vereyim ve sizi güzellikle boşayayım! Yok Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu dilerseniz bilin ki, Allah, sizden güzel hareket edenlere büyük bir ecir hazırlamıştır."'14'
Ben O'na: "Bunun nesi için annemle babamdan izin isteyecekmişim! Ben Allah'ı, Rasûlü'nü, ahiret yurdunu dilerim." dedim. Sonra Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer eşleri de benim yaptığım gibi yaptılar. Bu bir talâk değildi."(15)
Rebîa ve İbn Şihâb şöyle diyorlar: Hz. Peygamber'in (s.a.) zevcelerinden birisi kendi nefsini tercih etti ve gitti. Kesin ayrılıktı. İbn Şihâb: "Kadın bedevi idi." der. Amr b. Şuayb: "O Dahhâk el-Âmiriyye'nin kızıydı. Ailesine döndü." der. îbn Habîb ise: "Hz. Peygamber (s.a.) onunla gerdeğe girmişti." der.
Gerdeğe girmediği de söylenir. Hayvan kığılarım toplar ve: "Ben bahtsız bir kadınım." derdi.
Âlimler bu muhayyer bırakma konusunda, iki konuda ihtilâf etmişlerdir: Birincisi: Muhayyerlik hangi konuda idi? İkincisi: Hükmü ne idi?
Birincisini ele alalım: Cumhura göre muhayyerlik, Hz. Peygamber (s.a.)ile beraberlik ya da ayrılık konusundaydı. Abdürrezzâk ise Musannef 'inde Ha-san'dan, "Allah Teâlâ onları, sadece dünya ve ahiret arasında muhayyer kılmıştır. Onları talâk hakkında muhayyer kümamıştır."(16) sözünü nakleder. Kur'an'ın söz akışı (siyak) ve Hz. Âişe'nin sözü, onun bu görüşünü reddetmektedir. Şüphesiz Allah Teâlâ onları, Allah ve Rasûlü ve ahiret yurdu ile dünya hayatı ve zineti arasında muhayyer bırakmış ve Allah'ı, Rasûlü'nü ve

14. Ahzâb, 33/28-29.
15. Buharı, 65/33 (5); Müslim, 1475.
16. Musannef, 11984.

ahiret yurdunu tercih etmelerinin gereğini Hz. Peygamber (s.a.) ile beraberlik, dünya ve zinetini tercih etmelerinin gereğini de kendilerine müt'a verilmesi ve güzellikle salıverilmeleri kılmıştı ki tabiî bu da şüphesiz ve ihtilafsız talâk olmaktadır.
Hüküm konusundaki ihtilâfları ise iki noktadadır:
1) Kocayı tercih etme durumunda hüküm nedir?
2) Kendi nefsini tercih etmesinin hükmü nedir?
Birinci konu: Ashabın büyük çoğunluğunun, bütün validelerimizin ve ümmetin tamamına yakın bir kısmın kabul ettiği görüşe göre, muhayyer olan kadının, kocasını tercih etmesi durumunda boşanma olmaz, sadece muhayyer kılma talâk değildir. Bu Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, İbn Abbas ve Âişe'den sahih olarak nakledilmiştir. Hz. Âişe şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.) bizi muhayyer kıldı. Biz de onu tercih ettik. Bunu bir talâk saymadık." Aynı şey Ümmü Seleme, kızkardeşi ve Abdurrahman b. Ebî Bekir'den de gelmiştir.
Hz. Ali, Zeyd b. Sabit ve sahabeden bir gruptan sahih olarak nakledildiğine göre de: "Eğer kadın kocasını tercih ederse bu bir ric'î talâktır." Hasan (el-Basrî)'nin görüşü de böyledir. îshak b. MansûT rivayetinde İmam Ah-med: "Eğer kocasını tercih ederse bu bir talâktır. Koca ric'ata sahiptir. Eğer kendi nefsini tercih ederse, bu takdirde üç falâk olur.*' der. Ebu Bekir: "Bu rivayetle İshak b. Mansûr teferrüd etmiştir. Amel çoğunluğun görüşü üzeredir." demiştir. el-Muğnî sahibi (İbn Kudâme) şöyle der: "Bu görüşün izahı şöyledir: "Muhayyer kılma" sözü, kocasının talâka niyet ettiği bir kinaye lafzıdır. Dolayısıyla sırf bu ifadeyi kullanmasıyla, diğer kinaye lafızlarda olduğu gibi, talâk vaki olur. Bu bizzat Hz. Âişe'nin de tasrih ettiği husustur." Doğrusu, Hz. Âişe'nin bunun talâk olduğunu red ve inkârı şeklindedir. Çünkü, validelerimiz Peygamberimizi tercih ettiklerinde onlara: "Bir talâkınız vu-kubulmuştur." dememiş, onlara ric'atte bulunmamıştır. Bu konuyu en iyi bilen kimse bizzat içinde olması hasebiyle Hz. Âişe'dir. Nitekim ondan sahih olarak: "Bu bir talâk değildi."; başka bir rivayette: "Onu talâk saymadık."; bir başka hadiste, kendisine tevdi edilen bir soruya cevaben verdiği: "Rasû-lullah (s.a.) da bizi muhayyer bıraktı. (Yani şimdi) o bir talâk mıydı?" ifadeleri nakledilmiştir.*17'
"Muhayyer kılma ric'î bir talâktır" şeklinde düşünenlerin mülahazası şu olmalıdır: "Muhayyer kılma" temliktir. Kadın ise kendisine ancak boşanmış olduğunda mâlik olabilir. Dolayısıyla temlik, talâkın vukuunu gerekli kıl-

17. Bk. Müslim, 1477 (24-26)

maktadır. Bu mülahaza, iki önermeye dayanmaktadır: Birincisi: Muhayyer kılma temlik demektir. İkincisi: Temlik talâkın vukuunu gerekli kılar. Her iki önerme de doğru değildir: Muha\ yer kılma temlik değildir; eğer temlik olsaydı, mülkünde ikâından evvel, talâkın vukuunu gerektirmezdi. Çünkü nihayet bu, koca daha önce talâka nasıl mâlikse ve mülkünde kullanmadan düşmüyorsa, kadının da aynı şekilde ona mâlik olması demektir. Hem dedikleri doğru olsaydı, o zaman bâin talâk olması gerekirdi. Çünkü ric'î talâkta kadın, kendi nefsine mâlik değildir.
Muhayyer kılma hususunda fukaha ihtilâf etmişlerdir: Nedir bu? Temlik mi, tevkil mi veya bir kısmı temlik bir kısmı tevkil mi, yoksa derhal boşama mı (müneccez tatlik) ve nihayet asla bir neticesi olmayan boş bir tasarruf mu? Bu beş ayırım İmam Ahmed ve Mâlik mezhebleridir. Ebu'l-Hattâb, Ruûsu'I-MesâiPde şöyle der: O temliktir, (kadının) kabulüne bağlıdır. İbn Kudâme ise MuğnPde: Koca: ( iÜ* Ş'A ) " = Emrin elindedir." veya: " = Tercih et." der, ve kadın da: "Kabul ettim." derse bir şey lâzım gelmez. Çünkü "Emrin elindedir." sözü tevkil (vekâlet verme) dir. Kocanın sözüne "Kabul ettim." şeklinde karşılık vermesi, "Vekâleti kabul ettim." demek olur ve bir şey gerekmez. Nitekim yabancı bir kadına: "Karımın emri (boşanma işi) senin elindedir." demesi ve onun da: "Kabul ettim." demesi gibi olur. "Tercih et!" sözü de o mânadadır. Yine aynı şekilde kadının: Emrimi aldım." demesi durumunda da bir şey lâzım gelmez. İmam Ahmed, İbrahim b. Hânî rivayetinde bu ikisine temas etmiş ve: Koca, karısına: "Emrin elindedir." der ve kadın da: "Kabul ettim!" derse, işin gerçeği meydana çıkıncaya kadar bir şey lâzım gelmez. Eğer kadın: ( ^J\ ^i^î ) t(=Emrimi aldım." derse bu bir şey değildir. Eğer karısına: ( ^M[ ) " = Tercih et." der ve kadın da: "Nefsimi kabul ettim." veya: "Nefsimi tercih ettim." derse bu daha açık olur, demiştir.
İmamMâlik;( ^^ ) " = Tercihet." sözüile( iÜ* ii>Î )" = Emrin elinedir." sözlerini birbirinden ayırmış, ikinciyi temlik; "Tercih et" sözünü de temlik değil muhayyer kılma saymıştır. Mâlikî âlimler: "O tevkildir." demişlerdir.
Şafiî'nin iki görüşü vardır: Birincisi: Temliktir. Şafiî âlimlerince sahih olan da budur. İkincisi, tevkildir. Bu da mezheb-i kadimidir.
Hanefiler; temliktir, demişlerdir.
Hasan ve ashabtan bir grup ise: "Bu bir boşamadır ve derhal bir talâk vuku bulur, kocanın rücû hakkı vardır." demişlerdir. Bu aynı zamanda» İbn Mansûr rivayetinde İmam Ahmed'den de nakledilmiştir.
Zahirîler ve bir diğer grup sahabî ise: "Bununla talâk vuku bulmaz. Kadın ister kendisini tercih etsin, ister kocasını farketmez. Talâkın vukuu konusunda muhayyer kılmanın hiçbir etkisi yoktur." demişlerdir.
Biz, bu görüşlerin dayanaklarını zikretmek istiyoruz: "Temliktir" görüşünde olanlar şöyle delil getirmeye çalışıyorlar:
. Kadınlığından istifade hakkı, kocaya ait iken, kadına dönünce bu bir gerçek temlik olur.
Yine "tevkil" vekilin, vekil kılındığı konuyu doğrudan yapabilmesi için ehliyet şartına sahip olmasını gerektirir. Kadın ise talâk vermeye ehil değildir. Bu yüzdendir ki bir koca, karısını boşamak üzere bir kadına vekâlet verse, bir görüşe göre bu sahih olmaz. Çünkü kadının doğrudan talâkı kullanma ehliyeti yoktur. Sahih görenler ise: "Nasıl ki kocanın, karısını boşamak üzere bir erkeğe vekâlet vermesi sahihse, aynı şekilde onu boşamak üzere bir kadını tevkil etmesi de sahih olur." derler.
Sonra burada tevkilin manasını anlamak mümkün değildir. Çünkü vekil —kendisi değil— müvekkili adına tasarruf eden kimsedir. Burada kadın ise kendi nefsi ve çıkan için tasarrufta bulunmaktadır. Bu ise vekilin tasarrufuna Özde ters düşer.
îbn Kudâme'nin nakline göre, "tevkildir" görüşünde olanlar şöyle diyorlar: "O temliktir. "<18) diyenlerin sözü doğru değildir. Çünkü talâkın temliki sahih değildir ve kocadan bir başkasına da intikal etmez. Onun yerine bir başkası ancak nâib olabilir. O konuda, başkasını nâib kılmak istediğinde, bu başka bir şey değil ancak tevkil olur.
Sonra eğer temlik olsaydı, kadının kadınlığından istifade üzerindeki mülkiyetin, kadına geri intikali iktiza ederdi. Bu ise muhaldir. Çünkü bu hiçbir zaman kadından çıkmamıştır ki. Bunun içindir ki, kadının şüphe yolu ile cima edilmesi durumunda mehir kendisinin olmakta, kocanın olmamaktadır. Eğer koca kadınlığından istifade mülkiyetine sahip olsaydı, onun bedeline de sahip olurdu. Nitekim bir malın menfaatine mâlik olanlar, o menfaatin bedeline de mâliktirler.
Yine, eğer temlik olsaydı, kadın talâka mâlik olurdu. O takdirde de kocanın talâka mâlikiyeti kalmazdı. Zira bir şeyin bütün parçaları ile aynı anda, iki ayrı mâlikin mülkü olması muhaldir. Koca muhayyer kıldıktan sonra
18. Metinde, "O tevkildir" şeklinde ise de sözün gelişinden "O temliktir" olması gerektiği anlaşılıyor. da talâka mâliktir. Dolayısıyla kadın talâka mâlik olamaz. Ama bizim dediğimiz böyle değildir. Bu bir tevkil ve nâib kılma işidir. Koca mâliktir. Zevce ise onun naibi ve vekildir.
Yine şayet ona "Kendini boşa!" dese, sonra boşamayacağına dair yemin etse, kadın kendisini boşasa yemininde hânis (yalancı) olur. Bu da kadının kendisinin naibi ve asıl boşayanın koca olduğunu gösterir.
Sonra "O temliktir" sözünüzü ele alalım: Bununla ya "Ona nefsini temlik etmiştir." demeyi kasdediyorsunuz, ya da "Boşama hakkını temlik" demeyi. Eğer birinci mânayı kasdedîyorsanız, o zaman kadının sadece "Kabul ettim." demesi ile talâk vuku bulur, demeniz gerekir. Çünkü koca, kadınlığından istifade hakkını mülkiyetinden çıkarmayı gerektiren icabda bulunmuş ve kadın tarafından gelen "kabul" de icab ile kenetlenmiştir. Eğer ikinci mânayı kasdedîyorsanız, bu bir tevkil demektir. Kullanılan ifadenin değişikliği farketmez.
Muhayyer kılma şekillerini ayırıma tâbi tutan Mâlikî fukahası şöyle diyorlar: Koca, karısına:" = İşin elindedir." veya " = İşini sana verdim." Veya " = İşini sana temlik ettim." derse bu ifadeler temlik demektir. " = Tercih et." derse, bu da muhayyer kılmadır. Aralarında hem hakikaten, hem de hükmen fark vardır: Hakikatte farka gelince; " = Tercih et!" ifadesi kadının muhayyer bırakılmasından fazla bir mâna içermez. Bununla koca, kadına nefsini temlik etmemiştir. Sadece iki şey arasında onu muhayyer kılmıştır. "İşin elindedir." sözü böyle değildir. Çünkü bu, ancak kadının kendine mâlik olması durumunda elinde olabilir. Hüküm açısından ele aldığımızda da farklıdır. Çünkü koca, "İşin elindedir." deyip de "Ben bununla bir talâka niyet ettim.'* derse, söz yeminle birlikte kendisinindir. "Tercih et." dediğinde kadın kendisini üç talâk boşarsa, üçü de vuku bulur. İsterse koca "Ben bir talâk kas-dettim." desin. Ancak bu durumda kadın, zifaf vaki olmamış biriyse, o zaman bir talâk kasdı hususunda söz yeminle birlikte kocanındır. Çünkü muhayyer kılma, kadının kendi nefsini tercihte bulunabilmesini gerektirir. Bu da ancak ayrılıkla (beynûnet) gerçekleşir. Eğer kadınla zifaf vuku bulmuşsa bu, ancak üç talâkla tahakkuk eder. Eğer zifaf olmamışsa bir talâkla da bâin olur. "İşin elindedir." sözü ise böyle değildir. Çünkü bu ifade kendisi ile kocası arasında bir tercihte bulunmasını gerektirmez; aksine emrini ona temlik anlamı taşır ve bu üç talâkla ayrı kılmak veya bir talâk ve akabinde dolan iddetle ayrı kılmak suretiyle nefıni ona temlik etmek mânalarını, her ikisini de kapsar. Koca bu muhtemel mânalarmdan birini kasdettiğindcsözü kabul
edilir. ,
Doğrusu,* bu izahları aynısıyla " = Tercih et" sözü için de vâ-riddir ve kendilerini bağlar. Çünkü bu söz de kadının "Nefsini üç talâkla veya bir talâk ve arkasından biten iddetle kendini bâin (ayrı) kıl." mânalarına şamildir. Hatta "İşin elindedir." sözü, üçün temliki hususunda "tercih et" sözünden daha da açıktır. Çünkü "işin (emrin)" ifadesi gramer bakımından muzaaf, muzaafun ileyh (isim tamlaması) olması açısından "ne var ne yok bütün emrini" içine alır. "Tercih et" sözü ise mutlaktır, umumîliği yoktur. Dolayısıyla üç talâk onun neresinden çıkıyor? İmam Ahmed'in ortaya koyduğu budur. Çünkü o, "Tercih et" ifadelen hakkında: "Bununla kocamı niyeti olmaksızın, zevce tek bir talâktan fazlasına mâlik değildir." demiş; "Env rin elindedir", "Talâkın elindedir.", "Talâk konusunda seni tevkil ettim." ifadeleri hakkında ise, "Kadın bunlarla üç talâk hakkına sahip olur." demiştir. Yine ondan bir başka rivayet daha vardır; bu da: "Kadın ancak kocanın niyeti ile buna mâlik olabiür." şeklindedir.
"Derhal boşama olur." diyenlerin bakış açısı ve görüşlerinin zayıflığı daha önce geçti.
"Bu bir boş sözdür, bir şey lâzım gelmez." diyenlere gelince; bunların iki dayanakları vardır: Birincisi: Allah talâkı kadınların eline değil, sadece erkeklerin yetkisine vermiştir. Allah'ın koyduğu, kulun dileğiyle değişmez. Dolayısıyla kocanın, talâkı, kendisine Allah'ın asla talâk yetkisi vermediği bir kimseye tevdi edebilme hakkı yoktur.
Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm, Ebu Bekir b. Ayyaş—Habîb b. Ebî Sabit senediyle nakleder: Bir adam, hanımlarından birisine: "Eğer şu dengi (yükü) şu eve sokarsan, kumanın emri senin elindedir." der ve kadın onu içeri sokar. Sonra da (kuması için): "O boştur." der. Durum Hz. Ömer'e intikal ettirilir. O kadını adamdan ayırır. Yolları üstünde Abdullah b. Mes'ûd'a uğrarlar ve durumu ona haber verirler. İbn Mes'ûd onları Hz. Ömer'e götürür ve:
"— Ey Mü'minlerin emîri! Şüphesiz Allah Teâlâ, erkekleri kadınlar üzerine hâkim kılmıştır; kadınları erkekler üzerine hâkim kılmamıştır." der. Hz.
Ömer:
— Ne düşünüyorsun? der. İbn Mes'ûd: ç
— O karışıdır diye düşünüyorum, diye cevap verir. Hz. Ömer:
— Ben o görüşteyim der ve onu bir sayar. i
Ben derim ki: "Onu bir sayması" muhtemelen kocanın "Kumanın emri elindedir" sözü sebebiyledir. Bu söz, talâk hakkında kinaye olmuş olur. Yi-J ne muhtemeldir kî, kumasının "O boştur" sözüne istinaden bir talâk sayılmistir. Kadının koca üzerine hâkim olmaması için (üç talâkla) ayırma yetkisini kadına vermemiştir. Doğrusu bu haberde, bv grubun görüşü doğrultusunda bir delil yoktur. Hatta denilebilir ki bu haber onların aleyhine bir hüccet olarak kabul edilebilir.
Ebu Ubeyd, Abdülgaffar b. Davud—İbn Lehîa—Yezîd b. Habîb senediyle nakleder: İranlı Rümeysa, Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Bekr'in nikâhındaydı. Emrini ona temlik etti. Kadın da üç defa (kocasına) "Sen boşsun!" dedi. Hz. Osman, Muhammed'e: "Hata ettin. Onun talâk hakkı yoktur. Çünkü kadın boşayamaz." dedi.
Bu haber de onlar için bir delil olamaz. Zira Hz. Osman sadece, kadın talâkı mahalline isnad etmediği için geçerli kabul etmemiştir. Koca da: "Ben senden boşum" dememiştir. Bu, Abdürrezzâk'ın rivayet ettiği durumun bir benzeri olmaktadır: İbn Cüreyc—Ebu'z-Zübeyr—Mücâhid senediyle nakleder: Bir adam îbn Abbas'a gelir ve:
— Kanma emrini temlik ettim, o da beni üç talâkla boşadı, der. İbn Abbas:
— Allah ona yıldızını şaşırtmış. Talâkı, ancak sen ona verebilirsin, onun sana talâk verme hakkı yoktur, demiştir. (19)
Esrem: Ebu Abdullah'a, karısına "Emrin elindedir." diyen bir adamın durumu nedir? diye sordum. O dedi ki: Hz. Osman ve Ali (r.a.) "Hüküm kadının hükmettiğidir." dediler. Ben: "Ben nefsimi üç talâk boşadım" derse? dedim. O: "Hüküm kadının hükmettiğidir." dedi. Ben: Kadın "Seni üç talâk boşadım." derse? dedim. O: "Kadın boşayamaz." dedi ve İbn Abbas'ın, "Allah ona yıldızını şaşırtmış," hadisi ile istidlalde bulundu. Hadisi Vekî'-den, Şûbe'den, el-Hakem*den, İbn Abbas'tan, karısının emrini eline veren adam hakkında, kadının da "Seni üç talâk boşadım." demesi durumu ile ilgili olarak rivayet etti. İbn Abbas: "Allah ona yıldızını şaşırtmış, kendisini boşasaydı ya!" (20) demişti. İmam Ahmed, Ebu Matar'ın tashif yanrak İbn Abbas'ın sözünü şekline çevirdiğini so>ier. Ancak Abdürrezzak, îbn Cüreyc'den şöyle nakleder: Abdullah b. Tâvûs'a: "Baban karısına emrini temlik eden bir adam hakkında nasıl hükmederdi? Kadın kendisini boşamaya kadir mi, değil mî?" diye sordum. O: "Babam: Kadınlara talâk yok, derdi." dedi. Ben: "Baban başka bir adama karısının en>
19. Musannef, 11918. Senedi sahihtir. Ayrıca bk. el-Muhaliâ, 10/120. "Allah yıldızını şaşırtmış" sözünün mânası; "Eğer kendisini boşasaydı, geçerli olurdu. Fakat kocasını boşadı, geçerli olmadı." demektir.

20. Beyhakî, 7/349.

rini temlik eden bir adam hakkında ne derdi? O adam karısını boşamaya kadir mi?" dedim. O: "Hayır." dedi.(21) Bu, Tâvus'un görüşünü gayet açık ortaya koyuyor. Ona göre ancak koca boşayabilir, zevceye emrini temlik etmek anlamsızdır; aynı şekilde bir başkasına vekâlet vermesi de caiz değildir. İbn Hazm: "Bu, Ebu Süleyman'ın ve biz tüm Zahirîlerin görüşüdür." demektedir.
Bu grubun ikinci delili: Yüce Allah, talâk işini kadınlara değil, sadece erkeklere tevdi etmiştir. Çünkü kadınlar hem akılca, hem de dince noksandırlar. Pek çoğu da sefihtirler. Erkeklere karşı duydukları şevhet ve meyil onlara her şeyi yaptırır. Eğer talâk işi onlara verilmiş olsaydı, erkeklerin onlarla ilişkileri istikrar bulmazdı. Bunda da kocalar için büyük bir zarar sözko-nusu olurdu. Bu yüzden Yüce Allah'ın hikmet ve rahmeti, ayrılık hususunda kadınlara hiçbir yetki vermemeyi ve bu işi kocalara tevdi etmeyi gerektirdi. Eğer kocalar için bunun kadınlara nakli caiz olursa, bu Allah'ın hikmet ve rahmetine, kocaları gözetmesine ters düşmüş olur. Bunlar şöyle diyorlar: Hadis, sadece muhayyer kılmaya delâlet etmektedir. Eğer Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ederlerse —nitekim öyle olmuştur—, bulundukları hal üzere Hz. Peygamber'in (s.a.) zevceleri olarak kalırlar. Eğer kendi nefislerini tercih ederlerse Hz. Peygamber (s.a.) onlara müt'a verir ve bizzat kendisi onları boşar ki, "güzellikle salıvermek" o demektir. Yoksa, onların kendilerini tercih etmeleri bizzat talâk olur, manasına değildir. Görüldüğü üzere bu gayet açıktır.
Bunlar devamla şöyle diyorlar: Bu konuda ashabtan gelen haberler son derece ihtilaflıdır. Emrini karısının eline vermesi ve onun da kendisini üç talâkla boşaması durumunda Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, Zeyd b. Sabit'in bunu tek bir ric'î talâk saydıkları sahih olarak bilinmektedir ve yine sahih olarak Hz. Osman'ın: "Hüküm kadının hükmettiğidir." dediği sabittir. Bunu Saîd b. Mansûr, İbn Ömer'den, bir başkası İbn Zübeyr'den rivayet eder. Hz. Ali, Zeyd ve bir grup sahabîden: "Eğer kadın kendisini tercih ederse bu bir bâin talâktır. Eğer kocasını tercih ederse bu bir ric'î talâktır." dedikleri sahih ve sabittir.
Bir başka grup sahabîden: "Eğer kendisini tercih ederse her halükârda üç talâktır." dedikleri bilinmektedir. İbn Mes'ûd'dan; kişinin, karısının emrini bir başka adam eline vermesi ve onun da boşaması durumunda, bir şey lâzım gelmeyeceğini söylediği rivayet edilir.
îbn Hazm şöyle der: Ashabtan kendisinden muhayyer kılma ile ilgili ri-

21. Musannef, 11913, 11949; el-Muhallâ, 10/120.

vayette bulunduğumuz kimseleri araştırdık. Bu rivayetler sahihi, gayr-ı sahihi ile birlikte sadece yedi tanedir. Sonra bunlar da ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmının sözü diğerininkinden üstün değildir. Dolayısıyla bunların konuya bir etkisi olmayacaktır. Ancak Nesâî ile rivayet ettiğimiz hariç. Nasr b. Ali el-Cehdamî—Süleyman b. Harb—Hammâd b. Zeyd senediyle rivayet edilen bu hadiste Ha-nmâd şöyle der: Eyyûb es-Sahtiyânî'ye: "Emrin elindedir." hakkında, el-Hasan'dan başka, "O üç talâktır." diyen birisini tanıyor musun? diye sordum. O: "Hayır. Ancak olsa olsa bana Katâde'nin İbn Semüre'nin âzadhsı Kesîr'den, onun Ebu Seleme'den, onun da Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in (s.a.) "üçtür" dediği rivayeti vardır. Eyyûb şöyle der: "İbn Semüre'nin âzadhsı Kesîr'le karşılaştım ve ona bunu sordum, bilemedi. Hemen Katâde'ye döndüm ve durumu ona haber verdim. O: Unutmuş, dedi."
İbn Hazm şöyle der: İbn Semüre'nin âzadhsı Kesîr meçhuldür. Eğer güvenilirliği ve hafızasının yerinde olduğu meşhur olsaydı, biz de bu habere asla muhalefet etmezdik. Kaldı ki, bazı râviler bu hadisi Ebu Hureyre'ye mevkuf kılarlar.*22»
Mervezî anlatır: Ebu Abdillah'a: "Muhayyer kılınan ve kendi nefsini tercih eden kadın hakkında ne dersin?" diye sordum. "Onun hakkında ashabtan beş kişi, bir adet ric'î talâk olur demişlerdir: Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Âişe." dedi ve bir başka isim daha söyledi. Bir başkası o beşincinin Zeyd b. Sabit olduğunu söylemiştir.
İbn Hazm şöyle der: Bir kimse karısını muhayyer bırakır ve o da kendisini tercih ederse veya kocasını tercih ederse ya da hiçbir tercihte bulunmazsa bütün bunlar boştur, hiçbir şey lâzım gelmez. Hepsi de aynıdır, bununla talâk vuku bulmaz, kadın kocaya haram olmaz, bunlardan birine hiçbir hüküm terettüp etmez. İsterse koca muhayyer kıldığını defaetle tekrar etsin, kadın kendisini veya talâkın tercihini bin defa tekrarlasın, hiçbir şey gerekmez. "Nefsini kendisine temlik etmesi", "Emrini eline vermesi" durumlarında da aynıdır, bir fark yoktur.(23)
Hz. Peygamber (s.a.) dışında kimse hüccet olamaz. Madem ki ne Kur'-an'da, ne de Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetinde: "Kişinin karısına söylediği "Emrin elindedir" veya "Emrini sana temlik ettim" ya da "Tercih et" ifadeleri talâkı gerektirir ve kadının kendisini boşama veya talâkı tercihi hakkını doğurur" gibi bir âyet ya da hadis yoktur; o halde kişiye, Allah ve Rasû-lü'nün kendisine helâl kıldığı kadını, ne Allah ne de Peygamberinin vacip kıî-

