Sakıncalı Eserler ve Zihniyetler

KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
ibn_arabi2[1].jpg
futuhat.jpg




TASAVVUF'TA "YAZDIRILMA" MOTİFİ (Mehmet Durmuş)

Allahü teala şöyle buyurur:
اَلاَ لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِۤ اَوْلِيۤاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلاَّ لِيُقَرِّبُونۤا اِلٰى اللَّهِ زُلْفٰى اِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ اِنَّ اللَّهَ لاَ يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ (3)

Haberin olsun, halis din yalnızca Allah’ ındır. O’ndan başkalarını evliyalar edinerek “Biz bunlara yalnız bizi daha fazla Allah’a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz.” diyenlere gelince, Allah tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmünü verecektir. Şu bir gerçek ki Allah yalancı, inkarcı kişiyi doğru yola iletmez. 39 Zümer 3

İslam'ın tevhid inancına "paralel bir din" olarak geliştirilen ve Budist, Maniheist, Hind-Iran mistik kültürü, Mailen Gnostik ve Neoplatonik felsefesi ve Yahudi ve Hristiyan mistik geleneklerinin sentezinden başka bir şey olmayan Tasavvufun bilgi kaynağı keşif, ilham ve rüyaya dayanır. Buradaki İlham kesinlikle, peygamberlere gelen vahiyden başka bir şey değildir! Ünlü mutasavvıfların hemen hemen hepsi kitaplarını/yazılarını kendilerinin yazmadıklarını, onlara yazdırıldığım, yukarıdan (Tanrı'dan) aldıklarını iddia etmişlerdir.

Bu iddiada bulunurken her biri değişik ilham/vahiy tasvirleri yapmış olsalar da özde hep aynıdır: Kendileri sadece, onlara gelen vahyin mütercimidirler! Tanrı onlara doğrudan vahyetmiştir...

Böylece sûfiyye takımı "zahirî bilgi"yi mahkum ederler ve her türlü sözün (hususan Kur'an'ın) bir de batıni anlamının olduğunu, bunu ancak keşif ve keramet sahibi evliyanın bileceğini iddia ederler, işte Kur'an'ın mesajını tahrif etmenin en zalim bir aleti de bu "batıni bilgi" hezeyanı olmuştur.
Biz bu yazıda tasavvuf geleneğinin üç önemli simasının; Muhyiddin İbnül Arabî, Celaleddin Rûmî ve Said Nursi'nin, bilgilerini, yani kitaplarını nereden aldıklarını, kendilerine nasıl yazdırıldığım kendi ifadelerine dayanarak ortaya koymaya çalışacağız. Bu üç isim, popülaritesi en fazla olup, tasavvufun iyi birer mümessilidirler. Bunların kanaatleri bütün sufiyenin ortak akîdesidir.


Amacımız, kendilerini İslam'a nisbet eden İnsanların, aynı zamanda mensubu bulundukları tasavvufi zihniyetin din anlayışına dikkat edip Kur'an vahyinin yanında mı, yoksa sufiyenin vahyinin yanında mı yer alacaklarını düşünmelerine vesile olabilmektir. En azından, Kur'an vahyi ile tasavvuf dininin birbirlerinden tamamen ayrı ve başka başka şeyler olduğunu, düşünen herkesin anlaması gerekir.

1: Muhyiddin İbnül Arâbî

"Neoplatonist teozofinin tasavvufa yansıyan bir varyantından başka birşey" olmayan vahdet-i vücut teorisini metafizik bir sistem halinde geliştiren (bknz. A.Y. Ocak, 9) İbnül Arabî 1165 yılında Endülüs'ün Mursia şehrinde doğmuştur. Gerçek adı Muhammed b. Ali b. Muhammed b. EI-Arabî'dir. (A. Ateş, 533). Kendisi 8 yaşında iken ailesi İşbiliye kentine yerleşmiş, 1194 yılına kadar burada kalmıştır. 1194 Yılında Tunus'a, geldiği, 1195'de Fas'a geçtiği ve tecessüt eden (bedenlenen) Kur'an'ın{!) rehberliği ile manevî bir miracını burada gerçekleştirdiği(!) bildirilmektedir. (A.Ateş, 536). İbnül Arabi 1201 yılında Magrib şehirlerinden birinde bulunurken, Hızır ile Musa'nın makamı(!) olan bir makama erişmiş, fakat bundan da bir yalnızlık ürküntüsü duymuştur. 1202 Yılında Kahire'de Hızır'ın hırkasını giymiştir! {A. Ateş, 536).

1202 Yılında Kudüs'ten yürüyerek gittiği söylenen Mekke'de hacca katılmış, burada iki sene kalmış ve meşhur Fütûhat-ı Mekkiye adındaki dört büyük ciltlik kitabını burada yazmaya başlamıştır. {A. Ateş, 537), O'nun Konya'da bulunduğu yıllarda Sadreddin KONEVİ ve Celaleddin RUMİ'nin yaklaşık 12 yaşlarında iki çocuk oldukları tahmin edilmektedir. {M.N. Gencosman, VIII). Bir rivayete göre Sadreddin'in üvey babasıdır. (A. Ateş, 539; Gencosman, VII). Ya hayatının sonlarına doğru Şam'a yerleşmiş, (Ateş, 540) yahut da bir seferi sırasında Şam'da 1240 yılında ölmüştür. Şam'da belirsiz olan mezarını Yavuz Sultan Selim keşfettirmiş ve adına büyük bir türbe yaptırmıştır. (1518) (Ateş, 541).

Biyografisini kısaca özetlediğimiz İbnül Arabi'nin hayatı oldukça hareketli ve ilginçtir. Hayatı esnasında yaşadığını iddia ettiği bazı hadiseler, ruhsal tecrübeler (!) ise hayatından daha karmaşık olup gelecekteki kişiliğini hazırlayan altyapılar niteliğindedir. Bizzat kendisinin yaşadığını iddia ettiği tecrübeler, kesinlikle normal beşerî ölçülerle izahı mümkün olmayan, hasta bir ruhsal kişiliğin iddia edebileceği sanrılardır. Yani biz onun ve benzerlerinin bu tür iddialarının kesinlikle bir halüsinasyon(') olduğuna inanıyoruz.

Fütuhat-ı Mekkiye'den nakledilen bilgiye göre 8 yaşında iken bir hastalık geçirmiş, hastalık esnasında (herhalde gördüğü bir kabus sonucu olsa gerektir) çirkin suratlı bazı kimselerin kendisine eziyet etmek istediklerini, iyi kişilerin ise ona yardım ettiğini görmüş. O iyi kişileri sorunca da, "Yasîn" suresi olduğunu söylemişler. (Ateş, 534, Futuhat'dan naklen).

İbnül Arabi'nin ilk mürşidleri de onun kimliği hakkında yeteri kadar aydınlatıcı kanaat edindiricidir diye düşünüyoruz. Onun ilk şeyhi ümmî olup, ama "bir çok kerametleri olan" Ebu Cafer adındaki bir kişidir. (Ateş, 537). Bir diğer şeyhi, Ebu Muhammed el-Bağî ise abdal'dan sayılmakta ve daima dağlarda, sahillerde yaşamakta, şehirlere gelmemektedir. (Ateş, 535, Ruhul Kudüs'den naklen).

Bu şeyhlerle yıllarını geçiren Ibnül Arabî psişik rahatsızlığın o derecesine varmış olmalı ki, şeyhlerinden biri kendisini artık dirilerle değil, ölülerle yaşıyor olmakla suçlamış (yani şeyhi bile normal görememiş), o da bu şeyhini bir gün çağırarak hakiki dirilerin o Ölüler olduğunu şeyhine göstermiştir! (Ateş, 535, Fütuhattan naklen).

Tasavvufi haller denen psikolojik rahatsızlıklar o kadar ileri gitmiş olmalı ki, artık İbnül Arabî mesela Harun Reşid'in oğlu Muhammed'in ruhunun tecessüt ettiğini ve onunla konuştuğunu iddia etmektedir. (Ateş, 533, Futuhat'dan naklen).

Tamamen mitolojik bir kişi olan, dünyanın hiç bir yerinde ve hiç bir akıllı insanla oturup konuşmamış, görüşmemiş (Musa (a.s)'la hikayesi anlatılan zat Hızır'la karıştırılmamalıdır), mesela aklından asla şüphe duymadığımız Hz. Muhammed'le (s.a.v) görüşmemiş, tanışmamış olan Hızır'dan hırka giyen (Ateş, 536, Fütuhat'tan naklen); miraca çıkıp göklerde dolaşan ( Ateş, 536, Fütuhattan naklen); berzah alemindeki (?) kişilerle konuşan (Ateş, 538, Fütuhat'tan naklen) İbnül Arabi'nin aklî dengesi, ruhsal yapısı ve sağlığı, psikolojik durumu hakkında bizim yorum yapmamıza gerek bırakmayacak kadar önemli verilerdir.

İbnül Arabî Kitaplarını Nasıl Yazdı?
Bütün tasavvuf ekolünün çok tipik bir örneği olan İbnül Arabî "zahir ilmi"nin hiç bir işe yaramadığının(!) farkındadır. Mutlaka, halkın ne türlü bilgiye rağbet ettiğini çok iyi keşfetmiş biridir. Dolayısıyla İbnül Arabî, safsatalarını doğrudan doğruya Allah'dan aldığını, daha doğrusu, "Peygamberler hangi kaynaktan alıyorlarsa o kaynaktan aldığını" iddia etmiştir. Allah'ın sözlerini harfli ve harfsiz olarak işittiğini ve ilahi bir telkinle kendisine bildirilmemiş hiç bir bilgiyi yazmadığını ileri sürmüştür. (Ateş, 548, Fütuhattan naklen).

İbnül Arabî Mekke'de bulunduğu yıllarda "Fütuhatül Mekkiyye Fî Ma'rifeti'l Esrari'l Malikiyye vel-Mülkiyye" adını verdiği ve bütün tasavvufi düşüncelerini ihtiva eden kitabını yazmıştır. Daha doğrusu kendisine gelen vahiyleri yazma zahmetinde bulunmuştur. Kendince, Kur'andan farkı bulunmayan bu kitapta aynen Kur'an'da olduğu gibi tutarlılık aranmaması gerektiğini söyler. Çünkü Kur'anda da birbirleri ile alakalı olmayan sözler arasına, onlarla alakalı olmayan bir başka söz girebilmektedir! (Ateş, 543, Fütuhat'tan naklen).
560 Baptan oluşan (dört cilt halinde basılmış olan) bu kitabını yazış gerekçesini şöyle izah ediyor:
Alem-i Hakikat'te ve huzur-i celali'de mükaşefe anında Hz. Peygamber'i görmüş, bütün peygamberler O'nun önünde sıralanmış duruyorlarmış. Etrafında ümmeti ve hizmet eden melekler varmış. Ebubekir sağında, Ömer solunda, elinde bir mühürle duruyormuş. Hz. Ali ise bu Peygambere yönelmiş duruyormuş. O esnada Hz. Peygamber Ibnül Arabi'yi görmüş. O anla ilgili birtakım konuşmalar naklettikten sonra der ki, "o vakit bu hikmet ve hitabın azameti bana Cenabı Allah'dan bir lütfi ilahî ve bağış olarak verildiğini hissettim." (Fütuhat, 1/1-2; Selahaddin Alpay, 11).

Kitabın bir başka yerinde (Fütuhat, 9) Kabe'yi tavaf ederken ve oturup da Kabe'yi murakabe ederken Allah'ın kendisine açtığı fetihleri (vahiyleri) nedeniyle kitabına Fütuhat... adını verdiğini söyler.

İyi bir İbnül Arabi hayranı olan ve bazı kitaplarını tercüme etmiş olan Selahaddin ALPAY'ın, "Fütuhat-ı Mekkiye" adıyla çevirip yayınladığı muhtasar kitabın önsözünde söyledikleri, tasavvufun nasıl müstakil bir inanç sistemi, hatta din olduğunu göstermesi bakımından ibretâmizdir. Doğal olarak şeyhine çeken bu zat diyor ki: "Bu kitabın tercümesine başlamadan evvel uzun uzun düşündüm, daha doğrusu cesaretim yoktu... Fakat Allah'ın inayeti bana yetişti, rüyamda bu ulu zatın bana seslenerek, 'beni Anadolu çocuklarına ve halkına tanıt, ben onları severim, vaktiyle o diyarları ziyaret etmiştim. Mevlânâ gibi bir talebem vardır' diye seslenmesi bana bu kitabı terceme etmeme sebep oldu..." (S.Alpay, s.6).

Görüldüğü gibi tasavvufta her şey rüya ile oluyor; rüya uzakları yakın ediyor; Ölüyle dirinin arasındaki farkı yok ediyor, zaman kavramı ortadan kalkıyor! İbnül Arabi'nin peygamberden de ileri gittiği, onun muhiblerince de kabul edilmektedir.

İbnül Arabi'nin, "Allah tarafından kendisine yazdırılan" bir başka kitabı da, "bütün düşüncelerinin hulasası olan en olgun eseri" sayılan (Ateş, 543) Füsüsül-hîkem adlı kitabıdır.

Füsus'u 627 yılının Muharrem ayının son günlerinde Şam'da iken "Rasulullah'ı gördüğü gerçek bîr rüyada". Rasulullah'ın elinde bir kitap bulunduğunu, kendisine hitaben, "bu, 'Füsusül Hikem' kitabıdır, onu al ve insanlara duyur da onunla faydalansınlar" diyerek yazmakla görevlendirildiğini iddia eder. (Ibnül Arabî, Füsus, 47).

Bu görevlendirme karşısında Ibnül Arabî "işitmek ve itaat etmek gerekir" der ve "hiç bir ziyade ve noksanlık yapmadan niyetini gerçekleştirdiğini" söyler. (Füsus, 48; Gencosman, 1). İbnül Arabî Füsus'u yazmada kendisinin sadece "mütercim" olduğunu ileri sürmektedir. (Füsus, 48). Yani o sadece aracıdır, Füsus aynen Kur'an gibi bir vahiydir!

Her zaman olduğu gibi günümüzde de İbnül Arabi'den çok İbnül Arabî'ci kesilen bazı acar tasavvuf hermonetikcileri, onun bu safsata ve küfürlerini, Kur'an'ı, Allah inancını, peygamberlik kavramını tarumar eden ilhadlarım "yorumsayarak" tevil etmekte, kabule müsait hale getirmektedirler. Oysa iyi bir Ibnül Arabi meftunu olan ve kitaplarının mütercimi Ahmed Avni KONUK (ö. 1938)un izahı, İbnül Arabi'nin bir başka türlü anlaşılmaya elverişli olmadığını, yorumsamaya gerek bulunmadığını pekâlâ kanıtlamaktadır.
A.A. Konuk, "bütün ilahî mertebeleri cami" (cem meratib-i ilahiyye'yi câmî) dediği Hz. Peygamber'in 'Vâris-i ekmel'i" saydığı (A. Konuk, 98) efendisi İbnül Arabi'nin Füsus'unu şöyle tanımlıyor: "Serapa asl-ı hakiki'den kulûb-i enbiya (as)a münzel plan maarif ve hikemin ilahiyye'den ibaret ve ehli takyîd olan erbab-ı ukûl'ün bilmediği ve idrak edemediği hakayık ile mâlâmâldir. "(Konuk, 1), Yani Füsus, Peygamberlere gelen vahyin aynısıdır ve fakat bu hakikatleri akıl erbabı bilemez, anlayamaz! İbnül Arabîci sarih arkasından, Bakara suresinin 216. ayetini, ancak Şeytanın razı olacağı bir amaç uğruna kullanarak, -haşa- Kur'an'ı da "akıl erbabı"nın bilemeyeceğini demeye getiriyor!

Oysa Bakara 216. ayette. Allah cihadı emrettiği halde ondan kaçmanın yollarını arayan iki yüzlüler tenkit edilmektedir.
Evet, söyleyene değil, söyletene bak sözünü boşa söylememişler! A. Konuk'un, tasavvuf ehlinin saçmalıklarını "erbab-ı aklın" anlamayacağını belirtmesi gayet yerinde bir tesbittir! Akıllı İnsanlar yalnızca, akıllı sözleri anlarlar. Hiç bir mantık kuralına dayanmayan, aklı selimi tatmin etmeyen, sara nöbetlerinde sadır olmuş intibaını veren hezeyanlarla akıllı insanların işi yoktur.

A.A. Konuk'a göre Füsus kitabı doğrudan "Velayet-i hassa-i Muhammediye"den İbnül Arabi'ye verilmiş, o da noksansız ve ziyadesi? bir şekilde tebliğ etmiş olduğu için, Füsus'a itiraz doğrudan ve tamamen "hatem-i enbiya"ya itiraz etmek olur. (Konuk. 99).

Görüldüğü gibi bu kişilerin ne Allah inançları, ne peygamber, ne de vahiy inançları Kur'an'a uygundur; bunların akideleri tamamen kendi geliştirdikleri özel bir İnanç sistemine dayanmaktadır.

İbnül Arabî "et-Tedbîratu İlahiyye" adlı kitabının da ledünnî ilimlerden oluştuğunu; içine değil şüphe, tahmin bile karışmadığını iddia ederken (Ibnül Arabi, et-Tedbirat, 14) pek fazla yadırgamadığımızı, zira vahdet-i vücut felsefesi (panteizm) gereği kendisini Allah olarak gören, Allah'la aynılaşan bir zihniyetin böyle inançlar taşımasının normal görülmesi gerektiğini belirtmek isteriz.
 
  • Dua et
Tepkiler: eva
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
TASAVVUF EHLİNİN "ANLAŞILAMAZLIK" MİT'İ

Tasavvuf erbabı, kendilerine yöneltilen bütün ciddi eleştirilere, "bizi anlamazsınız" zırhına bürünerek karşı koymuşlardır. Bizi, tasavvufçu olmayanlar anlamaz demek, iyi bir savunma mekanizmasıdır.

Füsusül Hikem mütercimi M. Nursi GENCOSMAN, İbnül Arabi'yi red ve inkar edenlerin "rüsum uleması, fıkıh bilginleri" olduğunu, oysa bunların Ibnül Arabi'yi anlayamayacaklarını ileri sürer. Zira onların farklı ıstılahları, ayrı lisanları varmış. Tasavvuf terminolojisini bilmeyenlerin tasavvuf bahsinde söz ve salahiyet sahibi olmalarına imkan yokmuş! (Gencosman, X.).
A. Avni KONUK ise savunmasında aynı üslubu kullanır: "Bu ulûm ve hikemi anlamayanlar kendi istidatlarına kusur bulmalıdır." (A. Konuk, 95). Ona göre "akıllı adamlar" (erbabı ukûl) Ibnül Arabi'yi anlayamazlar. (A. Konuk, 1).

Celaleddin Rumî, "biz Kur'an'ın özünü, ruhunu, içini ve cevherini aldık, postunu kufuryoklerin önüne attık" derken (Uludağ, 141), "bizi herkes anlamaz" psikozu ile savunma geliştirmiş oluyordu.

Said Nursi'ye göre de Risaie-i Nur'a itiraz edilemez (Sikke, 56) çünkü onlar Tanrısaldır. Hatta risalelere "Kutb-u Azam"dan itiraz gelse yine de dikkate alınmaz! (Kastamonu L. 145). Çünkü Kutb-u Azam{!) yanılabilir. (Kutb-u Azam meğer pek de cahilmiş!)

Şüphesiz C. Rumî de, İbnül Arabî de, S. Nursî de, tasavvuf epistemolojisi bağlamında gayet haklıdırlar. Bu iddialar tasavvufun temel âmentülerine gayet uygundur. Birileri, yazdığı şiirlerinin, risalelerinin, tevillerinin ALLAH tarafından kendisine vahyedildiğine, doğrudan Allah'dan geldiğine inanmışsa, kendileri bu işde yalnızca mütercim rolünde iseler, bunlara itiraz edilemez olması doğal bir sonuçtur. Mütercimin bu işde bir kabahati olmayacağına göre, anlayamayanlar kendilerini kontrolden geçirmeleri gerekecektir!

Tasavvuf erbabının, "bunu ancak yaşayanlar anlar" tezleri tamamen bir manipülasyondur. Zira, eğer ki, bir sözü anlamak için mutlaka o sözün ait olduğu yaşam tarzını tecrübe etmek gerekli olsaydı, hiç bir müşrikin müslüman olmazdan evvel vahy'i anlamamış ve de anlayamaz olması gerekirdi! Örneğin, Nemrud'un, İbrahim'i hiç anlamadan öldüğünü kabul etmemiz mantıken zorunlu olurdu; çünkü müslüman olmamıştı! Böyle kalın kafalı bir adamın nasıl kral olduğu; ama aynı zamanda bu kalın anlayışının, İbrahim (a.s.)ı ateşe attırmayı düşünecek kadar da nasıl inceldiği, makul bir izahı gerektiren paradoks olurdu. Halbuki bir müşrik, anladığı için müslüman olur, yahut da yine anladığı için müslüman olmaz!

En azından vahiy, ilkesel olarak "anlaşılır" özelliktedir. Ve anlaşılsın diye vahiy inzal edilir. Eğer vahiy anlaşılabiliyor da, İbnül Arabi'nin, S. Nursi'nin v.s. felsefeleri anlaşılmıyorsa bu durum, anlamayanlarla ilgili bir sorun olmaktan ziyade, ilgili felsefelerin doğasıyla alakalıdır. Kısacası, bu felsefeler bir çelişkiler yumağı, hurafeler bütünü ve herhangi bir realiteye dayanmayan, havaî söylemler olduğu için anlaşılmazdırlar.

Tasavvuf felsefesi, şeyhin lâyuhtî, lâ-yüs'el mutlak otoritesine mutlak teslim olmayı merkeze alan mutlak kabul esasına, yani kula kulluk esasına dayandığı için, bu felsefeyi kabul edenler, anlıyor değiller, sadece körü körüne teslim oluyorlar. Yani, "bunları tasavvufcu olmayanlar anlamazlar" tezi, dayatmacılığın, mutlak mûtî "kullar" edinmenin bir biçimidir. Bu "anlaşılmazlık" dayatmasını yutanlar, perdelerini indirip, dışa kapanıyorlar, akıl ve iz'an dışı söylemlerle akıllarını ipotek ettirip ruhsal dengelerini sarsıyorlar. Dolayısıyla tasavvuf akideleri anlamakla değil, dogmatik olarak teslim olmakla alakalıdırlar.

Bu bağlamda, "erbab-ı ukûl"ün, tasavvufu "anlamamaları" kadar normal bir şey olamaz. Ve dahi "anla-mamalıdırlar"...

Kendilerinden başka bütün insanları panteist felsefelerini anlamamakla suçlamak, tasavvuf ehlinin, sadece kendilerini akıllı, alemi kör sanmak gibi bir megalomani belirtisidir.

Kendilerini İslam'a nisbet eden insanlar sadece Allah'ın vahyi olan Kur'an'dan sorumludurlar. O'nu anlamak ve O'na göre yaşamak zorundadırlar. Kendilerini Allah'a değil de, İbnul Arabi'ye, C. Rumi'ye veya S. Nursi'ye nisbet edenler ise Allah'ı veli olarak bulamayacaklardır. Hesap gününde hesabı görecek olan, bu şahıslardan biri değil, Allah'ın kendisidir.

DEĞERLENDİRME

Görüldüğü üzere, tasavvufta bilgilenmenin kaynağını rüya, keşif İlham, doğrudan Allah'dan vahiy alma gibi temalar oluşturuyor. Söz konusu kavramların her biri geniş çaplı inceleme-araştırma alanları olup, bu makale sınırlarına sığmayacak çaptadırlar.

Bu incelemeyle şunu gördük ki, tasavvufta bilgiler, doğrudan gayb aleminden alınmaktadır. Bu da sonuçta Allah tarafından (vahy ile) bilgilendirilme anlamına gelmektedir. Ve mistik filozof ve şairler, gaibten aldıklarını iddia ettikleri bu bilgilerini doğrulayabilme, akli ölçütlerle izah etme, nedenini-niçinini açıklama gibi bir kaygıyı asla taşımıyorlar. Kendilerinin sadece mütercim olduklarını, bu bilgilerin onlara Allah tarafından verildiğini öne sürüyorlar.

Ortaya konan ürünler ise din adına sunulmakta ve bu ürünler dinin kaynağı olan Kur'an'la, onun pratiği olan sünnetle uyuşmamakta, hatta çatışmaktadır. Adeta, Kur'an'a alternatif yeni Kur'an'lar; dîne alternatif yeni dinler ve peygambere alternatif yeni peygamberler ortaya çıkmaktadır. Bunun İslâmî literatürdeki adı şirk'ten başka bir şey değildir.

Tek tek insanların müşrik olanını, mü'min olanını belirlemek gibi bir görevimiz yok. Fakat, şirk olan bütün düşünce, ideoloji ve zihniyetleri tanımak görevimizdir. Biz şu ilkeden asla taviz vermemek azmindeyiz: Hz. Muhammea'aen sonra günümüze kadar ölmüş olan hiçbir İnsan Kur'an'ın fevkinde olamaz Müslümanların anlayışı Hz. Muhammedin (a.s.) tebliğ ettiği din anlayışından farklı olamaz. Her kim olursa olsun, ortaya koyduğu din anlayışı Kur'an'a uygun olmak zorundadır. Uygun değilse İslam çerçevesinde değerlendirilemez.

Rüyalarla, mitoslarla, "gaybdan geldi" gibi uyduruk referanslarla din anlayışı olamaz. Aksi takdirde, rüya gören sadece İbnül Arabî, C. Rumi, S. Nursî v.b. olmadığı için, yüzbinlerce hatta milyonlarca din ortaya çıkar. Dolayısıyla din adına söz söyleyen, iş yapan herkes, sözünü ve işini Kur'an'ın tanıdığı meşruiyyet zemini üzerinde söylemek ve yapmak zorundadır.

Tamamen idare-i maslahatcı bir anlayışla tasavvuf ehlinin hep hayra yorulduğu, en olmadık tevillerle aklandığı, onların da İslam'ın bir başka boyutunu oluşturduğu şeklindeki yorumların kesinlikle ciddiye alınır bir tarafı yoktur. Zira, İslam'ın bütün akidelerine tamamen ters akideler geliştiren bir öğretinin, "bir başka boyutla" v.s. alakası yoktur. Belki "bir başka dinle alakası vardır. Herkes hangi dinden olduğuna da iyice dikkat etmelidir.

MEHMET DURMUŞ

KAYNAKÇA

- Ahmed Avni KONUK, Füsusül Hikem Tercüme ve Şerhi, Dergah Y. lst-1987.
- Ahmed Yaşar OCAK, Prof. Dr., islam. .Tasavvuf ve Tarikatlar, Türkiye Günlüğü Dergisi, s.45,1997.
- Ahmed ATEŞ, Muhyiddin Arabî, fslam Ans. (MEB), C.8.
- Celaleddin RUMl, Mesnevf, Abidin Paşa Tercüme ve Şerhi, lst-1324, (Arapça Dibace)
- Celaleddin RUMl, Mesnevi, Tahirul Mevlevi, Tercüme ve. Şerhi, Selam Y, lst-1963.
- Celaleddin RUMl, Mesnevi, M.E.G.S.B. Y. İsi-1988.
- Fuat KÖPRÜLÜ, Ord. Prof. Dr., Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, DlBY. Ank-1991.
- Muhyiddin Ibnül ARABİ, Fütûhatül Mekkiyye, bşk. yeri ve trh. yok (4 C) '
- Muhyiddin Ibnül ARASI, Fütuhat-ı MeKklye, Tere. Selahaddin ALPAY, Şada Y. lst-1971.
- Muhyiddin Ibnül ARABl, Füsusül Hikem, vet-Tahkîkatu, Ebul Ala el-Afifî, Beyrut, bşk. t. yok.
- Muhyiddin-I Arabi, Füsusül Hikem, Tere. M. Nuri GENCOSMAN, 5. bşk. İst-1981.
- Muhiyiddln Ibnül Arabi, Tasavvuf Yolu, et-Tedbiratül llahlyye, Tere. Selahaddin ALPAY, lst-1973.
- Necmeddin SAHlNER, Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursî, 2. bşk. Yeni Asya Y. Isl. 1974.
- K RİTTER, Celaleddin Rumî, islam Ans. (MEB), 3, C.
- Said NURSl, Tarihçe-i Hayat, Hayatı-Mesleki-Tercüme-i Hali-SözlerY. ist-1991.
- Said NURSl, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Sinan Matbaası-1960.
- Said NURSl, Kastamonu Lahikası, Sözler Y. lst-1993.
- Said NURSl, Emirdağ Lahikası, SÖ2ler Y. lst-1993 (İki cilt bir arada)
- Sultan VELED, Maarif, MEB Y- İst-1993.
- Süleyman ULUDAĞ, islam Düşüncesinin Yapısı, Dergah Y. lst-1979.
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
Muhyiddin İbn Arabi Üzerine

Celaleddin Vatandaş

İlkel toplumların büyü, sihir, afsunları, Yunan'ın felsefesi, Hint ve Fars'ın mistisizmi ve İslâm'ın bazı unsurlarını bir potada eriterek orjinal bir inanç haline gelen tasavvuf 6. yüzyılda en büyük Üstad’ını da çıkarmakta gecikmez. Bu Muhyiddin îbn Arabi'dir. Onun hayatında ve fikirlerinde kendinden önceki dönemlerin tasavvufunun bütün özelliklerini görmek mümkündür. Ancak kendisi de orjinal unsurlar oluşturmaktan geri kalmamıştır. Bu yönüyle o tasavvufun zirvesi, özeti durumundadır.

İbn Arabi'nin Endülüste başlayıp buranın Hıristiyanlığından ve felsefesinden birşeyler alan, sonra sırasıyla Kuzey Afrika kavimlerinin paganik özelliklerinden, Mısır'ın eklektik düşünce ve inancından, Arabistan halkının islâm'ından, Anadolu ve İran şamanizmi, zerdüştlüğü ve maniheizminden, Suriyenin îsmaîliliğinden çok şeyleri alıp oluşturduğu tasavvuf düşüncesi bu zirvenin niteliğini gösterir mahiyettedir. Bütün bu bölgeleri kapsayan seyahatleri son nefesiyle birlikte Şam'da noktalanır. Onun öğretisi farklı bir inanç yapısı olma adayı olan tasavvufun bağımsızlık bildirisi durumundadır.

Konuya biraz daha ayrıntılı değinecek olursak onun öğretisi felsefi bir temele sahiptir,

İhvan-ı Safa risaleleri yoluyla İskenderiye ve Empedoklesçi kozmolojiyi, Birunî'nin astronomik ve astrolojik çalışmalarının bazı özelliklerini
ve Hermetik doktrinin kozmos anlayışını öğretisine almıştır.

Suhreverdî ye Farslı şair Evnâdüddin ile bizzat karşılaşıp, görüsmüş, onlardan Manî, Zerdüşt dininin ve İşrâkî felsefesinin bazı özelliklerini alıp öğretisine katmıştır.
Ayrıca kelâmcılarla görüşüp konuşmuş, hatta Fahreddin Razî ile mektuplaşmış, böylelikle öğretisine kelâm konularını da dahil etmiştir.

İbn Sina felsefesini öğrenmiş ondan akıllar nazariyesini kopye etmiştir. Bunların yanısıra diğer bazı filozoflardan ve kitaplarından Stoacılara ve Yeni Eflatunculara ait antik dönem düşüncelerini alıp onları da öğretisine katmıştır.(1)

Onun öğretisinde paganist özellikler az da olsa bulunur. KuzeyAfrika kavimleri vasıtasıyla elde ettiği bu özellikleri geleceğe ait keşif ve haber verme, ayrıca huruf ilmi gibi değişik biçimlerde ortaya koyar.(2)

O, öğretisine İslâmî bir renk katmayı da ihmal etmemiştir. Çünkü müslüman toplumunun üyesiydi. Bu itibarla İslâmî özellikler taşıması zorunluydu. "Kur'an istinâd edilecek en kuvvetli delildir" (3) diyordu ancak buna rağmen Mısır'da idam edilmekten ancak gizlice kaçarak kurtulabilmişti. Zira bu ve benzeri güzel sözleri onun açısından gerçeği yansıtmıyordu.