22. el-Muhallâ, 10/118-119.
23. el-Muhallâ, 10/117.
Zâdu'1-Meâd, 5/25

madiği görüşlerle haram kılmak caiz değildir. Bu son derece açıktır. İbn Hazm'-|ın sözü burada bitti.<24)
Bunlar şöyle devam ediyorlar: Talâkın vuku bulacağı görüşünde olanların sözlerindeki tutarsızlıklar, çelişkiler, birinin diğerine ters düşmesi bu görüşlerin temelinin bozuk olduğunu göstermektedir. Eğer asıl sağlam olsaydı, onun üzerine bina edilen hükümler arasında ahenk olur, çelişki ve uyumsuzluklar olmazdı. Biz, bu ihtilâflardan bir kısmına işaret ediyoruz:
Acaba sadece muhayyer kılma ile talâk vuku bulur mu? Yoksa kadın tercihini yapıncaya kadar vuku bulmaz mı? konusunda ikiye ayrılmışlardır. Daha önce temas edildi. Sonra sırf "Emrin elindedir" sözü ile talâk vuku bulmayacağı görüşünde olanlar ihtilâf etmişlerdir: Acaba kadının tercihi, o meclisle mi sınırlıdır, yoksa koca vazgeçmediği veya cinsel ilişkide bulunmadığı sürece devam edebilir mi? İki görüş vardır. Birisi "o meclisle sınırlıdır." şeklindedir. Ebu Hanife, Şafiî ve bir rivayette Mâlik bu görüştedirler. İkincisi: Koca vazgeçmedikçe veya cinsel ilişkide bulunmadığı sürece tercih hakkı kadının elindedir. Bu da İmam Ahmed, İbnü'l-Münzir, Ebu Sevr, diğer rivayette Mâlik'in görüşleridir. Sonra Mâliki âlimleri "Bu, kadının kocasını terk ettiği anlaşılacak kadar uzamadığı gibi bir zaman içinde söz konusudur. Bu da iki ayı asmasıyla anlaşılır demişlerdir. Sonra yine ihtilâf etmişler ve: Acaba terkedip etmediğine dair, kadın üzerine yemin etmesi gerekir mi, gerekmez mi? demişler ve ikiye ayrılmışlardır.
Sonra kocanın kadına tevdî ettiği yetkilerini geri alıp alamayacağında ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed, İshak, Evzâî, Şa'bi, Mücahid, Atâ: "Kocanın rücû fiakkı vardır ve kadının muhayyerliği ortadan kalkar.'1 demişlerdir. İmam Mâlik, Ebu Hanife, Sevrî, Zührî ise: "Rücû hakkı yoktur*' demişlerdir. Şâfiîlerin ise, "Bu temlik midir, tevkil midir?" şeklindeki telakkiye mebni olarak ihtilâfları vardır. "Tevkildir." denirse, müvekkilin rücûa hakkı vardır. "Temlik." denilirse hakkı yoktur. "Temliktir." görüşünde olanların bazıları: "Muhayyer kılma temliktir, desek bile rücû, imkânsız değildir. Çünkü henüz "kabul" bitişmemiştir. Dolayısıyle hibe ve satış akillerinde olduğu gibi (kabulden önce) rücû etmek caizdir." diyorlar.
Bir diğer ihtilâf konusu da, kadının kendisini tercih etmesi durumunda ne lâzım geleceği hakkındadır. İmam Ahmed ve Şafiî: "Bir adet ric'î talâk gerekir." demişlerdir. Bu, aynı zamanda İbn Ömer, İbn Mes'ûd ve İbn Ab-bas'ın da görüşleridir. Ebu Ubeyd ve İshak'ın tercihleri de böyledir. Hz. Ali'den "Bir bâin talâk olur." görüşü nakledilir. Ebu Hanife'nin görüşü de bu-

24. el-Muhallâ, 1C/124.

dur. Zeyd b. Sâbit'ten "üç olur" görüşü vardır ki, el-Leys'in görüşü de budur. İmam Mâlik: "Eğer kadınla zifaf gerçekleşmişse, üç talâk olur, eğer zifaf gerçekleşmemişse, kocanın bir talâka niyet ettim iddiası kabul edilir." demiştir.
Bir ihtilâf daha: Acaba "Emrin elindedir" sözü, niyete ihtiyaç duyar mı, duymaz mı? İmam Ahmed, Şâfıî ve Ebu Hanife: "Niyete ihtiyaç duyar"; İmam Mâlik: "Hayır, niyete ihtiyaç duymaz." demişlerdir. Sonra yine ihtilâf etmişlerdir: Talâkın vukuu, "Nefsimi tercih ettim", veya "Nikâhını fesh ettim." demesi durumunda, kadının niyetine ihtiyaç gösterir mi, göstermez mi? Ebu Hanife: "Koca niyet ettiği zaman, talâkın vukuu için kadının niyetine ihtiyaç yoktur." der. Ahmed ve Şâfıî: "Eğer kadın kinaye lafızlarla nefsini tercih etmişse mutlaka niyeti gereklidir." demişlerdir. Sonra Mâliki fukaha-sı: Eğer kadın "Kendimi tercih ettim" veya "Nefsimi kabul ettim" derse talâk lâzım gelir. "Ben onu murad etmedim" dese bile durum değişmez. Eğer "Emrimi kabul ettim." derse ne kasdettiği sorulur: Eğer talâkı murad etmişse talâk olur. Talâkı murad etmemişse talâk olmaz. Sonra İmam Mâlik şöyle der: Koca karısına "Emrin elindedir." der ve bir talâk kasdettim diye söylerse, yeminiyle birlikte söz kendisinindir. Eğer bir niyeti yok idiyse, dilediğini îkâ edebilir. "Tercih et" der ve bir talâk murad ettiğini söylerse, kadın da kendisini tercih ederse üç talâk boşanmış olur. Kocanın sözü kabul edilmez.
Daha nice, birbirleriyle son derece farklılık arzeden ve ne Kitab'tan, ne sünnetten, ne de icmâdan hiçbir delili bulunmayan pek çok furû meseleler.
Kadın, kocanın nikâhından çıktığına dair kesin bir delil olmadıkça karışıdır.
Bunlar devamla şöyle derler: Allah ne nikâh ne de talâk konusunda kadınlara bir yetki tanımadı, bunu sadece erkeklere verdi. Yüce Allah erkekleri kadınlar üzerinde hakim kıldı; dilerse tutarlar, dilerlerse boşarlar. Erkeğin, kadını kendi üzerine, dilerse tutacak, dilerse boşayacak şekilde hakim kılması caiz değildir. Eğer Hz. PeygamberMn (s.a.) ashabı, bir konuda icmâ edecek olsalar, biz onların icmâlanru aşmayız. Ancak onlar bu konuda ihtilâf ettiler. Onların görüşlerini destekleyecek başka deliller aradık. Sonunda hüccetin, sadece bu görüş üzerinde olduğunu gördük. Eğer falandan bir rivayet varsa, onun tam aksine rivayet de vardır. Bu konuda icmâ iddiası son derece asılsızdır. Sahabe ve tabiîn arasında —naklettiğimiz gibi— anlaşmazlıklar, görüş ayrılıkları sabittir. İhtilâf varken icmâdan söz etmek olmaz. İşte îbn Abbas ve Osman b. Affan: "Adamın karısı eline emrini tevdi eylemesi bir şey değildir." demişlerdir. İbn Mes'ûd, karısının emrini başka bir adamın eline veren adamın hakkında onun da boşaması durumunda "Bir şey değildir."
der. Tâvûs, karısına emrini tevdi eden kimse hakkında: "Kadınlara talâk yoktur.*' der. Yine O: Başka bir adama karısının emrini tevdi etmesi durumunda, o adamın kadını boşamaya yetkisi olduğu sorulduğunda: "Hayır, yok!" demiştir. ,
4— Değerlendirme ve Sonuç:
Ben derim ki: Tâvûs'tan nakledilen rivayet, sahihtir, sarihtir. Ne sened, ne de sarahat bakımından tenkide açık değildir. İbn Mes'ûd'dan yapılan nakillere gelince, farklıdır: Onun talâkın vukuu konusunda Hz. Ali ve Zeyd'e muvafakat ettiği de nakledilmiştir. Nitekim bunu İbn Ebı Leylâ, Şa'bî'den "Emrin elindedir." "Tercih et" ifadeleri hakkında, "Hz. Ali ile İbn Mes'üd ve Zeyd'in görüşleri hep aynıdır." dediğini nakleder. Yine ondan, bir hanımına "Eğer bu yükü eve sokarsan (kuman) falancanın emri senin elinde olsun" diyen bir adam hakkında —ki kadın bunu yapmıştı—: "O, onun karışıdır." dediği ve bunu talâk kabul etmediği de nakledilir.
İbn Abbas ve Osman'dan yapılan nakiller, sadece muhayyer kılınan kadının talâkı kocasına nisbet ederek "Sen boşsun" demesi durumuyla ilgilidir. İmam Ahmed ve Mâlik de aynı görüşte olmakla birlikte kadının kendisini tercih etmesi veya talâkı kendisine nisbet ederek kendisini boşaması durumunda talâkın vuku bulacağını da söylerler. Ashabtan, muhayyer kılma ve temliki ilga edip, hiçbir şey lâzım gelmez diyen bir sahabî bilinmemektedir. Sadece İbn Mes'ûd'dan gelen az önceki rivayet vardır. Ondan, aksi görüşte olduğu da nakledilmiştir. Şu halde sahabeden kesin olarak sabit olan husus, muhayyer kılmanın dikkate alınması ve talâkın bununla vuku bulmasıdır. Şu kadar var ki, kadının bununla neye mâlik olduğu hususunda ihtilâfları vardır. Nitekim az önce geçti. Muhayyer kılmanın hiçbir etkisi yoktur demek, asla hiçbir sahabîden nakledilmeyen bir husustur. Sadece Ebu Muhammed İbn Hazm; İbn Abbas ve Osman'dan gelen nakilleri yanlış değerlendirmiştir. Ancak bunun Tâvus'un görüşü olduğu doğrudur. Atâ'dan da buna delâlet eden nakiller yapılmıştır: Abdürrezzâk, İbn Cüreyc'den rivayet eder: Atâ'-ya: Bir adam karısına: "Bir gün veya iki gün sonra emrin elindedir." dese ne lâzım gelir dedim. O: "Bu bir şey değildir." dedi. Ben: "Kadına bir adam gönderse ve bir gün ya da bîr süre emri elinde olduğunu bildirse." dedim. O: "Bu nasıl olur bilmiyorum. Bunun bir şey olacağını sanmam." dedi. Atâ'ya: "el-Münzir, Hafsa'nın emrini Âişe'ye temlik ettiğinde, Âişe, Hafsa'ya temlikte bulundu mu" diye sordum. O: "Hayır! Sadece kendisini boşayıp boşamama konusunda arzda bulundu. Ona emrini temlik etmedi." dedi.(25)

25. Musannef, 11948, 11954.

Eğer ashabın bir heybeti olmasaydı, biz bu görüşten ayrılmazdık. Ancak İslâm'ın öncüleri olan Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı her ne kadar muhayyer kılmanın hükmü üzerinde ihtilâf etmişlerse de, bu ihtilâflarının içinde muhayyerliğin itibara alınacağı, ilga edilmeyeceği konusunda da ittifak halindedirler. Bu konuda bütün sahabîler müttefiktirler. Bunda bir zarar da yoktur. Bahsettiğiniz talâkın kadının elinde olması durumunda sözkonusu olan zarar, sadece müstakillen kadının elinde olması durumuyla ilgilidir. Ama kocanın bizzat talâkı elinde bulundurması halinde, bazan olur ki maslahat bu hakkın kullanılmasının kadına tevdi edilmesinde görülebilir; böylece karı-koca arasındaki durum ortaya çıkar. Eğer kadın kocasını seviyorsa, onunla yaşamaya devam eder. Yok, nefret ediyorsa ondan ayrılır. Bu, hem kadın hem de erkek için bir maslahattır. Bunda Allah'ın şeriatını ve hikmetini değiştirmeyi gerektirecek bir şey de yoktur. Kadını kendi talâkı hakkında tevkil etmekle, yabancı birini tevkil arasında bir fark yoktur. Talâk konusunda üçüncü bir şahsa vekâlet vermeyi caiz görmenin bir anlamı yoktur. Oysa nikâh ve hulû konularında yabancının tevkili sahihtir.
Cenab-ı Allah, geçimsizlik durumunda taraflardan seçilecek iki hakeme evli çiftlerin hallerine bakma yetkisi vermiştir: Eğer aralarının ayrılmasını gerekli görürlerse ayırırlar, evliliğin devamını uygun görürlerse devama karar alırlar. Bu bir talâktır veya kocanm dışından gelen bir fesihtir. Bu netice eğer hakemler vekildir denilirse kocanın rızasıyla, eğer onlar hakemdirler denilirse kocanın rızası aranmadan gerçekleşir. Hakime, çeşitli konularda kocaya nâib sıfatı ile aleyhine taiâk verme yetkisi tanınmıştır. Koca kendisi adına boşamak veya hulû yapmak üzere birini vekil veya nâib tayin edecek olsa bunda, Allah'ın hükmünü değiştirecek bir husus yoktur, O'nun dinine de muhalif değildir. Çünkü boşayan kimse bizzat kocadır, ama doğrudan, ama vekili kanalıyla. Bazan vekil kişinin haklarını gözetmede kendisinden daha ileri görüşlü olur, çıkarlarını daha iyi korur. Dolayısıyla fayda ve çıkarlarını daha iyi bildiği o konu, ona havale edilir. Âzad, nikâh, hulû, ibra ve diğer konularda, hakların talebinde bulunmak, onları isbat etmek, almak ve mahkemede savunmak gibi hususlarda vekâlet caiz oluyor da, aynı şey talâk konusunda niye caiz olmasın?! Haram kılan bir şey mi var? Evet, vekil talâk konusunda onun talâktan mâlik oldukları, olmadıkları; ona helâl olanlar, haram olanlar gibi hususlarda müvekkilin yerine geçmektedir. Gerçekte boşayan, ya doğrudan ya da vekil aracılığı ile olmak üzere bizzat kocanın kendisi olmaktadır.
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
1— Hayız ve Lohusa Halindeki Kadını Boşama Konusundaki Hükmü:

Sahihayn'da rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.) zamanında, İbn Ömer, karısını hayız halinde iken boşamıştı. (Babası) Hz. Ömer, durumu Hz. Peygamber'e (s.a.) sordu. Rasûlullah (s.a.): "Ona emret de karısına dönsün! Sonra kadın temizlenip akabinde hayzını görünceye ve tekrar temizleninceye kadar onu tutsun. Ondan sonra artık isterse nikâhında tutaı. dilerse yakınlık etmeden boşar. İşte kadınların kendisi için boşanmasını Allah'ın (c.c.) emrettiği iddet budur." buyurmuştur.
Müslim'in bir rivayetinde: "Ona emret, karısına ric'at etsin! Sonra onu ya temiz iken yahut hamile olduğu halde.boşasm." buyurmuştur.
Başka bir metinde: "Eğer dilerse, ona yakınlık etmeden, temiz iken bo-şasın." Allah Teâlâ'nın emrettiği gibi, "iddet için talâk" işte budur. Buha-rî'ye ait bir rivayette ise: "Ona emret karısına dönsün. Sonra iddetinin önünde onu boşasın." buyurmuştur.(1)
İmam Ahmed, Ebu Davud ve Nesâî'ye ait hadiste ise îbn Ömer'den şu nakledilir: Abdullah b. Ömer, hayız halinde iken karısını boşamıştı. Hz. Peygamber (s.a.) onu kendisine geri çevirmiş, yani talâk saymamış ve: "Temizlendiği zaman boşasm veya tutsun." buyurmuştur. İbn Ömer (r.a.), Söyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman

1. Buharı, 68/1 ve daha başl.a yerlerde; Müslim, 1471.

onları iddefteri içinde (âdetten temiz oldukları sırada) boşayın."(2) âyetini okudu/3» '&
Bu hadisler talâkın dört çeşit olduğunu gösterir. İkisi helâl, ikisi haram.
Helâl olan talâk şekilleri: Karısını, cima etmeden, temizken boşaması veya hamile olduğu belli iken boşamasıdır.
Haram olan şekilleri ise: Hayız halinde iken boşaması veya cima ettiği temizlik süresi içerisinde boşamasıdır. Bu kendisi ile zifaf gerçekleşen eşin boşanması ile ilgilidir.
Zifaf vaki olmayan zevcenin boşanması ise, hayızlı iken de temizken de caizdir. Nitekim Allah Teâlâ: "Nikâhtan sonra henüz dokunmadan ya da me-hir kesmeden kadınları boşarsanız, size bir günah yoktur..."(4) ve yine: "Ey inananlar, inanan kadınları nikahlayıp da, henüz onlara dokunmadan boşar-sanız, artık onlar üzerinde bir iddet sayma hakkınız yoktur."^ buyurmuştur. Bunun böyle olduğuna "Onları iddetleri içinde (âdetten temiz oldukları sırada) boşayın."(6) âyeti delâlet etmektedir. Zira zifaf vaki olmamış kadının id-deti yoktur. Hz. Peygamber (s.a.) de "İşte kadınların, kendisi için boşanmasını Allah'ın emrettiği iddet budur." sözüyle buna dikkat çekmiştir. Eğer, zifaftan önce talâkın mubah olduğu hükmünü içeren bu iki âyet olmasaydı, iddet beklemek durumunda olmayan kadının talâkından men olurdu.
Nesâî ve daha başka kitaplarda Mahmud b. Lebîd'den rivayet edilir: Hz. Peygamber'e (s.a.), karısını üç talâkla birden boşayan bir adamın durumu haber verildi. Hz. Peygamber (s.a.), öfkelenerek kalktı ve: "Ben henüz aranızda iken Allah'ın kitabı ile mi oynanılıyor?!" buyurdu. Hatta adamın biri kalktı ve: "Ya Rasûlallah! Onu öldürmeyeyim mi?" dedi.(7)
Sahihayn'da İbn Ömer'den (r.a.) nakledilir: Kendisine talâktan sual edildiğinde: "Sen karını ya bir ya da iki talâkla boşadiysan (bu güzel). Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bana bunu emreyledi. Eğer üç talâk boşadıysan o sana artık, başka bir koca ile evlenmedikçe (şer'î tahlil), helâl olmaz. Bu halinle sen, karını boşaman konusundaki Allah'ın emrine isyan etmiş oldun." derdi.*8»

2. Talâk, 65/1.
3. Ahmed, 5524; Ebu Davud, 2185.
4. Bakara, 2/236.
5. Ahzâb, 33/49. Bk. Nesâî, 6/144. 6,'Talâk, 65/1.
7. Nesâî, 6/142. Râvileri sikadır.
8. Buharı, 68/7; Müslim, 1471.

Kavileri sikadır. Müellif birazdan tafsilata girecektir.
Bu nasslar, boşanan kadınların da iki türlü olduğunu gösterir: Kendisi ile zifaf vâki olan ve zifaf vâki olmayan. Her ikisini de üç talâkla birden boşamak caiz değildir. Zifaf vâki olmayan hanımı temizken de hayız halinde iken de boşamak caizdir.
Zifaf vaki olmuş hanımlara gelince, eğer hayız ya da lohusahk hallerinde ise, onları boşamak haram olur. Eğer temiz halde ise ve hamile olduğu da kesin belli ise, cimadan önce de sonra da boşanması caizdir. Eğer hamile değilse, temizlik süresi içerisinde ona dokunmadan önce boşamak caizdir. Dokunduktan sonra boşamak ise caiz değildir.
Bunlar, Allah Teâlâ'nın, Peygamberinin lisanıyla teşri' buyurduğu
ta1lâk konusundaki hükümlerdir. Allah'ın izin verdiği ve mubah kıldığı talâkın, eğer mükellef ve irade sahibi, sözün delâlet ettiği manayı bilen ve onu kasde-den bir kimseden sâdır olmuşsa, vuku bulacağına dair bütün müslümanlar icmâ' etmişlerdir.
2— Haram Olan Talâkın Geçerli Sayılması Konusundaki İhtilaflı
Haram olan talâkın vukuu konusunda ise müslümanlar ihtilâf etmi
dir. Burada karşımızda iki mesele vardır: '
Birincisi: Havız halinde iken veva cimada bulundueu temizlik hailiken verilen talâk.
İkincisi: Üç talâkı birden vermek. Biz her iki meseleyi de derinlemesine ele alıp araştıracağız, her iki grubun da delillerini, ulaşabildikleri son noktayı zikredeceğiz. Bununla birlikte biz mutaassıb mukallidin bütün âyetler ve deliller serdedîlse bile taklit ettiği kimseyi 'terketmeyeceğini, delile talip olanların ise ondan başkasına uymayacağını, ancak delili hakem kabul edeceğini, insanlardan her birinin, öte geçmeyeceği bir kaynağı, sapmayacağı bir yolu olduğunu da çok iyi biliyoruz. Kuvvetinin en son yettiğini taşıyan, adımlarının en son ulaştığı yere koşan kimse gerçekten mazurdur.
a) Hayızu Halinde ve Cimada Bulunulan Temizlik Süresi İçinde Boşama:
Sen-
Birinci mesele: Hayız halinde ve cimada bulunulan temizlik süresi! boşamak. j
Haram olan talakın vukuu konusunda, selef ve halef ulemas. arâUda

Zâdu'l-Meâİ. Ş/21

mevcut olan görüş ayrılığı hâlâ devam etmektedir. Vukuuna dair icmâ iddiasında bulunan kimseler yanılmış ve ancak ilminin yettiği kadarı ile konuşmuştur. Başkalarının muttali olduğu bilgilerden yoksun kalmıştır. İmam Ahmed şöyle der: "Kim (bu konuda) icmâ iddiasında bulunursa, o yalancıdır. Ne biliyor, belki de insanlar ihtilâf etmişlerdir."
Nasıl icmâ olabilir ki, bu konudaki ihtilâfın, halef ve selef uleması arasında mevcut olduğu ötedenberi bilinmektedir? Muhammed b. Abdüsselâm el-Huşenî, Muhammed b. Beşşâr—Abdülvahhab b. Abdülmecid es-Sekafî— Ubeydullah b. Ömer—İbn Ömer'in azadhsı Nâfi' senedi ile İbn Ömer'den karısını hayızli iken boşayan bir adam hakkında: "Buna itibar edilmez (sayılmaz)." dediğini nakleder. Bu rivayeti Ebu Muhammed b. Hazm ei-Muhallâ'da isnadı ile zikretmiştir/9'
Abdürrezzâk, Musannefdt İbn Cüreyc—İbn Tavus senediyle Tâvus'un, "Meşru talâk ve meşru iddete muhalif oldukça onu talâk saymadığını" ve onun: "Meşru talâk şekli kişinin karısını, cima etmeksizin, temizken veya hamileliği belli iken boşaması dır." diye söyleyip durduğunu nakleder/10*
Huşenî, Muhammed b. el-Müsennâ—Abdurrahman b. Mehdî— Hem-mâm b. Yahya—Katâde senediyle Hilâs b. Amr'ın, karısını hayız halinde iken boşayan adama "O sayılmaz" dediğini rivayet eder.(11) Ebu Muhammed b. Hazm şöyle der: Bunların hilâfına icmâ bulunduğu iddiasına cür'et etmek karşısında şaşmamak elde değil. Böyle bir iddia sahibi, hayız halinde iken veya cima ettiği temizlik süresi içinde iken boşamanın geçerli kabul edileceğine dair kendi görüşüne uygun ashaptan hiçbir kelime bulamamaktadır (sonra da icmâ iddiasında bulunmaktadır.) Ashabtan bu konuda sadece îbn Ömer'den bir rivayet vardır. Ona da yine kendisinden daha güçlü bir rivayet ters düşmektedir. Bunun dışında Hz. Osman ve Zeyd b. Sabit'ten rivayet edilen kabul edilemeyecek iki rivayet daha vardır: Bunlardan birincisini, İbn Vehb— îbn Sem'ân— bir adam senediyle Hz. Osman'dan rivayet etti: "Hz. Osman, kocası tarafından hayizh iken boşanan kadın hakkında, o hayızını sayamayacağına, ondan sonra üç hayız beklemesi gerekeceğine hükmederdi." şeklindedir. Derim ki: İbn Sem'ân, yalancı (kezzâb) olan Abdullah b. Ziyad b. Seman'dır. Hem de kim olduğu bilinmeyen meçhul bir râviden rivayet etmiştir. İbn Hazm devam eder: İkincisi, Abdürrezzâk —Hişâm b. Hasan—Ebu Alkame'nin azadhsı Kays b. Sa'd—ismini verdiği bir adam—Zeyd b. Sabit

9.rel-Muhallâ, 10/168. Râvilcri sikadır.
10. Musannef, 10923, 10925. Râvileri sikadır.
11. el-Muhailâ, 10/163.