Kur'an'ı en büyük delil olarak niteleyen İbn Arabî, bir başka zaman da, dinin nasslarının sembolik olduğu, çoğunun gerçekle ilgisinin olmadığı, sadece halkı biraz düzene sokmak için ifade edildiğini söylemekten çekinmiyordu.
O'na göre cehennemdeki azap bile sembolikti. Gerçek olsa bile alışılıp, azabı sona erecek olan bir şeydi.(4)

O, o güne kadar, içinde yaşadığı toplumda pek görülmeyen düşünce ve iddiaları ileri sürer. Bu yönüyle de orjinalliğini hep korur.

Bunlarla ilgili olarak önceleri gaybdan sesler aldığı iddiası taşırken, zamanla Hızır'la görüştüğünü ve onunla konuştuğunu iddia etmeye başlar. İddiaları burada da sona ermez, Peygamberle görüştüğünü ve O'ndan bazı talimatlar aldığını iddia eder.

Daha sonra ise, ALLAH'I RÜYASINDA GÖRDÜĞÜNÜ, O'ndan talimatlar aldığını iddia eder. İlk aldığı talimat ise, Kur'an'da geçen şekliyle Allah'ın peygamberlere ilk hitap ve emir verişi şeklinde olur. İddiasına göre Allah kendisine "Kullarıma nasihat et" demiştir.

Bu arada Mirac'a da çıkar. (5)

Zaten bu özelliği nedeniyle iddiasına göre yazdığı kitabının beşeri kitaplardan farklı nitelikleri vardır.

"FÜTÛHAT'IN" BEŞERİ DEĞİL İLÂHÎ BİR KİTAP OLDUĞUNU SAVUNUR ve kitabını kendi istek ve iradesiyle değil, Allah'ın iradesi ve isteğiyle yazdığını belirtir. Bu diğer bir ifadeyle kitaplarının vahiy ürünü olduğunun üstü kapalı olmayan bir biçimde ifade eder.(6)

Ancak bütün bunlara rağmen o, peygamber olmadığını böyle bir iddiasının sözkonusu olamayacağını da söyler.(7) Bu ise zorda kaldığı zaman söylemek zorunda kaldığı sözlerine oldukça benzemektedir. Aynen, Fakihlerin toplum için gerekli olduğunu söylemek zorunda kalıp, zordan kurtulunca 'Fakihler bu ümmetin firavunlarıdır" (8) demesi gibidir.

O, iddiaları arasında kendisinin insanların en üstünü olduğu konusuna da yer verir. O'na göre bütün varlıklar sembolik olarak bir daire oluşturur ve bunun başlangıç noktası ilk Akıl'dır. İlk Akıl ile ilişkide olup, bu özelliğiyle zamanının Kutb'u olan kişiler vardır. Bu kutublardan her devirde sadece bir tane bulunur. Buna da İnsan-ı Kâmil denir. İnsan-ı Kâmil'den daha üstün ve mükemmel varlık yoktur. Zira Allah onu kendi suretinde yaratmıştır. O Masivallah'da Allah'ın gölgesidir. İnsan-ı Kamil olan kişi bu yüce makamı belirli çalışma ve gayretlerinin sonucunda elde etmiştir. Dolayısıyla Allah'tan, kendi istek ve arzusu olmadan vahiy alan peygamberler bile isteyerek, gayret sarfederek, kendisini yetiştirerek Allah'tan bilgi alan İnsan-ı Kâmil'den yüce degildir.

İbn Arabî tamamen kendi hayal ürünü bu düşüncelerini dile getirdikten sonra, son ve asıl iddiasını ortaya atar: Kendisi zamanının İnsan-ı Kamilidir. Hatta evliyanın en üstünü ve sonuncusudur. (Hatem'ül Evliya)(9)

O, şartların gereği kitaplarını çoğu zaman sembolik ifadelerle yazmaya özel gayret gösterir. İstenildiği gibi yorumlanabilecek şeyler söylemekten çekinmez. Böylelikle zor durumda kaldığında tevil edip kendisini kurtarmayı planlıyor gibi bir amaç taşısa gerektir. Bu tavrını ise başarılı bir zihin ve ifade cambazlığı ile gerçekleştirir.(10)
İnandırıcılığını artırmak ve düşüncelerini kabul ettirmek için Kur'an ayetlerini istediği gibi tevil edip, işine gelecek şekilde kullanmaktan çekinmez.(11)

Eğer durum gerektiriyorsa bazen de kendi söylediklerinin yanlış anlaşıldığını, çünkü herkesin kendisini anlayacak kapasitede olmadığını, bu nedenle herkesin, kendi kitaplarını okumasının uygun olmayacağını, bazılarına kendi kitaplarını okumanın haram olduğunu belirtir.(12)

O, düşüncelerini ifade etmek için her durumdan yararlanmaya çalışır. Bununla ilgili olarak, Mekke'deyken karşılaştığı bir kadından etkilenir ve 'Tercüman'ül Eşvak' (Arzuların tercümanı) isimli kitabını yazar. Bir çok aşk şiiri kaleme alır.(13)
Onun sahip olduğu bu özellikler ve özellikle de İnsan-ı Kamillik, Hatem'ül Evliyalık iddiaları bir çok sûfi için amaç olur. Birçok kişi onun gibi veya ona yakın olabilmek için çalışır, çabalar. Hayatlarının gayesi bu olur. Bunu başarabilmek için de birçok metod ve teknikler geliştirirler.

İbn Arabi'nin inançlarının merkezini Vahdeti Vücud ve dinlerin birliği düşüncesi oluşturur. İlk defa nüve şeklinde Hakim-i Tirmizi'de açığa çıkan Vahdet-i Vücud insanı, İbn Arabi'de zirvesine ulaşır. Bu son duruma göre Yaratan ve yaratılan iki varlık vardır. Ancak bu ayrılık sadece isimdedir, Gerçekte bunlar aynı varlıktırlar. Tanrı ile Kainat bütünleşmiş tek varlık halindedir. Bu nedenle Vahdet-i Vücud'cu için görünen, hissedilen alemden başka varlık yoktur. Buna ise Tabiat veya Tanrı demek farketmez. Nasıl olsa iki ayrı isim de aynı şeyi ifade eder.(14)

Ibn Arabi'nin sistemleştirip sunduğu bu inancı daha iyi anlayabilmek için sözkonusu inancın sonraki taraftarlarının ifadelerini de dikkate almak yararlı olur. Varlığın birliğine inananlara göre hulûl düşüncesi çok aptalca bir iddiadır. Zira hululün olabilmesi için iki ayrı varlığın olması gerekir. Halbuki bütün varlık birdir ve bir olan şeyde hulul olmaz, imkansızdır.

Bu düşünce mensuplarından en önemli şahsiyet Arifuddin el-Tilemsânî'dir. O, Kur'an'ın tamamıyla şirkle dolu olduğunu iddia edecek kadar Vahdet-i Vücud'cudur. İddiasını şöyle savunur. Kur'an yaratan-yaratılan ayrımı yapmaktadır ki, Bir'den başkasının varlığını kabul şirktir.(15)

'Varlıkta ancak Allah vardır", veya "Varlıkta ancak bir vardır: Suyun rengi kabının rengidir."(16) diyen Ibn Arabî, bu sözleriyle inancını ifade ederken Kur'an ayetlerini de hiçbir kural tanımaz tavırla yorumlamaktan çekinmez. O, Alî İmran suresinin 191. ayeti olan "Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın, sen münezzehsin" gibi bir ayeti bile şöyle yorumlar: "Kendisinden başka birşey yaratmamıştır, eğer Hakkın gayrı birşey yaratmışsa o bâtıldır. Belki onları senin isimlerin ve sıfatların ile ortaya koymuştur. Senden gayrı olanları tenzih ederiz.'(17)
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
M.Arabi üzerine(Celaleddin Vatandas) devam

Ibn Arabî Vahdet-i Vücud inancını manzum ve nesir türü yazılarında ayrıntılı bir şekilde anlatıp, bu inancı sistemli bir inanç haline getirmeye çalışır. Konuya örnek olması açısından bir şiirinde şöyle der:

Ey varlığı yaratan nefsinde!
Sen bütün yaratıklarını cemediyorsun,
Yaratıyorsun, oluşu sona erenleri sende
Dar da sensin, geniş de...(18)

İbn Arabî'nin öğretisinin ikinci özelliği DİNLERİN BİRLİĞİ inancı ile ilgilidir. Ona göre farklı dinlerin oluşu sadece isimlerin ve şekillerin farklılığındandır. Bundan, bütün dinlerin temelinin vahiy olduğu ancak sonradan ayrılıp değiştikleri gibi İslâm'ın bir esası anlaşılmamalıdır. Çünkü O'nun dinlerin birliği ile kasdettiği Vahdet-i Vücud inancı ile ilgilidir. O'na göre Tanrı ve Kainat bir olduğuna göre (!) Firavun bile Allah’a ibadet etmiştir. Bu nedenle o bile kamil bir mümindir. Zira taptığı şey de varlığın bir parçası (Bir’in bir unsuru) değil midir ? Bu nedenle puta tapan bir kişi bile aslında (haşa) Allah’a ibadet etmektedir. Zira o putta Bir’in bir parçasıdır. (19).

O bu düşünlerini manzum ifadelerle de dile getirir:

Her biçimi kuşatır kalbim: Ceylanlar için otlak ve Hıristiyan rahipler için bir manastırdır o,
Ve putlara tapınak, hacılann kâbesi, Tevrat'ın levhaları ve Kur'an'ın sayfalarıdır aynı zamanda. Ben aşk dinine uyarım hangi yolu tutarsa Aşk'ın develeri, işte budur benim dinim ve inancım.(20)

Cüretkâr olmaktan da ziyade; tamamıyla İslâm dışı bu inançlarına rağmen bir İslam velisi olarak tanınan İbn Arabî'nin elbetteki karşıtları olmuştur. Genellikle İslâm öncesi inançlarını devam ettiren halk ve sufîler tarafından büyük destek kazanan İbn Arabî, İslam Uleması tarafından eleştirilmiş, inançlarının İslâm dışılığı ve gerçek mahiyeti olduğu gibi ortaya konmuştur.(21)

Ancak İslâm dışı inanç ve yaşantılarına meşruluk örtüsü kazandırmak isteyenler, İbn Arabî'nin felsefî düşüncelerine sığınıp varlıklarını devam ettirmişlerdir. Çünkü muhaliflerine rağmen halkın geneli tarafından olumlu tavırla karşılanmıştır onun bütün inanç ve özellikleri. Böyle olunca Sultanlar bile onun "Velî"liğini tescil etmek zorunda kalmışlar böylelikle halk desteğini sağlama veya devam ettirmek arzusu taşımışlardır. Halkı bu yanlış düşüncelerinden vazgeçirmek mümkün olamamıştır. Zira keramet veya hikmet inançları altında İbn Arabi'yi inanç, düşünce ve bakış açılarında yücelttikçe yüceltmişler "Biz bu kıt aklımızla onu eleştiremeyiz" inancına sahip bir halde, bulundukları durumu devam ettirip. eleştirilere kulak asmamışlardır. Böylelikle o "Kıt akıllarıyla" yanlışın takipçisi ve savunucusu fonksiyonunu üstlenmişlerdir.

Sonuç itibariyle Vahiy İslâmı ne derse desin, bâtiniliği kesin olan ve İslâm dışı özellikler temel karakteri olan İbn Arabî tarihin ve insanın ürünü olan Kültür İslâmının bünyesinde yerini almıştır. Kültür İslâmı'nın kendine yol ve ölçü kabul edenler için kendilerine bağlanılması ve uyulması gereken en önemli kişi kabul edilmiştir.

Kur'an veya Sünnet ne demiştir, bu insanlar için hiç önemli değildir. Önemli olan İbn Arabî veya benzerlerinin ne dediğidir. Onlar varken Kuran ve Sünneti düşünmek kimin haddine (!)

Kaynakca

(1) Üç Müslüman Bilge,S. Hüseyin Nasr, S. 113,114,172;
El-Fütuhat el-Mekkiye, İbnul Arabi,Yay. Haz; Prof. Dr. Nihat Keklik, 2 cilt, (İbn Arabinin eserinden fragmentler biçiminde hazırlanmış) İUEF. Yayınları. S. 2/A-3, 2/B-409-411
(2) Ortaçağda Müslümanların Yaşayışı, Ali Mazeherî, S. 204
(3) Fütuhat, 2/A-58.
(4) ‚Cehennem ehli, her ne kadar ateşte kalırsa da onların yanmalarından maksat haklarındaki gazap ve elemi kaldırmak içindir ki bu da Rıza’dır.’ (Füsûs ul Hikem, Muhyiddin İbn Arabi, S. 324, Çev: Nuri Gençosman, MEB. Yayınları.)
(5) Fütuhat, 2/A-53, 69, 70-78, 79-84, 85, 92, 93-98, 99, 105-112, 119,
2/B-350-352; Üç Müslüman Bilge, S. 119.
(6) Fütuhat, 2/B-455; İşarî Tefsir Okulu, Süleyman Ateş, S. 169.
(7) Fütuhat, 2/A-113-118.
(8) Fütuhat, 2/A-ll.
(9) Fütuhat, 2/B- S. 404, 438 441, 462; Fusûs, S. 37-41; İslâm Felsefesi, Ord. Prof. Hilmi Zira Ülken, S. 248; Uç Müslüman Bilge, S. 124; İşarî Tefsir Okulu, S. 287, 288.

"Allah, insan-ı kamil'in dış suretini âlem'in hakikatleriyle suretinden, bâtınî çehresini de kendi sureti üzere inşa kıldı... Bu ilim, ancak Peygamberlerin ve Velîlerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resullerden görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Hazret-i Muhammed'in ışığıyla görürler. Velîlerden görebilenler de ancak (onun mirasçısı olan) son Veli’nin kandilinden müşahede ederler, hattâ Peygamber, o ilmi ne zaman müşahede etseler ancak Hatemi Velayet kandilinin ışığıyla görürler. Çünkü Resüllük ve Nebi'lik yani şeriat kurmak keyfiyeti sona ermiştir. Velîlik ise asla nihayete ermez. Kitap ile gönderilen peygamberler aynı zamanda Velîlerden olduklarından bahsettiğimiz ilmi ancak Hâtem-i evliya ışığından alırlar... Âdem çağından son Nebî'ye varıncaya kadar tıyneti bakımından olan varlığı gecikse de nebilerden hiçbir ferd yoktur ki ilmini sonuncu Peygamber olan Hazret-i Muhammed'in ışığından almış olmasın. Çünkü O hakikati ile mevcuttur ve bu da peygamberin "Adem henüz su ile toprak arasında iken ben Peygamber idim" mealindeki sözü ile sabittir. Başka peygamberler ancak ümmetlerine gönderildikleri zaman Nebî olmuşlardır. Keza Velîlerin sonuncusu Hâtem-i Evliya da böylece Velî iken Âdem su ile toprak arasında idi... (Fusûs, 23, 37, 40, 41),
Ben Hâtem'ül Evliya Muhammed (İbnü'l-Arabî)'yim." (Fütuhat, 2/B-462)
"Gazalî açıkça şunu ifâde etmektedir: "Velîlik rütbesinin, nübüvvet rütbesinden daha yüce olduğunu kim iddia ederse, onu öldürmek bence yüz kâfiri öldürmekten daha sevimli bir iştir. Çünkü onun dine vereceği zarar daha büyüktür." (İbn Teymiye Külliyatı, 4. cild S.162)

(10) İslam Tasavvufunun Meseleleri, Prof. Dr. Erol Güngör, S. 95.
(11) Felsefenin Tekniği, Prof. Dr. Nihat Keklik, S. 63, 64.
(12) Üç Müslüman Bilge, S. 131.
(13) İslam, Prof. Dr. Fazlurrahman, S. 184, 185.
(14) Fütuhat, 2/B-405; Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, İsmail Kara, 2/297-301; Türk Edebiyatı Tarihi, Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, S. 122;
Hak’tan başka varlıklar, yahut alem adıyla anılan şey Hakk’a nisbetle bir şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca Masiva yani Allah'tan başka olan varlıklar Allah'ın gölgesidir. Bu (temsil) varlığın âleme nisbet edilmesinin aynıdır." (Fusûs, S. 139)
(15) Tilemsani’ye göre bu varlık aleminde hiç bir şekilde başka ve ayrı bir şey yoktur; kainat sadece Cenab-ı Hakk’ın sözleri ve kısımlarıdır; deniz içerisinde dalgaların, bina içerisinde odaların durumu neyse, aynen böyledir.(İbn Teymiye Külliyatı, 2. Cilt, S. 189)
(16) Fütuhat, 2/B-405.
(17) Cerrahoğlu, 2/9.
(18) Mezhepler Tarihi, Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, S. 558.
(19) 100 Soruda Tasavvuf, Abdulbaki Gölpınarlı, S. 89: Üç Müslüman Bilge, S. 129, 130; Teymiye, 2/181.
"Şu halde ilim sahibi kimse kime ibadet edildiğini, Allah'ın hangi suretlerde zahir olduğu için kendisine ibadet olunduğunu bilir ve anlar ki, şu çokluk ve ayrılık maddî suretlerde âza ve ruhanî mefhumlarda ruhî kuvvetler gibidir...
MUSA İŞİ HARUN'DAN DAHA İYİ BİLİYORDU. ÇÜNKÜ O, ALLAH'IN MUHAKKAK KENDİSİNDEN BAŞKALARINA KULLUK EDİLMEMESİNİ EMRETMİŞ OLDUĞUNU KAVMİ ARASINDA BUZAĞIYA TAPANLARIN NEYE İBADET ETTİKLERİNİ VE OLAN HER ŞEYİN ANCAK ALLAH’IN KAZA VE TAKDİRİYLE MEYDANA GELDİĞİNİ BİLDİĞİ İÇİN KARDEŞİ HARUN'A HİTAB ETMESİ HARUN'UN BU HAKİKATİ İNKÂRINDAN VE BUZAĞIYA TAPMA KEYFİYETİNİ KAVRAYAMAMASINDAN İLERİ GELMİŞTİ. Çünkü arif, Hakk’ı herşeyde gören, belki Hakk’ı herşeyin aynı bilen kimsedir...(Fususu’l Hikem, M. İbn Arabi, S. 62, 382)

Firavun’un mü’min olduğu iddiası için bkz: (Fusus, S. 422-36).
(20) Üç Müslüman Bilge, S. 131
(21) İslam Düşüncesinin Yapısı, Süleyman Uludağ, S. 164: 100 Soruda Tasavvuf, A. Gölpınarlı, S. 88.
Kaynak: Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
M. ARABİNİN VAHDETI VÜCÛD İDDİALARI VE BUNA İLİŞKİN SÖZLERİ

Daha öncede belirttiğim gibi, Vahdet-i Vücûd anlayışında olanlar için kainatla, Allah bir bütün ve aynı şeydir. İslam’a göre kainatla, Allah ayrı ve tamamen farklıdır, bir birlerine benzerlikleri yoktur, ve bütün kainat Allah tarafından yoktan var edilmiş olup, İlâh’lıktan pay almamıştır, yani kainattaki hiç bir şeyde İlâh olma özelliği yoktur. İlâh olarak yalnız Allah vardır. Bunun aksini iddia etmek İslâm’a göre şirk koşmak demektir. Kainatı yok saymakta, Allah’ın Kuran’da yaratmayla ilgili bildirdiği bütün ayetleri inkardır bu da küfrün ta kendisidir. Allah’ın kainatı yaratmış olması gerçek bir olay olup, bu durum Allah’ın tek İlâh olmasına aykırı değildir.

“Örneğin: Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri, Abdülkerim el-Ciyli, El-insan’ul - Kâmil, adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir:

“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin genel anlamdaki ) ilâh O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular.”

“Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerim el Ciyli aslında daha ilk cümlede şunu demek istiyor:”
“Kafirler, (yani Kur’an’a göre Allah’ı inkâr edenler, ya da O’na ortak koşanlar), Allah’ın (Haşa!) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr edemeyeceklerinden, (sonuç olarak) O’nu da dolaylı şekilde tanımış sayılırlar.”
(Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 107).

Görüldüğü gibi, Sofulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-i Vücûd inancının gereğidir. Ve bunu örneklendirmek suretiyle sıklıkla açık açık söylemekten de çekinmezler., örneğin :

“(Allah Teâlâ’nın Zatı da dahil) kâinatta ne varsa hepsi bir Vücûdun parçalarıdır, şeklinde özetlenebilen “Vahdet-i Vücûd” inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı tasavvufçular. “Köpek ve domuz da ilâhımızdır.” diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu bu düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır.” (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 352).

Şeyh Galib’ten bir şiir :

“Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihan hep sen imişsin
Senden bu cihân içre nişan ister idim ben
Ahir şunu bildim ki cihan hep sen imişsin.”
(Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 29. Kitabevi 1990).

Muhyiddin ibn el- Arabi’den :

“Apaçık görünen şeylerle Tanrıya varılamadığı için peygamberler Hakkın temsilcileridir.”

“Hayır yanlış söyledim; temsil edenle temsil edileni iki sanırsın güzel değil çirkin bir zan olur bu.”

“Surete taptıkça iki görünür sana, suretten kurtulanın gözünde bir olur.”

“Mutlak Varlık fiil köküne benzetilirse âlem bütünüyle masdardan türemiş kipler, zamanlar ve isimlerdir.”

“Türemiş örnekler zinciri nasıl fiil kökünden uzak olmazsa baktığın her şey de Hakk’tır.”

(Nakş El - Füsus Şerhi, Ribat Yayınları 1981, Muhyiddin ibn el-arabi, şerheden, İsmail Ankaravi, Hazırlayan İlhan Kutluer, sayfa, 12 - 14 - 15 den alıntılar).

“...Rabb’imi Rabb’imin gözüyle gördüm :
Rabb’im (!) dedim, dedi ki, sensin...”

“... varlık’da ancak Bir vardır : Su’yun rengi kab’ının rengidir...”
“... Varlık’da ancak Allah vardır...”

(Ebû Yezid el-Bistami hakkında aktardığı rivayetlerden) :

“... Ebû Yezid el-Bistami’nin zamanında, adamın biriyle karşılaşanlar ona dedi ki :
- Ebû Yezid’i (hiç) gördün mü ? O da :
- Ben (rûyada) Allah-ı gördüm ve O, Ebû Yezid’i görmekten beni müstağni kıldı dedi. Adam da ona dedi ki:
- Şayet Ebû Yezid’i bir defa görseydin, bu senin için Allah’ı bin defa görmekten daha iyi olurdu.”
“<<... Ben Allah’ım ( = Ene’ Allâh.. ) >>“

“... Ebû Yezid el - Bistami, bir kâri (okuyan) tarafından (Kuran 85/12’ deki) << Muhakkak Rabbinin kıskıvrak tutup yakalayışı (batş) pek çetindir.>> (âyetinin) okunduğunu işitince :”

- Benim kıskıvrak yakalayışım (bundan) daha çetindir diyordu. (çünkü) onun hâli, Allah için konuşanların hâliydi...” ( El - Futâhat El - Mekkiye, Kültür Bakanlığı - 1184. B.1990, Muhyiddin İbn’ül Arabi, Çevr. Prof. Dr. Nihat Keklik, sayfa, 97, 225, 226, 227, 405. Den. )

Muhyiddin İbn el-arabinin diğer bazı meşhur sözleri de şunlardır :

“ -Sübhâne min ezheru’l - eşyâi ve hüve aynühâ”
(İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları 1985 Mehmed Ali Ayni, sadeleştiren H.R. Yananlı Sayfa 21).

Manası: Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, eşyadan en parlak şekilde görünür ve O, O’nun aynıdır.

“ - İnne vücudu’l - hâdisati’l - mahlukat hüve aynı vücudu’l - hâlik”
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)

Manası : Şüphesiz yaratıkların sonradan olma varlığı. Yaratıcının varlığının aynıdır. Yaratıcının Vücuduyla, yaratıkların vücudu arasında fark yoktur.

“ - İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.”
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)

Manası : Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.

“El - abdü rabbin ver - rabbü abdün / Ya leyte şiiri mine’l - mükellef...”
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)

Manası : Kul Allah’tır, Allah’ta kuldur. / Ya mükellef olan kimdir ? Yani mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur.


- Ene’l - furkan ve’s - seb’ül - mesâni / Ve ruhu’r - ruh la ruhu’l - evâni.
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)

Manası : Furkan yani Kur’an benim ve Kur’an-da bahsi geçen yedi çift benim. ( bununla Fatiha sûresini kastediyor), ve ruhun ruhuyyum, kalıpların ruhu değil, diyor.

Muhyiddin-i Arabi’nin bütün bu ve bunlar gibi sözleri, Kuran’a göre açık bir şekilde şirk ve küfür olan sözlerdir. Öyle ki, bu gibi sözler. Firavun’un şirk ve küfür olan sözlerini dahi aşmaktadır. Zira, Firavun, kendisinin Allah olduğunu iddia etmişti, Muhyiddin-i Arabi ise her şeye Allah demektedir. Bütün Vahdet-i Vücûd’çuların durumu bundan farklı değildir. Tasavvufun kökü temeli budur dense noksan olur, zira tamamı odur.

Daha önce de belirttiğim gibi sofist hiçbir değere inanmayan ve hiçbir şeyi hakikat olarak kabul etmeyen bir avcıdır. Avlamış olduğu mürid ise psikolojik konum olarak olaylara biraz daha farklı yaklaşım içerisinde olup, kendisine hakikat olarak kabul ettirilen şeylerde, hakikat imişler gibi inanıp bağlanma durumundadır. Böylece tasavvuf inancı içerisinde, sofu ile mürid ilişkisi, başka bir ifadeyle, avcı av ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Bu konum içerisinde muridin sofiye uyum derecesine göre kaçınılmaz olarak sofiye bir takım soruları olacaktır. Veya mürid olmamalarına rağmen, tasavvuf dışındaki bazı kimselerin, tasavvuf inancındaki öğretilerle ilgili olarak bazı soruları olacaktır. Bu soruların en belirginleri İslam etiketi altında faaliyet sürdüren sofulara sorulan şu sorulardır :

1- Madem ki, Vahdet-i Vücûd nazariyesine bağlı olarak her şey Allah’tır diyorsunuz, o zaman varlık içerisinde mevcut olan pisliklerin, örneğin, laşe, domuz, şarap gibi akla gelen tüm pisliklerin durumu nedir? Çünkü kaçınılmaz olarak bunlarda varlığın birer parçasıdırlar.

2- Madem ki, iyi ve kötü diye bir şey tasavvuf dolayısıyla sofizim inancında yoktur. O zaman İslam dininde neden bir kısım kimselerin yaptıkları övülmekte ve Cennet’e layık görülmekte olup, diğer bir kısım kimselerin yaptıkları kötülenmekte ve Cehenneme layık görülmektedirler?

Bu iki soruya sofistlerin en önde gelen önderlerinden Muhyiddi-i Arabi, Fusûs ül- Hikem isimli kitabında şu şekilde cevap vermektedir:

“IV Fass : İdris kelimesinde ki Kudsi Hikmet’in özü.”

“- Hakikat budur ki Hâlik, Mahlûktur ve yine Hakikat budur ki Mahlûk, Halik’tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıklardır.”

“Eğer biri çıkarda da, bütün güzel ve çirkin şeylere hangi nazarla bakalım? Pislik ve lâşeyi gördüğümüz vakit onlara Tanrı mı diyelim? Yolunda bir sual soracak olursa biz deriz ki Allah bunlardan bir şey olmaktan ve yücedir. Bizim sözümüz pisliği pislik, lâşeyi lâşe olarak görmeyen kimseyedir. Belki hitabımız kalp gözü açık olup kör olmayanlaradır. (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 13/XI/1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. IV.)

Bu cevabın Kuran’a uymadığı gibi çelişkilide olduğu açıktır, hem her şeyi Allah olarak kabul edecek, hem de ortamı idare yollu olduğu açık olan istisnai bakış öne sürecek bu İslam’a göre kabulü mümkün olmayan boş bir iddiadır, zaten kendiside bu sözü neye göre söylediğini izah edemediğinden, kalp gözü açık olanlar gibisinden bir takım sözlerle geçiştirmeye ve İslami inanca göre uygun olmayan iddialarını kabul edenleri aklınca açık kalpli olmakla taltif ediyor.

 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
MUHYİDDİNİ ARABİ VE NUH KAVMİ

Muhyiddin-i Arabi “Üçüncü Fas’ta” Allah’ın noksan sıfatlardan tenzih edilmesine karşı çıkıyor, kendisine gerekçe olarak ta Kuran’daki bazı ayetlere keyfi batıni manalar vererek delil getirmeye çalışıyor. Bundan da amacı Vahdet-i Vücûd görüşünü kabul ettirmeye çalışmaktır. Bu çerçevede olmak üzere Nuh kavmini örnek göstererek, aslında bunların putlara tapmakta haklı olduklarını, her şeyin Allah olduğu hesabıyla putlarında Allah olduğunu savunmakta, Nuh peygamberi haksızlık ve hilekarlıkla suçlamaktadır.

İşte sofist mantığı böyledir, bir taraftan Kuran’a dayandığı intibaını vererek, ayetlere yanlış ve ters manalar vermekte, diğer taraftan Kuran’da öğretilen en temel gerçeklere karşı çıkmak suretiyle, Peygamberi suçlayıp, putperestleri savunmaktadır. Böyle davranmakta da hiçbir sakınca görmez zira onun inancında zaten hakikat diye bir şey yoktur. Bundan dolayı bir sözün Kuran ayeti olması veya bir putperest tarafından söylenmiş bir söz olması arasında, hakikatin izahı yönünde Sofist için bir fark yoktur. Sofist için tek amaç yapacağı av ve bu avdan sağlayacağı dünyevi hasıladır. Bu hasıla maddi olabileceği gibi, övgü gibi nefsani moral içerikli de olabilir.

FAS III’de şöyle demektedir :

“III Fas, Nuh kelimesindeki Subbuhhi Hikmetin özü :”
“Bil ki hakikat erbabı nazarında Allah’ı Tenzih onu Tahdit ve Takyit etmektir. Hakkı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebi noksan kimsedir.”

“Şu hale göre mutlak tenzih yoluna sapan kimse farkında değildir ve zanneder ki doğru yolu tutmuştur. Hal bu ki o yolunu kaybetmiştir. Çünkü Hak için mahlukların hepsinde Zuhur yani belirme vardır. Her bir anlayışta Bâtın olan da yine O’dur. Şu halde Hakk’ın âlemin suretinden zahir olan şeye nisbeti bedeni idare eden ruhen surete nispeti gibidir.”

“Hakk’ı tenzih etmeyip teşbih eden kimsede böyledir. (ikisi arasını birleştirmek lazımdır diyor.) Sen Hakk’ın sureti ve Hak da senin ruhun olduğu cihetle sen Hak için cismani bir suret gibisin. O da senin cesedinin suretini sevk ve idare eden bir ruh gibidir.Şu hale göre de öğen de, öğülen de ancak O’dur.”

“O halde tenzih edersen onu bağlamış olursun, teşbih edersen onu mahdut kılmış olursun.”

“Eğer her iki emri birleştirir, yani teşbih ve tenzih arasını cem edersen doğru yolu bulr. İlâhi bilgide İmam ve Seyyidlerden olursun.”

“Bu hale göre sen Hak değilsin, belki sen O’sun ve sen onu aynı şeyde Mutlam ve Mukayyet olarak görürsün.
“Allah kendi zâtı hakkında ‘Leyse kemislihi şey’in dedi. Nefsini tenzih etti; O işitici ve görücüdür’ dedi kendisini teşbih etti.”
“İşte Nuh peygamberde kavmine bu iki davet arasını birleştirseydi elbette bu davete uyarlardı.”
“Nuh, kavminin halinden bahisle dedi ki, onlar davete uymak hususunda üzerlerine vâcip olan şeyi bildikleri için benim davetime karşı kulaklarını tıkadılar. Şu ifadeden Tanrı ârifleri Nûh’un kendi kavmini zemmederken (kötülerken) onları öğdüğünü anladılar ve Nuh’un bu davetinde
Fürkan yani ayrılık olduğu için ona yaklaşmadıklarını bildiler.”