senedi ile rivayet edilmiştir. Rivayete göre Zeyd b. Sabit karısını hayızlı iken boşayankimse hakkında: "Talâk onu bağlar, kadın bu hayız hariç üç hayız boyu iddet bekler." demiştir.
İbn Hazm şöyle der: Bu konuda, şayet onların caiz gördüklerini biz de caiz görsek —bundan Allah'a sığınırız— icmâ iddiasında biz onlardan daha şanslıyız. Zira muhaliflerimiz de dahil olmak üzere ilim ehli arasında kesinlikle, hayızlı iken veya cima yapılan temizlik süresinde iken verilen talâkın bid'at olduğunda, Hz. Peygamber'in (s.a.) onu yasakladığında ve emrine muhalefet etmemenin gereğinde bir ihtilâf yoktur. Bu onlar katında da kuşkusuz böyle olunca, bu durumda bir bid'at ve sapıklık olduğunu ikrar ettikleri bu bid'atın tecvizi sureti ile hükmü nasıl caiz görebiliyorlar! Müşahade ile anladığımıza göre, bid'ati tecviz eden, onun bid'at olduğunu söyleyenlerin icmâına muhalif olmaz mı? İbn Hazm devam ediyor: Hatta bu konuda bize ihtilâf ulaşmasa bile kesin bilmediği, hepsinden görüşlerinin ulaşmadığı bir konuda bütün ehl-i İslâm adına kesin bir yargıya varan, onların hepsi adma yalancı olmaz mı?
1. Haram Talâkı Geçerli Saymayanların Delilleri:
Kesin olan nikâh, ancak kendisi gibi kesin olan Kitab'tan veya sünnet'-ten ya da icmâ'dan bir delille ortadan kalkar. Eğer siz bu üç şeyden bize bir delil ortaya koyabilirseniz, biz de ona dayanarak nikâhın hükmünü kaldırırız. Başka türlü kaldırılmasına imkân yoktur. Nasıl olabilir ki, pek çok delil, haram talâkın vuku bulmayacağına delâlet etmektedir. Yüce Allah asla böyle bir talâkı meşru kılmamış, ona izin vermemiştir. Öyleyse onun şeriatından değildir. Nasıl olur da, bu durumda onun nafiz ve sahih olduğundan söz edilebilir?!
Aslen haram olan talâktan, ancak Allah Teâlâ'nın boşayan kimseye yetki verdiği şekil ve sayıdaki gerçekleşebilir. Meselâ dördüncü talâk vuku bulmaz. Çünkü böyle bir yetkiyi ona vermemiştir. Malumdur ki Allah Teâlâ, kişiye haram olan talâkı îka yetkisini vermemiş, bu konuda onu mezun kıl-mamıştır. Dolayısıyla sahih olmaz, vuku bulmaz.
Şayet kişi bir kimseye karısını caiz talâkla boşamak üzere vekâlet verse, o da haram talâkla boşasa bu geçerli olmaz. Çünkü bu konuda yetkili değildir. Talâkın îkaının sıhhatinde mahlukun izni dikkate alınıyor da, yaratıcının izni itibara alınmıyor. Ne kadar saçma! Malumdur ki, mükellef ancak izinle tasarrufta bulunabilir. Allah ve Rasûlü'nün (s.a.) izin vermediği bir konuda kişinin asla tasarruf yetkisi olamaz. Sâri', koca üzerine; karısını hayızlı iken cima yaptığı temizlik süresi içerisinde iken boşamamak üzere kısıtlılık (hacr) koymuştur. Eğer bu halde iken talâkı geçerli olacaksa, Şâri'in koyduğu hacrin bir anlamı kalmaz ve kadının tasarruftan men ettiği kimse üzerine koyduğu hacri Sâri' Teâlâ'nın hacrın-dan daha güçlü olmuş olur. Zira kadı koyduğu hacr ile yapılan tasarrufu iptal edebilmektedir.
Bu noktadan hareketledir ki, .uma günü ezan vaktinde yapılan alış-verişi iptal ediyoruz. Zira bu, Sâri' tarafından satıcı üzerine hacr konulmuş bir satıştır. Onu yürürlüğe koymak ve sahih kabul etmek caiz değildir.
Bu talâk, haram ve hakkında yasak olan bir talâktır. Yasak, yasaklanan şeyin fesadını gerektirir. Şayet biz yasaklanan şeyi de sahih kabul edersek, sıhhat ve fesat açısından yasaklanan şeylerle, izin verilen şeyler arasında bir fark kalmaz.
Allah Teâlâ bu talâk şeklini buğzettiği, vukuunu sevmediği için yasaklamış, haram kılmıştır. Buğzettiği, sevmediği şeyin meydana gelmemesi için haram kılmıştır. Onu sahih kabul edip, yürürlüğe koymak bu maksada ters düşmektedir.
Yasaktan ötürü, hakkında yasak bulunan nikâh çeşidi sahih olmuyor da, aralarında ne fark vardır ki, yasak olduğu halde talâk vâki oluyor. Allah'ın yasakladığı nikâh çeşitlerini iptal ediyorsunuz, fakat Allah'ın haram kıldığı ve yasakladığı talâk çeşidini sahih kabul ediyorsunuz. Bu nasıl oluyor?! Yasak her iki konuda da yasaklanan şeyin butlanını gerektirmez mi?
Bu konuda, emrine muhalif olan bir şeyin reddi, iptali ve ilgası için, Hz. Peygamber'in (s.a.) tahsis görmeyen genel hükmü yeterlidir. Buharî'de Hz. Âişe hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Üzerinde emrimiz bulunmayan her iş merduddur."; diğer bir metinde ise: "Kim üzeıinde emrimiz bulunmayan bir iş işlerse o merduttur."(12) buyurmuştur. Bu, Hz. Peygamber'in emri dahilinde olmayan haram talâkın merdûd ve bâtıl olduğunda gayet açıktır. Bu durumda nasıl olur da "O bağlayıcı ve nafizdir." denebilir? Reddine hükmetmek nerde, bu nerde?
Haram talâk, asla Allah'ın meşru kılmadığı bir talâktır. Dolayısıyla yabancı kadını boşamak gibi merdûd ve bâtıl olur. "Yabancı kadın talâka mahal değildir. Zevce ise mahaldir." şeklindeki bir fark size delil olamaz. Çünkü zevce, haram talâka mahal değildir ve Şâri'in kendi yetkisine verdiği bir husus değildir.

12. Buharı, 53/5; Müslim, 1718.

Allah Teâlâ kadınları (boşanmak istenildiğinde) ancak güzellikle salıvermeyi emretmiştir. Allah ve Rasûlü'nün haram kıldığı şekilde salıvermekten daha kötü ne olabilir? Nikâh akdinin gereği iki şeydir: Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermek. Haram yollu salıvermek üçüncü bir şıktır, nikâh akdinin gereğine girmez. Dolayısıyla da asla dikkate alınmaz.
Allah Teâlâ: "Ey Peygamber! Kadınlarınızı boşamak istediğinizde onları iddetleri içinde boşayınız." buyurmuştur.03' Yüce Allah'ın kelâmından ne kasdettiğini açıklama durumunda olan Hz. Peygamber, meşru ve mezun olunan talâkın sadece cima vaki olmayan temizlik süresi içinde veya hamile olduğu belli olduktan sonra verilen talâk olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla bunların dışında kalan diğer (haram) talâklar, kendileri ile zifaf gerçeklemiş hanımlar hakkında, Allah'ın emrine uygun olarak iddetleri içinde verilmiş talâk olmazlar. Sonuç itibarıyla da talâk sayılmaz; kadın bununla nasıl haram olur?
Allah Teâlâ: "Talâk iki defadır..." buyurmuştur."41 Malumdur ki, Allah Teâlâ sadece izin verilen talâkı kasdetmiştir ki, o da iddetleri içinde verilen talâktır. Zira Allah, ric'at mümkün olar., izin verilmiş meşru talâkı iki defaya hasretmiştir. Bunun dışında kalanlar talâk olmaz. Bu yüzden ashab (r.anhum) haram talâk hakkında fetva vermek için kendilerinin takati bulunmadığını söylüyorlardı. Nitekim, İbn Vehb—Cerîr b. Hâzim—A'meş silsilesi ile İbn Mes'ûd şöyle demektedir: "Kim Allah'ın emrettiği gibi boşarsa, Allah ona açıklamıştır. Kim muhalefet ederse, biz hilâfına güç yetiremeyiz." Şayet muhalefet edenin talâkı vâki olsaydı, onunla fetva vermek takatlerini aşan bir iş olmazdı. Eğer her iki tür de vâkî ve geçerli olacaksa, bunların arasını ayırmanın bir mânası olmayacaktır.
Yine İbn Mes'ûd şöyle demiştir: "Kim işi şekli üzere yaparsa, şüphesiz ki Allah ona açıklamıştır. Aksi takdirde,-Allah'a yemin ederim ki, onların ihdas ettikleri her şey (hakkında fetva vermeye) bizim takatimiz yoktur."
Kendisine üç talâkın birden verilmesi sorulan sahabeden biri: "Kim emrettiği gibi boşarsa, (hüküm) kendisine açıklanmıştır. Kim de halt ederseP onu yaptığı haltı ile başbaşa bırakırız." demiştir.
Bütün bunların yanında, Ebu Davud'un sahih sabit bir senedle rivayet ettiği hadis delil olarak yeterlidir. Hadis, Ahmed b. Salih—Abdürrezzâk— İbn Cüreyc—Ebu'z-Zübeyr—Urve'nin azadlısı Abdurrahman b. Eymen senediyle rivayet edilmiştir: Ebu'z-Zübeyr; Urve'nin azadlısı Abdurrahman b.

13. Talâk, 65/1.
14. Bakara, 2/269.

Eymen, İbn Ömer'e soruyordu. Ben de dinliyordum. Karısını hayız halinde iken boşayan kimse hakkında ne düşünüyorsun? dedi. O, İbn Ömer (kendisini kasdediyor) Hz. Peygamber zamanında karısını hayızlı iken boşamıştı. Hz. Ömer bu konuyu Hz. Peygamber'e (s.a.) sordu ve "Şüphesiz Abdullah b. Ömer, karısını hayız halinde iken boşadı." dedi. Abdullah şöyle der: (Hz. Peygamber) onu bana geri çevirdi ve bunu talâk saymadı ve: "Hayızdan temizlendiği zaman ister boşasın, ister tutsun." buyurdu. İbn Ömer şöyle der: Rasûlullah "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde onları iddetleri içinde (âdetten temiz oldukları sırada) boşayın."(15) âyetini okudu.(16) Bu hadisin isnadının son derece sahih olduğunu söylemişlerdir. Zira Ebu'z-Zübeyr'in hıfzında ve sikalığında şüphe yoktur. Sadece tedlis yapabileceğinden korku-Iabilir. ( J-^~ ) veya ( ^iâ». ) gibi semâa delâlet eden ifadeleri kullandığı zaman tedlis mahzuru ortadan kalkar ve hadis hakkında akla gelebilecek bu illet kaybolur. Hadis imamlarının çoğu, onun semâa delâlet eden ifade kul-lanmaksızın sadece ( j* ) ile naklettiği hadislerle ihticac etmektedirler. Meselâ Müslim, onun bu şekildeki hadisini sahih kabul etmektedir. Semâa delâlet eden kelimeleri kullandığında ise, hiçbir problem kalmayacak ve hadis sahih olacak, hüccet olarak kullanılabilecektir.
Bu Ebu'z-Zübeyr hadisinde, onun reddini gerektirecek hiçbir şey göremiyoruz. Bu hadisi reddedenler, sadece onun sahih hadislere muhalif olduğuna itikat etmeleri neticesinde reddetmişlerdir. Biz bu hadisi reddedenlerin sözlerini nakledecek ve hadisin reddini gerektirecek bir hususun bulunmadığını ortaya koyacağız.
Ebu Davud: dır." der.
'Hadislerin tamamı Ebu'z-Zübeyr'in söylediğinin hilafına-
Şâfiî: "İbn Ömer'den rivayette Nâfi', Ebu'z-Zübeyr'den daha sağlamdır (esbet). Tearuz durumunda daha güçlü olan râvinin hadisini almak daha uygundur." der.
Hattâbî: "Yûnus b. Cübeyr hadisi bundan daha sağlamdır." der. Yûnus hadisinden, "Ona emret, karısına dönün." sözü ile, "Ne dersin! Âciz veya ahmak olsa da (vuku bulan talâk gider mi)" sözünü kasdediyor.
İbn Abdilber: "Bunu t£bu'z-Zübeyr'den başka hiçbir kimse ondan nak-letmemiştir. İbn Ömer'den değerli bir cemaat nakilde bulunmuş, ama içlerinden hiçbir kimse bunu söylememiştir. Ebu'z-Zübeyr kendisi gibi birinin

16. Ebu Davud, 2185.
17. Bakara, 2/230.

muhalefeti halinde hüccet olmaktan çıkar. Ya kendinden daha sağlam; lerin muhalefetinde durum ne olur?" der.
Bir muhaddis de: "Ebu'z-Zübeyr bu hadisten daha münker bir riva1! bulunmamıştır." diyor.
Ebu'z-Zübeyr hadisi hakkında söylenen sözler bunlar. Dikkatlice^ rinde durulduğunda .onun reddini ve ne de batıllığını gerektirmeyeceği görülür
Ebu Davud'un, "Hadislerin tamamı onun hilâfınadır." sözünü ele alalım. Acaba Ebu Davud'u taklit etmekten başka elinizde bir şey var mıdır? Madem ki siz (taklide) razı değilsiniz ve hüccetin kendi tarafınızda olduğunu zannediyorsunuz, öyle ise taklidi bırakınız ve sahih hadislerde Ebu'z-Zübeyr hadisine muhalif olan şeyler nerdeymiş gösteriniz. Acaba Hz. Peygamber'in (s.a.) bu talâkı hesaba kattığına, onun itibara alınmasını emrettiğine dair tek bir hadis var mıdır? Eğer varsa o zaman evet vallahi, bu Ebu'z-Zübeyr hadisine apaçık bir muhalefet olur. Fakat buna asla yol bulamıyorsunuz. Nihayet elinizde sarıldığınız: ( ı***^ Jji ) " -Ona emret, karısına ricat etsin." ifadesi vardır ve "ricat" talâkın vukuunu gerektirir diyorsunuz. İbn Ömer'in, kendisine "Bu boşama ile iddet bekler mi?" diye sorulduğunda söylediği: "Sen ne dersin, acz gösterip ahmaklık etse de (hiç vuku bulan talâk gider) mi?", Nâfi' ya da ondan önceki râviye ait: "O ve (kadının) talâkından sayıldı." sözü. Evet bunların dışında, bu talâkın vuku bulduğuna ve bununla iddet beklemenin gerekliliğine delâlet edecek tek bir harf yoktur. Bu lafızların sıhhati kuşkusuzdur. Onlarda herhangi bir tenkit edilecek unsur da yoktur. Bütün mesele bu sözlerin İbn Ömer hadisindeki: ( ki u_^ •• Jı* U;i ) " = Onu bana geri çevirdi ve bunu (boşamayı) bir şey görmedi (talâk saymadı)." sözüne muarız olması ve onun önüne geçirilmesi, daha önce serdetmiş bulunduğumuz delillere -nuarız olmasında'dır. Bunları karşılaştırdığımız zaman aradaki farklılık ortaya çıkacak ve mukavemet gücü olmadığı gözükecektir. Biz bunları kelime kelime ele alıp irdeleyeceğiz:
i» »j* ) " = Ona emret ricat etsin." sözünden başlayalım: "Müracaat" kelimesi Allah ve Rasûlü'nün kelâmında üç mânada kullanılmıştır:
1) Nikâh başlangıcı: "Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe bir daha kendisine helâl olmaz. Eğer (ikinci koca da) onu boşarsa, Allah'ın yasalarını koruyacaklarını sanırlarsa eski karı-kocanın birbirlerine dönmelerine (müracaat) bir engel yoktur."07'

17. Bakara, 2/230.

Kur ân'ı bilen hiçbir kimse, burada sözkonusu edilen boşayan kimsenin ikinci koca, birbirlerine (müracaat) dönmenin de kadınla birindi kocası arasında olduğunda ihtilâf etmemiştir. Bu ise yeni baştan kıyılan Ibir nikâhtır.
2) Bir şeyi daha önce üzerinde bulunduğu hale çevirmek manasmdadir. Ebu'n-Numan b. Beşîr, oğulları arasında ayırım yaparak sadece birine bîr hizmetçi (köle) hediye etmişti. Hz, Peygamber (s.a.) ona: "Onu geri çevir." buyurmuştu. Bu, Allah Rasûlü (s.a.) tarafından "zulüm" diye nitelenen, uygun olmadığı, adaletle bağdaşmayacağı bildirilen —ilerde gelecektir— caiz hibenin sahih olmayacağı bir davranışın reddİdir.
Hz. Peygamberdin, (s.a.) satış sırasında cariyesi ile cariyenin çocuğu arasını ayıran bir kimseye bu davranışını yasaklayarak "satışı geri çevirmesi" ile ilgili sözü de bu türdendir. Bu geri çevirmek (red) satış akdinin sıhhatini gerektirmez. Çünkü böyle bir akit bâtıldır. Aksine buradaki red (geri çevirme), iki şeyi daha önce oldukları gibi birlikte olma haline çevirmek manasını ifade etmektedir. İbn Ömer'e karısına ric'atte (müracaat) bulunma emri de aynı şekildedir ve onları talâktan önceki birlik hallerine döndürmek anlamındadır. Bu mânada da, hayız halinde iken talâkın vukuunu gerektirecek bir şey bulunmamaktadır.
İbn Ömer'in: " = Sen ne dersin? Acz gösterip ahmaklık etse de (hiç vuku bulan talâk gider) mi?" sözüne gelince; fesübhanal-lah! Bu lafızda, bu talâkın Hz. Peygamber {s.a.) tarafından hesap edildiğine dair beyan nerededir? Hükümler bu tür lafızlardan alınamaz. Şayet Hz. Peygamber (s.a.) bu talâkı İbn Ömer aleyhine saysa ve itibara alınsaydı, cevap verirken Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilini ve koyduğu şer'î hükmü söylemek dururken; Sen ne dersin?" şeklinde bir cevaba gitmezdi. Oysa ki, İbn Ömer'in en çok hoşlanmadığı şey, şeklindeki şahsî görüş bildiren ifadelerdir. Bu durumda apaçık sünnet varken; sebebi, kişinin Allah'ın kendisine izin verdiği şekilde talâkı gerçekleştirmekten acizliği ve ahmaklığı olan bir nevi reye delâlet eden ( cjj ) lafzı ile başlayan bir cevaba nasıl dönebilirdi? Vasfı bu şekilde olan hususlarda daha uygunu, o şeyin itibara alınmaması ve işleyenin fiilinden sakıt olmasıdır. Çünkü Allah'ın dininde, sebebi emre yapışmaktan acizlik ve ahmaklık olan hiçbir geçerli hüküm yoktur. Ancak geri çevrilmesi mümkün olmayan bir fiil olması bundan müstesnadır. Onları, haram kılınan şekil üzere akdedenlerin aciz ve ahmak oldukları haram akitleri ise bunun hilâfınadır. O zaman şöyle denilir: Bu, sıhhat ve lüzumdan çok, ondan (sâdır olan tasarrufun) reddine delâlet eder. Zira Allah ve Rasûlü'nün emri hilâfına ortaya konulmuş bir aciz ve ahmak tasarrufudur. Dolayısıyla merdûd ve bâtıl olur. Bu rey ve kıyas, âciz ve ahmak olan
birinin talâkının bâtıllığına, onun sıhhat ve itibarına olduğundan dah; delâlet eder.
"Onun talâkından sayıldı." sözüne gelince: Bu meçhul bir fiildir ve failden bahsedilmemiştir. Eğer faili belirtilseydi, o zaman onun saymasında bir hüccet olup olmadığı ortaya çıkardı. Meçhul birinin saymasında elbetteki delil olmaz. "Onun talâkından sayıldı." sözünün İbn Ömer veya Nâfi' veya başka bir râvi tarafından söylenmiş olması bir şeyi değiştirmez. Bu sözde hesap eden kimsenin bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna dair bir beyan yoktur ki bağlayıcı bir hüccet olsun, ona muhalefet haram olsun. Böylece diğer hadislerin Ebu'z-Zübeyr hadisine muhalif olmadıkları açıklık kazanmış oldu. Hem sonra Ebu'z-Zübeyr hadisi Hz. Peygamberin bu talâkı saymadığında gayet açıkken, diğer hadisler mücmellik arzetmekte, bir beyan taşımamaktadırlar.
2. Haram Talâkı Geçerli Sayanların Delilleri:
Bunlar şöyle derler: Ey vuku bulmayacağı görüşünde olanlar! Siz, iyice sarpa sardınız ve çoğu talâkı iptal ettiniz. Zira verilen talâkların büyük çoğunluğu bid'at talâk şeklindedir. Büyük imamlara muhalefetle onları karşınıza aldınız, cumnura muhalefetten kaçınmadınız, çoğunluk ashabın ve ondan sonra gelenlerin hilâfına fetva verdikleri görüşünüzle ümmet Serisinde siv-rilip kaldınız. Kur'an ve sünnet sizin görüşünüzün batıllığma delâlet etmektedir.
"Eğer onu boşarsa, başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine helâl olmaz."'181 âyeti, bütün talâkları içine almaktadır: Yine "Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç hayız hali (veya temizlik müddeti) beklerler."09' âyetinde de bir ayırım yoktur. "Talâk iki keredir."; "Boşanmış kadınların iyilikle faydalandırılmak haklarıdır."'201 âyetleri hep mutlaktır ve genel (âmm) bir lafızdır. (Haram yolla da olsa) bu da boşanmış kadındır. Lafzın umumu altına bu da girer. Kur'an âyetlerinde geçen bu umumî lafızların, nass veya icmâ olmadan tahsisine gitmek caiz değildir.
İbn Ömer hadisi, haram olan talâkın vukuuna birçok önden delildir:
1_ "Müracaat'Ma emredilmesi, bu dağılan nikâh umurunu toplamak demektir. Nikâh umurunu dağıtan da talâkın vukûudur.

18. Uakara, 2/230.
19. Bakara, 2/228.
20. Bakara, 2/241.

2— İbn Ömer'in: "Ve ben de ric'at ettim." sözü ile hadisteki: "Boşadı-ğı bu talâk hesap edildi." ifadesidir. İbn Ömer'in —Eğer Rasûlullah bu talâkı saymadı ise— Hz. Peygamber'e muhalefet ederek, bu boşadığını kadının talâkına sayması nasıl düşünülebilir?
3— İbn Ömer'in, kendisine "O talâk hesap edilir mi?" diye sorduklarında: "Ne dersin, aczedip ahmaklık gösterse de (vuku bulan talâk gider) mi?" demesi. Yani onun acizliği ve ahmaklığı, o talâkın sayılmaması için bir özür olmaz, demektir.
4— ibn Ömer'in: "Onu saymama engel ne var?" demesi. Onun bu sözü, haram talâkın sayılmamasını inkâr anlamındadır. Bu söz, Ebu'z-Zübeyr'in rivayet ettiği sözü de iptal etmektedir. Zira o gerçekten Hz. Peygamber'in bu talâkı reddedip saymadığını görmüş birisi olsaydı, "Onu saymama ne engel var?" sözünü nasıl söyleyebilirdi?
5— İbn Ömer'in görüşü, hayız halinde iken verilen talâkın sayılması şeklindedir. O, olayın kahramanıdır ve dolayısıyla meseleyi herkesten iyi bilen biridir. Sünnete uyma ve muhalefetten kaçınma konulunda da en titiz birisidir. İbn Vehb, CâmV'ınâe, İbn Ebî Zi'b—Nâfi' senediyle İbn Ömer'den nakleder: O (İbn Ömer) karısını hayız halinde iken boşamıştır. (Babası) Ömer, Hz. Peygamber'e (s.a.) durum hakkında sorar. O da: "Oğluna emret karısına ric'at etsin. Sonra kadın temizlenip akabinde hayzını görünceye ve tekrar temizleninceye kadar onu tutsun. Ondan sonra artık isterse nikâhında tutar, dilerse yakınlık etmeden boşar. İşte kadınların, kendisi için boşanmasını Allah'ın emrettiği iddet budur ve o birdir." buyurur.(21) İbn Ömer'in hadisinin lafzı da işte budur.
Abdürrezzâk, İbn Cüreyc'den rivayet eder: îbn Cüreyc: Medine'ye gitmek üzere Dârunnedve'ye inmiş olan Nâfi'e adam gönderdik. Biz Atâ ile birlikte idik. "Hz. Peygamber (s.a.) zamanında hayızh iken karısını boşayan Abdullah b. Ömer'in talâkı sayıldı mı sayılmadı mı?" diye sorduk. O: "Evet" dedi.*22'
Hammad b. Zeyd-Abdülaziz b. Suheyb—Enes silsilesi ile rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.): "Kim bid'at şeklinde boşarsa. onu bid'ati ile ilzam ederiz." buyurur. Abdulbâkî b. Kani, Zekeriyya es—Sâcî—İsmail b.Ümey-ye ez-Zârî—Hammad ve yukardaki senedin aynı ile rivayet etmiştir.(23)

21. İsnadı sahihtir. Bk. I nolu dipnot.
22. Musannef, 10958. Râvileri sikadır.
23. İbn Hazm, Muhallâ, 10/164. Senedi sahih değildir. Müellif ileride açıklayacaktır.

Ashab'tan Osman b. Affan ile Zeyd b. Sâbit'in vukuuna dair olan fetvaları sebebiyle görüşleri yukarıda geçti.
Talâkın haram olması, üzerine netice ve hükmünün terettübüne mâni değildir. Zıhâr gibi. Zira zıhâr, kötü bir söz ve çirkin bir yalandır, haram olduğunda hiç şüphe yoktur. Bununla birlikte üzerine neticesi —ki keffâret verinceye kadar zevcenin haram olmasıdır— terettüp eder. Aynı şekilde bid'î talâk da haramdır, ric'at edinceye kadar neticesi üzerine terettüp eder. Aralarında bir fark yoktur.
İşte îbn Ömer, karısını üç talâkla boşayan kimseye: "Başka bir koca ile evlenmedikçe sana artık haram olmuştur. Bu halinle sen, karını boşaman konusunda Allah'ın emrine isyan etmiş oldun. "(24) demiş ve işlemek sureti ile Rabbine (c.c.) isyan halinde olduğu talâkını geçerli kabul etmiştir.
Yine kazif (iftira) de haramdır. Buna rağmen üzerine hükmü terettüp eder ve had uygulanır, şahitliği kabul edilmez vb.
Haram nikâhla, haram talâk arasında fark vardır: Nikâh zevcenin helâlliğini ve onun kadınlığından istifade mülkiyetini içerir, dolayısıyla ancak şer'an izin verilmiş şekli ile olur. Zira kadınlıktan istifadede asıl olan haram-lıktır. Ondan ancak Şâri'in mubah kıldığı şey helâl olur. Talâk ise böyle değildir. O kocanın kendi hakkım düşürmesi, mülkiyetini izale etmesi demektir. Bu da izale edici sebebin şer'an izin verilmiş olması üzerine bağlı olmaz. Kişinin malları üzerindeki mülkiyeti; haram olan itlaf, yalan ikrar, günah ve haram yollarda harcayacağını bildiği kimseye hibede bulunmak gibi haram teberru yolu ile zail olduğu gibi, nikâh mülkiyeti de haram olan bu yolla ortadan kalkar.
îman bütün akitlerin aslı, en önemlisi,- en şereflisidir. Buna rağmen eğer küfürse, haram olan sözle yok olmaktadır. Bu durumda nikâh akdi, onun izalesi için konulmuş haram talâkla nasıl ortadan kalkmaz?
Konuyla ilgili gayr-ı ciddi verilen talâktan başka bir şey olmasaydı o da delil ©lurdu. Çünkü haram olmasına reğmen vukubulmaktadır. Allah'ın âyetleri ile oynamak helâl olur mu? Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "Şf insanların hallerine ne oluyor da, Allah'ın âyetlerini oyuna alıyorlar: "Boşadım, ru-cû ettim; boşadım rücû ettim..." diyorlar." buyurmuştur. Haram olmasına rağmen gayr-ı ciddi (hâzil) kimsenin talakı vâki olunca, ciddi olarak verilen talâkın —haram olmasına rağmen— evleviyetle vuku bulması gerekir.

24. Musannef, 10964, 11344. İsnadı sahihtir. Ayrıca bk. Dipnot: 8.

Haram nikâhla, haram talâk arasında bir fark daha vardır: Nikâh bir nimettir. Haramlarla mubah kılınmak istenemez. Onun izalesi ve kadınlığından istifade mülkiyetinin elinden çıkması ise bir azaptır. Dolayısıyla sebebinin haram bir şey olması caizdir.
Kadının kadınlığı ile ilgili konularda ihtiyatlı davranılır. İhtiyat ise talâkın vukuunu, ric'at ve akdin yenilenmesini gerektirir.
Biz biliyoruz ki, nikâh akdinde, diğer akitlerde aranmayan icab ve kabulle ilgili, veli ve iki şahidin bulunması gibi, rızasına itibar edilen bir kadınsa zevcenin rızasının alınması gibi ek şartlar alınır, iş sıkı tutulur. Fakat nikâhtan çıkışta en kolay şekilde çıkılır, talâkta nikâh sırasında aranan bu şartlardan hiçbirisi aranmaz. Nikaha azimetle girilir, fakat ondan şüphe ile çıkılır. Demek ki bunlar biribirinden çok farklıdır. Birini diğerine kıyaslamak mümkün olmaz.
Elimizde başka hiçbir şey olmasa bile sadece eski ve yeni bütün din âlimlerinin "Hayızlı iken hanımını boşadı", "Talâk iki nevidir: Sünnî talâk, bid'î talâk" gibi sözleri ile, İbn Abbas'ın: "Talâk dört şekil üzeredir: İkisi helâl, ikisi haramdır."'251 sözü delil olarak yine yeter. "Talâk" kelimesinin bu şekilde kullanılması ve taksime tâbi tutulması, onlar katında haram talâkın da gerçek talâk olduğuna delildir. "Talâk" isminin haram talâkı da içine alması, helâl talâkı içine alması gibidir. Eğer haram talâk, bir hakikati olmayan soyut, boş bir söz olsaydı, o zaman "Hanımını boşadı." denmezdi. Zira eğer bu söz boş olsaydı, varlığı ile yokluğu eşit olurdu. Böylesi bir durum için de "boşadı" tâbiri kullanılmaz ve talâk için; vâki olmayan talâk, vâki olan talâk gibi bir ayırım yapılmazdı. Zira mevcut bir mânası olmayan boş sözler, lafzen bir hakikati ve varlığı bulunan bir şeyin kısmı olamazlar.
Bu serdettiklerimiz, haram talâkın vukuuna kail olanların yapıştıkları delillerin tamamını oluşturmaktadır. Belki içlerinde, mevcut hilafı bilmediği için, icmâ iddiasında bulunanlar da vardır.
3. Haram Talâkı Geçerli Saymayanların Cevaplan:
Haram talâkın vâki olmayacağı görüşünde olanlar cevap olarak şöyle derler: Sizinle tartışmamız üç noktada olacak ve konuyla ilgili doğru buradan ortaya çıkacaktır:
25. Musannef, 10950. Helâl olanlar; temizken veya hâmile iken boşaması, haram olanlar, da; hayızlı ik.n veya cinsi münasebetle bulunduğu temizlik içerisinde boşamasıdır.
Birinci nokta: İcmâ iddianızın asılsızlığı. Bunu isbata asla imkân yoktur. Aksine icmâ olmadığı yaygın olarak bilinmektedir.
İkinci nokta: Cumhûr'un (çoğunluk) bir görüş üzerinde fetva vermeleri, o gr-üşün sahihliğine delâlet etmez. Cumhur kavli hüccet değildir.
Üçüncü nokta: Haram talâk, Sâri' Teâlâ'nın ahkâmını zikrettiği mutlak talâkla ilgili nasslar kapsamına girmez.
Eğer bu üç nokta ortaya konulabilirse, o takdirde biz, bid'î talâk, konusunda, doğruyu elde etmede sizden daha şanslıyız demektir.
1— Birinci noktayı ele alalım: Daha önce bu konuda ihtilâf bulunduğunu anlatmıştık. Buradan icmâ iddiasının batıllığı ortaya çıkar. Nasıl çıkmaz ki? İhtilâfların varlığı bilinmese bile, bir hüccet olacak, mazerete imkân vermeyecek, muhalefeti haram kılacak vasıfta bir icmâ isbatına yine imkânınız yoktur. Zira bu dediğimiz vasıfta bir icmâ kesin ve herkesçe malum olan bir icmâdır.
2— İkinci noktaya gelince, cumhur ulemanın bu görüş üzere oluşları hiçbir şey ifade etmez. Şer'î deliller içerisinde, Allah'ın kitabına, Rasûlü'nün sünnetine ve ümmetin icmâına ilâve olarak "cumhur kavlinin de hüccet olduğunu" bize isbat ediniz.
Sahabe devrinden zamanımıza kadar, eski ve yeni bütün âlimlerin görüşleri üzerinde düşünenler ve onların hallerini araştıranlar, onların tamamının cumhura muhalefeti caiz görmede icmâ halinde olduklarını görecek ve her birinin cumhurdan ayrıldığı birçok görüşü olduğunu bulacaktır. Bundan hiçbir kimse de müstesna değildir. Şu kadar var ki kiminin az olur, kiminin de çok. Eğer isterseniz imamlardan birini,ele alır ve cumhura muhalefet ettikleri görüşlerini araştırabilirsiniz. Eğer biz böyle bir araştırmaya girsek ve muhalif görüşleri saysak, kitap gerçekten uzar. O yüzden biz, ulemanın görüşlerini ve ihtilâflarını içeren kitaplara bakmanızı tavsiye ile yetiniyoruz. İmamların görüşleri onların (bize ulaşan) tarikleri hakkında bilgi sahibi olanlar, onların bu ihtilâflarından cumhura muhalefeti tecviz konusunda icmâ halinde olduklarını çıkarır. Şu kadar var ki, bu ihtilâflar, üzerinde içtihadın caiz olduğu, sahih ve açık sünnetin engel teşkil etmediği konulardadır. İçtihadın caiz olmadığı bir konuda ise, açık nasslara muhalefeti içeriyorsa, o takdirde böyle bir ihtilâfın inkâr ve reddinde hemen hemen müttefiktirler. İmamların mezheplerinde her iki tarzla ilgili herkesçe malum olan husus işte budur.
3— Üçüncü nokta: haram talâkın, talâkla ilgili nassların kapsamı içine girmesi şeklindeki iddianızla ilgiliydi. Şimdi size soruyoruz: Bir kimse kalksa da haramblan satış türlerinin, haram olan nikâhın satış ve nikâhla ilgili nass-larm kapsamına gireceğini iddia etse, ne derdiniz? Şöyle dese: "İsmin, o türden olan şeyin sahihini kapsamasıyla fasidini kapsaması aynıdır." Hatta diğer haram olan akitlerin de şer'î akülerle ilgili lafızların kapsamına gireceğini ve yine yasak ve haram olan ibadetlerin de şer'î lafızlar kapsamına gireceğini iddia etse ve bunların ismin kapsamına girdiği gerekçesiyle sıhhatlerine hükmetse acaba bunun bu iddiası doğru mudur, yoksa yanlış mı? Eğer doğrudur derseniz— ki bunu demenize imkân yok— bu söz, fasidliği dinen zorunlu olarak bilinen bir söz olmuş olur. Eğer "Onun bu iddiası yanlıştır." derseniz, o zaman kendi iddianızı bırakmış ve bizim dediğimize gelmiş olursunuz. Eğer "Bu iddia bazı yerde kabul edilir, bazı yerde reddedilir." derseniz o zaman size şöyle denilir: Buyurunuz ve bunların arasım, sağlam, değişmez, sapmaz bir kriterle ayırınız. Sizin elinizde, haram akitlerden nasların lafızları kapsamına girecek ve böylece ona sıhhat hükmü verilecek olanlarla; onların kapsamına girmeyecek ve böylece batılhk hükmü verilecek olanlar arasında ayırım yapabileceğiniz Allah katından gelen bir deliliniz (burhan) var mıdır? Eğer böyle bir kriter ortaya koymaktan acizseniz, o zaman biliniz ki, elinizde herkesin benzerini güzelce yapabileceği boş bir iddiadan başka bir şey yoktur veya siz sözü ile değil de sözü için ihticacda bulunan birilerine yaslanıyorsunuz. Bu yolda ortaya koyduğunuz şey üzerindeki örtü kaldırıldığında, bizzat tartışma mahalli ortaya çıkmaktadır. Siz onu delilinize mukaddime (öncül) yapıyorsunuz. Bu "müsadere ale'l-matlûb"un ta kendisidir. Acaba bizim tartışmamız nerede? Haram ve yasak talâkın "Boşanmış kadınlar güzellikle faydalandırılmalıdırlar", "Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler" ve benzeri naslarm kapsamına girip girmemesi değil midir? Sizin iddianız kabul edildi mi ki, siz onu delilinize mukaddime yapıyorsunuz?
İbn Ömer hadisi ile istidlalinize gelince, birçok yönden o, sizin lehinize delil olmaktan ziyade aleyhinize delil olmaya daha lâyıktır:
1) İbn Ömer'in - Onu bana geri çevirdi ve onu talâk saymadı." şeklindeki gayet açık sözü. Sıhhatinin beyanı daha önce geçmişti. Bu sarih ve sahih ifadeye karşı koyacak elinizde hiçbir şey yoktur. Bilâkis elinizdeki bütün lafızlar ya sahihtir fakat sarih değildir; ya da sarihtir, fakat sahih değildir. Nitekim göreceksiniz.
2) İbn Ömer'den Ubeydullah—Nâfi senediyle, güneş gibi bir isnadla sabittir. Buna göre İbn Ömer, hayizlı iken karısını boşayan adama: "Bu sayılmaz." demiştir. Daha önce geçti.
3) Eğer İbn Ömer hadisi, bu talâkın sayılmasında sarih olsaydı, İbn Ömer sırf görüşüne başvurup da soru sorana ( c-j} ) " = Sen ne dersin?" şeklinde bir cevap vermezdi.
4) İbn Ömer'den bu konuda nakledilen lafızlar son derece muztaribtir ve hepsi de sahihtir. Bu da İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in (s.a.) bu talâkı vâki kabul ettiği ve saydığına dair sarih bir nass bulunmadığına delâlet eder. Lafızların tearuzu sözkonusu olduğu için İbn Ömer'in kendi görüş ve fetvasına bakarız ve onun görüşünün bu talâkın vuku bulmayacağı şeklinde olduğunu gayet açık bir şekilde görürüz. Ayrıca hadislerinden birinin lafızlarının da bu konuda gayet açık olduğunu görüyoruz. Böylece sarih rivayeti ile fetvası bu talâkın sayılmayacağında birleşmiş oldu. Mücmel ve muztarib lafızlar ise muhalefet etmiş oldu. Daha önce açıklanmıştı.
İbn Ömer'in, "Niye saymayacak mışım ki" ve: "Sen ne dersin! Acz gösterip ahmaklık etse de (vuku bulan talâk gider) mi?" sözüne gelince; nihayet bu söz İbn Ömer'den talâkın vukûna dair gelen sarih birrivayettir deriz. Bu takdirde de İbn Ömer'den iki rivayet (muztariplik) olmuş olur.
Siz "Rasülullah'ın (s.a.), karısını kendisine geri çevirdiği ve onu (talâk) saymadığını bildirdiği halde nasıl olur da İbn Ömer vukuuna dair fetva verir?" diyorsunuz. Bu râvisinin muhalefet ettiği ilk hadis değil ki. Bu ve diğer râvisinin muhalefette bulunduğu hadisler için, sahabe ve ondan sonra gelenlerin rivayetlerinin reylerine takdim edileceğine dair güzel bir örnek (üsve-i hasene) vardır:
İbn Abbas, Berîre hadisini ve cariyenin satışının onun talâkı olmadığını rivayet etmiş ve bunun hilâfına da fetva vermiştir. İnsanlar onun rivayetini almışlar ve reyini terketmişlerdir. Doğrusu da budur. Çünkü rivayet masumdur (hatasızdır), masumdan (Hz. Peygamber) gelmektedir. Rey ise böyle değildir. Hem sonra İbn Ömer'den vuku bulmayacağına dair daha açık bir nakil yine bulunmaktadır ve o vaki olmayacağına dair olan rivayetine uygundur. Kaldı ki bunda fıkhı bir incelik de vardır ki, onu ancak sahabenin görüş ve kavillerine tam anlar. ,ıyla vâkıf olanlar, onların Allah ve Peygamber'in-den anladıklarını ümmet için gösterdikleri ihtiyatları gerçek anlamda kavrayabildiler ancak bilebilir. İnşaallah bunu Hz. Peygamber'in (s.a.) üç talâkın birden verilmesi ile ilgili hükmünü izah sırasında göreceksiniz.
İbn Vehb'in, îbn Ebî Zi'b'den rivayet ettiği hadisteki: ( i-^: J-' ) "—Ve o birdir." sözüne gelince; Allah'a yemin ederim ki, eğer bu söz Allah Rasûlü'nün (s.a.) sözünden olsaydı, onun önüne hiçbir şey geçirmez ve hemen ona koşardık. Fakat bilmiyoruz, o sözü İbn Vehb kendisinden mi söyledi, yoksa İbn Ebî Zi'b mi, Nâfi mi? Hakkında onun sözü olduğuna dair kesin bir bilgi bulunmayan bir şeyin Hz. Peygamber'e (s.a.) isnad edilmesi, ona şahitlik edilmesi ve böylece üzerine ahkâm terettüp etmesi, vehim ve ihtimalle "Bu Allah'tandır.'1 denilmesi asla caiz değildir. Öyle anlaşılıyor ki, o söz İbn Ömer'den beride bulunan râvilerden birinin sözüdür. Maksadı da, "İbn Ömer onu bii talâkla boşamıştı, üç talâkla boşamamıştı." şeklinde olmalıdır. Yani İbn Ömer, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında karısını bir talâkla boşadı diye başlamış ve rivayetine devam etmiştir.
Atâ ve Nâfi' senediyle gelen ve: "İbn Ömer'in bu boşaması sayıldı." şeklindeki İbn Cüreyc hadisi ise, olsa olsa Nâfi'in sözü olmalıdır. Sayan da belli değildir. Bizzat Abdullah mı, babası Ömer mi, yoksa Rasûlullah mı? Rasû-lullah'a şüphe ve zanla bir şey nisbet etmek caiz değildir. Hem sonra bu mücmel ifade, "Onu talâk saymadı" şeklindeki sarih ifadeye nasıl muarız olur? Allah şahittir, —şahit olarak da o yeter— eğer o talâkı sayanın bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna kesin kanaat getirsek, vallahi öte aşmaz, başka bir delil aramazdık.
"Kim bid'at şeklinde boşarsa, onu bid'ati ile ilzam ecicuz." şeklindeki Enes hadisi ise Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet edilmiş bâtıl bir hadistir. Biz onun bâtıl olduğuna Allah'ı şahit tutuyoruz. Hammâd b. Zeyd'in arkadaşlarından hiçbir sika râvi onu rivayet etmemiştir. O sadece ekip biçen yalancı (kezzâb)(26) ziraatçi İsmail b. Ümeyye tarafından rivayet edilmiş hadislerdendir. Sonra, hadisin ondan rivayet eden râvisi Abdülbâkî b. Kâni'dir.'271 el-Bürkânî ve başkaları onun zayıf olduğunu söylemişlerdir. Ömrünün sonlarına doğru İhtilata maruz kalmıştır. Dârakutnî onun hakkında: "Çok hata yapar" der. Böyle birisi, bir hadisle teferrüd ettiğinde, hadisi hüccet olamaz.
Osman b. Affan ile Zeyd b. Sâbit'in vukuuna dair fetva vermeleri ise asla sahih olamaz. Zira Hz. Osman'ın haberinde, yalancının (kezzâb) hali ve kim olduğu belli olmayan meçhul bir râviden rivayeti sözkonusudur. Çünkü İbn Seman, "bir adam"dan rivayet etmiştir. Zeyd'in haberinde ise meçhul bir râvinin yine meçhul birinden rivayeti sözkonusudur. Zira Kays b. Sa'd adını söylediği "bir adanf'dan, o da Zeyd'den rivayet etmiştir. Allah aşkına bu iki rivayet nerde, Abdülvahhab b. Abdülmecid es-Sakafî'nin, ümmetin hafızı Ubeydullah'tan, onun da Nâfi'den naklettiği, İbn Ömer'in "sayılmaz"
26. Cerh ve ta'dîl imamlarından ona "kezzâb" (yalancı) diyen birisine rastlamadık. Onlardan yapılan nakiller zayıf ve meçhul olduğu şeklindedir. Bk. el-Mîzan, 1/227; Lisânııl-Mîzan, 1/394, 404.
27. Müellif yanılmıştır. Çünkü hadisi İbn Kani', Zekeriyya es-Sâcî'den, o da ondan rivayet etmiştir.
dediği şeklindeki rivayeti nerede? Eğer bu haber sizin elinizde olsaydı, mu laka onu delil olarak kullanır ve onunla saldırırdınız.
"Onun haram olması, neticesinin üzerine terettüp etmesine mâni değildir. Zıhâr gibi." sözünüze gelince; önce bu, zikrettiğimiz nasslar ve ağır basan diğer deliller tarafından reddedilecek bir kıyastır. İkinci olarak: "Onun haram olması, neticesinin üzerine terettüp etmesine mânidir. Nikâh gibi' denmek suretiyle, bu tam tersine çevrilerek itiraza, karşı itiraz ileri sürülebilir.
Üçüncü olarak zıhâr'ın; helâl zıhâr, haram zıhâr diye iki yönü yoktur. Aksine hepsi haramdır. Çünkü o, kötü bir söz ve iğrenç bir yalandır. Onun helâl ve caiz; haram ve bâtıl diye ikiye ayrılması mümkün değildir. Bilakis o, yabancıya yapılmış bir iftira ve riddet mertebesindedir. Bulunduğu zaman mutlaka beraberinde mefsedeti ile bulunur. Dolayısıyle, "Zıhardan bir kısmı vardır ki helâl ve sahihtir; bir kısmı da vardır ki haram ve bâtıldır." demek düşünülemez. Nikâh, talâk ve satış ise böyle değildir. Zıhâr, vukubulduğun-da beraberinde mefsedetini de bulunduran ve dolayısıyla üzerine hükümleri terettüp eden haram fiiller grubundandır. Talâkın, haram helâl; sahih ve bâtıl kısımlarına ayrılan nikâh, satış, icâre, ve diğer akitlere ilhak edilmesi daha uygundur.
"Nikâh, kadının kadınlığından istifade mülkiyeti doğuran bir akittir, talâk ise, o mülkiyeti izale eden bir akittir." sözünüze evet. Fakat; birinin hükmüne itibar edip onu lâzım kılıp geçerli kabul etmek, diğerini ise ilga ve iptal etmek konusunda, iki akit arasında ayırıma delâlet eden Allah ve Rasülü'-nden gelen elinizde bir burhanınız mı var?
Mal üzerindeki mülkiyetin, haram olan itlafla yok olmasına gelince, burada maddi anlamda kaybolan ve artık bir jnahalH kalmayan bir mülk söz konusudur. Yalan ikrarla zevaline gelince bu, çok çok uzak bir şey. Biz onu zahiren ikrarında tasdik ederiz ve —kendi yalan bile olsa—, tasdik edilen bu ikrara dayanarak mülkünü izale ederiz.
Küfür olan sözle imanın zail olmasına gelince, bunun cevabı geç; für konusunda helâl ve haram diye bir ayırım yoktur.
Gayr-ı ciddi verilen talâk ise vâkidir, çünkü mahalline isabet etmiştir. İçinde cima olmayan temizlik süresinde verilmiş, bu yüzden de geçerli olmuştur. Gayr-ı ciddi boşamış olması, talâkın neticesinin üzerine terettüp etmemesini istemesi demektir. Bu ise kendisine ait değil, Şâri'in yetkisindedir. O, tam olarak sebebi ortaya koymuştur, fakat neticesinin olmamasını dilemiştir. Bu, ona fayda vermez. Talâkı, meşru zamanı içerisinde vermeyenin durumu ise böyle değildir. Zira o, Yüce Allah'ın talâkın vukuuna götürmek üzere koy-

Zâdu'l-Meâd, 5/22

muş olduğu sebebi ortaya koymamıştır. O kendine göre bir sebep ihdas etmiş ve onu talâkın hükmüne ulaştırıcı bir vasıta yapmak istemiştir. Mükellefin böyle bir yetkisi yoktur.
"Nikâh nimettir, onun sebebi de ancak taat olmalıdır. Talâk ise nimetin izalesi kabilindendir. Onun sebebinin masiyet olması da caizdir." sözünüze gelelim. Cevaben deriz ki: Bazen olur ki talâk kişinin boynuna geçen lâleden, ayağına vurulan bukağıdan kurtulabileceği en büyük nimetlerden biri haline gelir. Her talâk azap değildir. Aksine; kullarına, içlerinden biri eş değiştirmek, sevmediği ve kendisine uygun düşmeyen eşinden kurtulmak istediğinde, talak yoluyla ayrılık imkânını vermesi, yüce Allah'ın nimetlerinin kema-lindendir.
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
Birbirini sevenler için nikâh gibisi, birbirinden nefret edenler için ise talâk gibisi görülmemiştir. Sonra siz talâka nasıl azap (nikmet) dersiniz. Halbuki Allah: "Henüz dokunmadan... kadınları boşarsanız bunda size bir günah yoktur..."(28), "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde onları iddetleri içerisinde boşayınız."'291 buyurmaktadır.
"Kadının kadınlığından istifade konusunda ihtiyatlı davranmak gerekir." diyorsunuz. Evet buna biz de katılıyoruz. Bu yüzden de ihtiyatlı davrandık ve eşleri kesin olan nikâhları üzerinde —aynı kesinlikle nikâhlarını izale edecek bir durum olmadıkça— bıraktık. Eğer hata etmişsek, hatamız tek bir cihettedir. Eğer isabet etmişsek iki cihetten olur; birinci koca ciheti, ikinci koca ciheti. Siz ise iki şey irtikâb ediyorsunuz: Kendisine yakînen helâl olduğu bilinen kimseye kadını haram, başkasına ise helâl kılıyorsunuz. Eğer hata idiyse, iki cihetten hata olmaktadır. Böylece ihtiyat açısından bizim durumumuzun sizinkinden daha evlâ olduğu ortaya çıkmış oldu. Ebu Tâlib rivayetinde İmam Ahmed şöyle demiştir: Sarhoşun talâkı konusunda aynen bu ihtiyatın bir benzeri vardır. Talâkla emretmeyen kimse sadece bir haslet getirmiştir. Talâkla emreden kimse ise iki haslet getirmiştir: Kadını kocasına haram kılmış, başkasına ise helâl kılmıştır. Bu (birincisi), bundan daha hayırlıdır.
"Nikâha azimet ve ihtiyatla girilir (ek şartlar aranır), en basit bir şekilde de çıkılır" şeklindeki itirazınıza ise diyoruz ki, evet doğrudur, ancak sadece Allah Teâlâ'nın ondan çıkmak için sebep olarak belirlediği, izin verdiği şeylerle çıkılabilir; kişinin kendi belirlediği ve çıkmak için bizzat kendisinin sebep olarak ihdas ettiği şeylerle ise asla!
İşte buraya kadar serdettiklerimiz, her iki grubun da, rehberlerinin (delil) dizginlerinden ancak süvarilerin çekebileceği, hücumu anında cesurların

]28. Bakara, 2/236. İ29. Talâk, 65/1.