“O halde Nuh kavmini hile ile davet ettiği için kavmi de hile ile icabet gösterdiler.”

“Nuh’un kavmi yaptıkları hile ile (birbirlerine) İlâhe’nizi terk etmeyiniz; Vedd’ı, Suva’ı, Yegus’u, Yauk’u ve Nesr’i bırakmayınız dediler. Çünki onlar bu putları terk ettikleri vakit onlardan vazgeçtikleri nisbette Hak’dan câhil oldular. Çünkü Hakk’ın her bir Mâbud’da (putta) bir veçhi (yüzü) vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez...Böyle olunca her Mâbud’da (putta) Allah’tan başkasına ibadet olunmadı. Olgun ve ergin bir kul der ki, sizin İlâhınız ancak tek bir İlâhtır. Şu hale göre O nerede belirirse ona kulluk edin. Takva ehlini müjdele, çünkü onlar İlâh dediler. Tabiaat demediler. Nuh kavmi, aralarında bir çoklarını dalâlete düşürdüler, yani tek olan ilâh’ın çeşitli yönlerini ve nisbetlerini saymak hususunda halkı şaşırttılar.”

“Kül (’tabiat’ her şey) Allah için ve Allah ile ve belki ancak Allah ise de.”

“Sen yere gümüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.” (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. III den alıntılar.)

Muhyiddi-ni Arabi’ni bu iddialarını Kur’an’la karşılaştırırsak, Kur’an’dan ne kadar uzak ve karşı olduğunu görürüz, şöyle ki:
Allah konusun da, “Bil ki hakikat erbabı nazarında Allah’ı Tenzih, onu Tahdit ve Takyid etmektir. Hakk’ı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebi noksan kimsedir.” demesi çok sapık bir iddiadır. Allah’ı noksanlıklardan tenzih etmek, Kuran’da “Sübhan” kelimesiyle ifade edilmektedir, bu kelimenin manası; Allah’ı her türlü kusur, ayıp ve eksikliklerden tenzih etmek, yani bu tür noksanlıkların Allah’ta olamayacağını ifade etmektir. Örneğin; Allah’ın zülüm etmeyeceğini, hastalanmayacağını, ölmeyeceğini, uyumayacağını, unutmayacağını v.s. Gibi hususları kapsayan bir sözdür. Muhyiddi-i Arabi’nin bu gibi hususları, Allah’ın zatı için kabul etmeyenleri, câhillik ve edep noksanlığıyla itham etmesi, ancak kendisine yakışan bir husustur. Aynı zamanda karşı çıktığı bir Kuran öğretisidir. Kuran’dan mealen :

- O, öyle Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. 59/23

Görüldüğü gibi, Allahı, Allah’a yakışmayacak vasıflardan tenzih etmek, Kuran’ın öğretisidir ve doğru olan da budur. Muhyiddi-i Arabi’nin, Kuran’a karşı çıktığı açıktır.

Ayrıca, Muhyiddi-i Arabi’nin Vahdet-i Vücûd görüşünü savunmak için. “Hak için mahlukların hepsinde Zuhur yani belirme vardır.” - “öğen de, öğülen de ancak O’dur.” - “sen O’sun” - “Hakk’ın her bir Mâbud’da (putta) bir veçhi (yüzü) vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez...Böyle olunca her Mâbud’da (putta) Allah’tan başkasına ibadet olunmadı.” - “Sen yere gömüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.” gibi ifadelerle putlara ilâhlık atfetmekte ve aslında putlara tapanların Allah’a taptıklarını iddia etmektedir. Bu ise daha önce de belirttiğim gibi, Kuran’ın tevhid yani Allah’ı tekbir İlâh kabul etme öğretisine ters bir anlayıştır.

Ayrıca, Muhyiddi-i Arabi’nin, “Allah kendi zâtı hakkında ‘Leyse kemislihi şey’in dedi. Nefsini tenzih etti; O işitici ve görücüdür’ dedi kendisini teşbih etti.” demesi, Muhkem olan ve 42 şûra 11 ayetinde belirtilen “Allah’ın mislinin olmaması” yani eşi benzeri dengi olmaması hususuyla, benzerlik bakımından müteşabih olan, Allah’ın işitici ve görücü olma hususunu kullarınkiyle bir sayarak sanki yaratıkların görme ve işitmesiyle, Allah’ın, görme ve işitmesini aynı şeymiş gibi muhkemleştirerek, Allah’la kullar arasında eşitlik kurmaya çalışıyor, böylece yaratıklarda Allah gibidir iddiasında bulunuyor.

Halbuki, Allah’ın görme ve işitmesi kainata hakkıyla vakıf olması, hiçbir şeyin hiçbir özelliğiyle ondan gizlenememesi demektir, haliyle bu kapsama görme ve işitme de girmiş olur fakat bu kulların görme ve işitmelerinden ayrıdır. Allah’ın görme ve İşitmesiyle, kulların görme ve işitmesi hiçbir surette bir birlerine misil olamaz, misil olarak düşünmek kulları Allah’a ortak koşmak demektir. Bundan dolayı özellikle, Allah’ın zatı konusundaki muhkem ayetleri esas almadan, kesinlikle müteşabih ayetlere mana verilmemelidir. Aksi bir davranış, Kuran’a uygun olmuş olmaz

Muhyiddi-i Arabi’nin, dolayısıyla sofistlerin şaşırtmalı, aslında aptalca mantıklarına dikkat etmek lazımdır.Örneğin; şöyle derler. Allah var mı, var. Yaratıklar var mı, var. Bunu dedikten sonra da. Var olma özelliğini esas alarak Allah’la yaratıkları bir sayar. Birisi çıkıp ta bunlardan birine, domuzlar var mı, var. Sen varmısın, varsın. O zaman sende domuzsun derse kabul etmez hemen red eder. Bunlar ise kainatla birlikte, kainatta bulunan her çeşit pisliği ilâh saymakta mahzur görmezler. “Sen yere gömüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.” Sözleri, Kuran’a göre açıkça, Allah’a şirk koşmadır. Zaten kendiside bunu inkar etmeyerek, Nûh peygamberi suçlamakta ve putperestleri savunmaktadır. o putperestler ki, Allah onlara gazap ederek, Tufanla dünya hayatından yok etmişti; ve Kuran’da onlar için şöyle denmiştir, mealen :

- Andolsun Nûh’u da kavmine gönderdik: “Ey kavmim, dedi, Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka İlâhınız yoktur. Doğrusu ben, sizi büyük bir günün azâbın(ın inmesin)den korkuyorum.” 7/59
- Kavminden ileri gelen bir cemaat dedi ki: şüphe yok biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.
7/60
- Dedi ki: Ey kavmim!. Ben de hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben âlemlerin Rab'bi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.
7/61
- Size Rabbimin vahyettiklerini -dinine ait hükümleri- tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum ve ben Allah Teâlâ'dan sizin bilmediklerinizi biliyorum.
7/62
- Yoksa size Rab'biniz tarafından sizden olan bir zat vâsıtasıyle -sizi korkutmak için ve sizin de sakınmanız ve rahmete erebilmeniz için- bir zikrin gelmesine mi şaştınız?
7/63
- Bunun üzerine onu yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanı da suda boğduk. Çünkü onlar bir kör kavim olmuşlardı.
7/64
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
KERAMET İDDİALARI

Muhyiddin İbn’ül Arabi’den naklettikleri bazı rivayetlerse Şöyledir :

“İbn’ül - arabinin kızı Zeyneb’in süt çocuğu iken düzgün bir lisanla konuşması olayı. Bizzat İbn’ül - arabi şöyle anlatıyor.

<<... Süt emzirilen bir kızımla (böyle bir hâdise) bana da tesâdüf etti :

(Henüz) bir yaşından küçük idi ki ona :

- Yavrucağım deyince başını döndürdü : Eşiyle cinsel birleşme yapıp ta inzal olmayan adam hakkında ne dersin. Ona yıkanmak vacip olur dedi. (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 125 ).

DEĞERLENDİRME:

1-Ancak bu kadar olur… Okuyunca ne diyeceğimi şaşırdım. Bir yaşından bile küçük bir bebeğe cinsi münasebet hakkında soru soran bir insanın ruh halini düşünebiliyormusunuz ?

2-Peki bunları yazan, çeviren, basan, dizen, yayınlayan insanlar hiçmi akletmezler acaba, yada şöylemi sormak lazım : Düşünmeyen insan olurmu ?

3-Böyle bir rivayette, Abdülkadir Geylaninin ne kadar büyük veli olduğunu delillendirmek için anlatılır. Şöyle ki: „Abdulkadir daha bebek iken, o bölgenin halkı Ramazan ayının sonu hakkında (Bayram mı, değilmi diye) ihtilafa düşmüşler. Abdulkadirin annesine başvurmuşlar, bebek annesini emmediği günler oruc tutmuşlar, emdiği günde bayram etmişler“

Evet gördügünüz gibi aynı mantık. Ramazanın sonu hakkında ihtilafa düşen bölge halkı, bizim Abdülkadir bebeğin büyüyünce Gavs-ı Azam olacağı konusunda emin, büyümesini beklememişler, hemen onun bilgisine başvurmuşlar..Zaten bize yanlış öğretmişler :Bir konuda bilgi için önce Kur´ana, sonra Sünnete, yoksa icmaya, yoksa kıyasa.. bunlara hiç gerek yok…Sorunuz varsa bebeklere sorun, amma bekleyinde bebeğin annesi bezini değiştirsin, altı kokuyorda…

4- Muhyiddini Arabi burada Aklı sıra, İsa Peygambere nazire yapıyor. Hz. İsa(ona selam olsun) konuşurda Arabinin kızı konuşamazmı ? Hemde en cetrefilli (!) Fıkhı konularda bile cevap hazır..Ançak kerameti Arabi degil, kızı gösteriyor değilmi ? Gerçi onun sülbünden gelmiş ya, koca Şeyhül Ekber´in kızınada bu yakışır zaten.
------------------
Muhyiddin İbn’ül Arabi’den nakledilen ve Kitabı Futûhât da yer alan başka bir rivayette, güya babası ölmezden onbeş gün önce ölüm gününü bildirmiş ve dediğine göre aynen tahakkuk etmiştir. Fakat nasıl tahakkuk etmiş? Şöyle anlatıyor :

“<<.. Bu hali, rahmetli babam’da dahi gördüm. Zira onu, yüzünde canlı (insan)ların sûreti (şeklinde) olmasından (dolayı), şüphe ile defnettik. Onda ölülerin damarlarının (nabzının) durması ve nefes kesilmesi yoktu. Ölmezden on beş gün önce öleceğini bana haber vermiş ve Çarşamba günü öleceğini söylemiş. Nitekim böyle oldu : ölüm günü gelince, şiddetli bir şekilde hastalanmıştı. Bir şeye dayanmaksızın doğruldu ve dedi ki :

- Oğlum, bugün (artık) göç ve (Cenab-ı Hakk ile ) karşılaşma olacak. Men de :

- Allah bu sefer’inde ( = yolculuk’unda) sana selâmet versin ve mülâkatında seni mübârek kılsın dedim. Bu söz ile ferahladı ve :
- Oğlum, Allah benden (yana) sana iyilik mükâfatı versin. Senden işittiğim ve bilmediğim, belki de bir kısmını (daha önce) inkâr ettiğim (söz) işte budur dedi.

Sonra her iki yanında (? Yanağında) bedeninin rengine uymayan bir parıltı zâhir oldu : İnci gibi parıldayan bir nur... İşte pederi kaplayan bu parıltı, yüzüne doğru yayıldı ve bütün bedenini istilâ etti. Onun elini öptüm, vedalaştım ve huzurundan ayrıldım.

- Ben Câmi-i Kebir’e gidiyorum. Ölüm haberin gelinceye kadar (oradayım) dedim.

- Git ve benim yanıma bir kimsenin girmesini bırakma dedi. Sonra kendi karısı’nı ve kızları’nı (etrafına) topladı. Öğle (vakti) olunca ölüm haberi bana geldi. Kendisine gittim ve bakanları :
- Ölü mü? Yoksa diri mi? (diye) şüphede bırakan bir halde buldum. İşte böyle bir halde onu defnettik.

Babamın büyük bir meşhed’i (şahadeti) vardı. ... Bu makamın sahiplerinin hâyatı ve ölümü (birbirine) müsâvidir...>>

(El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 128-129 ).

DEĞERLENDİRME:

1-Yukarıdaki rivayette, babasının ölümünden onbeş gün önce ölüm zamanını tam olarak bildiğini iddia etmiş, fakat hızını alamayarak babasını diri diri gömdüğünü de söylemiş, zira dünyada, aklı başında olan hiç kimse, nabzı atan ve nefes alıp veren bir kimseye ölü diyemez, bu halde onu alıp ölü diye mezara gömemez Ayrıca, babasının on beş gün önceden ölüm zamanını bilip söylediği iddiası da Kur’an’a uygun değildir. Allahü teala şöyle buyurur:

- Şüphesiz kıyamet ilmi, Allah’ın katındadır. O, yağmuru indirendir, rahimlerde olan şeyi bilendir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır. 31/34

2-Ya tam anlayamadım, bunlar bile bilemi Kur`anın tersini söylerler, yoksa bu ayetleri hiç okumadılarmı acaba ? Olur mu öyle şey demeyin, belki Yunan Felsefesini islama yamamaya ve Platon ile Pitagorası anlamaya çalışırken Kuran-ı okumaya vakit bulamamıştır
----------------
Yine “Futûhatta” anlattığı başka bir rivayette eceli gelen birinin yerine, eceli henüz gelmemiş başka birinin ruhunun ölüm meleğine verilebileceğini, böylece eceli gelmiş olanın ölümden kurtulabileceğini iddia etmiştir. Şöyle ki :

“<<...şeyhlerimizden birine, insanların yararlandığı sultan kızlarının birinden söz (haber) ettiler : O kızın bu şeyhe itikâdı vardı. Huzûruna gelsin diye ona (haber) iletti. Şeyh de (kalkıp) gitti. (Kadının) kocası olan melik, onun yanındaydı. Sultan saygı olarak ayağa kalktı. Sonra şeyh can çekişmekteki kadına baktı ve :

- Ölmeden önce, yakalayın onu dedi.

- Neyle? dediler.

- Diyetiyle (dedi) : Ödeyin onu!

Böylece kadının diyeti, tam olarak şeyhe getirildi ve (kadındaki) can çekişme ile (kocasındaki ve babasındaki) hüzün durdu. (Kadın) gözlerini açtı ve Şeyh’e selâm verdi. Şeyh de ona :

- Sen hiç üzülme dedi : Ancak burada bir incelik var ki o da : Ölüm çözülünce sefil (yani eli boş) olarak geri mümkün değildir. Ona muhakkak bir (başka) eser (yani can) lâzımdır. Biz seni (gerçi) ölümün elinden aldık. Halbu ki o, kendi hakkını bizden (yine de) istiyor : Ancak, alınmış bir rûh ile geri döner. Seni, sen yaşadığın zaman ahâli senden faydalanmıştır. Sen yüksek değerlisin. Biz de senin fidyeni, bizim indimizde, bu ölüden daha yücesiyle (öderiz : Şöyle ki) bence bütün kız (evlât)lardan daha sevgili bir kızım var benim. (İşte) senin diyetin olarak ölümü ona vereceğim. Sonra şeyh Azrail’e dönerek dedi ki :

- Rabb’ine geri götürmek üzere sana bir rûh lazımdır. (sana vereceğim), kızım(ın rûhu)dur. Ona (olan) sevgimi biliyorsun. Bu rûha bedel olarak onun rûhunu al.

Sonra şeyh, kalkıp kızına gitti. Hiçbir râhatsızlığı olamayan kızına (şöyle) dedi :

- Sevgili kızım bana rûhunu ver. Çünkü sen (insanlara) fayda (konusun)da Emir’ül-müminin’in kızı Zeyneb’in yerini tutamazsın.
Kız dedi ki :

- Babacığım senin hükmündeyim. Ruhumu sana (elbette) veririm.
Şeyh de ölüme (yani Azrâil’e) :

- Al onu dedi.

Böylece (kızcağız) o anda vefât etti...>>

İşte son derece hazin olmakla berâber bu hikayede işlenen motif, şâyan-ı dikkattir. Halkın ve umûmun menfaatı için, kendince en sevgili varlıklardan ferağat edebilmek, gerçekte islâm ahlâkı’nın gâyesini teşkil eder. Diğergamlık mânasına gelen <> in bundan daha gözel numûnesi acabâ tasavvur edilebilir mi? (El - Futûhât El - Mekkiyye,
Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 151-152 ).

Bu rivayette Kuran’a aykırıdır. Şöyle ki, mealen :

- Allah, süresi geldiği zaman hiçbir canı ertelemez. Allah, yaptıklarınızı haber alandır. 63/11

Ayrıca bu rivayetin insan fedakarlığının numunesi olarak gösterilmiş olması kabul edilebilir bir durum değildir, abuk sabuk laflarla rivayet övülmeye çalışılıyor, peki o zaman fidye olarak şeyhin aldığı maddi menfaati nereye sığdırıyorlar. Böyle bir durumu değil bir Müslüman, biraz vicdanı olan hiç kimse kabul edemez.

Muhyiddin İbn’ül Arabi’nin, insanların bilmediğini, bildiğini ve böylece üstünlüğünü kanıtlamak için, hayalinde icat ettiği yaratıkları gerçekmiş gibi anlattığı rivayet örnekleri :

“İşte bu fantezi’lerden bir tanesi de : İspanya’da ( = Endülüs’te) yaşadığını iddiâ ettiği bir <> dır. Kendi ifadesine göre, bu garip yaratık sâdece İspanya’daki Sevilla (=İşbiliyye) dolaylarında bulunurmuş. En ziyade hayretimizi gerektiren şey ise : Bu hayvanın baş kısımları yenildiği zaman, insanın astronomi bilgisi’ne ve orta kısımları (yani gövdesi) yenilince botanik ilmi’ne ve nihâyet kuyruk kısmı yenilince de, yer altındaki su’ları keşf etmek bilgisine erermiş. Bütün bunlar da kitap okumaksızın meydana gelirmiş. İşte bu gariplikleri bizzat İbn’ülarabi şöylece anlatıyor :

<<... Bu hayvanın üst kısmı yenildiğinde bunu yiyene bilhassa İlm’i nücûm (astronomi) verilir; ortası yenilince (insana), ilm-i nebât (0botanik) verilir; arkası ile kuyruk kısmı da yenilince, (ona da) arz’daki kayıp (yani gizlenmiş) suların bilgisi (=hidroloji) verilir ki o, içinde su bulunmayan bir araziye gittiğinde, kaç kulaç derinlikte su bulunduğunu bilir.

Bu hayvan canlıdır : ne büyük ne de küçüktür. Ancak Endülüsün’ün batısındaki işbiliye civarında bulunur.

Bir gün Emir’ül - müminin’in kâtibi arkadaşımız Abdullah ibn Abdûn orada bulunmuş ve onun başını ve kuyruğunu bir vuruşta, bıçakla ikiye kesmiş, üç parçaya taksim etmiş. Kendileri de üç kardeş idi. Böylece Abdullâh (İbn Abdûn) onun üst (kısmı)nı yemiş ve yıldızlara hükm etmek ilminde, kitap okumaksızın veyâ bir önder ona öğretmeksizin âyet (delil, büyük âlim) olmuştu. Kardeşi Abdülmecid (ibn Abdûn) ise, onun orta’sını (gövdesini) yemiş ve bitkiler (nebâtât) ilmi ile onun husûsiyetleri ve terkiplerinde kitap okumaksızın yâhut çalışmaksızın bir âyet (büyük âlim) olmuştu. Bunu bana, onun dindar (hanifi) oğlu, Konya’da haber verdi.

Üçüncü kardeş ise, kuyruk bölümü olan son parçayı yemiş ve toprağın içinden suları çıkarmakta, âyet (= büyük bilgin) olmuştu...>> “ (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 139-140 ).

Ne kolay iş, çalışma çabalama hayali hayvanları ye de alim ol diyor, durum buysa, bu kadar saçmalamak için kendisi ne yemiş olabilir.

Başka bir rivayette :

“Irak ile Mekke Arasında Bulunan Garip Yaratık”

“İbn’ül - arabinin Futûhat’da anlattığı fanteziler arasında en ziyâde dikkatimizi çeken fıkra da şudur : Kendisi bize, Mekke ile Irâk arasında bulunup ta ismi açık olarak söylenmeyen bir bölgede, <> ın bulunduğunu haber veriyor. İddiâ ettiğine göre bu hayvanın konuşması işitilir ve ne dediği anlaşılırmış. Üstelik, onun etini yiyen bir kimseye Allah, istikbalde olacak şeylerin bilgisini verirmiş. Âdeta bir kadın şeklinde olan ve hatta Arapça konuşun bu hayvanı, o bölgenin tanınmış bir Arap kabilesi her yıl belli bir günde avlamaya çıkarmış. İşte bu garip hadiseyi İbn’ül - arabi, çok teferruâtlı bir şekilde anlatırken diyor ki :

“Bu hayvan, Irak ile Mekke arasındaki (bir) arâzide bulunur. Fakat binicilerin yolundan dışarıda (kalan) büyük bir in içindedir. Bu hayvanın şekli, Arapça konuşan bir kadının şekli (gibi)dir. (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 140-141 ).

Gaybın bilinmesi konusunda ortaya attığı büyük bir yalanla yetinmiyor. Arapları yamyamlıkla itham ediyor. Öyle ki; aynen kadın gibi olup, Arapça konuşan yaratık gerçek kadın değilse nedir ?
Başka bir rivayette :

“... Mahmûl (mechûl) abdâl’dan biri olan arkadaşımız Mûsâ el-sedrâni bize haber verip dedi ki :

- Kaf Dağı’na ulaştığım zaman -ki bu : azametli bir dağdır; Allah onunla dünya’yı kuşatmıştır; bu dağı da büyük bir yılanla kuşatmıştır. Yılan bu dağı kuşatmak üzere, bir daire çizdikten sonra, Allah onun başını kuyruğuna bitiştirmiştir. - Mûsâ (el- Sedrâni) der ki : Bunun yaratılışından ürktüm...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, sayfa 142-143).

Muhyiddin’i Arabi daha bunlar gibi ipe sapa gelmez şeyleri birer gerçekmiş gibi anlatmaktadır. Buna rağmen bu şahıs tasavvufçular arasında “Şeyhûl Ekber” yane “En Büyük Şeyh” unvanıyla anıldığı gibi, İslam dini adına ortaya çıkmış bazı meşhur kimseler tarafından da övülerek halka kabul ettirilmeye çalışılmıştır.
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
MUHYİDDİNİ ARABİ VE CEHENNEM AZABI

Cehennem konusundaki sözleri de ibret verici olduğu gibi, hedeflediği kimselerinde ne kadar Kuran’dan uzak ve Kuran’ı anlamamış kimseler olduklarının bir göstergesi durumundadır. Aynı zamanda Kuran’a aykırı olarak söylemiş olduğu diğer sözlerde bu kitlenin durumunu belirlemeye yeterlidir. Zira, Kuran’ın İslam dini öğretisine iman etmiş bir kimse bu sözleri kabul edemez, iddia ettiği sözleri bu konuda şöyledir :

“VII Fass : İsmail kelimesindeki ali hikmetin Aslı.”
“Şiir
- Hakk’ın yalnız va’dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur.
-Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
- Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez, ikisi de birdir amma aralarında tecelli farkı vardır.
- Onların cennetlerinin tatlılığından dolayı azap denir. Bu azap sözü onda gizli olan lezzet için bir kabuk gibidir. Kabuk özü koruyan bir şeydir. (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. VII .)

(Mütercim “Arap dilinde Azap, Azp kökünden gelir, Azp tatlı ve şirin demektir şeklinde bir izahta bulunmaktadır. Azap kelimesiyle Azp kelimesi aynı manaya gelen kelimeler değildir. Böyle bir izahın Arap luğatı açısından ciddiye alınacak bir önemi yoktur. Cehennem azabı Kur’an’da kendisinden zevk alınmayan müthiş bir acı olarak belirtilmiştir.

“- Hakk’ın yalnız va’dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur.” demesi, (aslında bir yönden de alay ediyor) bu konuda Kuran’dan mealen :

- Sakın, Allah’ı peygamberlerine verdiği sözden cayar sanma! Çünkü Allah daima üstündür, intikam alandır! 14/47
- Allah Kuluna kâfi değil midir?. Ve seni ondan başkalarıyla korkutuyorlar. Ve Allah kimi sapıklığa düşürürse artık onun için bir hidayet rehberi yoktur.
39/36
- Ve kime ki, Allah hidayet ederse artık onun için bir sapıtıcı yoktur. Allah, her şeye galip, intikam sahibi değil midir?
39/37

Görüldüğü gibi, Allah intikam alıcıdır ve verdiği hiçbir sözden dönmez, Kuran’dan mealen :

- Ey Rabbimiz!. Şüphe yok ki insanları kendisinde şüphe olmayan bir gün için toplayan ancak sensin, şüphe yok ki. Allah Teâlâ sözünden dönmez. 3/9

Kuran’ın bütün haber verdikleri meydana gelen ve gelecek olan kesin gerçeklerdir. O bir şaka değildir, Kuran’dan mealen :

- Dönüşü olan göğe andolsun. 86/11
- Yarılan yere andolsun ki
, 86/12
- O (Kuran) elbette (hak ile bâtılı) ayırt edici bir sözdür. 86/13
- O, şaka değildir.
86/14
- Onlar (onu iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar. 86/15
- Ben de (onları yakalamak için) bir tuzak kuruyorum. 86/16
- Hele sen o kafirlere mühlet ver, biraz bırak onları (başlarına gelecek olanları görecekler. )
86/17

Sofistin, Cehennem için tatlı, lezzetli ve Cennet gibi hoştur demesine gelince. Bu konuda Kuran’dan mealen :

- Yâ şimdi Rab'binden bir açık delil üzerine olan kimse, kendisine kötü âmeli güzel görünen ve hevalarının ardına düşmüş kimseler gibi olur mu? 47/14

- Takva sahipleri için vâ'd olunan cennetin sıfatı, onun içinde bozulmamış sudan ırmaklar ve tadı değişmemiş sütten ırmaklar ve içenler için lezîz, şaraptan ırmaklar ve süzülmüş baldan ırmaklar vardır ve onlar için orada her türlü meyvelerden vardır ve Rab'lerinden yarlıganma da vardır. -Artık böyle zâtlar- âteşte ebedîyen kalan ve pek kaynar sudan içirilip de bağırsakları parçalanan kimseler gibi midir?
47/15

- Ve Rab'lerini inkâr etmiş olanlar için cehennem azabı vardır. Ve ne kötü gidilecek yerdir o!
67/6
- Oraya atıldıkları zaman, kaynar haldeki uğultusunu işitirler.
67/ 7
- Neredeyse öfkeden çatlayacak olur. Bir topluluğun oraya her atılışında, oranın bekçileri onlara “size bir uyarıcı gelmedi mi? diye sorarlar. 67/8
- Dediler : “Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve : ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.”
67/9
- Ve dediler ki : “Eğer biz ( onların sözlerini) dinleseydik, yâhut düşünüp anlasaydık, şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık!”
67/10
- Böylece günahlarını itiraf ederler. Artık (Allah’ın rahmetinden) uzak olsunlar, o alevli cehennem ehli.
67/11
- Fakat görmeden Rablerinden korkanlar var ya, işte onlar için bağış(lama) ve büyük mükâfat vardır.
67/12

Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla

- Bir isteyen, başlarına gelecek azâbı istedi.
70/1
- Kâfirlerin; ki onu savacak yoktur.
70/2
- ( O azâb) yükselme derecelerinin sâhibi Allah’tandır.
70/3
- Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na yükselir.
70/4
- Şimdi sen güzelce sabret.
70/5
- Onlar onu uzak görüyor(lar).
70/6
- Biz ise onu yakın görüyoruz.
70/7
- O gün gök, erimiş bakır gibi olur.
70/8
- Dağlar (atılmış) renkli yün gibi olur.
70/9
- Dost dostun hâlini sormaz.
70/10
- Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdine düştüğünden başkasıyla ilgilenmez). Suçlu ister ki o günün azabından (kurtulmak için) fidye versin oğullarını, 70/11
- Karısını ve kardeşini,
70/12
- Kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm âilesini,
70/13
- Ve yer yüzünde bulunanların hepsini (versin) de tek kendisini kurtarsın. 70/14

- Eğer yeryüzünde bulunanların tümü, ve onun bir misli daha zulmedenlerin olsaydı, kıyâmet günü o kötü azâbdan (kurtulmak için) onu mutlaka fidye verirlerdi. (çünkü) hiç hesâb etmedikleri şeyler, Allah’tan karşılarına çıkmıştır.
39/47

- Kazandıkları (yaptıkları) kötülükleri onlara görünmüştür ve alay ede geldikleri şey onları kuşatmıştır.
39/48

Görüldüğü gibi cehennem hiçte sofistin iddia ettiği gibi bir eğlence ve mutluluk yurdu değildir. Ve Allah mutlaka sözünde duran ve mutlaka öç alandır. Azap sözü verdiklerini mutlaka azaplandıracaktır. Bunun aksini söylemek Kuran’daki gerçekleri inkar etmek ve onlarla alay etmektir. Kuran, Allah sözü olup alay edilmekten uzak olduğu gibi, O asla bir şaka değildir.
Cehennem, cennet gibi hoştur demesinin aksine Muhyiddin-i Arabi 10’nuncu fasta, bu sefer cehennem azabını gerçek acı veren bir azab olarak kabul etmesine rağmen bu azabın ortadan kalkacağını ve azabın ortadan kalkmasının verdiği rahatlıkla cehennem ehlinin zevk içinde olacağını söyleyerek evvelki iddiasını sulandırma ve kavram kargaşasına girişiyor.

Şöyle demektedir :

“X Fass : - Cehennemliklerin durumu-”
“Zevk ve nimet, ya çektikleri azabın ortadan kalkmasıyla olur ki bu suretle o azaptan kurtulmaktan duydukları rahat onlar için bir zevk sayılır. Yahut cennet ehli olanların nimet ve sıfatları gibi onlara ayrıca bir nimet verilir.” (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. X .)

Bu iddiasının da Kur’an’a uymadığı konusunda, Kur’an’dan mealen :- Suçlular, cehennem azâbında ebedi kalacaklardır. 43/74


- Kendilerinden (azâp) hiç hafifletilmeyecektir. Onlar azâb içinde ümitsizdirler! 43/75
- Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zâlim idiler
. 43/76
- (Cehennem muhâfızına) : “Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin! (bizi yok etsin) diye seslenirler. (Mâlik) : “Siz kalacaksınız (hiçbir sûrette buradan kurtuluş yok).” dedi. 47/77
- Ateştekiler, cehennem bekçilerine dediler ki : (ne olur) Rabb’inize duâ edin de hiç değilse bir gün, bizden azabı biraz hafifletsin. 40/49
- (Bekçiler: ) Size peygamberleriniz açık açık deliller getirmediler mi? derler. Onlar da : Getirdiler, cevabını verirler. (Bekçiler ise) : O halde kendiniz yalvarın, derler. Halbuki kafirlerin yalvarması boşunadır.
40/50

- Çünkü onlar bir hesap (görüleceğini) ummuyorlardı.
78/27
- Bizim âyetlerimizi yalanladıkça yalanlamışlardı.
78/28
- Biz ise her şeyi bir kitapta sayıp yazmışızdır. 78/29
- (Şimdi) tadın (yaptıklarınızın tadın)ı artık size azâptan başka bir şey arttırmayacağız!
78/30

Görüldüğü gibi iddiası Kur’an’a uymamaktadır, sofistlerin iddiaları ve zihniyetleri temelde bu şekildedir her ne kadar birçok örnek daha vermek mümkünse de sadece tekrar olacağından, anlamak isteyen kimseler için bu başlıkta yukarıdaki örnekler yeterlidir kanaatindeyim.
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
İSLAMA UYMAYAN GÖRÜŞLERİNE ÖRNEKLER

Şeyhül Ekber ( !!!) Muhyiddin-i Arabi şöyle demektedir:

“... Şâyet (Allah, cehennemdekileri) cennet’e çıkarırsa, onlar muhakkak ki (bundan) azap duyarlar ve cennet’e girmek onlara zarar verir. Tıpkı, gül kokularının domuzlan böceklerine zarar vermesi gibi...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 168. )

Sofular diğer konularda olduğu gibi, cennet ve cehennem konusunda, gerçeği tersine çevirmeye çalışmışlardır. Böyle yapmaları “Sofizm” mesleğinin ana kuralıdır. Denilebilir ki, İslâm dininde kötülenen her şeyi sofular övmüş, övülenleri ise kötülemişlerdir. Öyle ki, sofistlerin saldırısından melekler dahi kurtulamamıştır; Şöyle ki:


“Azrâil ne kişi durur kasd idebile cânuma
Ben onun kasdını gine kendiye zindan eyleyem.”
“Ya Cebreil kim ola hükm ide benüm âhuma,
Yüzbin Cebreil gibiyi bir demde perrân eyleyem.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 94.)