şecaatinin sönük kalacağı bu dar, korkulu ve sarp yolda ayaklarının ulaşabildiği son noktadır. Biz bunların kaynaklarına ve delillerine sadece ilimden çok az bir sermayesi olan fakat herşeyi bildiğini zannedenlerin, kendi bilgilerinin dışında daha başka şeylerin de olduğunu bilmeleri için işarette bulunduk. Eğer kişi, ilimde bir payeye sahip değilse, delillerin arkasında yaya kalıyorsa, kolu delillerin meyvesini toplamaya yetişemiyorsa; azminin paçalarını çemreleyen, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti etrafında dönen, onu hakem kılmak, meseleleri ona götürmek uğrunda bütün himmetini ortaya koyan kimseden özür dilesin. Eğer kusuru ve bu ulaşamayacağı noktadan yüz çevirmesi konusunda, kendisi ile tartışmada bulunana özür dilemeyecekse, o zaman bari karşısındaki insanı, kendi nefsi için razı olduğu koyu taklitten yüz çevirmesinde mazur görsün ve kendisi ile karşısındakine baksın, acaba hangisi mazur gösterilen çabalardan, hangisi de şükranla karşılanmaya daha lâyıktır. Yardım Allah'tandır, tevekkül O'nadır, yegâne doğruya ulaştırıcı O'dur. Rızasını kazanmak için onun kapısına yönelene her kapıyı açan O'dur.
b) Bir Defada Verilen Üç Talâk: ]
1. Bir Defada Verilen Üç Talâk Hakkındaki Hükmü:
Mahmud b. Lebîd (r.a.) hadisi daha önce geçmişti. Hadise göre Hz. Pey-gamber'e, bir adamın karısını üç talâkla birden boşadığı haber verilmişti. Hz. Peygmaber (s.a.) kızarak kalkmış ve: "Ben sizin aranızda iken Allah'ın kitabı ile oyun mu ediliyor?" buyurmuştu. Hadisin isnadı Müslim'in şartına göre sahihtir. Zira İbn Vehb, hadisi Mahreme b. Bükeyr el-Eşec'den, o da babasından rivayet etmiştir. Babası "Mahmud b. Lebîd'den işittim ki..." diyerek hadisi zikretmiştir. Mahreme'nin sika olduğunda şüphe yoktur. Müslim Sahih'inât onun babasından rivayet ettiği hadisi ile ıhticacda bulunmuştur.
Hadisin kusurlu olduğunu söyleyenler şöyle diyorlar: O (Mahreme) ondan işitmemiştir. Sadece kitaptan rivayet etmiştir. Ebu Tâlib şöyle diyor: Ahmed b. Hanbel'e Mahreme b. Bükeyr'den sual ettim. O şöyle dedi: "O sikadır, babasından işitmemiştir. O sadece Mahreme'nin kitabıdır. Ona bakmıştır. Bana Süleyman b. Yesâr'dan ulaşmıştır tabirini kullandığı bütün hadisler, Mahreme'nin kitabındandır." Ebu Bekir b. Ebî Hayseme şöyle der: Yahya b. Maîn'i işittim, şöyle diyordu: "Mahreme b. Bükeyr'e babasının kitabı intikal etti, o babasından (hadis) işitmedi." Abbas ed-Dûri'nin rivayetinde: "O zayıftır. Babasından olan rivayeti kitap (>ob ile) dir. Ondan işitmemiştir." 1er. Ebu Davud ise: "Babasından tek bu h.ı '..m, vitir hadisini işitmistir." der. Saîd b. Ebî Meryem dayısı Musa b. Seleme'den nakleder: Man-reme'ye geldim ve ona: "Baban sana hadis rivayetinde bulundu mu?" diye sordum. O: "Ben babama yetişemedim, fakat şunlar kitaplarıdır." diye cevap verdi.
Bu tenkitlere cevap iki açıdan olacaktır:
1) Birincisi yazı ile amel konusundadır. Eğer babasının kitabı, kendi yanında saklanıyor, koruma altında bulunduruluyorsa, o takdirde hadisin hüccet olabilmesi için, onu işitme yolu ile veya kitabına bakması yolu ile rivayeti arasında bir fark yoktur. Hatta yazılı nüshadan alması, eğer râvi onun bizzat şeyhin kendi nüshası olduğundan emin ise, daha ihtiyatlı olacaktır. Bu sahabe ve selefin yoludur. Hz. Peygamber (s.a.) meliklere mektuplar yazar ve gönderirdi ve bu mektuplar onlar üzerine birer hüccet olurdu. İslâm ülkesinin çeşitli yörelerinde görevli âmillerine mektuplar göndermiş ve onlar bu mektuplarla amel etmişler, onları delil olarak kullanmışlardı. Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk, Hz. Peygamber'in (s.a.) zekât hakkındaki yazısını Enes b. Mâlik'e vermiş ve Enes onu muhafaza etmiş, bütün.ümmet onunla amel etmiştir. Amr b. Hazm'a gönderdiği zekâtlarla (sadakat) ilgili mektubu da öyledir. Bu mektup da Amr ailesinde bulunuyordu. Selef ve halef Öteden beri birbirlerine gönderdikleri yazılarla ihticacda bulunuyorlardı. Kendisine yazı gönderilen kimse: "falan bana yazdı ki, kendisine falan haber vermiş..." diyordu. Eğer yazılı malzemelerle delil getirmek bâtıl olsaydı, ümmetin elinde ilim diye son derece az bir şey kalırdı. Şu bir gerçektir ki, asıl itimat yazıyadır, hıfza- değildir. Hafıza ihanetkârdır. Yazı ise ihanet etmez. Geçmişte hiçbir zaman için, yazı iie amelde bulunmayı reddeden ve yazıyı yazan bana şifahen söylememiştir, dolayısıyla kabul etmiyorum diyen bir kimse çıkmamıştır. Aksine hepsi de yazının kabulünde ve onunla amelin caiz olduğunda —eğer onun yazdığı sahihse— icmâ halindedirler.
2) "O babasından işitmemiştir." diyenin sözü, "Hayır işitmiştir" diyen ve onun hakkında daha fazla bilgi sahibi olan ve hem de isbat durumunda olan kimsenin sözü ile çatışmaktadır. Abdurrahman b. Ebî Hatim şöyle der: Babama Mahreme b. Bükeyr'i sordular. Babam: "O sâlihu'l-hadîstir." dedi, îbn Ebî Üveys şöyle der: Mâlik'in kitabının sırtında şunu buldum: "Mah-reme'ye babasından rivayet ettiği hadisleri, ondan işitip işitmediğini sordum. Bana yemin etti ve: Şu binanın (yani Mescidin) Rabbine yemin ederim ki, babamdan işittim, dedi." Ali b. el-Medînî şöyle der: Ma'n b. İsa'yı şöyle derken işittim: "Mahreme babasından işitmiştir. Rebîa ona Süleyman b. Yesâr'ın re'yinden (görüşlerinden) bazı şeyler arzetmiştir." Ali devamla: "Mahreme'nin babasından Süleyman'ın kitabını işitmiş olacağını sanmıyorum. Belki az bir şey işitmiş olabilir. Medine'de, "Mahreme b. Bükeyr'in hadislerinde, ('Babamdan işittim" diye söylediğini bana haber veren hiçbir kimse görmedim. Mahreme sikadır." demektedir. İmam Mâlik'in onun kitabını alması, ona bakması ve Muvatta'mda ona yer vermesi, onun güvenilirliği için yeterlidir. İmam: "Bana Mahreme rivayet etti. O salih bir adamdı." dedi. Ebu Hatim ise şöyle der: İsmail b. Ebî Üveys'e: "Mâlik b. Enes'in, 'Bana sika rivayet etti' dediği bu sika kimdir?" diye sordum. "Mahreme b. Bükeyr'dir."dedi. Ahmed b. Salih el-Mısrî'ye, "Mahreme sika râvilerden miydi?" diye soruldu. "Evet", dedi. İbn Adiy; İbn Vehb ve Ma'n b. İsa'dan, Mahreme'den (gelen hadisler için): "Hasen, doğru hadislerdir. Sanırım bir beis yoktur." demiştir.
Müslim'in Sahih'inde; İbn Ömer'in, karısını üç talâkla boşayana sözü şöyledir: "O, başka bir kocayla evlenmedikçc artık sana haram olmuştur ve bu halinle sen, karını boşaman konusundaki Allah'ın emrine isyan etmiş oldun."(30) Bu İbn Ömer'in, emrolunan talâkı tefsir şeklidir. Sahabînin tefsiri hüccettir. Hâkim: "O bizce merfûdur." demiştir/31'
Gerçek anlamda Kur'an üzerinde düşünenler bunu görürler ve zifaf dan sonra verilecek meşru talâkın, ric'atı mümkün kılan talâk olduğunu, yüce Allah'ın üç talâkı birden vermeyi asla meşru kılmadığını anlarlar. Yüce Allah:" =Talâk iki defadır." buyurmuştur. Arap kendi lügatinde "iki defayı" ancak biri diğerinin akabinde olan iki olgu şeklinde anlar. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kim, her namazın arkasında otuz üç defa teşbih, otuz üç defa tahmid, otuz dört defa tekbir getirirse..." <32)buyruğu ve buna

30. Müslim, 1471 (3).
31. Müellif, Vlamu 'l-Muvakhîn'de {4/153) Hâkim'in bu sözünü İzah etmiş ve şöyle demiştir: Onun bundan maksadı istidlal ve ihticac konusunda merfû hükmündedir, şeklindedir. Yoksa bir sahabî âyet hakkında bir söz söyledi mi bizim "Bu söz Rasûlullah'ın sözüdür veya Rasûlullah söylemiştir." diyebilmemiz manasına değildir. Başka bir İzahı daha vardır: Onu
Hz. Peygamber (s.a.) onlara açıklamış ve tefsir etmiştir manâsında merfûdur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Allah Teâlâ'nın da "İnsanlara, kendilerine indirileni açıklayasın
i diye..." buyurduğu gibi, onlara Kur'an'ı apaçık ve yeterli olacak biçimde açıklıyordu. As-habtan birisi bir âyeti anlayamadı mı hemen soruyordu. O da ona açıklıyordu. Nitekim,
Sıddîk: "Kim bir kötülük işlerse onunla cezalandırılır." âyetini sormuş, Hz. Peygamber {s.a.) de onlara mânasını açıklamıştı. Sahabeden birisi: "İman edip de imanlarına bir zulüm karıştırmayanlar." âyetini; Ümmü Seleme, "Onlar kolay bir hesaba çekilirler." âyetini sormuştu. Ve kolay hesabın "arz" olduğunu ifade buyurmuşlardı. Hz. Ömer, "Kelâ-le"yi sormuş ve onu Nisa sûresinin sonundaki âyete havale etmişti... Bülün bu örnekler gerçekten pek çoktur. Onlar bize Kur'an tefsirini nakilde bulunduklarında bazan Hz. Pey-gamber'den (s.a.) aldıkları lafızlarla, bazan da mânası ile naklediyorlardı. Kendi ifadeleri ile tefsirleri, mâna ile rivayet kabilinden oluyordu. Nitekim sünneti de bazan kendi lafzı ile, bazan da mânası ile kendi ifade kalıplarına dökerek rivayet ediyorlardı. Bu, izah diğerinden daha güzeldir. Müellif, sahabînin tefsirini alma gerekliliğini, "başka bir sahabînin muhalefeti olmadığı zaman" şeklinde kayıtlamıştır.

32. Kaynaklan geçıi. Sahihtir. Bk. Namazdan Sonraki Tutumları, 1/276-280.

benzer diğer ifadelerden, sadece birbiri arkasına getirilen teşbih, tahmid ve tekbirler anlaşılır. Şayet: "Otuz üç defa Sübhanallah", "Otuz üç defa Elhamdülillah", "Otuz üç defa Allahu Ekber" demiş olsa, bununla sadece üç defa söylenilmiş olur. Şu âyet daha da açıktır: "Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince; onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi...dir."(33) Şayet kişi: "Allah'ı dört defa şahit tutarım ki, ben mutlaka doğrulardanım." diyecek olsa, bu bir şahitlik yerine geçer. Yine: "Onlara iki defa azab edeceğiz." buyurması, (34) azabın birbiri peşinde ayrı ayrı olacağında daha da açıktır. Bu mâna, "Onun sevabını iki defa veririz."'351 âyeti ile, "Üç kişi vardır ki onların sevapları iki defa verilir." hadisi1361 tarafından bozulmuş olmaz. Çünkü bu ikisindeki, ( JŞ}. ) " = iki defa" ifadesi "iki misli, iki katı" anlamındadır. Miktar bakımından iki katı verileceği ifade olunmaktadır. Aynen: "Ona azab iki katı katla-. nır."(37)âyeti ile, "Ürününü iki kat verir."*381 âyetindeki gibi. Yani: "Başkalarının o yüzden azap gördüğünün iki katı", "verdiğinin iki katı" mâna-larınadır. Enes'in: "Hz. Peygamber zamanında ay iki parçaya ayrıldı" sözünde de iki kere ( ~>V ) ifadesi kullanılmıştır. Hadisteki ( ->V ) kelimesi "ayrı ayrı iki parça" anlamındadır. Nitekim başka bir lafızda: ( .,£& ) " = iki parça" şeklinde rivayet edilmiştir.(39) Buradaki ( .» ) kelimesinin "iki parça" şeklinde anlaşılması kesinlik arzetrnektedir. Zira ayın yarılması olayı, sadece bir defa olmuştur. Zaman içerisinde iki kerelikle, miktar bakımından iki misli, iki parça, iki kere olmak arasındaki fark bellidir. İkinci türden olanın aynı anda bir araya gelmeleri mümkün iken, birincisinde bu durum sözkonusu olamaz.
Yüce Allah'ın üç talâkın birden verilmesini meşru kılmadığına delâlet eden delillerden biri de: "Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç aybaşı hali (veya

33. Nur, 24/6.
34. Tevbe, 9/101.
35. Ahzab, 33/3].
36. Buharı, 3/30; Müslim. 154. Rasûlullah (s.a.) şöyle-buyurmuşiur: "Üç kimse vardır ki bunların sevapları iki kal verilir: Ehli kitabtan bir adam. hem kendi peygamberine inanmış, sonra da Peygamber'e (s.a.) yetişmiş ve ona inanmış, ona tâbi olmuş ve onu lasdik etmişlir. Onun için iki kat sevap vardır. İkincisi, köledir. Hem Allah'ın hakkını hem de efendi-İ1' sinin hakkını yerine getirmiştir. Onun için de iki sevap vardır. Üçüncüsü bir adam ki. bir & cariyesi vardır, onu besleyip büyüsmüş, gayet güze! terbiye etmiş, sonra da onu âzad ederek onunla evlenmiştir. İşte onun da İki sevabı vardır."

37. Ahzâb, 33/30. 58. Bakara, 2/265.
39. Buharı, (Fethu'1-Barî), 6/464; Müslim, 2802.

üç temizlik müddeti) beklerler... Eğer kocalar barışmak isterlerse bu durumda onları tekrar alma (onları geri çevirmeğe) daha hak sahibidirler." âyetidir.(4Ü) Bu âyet zifaf sonrası verilen her talâktan sonra —akabinde bahsedilen üçüncü talâk hariç— boşayan kocanın, ric'at yolu ile karısını tekrar nikâhına döndürmeye hak sahibi olduğunu göstermektedir. Yine: "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde onları iddetleri içinde boşaym ve iddeti de sayın... İddet müddetlerini doldurduklarında onları ya güzelce tutun veya onlardan uygun bir şekilde ayrılın.'"4" buyurmuştur. Meşru talâk işte budur. Yüce Allah talâkın bütün kısımlarını Kur'an'da zikretmiş, hükümlerini açıklamıştır. Zifaftan önce verilen talâktan bahsetmiş ve iddeti bulunmadığını zikretmiştir. Üçüncü talâkı zikretmiş ve boşanan kadının, yeni bir koca ile evlenmedikçe, artık birinci kocaya haram olacağını beyan etmiştir. "Hulu" denilen fidye lalağından bahsetmiş ve onu üç talaktan mahsup etmemiştir (talak değil fesih), nitekim daha önce geçmişti. Kocanın ricat hakkına sahip olduğu ricî talaktan bahsetmiştir. Bu daha önce geçen üç kısmın haricinde olandır.
Bunu delil olarak kullanan İmam Ahmed, Şafiî ve daha başkaları, zifaf sonrası bedelsiz verilen tek talâkın bâin olmayacağı neticesine varmışlardır. Onlara göre koca: "Sen bâin olarak bir talâk boşsun." dese bu talâk bâin değil ricî olur, hainlikle nitelemesine itibar edilmez. Kişi dönüşü olmayan ayrılığa ancak bedelli talâkla (halû yolu ile) ulaşabiir. Ebu Hanife ise: "Hayır, bu talâkla ayrılık (bâin talâk) meydana gelir. Çünkü ric'at kocanın hakkıdır ve onu kendisi düşürmüştür." demektedir. Cumhur ulema: "Her ne kadar ric'at kocanın hakkıysa da ric'î talâk nafakası, kadının giyim kuşam masrafı üzerine bir vazifedir. Dolayısıyla kadının isteği olmadan, ona bir hulû bedeli vermeden veya, —cevaz veren bir kavle göre— bedelsiz de olsa kendisini kurtarma talebinde bulunmadan kocanın bu hakkı düşürme yetkisi yoktur." demektedirler.
Kadının talebi olmaksızın veya hulû bedeli vermeksizin, kocanın kendi üzerinde bulunan nafaka hakkını düşürmesi nassa ve kıyasa muhalif düşmektedir.
Yine Allah Teâlâ talâkı, hem kadın hem de erkek için, en mükemmel şekli üzere meşru kılmıştır. Zira cahiliye döneminde erkekler kadınlarını sayısız boşuyorlardı. Birisi istediği zaman karısın;' --»sar ve sonra da ric1?! ederdi. Bir sınırı yoktu. Bu her ne kadar erkekler için uygırı iı/yse de, kadınlara zarar veriyordu. Allah bunu kaldırdı ve talâkı üç sayısıyla sınırladı. Kocaya başka

40. Bakara, 2/228.
41. Talâk, 65/1-2.

yetki vermedi, iddet içerisinde onu rücû hakkı tanıdı. Eğer yetkisine verilen üç talâkı da kullandıysa, artık kadın kendisine haram oldu. Bunda erkeğin de durumu göz önünde bulundurulmuştu. Zira ilk talâkla kadın hemen kendisine haram olmuyordu. Kadının durumu göz önüne alınmıştı, zira erkeğe üçten fazla bir yetki tanınmamıştı. İşte Allah'ın şeriatı, hikmeti ve kulları için koyduğu sınırları budur. Eğer kadın, verilen ilk talâkla kocaya haram olsaydı bu, şeriatın ve Allah'ın hikmetinin tersine bir iş olurdu. Koca üç talâkı birden vermeye yetkili değildir. Sadece bir tanesine yetkisi vardır. Bir talâktan fazlası, şer'î izin dahilinde değildir.
Şâri'in hükmüne muhalif olduğu için, bir talâkla onu bâin (ayrı) kılmaya yetkili olmadığı gibi, bir anda üç talâk vererek onu bâin kılmaya da yetkili değildir. Zira bu da Şâri'in koyduğu hükme aykırıdır.
Meselenin esası şudur: Yüce Allah sadece iki yerde talâkın bâin olacağını hükme bağlamıştır: Birincisi: Zifaf vaki olmayan eşlerin boşanması durumunda. İkincisi de: Üçüncü talâkın verilmesiyle. Bunun dışında kalan diğer talâklarda, koca için ric'at hakkı tanımıştır. Kitab'm gereği budur. Nitekim açıklaması geçti. Zahirîler: "Üç talâk olmaksızın sadece hulu yolu ile de bey-nûnet (ayrılık) meydana gelir." derler.
Kocanın: "Sen ric'atı olmayan bir talâkla boşsun!" demesi durumunda Mâlikîlerin üç görüşü bulunmaktadır: 1) Bu söz üç talâktır. Bu, İbn Mâci-şûn'un görüşüdür. Çünkü ric'at hakkını düşürmüştür. Ric'at hakkı ise ancak üç talâkla düşer. Dolayısıyla bu söz zarurî olarak üç talâkı gerektirir. 2) Bâin bir talâktır. Nitekim kendisi de öyle söylemiştir. Bu da İbnü'I-Kâsım'ın görüşüdür. Çünkü koca, bedelli bir talâkla, kadını bâin kılmaya yetkilidir. Bedelsiz de yetkili olur. Ona göre hulu talâktır. 3) Ric'i bir talâktır. Bu da ibn Vehb'in görüşüdür. Kitap, sünnet ve kıyasın gereği de budur. Çoğunluk ulema da bu görüş üzerindedirler.
2. Bir Defada Verilen Üç Talâkın Geçerli Sayilmasındaki İhtilâflar:
İkinci mesele: Bîr defada verilen üç talâkın vukuu hakkındadır. Âlimler bu konuda dört görüşe ayrılmışlardır:
1— Vâki olur. Dört imamın, çoğunluk tabiîn ulemasının ve sahabeden pek çoğunun görüşü bu doğrultudadır.
2— Vâki olmaz, aksine reddedilir. Çünkü bid'attir; bid'at ise merdut-dur. Hz. Peygamber (s.a.): "Bir kimse, üzerinde emrimiz olmayan bir iş işlerse, o merduttur." buyurmuştur.<42) Bu görüşü İbn Hazm nakletmiştir. İmam Ahmed'e de nisbet edilmişse de, onu inkâr ederek: "Bu râfizîlerin görüşüdür." demiştir.
3— Sadece bir ric'î talâk vuku bulur. Bu, İbn Abbas'tan sabittir. Ebu Davud, ondan bu görüşünü zikretmiştir. İmam ahmed şöyle der: Bu, İbn İs-hak'in görüşüdür. O, "Sünnete muhalefet etmiştir, sünnete geri çevrilir." der. Bu görüş ayrıca Tâvûs ve İkrime'nin de görüşüdür. Şeyhülislâm İbn Teymi-ye'nin tercihi de budur.
4— Zifaf vaki olanla, olmayan arası ayrılır. Eğer boşanan zifaf vaki olan kadınsa, üç talâk vuku bulur. Zifaf olmamışsa bir talâk gerekir. Bu da İbn Abbas'ın talebelerinden bir grubun görüşüdür. Muhammed b. Nasr el-Mervezî'nin İhtiîâfu'l-Ulemâ adlı kitabında naklettiğine göre, İshâk b. Râ-hûyeh'in görüşü de böyledir.
İkinci görüşte olup, hiçbir şey vuku bulmaz diyenler, bunun haram bir bid'at olduğunu, bid'atin de merdud bulunduğunu söylemektedirler. Nitekim İbn Hazm, itiraf ederek: "Eğer haram bir bid'at olsaydı red ve bâtıl kılınması gerekirdi." demiş ancak (bid'at olduğunu kabul etmeyerek) İmam Şafiî'nin "Üç talâkı birden vermek caizdir, haram değildir" şeklindeki görüşünü tercih etmiştir. Bu görüşün delilleri ileride gelecektir.
Bir talâk vuku bulur diyenler ise, nass ve kıyastan delil getirmişlerdir. Nass delili: Ma'mer ve İbn Cüreyc—İbn Tavus—Tavus—Ebu's-Sahbâ senediyle gelen haberdir. Ebu's-Sahbâ, İbn Abbas'a: "Üç talâkın, Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile Hz. Ömer devrinin de ilk yıllarında bir talâk kılındığını bilmiyor musun?" demiş, oda: "Evet, (biliyorum)." demiştir. Bunu Müslim rivayet etmiştir.
Başka bir rivayette: "Üç talâkın, Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında bir talâka çevrildiğini bilmiyor musun?" demiş, o da: "Evet (biliyorum)." demiştir.(43)
43. Müslim, 1472; Ahmed, 1/314; Ebu Davud, 2199; Tahavî, Şerhu Meâni'l-Âsâr, 2/32; Hâkim, 2/196. Hafız İbn Receb el-Hanbelî şöyle der: Bu hadis hakkında İslâm âlimleri iki yo] izlemişlerdir.
Birincisi, İmam (Ahmed) ve ona muvafakat edenlerin yolu: Buna göre hadisin isnadında şâzlık bulunmaktadır. Tâvûs bu hadisle teferrüd etmiştir. Şahidleri yoktur. Her ne kadar sika da olsa, râvinin bir hadisle teferrüdü, o hadisi malûl kılar ve tevakkuf etmeyi gerektirir, eğer o hadisin manası sahih olan başka bir yoldan da rivayet edilmemişse onun şâz ve münker olmasına sebep olur. Bu yaklaşım önce geçen hadis imamlarına aittir. İmam Ahmed, Yahya b. Maîn, Yahya b. el-Kattân, Ali b. el-Medînî bunlardandır. Bu hadisi İbn Abbas'tan Tâvus'-tan başkası rivayet etmemiştir. Mansûr rivayetinde İmam Ahmed şöyle der: İbn Abbas'ın bü- Ebu Davud, Ahmed b. Salih—Abdürrezzâk—İbn Cüreyc— Rasjlnllah'ın âzadlısı Ebu Râfi'in oğullarından biri —İkrime— İbn Abbas senedi ile rivayet eder: İbn Abbas anlatır: Abdu Yezîd —Rükâne ve kardeşlerinin babası— Ümmü Rükâne'yi boşadı ve Müzeyne'den bir kadını nikahladı. Kadın, Hz . Peygamberce (s.a.) geldi ve başından bir saç teli alarak: "Ondan benim istifadem ancak şu saç telininki gibi. O yüzden aramızı ayır." dedi. Hz. Pey-gamber'i (s.a.) bir hamiyettir a|dı. Hemen Rükâne ve kardeşlerini çağırttı ve meclisinde bulunanlara: "Şüphesiz ki, oğlu falanca Abdu Yezîd'e şu şu bakımdan, falanca da şu şu bakımdan benziyor, öyle değil mi?" demiş, onlar da: "Evet" demişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) Abdu Yezîd'e: "Onu boşa!" diye söyledi. O da boşadı. Sonra: "Rükâne ve kardeşlerinin annesi olan karına dön (ric'at et)." buyurdu. O: "Ben onu üç talâk boşadım Ya Rasûlallah!" dediyse de Hz. Peygamber (s.a.): "Tamam, anladım, sen ona dön." dedi ve: "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde iddetleri içinde boşayımz." âyetini okudu.(44)
İmam Ahmed, Sa'd b. İbrahim —babası—Muhammed b. İshak—Davud b. el-Husayn—İbn Abbas'ın âzadlısı İkrime—İbn Abbas senediyle rivayet eder: İbn Abbas anlatır: Muttaliboğullannın kardeşi Rükâne b. Abdu Yezîd, karısını bir mecliste üç talâkla boşamıştı. Buna çok üzüldü. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine: tün talebeleri, Tâvus'un rivayet etliğinin hilafını rivayet etmişlerdir. el-Cüzcânî: "O şâz bir hadistir, ük zamanlarda bu hadisle çok ilgilendim, fakat bir türlü ona bir mesned bulamadım," der... İbn Receb devam eder: Bu hadisin râvisi oJmasına rağmen, İbn Abbas'ın bunun hilafına ve birden verilen üç talâkın bağlayıcılığına dair fetva verdiği sahihtir. MuğnPde de zikredildiği gibi İmam Ahmed ve Şafiî, bu yolla da hadisi tenkide lâbi tutmuşlardır. Bu bile hadis için başlı başına bir illettir. Bir de şâz ve münker oluşu, ümmetin İcmâına muhalif oluşu eklenince, durum nasıl olacaktır? Kadı İsmail, Ahkâmu'l-Kur'ân
. adlı eserinde şöyle der: "Tavus iyi hal ve faziletine rağmen, münker şeyler rivayet eder. Bunlardan birisi de bu hadisiir." İbn Receb: "Mekke âlimleri, Tâvus'un şâz sözlerden teferrüd ettiği rivayetleri tepki ile karşılarlardı." der.
İkincisi İbn Râhûyeh'in ve ona tâbi olanların yaklaşımıdır: Bu yaklaşım hadisin manasıyla ilgilidir ve bu hüküm, zifaf gerçekleşmemiş zevcelere hamiedilmelidir. Bunu İbn
. Mansûr. İshâk b. Rahûyeh'den nakletmiştir. Havfî, el-Câmfde buna işareı etmiş; Ebu
, Bekr el-Hallâl ve Ebu Bekr el-Esrem Sûnen'inde buna dair bâb açmışlardır. Ebu Davud'-daki (2199) hadis de buna delâlet etmektedir. Hadis Hammed b. Zeyd—Eyyûb—birçok kimse—Tavus—İbn Abbas senediyle şöyledir: İbn Abbas: Kişi zifaftan önce karışım Üç talâkla boşadığında bunu Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir devirleriyle. Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında bir talâk sayarlardı. Hz. Ömer insanların talâka düşkünlük gösterdiklerini görünce (ashaba): "Bu talâkları aleyhlerine geçerli sayınız." dedi. Eyyûb, büyük; bir imamdır. Eğer, "O rivayet mutlaktır." denilirse, biz de iki delili birleştiririz ve bu, zifaftan önceye aittir deriz. Ebu Davud,
nasıl boşadm? diye sordu. O da:
JÜç talâk boşadım, cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.):
— Bir mecliste mi? diye sordu. O:
— Evet, dedi. Hz. Peygamber (s.a.):
— Şüphesiz ki o bir talâktır. Eğer istersen ona dön! buyurdu, o da rücû etti. Râvi şöyle diyor: İbn Abbas talâkın, sadece her tuhurda (temizlik süresi) bir verilebileceği görüşünde idi.(45>
Kıyas deliline gelince: Daha önce de geçtiği gibi üç talâkı birden vermek haram ve bid'attir. Bid'at ise merduttur. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) emri üzere değildir. Haramhğının beyanı sırasında geçen diğer deliller, birden verilen üç talâkın vukubulmayacağına delildir. Başka değil de sadece liân âye-tinde<46) geçen tarafların dörder defa şahitlik etmelerinin istenmesi ve yine yemin, şehadet ve ikrar gibi tekrarı istenilen her husus bile bu hususta birer delil teşkil eder. Allah Rasûlü (s.a.), kasâme konusunda: "Elli yemin edersiniz ve adamınızın kanına hak kazanırsınız. "{47) buyurmaktadır. Şayet: "Allah'a elli yemin ederiz ki, muhakkak ki onu falanca öldürdü." deseler bu bir yemin yerine geçer. Zina ikrarı da böyledir. Nitekim hadiste: Bazı sahabîler, Mâiz'e: "Eğer dört ikrarda bulunursan, Rasülullah (s.a.) seni recmeder." demişlerdi. Bu dört ikrarın aynı ağızda birden olması makul değildir.
Zifaf gerçekleşmiş olanla, olmayan arasını ayıranlara gelince, bunların iki delilleri vardır:
Birincisi: Ebu Davud'un sahih bir isnadla Tâvûs'dan rivayetidir. Ebu's-Sahbâ denilen bir adam İbn Abbas'a çok soru soran birisiydi. Ona: "Kişi karısını zifaftan önce üç talâkla boşadığında, bunu Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir devirleriyle, Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında bir talâk sayarlardı. Hz. Ömer, insanların talâka düşkünlük gösterdikleri görünce (ashaba): Bu talâkları aleyhlerine geçerli sayınız! dedi. Öyle değil mi?" diye sorunca İbn Abbas da: "Evet." dedi.<48>
İkinci delilleri: Zifaf gerçekleşmeyen kadın, "Sen boşsun!" sözüyle ayrı düşmüş olur. "Üç talâkla" sözü ise, kadın ayrı düşmüş olacağından havada kalır. Bunlar, Hz. Ömer'in üç talâkla ilzamım zifaf gerçekleşen kadınlar hak-