Diyor ki, “Azrâil kim oluyor benim canımı alacak, ben onun kasdını kendisine zindan ederim.”

“Cebrail kim oluyor benim sözüme hükm etsin, benim sözüme karşı vahiy getirsin, yüz bin Cebraili bir anda uçururum, yok ederim.” iddiasında bulunuyor.

Fakihleri kötülemek amacıyla Muhyiddin-i Arabi şöyle demektedir:

“... fakihler, evliyânın Firavun’ları ve Tanrının iyi kullarının Deccallarıdır... (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 11. )

Batıni olmayanları kötülemesi :

“... Ehl-i zâhir’in akılları şüphesiz vardır fakat onlar düşünceli (ûlül - elbab) değildirler...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 17. )

Batıni olmayanlarla fakihleri kötüledi, bununla yetinmeyerek zındıkları övmesi :

“... Bu tâifenin efendisi Cüneyd dedi ki :
- Zındık olduğuna bin tane sıddik ( = tam iman sahibi kimse) şahâdet etmedikçe, hiç kimse hakikat derecelerine ulaşamaz......” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 236. )

Bu iddiaya göre, bir kimsenin hakikat derecelerine ulaşması için, bin Müminle inanç konusunda ters düşmesi ve onların onu bir zındık olarak kabul etmeleri gerekirmiş. Başka bir ifadeyle, kim müminlerin, inandıklarının tam tersine inanırsa o kimse hakikati bulan bir evliya imiş.

Muhyiddin İbn’ül Arabinin, Kur’an’a karşı olan sözlerinden bazı örnekler :

“Futûhât’da dikkatimizi çeken bir motifde, İbn’ül arabinin eser yazmak için dâima Allah’dan bilgi hatta izin beklediğini söylemesidir. Futûhat’da şöyle diyordu :”

<<... Eserlerimi yazmak husûsunda, bana gerçekten izin verilmiştir...>>

<<... Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, buradaki her harfi ilâhi bir imlâ ve rabbâni bir ilkâ (= ulaştırma) ile yazdım...>> demektedir. İşte bu gibi sözlerle, normal boyda 7000 sayfa tutan Futûhat’ın her harfini dahi kendisine Allah’ın dikte ettiğini iddia ediyordu.” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 93. )

“Futâhad’da çok nâdir olarak gözümüze çarpan başka bir motifde, İbn’ül - arabinin kendisine âyet(!) geldiğini iddiâ etmesidir... Bizzat kendisi şöyle diyordu :”

<<... İşte bu 586 yılında İşbiliye kabristanında bir Cuma günü namazdan sonra bize gelen âyet’dir. Bu sırada sarhoş (gibi) kaldım : Üç yıl müddetle namazda veyâ uyanıkken yahut uykuda, ancak bunu okuyabiliyordum...>> (bahsi geçen; El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 99. )

Kendi yazdıklarının tamamı için de, Allah’tan gelme olduğunu ve kendisine ayet indiğini İbn’ül Arabi, kendisince Kuran’a alternatif üretmeye çalışıyor, daha önce örneğini verdiğim gibi, Mevlana da Mesnevisi için Kuran’a nazire yaparak aynı şeyleri söylüyor.

İbn’ül Arabi, kendi yoluna engel olarak gördüğü fakih’ler hakkında şöyle demekten çekinmiyordu :

<<... Fakih’ler, evliyanın Firavunları ve Tanrının iyi kullarının Deccal’larıdır...>> (bahsi geçen; El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 11. )


Muhyiddin-i Arabinin, İhlâs sûresinin yalnız kendisi için özel olarak indiğini ve kendisinin bizzat bu süreden ibaret olduğunu söylemesi ve dolayısıyla vasıf olarak doğrudan doğruya Allah olduğunu iddia etmesi :


“... Bu (ihlâs) sûre(si), bana Haleb’te tecelli etti.
Bana denildi ki :

- Bu sûreyi gördüğün zaman, ne bir insan ne de bir canlı onun ışıklarını göremez.

(İşte) bu sûre için ve bu sûreden, bana doğru büyük bir temâyül gördüm. (sûre) bana bundan önce girdiğim bu ev (!) gibi temsil edilmişti. Sonra denildi ki :

- Bu (sûre) sana, diğer müslümanla hâricinde hâlis (yani mahsus)tur. Bunlar bana söylenince işâreti anladım ve bu işâretin zâti (yani bana mahsûs) olduğunu ve benim sûretimin gayrisi değil fakat aynisi olduğunu anladım. ... Ve:

- İşte ben, buyum dedim. ...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, sayfa 55-56).

Kuran’ın 112. Sûresi olan, İhlâs Sûresi, Allah’ın zatı ile ilgili bir sûredir. Ayrıca, ne Kuran ne de Kuran’ın hiçbir sûresi tek bir şahsa özel olarak inmemiştir. Kuran bütünüyle tüm insanları ve Cin’leri hidayete çağıran bir kitaptır.

Muhyiddin İbn’ül Arabinin işte ben buyum dediği ve Allah’ın zatıyla ilgili olan İhlâs sûresinde şöyle denmiştir. Kur’an’dan mealen :

- Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla
- De ki : O Allah birdir. 112/1
- Allah sameddir (her şey varlığını ve bakasını O’na borçludur. Her şey O’na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O’dur). 112/2
- Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. 112/3
- Hiçbir şey O’na denk değildir. 112/4

İhlâs sûresindeki sözler dikkate alındığında, İbn’ül- arabinin, İslâm’dan ne kadar uzak bir sapma içinde olduğu kolayca anlaşılır. Kuran’ı sofist ideolojisinin bir oyuncağı sanmıştı. Şu bir gerçek ki çoğu kimseler gibi o da Kur’an’ın ne demek olduğunu ve neyle karşı karşıya olduğunu göremiyordu. O Kur’an ki Allah sözüdür, ona savaş açıp karşı gelenler Allah’a savaş açıp karşı gelmiş olanlardan başkası değildirler, bunun ne demek olduğunu bir bilselerdi. Kuran’dan mealen :

Biz bu Kûr’ân’ı bir dağ üzerine indirseydik, onun, Allah korkusundan baş eğip parça parça olduğunu görürdün. Biz bu misalleri, insanlara, belki düşünürler diye veriyoruz. 59/21

Kuran’da bahsedilen cennet nimetlerini gölgelemek amacıyla tahdis ettiği ve meçhul bir Sufiye atfettiği “arz’ül - hakika” diye bir yerden bahsetmesi :

“Hakikat Dünyası (arz-ü - hakika) adı verildiği halde, muhakkak bir Hayâl Dünyasından ibaret olan bu âlemde, gûyâ kırmızı altın’dan bir gölge mevcutmuş. Oradaki ağaçlar ve onların meyveleri, hep altın’dan imiş.

Bu meyvelerin güzelliği, râyihası ve lezzeti hiç kimse tarafından tarif ve tavsif edilemezmiş (fakat orası Cennet denilen şey değilmiş). Hatta Cennet’in meyveleri bile, onların yanında kusurlu kalırmış. Bu meyvelerin üstünde, tasavvur ve tahayyül edilemeyecek kadar güze ve süslü nakışlar varmış. [Fut. 1-142 (1-6)]

Bu meyveler o kadar büyükmüş ki, bunlardan bir tânesi gök ile yer arasına konursa, insan gökyüzünü görmekten mahrum kalırmış. Fakat bunca büyüklüğüne rağmen bir insan yine de onu kendi eliyle tutabilir, kavrayabilirmiş. Çünkü meyve, hava’dan daha lâtif ve hafif imiş. [Fut. 1-142 (6-9)]

... Bu büyük arz’daki arz’lar ( = bölgeler)’den her birine, şâyet gökyüzü konulsa, ona nisbetle tıpkı bir çöl (üzerin)deki halka gibi kalırdı... [Fut. 1-142 (18)]

“Hele oradaki güzel kadınlar : İşte onlar Cennet’deki hûri’lerden daha güzelmiş. Onlarla sevişmenin lezzeti ise, hiçbir şeye benzemezmiş. [Fut. 1-142 (24-25)]

Hareket ve akma konusunda oranın suları, havadan daha lâtif idi...İçmek istediğiniz zaman, onda hiçbir içecekte bulamadığınız lezzeti bulursunuz. [Fut. 1-142 (31-32)]
(ve anlatımı bu gibi şeylerle sürüyor)
(El - Futûhât El - Mekkiyye, sayfa 66-67).

Sofist, İlâh’lık iddia etmişken birde Cennetini kuruverdi hem de Allah’ın Cennetinden daha güzel olduğunu iddia ederek.
İbn-i Arabinin söylediği veya tasavvuf öğretisinde ona aid olduğu kabul edilen daha bir çok ipe sapa gelmez rivayet örneği yazmak mümkündür fakat onun hakkında ki gerçekleri görmek isteyenler için bence bu kadar örnek yeterlidir.

Muhyiddini Arabide İnsan-ı kâmil yani şeyhin bu alemde istediği gibi tasarrufta bulunabileceğini söyler:

MUHYİDDİNİ ARABİ DEMİŞKİ:

“İnsan-ı kâmil de bu âlemde İlâhi isimler aracılığıyla dilediğince tasarrufta bulunur.” (Muhyiddin İbn el-arabi, Nakş El-Füsus Şerhi, İsmail Ankaravi, Ribat Yayınları, hazırlayan İlhan Kutluer 1981 Ocak baskısı, sayfa 14).

BENDE DERİMKİ:

O dediğiniz yaratılmış kullar, değil bu aleme, kendi bedenlerine bile tasarrufta bulunamaz ve hükmedemezler. Birkaç gün uyumadan, yemeden-içmeden duramazlar. Hatta bağarsaklarına bile hükmedemezlerde def-i hacet için helanın yolunu tutarlar.

İlahi isimleri bu işe alet etmekte başka bir yanlış. Allahın güzel isimleri alemde tasarruf yapmak için değil, ona dua etmek için vardır.

En güzel isimler Allah'ındır, O'na o isimlerle dua edin, O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.(7 Araf 180)

Kullara bu yetki verilmemiştir:

"De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim." (Araf 7/188)


Allah, göklerin ve yerin hakimidir. Onları koruma yetkisini kimseye vermemiştir. Her namazın sonunda okuduğumuz âyet'el-kürsîde şöyle buyruluyor:


"Onun hakimiyet alanı gökleri de kaplar yeri de. Her ikisini de korumak kendine ağır gelmez. O yücedir, uludur."(Bakara 2/255)


"De ki: Çocuk edinmemiş olan, hakimiyette ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir veliye ihtiyacı bulunmayan Allah'a hamt olsun." Onu büyükledikçe büyükle." (İsra 17/111)


Tasavvufçular kendilerine baş tacı olarak gördükleri bu şahsa, Şeyh-i Ekber, Sultan ül-ârifin, Hâtem ül-evliya, kutb-u Hüman gibi taktıkları birçok mânevi vasıflarla kendilerince övdükleri İbni Arabi‘nin, kendisi de Hatem-ül evliya olduğunu özellikle iddia etmiştir. İki meşhur eseri “El-Futûhat El-Mekkiye” ve “Fusûs ül-Hikem” adlı kitaplardır. Ondan bahsederken daha çok “El-Futûhat El-Mekkiye” isimli kitabından örnekler verdim. Tasavvuf ehli Sofistlerin Kuran’dan ne kadar uzak ve Kuran’a ne kadar karşı olduklarının iyice anlaşılması için bu defa “Fusûs ül-Hikem” isimli kitaptan örnekler verecek olursam; şöyle ki :

“I. FAS, Âdem kelimesindeki ilâhi hikmet :”

“O ezeli olan insan (şekliyle) hâdis, zuhur ve neşeti bakımından ebedi ve daimdir.”

“Âdem hem hak, hem de Halk’tır.” (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. 1 den alıntılar.)

1. Fas’taki iddialara göre, insan ezeli yani başlangıcı olmayan, ebedi yani sonu olmayan ve aynı zamanda “Hak” yani Allah’ın kendisidir, bu gibi ifadeler ise Kuran’a uymayan iddialardır; şöyle ki, Kur’an’dan mealen :

- Kendi kendilerine, Allah’ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir süre de yarattığını düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu, Rablerine kavuşacaklarını inkâr ederler. 30/8

- Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları (boş yere değil), ancak gerçek ile ve belirli bir süre de yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeyden yüz çevirmektedirler.46/3

Görüldüğü gibi, Kuran’a göre, Gökler, yer ve ikisi arasında ki her şey dolayısıyla insanda dahil olmak üzere ne varsa Allah tarafından belli bir sürede yaratılmıştır. Süre belli olunca, bu sürede yaratılan hiçbir şey ezeli yani başlangıçsız olamaz; zira başlangıçsız olsaydı onun için belirli zaman içerisinde yaratılış söz konusu olmayacaktı. Diğer bir hususta, Kuran’a göre ebedi olmak insanın kendisine ait bir vasıf değildir. Allah’ın onu yok etmemesiyle ilgili bir husustur, zira, Allah dışındaki her şey vasıf olarak yok olucudur; Kuran’dan mealen :

- Allah’la beraber başka bir ilâha yalvarma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olucudur. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz. 28/88

. O’nun dışında hiçbir şey bu iki özelliği taşımaz. Şöyle ki, Kuran’dan mealen :

- O (Allah) ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir. 57/3Ancak, Allah zatıyla ezeli ve ebedidir
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
Muhyiddin İbn Arabi’yi Değerlendirirken

Bir insanı doğru değerlendirmek için onu yazdığı yazılar, söylediği sözleriyle ve yaptıklarıyla değerlendirmek lazım. Bu konuda nihai anlamda ne lehte ne de aleyhte söylentilerin hiçbir değeri yoktur. Halk veya belirli kesimler o kişiyi yüce bir evliya bilmiş veya onu tekfir etmiş bu ilk etapta hiç önemli değildir. Bunların hepsi lehte veya aleyhte olsun sorgulanması gereken verilerdir.

İbn Arabi’yi değerlendirmek için onun yazdıkları bu konuda yeterli bir kaynak sağlamaktadır:

"Senin Rabbin kendisinden başkasına ibadet etmemeni emretti." (17/23) ayetini İbn Arabi şöyle tefsir eder:

"Şekilci alimler ayetteki "kada" kelimesini "emretti" şeklinde anlarlar. Biz ise ona keşif yoluyla "hükmetti" anlamını veririz. Doğru olan da budur. Çünkü insan Allah'tan başkasına tapamaz. Allah'tan başkasına tapanlar da itiraf ediyorlar ki bu putlara sırf kendilerini Allah'a yaklaştırsın diye tapmaktadırlar. Tüm putlara gerçek ilahı temsilen, ona niyabeten tapılır. Onların taptıkları herşey uluhiyyete nisbet ettikleri suretten ibarettir. İşte bunun içindir ki Allah onların da nzıklannı veriyor, ihtiyaçlarını karşılıyor. O suretlere ve putlara tevessül etmelerini de makbul karşılıyor. Onların cisimlere "ilah" demeleri ve cismi ilaha benzetmelerinden dolayı onları hataya düşürmüş olsa bile, netice itibarıyla o cisimler de vahdetin bir görüntüsü olduğundan makamda hataya düşmemiş olacaklardır." (İbn Arabi, Fütuhat, III/117.)

"Sizin ilahınız bir tek ilahtır." (2/163) ayetinin aynı mantık tarafından nasıl tahrif edildiğine bir göz atalım:

"... Allah bu ayet ile müslümanlara seslenmiştir. Allah'a yakın olmak için Allah'tan başkasına tapanlar, Allah'tan başkasına tapmış olmazlar. Bu ayet ile Allah bize demektedir ki; "Sizin ilahınızla, Allah'a şirk koşmak suretiyle Allah'a yaklaşmak isteyen müşriklerin ilahı birdir." (M. Ibn Arabi Fütuhat IV/160-161.)

Aynı isim ünlü Fususu'l-Hikem adlı eserinde Nübüvveti kerpiçlerden örülü bir duvara benzetir. Bu benzetme Allah Rasulü'nün ağzından nakledilen bir habere telmihtir. Bu haberde Nebi şöyle buyurmuştur: "Nübüvvet kerpiçlerden örülü bir duvara benzer. O duvar ki tümü tamarnlanmış, geriye tek kerpiçlik bir boşluk kalmıştır, işte ben o boşluğu dolduracak kerpicim. Benden sonra ne nebi ne de rasul vardır."

İbn Arabi aslında duvardaki boşluğun bir değil iki kerpiçlik yer olduğunu, ne ki biri altın biri gümüş olan bu iki kerpiçten "hatemu'l-enbiya"yı (nebilerin sonuncusu) temsil eden gümüş kerpici Allah Rasulü'nün gördüğü halde "hatemü'l-evliya" (velilerin sonuncusu)yı temsil eden altın kerpici göremediğini bu hadisiyle belli ettiğini söyler. Halbuki bu ikisi birden olmayınca nübüvvet duvarı asla tamamlanmayacaktır, der.
Eserinde nebilerin sonuncusu olan Rasulü temsil eden kerpicin gümüş, velilerin sonuncusu (hatemü'l-evliya)'yı temsil eden kerpicin de altın olmasını nübüvvetin zahir, velayetinse batın oluşuyla açıklar. (İbn Arabi, Fususu'l-Hikem I/63)

Hatemü'l-evliya'nın İbn Arabi'nin kendisi olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur sanırız.(Şerhu Akideti't-Ta-havivve. 11/743.)

Tahavi akaidi şarihi yukardaki satırları kastederek der ki: 'Verdiği örnekte nefsini altın kerpiç, Allah Rasulü'nü gümüş kerpiç olarak gösterenden daha kafir kim olabilir?". (İbn Ebil-İzz, Şerhu Akideti't-Tahaviyye, 11/745.)

Ve şarih hızını alamayarak devam eder: "İbn Arabi ve emsallerinin küfrü "Allah'ın Rasullerine inen bize de ininceye kadar iman etmeyeceğiz." (6/124) diyen kimselerin küfründen daha da beterdir. İbn Arabi ve benzerleri cehennemin en dibinde olan Ittihadiyye (hulul) inancındaki münafık ve zındıklardır." İbn Ebil-İzz, Şerhu Akideti't-Tahaviyye, 11/745.

Bu tip örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilmez ilkesini şiar edinen bir mümin böyle sözleri sarfeden bir insanın itikadi durumunu tespit etme konusunda acze düşmez.

Ömer Karaaslan


TevhidNesli.de Fecr Arge Çalışma ve Gayretlerinden Dolayı Teşekkür ederim..
 
_emre Çevrimdışı

_emre

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Allahın rahmeti ve selamı önce peygamberimin üzerine sonra ashabının sonrada islam uğruna mümin olarak şehit olanların üzerine olsun.kardeşim Allah sendende ebeden razı olur inşAllah.dinimiz adına ortaya çıkmış ne kadar deli münafık varsa hepsinin ipliğini pazara çıkarmışsın.bizlerin inşAllah gözünü açmışsın.yazın apaçık gerçekleri gözler önüne sermiştir.Allahın kelamını ve habibinin sünnetlerini bırakıp günümüz takıyyecilerinden fetva almadan,günlük cennetleriyle kandırılmadan namaz kılamayan milyonlarca saf sürüsü insanlar inşAllah bundan nasiplenirler.kafire karşı gelmeyip bilakis zulmünün devamı için kafirin önünde iki büklüm duranlara nolur Senden bir bela bir musibetler halkası gelsin ey gariblerin Sahibi
 
D Çevrimdışı

drf1

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
İbn-i Arabî'nin birçok eseri vardır. Füsûs-i Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserlerinin bâzı meseleleri lafz ve mânâ bakımından mâlûm olup, emr-i ilâhîye ve şer'i Nebevî'ye uygun, bâzı meseleleri ise, zâhir ehlinin idrâkinden hafîdir (gizlidir). Bunu ancak ehl-i keşf ve bâtın (gönül ehilleri) bilirler. Meram olan mânâyı anlayamayan kimsenin, bu makamda susması gerekir.
İmâm-ı Süyûtî, Tenbîh-ül-Gabî kitabında, Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesîkalarla isbât etmektedir. Ebüssü'ûd Efendi fetvâlarında da, ona dil uzatılamayacağı yazılıdır.
Osmanlı Devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden olan İbn-i Kemâl Paşa hazretleri, İbn-i Arabî hakkında sorulan bir suâle şöyle cevap vermiştir: "Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu göstermek için gönderilen Muhammed Mustafâ'ya, O'nun Ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olanEshâbına salât ve selâm olsun. Ey insanlar, biliniz ki; Şeyh-i âzam âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı, Muhammed bin Ali ibniArabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşîd, hayret verici menkıbeler, garip hârikalar sâhibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, âlimler, fâzıllar indinde makbûldür. İbn-i Arabî'yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında ısrâr eden sapıtmıştır. Sultânın onu edeblendirmesi ve bu bozuk îtikâddan sakındırması lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak ile memurdur ve vazifelidir."
Bununla berâber, îmân, îtikâd ve ibâdet bilgilerine tam vâkıf olmayanların ve tasavvufun inceliklerini iyi bilmeyenlerin, Muhyîddîn-i Arabî'nin kitaplarını okumaları ve sözleri üzerinde düşünmeleri, çok defâ zararlı olmaktadır. Geçmiş asırlardaki velîlerin ve âlimlerin bâzıları da, onun sözlerini anlamakta acze düşmüşler ve yanlış yollar tutmuşlardır. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücûd bilgisi ve mertebesi çok yüksek ve kıymetli olmakla berâber, nihâyetin nihâyeti değildir. Asıl maksad yanında, bu mertebe çok gerilerde kalmaktadır.
...
Hülasa ; Görmediğin şeyi inkâr etme. Her şey senin malûmatında münhasır değildir, vesselâm!


 
Y Çevrimdışı

Yavuz_Selim

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
. Ey insanlar, biliniz ki; Şeyh-i âzam âriflerin kutbu,

kutub ne demek ?

bir de bu ibn kemal dediğin adamın kitabında şöyle uydurma bir hadis var:

(Bir işinizde, sıkışıp bunalınca, kabirdekilerden yardım isteyin) bu hadisi nereden bulmuş bu adam ?
 
S Çevrimdışı

Süfyan

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Sapkın sözleri, müslümanların anlamadığı için ,buna "bazı meseleler gizlidir bunu ancak keşf ehli bilir" gibisinden saçma bir kılıf uydurarak yutturmaya çalışmakta trajikomiktir..Allahın Peygamberlerinin ve ashabı kiramın keza selefin söylemediği sözleri söyleyipte bunu islamdan saymak islama yapılan en büyük saldırılardan biridir..İbni Arabi Hz.Muhammed'den dahamı bilgili ki onun müslümanlara açıklamadığı konuları dinden diye söylüyor..Fena fillah olmuş kendini kaybetmiş...Ashabı kiram kadarmı Allah ile arasında sevgi ve muhabbet bağı var..Bunu iddia edebilecek olan varmı..

Dün (05 ocak) Nurettin Yıldız'ın İbn-i Teymiye isimli konferansı vardı..İmam İbn-i Teymiye'yi anlatırken bu ibni arabi ve sadettin konevi denen şahısalarada dokundurdu bayağı..
 
D Çevrimdışı

drf1

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
"İbni Arabi Hz.Muhammed'den dahamı bilgili ki onun müslümanlara açıklamadığı konuları dinden diye söylüyor" , demek ; Şu ana kadar gelen tefsir ve mealleride aynı sebepten dolayı kabul etmemek anlamına gelir. Yani Rasulallahtan SAV daha bilgili miki tefsir yazıyor diye söyler. Yazılmış binlerce tefsirin butlanına hükmeder hata eder.
Hem insanda yalnız akıl yokki , ruh , kalb ,fikir gibi yüzlerce hassa var .Şimdi bir meseleyi akıl ile görmezsen yada akıl ile görülmez ise ; o mesele yok mu diye hükmedeceksin .O meseleyi kalb ile görenleri , o gördüklerinide anlatanları adem ile mi ittiham edeceksin , zalimane hüküm vereceksin?
Oysaki Sırf sünneti seniyye ye ittibasından dolayı o zatı, mübarek bilip manen elini öpüp , onun Allahın indindeki makbuliyetini düşünüp dualarına , terakkilerine vesile etmek gerektir."İnsan için en mühim Ali maksat Cenabı Hakkın Muhabbetine mazhar olmasıdır."
"Ashabı kiram kadarmı Allah ile arasında sevgi ve muhabbet bağı var" diyorsun ? Nereden biliyorsun .Allah kimi ne kadar sevdiğini sana mı söyledi ? Yoksa aralarında ki muhabbette seni şahid mi kıldıki böyle zalimane ve cahilane hüküm veriyorsun ?Allahı kimin ne kadar sevdiği ve Allahın kimi ne kadar sevdiği senin ilmine münhasır değildir .
Ehli Keşfi kabul etmiyorsun , ehli keşif yoktur diyorsun , halbuki kendi rüyanı bile anlamaktan ,hatta anlatmaktan bile acizsin . O alemleri nasıl inkar eder ,onları anlayanları nasıl kabul etmezsin ?
Velevki Senin dediğin doğru , Ahirette ne kazanacaksın ?
Eğer ki benim dediğim doğru ;kaybedeceklerini sen düşün..Vesselam
 
USULU'D DİN Çevrimdışı

USULU'D DİN

Üye
İslam-TR Üyesi
ehli sünnet alimleri tefsir yazarlarken kafalarına göre değil, Resulullah as dan gelen rivayetlerden ve sahabelerden gelen rivayetlerden yola çıkarak yazmışlardır
bu din Resulullah as zamanında tamamlanmıştır
dolayısıyla dine sonradan sokuşturulan ibadetlere ve düşünce akımlarına ihtiyacı yoktur
biz dinde birşeyin hak ya da batıl olduğunu ayetlere ve hadislere bakarak anlarız Allah ın izniyle
ayet ve hadislerin açıklamalarını ise selefi salihin in yorumlamalarına göre yorumlarız
Allahu Teala nın son dinindeki mucize gereği gelen bilgiler kıyamet vaktine kadar tüm insanların sapmayacağı şekilde eksiksiz ve bereketlidir

Allahu Teala yarattığı insan ve cinlere sınırlı güçler vermiştir.bize verilen akıl nimeti vahyi anlayıp ona uymak için yeterlidir.
gayb ile ilişkimiz ise kesiktir.bunun nedeni gayba güç yetirecek şekilde yaratılmamış olmamızdandır

Allahu Teala
her insanın aynı olduğunu haber vermiştir.üstünlük ise takvadadır
Allahu Teala takvası artan kişinin insani güçlerinin genişlediğini değil ahiretteki makamının artacağını haber vermiştir.

o halde
kim takvasından ötürü Allahu Teala bir takım sırlarına şahitlik ettiğini söylerse o yalancıdır

yalnız Allahu Teala nın güç yetirebileceği birşeye yaratılmış herhangi bir kulun da güç yetirebileceğini iddia eden Allahu Teala yı gereği gibi övüp yüceltememiş bir müşriktir

şimdi ibn arabi yi savunan adam
ibn arabiyi iyice araştırmadan önce ehli sünnetin akidesini öğren
sonra Allah ın dininden bahsedecek cürretin olsun dilinde

ahirette ne mi kazanacak ?bunu hep birlikte göreceğiz
sen ahirette ne mi kaybedeceksin? bunu hep birlikte göreceğiz.

bende senin bu durumuna suyuti akhi ile beraber şahit olanlardanım
 
U Çevrimdışı

_ubeydullah_

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Hakikat senin dediğin midir?Sen hak mısın?Ya daşeyh-i ekberin dediği gibi kafandaki rabbi bana kabul ettirmeye çalışan ahmak mısın?Sana kafirun suresinde cevap verilmiş,daha fazla kelam edebe münafi,buraya bunu yazmanda da bir hikmet elbette var tasarruf sahibi abes iş yapmaz,lakin zalim adama da divan durulmaz,şimdi sana ödev, duha suresinde ki cenabi hakkın resul- i ekreme hitaplarını bana açıkla,birde zalim ve cahil insana cenab-ı hak emaneti ehline verin dediği halde neden vermiş, bunu da açıkla bende sana tasavvuf ne demek onu açıklayayım...Yoksa şeyh-i ekberin ayağını yere vurupta taptıklarınız ayağımın altındadır dediği,dini kafasına göre saptırmış,zümreden sayarım seni,sin şına vakıf olduğunda , yavuzun ulu camide kelleleri kestirdiği gibi kellen gider,mahkeme-i kübra da....Sen kendine hakikaten vucud verirsen ne demeye İhlas suresi okursun....Yunus emrenin dediği gibi,ilim ilim bilmektir devamını bilirsin zaten...
 
U Çevrimdışı

_ubeydullah_

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
ey zahiri ilmini kibir vesilesi yapmış,ibadetine tapanlar,karanlık çökünce öylece kalakalırsınız....
 
U Çevrimdışı

_ubeydullah_

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
"İbni Arabi Hz.Muhammed'den dahamı bilgili ki onun müslümanlara açıklamadığı konuları dinden diye söylüyor" , demek ; Şu ana kadar gelen tefsir ve mealleride aynı sebepten dolayı kabul etmemek anlamına gelir. Yani Rasulallahtan SAV daha bilgili miki tefsir yazıyor diye söyler. Yazılmış binlerce tefsirin butlanına hükmeder hata eder.
Hem insanda yalnız akıl yokki , ruh , kalb ,fikir gibi yüzlerce hassa var .Şimdi bir meseleyi akıl ile görmezsen yada akıl ile görülmez ise ; o mesele yok mu diye hükmedeceksin .O meseleyi kalb ile görenleri , o gördüklerinide anlatanları adem ile mi ittiham edeceksin , zalimane hüküm vereceksin?
Oysaki Sırf sünneti seniyye ye ittibasından dolayı o zatı, mübarek bilip manen elini öpüp , onun Allahın indindeki makbuliyetini düşünüp dualarına , terakkilerine vesile etmek gerektir."İnsan için en mühim Ali maksat Cenabı Hakkın Muhabbetine mazhar olmasıdır."
"Ashabı kiram kadarmı Allah ile arasında sevgi ve muhabbet bağı var" diyorsun ? Nereden biliyorsun .Allah kimi ne kadar sevdiğini sana mı söyledi ? Yoksa aralarında ki muhabbette seni şahid mi kıldıki böyle zalimane ve cahilane hüküm veriyorsun ?Allahı kimin ne kadar sevdiği ve Allahın kimi ne kadar sevdiği senin ilmine münhasır değildir .
Ehli Keşfi kabul etmiyorsun , ehli keşif yoktur diyorsun , halbuki kendi rüyanı bile anlamaktan ,hatta anlatmaktan bile acizsin . O alemleri nasıl inkar eder ,onları anlayanları nasıl kabul etmezsin ?
Velevki Senin dediğin doğru , Ahirette ne kazanacaksın ?
Eğer ki benim dediğim doğru ;kaybedeceklerini sen düşün..Vesselam

eyvallah,eyvallah,eyvallah, ümmetimin alimleri israiloğullarının peygamberleri gibidir, hadis-i şeriftir....ne demek üzerine bir düşünsünler...
 
Üst