45. Ahmed 1/265 (2387) Davud b. el-Huseyn, İkrime'den rivayeti haricinde sikadır.
46. Nur, 24/6-8.
47. Sahihtir. Daha önce geçıi. Bk. 1. Bölüm, Katili Bilinmeyen Öldürme Olaylarında Kasâme ile Hükmü.
48. Ebu Davud, 2199.

kında kabul etmişlerdir. Ebu's-Sahbâ hadisi, zifaf vuku bulmayan kadınlarla ilgilidir. Bunlar, böyle bir ayırıma gitmenin hem iki yönden menkûle hem de kıyasa uygun olduğunu söylüyorlar.
Bu görüşlerden her birisini benimseyen taraftarlar bulunmuştur. Nitekim İbn Hazm ve daha başkaları bunu belirtmişlerdir. Ancak üç talâkın hiç vuku bulmayacağı şeklindeki görüş İmamiyye'nin görüşü olmaktadır. Ehl-i beytten olan bir gruptan da nakledilmiştir.
a) Bir Defada Verilen Üç Talâkı Geçerli Sayanların Delilleri:
Bunlar şöyle diyorlar: Sizinle tartışmamız iki noktada olacaktır:
1) Üç talâkı birden vermenin haramlığı,
2) Haram olmasına rağmen, toptan vukuu. Şimdi bu iki noktayı ele almak istiyoruz:
1) Birinci nokta: İmam Şafiî, Ebu Sevr, bir rivayette İmam Ahmed ve zahirîlerden bir grup üç talâkı birden vermenin sünnete uygun olduğunu söylemişler ve şu şekilde deliliendirmeye çalışmışlardır: "Eğer onu boşarsa, bir daha başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine helâl olmaz. "<49) âyetinde Allah (c.c.) üç talâkın birden ya da ayrı ayrı verilmiş olmasını ayırma-mıştır. Allah'ın, birlikte belirttiği şeyleri bizim ayırmamız caiz olmaz. Nitekim Allah'ın birbirinden ayırdığı şeyleri birleştirmemiz de caiz değildir. Ve yine "Eğer onlan, dokunmadan önce boşarsanız..."(50J âyetinde bir ayırım yoktur. "Kadınları, dokunmadan önce boşamanızda size bir günah yoktur."(5I), "Boşanmış kadınlar iyilikle yararlandırılmalıdirlar."<52), "Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahladığınız, sonra da onları, dokunmadan bo-şadığmızda..."(53) âyetlerinde herhangi bir ayırıma gidilmemiştir.
Sahihayn'da belirtildiğine göre Uveymir el-Aclânî, Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda, onu boşamasını emretmeden önce kansını üç talâkla boşa-mıştı.(54) Eğer üç talâkı birden vermek günah olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) onu onaylamazdı. Uveymir'in talâkı, ya o henüz karısı iken vâki olmuştu,

49. Bakara, 2/236.
50. Bakara, 2/227.
51. Bakara,-2/236.
52. Bakara, 2/241.
53. Ahzab, 33/49.
54. Buharı, 68/4; Müslim, 1492.

ya da liân ile kendisine haram olduğu anda. Eğer birinci şekilde olmuşsa hadisin hüccet oluşu gayet açıktır. Eğer İkinci şekilde olmuşsa, bunda da, Uvey-mir'in onu henüz karısı zannederek boşadığında şüphe yoktur. Eğer onun bu şekildeki boşaması haram olsaydı, mutlaka —karısı kendisine haram olmuş da olsa— onun haramhğını kendisine açıklardı. Yine Buharî'nin Sahih'ınde Kasım b. Muhammed hadisinde, mü'minlerin annesi Hz. Aişe'den rivayet edilir: Bir adam karısını üç talâkla boşamıştı. Kadın evlendi ve hemen geri boşandı. Hz. Peygamber'e (s.a.): "O ilk kocası için helâl olur mu?" diye soruldu. Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır, birincinin tattığı gibi, balçığından tatma-dıkça (helâl olmaz)." buyurdu'55' ve bunu (üç talâkla boşamayı) kötü görmedi. Bu da, üç talâkı birden vermenin mübahlığma ve verildiğinde vukuuna delâlet eder. Eğer vuku bulmayacak olsaydı, kadının birinci kocasına dönmesini, ikinci kocanın balçığından tatması şartına bağlamazdı.
Yine Sahihayn'da. Ebu Seleme b.,Abdurrahman, Fâtıma bt. Kays'ın kendisine şunian anlattığını rivayet eder: Kocası Mahzumlu Ebu Hafs b. el-Muğîre kendisini üç talâkla boşamış, sonra da Yemen'e gitmişti. Bunun üzerine Ha-lid b. Velid birkaç kişi ile kalkarak Meymüne validemizin evinde bulunan Ra-sûlullah'a geldiler ve; "Gerçekten Ebu Hafs, karısını üç talâkla boşamıştır. Acaba bu kadına nafaka var mı?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.): "Ona nafaka yoktur, ama iddet vardır." buyurdu.(56)
Sahih-i Müslim'de bu olayla ilgili olarak Fâtıma diyor ki: Hz. Peygam-ber'e (s.a.) geldim. Bana: "Seni kaç talâk boşadı?" diye sordu. Ben de: "Üç talâk." dedim. Bana: "Doğru söylemiş, sana nafaka yoktur." buyurdu.
Yine başka bir rivayette Fâtıma şöyle dedi: "Ya Rasülallah! Kocam beni üç talâkla boşadı. Zorla yanıma girerler diye de korkuyorum."(57)
Bir başka rivayette Hz. Peygamber (s.a.), üç talâkla boşanmış kadın hakkında: "Onun ne mesken ne de nafaka hakkı yoktur." Buyurdu(58)

Bir başka delil de Abdürrezzâk'm Musannef 'inde, Yahya b. el-Alâ— Ubeydullah b. Velîd el-Vassâfî—İbrahim b. Ubeydullah b. Ubâde b. Sâmit— Davûd b. Ubâde b. Sâmit senediyle zikrettiği şu hadistir: Davud b. Ubâde b. Sâmit anlatır: Dedem bir hanımını bin talâk boşamıştı. Babam Rasûlul-lah*a (s.a.) gitti ve olanları O'na anlattı. Hz. Peygamber (s.a.): "Deden Allah'tan korkmamış. Üç talâk kendi hakkı, dokuz yüz doksan yedi talâka ge-

55. Buharî, 68/4; Nesâî 6/148; Ebu Davud, 2309. Hz. Aişe'den.
56. Müslim, 1480 (38, 48).
57. Müslim, 1482.
58. Müslim, 1480 (44).

ünce, bu bir haddi tecavüz ve zulümdür. Dilerse Allah azab eder, dilerse affeder." buyurdu.(59)
' Bazıları bu hadisi, Sadaka b. Ebî İmrân—İbrahim b. Ubeydullah b. Ubâ-de b. Sâmİt—babası—dedesi yoluyla rivayet etmişlerdir. Dedesi (Ubâde b. es-Sâmit) anlatır: Atalarımdan biri karısını boşamışti. Çocukları Hz. Peygam-ber'e (s.a.) gittiler ve: "Ya Rasûlallah! Babamız anamızı bin talâk boşadı. Bir çaresi yok mu?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.): "Babanız Allah'tan korkmamış ki, ona bir çıkış yolu kılsın. Kadın ondan, sünnete uygun düşmeyecek şekilde üç talâkla ayrılır. Dokuz yüzdoksan yedi talâk ise onun boynunda bir günahtır." buyurdu.
Bir başka delil; Muhammed b. Şâzân'ın, Muallâ b. Mansûr—Şuayb b. Züreyk—Atâ el-Horasanî—Hasan—Abdullah b. Ömer senediyle rivayetidir. 'bn Ömer anlatır: Kendisi karısını hayız halinde iken boşamiştı. Sonra da ta-ıdp eden iki kur' (hayız veya temizlik süresi) içerisinde iki talâk daha vermek istemişti. Bu, Hz. Peygamber'e ulaştı ve şöyle buyurdu: "Ey İbn Ömer! Allah, bu şekilde emretmedi. Sünnet olanda hata ettin..." Sonra hadisi zikretti. Bu hadiste: "Dedim ki: Ya Rasûlallah! Şayet üç talâk boşasaydım, böyle üç talâkı birden verme yetkim var mıydı? O: 'Hayır, kadın ayrı düşerdi ve bu, bir günah olurdu.' buyurdu." ifadesi vardır. (60)
Ebu Davud, Sünenyde, Nâfi' b. Uceyr b. Abdu Yezîd b. Rükâne'den rivayet eder: Rükâne b. Abdu Yezîd karısı Süheyme'yi "elbette" kaydı ile bo-şamıştı. Bu durum Hz. Peygamber'e (s.a.) haber verildi. Hz. Peygamber (Rü-kâne'ye): "Vallahi, bununla sadece bir talâk kasdettin, (öyle mi)?" diye sordu. Rükâne: "Vallahi sadece bir talâk kasdettim!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), karısını kendisine geri verdi. Sonra ikinci talâkı Hz. Ömer zamanında, üçüncüsünü de Hz. Osman zamanında kullandı. <61)
Tirmizî'de, Abdullah b. Ali b. Yezîd b. Rükâne—babası—dedesi senediyle rivayet eder: Râvi dede (Yezîd) karısını "elbette" kaydı ile boşamıştır. Hz. Peygamber'e (s.a.) gelir (ve durumu anlatır). Hz. Peygamber (s.a.):
— Bununla ne kasdettin? diye sorar. O da:
— Bir talâk diye cevap verir. Hz. Peygamber (s.a.):
— Vallahi mi? der O:
1 — Evet, - Vallahi! diye yemin eder. Hz. Peygamber (s.a.) de:

59. Musannef, 11339; Dârakutnî, 433. Son derece zayıf hatta bâtıl bir hadistir. Müellif yakn da açıklayacaktır.
60. İbn Hazm, el-Muhallâ, 10/169.
61. Ebu Davud, 2206.

"— O, senin kasdettiğin şey üzeredir." buyurur.(62) Tirmizî: "Bu hadisi sadece bu yoldan biliyoruz. Muhammed'e —yani Buharî'ye— bu hadis hakkında sordum. Onda muztariblik vardır, diye cevap verdi." der.
Hadisin delil olarak kullanılması şu şekildedir: Hz. Peygamber (s.a.) ona, "elbette" ifadesinden ne kasdettiğine dair yemin ettirmiştir. Bu da onun, bu sözle daha fazlasına niyet etmesi durumunda, onun da vuku bulacağına delâlet eder. Eğer durum farklılık arzetmeseydi, ona yemin ettirmezdi.
Bunlar şöyle diyorlar: Bu hadis, İbn Cüreyc—Ebu Râfi'in oğullarından biri—İkrime senediyle rivayet edilen İbn Abbas'ın "karısını üç talâk boşadığı" şeklindeki hadisinden daha sahihtir. Ebu Davud diyor ki: "Çünkü onlar, adamın çocuklarıdır. Ailesi, Rükâne'nin onu sadece elbette kaydı ile boşadığını dahi iyi bilirler."
Sonra îbn Cüreyc onu Ebu Râfi'İn oğullarından birinden rivayet etmiştir. Eğer o Ubeydullah ise, sika ve bilinen bir râvidir. Eğer kardeşlerinden bir başkası ise, onun âdil olup olmadığı meçhuldür. Dolayısıyla hadis hüccet olmaz.
İmam Ahmed'in tutumuna gelince, İbn İshak da öyledir, bu konudaki söz bellidir. Hattâbî, İmam Ahmed'in bu hadisin bütün senedlerini zayıf bulduğunu nakletmiştir.
Elinizde bulunan en sahih hadisiniz Ebu's-Sahbâ'nın İbn Abbas'tan rivayetidir. Onun hakkında Beyhakî: Bu hadis Buharı ve Müslim'in üzerinde ihtilâf ettikleri hadislerden biridir. Müslim kitabına almış, Buharı ise terketmiştir. Sanıyorum onu, İbn Abbas'tan gelen diğer rivayetlere muhalif olduğundan terketmiştir. Sonra (Beyhakî) üç talâkın vukuuna dair rivayetleri ser-detmiş ve şöyle demiştir: "Bunlar, Saîd b.'Cübeyr, Atâ b. Ebî Rebâh, Mücâ-hid, îkrime, Amr b. Dinar, Mâlik b. el-Hâris, Muhammed b. İyâs b. el-Bükeyr'in rivayetleridir." Beyhakî devamlı şöyle diyor: "Biz onu Muâviye b. Ebî Ayyaş el-Ensârî'den rivayet ettik. Hepsi de İbn Abbas'tan, onun üç talâkı onayladığı ve geçerli kabul ettiği şeklindedir."
İbnü'l-Münzir şöyle der: "İbn Abbas'ın Hz. Peygaber'den (s.a.) bir şey Öğrenip de onun aksine fetva vermiş olmasını zannetmek caiz olmaz."
İmam Şafiî ise şöyle der: İbn Abbas'ın, '.'Üç talâk Hz. Peygamber devrinde... bir sayılırdı." şeklindeki sözünün mânası Hz. Peygamber'in (s.a.) emriyle olduğunu kasdediyor. —Allah daha iyi bilir ya— îbn Abbas'ın onu öy-

62. Tirmizî, 1177.

İe bildiği, fakat sonradan neshedildiği anlaşılıyor. Beyhakî; İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayetinde, Şafiî'nin bu te'viline bir destek bulunduğunu söyler. Beyhakî, Ebu Davud ve Nesâî'nin rivayet ettikleri İkrime hadisini kasdedi-yor: "Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç hayız müddeti (veya temizlik süresi) beklerler..." âyeti hakkında (İbn Abbas): Kişi karısını boşadığında — isterse üç talâk boşasın— ona rücû etmeye hak sahibi idi. Bu neshedildi ve: "Talâk iki defadır..." buyuruldu, der.(63)
Yine muhtemeldir ki, "O devirde üç bir kılınırdı." sözünün mânası: "Koca bir talâktan sonra rücû edebildiği gibi, üç talâktan sonra da rücû edebilirdi. Sonra bu neshedildi." şeklinde olabilir.
İbn Süreyc(64) ise şöyle der: Bu sözün, "Sen boşsun!, Sen boşsun! Sen boşsun!" demesi gibi lafızlar arasını ayırmak suretiyle verilen üç talâk şekline ait olması mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir zamanlarında genel ahlâk bozulmamıştı. İnsanlar doğruluk ve selâmet üzere idiler. Gammazlık, birbirini aldatma gibi kötü şeyler yoktu. Onlar bu ayrı ayrı söyledikleri sözden te'kid murad ettiklerini, üç talâk kasdetmediklerini söylediklerinde, sözleri kabul görür, sözlerine inanılırdı. Hz. Ömer, kendi devrinde bazı şeylerin ortaya çıktığını, genel ahlâkın bozulmaya yüz tuttuğunu görünce, daha önceden yapıldığı gibi, lafzın tekrara hamledilmesini men etti ve onları üç talâkla ilzam etti.
Bir başka grup da şöyle bir yorum getirmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.), zamanında âdet, bir talâk verilmesi şeklindeydi. Iddeti bitinceye kadar başka talâk vermezlerdi. Sonra insanlar üç talâkı birden vermeyi âdet edindiler. Buna göre hadisin manası: "Bu gün kişinin üç talâk şeklinde verdiği boşama, Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir zamanlarında bir talâk ile olurdu." demek olur ve bu, vakıayı haber vermektir. Dinen meşru kılınan hükmün bildirilmesi kabilinden değildir.
Bir grup şöyle der: Hadiste, üçü bir sayanın bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna, O'nun bundan haberi olup onayladığına dair bir açıklama yoktur. Hüccet, sadece Hz. Peygamberin söylediği veya yaptığı ya da bildiği ve ikrar ettiği (kabullendiği) hususlarda sözkomısudur. Ebu's-Sahbâ hadisinde, bunlardan hiçbirinin sıhhati bilinmemektedir.

63. Ebu Davud, 2195; Nesâî, 6/212. Senedi hasendir.

64-. Asıl nüshada "İbn Cüreyc"dir; bu bir tahrif olmalıdır. İbn Süreye: Büyük âlim, şeyhülislâm, Kadı Ebu'l-Abbas Ahmed b. Ömer b. Süreyc'dir. Bağdadhdır ve devrinde Şâfiîlerin imamıdır. Şiraz kadılığı yapmıştır. Bağdat'da h. 360 senesinde ölmüştür. Eserlerinin sayısı dört yüz kadardır. Bk. Tezkiretu'l-Hu/fâz, s. 811.
Bunlar şöyle diyorlar: Hadisler ihtilâf ettiğinde, ashabının üzerinde bulunduklar, şeylere iltifat ede.tz.
sünnetjni en iyi Süfy den sabit olan —ki başka t
Sevrî-Seleme b. Küheyl-ZeyO.»çıkarûı, Hz. ömf Hz. Ömer'in huzuruna karısını bin taiaK dow«ui uy m
ona:
_ Karını boşadın mı? diye sorar. Adam:
— Kaimi uLijiıuu
— Ben sadece eğlence olsun dedim, der. Hz. Ömer ona kamçısını kala rır (ve döver). Ona:
— Sana bundan sadece üç tanesi yeterlidir, der.(65)
Vekî, A'meş'ten, o da Habîb b: Ebî Sâbit'ten rivayet eder: Hz. Ali'ye bir adam gelir ve ona:
— Ben karımı bin talâk boşadım! der. Hz. Ali de:
— O senden üç tanesi ile ayrı düşmüş olur. Diğerlerini de öbür kadınların arasında taksim et, der.<66)
Yine Vekî, Cafer b. Bürkân'dan, o da Muâviye b. Ebî Yahya'dan riva-yet eder: Bir adam Osman b. Affan'a gelerek:
— Karımı bin talâk boşadım, der, Hz. Osman da ona: O senden üç talâkla ayrı düşmüştür, der.<67)
Abdürrezzâk, Süfyân es-Sevrî—Amr b. Mürre—Saîd b. Cübeyr senediyl zikreder: Bir adam İbn Abbas'a:
— Ben karımı bin talâk boşadım, der. îbn Abbas ona:
— Üç talâk onu sana haram kılar; geri kalanları ise üzerine bir yüktı r (günahtır). Sen Allah'ın âyetlerini eğlenceye almışsın! der/68'
Yine Abdürrezzâk, Ma'mer—A'meş—İbrahim—Alkame senediyle rivay :t eder: Bir adam İbn Mes'ûd'a gelmiş ve ona:
— Karımı doksan dokuz talâk boşadım, demiştir. İbn Mes'üd:

65. Musannef, 11340; Beyhakî, 7/334.
66. el-Muhatlâ, 10/172. Senedinde inkıta vardır.
67. el-Muhallâ, 10/172 .
68. Musannef, 11353. İsnadı sahmtır.
Zâdu'1-Meâd,

— Üç tanesi onu senden ayırır. Geri kalanları ise haddi tecavüzdür, demiştir.*69'
Ebu Davud, Sünen'ât, Muhammed b. İyâs'tan rivayet eder: İbn Abbas, Ebu Hureyre ve Abdullah b. Amr b. el-Âs'a, bakirenin üç talâkla boşanmasının hükmü sorulur. Hepsi de: "Başka bir kocayla nikâhlanmadıkça artık ona helâl olmaz." diye cevap verirler/70'
İşte bu Hz. PeygamberMn sahabîleri, gördüğünüz gibi, birden verilen üç talâkı geçerli kabul etmişlerdir. Bunlar değil de içlerinde sadece ilâhi vahyin onayına mazhar olmuş Hz. Ömer olsaydı o bile yeterdi. Zira, Hz. Peygam-ber'in (s.a.) ric'î talâk olarak meşru kıldığı bir hükmü, onun değiştirerek haram kılması asla düşünülemez. Böyle bir şey, kadım kendisine haram olmayana haram, helâl olmayana da mubah kılma durumunu içermektedir. Eğer böyle bir şeyi Hz. Ömer yapsaydı, sahabe ona muvafakat etmek şöyle dursun, onun bu tutumunu tasvip etmezler, muhalefet ederlerdi. Eğer İbn Ab-bas'ın elinde "üç talâkın bir sayıldığına" dair bir hüccet olsaydı, ona muhalefet edip de Hz. Ömer doğrultusunda, onun aksi ile fetva vermezdi. Nitekim İbn Abbas'm Hz. Ömer'e avl, iki erkek kardeşle kız kardeşlerin bulunması durumunda annenin hacb edilmesi vb. konularında muhalefeti bilinmektedir.
Biz bu konuda Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabına uyarız. Onlar O'nun sünnet ve şeriatım en iyi bilen insanlardır. Eğer O'nun şeriatında hüküm, "üç talâk birdir." şeklinde yerleşmiş olsaydı ve Hz. Peygamber (s.a.) o hal üzere ölseydi, bu durum onlara gizli kalıp da ondan sonra gelenlerin buna vâkıf olmaları, ashabın doğruya ulaşmaktan mahrum kalıp, sonrakilerin muvaffak olmaları, ümmetin allâmesi (hıbru'1-ümme) ve fakihi'nin (İbn Abbas) üç talâkın bir olduğunu rivayet etmesi, sonra da kalkıp ona muhalefet etmesi sözkonusu olamazdı.
b) Bir Defada Verilen Üç Talâkı Geçerli Saymayanların Cevaplan:
Bu ve diğer konularda hakem olarak başvuracağımız yer, Yüce Allah'ın yeminle, aramızdaki anlaşmazlıklarda O'un hakem kılıp hükmüne razı olmadıkça, bundan da asla bir sıkıntı duymadıkça, ancak O'na teslim olup, O'-ndan başkasına —kim olursa olsun— boyun eğmedikçe asla mü'min olama-yacağımızrbelirttiği(71) Hz. Peygamber (s.a.) olacaktır. Ama ihtilâf yok da

69. Musannef, 11343. Râvilerİ sika, isnadı sahihtir.
70. Ebu Davud, 2198. İsnadı sahihtir.
71. Bk. Nisa, 4/65.

ümmet bir hüküm üzerinde kesin ve asla şüpheye mahal kalmayacak şekilde icmâ etmişlerse, bu takdirde o, asla muhalefeti caiz olmayan hak olacaktır. Yüce Allah ümmetini, Hz. Peygamber'den (s.a.) sabit olan bir sünnete muhalif olarak icmâ etmekten muhafaza etmiştir. Böyle bir varsayım mümkün olamaz. Biz, meseleyi isbat edici delilleri size karşı ortaya koymuş bulunuyoruz. Sizinle, o deliller hakkında ileri sürdüğünüz tenkitler, getirdiğiniz karşı deliller hakkında ancak şu şartla münazara ederiz: Biz ancak ya Allah'tan bir nass, ya Peygamber'den (s.a.) sabit bir sünnet (nass), yahut da şüphe olmayan kesin bir icmâ'a boyun eğeriz. Bunun dışında kalan herşey, tartışmaya açıktır. Nihayet bunlar, onlara uymanın caizliğini gösterebilir, asla bağlayıcılığı değil. Bu ileri sürdüğümüz şart devamlı aklınızda bulunsun. Yüce Allah: "Eğer bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu, Allah'a ve Rasûlü'ne gö-türünüz."(72) buyurmaktadır. Biz ve siz, bu konuda anlaşmazlığa düşmüş bulunuyoruz. Dolayısıyle meselemizi Allah ve Rasûlü'nden başkasına götürmemize asla imkân yoktur. Bizim bu konuda ashaba uygunluk hususunda da daha haklı olduğunuz ileride gelecektir.
Üç talâkı birden vermenin haram olmadığını söylüyorsunuz. Biz buna katılmıyoruz. Onun haramlığına delâlet eden deliller sizin aleyhinize bir hüccet olmaktadır.
"Kur'an üç talâkı birden vermenin caizliğine delâlet etmektedir" şeklindeki sözünüz, değil kabul görmek aksine bâtıl bir iddiadır. Nihayet bu konuda sarıldığınız deliller, Kur'an'ın, talâk sözcüklerini mutlak olarak (kayıtsız) zikretmesidir. Bu mutlak ifadeler talâkın, hem caiz hem de haram olanını içine almaz. Nitekim hayızh kadının boşanması, cima edilen temizlik süresi içerisinde yapılan boşanma da bu mutlak ifadenin kapsamına girmemektedir. Sizin bu durumunuz tıpkı, bu mutlak ifadelerden hareketle, gayr-ı meşru talâkın haramhğı konusunda sahih sünnete karşı gelen kimselerin durumu ile aynıdır. Malumdur ki Kur'an, her talâkın caiz olduğuna delâlet etmemektedir. Bu itibarla, ona taşıyamayacağı yükü yükleyemezsiniz. Kur'an sadece talâk hükümlerine delâlet etmekte, Allah adma açıklayıcı olan Hz. Peygamber (s.a.) de onun helâlini, haramını beyan etmektedir. Başta da söylediğimiz gibi Kur'-an'm zahiri bizimledir. Yüce Allah, zifaf gerçekleşmiş kadınlar için bedelsiz bâin talâkı meşru kılmamıştır. Eğer son talâkı da kullanmışsa, ancak o zaman ayrılık sözkonusudur. İşte Allah'ın Kitabı önümüzdedir. Sizin delil olarak kullandığınız en büyük şey Kur'an'ın mutlak ifadeleridir. Halbuki onları sünnet takyîd etmiş; şartlarını, hükümlerini açıklamıştır.

72. Nisa, 4/59.

"Liânda bulunan kişi, Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda karısını üç talâkla boşamıştlr." şeklindeki istidlalinize gelince, bu son derece sahih bir hadistir. Fakat, beka ve devamı maksut olan nikâh konusunda, tek bir kelime ile üç talâkın birden verilmesinin cevazına bu hadisi delil kullanmanız o derecede de uzaktır. Sonra bu hadisi delil olarak kullanan kimse, liânda ayrılık sadece kocanın Hânda bulunması ile gerçekleşir görüşünde ise —ki İmam Şafiî böyle düşünmektedir—, veya hâkim aralarını ayırmasa bile her ikisinin de birden liânda bulunmalarından sonra gerçekleşir diyorsa —bir rivayette İmam Ahmed gibi—; bu takdirde bu hadisin delil olarak kullanılması bâtıldır. Çünkü bu durumda verilen üç talâk havada kalır ve bir mâna ifade etmez. Eğer ayrılığı hâkimin tefrikine bağlı kılanlardan ise, bu takdirde de hadisi delil olarak kullanması sahih olmaz. Çünkü bu nikâhın beka ve devamına artık imkân kalmamış, aksine izalesi vacip ve ebedî haramhk sözkonusu olmuştur. İşte bu sırada verilen üç talâk, Hândan gözetilen maksadı te'kid ve takrîr etmek durumundadır. Zira üç talâk nihayet, kadım başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine haram kılarken, Hândan doğan ayrılık onu kocaya ebedî olarak haram kılmaktadır. Dolayısıyla icbarî olarak ebedî ha-ramhğa yüz tutmuş bir nikâh içerisinde verilen talâkın geçerli olmasından; mevcut, beka ve devamı maksut olan bir nikâh içerisinde verilen talâkın da nafiz (geçerli) olması gerekmez. Bu yüzdendir ki, bu durumda kadını, hayız veya lohusa iken ya da cima bulunan temizlik süresi içerisindeyken boşamış olsa, âsî olmazdı. Çünkü bu nikâhın ebedî haramhk üzere izalesi istenmektedir.
Hem şuna şaşıyoruz ki, siz bu talâk üzerine vârid olan Hz. Peygamber'in takririne yapışıyorsunuz, fakat Hân yapanın haricinde, üç talâkla boşayan-İara tepki gösterip, onlara kızmasına, bu yaptıklarının Allah'ın kitabı ile oynamak olduğunu ifadesine hiç dönüp bakmıyorsunuz. Halbuki bu ikrarla, bu tepki (münker bulma) arasında ne kadar fark vardır! Allah'a hamdederiz ki, biz her ikisi yanında da varız, Hz. Peygamber'in (s.a.) ikrar buyurduklarını biz de kabul ediyoruz. O'nun tepki gösterdiklerine biz de tepki gösteriyoruz.
Hz. Aişe hadisi ile istidlalinize gelince; ki hadis şöyleydi: Bir adam karısını üç talâk boşamıştı ( ^ J,^\ jj, ). Kadın evlendi (ve hemen boşandı). Hz. Peygamber'e: "O, ilk kocasına helâl olur mu?'* diye soruldu. Hz. Peygamber (s.a.): "Balçığından tatmadıkça hayır!" cevabını verdi. Bu hadis hakkında size bir diyeceğimiz yok. Evet bu (şer'î tahlilde) ikinci kocanın sadece akid kıyması ile iktifa edip "zifaf" şartı aramayanlara karşı iyi bir delildir. Fakat hadiste üç talâkı aynı ağızda verdiğine dair sarahat nerde? Hatta hadisin bizim için bir delil olduğunu bile söyleyebiliriz. Zira, ( \r# Dil j-» ) " = Onu üç (defa) yaptı.=Üç (defa) dedi." gibi ifadeler, ancak o şeyi bir biri arkasınca üç kere yapan ya da söyleyenler içinkullanılır. Arapça ve diğer bütün dillerde makul olan da budur.
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
Fâtıma bt. Kays hadisi ile istidlalinize gerçekten şaşmamak elde değil! Zira siz, bu hadiste son derece sarih olan, te'vil kabul etmeyen kısmının gereğine muhalefet ediyor, sıhhat ve açıklığına karşı koyacak bir delil olmamasına rağmen bâin talâkla boşanan kadının nafaka ve giyecek hakkının düşmesi kısmına bakmıyor; hadisin mücmel kısmına yapışıyorsunuz. Hatta bu müc-melliğin açıklanması, sizin o hadise tutunmanızı imkânsız kılacak biçimdedir. Çünkü, = Onu üç (defa veya talâk) boşadı." sözü, bu talâkların aynı anda verildiği hususunda açık değildir. Nitekim az önce geçti. Nasıl olabilir ki, Sahih'de, Zührî'den rivayet edilen aynı Fatıma bt. Kays hadisinde Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe'den, "Kocasının, kendisine geri kalan bir talâkı ile (geri evlenmek için) haberci gönderdiğinden" bahsedilmektedir.*7^ Sahih*teki başka bir rivayette: "Kocasının onu üç talâkın sonuncusu ile boşadığı" ifadesi mevcut tur.(74) Bu, güneş gibi sahih ve muttasıl bir senede sahiptir. Dolayısıyla bunu bırakıp da mücmel lafıza nasıl yapışabilirsiniz? Görüldüğü üzere bu hadis de aleyhinize bir hüccettir.
.Abdürrezzâk'm rivayet ettiği Ubâde b. es-Sâmit hadisi ile istidlalinize gelince,1 b hadis son derece düşük bir haberdir. Çünkü senedinde Yahya b. Ali— Ubeydullah b. Velid el-Vassafî—İbrahim b. Ubeydullah vardır. Bunlar sırasıyla zayıf, halik ve meçhul râvilerdir. Sonra bu hadisin yalan ve bâtıl olduğuna şu husus da delâlet etmektedir: Sağlam, sakat; muttasıl, munkatı hiçbir haberde Ubâde b. es-Sâmit'in babasının İslâm'a yetiştiğinden bahsedilmemek-tedir. Ya dedesinin durumu nasıl olur!? Onun müsiümanhğa yetişmesi hiç kuşkuuz ki muhaldir.
Abdullah b. Ömer hadisine gelince, şüphesiz onun aslı sahihtir. Ancak sonundaki: "Ya Rasûlallah! Şayet onu üç talâlrboşamış olsaydım o bana helâl olur muydu?" şeklindeki ilâve kısım, sadece Şuayb b. Züreyk'ın rivayetinden gelmiştir. O Şamlı*dır. Bazıları onun ismini tersine çevirerek Züreyk b. Şuayb diyorlar. Her nasıl olursa olsun o zayıftır/75' Sahih olsa bile onda

73. Müslim, 1480 (41).
74. Müslim, 1480 (40).
75. Takrîb'de: "Sadûktur, hata eder. Bunun gibilerinin hadisleri hasen sayılır." denilir. Ancak Tehzîb'dç: "Hadisi Atâ el-Horasanî'den başkasından rivayet ediyorsa, itibar görür." denilmiştir. Bu hadisi Atâ'dan rivayet etmiştir. Müellifin de dediği gibi, hadis zayıftır.

bir delil olacak durum yoktur. Çünkü," = Şayet onu üç (talâk) boşamış olsaydım." sözü, " = Şayet üç ikrarda bulunsam, üç selâm versem." sözleri mertebesindedir. Üç talâkın birden verilmesi mânası çıkmaz.
Ebu Davud'un rivayet ettiği; Rükâne'nin, karısını "elbette" kaydı ile bo-şadığı ve Hz. Peygamber'in (s.a.) kendisine sadece bir talâk kasdedip etmediğine dair yemin verdirmesi şeklindeki Nâfi' b. Uceyr hadisini ele alıyoruz. Bu, asla hali bilinmeyen, kim ve ne olduğu belli olmayan Nâfi' b. Uceyr'in, İbn Cüreyc —Ma'mer—Abdullah b. Tavus—Ebu's-Sahbâ silsilesine takdimine şaşmamak elde değildir. Ehl-i hadisin imamı Muhammed b. İsmail el-Buharî, bu hadiste "muztariplik" bulunduğuna şahitlik etmiştir. Tirmizî, el-CâmVût bunu böylece zikretmiştir. Başka bir yerde de yine ondan bahsederek hadisin muztarib olduğunu söylemiştir. Hadiste bazan: "Üç talâk boşadı", bazan "bir talâk", bazan da "elbette kaydı ile boşadı" şeklindeki ifadeler çelişkilidir. İmam Ahmed, "Bu hadisin bütün senedleri zayıftır." demiştir. Hadisi Buharî'nin de zayıf bulduğunu, Münzirî kendisinden naklet-miştir.
Sonra, rivayet açısından muztarib ve meçhul olan bu hadis, nasıl olur da, sırf Ebu Râfî'in oğullarından birinin cehaleti sebebiyle Abdürrezzâk'ın rivayet ettiği İbn Cüreyc hadisine tercih edilebilir? Ebu Râfi'in oğulları tâbi-îndendir. Her ne kadar bunlar içerisinde er meşhur olanı Ubeydullah ise de, öbürleri hakkında herhangi bir yalancılıkla itham sözkonusu değildir. İbn Cüreyc ondan rivayet etmiştir. Meçhulün, rivayetini kabul eden veya, "Âdil râ-vinin meçhul râviden rivayeti onu ta'dil sayılır." diyen için bu hadis hüccet olur. Ama onu zayıf bulup, kendi ayarında veya daha da aşağı mertebede meçhul olan bir rivayeti onun önüne almaya gelince; bu asla olamaz. Nihayet durum, bu iki meçhul râvinin rivayetlerinin düşmesini gerektirir ve başka delil aramaya gidilir. Bunu yaptığımızda, Sa'd b. İbrahim hadisine bakar ve onun sahih bir isnada sahip olduğunu görürüz. Muhammed b. İshak'ın, se-neddeki: "Bana Davud b. el-Husayn tahdis etti."(76) ifadesi ile tedlis şüphesi de kalmamıştır. Nitekim İmam Ahmed, bu isnadla çeşitli yerlerde ihticac-da bulunmuştur. Bizzat o ve daha başkaları aynen bu isnadla rivayet edilen: "Hz. Peygamber (s.a.) Zeyneb'i, kocası Ebu'l-Âs b. er-Rebî'e, ilk nikâhla geri verdi, yeni bir şey yapmadı. "(77) hadisini sahih kabul etmişlerdir.
Davud b. el-Husayn'ın İkrime'den rivayetlerine gelince, öteden beri imam-

76. Tahdis ifadesinin açıklanması Ahmed'in rivayetindedir, 1/265.
77. Bu hadisin kaynaklan daha önce geçti. Bk. 2. Bölüm, Evlilikte Din Farkı.

Iar onunla ihticacda bulunagelmişlerdir.<78) Arâyâ bahsinde, hakkında şüphe edilen ve beş vesk veya daha az bir miktarla takdiri konusunda kesin kanaat getirilemeyen bir konuda onu delii olarak kullanmışlardır. Halbuki bu, yaş hurmaları kuru hurmalar karşılığında satmayı yasaklayan hadislere terslik arzetmektedir. Buna rağmen onunla ihticaca gitmişlerdir. O zaman sîzin görüşünüz doğrultusunda rivayet etmemekten başka, suçu nedir ki, öbürlerini kabul ediyor, bunu etmiyorsunuz? Eğer İkrime hakkında da söz söyleyecek olursanız —belki onu da yaparsınız— o zaman içinden çıkamayacağınız bir çelişkiye düşersiniz. Zira hem siz hem de büyük hadis imamları onun ri-vayetiyle ihticacta bulunmakta, hadisini Sahih'me almak suretiyle Buharî onu kabullendiğini ortaya koymaktadır.
Ebu's-Sahbâ hadisi konusunda girdiğiniz sarp çıkmaz yollara gelince; bunlardan hiçbirisi doğru değildir.
Birinci yol, bu hadisi sadece Müslim'in rivayet edip Buharî'nin eserine almaması şeklindeydi. Bunun özrü kabahatinden büyük! Müslim'in, Buha-rî'den ayrılmış olması hadise bir zarar vermez. Sonra siz veya herhangi biri, bunu Müslim'in Buharı'den ayrılıp ya!nız başına rivayet ettiği her hadis için kabul ediyor musunuz? Buharî: "Kitabıma almadığım her hadis bâtıldır veya hüccet değildir veya zayıftır." diye bir söz asla söyledi mi? Nice defalardır Buharı, Sahih'inde hiç adı geçmeyen, Sahih'in dışında kalan hadislerle ihticacta bulunmuş, nice kereler Sahih dışında kalan hadisleri sahih bulmuştur.
İbn Abbas'tan gelen diğer rivayetlerin ona muhalefetine gelince, şüphe yoktur ki İbn Abbas'tan iki sahih rivayet bulunmaktadır ve bu kesindir. Birincisi bu hadise uymakta, diğeri ise muhalefet etmektedir. Bu iki rivayeti karşılaştırdığımızda hadis salim olarak —Allah'a hamdolsun— ortada ayakta kalır. İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadise muhalefet ettiğine dair rivayetler ittifak halinde ise, ona bu konuda örnekler yok değildir. O râvisinin muhalefet ettiği ilk hadis değildir. Size soruyoruz: Sizce asıl olan şahabının rivayetini mi esas almaktır, yoksa onun şahsî görüşünü mü? Eğer "rivayetini esas almaktır" derseniz, —ki bu çoğunluğunuzun hatta ümmetin çoğunluğunun görüşüdür— o zaman bizi cevap külfetinden kurtarmış olursunuz. Eğer, "Esas olan görüşünü almaktır." derseniz o zaman içinden asla çıkamayacağınız, içinde bulunduğunuz çelişkinizi size gösteririz. Özellikle de bizzat İbn Abbas'tan gelen rivayetler konusunda. Zira o Berîre hadisini ve onun muhayyer bırakıl-
78. Ancak Ali b. el-Medinî şöyle der: "İkrime'den rivayet ettiği münkerdir." Ebu Davud ise: "Hocalarından rivayetleri doğrudur. îkrime'den plan rivayetleri ise münkerdir." der. Tak-rîb'dt: "İkrime'den rivayetleri hariç sikadır." denilir.

(lığını, satışının talâk olmadığını rivayet etmiş, buna rağmen farklı düşünmüş ve cariyenin satışının aynı zamanda onun talâkı olduğunu benimsemiştir. Siz de —isabetli olarak— onun rivayetini aldınız ve görüşünü terkettiniz. Bu konuda da aynı şeyi yapsaydınız ve: "Rivayet masumdur (hatasızdır), sa-habînin kavli ise masum değildir. Rivayet ettiği şeye muhalefeti çeşitli şeylerden kaynaklanabilir: Unutabilir, te'vilde bulunur, kendince daha ağır basan başka bir delile ters düşebilir, mensuh veya tahsis görmüş olduğuna inanır vb... Bütün bu ihtimaller mümkün iken, onun rivayetinin terki nasıl caiz olabilir? Bu kesin bilinen bir şeyin, zandan hatta, meçhulden dolayı terkinden başka bir şey olur mu?" deseydiniz ya! Ebu Hureyre, köpek yalamasından dolayı kapların yedi defa yıkanması hadisini(79) rivayet etmiş ve aksine fetva vermişti. Siz ise rivayetini almış ve fetvasını bırakmıştınız. Şayet şahabının rivayetini alıp fetvasını terkettiğiniz konuları araştırıp ortaya koyacak olsak çok uzardı.
Hadisin neshi iddianıza gelince, bunun tutarlı olabilmesi için sonraki tarihli güçlü bir karşı delilin olması gerekir. O da nerde?!
İbn Abbas'tan nakledilen, "üç talâktan sonra ric'atta bulunmanın neshi" ile ilgili İkrime hadisi, sahih olsa bile bunda size bir delil bulunmamaktadır. Çünkü bu hadiste: "Kişi karısını sayısız kere boşar ve ric'atta bulunurdu. Bu neshedildi ve üçe hasredildi. Üçüncüde ric'at kesilir." denilmektedir. Bunda bir ağızdan çıkan üç talâkla ilzam nerede? Sonra nasıl olur da, mensuh hüküm —kadınların helâlliği ile ilgili en önemli hükümlerden biri olduğu halde— Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri boyunca ve Hz. Ömer devrinin de ilk yıllarına kadar sürer gider de ümmetin ondan haberi olmaz. Bu olacak bir şey mi? Sonra Ömer nasıl olur da: "İnsanlar teennî ile davranır oldukları bir hususta acele etmeye başladılar." diyebilir? Acaba mensuh bir hükümde herhangi bir şekilde, ümmet için teennî sözkonusu olur mu? Sonra, sahih hadise; senedinde zayıflığı herkesçe malum olan Ali b. el-Hüseyin b. Vâkıd'in <80> bulunduğu bu hadisle nasıl karşı çıkılabilir?
Boşayan kimsenin, "Sen boşsun! Sen boşsun! Sen boşsun!" şeklinde söy-J lemesi ve bundan maksadının da ilk boşsun sözünün tekidi olduğu şeklindeki

79. Bk. Mâlik, 1/34: Buharı {Fethu'i-Bârî), 1/239; Müslim, 279. Hadis şöyle: "Köpek birinizin kabından içerse, onu yedi defa yıkasın." Müslim'in rivayetinde: "Köpek yaladığında,! o kabınızın temizliği, yedi kere yıkanmasıyladır. Birincisi de; toprakla oğmak şeklinde-l dir." denilir. Ebu Hureyre'nin fetvası, üç kere yıkanılması şeklindedir. Bk. DârakutnîJ 1/66. Senedi sahihtir.
80. Aksine Ali b. Hüseyin el-Vakıd, rical kitaplarından öğrenildiğine göre hadisleri hasen olan| bir râvidir.

te'vilinizi, hadisin akışı baştan sonra reddetmektedir. Zira sizin hadisi yorumladığınız durum ne Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatı ile değişir, ne de O'nun ve halifelerinin devirlerinde farklılık arzeder. Kıyamete kadar da^hep öyle devam eder. Eğer bir kimse böyle bir ifadede tekit kasdında bulunmuşsa onun salih ya da fâcir; doğru ya da yalancı olduğu şeklinde bir ayırıma gidilmez. Niyeti ne ise ona hamledilir. Aynı şekilde hükümde kişinin kasdını kabul etmeyen de mutlak olarak kabul etmez. İster kişi salih olsun, ister fâcir; fark etmez.
Yİne Hz. Ömer'in: "İnsanlar, teennî ile davranır oldukları bir hususta acele etmeye ve düşkünlük göstermeye başladılar. Keşke onu aleyhlerine geçerli saysak." sözü, onun şunu bildirmesi demektir: Allah bir genişlik olmak üzere insanlara lutufta bulunmuş, onlara acıyarak, nfk ve teennîli olarak talâkı zaman içinde birini diğerinden sonra verilmek üzere meşru kılmış, böylece boşayamn pişman olmamasını, ilk çırpıda sevgilisinin elinden çıkmamasını, telafisi zor bir şeye fırsat verilmemesini amaçlamıştır. Onlara mühlet tanımış ve teennîli davranmalarını istemiştir ki, bu mühlet içerisinde boşayan kimse aklım başına toplasın, hoşnutsuzluk sebebi ortadan kalksın, ayrılığa sebep olan şiddet, öfke hali geçsin ve iyilikle tefcrar birbirlerine dönsünler. Fakat onlar Allah'ın bu irâdesinin aksine, kendilerinden teennî ile davranmaları istenen bu konuda acelecilik göstermeye ve üç talâk hakkını bir çırpıda kullanmaya başladılar. Hz. Ömer de, onlara bir ceza olsun diye, kendi üstlendikleri -bu tasarrufları ile ilzam edilmelerini uygun gördü: Boşayan kimse, karısının, can yoldaşının, üç talâkı birden vermesi sebebiyle ilk andan itibaren artık kendisine haram olacağını bilirse, ondan el çekecek ve izin verilen meşru talâka dönecektir. Bu uygulama Hz. Ömer'in üç talâkla boşamanın yaygınlaşması üzerine tebaasına uyguladığı bir te'dib ve terbiye tedbiri mahiyetindedir. Nitekim birazdan onun üç talâkla ilzam etmesinde mazur olduğunu ifade sırasında biraz daha üzerinde durulacaktır. Hadisin izahı işte budur. Başka türlü de olamaz. Sizin hadisin lafızları ile asla uyum arzetmeyen, uzak kalan, çelişen hiç de hoş olmayan tevilleriniz bizim bu izahımız yanında anlamsız kalacaktır.
Hadisin mânası, "Bu gün kişinin üç talâk şeklinde verdiği boşama, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında... bir talâk ile olurdu." şeklindedir diyenin sözüne gelince, bu te'vil şunu demeye varır: "İnsanlar Hz. Peygamber zamanında tek talâkla boşarlardı. Hz. Ömer zamanında üç talâkla boşar oldular." Eğer te'vil bu safhaya ulaşacaksa, o te'vil ve ne murad edildiğinin açıklanması değil, bilmece haline koyma ve konuyu saptırma (tahrif) olur. Bu te'vil doğru olamaz. Çünkü insanlar öteden beri hem bir, hem de üç talâkla boşu-yorlardı. Hz. Peygamber (s.a.) zamanında karılarını üç talâkla boşayan adamlar vardı: Kiminin bu üç talâkını bire çevirmiştir. Nitekim İkrime'nin İbn Ab-bas'tan rivayetinde böyledir. Kimini tepki ile karşılamış kızmış ve bunu Allah'ın kitabı ile oynanması şeklinde telakki etmiştir. Fakat onlara ne şekilde hüküm verdiğini bilmiyoruz. Bunlardan birisini, zaten Hânın gerektirdiği ha-ramlığı tekid ettiğinden dolayı sükûtla (ikrar) karşılamıştır. Kimisini de, üç talâkın sonuncusunu verdiği için, onunla ilzam etmiştir. Bu durumda kalkıp da: "İnsanlar ta Hz. Ömer zamanına kadar bir talâkla boşamakta idiler. Sonra onun devrinde üç talâk boşadılar." demek doğru olmaz. Böyle olsaydı, Hz. Ömer'in kalkıp da: "İnsanlar teennî ile hareket eder oldukları bir hususta acele etmeye başladılar. Onu aleyhlerine geçerli kabul etsek." demesi doğru olmazdı ve bu söz Hz. Peygamber (s.a.) devri ile kendi devri arasındaki farka hiçbir şekilde uygun düşmezdi. Çünkü üç talâk, bu te'viîinize göre, Hz. Ömer devri ve sonrasında geçerli olmuştur.
Sonra, hadisin bazı sahih rivayetlerinde şöyledir: "Kişi, karısını üç talâkla boşadığında, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde onu bir talâk sayarlardı. "<81>
Bir rivayette de şöyledir: "Kişi, zifaftan önce karısını üç talâkla boşadığında, Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında, onu bir talâk sayarlardı. Bunu bilmiyor musun?" diye sormuş, İbn Abbas da: "Evet! Kişi zifaftan önce karısını üç talâkla boşadığında Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile, Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında onu bir talâk sayarlardı, insanların üç talâka düşkünlük gösterdiklerini görünce —Hz. Ömer'i kasdediyor—: 'Onu aleyhlerine geçerli sayınız!' dedi." demiştir.(82) İşte hadisin lafzı. Hem de en sahih bir isnadla. Bu hadisin zikrettiğiniz te'vile asla tahammülü yoktur. Ne var ki bütün bu te'viller, delilleri mezhebe tâbi kılanların çabalarıdır. Önce inanmış, sonra inancına deliller aramıştır. Mezhebi delillere tâbi kılan ve istidlalde bulunan, sonra da deliller doğrultusunda inanan kimseler bu tür işleri yapamazlar.
"Hadiste üçü bir sayanın ne bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna, ne onun meseleden haberi bulunduğuna, ne de ikrarda (onay) bulunduğuna dair bir sarahat yoktur." diyenlerin sözüne cevaba gelince; fesübhanallah! Allah'ın dinini ve şeriatını değiştirmeye, kadını kendisine haram olana helâl, helâl olana da haram kılmaya varan böylesi gayr-ı meşru bir (üç talâkı bir) sayma işinin Hz. Peygamber (s.a.) ve insanların en hayırlı nesli ashab devri boyunca devam edip gitmesi, ashabın onu yapması fakat Hz. Peygamber'e

81. Müslim, 1472 (16); Ebu Davud, 2200.
82. Ebu Davud, 2199. Senedi sahihtir, daha önce geçti.

(s.a.) onu bildirmemeleri, üzerine vahiy inip dururken O'mın da olanlardan habersiz kalması ve onların gayr-ı meşru hallerine ses çıkarmaması büyük bir bühtan değil midir? Haydi farzedelim ki, RasûluÜah (s.a.) bilmiyordu. As-hab da onu biliyorlar, Allah'ın dinini, şeriatını değiştiriyorlardı. Allah bunu bilip dururken Rasûlü'ne vahiyle durumu bildirmiyor ve sonunda Hz. Peygamber (s.a.) bu minval üzere vefat ediyor ve bu büyük sapıklık, sizce bu apaçık hata bütün Hz. Ebu Bekir'in hilâfeti boyunca devam ediyor ve Sıddîk ölünceye kadar amel ediliyor, değiştirilmiyor. Bu katmerli hata ve sapıklık bir süre Hz. Ömer devrinde de devam ediyor, sonra o kendi re'yi ile insanları doğru olanla ilzam etme neticesine ulaşıyor. Ashabın, Hz. Peygamber ve halifeleri devrindeki uygulamayı bilmeme hususunda bundan daha kötü bir şey olabilir mi? Allah'a yemin ederim ki, üç talâkın bir sayılması kesin bir hata olsa, bu sizin irtikâb ettiğiniz hata, işlediğiniz te'vil cinayeti karşısında çok daha hafif kalırdı. Eğer konuyu olduğu gibi bırakmış olsaydınız; kendi başına, şu getirdiğiniz delil ve verdiğiniz cevaplardan daha güçlü ayakta dururdu.
Bu konuda hesaplaşma; ne mutaassıb bir mukallidin, ne cumhurdan korkan, ne de, doğru kendi tarafında olduğu halde bile yalnız kalmaktan ürken birinin huzurunda olmaz. Bu konuda hakem kılınacak ve huzurunda hesap-laşılacak kimse ancak ve ancak ilimde yüksek payeye erişen, yed-i tula sahibi, şüphe ile delil arasını ayıran, hükümleri bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.) aydınlık penceresinden alan, mertebeleri bilen ve oradaki görevlerini yerine getiren, kalbi, şeriatın sırlarına ve yüce hikmetlerine açılmış, şer'î hükümlerin içerdiği açık-gizli mashahatlara vâkıf olmuş, bu gibi zor meselelerin ta derinliklerine dalmış ve her iki tarafın da delillerine hakkıyla vâkıf olmuş kimse olacaktır. Kendisinden yegâne yardım istenen Allah'tır ve ancak O'na güvenilir.
"Hadisler ihtilâf ettiğinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabının üzerinde bulundukları şeylere iltifat ederiz." sözünüze gelince; evet, vallahi, haydin İslâm'ın bu öncülerine, bu iman cemaatine hep birden sarılalım. Şair şöyle diyor:
oıî
"Bana onlardan sonra, yerlerini dolduracak kimseler arama Çünkü, kalbim onlardan başkalarıyla razı olur sanma."
Ancak bizi bir şeye davet edip de ondan ilk kaçan ve muhalefet eden kimselerin siz olması asla yakışık almaz.
Hz. Peygamber (s.a.) geride yüz bin sahabî bırakarak vefat etmişti. Bunların hepsi de onu görmüş, ondan işitmişlerdi. Bunların hepsinden veya onda

birinden veya onda birin onda birinden, hatta onda birinin onda birinin onda birinden, bir ağızdan verilen üç talâkın bağlayıcılığı görüşünde oldukları sahih olarak bilinseydi ya! Siz bütün çabalarınızı ortaya koysanız, bu konuda ashabın ihtilaflı olmalarına rağmen, onlardan iddianızı benimseyen yirmi kişi bulamazsınız. İbn Abbas'tan iki görüş de sahih olarak nakledilmiştir. İbn Mes'ûd'un üç talâkın bağlayıcılığım benimsediği gibi tevakkuf edip, kesin bir karar belirtmediği de rivayet edilmiştir. Eğer biz, kendi devirlerinde üç talâkın bir sayıldığını benimseyen sahabelerin çokluğuyla övünüp, onları saymak isteseydik, onların kendilerinden bunun aksi rivayet edilen kimselerin kaç katına ulaştıkları görülürdü. Hz. Ömer devrinin ilk yıllarına kadar yaşamış ve öimüş her sahabî bizim görüşümüz üzeredir. Ashabın öncüsü, en hayırlısı ve üstünü (Ebu Bekir), devrinde yaşayan diğer sahabîlerle birlikte iddiamızı is-bat için yeterlidirler. Hatta biz istesek şöyle de diyebiliriz ve doğru da olurdu: Üç talâkın bir sayılması eski bir icmâ* idi. Sıddık devrinde iki kişinin bile ihtilâfı yoktu. Ancak icmâ edenlerin asrı henüz son bulmamıştı ki, ortaya ihtilâf çıktı. İlk icmâ henüz yerleşemeden sahabe iki görüşe ayrıldı ve ihtilâf ümmet arasında zamanımıza kadar sürüp geldi. Sonra biz şunu söylüyoruz: Hz. Ömer, kendinden önce geçenlerin icmâ'ma muhalefet etmedi. Aksine, onun haram olduğunu bile bile yaptıkları ve düşkünlük gösterdikleri için üç talâkın bağlayıcılığını onlara bir ceza olarak uygun gördü. Kuşkusuz devlet başkanının, insanların bir konuda Allah'ın ruhsatını ve kolaylaştırmasını kabul etmeyip, şiddet ve zorluğu tercih etmeleri durumunda, kendi üstlerine yüklendikleri aleyhte tasarruflarını onlara bağlayıcı sayma yetkisi bulunmaktadır. Bu böyle olunca, mü'minlerin emîri Hz. Ömer gibi ümmet üzerinde son derece titreyen, onların ahlakî seviyelerini yükseltmeye çalışan bir halife için, böyle bir cezaî tedbire başvurmak çok yerinde olacaktır. Cezalar zaman ve şahısların değişikliği ile, üzerine ceza tertip edilecek fiilin haramlığmın bilinip bilinmemesi imkânına göre farklılık arzederler. Hz. Ömer, onlara "Bu Allah'ın Rasûlündedir." dememiştir. O sadece bu kararda ümipeti, üç talâkı birden verme davranışına koşuşmaktan alıkoyacağına inandığı bir maslahat görmüştür, bu yüzden de "Keşke onu aleyhlerine yürürlüğe koysak" başka bir rivayette: "Onu aleyhlerine onaylayın, geçerli kabul edin!" demiştir. Görülmez mi ki, bu, Hz. Peygamber'den (s.a.) nakledilen bir haber değildir, sadece Hz. Ömer'in maslahat gereği ulaştığı bir görüştür. Hz. Ömer (r.a.) şunu görmüştür: Teenni ile hareket ve ruhsat (mühlet), Allah tarafından boşayana tanınmış bir nimettir. Ona merhametin bir neticesidir, bir lutuftur. Buna rağmen o, bu nimeti tekmelemiş, Allah'ın ruhsatını ve kendisi için kıldığı teen-nîli hareket tarzını kabul etmemiştir. Bunu müşahede eden Hz. Ömer kişi ile bu nimetler arasına geçmek, kendi ihtiyarıyla üstlendiği şiddet ve aceleci tavrıyla kendisini ilzam etmek suretiyle onu cezalandırmak istemiştir. Bu şer'î kaidelere uygundur. Hatta Allah'ın yaratış hikmetine bile hem ölçü, hem de teşrî' bakımından muvafıktır. Zira Yüce Allah, insanlar hadlerini aşıp da sınır tanımadıklarında, sınırı muhafaza edenler için koyduğu çıkış yollarını, onlara daraltmaktadır. Nitekim, karısını üç talâkla boşayan kimseye "Eğer sen Allah'tan sakınsaydm, o sana mutlaka bir çıkış yolu kılardı." diye cevap veren sahabî, aynı espriye işaret etmiş olmaktadır. Nitekim İbn Mes'ûd ve İbn Abbas böyle söylemişlerdir. Mü'minlerin emîri ve beraberindeki sahabî-lerin bakış açısı da budur. Yoksa hâşâ o, Allah'ın hükmünün değiştirilmesine rıza göstermiş ve helâli harama çevirmiş değildir. İşte nasslarla, Hz. Ömer ve beraberindeki sahabîlerin yaptıkları arasını en güzel bulma yolu budur. Siz ise, ancak bu iki taraftan birisini iîgâ etmek suretiyle işin içinden çıkmak istiyorsunuz.
Buraya kadar arzettiklerimiz bu zor ve son derece karışık konu ile ilgili her iki grubun da ulaşabildikleri son noktalardır. Tevfik Allah'tandır/83*
3. Karısını İki Talâkla Boşayan Köle Azad Edildiğinde Şer'î Tahli Olmadıkça Karısı Kendisine Helâl Olur mu?
Sünen sahipleri rivayet ederler: Nevfeloğulları'nın azadhsı Ebu'l-Hasan, İbn Abbas'tan şu konuda fetva talebinde bulunur: Bir köle var; nikâhı altında bulunan köle hanımını boşuyor. Bundan sonra her ikisi de âzad ediliyorlar. Acaba koca, boşadığı karısına talip olabilir mi? (Yoksa şer'î tahlil (hülle) mi gerekir)?
İbn Abbas: "Evet (talip olabilir); Hz. Peygamber (s.a.), bu şekilde hükümde bulundu." diye cevap verdi.(84)
Başka bir rivayette İbn Abbas: "Sana geriye bir talâk kalmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) böylece hükmetti." demiştir.
İmam Ahmed, Abdürrezzâk'tan nakletmiştir: İbnü'l-Mübârek, Ma'mer'e: "Bu EbuM-Hasan da kim? Gerçekten çok büyük bir kaya yüklenmiştir!" dedi. Münzirî: Bu Ebu'I-Hasan, hayır ve iyi haliyle anılmış bir kimsedir. Ebu Zür'a er-Râzî ve Ebu Hatim er-Râzî, onun sika olduğunu söylemiştir. Şu ka-

83. Bu konuda geniş bilgi için ayrıca bk. tbn Kayyım, I'lâmu 'l-Muvakkîn, 3/30-40; îbn Kay-yim, îğasetü'l'Lehfân, 153-183; ibnTeymiye, el-Fetâvâ, 3/13-25: Ebu Zehra, İbn Teymi-
yet s. 415 vd.
84. Ebu Davud, 2187; Nesâî, 6/155; îbn Mâce, 2082; Hakim, 2/205. Senedindeki Ömer b. Muattİb zayıftır.

dar var ki, ondan rivayet eden Ömer b. Muattib'tir. Ali b. el-Medînî onun hakkında: "Onun hadisleri münkerdir.", Nesâî de: "O sağlam değildir." demiştir.
Zevce nikâhı altında iken, köle koca âzad edilirse, üç talâkın üçüne de sahip olur. Eğer iki talâkla boşamış iken âzad edilirse, bu durumda fukahâ-nın dört görüşü bulunmaktadır:
1— Boşanmış kadın hür olsun köle olsun, yeni bir koca ile evlenmedik-çe artık kendisine helâl olmaz. Bu İmam Şâfi'î'nin ve iki rivayetten birinde İmam AhmedMn görüşüdür. Bu görüş, talâkta itibarın kocaya olduğu esasına dayanır. Kölenin ancak iki talâk hakkı vardır. İsterse karısı hür olsun.
2— Başka bir koca ile evlenme şartı aranmaksızın, üzerine yeni bir akit akdetme yetkisine sahiptir. Nitekim bu Ömer b. Muattib hadisi, buna delâlet etmektedir. Bu görüş de, iki rivayetten diğerinde İmam Ahmed'e aittir. Aynı zamanda İbn Abbas'ın görüşüdür. Şâfiîlerin imamlarına-nisbet ettikleri iki vecihten biri de bu doğrultudadır. Bu görüşte fıkhî bir incelik vardır: Zira boşadığı karısı, kölelikten kaynaklanan noksanlığından dolayı iki talakla haram olmuştu. Kadın henüz iddet içindeyken, koca âzad edilince noksanlık ortadan kalkmış ve üç talâk mâlikiyetin sebebi vücuda gelmiş oldu. Nikâhın hükümleri de henüz baki olduğundan, onun üzerinde üçüncü talâk hakkına da sahip olmuş olur. Böylece ric'at hakkı doğar. Eğer iddetin bitiminden sonra âzad edilmişse, kadın kendisinden ayrı düşmüş olur. Fakat ikinci bir koca ile evlenme ve zifaf şartı aranmaksızın (yeni bir nikâhla ve tek talâk hakkı ile) kendisine helal olur. Bu görüş kıyasa uzak değildir.
3— İddeti içerisinde rücû hakkı vardır. İddet bittikten sonra da ikinci bir evlilik ve zifaf olmaksızın tekrar evlenebilirler. Bütün Zâhirî'lerin görüşü böyledir. Çünkü onlara göre talâk konusunda hür ve köle eşittir.
Süfyan b. Uyeyne; Amr b. Dînâr—İbn Abbas'ın âzadlısı Ebu Ma'bed— İbn Abbas senediyle rivayet eder: îbn Abbas'ın bir kölesi, karısını iki talâk boşamıştı. İbn Abbas ona rücû etmesini emrettiyse de o yanaşmadı. İbn Abbas: "Haydi, o senindir! Mülkiyet yoluyla.onu helâl kıl." dedi.
4— Eğer karısı hür ise, köle kocanın üç talâk hakkı vardır. Eğer cariye ise iki talâk hakkı olduğundan ikinci bir evlilik ve zifaf olmadıkça artık kendisine helâl olmaz. Bu da Ebu Hanife'nin görüşüdür.
Bu konu selef ve halef ulemasının dört görüş olmak Üzere ihtilâf ettikleri bir yerdir:
Birinci görüş: Köle ve hürün talâkı eşittir. Bütün zahirîler bu görüştedir.
Bunu onlardan tbn Hazm nakletmiştir. Bunlar, talâk konusunda vârid olan nassların umumî oluşu, mutlak bulunuşu ve hür-köle arasında bir ayırıma yer vermeyişi, böyle bir ayırım hakkında icmâ bulunmayışı gibi hususlarla görüşlerini üelillendirmeye çalışmışlardır. îbn Abbas'ın, bir kölesine cariye olan karısını iki talâkla boşamasına rağmen ona ric'atte bulunmasını emrettiği sahih olarak bilinmektedir. îbn Abbas'tan yapılan bu nakil hakkında incelemede bulunmak gerekir. Çünkü Abdürrezzâk, îbn Cüreyc —Amr b. Dînâr— Ebu Ma'bed senediyle şöyle rivayet ediyor: îbn Abbas'a ait bir köle ve yine ibn Abbas'a ait bir cariye vardı. Bunlar evliydiler. Köle, cariye hanımını boşadı ve bâin kıldı. îbn Abbas ona: "Senin talak hakkın yok. Ona rücû et!" dedi. <85>
Abdürrezzâk, Ma'mer—Simâk b. el-Fadl senediyle rivayet eder: Köle îbn Ömer'e sordu; o "Başını vursalar da, ona rücû etme." dedi.(86)
Bu fetvanın dayanağı şudur: Kölenin talâkı, nikâhta olduğu gibi, efendinin elindedir. Nitekim Abdurrahman b. Mehdî, Sevrî—Abdülkerim el-Cezerî—Atâ senediyle îbn Abbas'ın: "Kölenin ne talâkı, ne de ayrılığı bir şey değildir." dediğini rivayet eder.
Abdürrezzâk, İbn Cüreyc—Ebu'z-Zübeyr senediyle nakleder: Ebu'z-Zübeyr, Câbir b. Abdillah'ı cariye ve köle hakkında: "Efendileri aralarını birleştirir ve ayırır." derken işitir.(87) Bu, Ebu'ş-Şa'sâ'nm kavlidir. Şâbî şöyle demiştir: "Medine uleması, efendiden izin almadan kölenin boşayamayacağı görüşündedirler." İbn Abbas'ın yaklaşımı işte budur. Yoksa, 'Nikâhı altında cariye bulunduğunda kölenin talâkı üçtür.' şeklinde bir görüşe sahip değildir. Bu görüşte olan hiçbir sahabînin varlığını bilmiyoruz.
İkinci görüş: Eşlerden hangisi köle olursa olsun, talâk onun köleliği sebebiyle ikidir. Nitekim Hammâd b. Seleme, Abdullah b. Ömer—Nâfi' senediyle İbn Ömer'in: "Hür, cariyeyi iki talâkta boşar. (Boşanan cariye) iki hayız müddeti iddet bekler. Köle, hür kadını iki talâkla boşar. (Boşanan hür kadın) üç hayız süresi iddet bekler." dediğini rivayet eder. Osman el-Bettî bu görüştedir.
Üçüncü görüş: Talâkta itibar kocalaradır. Dolayısıyla hür koca, üç talâka mâliktir, isterse karısı cariye olsun. Köle koca da iki talâka sahiptir, isterse karısı hür olsun. Bu görüş de İmam Şafiî, Mâlik ve ifadelerinden anlaşıldığına göre îmam Ahmed'e aittir. Ashaptan Zeyd b. Sabit, Âişe ve Ümmü Se-

85. Musannef, 12962.
86. Musannef, 12963.
87. Musannef, 12964.

leme validelerimiz, Osman b. Affan, Abdullah b. Abbas da bu görüştedirler. Ayrıca el-Kasım, Salim, Ebu Seleme, Ömer b. Abdülaziz, Yahya b. Saîd, Re-bîa, Ebu'z-Zinâd, Süleyman b. Yesâr, Amr b. Şuayb, İbnü'l-Müseyyeb, Atâ gibi simalar da hep bu görüşü benimsemişlerdir.
Dördüncü görüş: Talâkta itibar, iddette olduğu gibi, kadınlaradır. Nitekim Şu'be, Eş'as b. Sevvâr—Şa'bî—Mesrük silsilesiyle İbn Mes'ûd'un: "Sünnet; talâk ve iddette kadınlara itibar şeklindedir." dediğini rivayet eder.
Abdürrezzâk, Muhammed b. Yahya ve başkaları—İsa—Şa'bî senediyle on iki sahabîden: "Talâk ve iddette itibar kadınlaradır." dediklerini rivayet etmiştir.(88) Hadisin lafzı bu. Bu, Hasan, İbn Şîrîn, Katâde, İbrahim, Şa'bî, İkrime, Mücâhid, Sevrî, Hasan b. Hayy, Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşleridir.
"Bu konuda Allah Rasûlü'nün (s.a.) hükmü nedir?" denilirse, bunun cevabını Ebu Davud vermiştir: Muhammed b. Mes'ûd—Ebu Âsim— İbn Cüreyc—Mezahir b. Eşlem—Kasım b. Muhammed—Âişe senediyle Hz. Pey-gamber'den nakledilir: "Cariyenin boşanması iki talâkladır. İddeti de İki ha-yızdır."<89>
Zekeriyya b. Yahya es-Sâcî ise, Muhammed b. İsmail b. Semüre el-Ahmesî—Ömer b. Şebîb el-Müslî—Abdullah b. İsâ—Atıyye— İbn Ömer silsilesiyle Hz. Peygamber'in: (s.a.) "Cariyenin talâkı ikidir. İddeti de iki ha-yizdır." buyurduğunu rivayet eder.(90>
Abdürrezzâk, İbn Cüreyc—yazı ile Abdullah b. Ziyad b. Seman— Abdullah b. Abdurrahman el-Ensârî—Nâfi'—Ümmü Seleme validemiz senediyle rivayet eder: Validemizin bir kölesi, hür karısını iki talâkla boşar ve Ümmü Seleme Hz. Peygamber'den (s.a.) fetva ister. Peygamberimiz: "Başka bir koca ile evlenmedikçe artık ona haram olmuştur." buyurur.(91)

88. Musannef, 12956.
89. Ebu Davud, 2189; Tirmizî, 1182; İbn Mâce, 2080; Hâkim, 2/205; Beyhakî, 7/370. Mezahir b. Eşlem zayıftır.
90. İbn Mâce, 2079. Atıyye, Atıyye el-Avfî'dir. Zayıflığında ittifak vardır. Amr b. Şebîb de öyledir. Dârakutnî, Süne/Tinde (s. 441) hadisi tahric ettikten sonra şöyle der: "Amr b. Şebîb el-Müslî bu hadisle teferrüd etmiştir. O, zayıf bir râvidİr. Hadİsiyle amel edilmez. Sahih olan, Nâfi' ve Sâlim'in İbn Ömer'den naklettikleridir. Nitekim Muvatta (2/574)'da yer almıştır: İbn Ömer, şöyle derdi: "Köle, karısını iki talâk boşadığında, ister hür olsun ister cariye, başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine helâl olmaz. Hür kadının iddeti üç hayız, cariyenin iddeti de iki hayızdır."
91. Musannef, 12952. Abdullah b. Ziyâd b. Sem'an, "metrûk"tur.

Daha önce Ömer b. Muattib—Ebu Hasan—İbn Abbas senediyle rivayet edilen hadis geçmişti. Sağlamıyla, çürüğü ile rivayet edilen bu dört hadisten başka Hz. Peygamber'den mevcut başka bir nakil bilinmemektedir.
Birinci hadisi ele alalım: Ebu Davud: "O meçhul bir râvinin hadisidir." der. Tirmizî: "Garib bir hadîstir. Sadece Mezahir b. Eşlem yoluyla biliyoruz. Mezahir ilim dünyasında sadece bir hadisle ismi duyulan bir kimsedir." der. Ebu'l-Kâsim b. Asâkir el-Etrâfmda bu hadisi zikrettikten sonra şöyle der: "Üsame b. Zeyd b. Eşlem babasından rivayet eder: Babasının yanında oturuyorken, Emir'in habercisi gelir ve kendisinin Kasım b. Muhammed'le Salim b. Abdullah'a bunu sorduğunu ve onların: Bu (mu?). Gerçekten bu ne Allah'ın kitabında, ne de Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetinde vardır. Ancak Öteden beri müslümanlar onunla amel etmişlerdir, dediklerini haber verir." Hafız (İbn Hacer) şöyle der: "Bu, merfû hadisin mahfuz olmadığına delâlet eder." Ebu Âsim en-NebîI: "Mezahir b. Eşlem zayıftır."; Yahya b. Maîn; "Onun bir değeri yok, üstelik tanınmıyor."; Ebu Hatim er-Râzî; "Hadisi münkerdir." demişlerdir. Beyhakî ise: "Eğer sabit olsaydı biz de onunla amel ederdik. Ne var ki biz, adaletini bilmediğimiz bir kimsenin rivayet ettiği hadisi sabit göremeyiz." der.
İkinci hadis: Bunda da Ömer b. Şebîb el-Müslî var ve o zayıftır. Yine zayıf olan Atıyye bulunmaktadır.
Üçüncü hadis: Bunda da yalancı (kezzab) olan İbn Sem'an vardır. Abdullah b. Adurrahman ise meçhuldür.
Dördüncü hadis: Bunda da Ömer b. Muattib vardır. Onun hakkında söz geçti.
Konuyla ilgili olarak geriye sahabeden gelen haberlerle kıyas kaldı. Ashabdan gelen haberlere (âsâr) baktığımızda, daha önce de geçtiği gibi onları çelişkili bir halde görüyoruz. Bunların bir kısmı, diğerlerinden üstün değildir. Son olarak geriye kıyas kalıyor. Burda da iki taraf çekişiyor: Boşa-yan taraf, boşanan taraf. Boşayan tarafına itibar eden: "Talâka mâlik olan odur ve yetki onun elindedir. Dolayısıyla köle olması durumunda yarıya bölünür. Nitekim köleliği sebebiyle nikahlayabileceği kadınların sayısı, nisabın yarısına inmektedir." diyorlar. Boşanan tarafı gözönünde bulunduranlar ise: *'Talâk kadının üzerinde gerçekleşiyor ve ona iddet, haramhk ve bunlara tâbi diğer hükümler gerekiyor. Dolayısıyla kadının köle olması durumunda id-dete olduğu gibi talâk da yarıya bölünür." diyorlar. Kimi iddette olduğu gibi kadının köle olmasıyla yarıya indiriyor, kimi de eşlerden hangisi olursa olsun, birinin köle olmasıyla, yarıya indiriyor. Sanki bunlar her ikisini de göz önünde bulunduruyor ve her iki benzerliği devreye sokuyorlar. Kimisi de tamamlıyor ve üç talâk hakkı veriyor. Bu sonuncular bu konuda sabit nass yoktur. Sahabeden nakledilenler ise çelişkilidir. Kıyas da öyle diyorlar ve bunlardan hiç birisine iltifat etmeyerek "ric'î talâkın iki defa" olduğunu ifade eden nass-lann mutlak oluşuna sarılıyorlar. Öyle ya Allah bu nasslarda hür, köle; hür kadın, cariye diye bir ayırıma gitmemiştir. "Rabbin unutkan değildir." Hem sonra, ric'î talâkın iki kılınmasını gerektiren hikmet hür için de köle için de aynıdır. Nitekim İmam Mâlik: "Kölenin hür gibi dört kadın nikahlama hakkı vardır. Çünkü onun buna ihtiyacı hürün ihtiyacı gibidir." demiştir. İmam Şafiî ve Ahmed: "îlâ'da kölenin müddeti, hürün müddeti gibidir. Çünkü her iki durumda da zevcenin göreceği zarar aynıdır." demişlerdir. Ebu Hanife: "Kölenin talâkı ile hürün talâkı, zevcelerinin hür olmaları durumunda eşit-tir. Talâkla ilgili nassların mutlaklığı, ve onların hürü de, köleyi de kapsamaları bunu gerektirir." demiştir.
Ahmed b. Hanbel, —diğer âlimlerle birlikte—: "Bütün keffaretlerde kölenin orucu ile hürün orucu aynıdır. Hırsızlık ve içki cezalarında köle ile hürün durumu aynıdır." demiştir.
Bunlar devamla şöyle derler: (yukarıdaki nakledilen) bu haberler veya bir kısmı sabit olsaydı, onlara koşmakta bizi asla geçemezdiniz ve onlar üzerinde bize galebe edemezdiniz. Eğer ashabtan gelen haberler çelişkili olmasa, ittifak halinde olsaydı asla onları bırakıp da başka deliller aramazdık. Çünkü hak, onlann üzerinde olduklan şeydedir, ötesinde değil. Tevfik Allah'tandır.
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt