Sakıncalı Eserler ve Zihniyetler

U Çevrimdışı

_ubeydullah_

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
alemi bilinmek üzere yarattım diyen Cenab-ı hak böyle bu kafalarla mı bilinecek?Sen böyle mi halife olacaksın?Senin yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak birini mi yaratacaksın diyen,arz meleklerinden ne farkın var?Senin rabbin senin gözünden gördüğün arkadaşım, hakikat-i muhammedi anladın mı? Ne curettir bu yahu?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
eyvallah,eyvallah,eyvallah, ümmetimin alimleri israiloğullarının peygamberleri gibidir, hadis-i şeriftir....ne demek üzerine bir düşünsünler...

Sen ne sapık adamsın ya. Uydurma hadis peydahlayıcısı husna akideli beyinsizler!

Hadis dediğin sözün senedini ve sahihliğini ispatlayamazsan ya da yalanından dolayı siteden özür dilemezsen siteden atılacaksın!
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
alemi bilinmek üzere yarattım diyen Cenab-ı hak böyle bu kafalarla mı bilinecek?Sen böyle mi halife olacaksın?Senin yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak birini mi yaratacaksın diyen,arz meleklerinden ne farkın var?Senin rabbin senin gözünden gördüğün arkadaşım, hakikat-i muhammedi anladın mı? Ne curettir bu yahu?
Allah Alemi bilinmek üzere mi yarattı.
senin her şeyin uydurma/zayıf hadis üzerine. Bir tane sahih hadis konuşmayacak mısın?
 
P Çevrimdışı

Plutonium2008

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
İbni Arabi'nin vahdeti vücud anlayışı Allah'ın her yerde olduğudur. Her şeyin Allah olduğu gibi bir görüş savunmamaktadır. İkisi arasındaki anlam farkına dikkat etmenizi rica ediyorum. Herşey Allah'tır demek haşa ! böyle bir şey olmaz. Ancak Allah her yerde vardır başka bir anlatım. Lütfen bunları karıştırmayalım. Ben İbni Arabiyi savunmuyorum. Ancak okuduklarımdan anladığım da budur. Lütfen tekrar okuyunuz.
M. ARABİNİN VAHDETI VÜCÛD İDDİALARI VE BUNA İLİŞKİN SÖZLERİ



Daha öncede belirttiğim gibi, Vahdet-i Vücûd anlayışında olanlar için kainatla, Allah bir bütün ve aynı şeydir. İslam’a göre kainatla, Allah ayrı ve tamamen farklıdır, bir birlerine benzerlikleri yoktur, ve bütün kainat Allah tarafından yoktan var edilmiş olup, İlâh’lıktan pay almamıştır, yani kainattaki hiç bir şeyde İlâh olma özelliği yoktur. İlâh olarak yalnız Allah vardır. Bunun aksini iddia etmek İslâm’a göre şirk koşmak demektir. Kainatı yok saymakta, Allah’ın Kuran’da yaratmayla ilgili bildirdiği bütün ayetleri inkardır bu da küfrün ta kendisidir. Allah’ın kainatı yaratmış olması gerçek bir olay olup, bu durum Allah’ın tek İlâh olmasına aykırı değildir.


“Örneğin: Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri, Abdülkerim el-Ciyli, El-insan’ul - Kâmil, adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir:

“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin genel anlamdaki ) ilâh O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular.”

“Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerim el Ciyli aslında daha ilk cümlede şunu demek istiyor:”
“Kafirler, (yani Kur’an’a göre Allah’ı inkâr edenler, ya da O’na ortak koşanlar), Allah’ın (Haşa!) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr edemeyeceklerinden, (sonuç olarak) O’nu da dolaylı şekilde tanımış sayılırlar.”
(Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 107).

Görüldüğü gibi, Sofulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-i Vücûd inancının gereğidir. Ve bunu örneklendirmek suretiyle sıklıkla açık açık söylemekten de çekinmezler., örneğin :

“(Allah Teâlâ’nın Zatı da dahil) kâinatta ne varsa hepsi bir Vücûdun parçalarıdır, şeklinde özetlenebilen “Vahdet-i Vücûd” inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı tasavvufçular. “Köpek ve domuz da ilâhımızdır.” diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu bu düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır.” (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 352).


Şeyh Galib’ten bir şiir :

“Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihan hep sen imişsin
Senden bu cihân içre nişan ister idim ben
Ahir şunu bildim ki cihan hep sen imişsin.”
(Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 29. Kitabevi 1990).


Muhyiddin ibn el- Arabi’den :


“Apaçık görünen şeylerle Tanrıya varılamadığı için peygamberler Hakkın temsilcileridir.”


“Hayır yanlış söyledim; temsil edenle temsil edileni iki sanırsın güzel değil çirkin bir zan olur bu.”

“Surete taptıkça iki görünür sana, suretten kurtulanın gözünde bir olur.”

“Mutlak Varlık fiil köküne benzetilirse âlem bütünüyle masdardan türemiş kipler, zamanlar ve isimlerdir.”

“Türemiş örnekler zinciri nasıl fiil kökünden uzak olmazsa baktığın her şey de Hakk’tır.”

(Nakş El - Füsus Şerhi, Ribat Yayınları 1981, Muhyiddin ibn el-arabi, şerheden, İsmail Ankaravi, Hazırlayan İlhan Kutluer, sayfa, 12 - 14 - 15 den alıntılar).


“...Rabb’imi Rabb’imin gözüyle gördüm :
Rabb’im (!) dedim, dedi ki, sensin...”

“... varlık’da ancak Bir vardır : Su’yun rengi kab’ının rengidir...”
“... Varlık’da ancak Allah vardır...”

(Ebû Yezid el-Bistami hakkında aktardığı rivayetlerden) :


“... Ebû Yezid el-Bistami’nin zamanında, adamın biriyle karşılaşanlar ona dedi ki :
- Ebû Yezid’i (hiç) gördün mü ? O da :
- Ben (rûyada) Allah-ı gördüm ve O, Ebû Yezid’i görmekten beni müstağni kıldı dedi. Adam da ona dedi ki:
- Şayet Ebû Yezid’i bir defa görseydin, bu senin için Allah’ı bin defa görmekten daha iyi olurdu.”
“<<... Ben Allah’ım ( = Ene’ Allâh.. ) >>“

“... Ebû Yezid el - Bistami, bir kâri (okuyan) tarafından (Kuran 85/12’ deki) << Muhakkak Rabbinin kıskıvrak tutup yakalayışı (batş) pek çetindir.>> (âyetinin) okunduğunu işitince :”

- Benim kıskıvrak yakalayışım (bundan) daha çetindir diyordu. (çünkü) onun hâli, Allah için konuşanların hâliydi...” ( El - Futâhat El - Mekkiye, Kültür Bakanlığı - 1184. B.1990, Muhyiddin İbn’ül Arabi, Çevr. Prof. Dr. Nihat Keklik, sayfa, 97, 225, 226, 227, 405. Den. )


Muhyiddin İbn el-arabinin diğer bazı meşhur sözleri de şunlardır :


“ -Sübhâne min ezheru’l - eşyâi ve hüve aynühâ”
(İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları 1985 Mehmed Ali Ayni, sadeleştiren H.R. Yananlı Sayfa 21).


Manası: Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, eşyadan en parlak şekilde görünür ve O, O’nun aynıdır.

“ - İnne vücudu’l - hâdisati’l - mahlukat hüve aynı vücudu’l - hâlik”
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)

Manası :
Şüphesiz yaratıkların sonradan olma varlığı. Yaratıcının varlığının aynıdır. Yaratıcının Vücuduyla, yaratıkların vücudu arasında fark yoktur.

“ - İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.”
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)


Manası :
Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.

“El - abdü rabbin ver - rabbü abdün / Ya leyte şiiri mine’l - mükellef...”
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)


Manası : Kul Allah’tır, Allah’ta kuldur. / Ya mükellef olan kimdir ? Yani mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur.


- Ene’l - furkan ve’s - seb’ül - mesâni / Ve ruhu’r - ruh la ruhu’l - evâni.
(Yukr. Adı geçen eser, s.21)

Manası :
Furkan yani Kur’an benim ve Kur’an-da bahsi geçen yedi çift benim. ( bununla Fatiha sûresini kastediyor), ve ruhun ruhuyyum, kalıpların ruhu değil, diyor.

Muhyiddin-i Arabi’nin bütün bu ve bunlar gibi sözleri, Kuran’a göre açık bir şekilde şirk ve küfür olan sözlerdir. Öyle ki, bu gibi sözler. Firavun’un şirk ve küfür olan sözlerini dahi aşmaktadır. Zira, Firavun, kendisinin Allah olduğunu iddia etmişti, Muhyiddin-i Arabi ise her şeye Allah demektedir. Bütün Vahdet-i Vücûd’çuların durumu bundan farklı değildir. Tasavvufun kökü temeli budur dense noksan olur, zira tamamı odur.


Daha önce de belirttiğim gibi sofist hiçbir değere inanmayan ve hiçbir şeyi hakikat olarak kabul etmeyen bir avcıdır. Avlamış olduğu mürid ise psikolojik konum olarak olaylara biraz daha farklı yaklaşım içerisinde olup, kendisine hakikat olarak kabul ettirilen şeylerde, hakikat imişler gibi inanıp bağlanma durumundadır. Böylece tasavvuf inancı içerisinde, sofu ile mürid ilişkisi, başka bir ifadeyle, avcı av ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Bu konum içerisinde muridin sofiye uyum derecesine göre kaçınılmaz olarak sofiye bir takım soruları olacaktır. Veya mürid olmamalarına rağmen, tasavvuf dışındaki bazı kimselerin, tasavvuf inancındaki öğretilerle ilgili olarak bazı soruları olacaktır. Bu soruların en belirginleri İslam etiketi altında faaliyet sürdüren sofulara sorulan şu sorulardır :

1- Madem ki, Vahdet-i Vücûd nazariyesine bağlı olarak her şey Allah’tır diyorsunuz, o zaman varlık içerisinde mevcut olan pisliklerin, örneğin, laşe, domuz, şarap gibi akla gelen tüm pisliklerin durumu nedir? Çünkü kaçınılmaz olarak bunlarda varlığın birer parçasıdırlar.

2- Madem ki, iyi ve kötü diye bir şey tasavvuf dolayısıyla sofizim inancında yoktur. O zaman İslam dininde neden bir kısım kimselerin yaptıkları övülmekte ve Cennet’e layık görülmekte olup, diğer bir kısım kimselerin yaptıkları kötülenmekte ve Cehenneme layık görülmektedirler?

Bu iki soruya sofistlerin en önde gelen önderlerinden Muhyiddi-i Arabi, Fusûs ül- Hikem isimli kitabında şu şekilde cevap vermektedir:

“IV Fass : İdris kelimesinde ki Kudsi Hikmet’in özü.”

“- Hakikat budur ki Hâlik, Mahlûktur ve yine Hakikat budur ki Mahlûk, Halik’tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıklardır.”

“Eğer biri çıkarda da, bütün güzel ve çirkin şeylere hangi nazarla bakalım? Pislik ve lâşeyi gördüğümüz vakit onlara Tanrı mı diyelim? Yolunda bir sual soracak olursa biz deriz ki Allah bunlardan bir şey olmaktan ve yücedir. Bizim sözümüz pisliği pislik, lâşeyi lâşe olarak görmeyen kimseyedir. Belki hitabımız kalp gözü açık olup kör olmayanlaradır. (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 13/XI/1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. IV.)

Bu cevabın Kuran’a uymadığı gibi çelişkilide olduğu açıktır, hem her şeyi Allah olarak kabul edecek, hem de ortamı idare yollu olduğu açık olan istisnai bakış öne sürecek bu İslam’a göre kabulü mümkün olmayan boş bir iddiadır, zaten kendiside bu sözü neye göre söylediğini izah edemediğinden, kalp gözü açık olanlar gibisinden bir takım sözlerle geçiştirmeye ve İslami inanca göre uygun olmayan iddialarını kabul edenleri aklınca açık kalpli olmakla taltif ediyor.


 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
İbni Arabi'nin vahdeti vücud anlayışı Allah'ın her yerde olduğudur. Her şeyin Allah olduğu gibi bir görüş savunmamaktadır. İkisi arasındaki anlam farkına dikkat etmenizi rica ediyorum. Herşey Allah'tır demek haşa ! böyle bir şey olmaz. Ancak Allah her yerde vardır başka bir anlatım. Lütfen bunları karıştırmayalım. Ben İbni Arabiyi savunmuyorum. Ancak okuduklarımdan anladığım da budur. Lütfen tekrar okuyunuz.

Ehl-i sunnet muctehidleri, ulema İbn Arabi'yi tekfir ederken anlamamış ta sen mi anladın?

Allah (c.c.) ilim ve kudratiyle her yerdedir fakat zatiyla Arş'tadır. Bu ayrı şey, Bütün mahlukatı Allaha benzeten, Vahdet-i vucud anlayışı ayrı bir sapkınlıktır. "Puta tapan aslında Allaha tapmıştır, Firavun iman ederek ölmüş günah işlememiştir, cennetliktir, Miraçta Rasulullah'ın köşkünü gördüm kerpici gümüşten, kendi köşkümü gördüm altındandı" diye zırvalayarak Rasulullah sollamak ayrı şey.

Şimdi iyi takib et.


İBNİ ARABİ'NİN RASULULLAH'I (s.a.v.) SOLLAMA ZIRVASI

 
P Çevrimdışı

Plutonium2008

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Ben anladım demedim. Benim anladığım budur. Siz ne dersiniz anlamında yazmıştım. Siz sert bir şekilde cevap vermişsiniz. Lütfen biraz sükunet. Ateşli konuşmakla bir şey olmaz. Sükunetle yazdığımı eleştirin. Ama yerden yere vurarak değil. Ben size siz diye hitap edip kibarlık gösterirken bana onlar anlamadı da sen mi anladın. demeniz kalbimi kırdı.

Ehl-i sunnet muctehidleri, ulema İbn Arabi'yi tekfir ederken anlamamış ta sen mi anladın?

Allah (c.c.) ilim ve kudratiyle her yerdedir fakat zatiyla Arş'tadır. Bu ayrı şey, Bütün mhlukatı Allaha benzeten, Vahdet-i vucud anlayışı ayrı bir sapkınlıktır. Puta tapan aslında Allaha tapmıştır, Firavun iman ederek ölmüş günah işlememiştir, cennetliktir, Miraçta Rasulullahın köşkünü gördüm kerpici gümüşten, kendi köşkümü gördüm altındandı diye zırvalayarak Rasulullah sollamak ayrı şey.

Şimdi iyi takib et.


İBNİ ARABİ'NİN RASULULLAH'I (s.a.v.) SOLLAMA ZIRVASI

 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Bak kardeşim , anlaşılan sana verdiğim linki kaale almamışsın ki, hastalığından kurtulamamışsın. Allah c.c.'nin ilim ve Kudretiyle her yerde olduğu zaten ehl-i sunneti görüşüdür. Böyle olduğuna göre, vahdet-i vucud sapıklığı neyin nesidir?

İbn Arabi'nin kendi kitablarından sapıklıklarını görmene yardımcı olayım :

Fususu'l-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları
41606_46354914892_6840_n.jpg
%C5%9Eeyh+Abdulkadir+Geylani.jpg
images
975997072.jpg


[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]“Aynı olduğu halde eşyayı ızhar edeni tesbih ederim.[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]

Benim gözüm, Onun vechinden başkasına bakmadı.
[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]

Kulağım Onun kelamından başkasını işitmedi.”
(el-Futuhat, c.II, s. 604)

[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]“Onların cennetine tatlılığından dolayı “azab” denir. Bu azap sözü onda gizli olan lezzet için bir[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]

kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir şeydir.”
“Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da
onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez. İkisi de birdir ama aralarında
tecelli farkı vardır.”
(Fususu’l-hikem, s.94)

Abdulkadir Geylani'nin İbnu'l Arabi'nin geleceğini haber vermesi (S.8-9)

Seyyid Abulkadir Geylânî'nin "benden sonra Mağrip diyarından aziz bir zât zuhur edecektir, bu hırkayı ona teslim ediniz" diye vasiyet ettiği hırkanın Abdulkadir'in veresesi tarafından kendisine verildiğini sonra onu manevî oğlu Sadruddin Konevi'ye teslim ettiğini FasI ul-hitap adlı eserinde yazmaktadır.

Muhyiddin Arabi'nin Hz. Muhammed (a.s)'e iftirası (S.11)

Fusûs ul-hikem, Muhyiddin-i Arabi'nin 627 hicret yılında Şam'da bulunduğu sıralarda bir gece görmüş olduğu gerçek bir rüyan'ın ilhamıyla yazılmıştır. Şeyh o gece mâna âleminde Hazret-i Peygamber'i görüyor, elinde bir kitap tutmuş, kendisine hitap ederek, "bu, Fusûs ul-hikem kitabıdır. Bunu al ve halkın faydalan*ması için muhteviyatını açıkla" diyor.
Şeyh de Yüce Peygamber'in bu manevî işaretine uyarak hemen Cenab-ı Peygamber'den aldığı emir ve ilham çerçevesi içinde, kitap muhtevasını, artıksız ve eksiksiz olarak, olduğu gibi naklediyor, daha doğrusu Hazret-i Peygamber'den aynen nakil ve tercüme ediyor.

Fusus ul-Hikem'in bir hadis kitabı gibi telaki edilmesi yalanı (S.12)

Fusûs ul-hikem'in doğrudan doğruya Hazret-i Peygamber tarafından Şeyh-i Ekber'e talim ve telkin edilmiş bir eser olduğuna göre, Şeyhin taraftarlan bu hususta şüphe ve tereddüde mahal olmadığını ve Şeyh'e hâşâ yalan isnatı varit olamayacağını söyliyerek mevzu ve gayesi iman ehlinin irşadına matuf olan bu eserin biı hadîs kitabı gibi telâkki edilmesi gerekli bulunduğunda ittifak etmişlerdir.

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep o'dur. Yalanı (S.13)

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep O'dur.O'nun dışında, O'nun varlığı haricinde hiçbir varlık tassavur edilemez. Çünkü Vücut birdir.

Arabi , yalanlarına Hz. Muhammed'i alet ediyor.(S.19)

627 hicret yılı Muharrem ayının son günlerinde, Şam'da (bulunduğum sıralarda) Tann Peygamberi Hazret-i Muhammed'i gerçek bir rüya âleminde gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana buyurdular ki, bu Fusûs ul-hikem = (Hikmetlerin özü) kitabıdır. Bunu al ve halka açıkça anlat da bu hikmetlerden herkes faydalansın.

Arabi, Allah'ı (haşa) kendine kul ediyor. Şirki (S.83)

Allah beni över, ben de Onu. O bana kulluk eder, ben de Ona,
Bir halde ben Onu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişiklikiği görünce inkâr ederim.
Bizden nasıl vazgeçebilir? Ben Ona müsaade eder ve Onu zuhur alanına çıkarırım.

"Bir vakit olur ki, kul şüphesiz rab olur." İftirası (S.95-96)

ŞİİR
Bir vakit olur ki Kul şüphesiz Rab olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk ve derekesine iner.
Kul kulluk derekesine inerse Hak ile genişler. Rab olursa yaşayışı daralır.
Kul oluşundan dolayı nefsinin aynını görür, dilekleri şüphesiz Hak'tan genişler.
Rab oluşundan dolayı da Mülk ve Melekûl âlemlerindeki bütün mahlûkların kendisinden bir şey istediklerini görür.
Halbuki onların dileklerini yerine getirmek* ten zâtiyle âcizdir. Bundan dolayı bazı arifler bu yüzden ağlarlar.
O halde sen Rabb'ın kulu ol, Onun kulunun Rabb'ı olmaya bakma; sonra bu ilgi sebebiyle ateşe ve erimeye mahkûm olursun.

"Sen kulsun ve sen Tanrı'sın." İftirası (S.101)

Sen kulsun ve sen Tanrı'sın; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir.
Sen Tanrısın ve kulsun; çünkü sözleşmenle kendini Tanrı'ya bağladın.
Şahsın taşıdığı her akideyi o akideden başka inancı olanlar çözebilir.

"Küfür ve isyan ehli cehenneme girse de orada lezzet vardır." Yalanı (S.104)

ŞİİR
Hakk'ın yalnız va'dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez. İkisi de birdir amma araların* da tecelli farkı vardır.
- Onların cennetine tatlılığından dolayı azab denir. Bu azab sözü onda gizli olan lezzet için bir kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir şeydir.

"Tek varlıktan başka varlık yoktur. Nur ve zulmet aynıdır." Yalanı (S.152)

---- Var olan kimdir? Varlık nedir? Varlıkta bir belirme vardır. O beliren var olan zâtın kendisidir.
Onu umumîleştiren, hususleştirmiş oldu. Onu hususî gören de umumîleştirmiş oldu.
Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu halde Nur ile Zulmet aynıdır.
Bu hakikatten gafil olan kimse, nefsinde perdeler bulur.

"Biz Allah'ın insan kılığına giren belirtileriyiz." Yalanı (S.190)

ŞİİR
Eğer o olmasaydı veya biz olmasaydık, olan şeyler olmazdı.
Şu halde biz hakikatte kullarız. Allah da muhakkak bizim mevlâmızdır.
Sen veya ben insan dediğimiz vakit, biz onun aynı, yani insan kılığına giren belirtisi oluruz.
Şu halde sen insan sıfatı ile perdelenme, sana bir delil de gösterdi.
İster Hak ol, ister halk ol, Allah ile Rahman olursun.

"Allah Firavunu pak ve temiz öldürdü." Yalanı (S.300-301)

Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah'ın kendisine verdiği iman sayesinde Musa onun için de göz nuru oldu. Şu halde Allah, (bu yüzden) Firavun'un pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fena amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun ruhunu yeni bir günah işlemeden önce ve imana geldiği anda kabz etti. Halbuki İslâm (Yani Hakk'ı teslim ve tasdik) evvelce geçmiş olan günahları ortadan kaldırır. Allah, bu İlim ve mazhariyeti dilediği kimse için âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse İlâhî rahmetten umut* suzluğa düşmesin. Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse Tanrı rahmetinden umut kesmez.
Şu halde Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı imana yanaşmazdı. De*mek ki, Firavun'un eşi Asiye'nin kendi hakkında "o, benim ve senin için göz nuru olsun, onu öldürmeyin, ola ki yakında bize faydası dokunur" dediği gerçek*leşti ve iş böyle oldu. Gerçi her ne kadar Musa'nın Firavun mülkünü ve adamlarım öldürmeye muktedir bir Nebi olduğuna (kan ve kocadan) ikisinin ve şuuru yoktu. Fakat Allah, Musa ile her ikisine de menfaat verdi.
Fusus ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları, İst-1992

Muhyiddin İbn Arabi'nin diğer küfür sözleri ise şöyledir :
"Vakit olur ki kul Rabb olur, şüphesiz, vakit olur ki kul, kul olur şeksiz.”
(Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 90. Bosnevi, 1, 433)

"Bizler Allah'ın zahiri suretleriyiz, O'nun tecellisiyiz. Alem ve kevn aslında bir hayal olduğu için biz O'yuz."
(Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 159. Bosnevi, 345)

“Halık (yaratıcı) ile mahluk bir tek şeydir.”
(Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 78)

“O’ bana hamdeder, be de O’na, O’ bana ibadet eder, ben de O’na. Bir hal içinde O’nu ikrar eylerim, a’yanda ise O’nu inkar eylerim.”
(Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 83. Bosnevi, 1, 384-385)

.........

El Futûhât El-Mekkiyye - Fusûsül Hikem : Muhyiddin-i Arabi

1
Çünkü bu kitap, nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsî makamdan indirilmiştir. Çünkü ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim ve bu yazılı kitapta ancak bana indirilmiş olan hakikatleri dile getirdim
(Fusûsül Hikem. Muhyiddin-i Arabî. M.E.B Çev:Nuri Gençosman s.20)

Söylediğim her şeyi, bana Tanrı haber verdi… O, bana imlâ ediyor ve ben (bunları) kendi elimle yazıyordum… Benim lisânım, Hakk’ın lisanıdır, sözüm O’nun sözüdür
(El Futûhât El-Mekkiyye. Muhyiddin-i İbn Arabî. Kültür Bakanlığı/1184
Çev: Prof.Dr.Nihat Keklik divandan nakille s.455
)

Biz, bütün söylediklerimizde ancak ALLAH’ın bize ilka ettiği (ulaştırdığı) şeye dayanırız
(El Futûhât El-Mekkiyye.S.19)
Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir.
(El Futûhât El-Mekkiyye. S.25)

Oysa Rabbımız (c.c) böyleleri hakkında ne buyuruyor;

Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, "Bu ALLAH katındandır" diyenlere yazıklar olsun..! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların! (Bakara/79)

[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]

“Aynı olduğu halde eşyayı ızhar edeni tesbih ederim.
Benim gözüm, Onun vechinden başkasına bakmadı.
Kulağım Onun kelamından başkasını işitmedi.”
(el-Futuhat, c.II, s. 604)

[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]

“Onların cennetine tatlılığından dolayı “azab” denir. Bu azap sözü onda gizli olan lezzet için bir
kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir şeydir.”
“Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da
onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez. İkisi de birdir ama aralarında
tecelli farkı vardır.”
(Fususu’l-hikem, s.94)

Muhyiddin-i Arabî Fusûsül-Hikem'de geçen şiirlerinde şunları söylüyor:

"Bir vakit olur ki kul şüphesiz Rab olur.
Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derekesine iner.
ALLAH beni över, ben de O’nu. O bana kulluk eder, ben de O’na.
Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerine benzemez. İkisi birdir amma aralarında tecelli farkı vardır"
(Said Nursi benzer ifadeleri Ebu Talib için anlatıyor. Mektubat.s.366)

İster Hakk ol, ister Halk ol, ALLAH ile Rahman olursun (Fusûsül Hikem.s.83,93,95,104,190)
diyen İbn Arabî;

Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusül) ile onu temizlemiştir (Erkeğin) ALLAHı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmelidir. ALLAH maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilemez
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118) der.

Tasavvufun Şeyh-i Ekberi teslis inancından daha çok ileri giderek, ALLAHın leş ve putlarda, Samirî’nin buzağısında, Hz.Musa’nın Firavun’unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118 ) söylediği bir tanrı anlayışına sahiptir.

İbn Arabî’nin bu görüşlerini değerlendirecek olursak;

“İslâm’a göre yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan Yahudiler de kafir olmuşlardır. Hıristiyanlarda üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliye Arapları da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yöneldikleri gibi, ölümden sonra da benzer umut ve emellerle kendileriyle ALLAH arasında aracılıklarını sağlamak için putlara taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır. Bütün bu gruplar ve insanlar ALLAHtan başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran İbn Arabî ve benzerleri için İslam’ın hükmü nedir? Her şeye ibadete devam eden bu gibileri için ne diyeceksiniz..?
( Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.120 )

İmam İbn Teymiyye vahdet-i vücut ve Ehl-i vahdeti değerlendirdikten sonra şu ifadelerle sözünü tamamlar:
Bunlardaki küfür ne Yahudilikte ne Hıristiyanlıkta ve ne de müşrik Arapların putperestliğinde yoktur.
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118)

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu;
Benimle peygamberler zümresinin benzeri, şu kimsenin benzeri gibidir: O kişi bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette insanlar binaya girip gezmeye başlarlar. Ve (o eksik yeri görüp) hayret ederek: Şu bir tuğlanın yeri boş bırakılmış olmasaydı! derler. İşte ben, o (yeri boş bırakılan) kerpicim; ben Hatemun-Nebiyyinim (Peygamberlerin sonuyum)
(İman Üzerine. İbn Teymiyye, Pınar Yay.s.77)

İbn Arabîi aslında duvardaki boşluğun bir değil iki kerpiçlik yer olduğunu, ne ki biri altın biri gümüş olan bu iki kerpiçten hatemül-enbiyâyı (nebilerin sonuncusu) temsil eden gümüş kerpici ALLAH Rasûlünün gördüğü halde “hatemü’l-evliyâ (velilerin sonuncusu)’yı temsil eden altın kerpici göremediğini bu hadisiyle belli ettiğini söyler. Halbuki bu ikisi birden olmayınca nübüvvet duvarı asla tamamlanmayacaktır der.

Eserinde nebilerin sonuncusu olan Rasûlü temsil eden kerpicin gümüş, velilerin sonuncusu (hatemül-evliyâ)yı temsil eden kerpicin de altın olmasını nübüvvetin zahir, velayetinse batın oluşuyla açıklar. Hatemül evliyânın İbn Arabî’nin kendisi olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur sanırız.

Tahavi akaidi şarihi yukarıdaki satırları kastederek der ki; Verdiği örnekte nefsini altın kerpiç, ALLAH Rasûlü’nü gümüş kerpiç olarak gösterenden daha kafir kim olabilir?

ALLAHın Rasûllerine inen bize de ininceye kadar iman etmeyeceğiz (En’âm/124) diyen kimselerin küfründen daha beterdir.
İbn Arabî bir şiirinde şöyle der: Nübüvvet makamının mevkii rasûlün üstünde ve velinin altında bir yerdir.
(Şerhu Akidetu’t-Tahaviye,II/743). (Buhari.C:7 s.3331,3332)

İbn Arabî gibi ya Benden sonra peygamber yoktur.sözünün sahibinin (Peygamberimizin) doğru söylediğine inanarak veya başka bir endişeye dayanarak kendilerini peygamberlik sevdasına kaptırmayanlar ve bu iddia ile ortaya çıkmayanlar peygamberlikten bile daha yüksek bir derecenin cazibesine kapılarak velilerin sonuncusu, peygamberlerin sonuncusundan daha büyüktür. Çünkü peygamberler ancak bir aracı vasıtası ile ALLAH’tan bilgi alabilirken veli bu bilgiyi aracısız olarak doğrudan doğruya alabilmektedir demişlerdir.

(İman Risalesi. M. İslâmoğlu. S98,99; Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm. s.154-155,193; İbn Arabî ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: İmam İbn Teymiyye Külliyat C:2s. 163)

Velinin Peygamberden üstünlüğünün bir diğer sebebi de dinin onun eliyle tamamlanmış olmasıymış.
(İman Üzerine, İbn Teymiyye, Pınar Yay. S.192; Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.193; Bkz: Said Nursi’nin; vahyin vasıtalı ilhamın vasıtasız oluşuna dair görüşleri. İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. Said Nursi. S.291)

Kurân âyetlerini tahrif ederek kafir Hûd kavminin sırat-ı mustakim üzere olduklarını, Firavunun iman-ı kamil bir mümin olduğu gibi, Nûh kavminin de mümin bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı ALLAH, onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığını, nimetini tatmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz.Harunun İsrailoğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığını, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun sûretinden bir sûret olduğunu, Nûh kavminin Ved, Yegus, Yeûk, Suva ve Nasr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü olduklarını, tatlılık kökünden gelen azabın gerçekte rahmet ve hoş bir şey olduğunu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığını, bir şey var olmadan önce ALLAHın onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığının ALLAHın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri şeyleri söylemesine rağmen İbn Arabî bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasûlullahtan, hatta ALLAHtan aldığını söylemiş ve Rasûlullahın, kendisine bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini de iddia etmiştir.

Kur’ân ve sahih sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu şeylere rağmen, İbn Arabî bunları söylediğinden günümüze kadar adı müslüman olan yığınlardan pek çok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri İslâm dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca La ilahe illALLAH Muhammedun Rasûlullah diyen İslâm ümmeti içinde evliyânın kutbu ve efsiyanın büyüğü olarak görülmüş, adı binbir takdis ve tazimle anılmıştır; hâlâ da anılmaktadır. Bu da İslâm aleminde zamanla kavramların nasıl saptığını ve değer yargılarının özelliğini nasıl yitirdiğini açıkça ifade etmektedir.
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.193)

Şunu da belirtelim ki , eğer bu adamların ne dedikleri iyice incelenirse görüşlerinin ilahiyatçı dehrilerinkinden daha sapık olduğu ve üzerinde iyi üşünülen tabiatçı dehrilerin görüşlerine (Ateist) katıldıkları anlaşılır.
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.125,126)
DİNİ DOĞRU ANLAMAK AHMET Y. ÖZÜTOPRAK

*********************************

Tefsir-i Kebir TEVİLAT : Muhyiddin-i Arabi
( 2 CİLT ) ,
KİTSAN BASIM YAYIN

28032411565261282.jpg
Kitabın önsözünde yazan küfür sözler :


Muhyiddin İbn ArabiKİTSAN BASIM YAYIN"Allah'a ve Resulüne, Resulünün getirdiklerine, mücmel ve mufassal olarak, bize ulaşsın, ulaşmasın kesin bir şekilde iman ettik. Bu akideyi taklidi olarak anne ve babamdan aldım. Caizlik, helallik ve vaciplik ile ilgili olarak akli düşüncenin hükmü nedir, bilemezdim o zamanlar. Ben, buna dair imanıma dayalı olarak amel ettim. Ta ki nereden ve neden iman ettiğimi bilinceye kadar. Allah gözlerimi, basiretimi ve hayalimi açtı. Bu yüzden mesele benim için doğrudan müşahede düzeyine ulaştı. Taklide dayalı olarak tahayyül edilen ve vehmedilen hüküm de mevcuttu. Derken tabî olduğumun, yani Hz. Muhammed'in (s.a.v) değerini bildim. Bütün Nebileri müşahede ettim. İcmali olarak iman ettiklerimin tümüne muttali oldum. Nitekim görüp bizzat müşahede etmemden elde ettiğim ilim önceki imanımla çatışmadı. Bu yüzden ne söylüyor ve ne yapıyorsam Nebînin (s.a.v) sözüne dayanarak söylüyorum, yapıyorum, kendi ilmime, bizzat gözlemime ve müşahedeme dayanarak değil. İman ile gözlem arasında bir denge kurdum. İşte tabi olma bağlamında çok değerli bir tutumdur bu."
- "Yüce Allah, varlık âleminde yazılı olan her şeyi kalplere ilham yoluyla yazdırır. Çünkü âlem, yazılmış ilahi bir kitaptır."
- Allah'a yemin ederim ki, burada içime atılan ilahi imla, rabbani ilka veya ruhani üfleme olmayan tek bir harf dahi yazmış değilim. İş tamamen bundan ibarettir. Bununla beraber biz, şeriat koyan Resuller olmadığımız gibi teklif getiren Nebîler de değiliz.
MUHYİDDİN İBN ARABİ

Fusus Ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları

2

Abdulkadir Geylani'nin İbnu'l Arabi'nin geleceğini haber vermesi (S.8-9)

Seyyid Abulkadir Geylânî'nin "benden sonra Mağrip diyarından aziz bir zât zuhur edecektir, bu hırkayı ona teslim ediniz" diye vasiyet ettiği hırkanın Abdulkadir'in veresesi tarafından kendisine verildiğini sonra onu manevî oğlu Sadruddin Konevi'ye teslim ettiğini FasI ul-hitap adlı eserinde yazmaktadır.

Muhyiddin Arabi'nin Hz. Muhammed (a.s)'e iftirası (S.11)

Fusûs ul-hikem, Muhyiddin-i Arabi'nin 627 hicret yılında Şam'da bulunduğu sıralarda bir gece görmüş olduğu gerçek bir rüyan'ın ilhamıyla yazılmıştır. Şeyh o gece mâna âleminde Hazret-i Peygamber'i görüyor, elinde bir kitap tutmuş, kendisine hitap ederek, "bu, Fusûs ul-hikem kitabıdır. Bunu al ve halkın faydalanması için muhteviyatını açıkla" diyor.
Şeyh de Yüce Peygamber'in bu manevî işaretine uyarak hemen Cenab-ı Peygamber'den aldığı emir ve ilham çerçevesi içinde, kitap muhtevasını, artıksız ve eksiksiz olarak, olduğu gibi naklediyor, daha doğrusu Hazret-i Peygamber'den aynen nakil ve tercüme ediyor.

Fusus ul-Hikem'in bir hadis kitabı gibi telaki edilmesi yalanı (S.12)

Fusûs ul-hikem'in doğrudan doğruya Hazret-i Peygamber tarafından Şeyh-i Ekber'e talim ve telkin edilmiş bir eser olduğuna göre, Şeyhin taraftarlan bu hususta şüphe ve tereddüde mahal olmadığını ve Şeyh'e hâşâ yalan isnatı varit olamayacağını söyliyerek mevzu ve gayesi iman ehlinin irşadına matuf olan bu eserin biı hadîs kitabı gibi telâkki edilmesi gerekli bulunduğunda ittifak etmişlerdir.

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep o'dur. Yalanı (S.13)

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep O'dur.O'nun dışında, O'nun varlığı haricinde hiçbir varlık tassavur edilemez. Çünkü Vücut birdir.

Arabi , yalanlarına Hz. Muhammed'i alet ediyor.(S.19)

627 hicret yılı Muharrem ayının son günlerinde, Şam'da (bulunduğum sıralarda) Tann Peygamberi Hazret-i Muhammed'i gerçek bir rüya âleminde gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana buyurdular ki, bu Fusûs ul-hikem = (Hikmetlerin özü) kitabıdır. Bunu al ve halka açıkça anlat da bu hikmetlerden herkes faydalansın.

Arabi, Allah'ı (haşa) kendine kul ediyor. Şirki (S.83)

Allah beni över, ben de Onu. O bana kulluk eder, ben de Ona,
Bir halde ben Onu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişiklikiği görünce inkâr ederim.
Bizden nasıl vazgeçebilir? Ben Ona müsaade eder ve Onu zuhur alanına çıkarırım.

"Bir vakit olur ki, kul şüphesiz rab olur." İftirası (S.95-96)

ŞİİR
Bir vakit olur ki Kul şüphesiz Rab olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk ve derekesine iner.
Kul kulluk derekesine inerse Hak ile genişler. Rab olursa yaşayışı daralır.
Kul oluşundan dolayı nefsinin aynını görür, dilekleri şüphesiz Hak'tan genişler.
Rab oluşundan dolayı da Mülk ve Melekûl âlemlerindeki bütün mahlûkların kendisinden bir şey istediklerini görür.
Halbuki onların dileklerini yerine getirmek ten zâtiyle âcizdir. Bundan dolayı bazı arifler bu yüzden ağlarlar.
O halde sen Rabb'ın kulu ol, Onun kulunun Rabb'ı olmaya bakma; sonra bu ilgi sebebiyle ateşe ve erimeye mahkûm olursun.

"Sen kulsun ve sen Tanrı'sın." İftirası (S.101)

Sen kulsun ve sen Tanrı'sın; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir.
Sen Tanrısın ve kulsun; çünkü sözleşmenle kendini Tanrı'ya bağladın.
Şahsın taşıdığı her akideyi o akideden başka inancı olanlar çözebilir.

"Küfür ve isyan ehli cehenneme girse de orada lezzet vardır." Yalanı (S.104)

ŞİİR
Hakk'ın yalnız va'dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez. İkisi de birdir amma araların da tecelli farkı vardır.
- Onların cennetine tatlılığından dolayı azab denir. Bu azab sözü onda gizli olan lezzet için bir kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir şeydir.

"Tek varlıktan başka varlık yoktur. Nur ve zulmet aynıdır." Yalanı (S.152)

---- Var olan kimdir? Varlık nedir? Varlıkta bir belirme vardır. O beliren var olan zâtın kendisidir.
Onu umumîleştiren, hususleştirmiş oldu. Onu hususî gören de umumîleştirmiş oldu.
Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu halde Nur ile Zulmet aynıdır.
Bu hakikatten gafil olan kimse, nefsinde perdeler bulur.


"Biz Allah'ın insan kılığına giren belirtileriyiz." Yalanı (S.190)

ŞİİR
Eğer o olmasaydı veya biz olmasaydık, olan şeyler olmazdı.
Şu halde biz hakikatte kullarız. Allah da muhakkak bizim mevlâmızdır.
Sen veya ben insan dediğimiz vakit, biz onun aynı, yani insan kılığına giren belirtisi oluruz.
Şu halde sen insan sıfatı ile perdelenme, sana bir delil de gösterdi.
İster Hak ol, ister halk ol, Allah ile Rahman olursun.

"Allah Firavunu pak ve temiz öldürdü." Yalanı (S.300-301)

Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah'ın kendisine verdiği iman sayesinde Musa onun için de göz nuru oldu. Şu halde Allah, (bu yüzden) Firavun'un pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fena amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun ruhunu yeni bir günah işlemeden önce ve imana geldiği anda kabz etti. Halbuki İslâm (Yani Hakk'ı teslim ve tasdik) evvelce geçmiş olan günahları ortadan kaldırır. Allah, bu İlim ve mazhariyeti dilediği kimse için âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse İlâhî rahmetten umut suzluğa düşmesin. Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse Tanrı rahmetinden umut kesmez.
Şu halde Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı imana yanaşmazdı. Demek ki, Firavun'un eşi Asiye'nin kendi hakkında "o, benim ve senin için göz nuru olsun, onu öldürmeyin, ola ki yakında bize faydası dokunur" dediği gerçekleşti ve iş böyle oldu. Gerçi her ne kadar Musa'nın Firavun mülkünü ve adamlarım öldürmeye muktedir bir Nebi olduğuna (kan ve kocadan) ikisinin ve şuuru yoktu. Fakat Allah, Musa ile her ikisine de menfaat verdi.

Fusus ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları, İst-1992

Muhyiddin İbnu'l Arabi'de Tasavvuf Felsefesi - Ebu'l Ala El Afifi, Kırkambar Yayınları

3

images


Muhyiddin-i Arabi Allah'a iftirası “o bana tapınır , ben de ona” (S.37)

İbnu'l-Arabiye göre, Bir ve Çok arasında tam bir karşıtlık ve iki taraflı bir bağımlılık vardır. İki mantıki karşıt gibi, hiçbiri diğeri olmaksızın anlam taşımaz. Felsefesindeki biraz şiir unsurunu hesaba katarsak, bu karşıtlık onun şu harikulade mısralarında bir süffnin yapabileceği ölçüde açıklanmıştır:
"O beni över, ben de O'nu,
O bana tapınır, ben de O'na
Bir durumda O'nu itiraf eder,
A'yânda (dış âlemde) ise, inkar ederim.
Ben O'nu değil, O beni bilir,
Ben bilir ve temaşa ederim O'nu
Ona yardım edip el uzattığım halde,
Nasıl olur da O, bağımsız olabilir?
Ben O'nu bilirken yaratırım.
Hadis bize bunu böyle haber veriyor
Ve bende O'nun gayesi gerçekleşiyor.

Arabi'nin Allah'a iftirası , “ Vahdet-i Vücud (Vücut Birliği ) savunun tevhidci olur” yalanı (S.44)

(Sırf) tenzihten bahsedersen, Allah'ı sınırlamış olursun,
(Sırf) teşbihten bahsedersen, O'nu belirlemiş olursun. Fakat her ikisini birden ileri sürersen, doğru yolu izlemiş olursun, Ve sen irfanda bir mürşid ve bir şeyh olursun, iki ilkenin varlığını ileri süren çoktanrıcı (müşrik), Ve Birliği (vahdet) savunan tevhid olur. (Allah ile âlemi) yan yana getirirsen, teşbihten sakın. Vahdeti ileri sürersen tenzihten sakın. Sen O değilsin, hayır, daha doğrusu sen O'sun, ve sen O'nu Şeylerin a'yânında (hakikatinde) mutlak ve sınırlı görürsün.

Muhyiddin'in alemde tezahür eden her şeyi kendisinde özetleyen yetkin insan uydurması (S.90-91)

Ölmüş bir peygamberin veya velinin ruhuyla buluşma yalanı (S.133-134)

"Yaratma" terimini İbnu'l-Arabininki gibi vahdet-i vucudcu bir dokt rinde Allah'a iliştirmek yanıltıcıdır; fakat onu, ibnu'l-Arabinin yaptığı gi bi, ariflere iliştirmek daha da yanıltıcı olur. Arifler, diyor ibnu'l-Arabi, sır lı bir kudretle yaratır. ibnu'l-Arabf bu kudrete, değişmeler hasıl edebilen ve dış dünyada teksif edildiği her yerde şeyleri yaratabilen himmet (irade kudreti) adını veriyor; bu görüş modern spiritualızmde ruhların maddileştirilmesine pek benzeyen bir görüştür. Risâlet el-Kuds adlı eserinde ibnu'l-Arabi, her istediğinde, şeyhi Yûsuf el-Kûmi nin ruhunu çağırdığı birçok vesileleri ve şeyhin kendisini ibnu'l-Arabfye nasıl takdim edip, sorularını cevaplandırdığını hatırlar. İbnu'l-Arabinin şahsf müridi olan ünlü Sadruddinf el-Konevi de diyor ki: "Şeyhimiz İbnu'l-Arabinin ya ruhun bu dünyaya inmesini sağlamak ve onu istenen şahsın duyulur suretine benzeyen bir surette (sûre misâliyye) tecessüm etmiş görmek suretiyle, veya ruhun, rüyalarında görünmesini sağlayarak, yahut da bede ninden soyunup ruhla buluşarak herhangi bir ölü peygamber ya da ve linin ruhuyla buluşma kudreti vardı". Bu, sadece İbnu'l-Arabi'ye has bir şey değildir. Diğer sûfiler de kendileri hakkında aynı şeyleri söylemişlerdir.

Muhyiddini Arabi'nin uydurduğu evrensel tasavvuf dini (S.145-146)

İbnu'l-Arabi'nin vahdet-i vucud görüşü ile ilgili kesimde ulaşılan netice şu idi:
Eğer İbnu'l-Arabi'ninki gibi metafizik bir sistem herhangi bir din şeklinin doğmasına sebep olacaksa, bu dinin mantıki olarak muhakkak evrensel bir tabiatı olmalıdır, yani theistik olmayıp tasavvufi bir din olmalıdır.
Bu sisteme göre, bütün tarikatlar (yollar) Allah'a ileten bir "doğru Yol" (Tarik el-emem)'a iletmektedir. En kaba puta tapıcılık şeklinden en soyut din felsefesine kadar, ibnu'l-Arab'inin ifadesiyle, doğru olarak (yani vucûd görüşüne göre) yorumlandıklarında, Allah hakkında inanç- lar oldukları görülen dinlerle karşılaşmaktayız. Tektanrıcılık ile Çoktan rıcılık ve bu arada sonsuz sayıda öteki inançlar, onun nazariyesi ışığında yorumlandıkları takdirde, evrensel dinden başka bir şey değildir. Ona gö re, Tektanrıcılıkla Çoktanrıcılık arasındaki fark, Bir'le Çok arasındaki mantıki farka karşılıktır. Çoktanrıcılık, çoktanrıya inananların, Bütünün mut lak Birliğini idrak edememelerinden doğmuştur ki, bu idrak edemeyiş dolayısıyla bunlar nihayette bölünemez olan Varlık'ı bölünebilir sayarlar. "Gerçekte" diyor ibnu'l-Arabi, "Allah'ın şeriki yoktur"; çünkü O, şerik denilenler de dahil, her şeyin ayn'ıdır. ibadet edilen her şey O'nun bir sureti ve manzarasıdır'; fiilen O'ndan başka ibadet edilen hiçbir şey yoktur: "O (Allah) ve senin Rabb'in, Kendisinden başkasına ibadet etmemeni bildirdi" demiyor mu? Bu, İbnu'l-Arabi nin "senin Rabb'in Kendisin den başka hiçbir şeye fiilen ibadet edilmediğini söylemişti" şeklinde yo rumladığı bir ayettir 409 . Böylece ibnu'l-Arabi çoktanrıcılığı, suretlere ve putlara tapanların sadece sahne (mecali) ve manzaralar (vucûd) veya bu H akikatin tezahürleri olarak gördükleri ilahlarının "suretleri ardında bir hakikat olduğunu" tamamıyla idrak etmeleri şartıyla, reddetmemektedir.
Suretler ve putlar özlerinde, diğer bütün tezahürler gibi bomboş şeylerdir.
İbnu'l-Arabi şöyle soruyor:
Puta tapanlar "biz onlara belki bizi Allah'a yaklaştırırlar diye ibadet ediyoruz" dediklerinde, ilahlarının noksanlık ve acizliğinden haberdar değiller miydi? "Bütün putların en büyüğü Allah'tır; sadece onun birliğinden (el-mecmû') bütün aciz yaratıklara "yardım" gelir ve bütün yaratıklar (suretler olarak) çaresizdir

İbni Arabi'nin Cennet ve Cehennem arasında bir fark olmadığı batıl inancı (S.182-184)

İbnu'l-Arabi'nin görüşüne esin kaynağı olduğu söylenebilecek sûfiler arasında Hallâc'ın en büyük etkiyi yaptığı anlaşılmaktadır. Öyle görü nüyor ki, İbnu'l-Arabİ, Hallâc'ın tasavvuİ" sözlerine yakından aşina idi. Hatta "es-Sirâc el-Vahhâc fi" Şerh Kelâm el-Hallâc adıyla Hallâc'ın sözler ine bir şerh yazdığı sanılmaktadır. Ayrıca İbnu'l-Arabi, Futûhât'ının birçok yerlerinde Hallâc'a atıflarda bulunmakta, birkaç hususta onu nak letmekte, ya bu hususları destekleyip, onlara kendi vahdet-i vucûdcu görüşlerini yerleştirmekte ya da reddetmektedir.
İbnu'l-Arabinin sistemini genel olarak incelerken, Hallac ve onun başlıca görüşleri, İbnu'l-Arabinin görüşleriyle hangi noktalarda birleşip, hangi noktalarda onlardan ayrıldıkları ve İbnu'l-Arabinin sistemindeki en hayati noktalardan bazılarının Hallâc'ın fikirlerinden nasıl esinlendiği hakkında daha önce bazı açıklamalarda bulunmuştuk. Burada ise bu hu suslar daha başka birkaçıyla birlikte özet şeklinde tekrar edilecektir.
• Bir ve Çok meselesi. Bu, Hallâc'ın Lâhût ve Nâsût veya Tül ve Arz görüşünün tadil edilmiş bir şeklidir. (Bak. Bir ve Çok hakkındaki böl.).
• Kelam görüşü ve Muhammed'in ezelde varlığı meselesi. Hallâc'ın Huva Huva'sı ile ibnu'l-Arabf nin Yetkin insanı (bak. Kelam Böl.)
• "Muhammed'in Nuru"nun doğrudan doğruya bir tecellisi olan batini bilginin mahiyeti (bak. Kelam Böl.).
• Bizatihi Allah'a ait olan Birlik ile O'na atfedilen Birlik arasındaki fark (bak. Tenzih ve Teşbih Böl.).
• Hakkın perdesi olan Halk Âlemi (bak. Hüviyet ve Sıfatlar Böl. ) .
• İlâh Aşk nazariyesi (bak. Estetik hakkındaki böl.).
• Meşia ile irade arasındaki fark ve şeriatla ilâhf buyruk arasındaki münasebet (bak. Ahlak Böl.).
• Allah'ın bilinemezliği.
• Kur'an'ın tevili. Kar., mesela; İbnu'l-Arabininkiyle hemen hemen aynı olan şu ayetlerin Hallac tarafından tevili:

• Kur'an, II, 51: "Yaratan Allah'a tövbe edin ve nefislerinizi öldürün". Hallâc'a göre, "nefsinizi öldürün", ondan ve Allah'tan başka her şeyden kurtulun ki, yok yokluğuna dönsün ve yalnızca Hak baki kalsın
demektir. Biraz daha vahdet-i vucudcu bir rengi olması bir yana bıra kılsa, İbnu'l-Arabinin tevili de aynıdır.
• Kur'an, II, 256: "Diri, kendi kendine duran O'ndan başka ilah yoktur." Hallâc'ın bu ayeti tefsiri İbnu'l-Arabinin Kayyûm (Kendi başına duran) ismini teviliyle hayret verici bir benzerlik göstermektedir.
• Kur'an, XXXIII, 72: "Muhakkak ki biz göklere ve yere sorumluluk önerdik", vb. Hallâc'a göre, "sorumluluk, insanın ilâhi cihetidir" .

Arabi'nin Vahdet-i Vücut ve Hulul nazariyesi (S.165-166)

İbnu'l-Arabi, kendi tasavvuff aşk nazariyesini, Hallaç gibi, hulul veya mecz ile izah etmeyi reddeder. Hulûlcuların dediklerine katılırsa da, onların nazariyelerine iliştirdikleri yorumlamalarda onlardan ayrılır. Genellikle Hallâc'a atfedilen kesinlikle bir hulul ya da mezc nazariyesini işaret eden birçok mısralar naklederse de, bunları kendi vahdet-i vucud doktrinine göre izaha çalışır. Hallâc'ın hulul nazariyesi şu meşhur mısralarda açıkça terennüm edilmiştir:
"Ben beni sevenim, beni seven de benim.
Bir tek bedende bulunan iki ruhuz biz.
Beni gördüğünde O'nu, O'nu gördüğünde de her 'ikimizi görürsün?"


Hallac'ın İbnu'l Arabi'ye etkisi ikisinin batıl inançları (S.182-184)

İbnu'l Arabi'nin Kur'an'ı ve hadisleri Vahdet-i Vücud'a göre yorumlama Sapıklığı (S.185-188)

Muhyiddin İbnü'l Arabi'de Tasavvuf Felsefesi - Ebu'l Ala El Afifi, Kırkambar Yayınları, 2.Baskı, İst-1999
Muhyiddid İbn Arabi - El-Futahat-Mekkiyye, Prof.Dr.Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları

4
zBK336532EE016_250.jpg
Muhyiddin Arabi kendini kutsallaştırmak için yalan söylüyor.(s:47)

«... Bizim keşf olarak müşahede ettiğimiz....; zevk olarak (tadarak, tecrübe ederek) müşahede ettiğimiz... şeyler, iki mertebedir:... varlık'ın geri kalanını keşf ve tarif olarak (müşahede ettik), zevk olarak değil .. Ben bu makama, (hicrî) 580 yılında bu tarikata (tasavvufa) girdiğimde, kolay
(=kısa) bir müddet içinde nail oldum...»
«... Bu, (hicrî) 593 senesinde, Fas şehrinde ikindi namazında nail olduğum bir makamdır. Ben o sırada Ayn'ül-Cebel tarafında(ki) bir mescidde, cemaatla namaz kılıyordum....»
«... Bu, (hicrî) 593 senesinde Fas şehrinde Hakk'ın bana verdiği bir makamdır. Bundan önce onda, benim zevk'im (tecrübem) yoktu...»

«... Bu garip bir «fena» dır. Allah beni, Fas şehrinde buna muttali eyledi...
Şu kadar ki, bu müşahede için bizde (daha önce) bir hüküm (bilgi) yok idi...»
Arş'a çıktığını ve orada bir gölge hazine güzel bir kuş gördüğü yalanı (s:48-49)

İbn'ul-Arabî'nin eriştiği müşahede'lerden başka bir tanesi de, hicrî 597 (m. 1200-1201) senesinde Merrakeş'de bulunurken vâki olan «tuhaf bir keşf hâdisesi» dir. Bizzat kendisi anlatır ki:

«... Bu arş için Allah, nûrânî kaimeler (kavâ'im nûrâniye) yaratmıştır.
Bunların kaç tane olduğunu bilmiyorum, lâkin onlar bana müşahede ettirildi. Onların nuru, şimşek nuruna (ışığına) benzemektedir. Bununla beraber onda mikdarı ölçülemeyen bir gölge görmüştüm ve bu gölge, bu
arş'ın içbükeyinin gölgesiydi. ... Kendisinden la havle velâ kuvvete ilâ billâh'il-alıyy'il-azim lafzının çıktığı arş'ın altındaki hazîne'yi gördüm.
(Bir de baktım ki) bu hazîne, Hz. Âdem imiş. Bunun altında, tanıdığım (bildiğimi) birçok hazîneler (daha) gördüm. Bunun köşe bucağında uçuşan (birçok) güzel kuşlar gördüm.(!) Orda, kuşların en güzelinden (daha güzel) bir kuş gördüm. O beni selâmladı: Sohbetimi, şark vilâyetlerine almamı ulaştırdı. (Yani şarka doğru seyâhata çıkmamı tenbîh etti.)
Bütün bunlar bana keşf edilince ben, Merrakes şehrindeydim. Dedim ki:
Kimdir o? (Doğu'da kiminle sohbet edeceğim?)
Fas'daki Muhammed el-Hassâr denildi. Çünkü o, şark vilâyetlerine seyahati, Allah'tan istemiştir. Sen de onu beraberinde al.
Bas üstüne dedim .........
Fas şehrine gittiğim zaman onu arattım. Bana geldi. Kendisine: Bir hacet (ihtiyaç) konusunda Allahtan birşey istedin mi? deyince:
Evet, beni şark şehirlerine taşımasını (seyahat ettirmesini) Allahtan istedim. Bana, denildi ki, filanca kimse seni (oralara) taşıyacak (götürecek)tir. İşte ben de seni bu zamandan (beri) bekliyorum. dedi. Bende 597 senesinde onunla sohbete (arkadaşlığa) başladım. Ve kendisini Mısır diyarına ulaştırdım: Orada rahmetli oldu...»

Muhyiddin Arabi'nin keşf hakkındaki yalanları. (s:49-50)

«... İnsanların kutb'larına gelince : Ben onları bir berzah mertebesinde, en mukaddes bir meşhed'te Kurtuba şehrinde bulunduğum (sıra)da gördüm...»

Tenkid:
Futuhat'ın başka yerlerinde de buna dair numuneler daha görmekteyiz. Meselâ :
«... Biz ancak bu kitabımızda (Futuhat'da) ve bütün kitaplarımızda keşf
in verdiğini ve Hakk'ın imlâ ettiğini îrâd ederiz. İşte safîlerin yolu budur...»
«... Bil ki, bizim indimizdeki emr'ler (meseleler) keşf kapısından (gelir)...»
«... Biz, (keşfe ait) bu makamı tattık...»
«... Ben bu menzil'e girdiğimde, burada şuası olmayan (yani göz kamaştırmayan) bir nur (ışık) içinde, benim için bir tecellî vâki oldu. Böylece hem onu gördüm, hem de kendi rûh'umu onunla (o tecellî ile) gördüm. »

İ. Arabi hurilerle evlendirildiğini iddia ediyor. (s:50)

«... Allah beni bu sebeble, hûr-i oyn'lar ile (cennet hûrileriyle) izdivaç ettirdi...»

İbn Arabî'nin uyanık halde iken gaybden gelen sesleri duyduğu yalanı. (s:55)

Yukardaki satırlarda işaret ettiğimiz gibi, İbn'ül-Arabî bazen kulağıyla sesler işitiyordu. Nitekim bu hususta anlatır ki:
«... Bu mesele (konusun)da, bu (558 nci) babı yazarken, evin bir köşesinden, şahsen kendisini göremediğim fakat sesini işittiğim ve bu sözlerle kime hitâb ettiğini bilmediğim bir şâir'in şu (şiiri) inşâd ettiğini (söylediğini) duydum: ........ »

Tenkid :
Şu halde İbn'ul- Arabî, Futûhat'ın bu sayfalarını yazarken, uykuda veya rüya âleminde değil fakat tam manâsıyla uyanıklıkta ve şuur hâlinde iken, evinin bir köşesinden, görmediği bir şahsın sesini işitiyor, hattâ onun okuduğu bir şiiri [Fut. 4/360 (3-5)] kendi eserine alıyordu.
Pek tabiîdir ki, bu şiir yine de kendisine ait olmak gerekir, çünkü bu neviden şiirler yazdığını esasen bildiğimiz İbn' ul-Arabî hemen her vesileyle bu çeşit şiirlerin adetâ yazılış sebebini ortaya koymuş olmaktadır.
Hulâsa, demek oluyor ki, bu fasılda bahis konusu edilen motifler, daha sonra anlatacağımız motiflerden oldukça farklıdır. Çünkü onlarda daha ziyâde rüya da Cenâb-ı Hakk veya Hz. Peygamberi, yahut bâzı ruhlarla bağlantı kurduğunu vs. anlatıp, belli bir kaynağa dayanmaktadır. Burada ise, bir nevî şuur hâlinde (ve bazen de yarı şuur hâlindeki vâkıa'larda) şâhid olduğu ( = müşahede ettiği) vision ve hallucination'lar ortaya konmaktadır.


İbn Arabî'nin gökten inen adam gördüğü yalanı. (s:56)

İmdi bu çeşit meşhed'lere başka bir misâl daha verecek olursak, onun Konya'da ve daha önce Fas'da şâhid olduğu «gökten inen adam» sözleriyle vasıflan dırılan kimseyle konuşmasını zikretmemiz gerekir. İbn-i Sakıt 'il-Arş (Yani Arş'tan aşağı düşenin Oğlu) diye tarif edilen bu zat için, Futûhât'ta, nail olduğu bir meşhed'i anlatırken aynen şöyle diyordu :
«... Konya'da, halkın toplu bulunduğu yerlerden birinde kutsal bir şahıs gördüm. O'na Sakît el-Refref ibn Sâkıt'ül-Arş denilmektedir. Fas'da, düşen kimselerin yandığı ocakta bir şahıs gördüm. Ve onun soh beti bize faydalı oldu....»

Tenkid:
Fas'da gördüğünü söylediği ve ismini zikretmediği şahıs hakkında bir mülâhazada bulunmağa imkân yok fakat Konya'da görüştüğünü bildirdiği Sâkıt'ür-Refref ise, galiba hayalî bir şahsiyet değildir. Çünkü Futûhât'ın başka bir yerin de yine bu şahıs için diyor ki:

«... Allah onlardan radı olsun : (Ebdâl)den biri de, tek bir adam olup, makamı (itibarı) ile Sakıtür-Refref ibn-i Sakıt'il-Arş adını alır. Ben onunla Konya'da, karşılaştım. Onun Kur'ândaki âyeti, Ve'n-Necmi izâ hevâ (LII/l)'dır. Sânı yüce, hâli büyüktür. Görünüşü, onu görenlerin hâli üzerinde tesirlidir ..... Onun sıfatı benim garibime gitti. Marifetlerde, onun husûsî bir lisânı vardır. Çok haya sahibidir....»

İbn Arabi'ye indirilen kitap yalanı.(s:57-58)

Bu rada kendisine altı ve üstü yazılı bir kâğıt sunulmuş ve İbn'ul-Arabî bu kâğıdı çe şitli kılıklarda (biçimlerde) görmüş ve bütün müşahede ettiklerini bize şöylece ak tarmıştır :

«... Üstünlük rekabetini veren bu tevhîd için, bu (197nci) bâb'ı yazarken, acâib bir vakıa gördüm. Bana bir yazılmış kâğıd verildi ki, göz kararıyla yirmi dirsek (yani 13.5 metre) den fazlaydı. Uzunluğuna gelince: tahkik edemiyorum (gerçek olarak bilemiyorum). Kenarda tasvir edilmiş şekildeydi ve bir tek cild idi. Bir cild ki, bakarsın, okurken onu beyaz görürsün; okumaksızın bakarsan, onu yeşil görürsün. Onu okuduğun zaman bir cild (kitap) olarak görürsün; okumadığın zaman : bilemem, ipek veya keten bir top kumaş ola rak görürsün.

İbn Arabi'nin gayb alemi ile irtibat kurması saçmalığı. (s:59-60)

İbn'ul-Arabî bu sefer, rüyasında renkli bir kâğıt görüyor. Allah tarafından gönderilen ve altında (her iki yüzünde), herkes tarafından okunamayacak şekilde yazılmış olan bu renkli kâğıt'ta bir takım şiir'ler ve mensur ifâdeler varmış. İbn'ul-Arabî bunları, ay ışığın da okumuş ve hatırında kalan şiir'leri Futûhât'a kayd etmiştir. Şöyle diyor :

«... (Meselenin) bu yönünü yazdığımın gecesinde, rüyâ'da, Hakk (Teâlâ) dan gelen renkli bir varaka (=kâğıt yaprak) bana gösterildi. Altı ve üstü, herkes için zahir olmayan gizli bir yazı ile yazılmıştı. Onu ay ışığında oku dum. Üzerinde şiir ve nesir vardı. Okumasını tamamla(ya)madan önce, uyandım. Bundan daha acâibini ve daha gâmizini (= gizlisini) görmemiştim. Neredeyse, anlaşılmaz gibiydi. Şiirler'den aklımda tuttuğumu zikredeceğim :
Bunlar, benden başka birinin hakkındaydı. Uykumda bana böyle seslendi. Hakkında (söz edilen) şahıs bana zikredildi ve onu tanıdım. Bende sanki Mekke ile Medine arasında, Hicaz'ın su kaynağı (bulunan) bir çölündeydim...» Nesir (ya zılar)a gelince : uyandığım zaman onu unutmuştum....»

Tenkid:
İşte böylece anlaşılıyor ki İbn'ul-Arabî gâib denilen görünmez âlem ile temas kur duğunu iddia ediyordu. Nitekim böyle bir varlık sahasından kendisine sesler geliyor ve o bunları işitiyor, sonra da kitaplarına geçiriyordu. Futûhat'da secîli bir üslûpla bize aktardığı aşağıdaki sözler cidden garip ve düşündürücüdür Diyor ki:
'" ... işte o zaman bana hitâb edildi Benim lisanımla bana hitâb edildi....»

Canlı bir varlık gibi Ka'be ile konuşması ve mektuplaşması yalanı (s:60-61)

«... İşte bu beyitler benden sâdır olunca, ... gâib'ten (görünmez âlem den) bir ses duydum. ... Bana denildi ki: Kabe'nin sırrına bak .......... »

Tenkid:
Demek oluyor ki Kabe, Beytullâh (yâni Allanın Evi) ismini alması dolayısıyla, adetâ hayatiyet sahibi (canlı) bir varlıkmış gibi İbn'ul-Arabî'ye hitâb ediyor onunla konuşuyordu . İşte bu konuda şimdi nakledeceğimiz şu tipik ifâdeye biraz dikkat etmemiz lâzımdır :

«... Kendi başına akl'ın ulaşamıdığı ve idrâk'in elinden gelmediği böyle bir ilim (?) bana verilince, (Kabe) bana dedi ki:
Sen bana çok nâdir bir sırr işittirdin ve tuhaf bir mânâyı açtm. Bunu senden önce hiç bir velîden işitmemiştim. Bu hakikatlara senin gibi sahip hiç bir kimseyi görmemiştim....»

Tenkid:
Kabe dolaylarında duyduğu heyecanlar sebebiyle onun bize naklettiği sözler, bundan ibaret değildir. Nitekim yine Futûhat'da bildirdiğine göre, kendisiyle Kabe arasında «mektuplaşmalar ve haberleşmeler» olmuş ve İbn'ul-Arabî, gece yarısında Kabe'yi tavaf ederken, öyle garip şeylerle karşılaşmıştır ki, onun anlattığı hu susları, ayni gece rüyasında gören hiç tanımadığı bir şahıs gelerek kendisine tekrar etmiştir : Bu suretle anlattıklarının şüpheden azade olduğunu belirtmek isteyen İbn'ul-Arabî diyor ki:

«... Birgün Kabe'ye baktım: Kendisini tavaf etmemi istiyordu. Zemzem ise, bize kavuşmayı rağbet (arzu) ederek kendi su'yundan bol bol içmemi diliyordu : (Hem de) kulakla işitilen bir konuşma dileği ile (!). Onların her ikisinin mekânet (mertebe) lerinin örtülenmesinden korktuk da, ... her ikisine hitaben beyitler (=şiir) söyledik... (Burada oniki beyitlik ve kendisine ait bir şiir var)... Kabe ile benim aramda, ona komşuluğum zamanında mektuplaşma lar (mükâtebât) ve haberleşmeler (teressülât) ve daimî serzenişler (muâtaba'lar) vardı. Kabe ile kendi aramdaki konuşmalardan bâzılarını, Tâc'ür- Resâil ve Minhâc'ül-Vesâil (XXVIII 78 ) adını verdiğimiz, yedi veya sekiz risale (mektup) ihtiva eden bir kitapçığımızda zikretmiştim....
Soğuk ve mehtaplı bir gecede sağnak yağmur olmuştu da, onunla abdest almıştım ve şiddetli bir rahatsızlık (inziâc) ile tavafa çıktım. Allah daha iyisini bilir ya, tavafta zannıma göre, (benden gayri) tek bir şahıstan başkası yoktu. Sonra Hacer(-i Esved) i öptüm ve tavafa başladım. ... Tavafı(mı), Rükn'üş-Şâmî'ye ulaştırdığımda, ... (Kabe) beni, kulağımla işittiğim bir söz (konuşma) ile tehdîd ediyor (beni azarlıyor)du. Sonra şiddetli bir sancı duydum (Sonra) Allaha yemin ederim ki (Kabe), kaideleri (temelleri) ile birlikte arz'dan yükseldi. (!) Derhal, irticalen beyitler (=şiir) söyledim. ... (Kabe) tavaf etmemi tekrar işaret etti. ... Sonra Hacer (-i Esved)'de kapı gibi (birşey) açıldı da, uzunlamasına onun içine baktım.

Kabe'yi tavaf ederken bedenine bürünmüş bir ruh ile görüşmesi yalanı. (s:71)

Hicrî 599 (=m. 1202-1203) senesinde Kabe'yi tavaf ederken, «tecessüd etmiş bir ruh» yâni bedene bürünüp tekrar görünen bir insan gibi şâhid olduğu bu garip hâdisenin anlatılmasını bizzat İbn'ul-Arabî'ye bırakalım. Diyor ki:

«... Harun'ür-Reşîd'in oğlu el-Sebtî, bunlardan biridir. Hicrî 599 senesinde Cuma günü namazdan sonra, tavaf (sırasın)da o, Kabe'yi tavaf ederken, kendisiyle karşılaştım. Biz de tavaf ederken, ona (sual) sordum ve bana cevap verdi. Onun ruhu tavaf (sırasın)da, hissî (=maddî) olarak bir bedene bürünmüştü : Tıbkı Cebrail'in bir bedevî (yani Arap köylüsü) şeklinde (**) bedene bürünmesi gibi...»

İbn'ul Arabi'nin Hızır ile karşılaştığı ve konuştuğu iddiası. (s:79)

Futûhât'da tesbît edebileceğimiz sekizinci motif, İbn'ul-Arabî'nin Hızır ile bizzat karşılaştığını ve hattâ bilmeksizin onunla konuştuğunu iddia etmesidir.
İşte bu karşılaşmalardan birincisi İspanya'da (=Endülüs'te), ikincisi de Tunus'da olmuştur.
Rivayet edildiğine göre Hızır, eski peygamberlerden Hz. Nuh'un soyundan olup, Belyâ ibn-i Malkân isimli bir şahıs idi. Kendi devrinde orduda vazifeli bir kimseyken, ordunun kumandanı tarafından -askere su aramak üzere- gönderilmişti. Bu yolculukta âb-ı hayât denilen hayat kaynağına (pınarına) tesadüf etmiş sonra bu su'dan içerek ölümsüzlüğe kavuşmuştur. (Tafsilât için bk. A. J. Wensinck, Hızır maddesi, İsl. Ans. c. 5, s. 457-462).
Biraz yukarda ifâde ettiğimiz gibi İbn'ul-Arabî'nin Hızır ile ilk karşılaşması İşbiliyye'de (İspanya'daki Sevilla şehrine) olmuştur. İşte bu karşılaşmada İbn'ul-Arabî , hocalarına itaat emrini ondan almıştır ki, mesele (bu metinde) ismini vermediği fakat bundan sonraki anlatışında ismen zikrettiği hocası şeyh Ureynî (MİA, 69, 70, 72, 77) ile münâkaşa etmesinden doğmaktaydı.

İbn'ul Arabi'nin peygamberden talimat aldığı yalanı. (s:85)

Futûhât'da dikkatimizi çeken dokuzuncu motif, İbn'ul-Arabî'nin, Hz. Pey gamberi rüyada görüp birçok müşkillerinin açıklanmasını ondan sorup öğrenmesi, onunla devamlı şekilde bir manevî bağlantı kurması ve çeşitli hususlarda ondan emir aldığını iddia etmesidir. Bundan başka (aşağıda göreceğiz), Pey gamberimiz rüya âleminde bâzı islâm büyüklerini ve diğer kimseleri İbn'ul-Arabî'ye gönderip, onlar vasıtasıyla da emirlerini ulaştırıyordu, İbn'ul-Arabî ayrıca «metafizik» konulara ait delilleri yine Hz. Peygamber'den aldığını söylüyordu. Yahut da, bir konuda yanlış zanna kapıldıysa, Hz. Peygamber tekrar rüya âlemin de görünüp, (-bazen azarlayan bir eda ile-) ona doğru yolu gösteriyordu.

İbn Arabî'nin yazılarının Allah'tan gönderildiği yalanı.(s:93)

Futûhât'da dikkatimizi çeken onuncu motif, İbn'ul-Arabî'nin eser yazmak için dâima Allah'dan bilgi ve hattâ izin beklediğini söylemesidir. Futûhât'da şöyle diyordu:
«... Eserlerimi yazmak hususunda, bana gerçekten izin verilmiştir...»
Yine Fütuhat adlı muazzam eseri için :
«... Allah Teâlâ'ya yemin ederim ki, buradaki her harfi bile ilâhî bir im lâ ve rabbani bir ilkâ (=ulaştırma) ile yazdım...»
demektedir. İşte bu gibi sözlerle, normal boyda 7000 sayfa tutan Futûhat'ın her harfini dahî kendisine Allah'ın dikte ettiğini iddia ediyordu.

Kendisine ayet gelmesi yalanı. (s:99)

Futûhat'da çok nâdir olarak gözümüze çarpan onblrinci motif, îbn'ül-arabî nin kendisine âyet (!) geldiğini iddia etmesidir. Nitekim henüz yirmi altı yaşla rında, Endülüs'ün İşbiliyye (=Sevilla) şehrinde bulunurken, adı geçen şehrin kabristanında kendisine böyle bir hal olmuş, âyet adını verdiği bir söz işitmiştir. İşte bunun tesiri altında üç yıl süreyle adetâ konuşma kabiliyetini kaybetmiş, o zaman işittiği (fakat ne olduğunu söylemediği) sözleri, üç sene müddetle dâima tekrar etmiştir. Bizzat kendisi şöyle diyordu :
.
«... İşte bu 586 yılında İşbiliyye kabristanında bir Cuma günü namaz dan sonra bize gelen âyet'dir. . Bu sırada sarhoş (gibi) kaldım : Üç yıl müddetle, namazda veya uyanıkken yahut uykuda, ancak bunu okuyabiliyordum...»

İbn'ul Arabi'nin ve Evliyaullah'ın miracı iftirası.(s:106-110)

«... Evliyâ'ya gelince : İşte onların da rûhânî-berzahî miradan vardır ki orada, tecessüd eden manaları, mahsûs (hissî=maddî) suretler halinde müşahede ederler. ...

Şimdi de Allahın hassaten bana gösterdiği; safîlerin mîrâcı'ndan bahs edelim :

Onların miraçları, (birbirinden) farklıdır. Zira bunlar, hissî (maddî=cismânî) mirâc'ın zıddına (olarak) tecessüd eden mânâlar'dır. Şu halde evliyanın miraçları, ruhların miracı ve kalblerin rüyeti (görmesi) ve berzah (= geçit) âlemine ait suretler ve tecessüd etmiş mânâlar'dır. (Şahsen) bundan müşahede ettiğimi, el-İsra ve Tertîb'ür- Râhile isimli kitabımızda zikrettik...»
«... İşte kendi isimlerindeki âyetlerden (bâzılarını) göstermek üzere Allah beni de isrâ (göklere seyahat) ettirince, ...beni (önce) mekân'ımdan izâle etti ve imkân Burâkı üzerinde yükseltti, ve ... böylece arzın semâsına (birinci gök tabakasına) nüfuz ettim. Kendimde neş'etimden (doğuşumdan) birşey kalmadı ... ve babam (Hz. Adem)e selâm verdim. ... Ba bam Hz. Adem (daha önceleri) hiç haberdar olmadığım bu ilmi, bana ifâde etti. ... Zira bu, garip hakîkî ve dakîk (ince) bir ilimdir ki onun farkında (çok kimseler) olmazlar. Aksine insanlar, bu ilimde körlük için dedir...»
«... Sonra ikinci semâda Hz. İsa'ya indim. Onun yanında halazadesi Yah yâ aleyhisselâmı buldum... Yahya'yı Allahın Ruhu (olan) Hz. İsa'nın yanında bulmuştum. Zira her ruh, şüphesiz olarak diri ( canlı)dir fakat her diri (canlı) olan ruh değildir. İkisine de selâm verdim...»
«... Sonra (üçüncü semâda) Hz. Yusuf'a yükseltildim...»
«... Sonra onunla vedâlaşarak Hz. İdrıs'e, (doğru) ayrıldım. Kendisine selâm verdim. Ona dedim ki:
Bana (haber) geldi ki sen, (kendi) kavminden sadece tevhîd istemişsin başka (şey) değil.
Fakat yapmadılar dedi. Zira ben kelime-i tevhîd'e davet eden bir nebî idim, tevhîd'e değil. Zira tevhîd'i hiç kimse inkâr etmedi.
Çok garip dedim. Sonra ona : Ey hüküm vaz'eden, tâli nesnelerde ictihad bizce meşrudur. Ve ben bu zamanın âlimlerinin lisânıyım dedim.
(İctihad) ana meselelerde de meşrudur dedi. Zira Allah, bir kimseyi ancak vus'ati kadar mükellef kılmaktan daha celâlet (büyüklük) sahibidir.
Hakk(Teâlâ) da ve onun hakkındaki sözlerde (=görüşlerde) çok ihtilâf oldu dedim.
Bundan başkası olamazdı dedi. Çünkü bu iş, (insandaki) mizaca tabidir.
Fakat siz nebiler topluluğunun bu konuda hiç ihtilâf etmediğini gördüm dedim.
Zira bir nazar (= tefekkür)den değil, ancak tek bir ilâhtan söyledik dedi. Şu halde hakikatları bilen(ler), bütün nebilerin tek söz (ayni görüş)de ittifak ettiklerini de bilir. Bu da nazar sahiplerinin (feylesofların) tek görüşte (olmaları) mesabesindedir.
Mesele sizin söylediğiniz gibi midir? dedim. Zira aklın delilleri bu ko nuda sizin getirdiklerinizde muhal (imkânsız = absürde) işler yapıyor.
Mesele bize denildiği ve bunda diyenin dediği gibidir dedi. Zira Allah, her söz söyleyen (görüş sahibi olan) ın sözünde (görüşünde)dir. ... Ona dedim ki:
Bir vakıamda ben, tavaftaki bir şahsı gördüğümde, o bana, benim ecdadımdan (biri) olduğunu haber verdi ve kendi ismini söyledi. Ne zaman vefat ettiğini sordum ve bana 40.000 sene (önce) dedi. Ona, bizce tarihte müddeti takarrür etmiş Hz. Adem'den suâl ettim.
Hangi Âdem'den suâl ediyorsun? En yakın Âdem'den mi soruyorsun? dedi. Ve dedi ki: Allahın Peygamberi olduğumu tasdik et. Bu âlem için bütünü ile durduğu bir müddet bilmiyorum. Şu kadar var ki Allah, her şey için dâima yaratıcı olmuştur. Dünyâda, âhırette ve yaratıklarda (ki) eceller, müddetlerin sona ermesiyledir, yaratmada değil. Böylece yaratma nefisler (=ruhlar) ile birlikte tecessüd ederler, Allah bize neyi öğrettiyse biz de onu bildik...
Kıyâmet'in zuhuruna ne kaldı? dedim...
İnsanların hesaba çekilmesi çok yakındır. Halbuki onlar gaflet içinde bulunuyorlar dedi.
Kıyametin yaklaşma şartlarından bir şartı bana tarif etsene dedim.
Dedi ki:
Adem'in varlığı, kıyametin şartlarındandır dedi.
Bu dünyâdan önce, bir dünyâ var mıydı? dedim.
Varlık dünyâsı tek'tir; dünyâ ancak sizinledir. Ahıret ise ancak sizin le ondan ayrılmıştır. Cisimlerdeki iş (yani mesele) kevn'ler (oluşlar) ve istihaleler (değişmeler), gelmeler, gitmeler'dir. Bunlar hep devam ederler dedi.
Nedir o? dedim.
Bildiğimiz ve bilmediğimizdir dedi.
Şu halde dedim, hangisi doğru hangisi yanlıştır?
Yanlışlık izafî bir şeydir dedi. Asi olan doğru'dur. Allahı ve âlem'i bilen bilir ki doğru müstehab (makbul) bir asıldır. Bu hiç zail ol yet mütekabillik varsa, yanlışlık da vardır. Yanlışlığa kail olan, doğruya da kaildir; yanlışlığın yokluğuna kail olan da, doğru'ya kail olandır ve o (kimse) yanlışlık'ı doğru'dan meydana getirmiştir.
Âlem, hangi (ilâhî) sıfatdan sâdır oldu? dedim.
(İlâhî) cömertlik'den dedi.
Bâzı şeyhlerden böyle işitmiştim dedim.
Dedikleri doğrudur dedi...»
«... Sonra ona (yani Hz. İdrîs'e) veda ederek ayrıldım ve Hânın aleyhis- selâm'ın yanına indim. Gördüm ki Hz. Yahya ona benden önce geçmiş (gitmiş). (Hz. Yahya'ya) dedim ki:
Seni (miraç) yolumda görmedim. Burada başka bir yol mu var?
Her şahıs için, ancak kendisinin girdiği bir yol vardır dedi.
Bu yollar nereye (çıkar)? dedim.
(Bu yollar) sâlik olmanın meydana gelmesiyle ortaya çıkar dedi. Sonra da Harun aleyhisselâmı selâmladım... Bana dedi ki:
İşin aslında ben bir peygamber değildim. Risâleti de ancak kardeşimin suâli üzerine aldım. Böylece üzerinde olduğum işde, bana da vahy geliyordu dedi.
Ey Harun dedim, ariflerden (=sûfîlerden) bâzı insanlar, kendi haklarında varlık'ın yokluk hâline geleceğini zannediyorlar ve ancak Allahı görüyorlar. Allahın yanında onlar için, âlemde iltifat ettikleri bir şey kalmıyor. Şüphe yok ki onlar, mertebe konusunda sizin gibilerin altındadır...
Doğru söylemişler dedi. Zira onlar kendi zevklerinin (bilgilerinin) kendilerine verdiği şeye ilâve yapmamışlardır. Lâkin bak, onlarca zail olan şeyden başka alemde birşey zail olmuş mu?...»
«... Sonra ona veda ettim ve Musa aleyhisselâm'ın (yanına) indim. Onu selâmladım. ... Kendisine :
Başkalarının hakkı (uğrun)da koşuştun da, senin için tam iyilik doğru oldu (gerçekleşti) dedim. Dedi ki:
Başkalarının hakkı (uğrun)da insanın koşması (çalışması) işin aslında ancak kendisi için koşma(çalışma)dır. Buna sâdece başkalarının teşekkürü ilâve olunur. ... Dedim ki:
Allah seni kendi elçilikleri ve kelâmı ile insanlara seçkin kıldığı halde sen, (Allahı) görmeği istedin. Halbuki Resûlullâh Hz. Muhammed der ki: «Ölmeden hiç kimse Rabb'ini göremez.»
Öyledir dedi. Ben de Allahı görmek isteyince (Allah) bana cevap verdi:
Ölünce mi? dedim.
Ölünce dedi. ... Dedim ki:
Sen âlimler topluluğundansm. İstediğin zaman sence «Allahı görmek» (Ru'yet'ullâh) ne idi? Dedi ki:
Aklî bir vucûb ile gerekliydi.
Başkalarından (ayrılan) hususiyetin nedir? dedim.
Ben Allahı görüyordum fakat onun Allah olduğunu bilmiyordum dedi ... (Meselâ): içinde, ismen tanımadığın bir şahsı tanıman (arzusu) var ve sen onun ismini, ona ihtiyacın var diye taleb ediyorsun. Böylece onunla karşılaşıyorsun ve selâm veriyorsun. O da seni, karşılaştığın diğerleri ile birlikte selâmlıyor fakat (sen) kendisini bilmi yorsun. Onu görüyorsun ama, yine de (hangisi olduğunu) görmüyorsun. Böylece onu sormakta (aramakta) devam ediyorsun. Halbuki o, senin gördüğün yerdedir...»
«... Sonra ona veda ettim ve ayrıldım. Böylece Hz. İbrahim Halil'in yanına indim. Ona selâm verdim...»
«... Sonra da Beyt-i mâmûr'u gördüm. Bir de baktım ki o benim «kalbim»miş. ... Ordan ayrılınca Sidre-i müntehâ'ya gittim: Onun aşağı dalları ile yüksek dalları arasında durdum. (İyi) amellerin nurları, beni kendimden geçirdi. Dallarının zirvelerinde (iyi) amel edenlerin ruhlarının kuşları (yani kuş haline gelen ruhları), insan yaratılışı üzere nida ediyordu. (Oradaki) dört (tane) nehire gelince : Bunlar, Merâtib'u ulûm'il- Vehb (XXVIII 46 ' 47 ) adını verdiğimiz küçük eserimizde zikr ettiğimiz dört ilâhî bilgi'dir. Sonra ariflerin (sûfîlerin) mişkât'larnıın refreflerini gördüm. Onların nurları beni kendimden geçirdi. Nihayet (ben dahî) bütün bir nur oldum. (krş. XII 14 ) Allah bana işi öyle yaklaştırdı ki, bunları her ilim için bir anahtar kıldı. Bildim ki, ben (Allahın) zikrettiği şeylerin toplamıyım. Zira Hz. Muhammed'e vâris olanlar arasında muhammedî makam sahibi olduğum müjdesi bana, bununla verilmişti. Çünkü Hz. Muhammed, son elçidir, kendisine (âyet) inen son kimsedir. ... Böylece bu mîracda bütün (ilâhî) isimlerin mânâları hasıl oldu ve ben bunların tek bir müsemmâ'ya (Allaha) ve tek bir cevher'e rucû ettiğini gördüm. İşte bu müsemmâ, benim görmüş olduğum idi ve bu cevher, benim varlığım idi. Böylece benim yolculuğum ancak kendimde ve benim rehberliğim ancak kendi hakkımdadır. Nihayet bildim ki ben, mahz (katkısız, öz) bir kulum; bende rububiyet bir eser asla yoktur...»

İbn Arabî kendisine peygamberlik izafe ediyor. (s:119)

Ben Cenab-ı Hakkı iki defa rüyada gördüm ve bana dedi ki:
- Kullarıma nasihat et . Bana denildi ki:
Gafil olma, zira sen, Allah'ın kullarına nasihata memursun

İbn'ul Arabi'nin kendisini İbrahim(a.s.)'a benzetmesi gafleti.(s:132-133)

«... (Hicrî) 556 yılında bulunduğumuz bir mecliste... yanımızda, pey gamberliği, müslümanların isbat ( = tasdik) ettiği derecede inkâr eden ve peygamberlerin getirdiği ( = yaptığı) mucizeleri de inkâr eden feylesof bir şahıs vardı ki, hakikatların tebeddül etmediğini (değişmediğini) söylerdi. Soğuk ve kış zamanlarıydı: Önümüzde ateş dolu büyük bir mangal vardı. (Dinî gerçekleri) inkâr eden ve yalanlayan bu feylesof dedi ki:
Halk tabakası (avam), Hz. İbrahim aleyhisselâm'ın (Nümrûd tarafın dan) ateş'e atıldığını ve ateş'in onu yakmadığını söyler. Halbuki ateş, bünyesi itibârı ile, yanmağı kabul eden cisimleri elbette yakar. (Oysa) Kur'anda İbrahim kıssasında zikr edilen ateş, Nümrûd'un ona olan kin ve garaz'ından ibarettir... ki bu da «gazab ateşi» (demek)tir. (Hz. İbrahim'in) buna atılmış olması, onun üzerine Nümrûd'un gazabı vardı (demektir) ve onu yakmaması da, cebbar Nümrud'un gazabı, Hz. İbrahim'e tesir etmedi (manasına)dır.(Feylesof) sözünü bitirince (keramet) ve temekkün makamında bu lunanlardan biri ona dedi ki:
Şayet ben sana Allah'ın, ateş konusunda (işin) zahirinde de doğru söylediğini ve ateş'in Hz. İbrahim'i yakmadığını göstersem... (ne ya parsın)?
Münkir (feylesof):
Olmaz öyle şey dedi. (Şeyh) ona:
(Mangal içindeki) bu yakan bir ateş değil mi? deyince:
Evet dedi.
(Şimdi) bunu kendi nefsinde (yani bizzat) göreceksin diyerek mangaldaki ateşleri (feylesofun) üzerine attı. (Ateşler) onun elbiseleri üzerinde (yakmaksızın) bir müddet kaldı. Kendisi bunları eliyle evirip çeviriyordu. Yakmadıklarını görünce, şaşıp kaldı. Sonra onları mangala iade etti (geri koydu). Şeyh ona :
Sen de ona elini (kendin) yaklaştır (bakalım) deyince, (feylesof) elini yaklaştırdı ve ateş onu (bu sefer) yaktı. Şeyh de ona:
(Kur'andaki) mesele böyledir: Ateş, emir almıştır, emirle yakar ve yakmayı (emirle) terk eder ( = yakmaz). Allah Teâlâ, her istediğini yapandır dedi. Böylece bu inkarcı (feylesof) doğru yola girdi ve (aczini) itiraf etti...»

Arş Allah'ın gölgesidir ve sultan yer yüzünde Allah'ın gölgesidir sapıklığı. (s:414)

Arş Allah'ın gölgesi'dir; (onun) iki imamı (önderi) ise, zahir ve batındır.
Sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir. Çünkü O'nun zuhuru, dünya aleminde (eseri etkisi) olan bütün ilahi isimlerin sûretleri'yledir. Oysa Arş, ahirette Allah'ın gölgesidir


Arabî'nin insan-ı kamil saçmalıkları. (s:438)

İnsan-ı kamil'den daha mükemmel bir mevcut yoktur. Bu dünyada, insanlar arasında kemale ulaşamayanlar, bir hayvan-ı natık (konuşan hayvan)'dır; (herhangi) bir suretin cüz'üdür; insanlık derecesine ulaşamaz. Aksine onun insanlığa nisbeti, bir ölü'nün insanlığa olan nisbetidir: Şu halde o, gerçek olarak değil, şeklen insandır.
Masivallah'da Allah'ın gölgesi, insan-ı kamil'dir.
Allah'ı ancak insan-ı kamil bilir*. Çünkü o, Allah'ın tecelli ettiği yerdir.

* Önemli not: Sayfa 393'te (Sufiler) taifesi der ki: -Allah'ı Allah'tan başkası bilemez, bu cümlenin yukarıdaki tanımla tenakuzuna dikkat ediniz.

Muhyiddid İbn Arabi - El-Futahat-Mekkiyye, Prof.Dr.Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara-1990

Muhyiddini Arabi Hazretleri - M.Kemal Pilavoğlu, Elifbe Yayınları

images
5

(Yavuz) Selim Şam'a girerse Muhyiddini Arabi'nin kabri açığa çıkar. uydurması (S.15)

Yine aynı kitapta (İzâ dehales siynü fiş şıyni yazharü kabri Muhyiddîn) kelâmını okuyordu. Yâni (Sin Şın'a girerse Muhyiddîni Arabi'nin kabri meydana çıkar) sözünü inceletti. Âlimler de bunun, Selim'in Şam'a girmesiyle Muyhiddîn'in kabrinin meydana çıkaca ğına remiz olduğunu söylediler.

Kendisine günde beş defa lanet eden adamı Allah'ın afv ettiğini Allah'ın müjdelemesi yalanı (S.20)

Zamanında bir adam, her nedense Muhyiddîni Arabi'ye buğzu adavet etmiş, ölünceye kadar da her namazın akabinde ona on kerre lanet etmeği vird edinmişti. Bu adam ölmüş, Muhyiddîni Arabî de bunun cenazesinde hazır bulunmuş, onun afv ü mağfiretini Cenabı Hak'dan dilemişti.
Sonra arkadaşlarından biri Muhyiddîn'i Arabi'yi evine götürmüştü. O bir müddet yememiş, içmemiş, uzun zaman murakabeye dalmış, sonra da meserretle o zatın yanma, gelmiş, yemek yemişti.
Bu zat bu hali görmekle sebebini sorunca Muhyiddîni Arabî; «Bana her namaz akabinde on kerre lanet okuyan bu adam afv ü mağfiret edilinceye kadar Allah'a, hiçbir şey yememek, içmemek üzere ahdetmiştim. Bu halde kaldım, onun afv ü mağfireti hususunda beşareti lütfetti, artık sevindim, şimdi yemek yiyebilirim» demiştir.

Muhyiddini Kabe'de cisimlenmiş ruhlarla konuşup sapıtması başlıyor. (S.30-31)

Bir gün Cuma namazından sonra Kabe' yi tavaf ediyordum. Tavafta şekil ve kıyafetçe garip bir şahıs gördüm. O kimse nazarı dikkatimi celbetti. İki kimse arasından kolaylıkla, hiç dokunmadan geçip gidiyordu. Derhal anladım ki, o, cesetlenmis bir ruhtur. He men durup selâm verdim. Aramızda konuşma vâki oldu.
Onun ismi Ahmet Septî'dir. Böyle ceset- lenerek hacılar içinde tavaf etmek devletine nasıl nail olduğunu sordum. O bana:
«Haftanın bir gününde kazanır, o kazanç ile haftanın diğer günlerini ibâdetle geçiririm» dedi.
Ben, o gün hangi gündür? dedim. O da: Pazar günüdür, dedi. Ben: Niçin kazancı o güne hasrettin? dedim. O da: Allahü Teâlâ pazar gününde âlemi halk etmeğe başladı. Cuma gününde ondan fariğ oldu. Bu altı gün de bizim kârımız oldu. Ben de kazanç için pazar gününü kendime tahsis ettim, dedi. Ona: «Sizin yaşadığınız zamanın kutbu kim,dir?» dedim. O kimse de: «Benim» dedi. Ve bana veda edip ayrıldı.
Sonra arkadaşlarımdan biri: «Tavaf esnasında sizinle konuşan kimdir? Ben o gibi şahsı Mekke'de hiç görmedim» dedi.

Muhyiddin i Arabi Mekke'de tavaf esnasında kırkbin sene önce ölüp cisimlenmiş hayaletlerle konuşması yalanı (S.31)

Mekke'deki diğer meşhur olan şühûdu. Şöyle nakleder:
«Bir gün tavaf esnasında şekil ve kıyafetçe yabancı bir kimseyi tavaf ederken gördüm. O adam tavaf ederken (Lekad tüftüm kemâ tüftüm sinînâ bihâzel beyti tarra seviyyâ) diyordu. (Yâni; bizler de sizin gibi bu beyti tavaf ediyoruz.) O adamın yanına yaklaşıp kim olduğunu sordum.
O yabancı kimse: - Ben senin büyük atalarındanım, dedi.
Sordum: - Hangi asırda yaşadınız?
Kırk bin sene evvel vefat etmiştim.
- Ebu'lbeşer Âdem Aleyhisselâm'ın altı bin sene evvel halkolunduğunu söylerler.
- Sen hangi Âdem'den bahsediyorsun? Bil ki Ebülbeşer Âdem'den evvel yüz bin Âdem gelip geçmiştir» dedi.
Muhyiddîni Arabî bu sözlerden mütehayyir kaldığını kaydeder.

Muhyiddin-i Arabi altı peygambere iftira ediyor. (S.39)

Muhyiddîni Arabi Fütühât-ı Mekkiye'nin 667. babında diyor ki:
«Hazreti Âdem, Hazreti Yahya, Hazreti Yusuf, Hazreti İdris, Hazreti Musa ve İbrahim Aleyhisselâm'la görüştüm. Cümlesinden hakayık öğrendim. Bütün nebiler tarafından iltifatla; «Hoş geldin ya varis-i Muhammedi» diye karşılandım.»

Muhyiddin Arabi, Kutup olup olmadığını Ebul Abbas'ta sorması uydurması (S.39-40)

O, zamanın kutbu idi. Muhyiddîni Arabi kendisinin kutub olup olmadığı hakkında şüphe eden Ebül Abbas'a bir mektup yazmış, bâtınına teveccüh etmesini emretmişti. Ebül - Abbas bâtınına teveccüh edince bütün evliyayı bir daire teşkil eder görmüştü. Ortalarında iki zat vardı. Biri Ebül - Hasan, diğeri de En dülüslü Muhyiddîn'di.
Ebül - Abbas diyor ki:
«Bana bu iki zattan birisi Kutubdur» de nildi. Ben merakta kaldım. Acaba hangisi Kutubdur diye düşünürken, o anda bir secde âyeti okundu. Her ikisi de secdeye kapandılar. Bu anda bana, hangisi başını evvel kaldırırsa kutup (gavs) odur, denildi. Bunun üzerine bir de baktım ki, Muhyiddîni Arabî başını evvel kaldırdı. Artık onun kutbiyyetinden şüphem kalmamıştı.
Kendisiyle o anda harfsiz ve savtsız bir konuşma yaptım. Bir sual sordum, o da bir üfürmekle cevap verdi. Bu üfürük evliya hal kasına da sirayet etti. Cümle velîler ondan nasiblerini aldılar. Bundan sonra Muhyiddîn; «Sen bu dereceye erişince ben seninle Mısır' dan haberleşirim» dedi. Bir daha da bana mektup yazmadı.»

Muhyiddin'e denizde bir balığın soru sorması karşısında mağlup olması yalanı (S.41)

«Bir gün denizde bir gemide bulunuyordum. Gemi müthiş bir fırtınanın tesiriyle beşik gibi sallanıyor, batmak tehlikesinin alâ metleri beliriyordu. Beni huzursuz eden bu hareketten dolayı denize hitaben: (Sakin ol ey deniz. Senin üstünde de bir ilim denizi var dır) dememle deniz sakin olmuştur. Fakat denizden bir balık görünerek bana halledemiyeceğim bir sual sordu. (Madem ki ilim denizisin, benim cevabımı da ver) dedi. Ben o an da cevaba kaadir olamamakla mağlûb oldum, bir daha bilgimden bahsetmedim.»

Muhyiddin Arabi'nin filozof ile ateş dolu mangal olayı ve yalanı (S.42-43)

Hicrî 586 senesinde bir filozof, Nemrud' un ateşinin İbrahim Aleyhisselâm'ı yakmadı ğı meselesini inkâr ediyordu. O filozof, «ateş Nemrud'un gazabından ibaretti. İbrahim Aley hisselâm'ın ateşe atılması Nemrud'un gazabının onun üzerine vukuu ve ateşin yakmaması da, envârın üfûlüdür,» gibi sözler söylüyordu.
Velî bir zat (Muhyiddîni Arabî), «eğer ben Allah'ın ateşinin İbrahim'i yakmadığına, onu kendisi için berdi selâm ettiğine dair sözün doğruluğunu isbat edersen ne yapar sın? Ben İbrahim'i müdafaa yerine kaim oluyorum» dedi.
Filozof yine inkârında devam etti. O zat (Muhyiddîn) hemen, mangalda olan ateşi filozofun kucağına attı. Ateş filozofun elbisesi üzerinde kaldı. Filozof ona eliyle dokunduğu zaman ne elinin ne de elbisesinin yanmadığını hayretle gördü. O zat (Muhyiddîn) ateşi yine mangala koydu. Filozofun elini bu sefer ateşe yaklaştırdı. Filozofun eli derhal yandı. O zat (Muhyiddîn); «Şimdi ateş yakmağa memurdur. Emredersem yine yakmayı terkeder. Allah dilediğini işler» dedi. Filozof da derhal kelime-i şehâdet getirerek İslâm oldu.
Muhyiddîni Arabî bu kerametini yazarken kendisini gizlemiş, kendini «bir kimse» şeklinde ifade etmiştir. Biz de o zatı aydınlatmak için Muhyiddîni Arabî ismini parantez içine aldık.
Görülüyor ki, nefha-i Hak o büyük velîde tecellî etmekle keramet şeklini almıştır. Muh yiddîni Arabî yine bir gün bir tecelliyatla, bir yaşındaki kızı Zeyneb'e, bir zevk âleminde bir mes'ele-i fıkhiyye sordu. Henüz memede olan küçük kızın fasîh bir lisanla Muhyiddîni Ara bi'ye cevap verdiği görüldü.
Şüphesiz bu da, mevtayı söyleten enbiyâ nın ondaki bir tecellîsi idi. Çünkü o nûr-u nübüvvetle her şey bu makamda ayan olur. Bundandır ki, Muhyiddîni Arabî Endülüs'teyken bütün hayatını bir sinema şeridi gibi görmüş, seyretmiştir. Şüphesiz ki, bu büyük bir keramettir.

Muhyiddin Arabi Endülüs'ten ayrıldığından son ömrüne kadar Allah ona her şeyi bildirdi . Yalanı (S.43-44)

Faslı Hitab'ın 285. babında bundan bah sederken der ki: «Endülüs'ten ayrılıp da gemiye bineceğimiz sırada, âhir ömrüme kadar bütün ahvâl-i zahire ve batmayı bilmek arzusuyla murakabeye varmıştım. Allah bana cümlesini gösterdi.»
Tâbütü's-Sekîne kitabında Muhyiddîn: «Ümmete acımasaydım, kıyamete kadar gelecek bütün kutublan, isim ve nesepleriyle yazardım. Ümmete muhabbetimden bunu setrettim. Çünkü bunları bilerek inkâr, bilmiyerek inkâr ile eşit değildir, ilimle özür olmaz, cehl ile özür olur» buyurmuştur. Şüphesiz bu keramet de şühûd ilminin en yüksek bir mertebesidir

Yavuz Selim'in ebced hesabına inanması ve itiraz edenleri öldürmesi (S.44-46)

Yavuz Sultan Selim hicrî 920 yılında Muhyiddîni Arabi'nin kabbrini ziyaret etmiş, onu çok seven bir zatı da türbedar bırakmıştı. Bir gün türbedara; Mısır'a sefer edeceğini söyledi ve susuz cehennemi çöllerin geçilmesinin mümkün olup olmayacağını sordu. Türbedar, Muhyiddîn'in ilmine vâkıf ol ması dolayısıyla ona:
«Mısır'ı fethedeceğin Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunmuştur» dedi. Sultan Selim hayretle:
«Acep bu hangi âyettir?» dedi. Türbedar sûre-i enbiyâdan, (Velekad ketebnâ fizzebûri nün ba'diz zikri ennel arza yerisühâ ıbâdiyes sâlihûne) âyetini okudu. Bunun mânası: «Tevrattan sonra Zeburda, arza salih kullarım vâris olur diye yazmıştık» demektir.
Türbedar:
«Bu âyeti kerîmedeki (arz) dan maksat arz-ı Mısır'dır. Buradaki zikirde (z) ebced he sabıyla 700, (k) harfi 20 ve (r) harfi 200 ol mak üzere cem'an 920 eder. Binaenaleyh bu tarih sizin Mısır'ı fethedeceğiniz tarihtir» dedi.
Hakikaten Selim'in türbedarla konuştuğu zaman, hicretin 920. yılı idi.
Türbedar: «Allahü Teâlâ, salih kullarımı Mısır'a mâlik ederim diye vaad buyurmuştur» demesiyle Sultan Selim hayrette kaldı. Selim'in türbedara büyük itimadı olduğundan o sene ordusunu toplayıp Tih sahrasını geçmeğe karar verdi. Bunun içinde en sadıklarını müşavere tarîkıyla birer birer yanına çağırdı. Kendi re'yine itiraz edenleri derhal katlettirdi. Nöbet Ada na mutasarrıfı Halil Paşa'ya gelmişti. Sultan Selim ona:
«Askeri dağıttık. Mısır sultanının da fazla askeri var. Buraya gitmek isterim. Senin fikrin nedir?» dedi. Adana mutasarrıfı Sultan Selim'e:
«Sen kalbine bak. Kalbinde şecaat ve doğruluk varsa nusreti ilâhîye sana teveccüh eder» deyince Selim ona hil'at giydirdi. Ve sonra deminki âyet-i kerîmeyi okuyarak, türbedarına (zikir) kelimesinin hesabını yaptırarak, bunun 920 yılım gösterdiğini anlattı ve sonra Allahü Teâlâ'nın: Bu sene salih kulla rımı arza varis kılarım kelâmını izah ederek, arzdan murat Mısır olduğunu ileri sürdü ve 923 yılında Mısır'a girdi. Aşağı yukarı bu tarih bu zamanı gösterir. 922 senesi Recebin 26' sında Osmanlılarla Mısırlılar Dâbık ovasında çarpıştılar. Bu muharebenin neticesinde de Mısır fetholundu.

Muhyiddin Arabi kime baksa onun dünya ve uhrevi bütün hallerini haber verirdi. Yalanı (S.46)

Muhyiddîni Arabi'nin üvey oğlu Sadreddîni Konevî de Kitabı Fükûkünde:
«Muhyiddîni Arabi'nin öyle bir nazarı mahsusu vardı ki, her ne vakit bir kimsenin ahvaline muttali olmak istese, ona bir nazarla baksa, dün yevî ve uhrevî her türlü ahvalinden haber verirdi» der. Şüphesiz bu nazar Muhammed Aleyhisselâm'ın nazarından nur almış bir nazardı.

Muhyiddin Arabi'nin havada yürümesi ve bütün vücudunun bir göz olması yalanı (S.46-47)

Muhyiddîni Arabî, kerâmât-ı kevniyyeye taallûk eden bazı kerâmâtdan da bahseder. Fütühât'ın 36. babında:
«Biz şüphesiz havada yürürüz» ve yine «Birçok halkı havada yürürken gördük» demiştir. Bu keramet, insanın heykel-i zulmânîsinin, heykel-i nuranîsine kalbolduğu, kesretten letafete yol açtığı zamanda ehlullahdan zuhur eden bir harikadır. Bu anda vücut tek bir nur, tek bir göz halinde inkılâb edebilir. Bundan bahsederken Muhyiddîni Arabî Fütühât'ının 69. babında:
«Ben bu makamda Resûlüllah'a varis olunca, buna eriştim. Fas şehrinde Mescid-i Ezher'de namaz kıldırırken, mihraba girdiğim vakit bütün vücudum bir göz olmuştu. Her tarafımdan görüyordum. Kıblemi gördüğüm gibi, geride giren ve çıkan cemaati de görü yordum. Hiçbir şey bana gizli kalmamıştı. Hattâ namaza yetişemiyenleri ve yanlış kılanları görüp düzelttim» demiştir.

Sadreddin Konevi'nin Muhyiddinin mezun başında hayatta olduğu gibi görüşmesi yalanı (S.47)

Sadreddin Konevî bize Muhyiddîni Arabi'nin bu husustaki kerâmâtını anlatarak, Kitabı Cevâmî, kerâmâtı evliya bahsinde der ki:
«Muhyiddîni Arabi'nin vefatından sonra kabrini ziyarete gidiyordum. Tarsus'un sıcak bir günü idi. Hafif bir rüzgâr ovanın çiçeklerini okşuyordu. Ben de bunlara bakıp kudreti ilâhiyeyi düşünüyordum. Allah'ın sevgi ve aşkı kalbimde yandı. Bir de baktım ki Muhyiddîn pek güzel surette karşımda tecellî etti. O güya bir nur halindeydi. «Bana bak» diyordu. Sonra bir tecellîyi Hak zuhur etti, kendimden geçtim. Göz açıp yumuncaya kadar bir de baktım ki, Muhyiddîni Arabî karşımda duruyordu. Hemen selâmlaştım, elini öptüm ve kucaklaştım. Allah'a şükür ki, mezarına giderken, onu bizzat hayatta olduğu gibi gördüm, konuştum ve bildim.»

Arabi'nin geleceği bilmesi yalanı (S.79)

Mesela, (Şeceretu'n-Nu'maniye Fî Devleti'l-Osmaniye)'de Muhyiddîni Arabî: «(H) 9 ay muhasara ettiği, birçok âlet ve mal mahvettiği halde Bağdad'ı alamıyacak; Bağdad'ı 1048'de (M) alacak) demektedir.
(H) dediği, Osmanlılar tarafından Bağdad'ı muhasara eden Hafız Paşa olup, 9 ay muhasara ettiği, birçok mal telefat verdiği halde Bağdad'ı alamamıştır. Ancak Bağdad'ı almak şerefi, Muhyiddîni Arabi'nin (M) dediği Sultan Murad'a 1048 senesinde nasib olmuştur. Muhyiddîni Ârabî 600 sene-i hicriyesinin ricali olduğu halde bunları bilmesi onun kerâmât-ı âliyesini göstermeye kâfidir.

Evliyaların divan toplantıları yalanı (S.125-127)

Ben nice kerre evliya toplantılarına, divanlarına gittim. Bir keresinde güneş henüz doğmuştu. Onlar beni uzakdan görüp karşıladılar. Ben onları, şunlar gölgelidir, şunlar gölgesizdir diye seçer vaziyetteydim. Divanda hasır olan ölü kâmil veliler ruhanî uçuşlarla uçarak, divan yerine bir konak mesafeye yaklaştıklarında yere konuyorlardı ve ayaklarıyla yürüyerek divana geliyorlardı.
Bu, dirilere karşı bir tazimdir. Ricali gayb de böyledir. Bazısı bazısını ziyaret ettiğinde, ruhanî seyirler yaparlar.
O divanda melekler de bulunur. Onlar safların en arkasındadırlar. Burada kâmil cinler de hazır bulunur. Onlar hâzırûnun en arkasında durur ve bir safa bile baliğ olamazlar.
Bazı zamanlarda o divanda Hazreti Nebî de hazır bulunur, gavsin yerinde oturur. Hazreti Nebî geldiğinde kendisiyle beraber, takat getirilemeyen nurlar da gelir. O nurlar yakıcı, korkutucu, öldürücü nurlardır. O nurlar mehabet, azamet celâlet nurlarıdır. Hattâ şecaatte en yüksek dereceye erişmiş bir kim seye o nurlar ansızın gösterilse o kimse derhal Ölür. Şu kadar ki, Cenâb-ı Hak evliyaya o nurlara takate kuvvet verir.
Hazreti Nebi hazır olduğunda, onunla birlikte takat getirilemiyen nurlar geldiğinde, ehli divandan olan melekler, Hazreti Nebinin nuruna girerler ve Hazreti Nebi divanda hazır oldukça hiçbir melek zahir olamaz. Hazreti Nebî divandan çıktığında yine zahir olurlar.
O divanda, senede bir gece, ibrahim, Mu ta ve cemi resuller hazır bulunurlar. O gece Kadir gecesidir. O gecede meleklerden Meleği âlâ ve ezvâcı mutahherât, bütün ashâb-ı kiram h azır bulunurlar.
Bazan Gavs kaybolur, hazır olmaz, Nebi Aleyhisselâm hazır olur. Divan ehlinde öyle bir korku hâsıl olur ki, nezdi nebevide kendilerini, havasından çıkacak şeyin akıbetini bilmezler. Hattâ o hal uzarsa âlemler yıkılır.»

Muhyiddini Arabi Hazretleri - M.Kemal Pilavoğlu, Elifbe Yayınları, 3.Baskı, İst-1979

Özün Özü - Muhiddin-i Arabi, İsmail Hakkı Bursevi, Sadeleştiren Abdülkadir Akçiçek , Kamer Neşriyat,
images

6
Tasavvuf dininin yerdeki tek İlahı İnsan-ı Kamil'dir. (S.50-60)

a)(S.50-52)
İNSAN-I KÂMİL
Burada İNSAN-I KAMİL anlatılacaktır. Anlatılan hazarat ve âlemlerin hepsini bu insan kapsar ve benliğinde toplar. İNSAN-I KÂMİL, birleştirici mertebeye sahiptir; İsm-i Azam makamındadır. İsm-i Azam nasıl bütün isimleri özünde toplar ise, İNSAN-I KAMİL de onun gibi, mülk, melekût, ceberut ve lahüt âlemlerini toplar. Zahirde olsun, batında olsun, ÎNSAN-I KÂMlL'in kuşatmadığı hiç bir makam yoktur. Zati olan bir sirayetle, hepsinde hükmünbü geçirir ve hangi şey olursa olsun; onda ayniyle zuhur eder. Nitekim, Hazret-i Ali şöyle söyledi:
Sen kendini sandın bir parça, küçük; Halbuki sende âlem var, en büyük.
Yani, sen kendini ufak birşey sanırsın; halbu ki sende en büyük alem saklı ve gizli...Bir mürşi- de gider özüne karşı anlayış alırsan herşeyi sende ve seni herşeyde var görür; yakinen bilirsin.
İNSAN-I KÂMİL'in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin: On sekiz bin âlem; bir havan içinde döğülse, hamur haline gelse, ter kibi İNSAİN-İ KAMiL olur. Bu insan; on sekiz bin âlemi. on sekiz bin gözle seyreder. Her âleme, o âleme has olan gözle bakar. Duygular âlemini, duygu gözüyle; akıllara sezilenleri akıl gözüyle, mânalan da kalb gözüyle seyreder. Öbürlerini de buna kıyas et. Duygu "madde" gözüyle, manaları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir; bu, ehline malumdur.
Bir şiir:
Yürü, bir göz bul çare eyle;
Bu kez, ondan ona nazar eyle.
Gayb alemini, seyredebilmk için, Hakkani bir göz gerek.
Âlemleri; on sekiz bin olarak hesap edenler için temel şudur: Külli akıl, külli nefis— bunlara levh ve kaklem de denir — arş, kürsî yedi kat semâ, dört tabiat unsuru ve üç mevâlid; bunlar bü tün olarak on sekiz eder. Teferruat itibariyle de, on sekiz bin olur.. Bir çok büyükler böyle der. Ger çek durumda esas olan ise; âlemlerin, sayıya gelmeyeceğidir.

b)(S.55-60)
İNSAN-I KÂMÎL..
İşte bahsi geçen cümle şeyler, melek ve fele İNSAN-I KÂMİL'in kalbine konsa orada zerre kadar dahi tartı değmez. Hazreti Beyazid, bu makama varınca şöyle anlatmıştır:
Arş ve ondakiler, milyon kere büyüse ve arifin kalbinde bir köşeye konsa; orada bir şeyin varlığını duymaz.
O gönül ki, yerlere ve göklere, arşa ve kürsiye sığmayan, Yüce Hakkın azamet ve celâlinin, cümle zat ve sıfatının tecelli yeri olmuştur; ona bu kadar büyüklük çok mudur?. Bunu, şu kudsî hadis de teyid eder:
«Göklerime, yerlerime sığamam, lâkin mümin kulumun kalbine sığarım.»
Burada müminden murad, İNSAN-I KAMİLdir. Kalbe sığmaktan murad ise, o kalbin Hak cemale ayna olmasıdır. . İşte şu hadis-i şerif bunu anlatır:
«Mümin, müminin aynasıdır.»
Birinci müminden, İNSAN-I KAMİL ikinci sinden de, Yüce Hakkın zatı kasd edilir. Açık manası:
- İNSAN-I KAMİL Hakkın aynasıdır. Cümlesi olur.
Büyük mürşid Muhiddin-i Arabî, Füsus'unda kalb azametini haber verirken; Bayezid Hz. nin beyanına da değinmiş, şöyle demiştir.:
Onun açıkladığı mana, arifin, cisimlere
nisbetle büyüklüğüdür. Burada ben de şöyle derim:
Şu sonu olmadığı anlatılan varlık için; kendisini yaratana bakarak bir son bulunur.
İşbu hali ile anlatılan varlık, İNSAN-I KÂ- MİL'in kalbine konmuş olsaydı, onun ağırlığını duymazdı.
Hazretin anlattığı azamet, sayı ve hesaba gelmeyeceği gibi; vehim ve kıyasa sığar cinsten de değildir. O, zevke dayanır. Allah-ü Teâlâ o zevk leri cümlemize nasip eyleye... Hu!..
Hazret-i Bayezid, bu makamda şu şiiri söylemiştir:
Sevgiyi, kadeh, kadeh aldım;
Ne şarap bitti; ne ben kandım..
Bu makamda anlatılan sevgi, aynen sevilendir. Bu şiiriyle Hâzret ) kalb mertebesinden haber vermiş ve onun genişliğini anlatmıştır; ki bu, ehline malumdur. Tefsir gerekirse, öyle denir:
Kalb aynam, ezelî ve ebedî sevgilinin tecelli ve feyizlerine mazhar oldu. İlahi feyizler, birbirini takip ederek inip gelmekte ve kalbim onu kabul etmektedir. Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi; tükenecek gibi de değil...
Bunları anlatmaktan gaye, İNSAN-I KAMİL'in azametini ve mertebesini açıklamaktır, dolayısiyle 'Yüce Hakkın yüceliğini.
Bir şiir:
İnsan, keyfiyetini, bilemedikten sonra; Nasıl ezel sahibi Cebbar Allah'a vara!.
Cümle ağaçlar kalem, denizler mürekkep, in sanlar, bu gözle göremediğimiz melekler, cinler de kâtip' 'olsa, İNSAN-I KAMİL'in hallerini anlatıp bitiremezler. Zamanları, dünya kuruluşundan, kıyamete kadar uzasa ; bu faslın yüzündeki ince zarı dahi atamazlardı.
Bu fasla işaret olarak; şu âyet-i kerimeyi zikredelim:
«Söyle; denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa ,
Rabbımın kelâmı bitmeden tükenir; bir misli daha gelse, yine tükenir.» (18/109)
ÎNSAN-I KÂMİL'in bir adı (Elif-Lam-Mim) dir. Nitekim, Kur'an'ı Kerim'in başında.
«Elim-Lam-Mim Şu kitap var ya, onda şüphe yoktur.» (2/1)
Buyur ulur. Bir hadisi şerifte:
«İnsan ve Kur'an ikizdir.»
Buyurulur. Burada insandan murad, İNSAN-I KÂMİL'dir. Burada ikizden kasd, aynı batında do-ğan ikiz kardeş manasına gelir.
Hâsılı..
Yukarıdanberi ne anlatıldıysa hepsi birbirinin aynasıdır. Lahüt'un âynâsı ceberut; ceberûtun aynası, melekût; melekûtun aynası mülktür. Bunların hepsine ayna, İNSAN-I KAMİL'dir . ÎNSAN-I KÂMİL, Allah-ü Taâlâ'nın halifesidir. Ve kendini gösteren bir aynadır. İlahi varlığı, kâinatı gösteren bir aynadır. İNSATT KÂMİL'in özünde olmayan hiçbir mertebe yoktur.

Elde olmayan sebeplerle söz uzadı; sadede ge lelim.-Esas mevzu, Muhiddin-i Arabi'nin şu cümlesi üzerineydi:
İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir îtikadâ bağlanıp kalmazdı.
İnsanın anlatılan hale gelmesi, İNSAN-I KAMİL olması sayılır. Buraya kadar saydığımız şeyler İNSAN-I KAMİL'in binde bir vasfını teşkil eder. İnsan bu mertebeyi bulduktan sonra, mutlak surette Hakkın tecelligahı olur; ki, o hangi yönden kendisine "tecelli ederse, kabullenir. Bu mertebeyi bulana:
İNSAN-I KÂMİL..
Denir. Hak Taâlâ. bu mertebeye ermeyi cüm lemize ihsan eylesin. Amin!. Hu!.
Ey kardeş, insafla düşün. Hak bize büyük istidat vermiş. Biz ise, bunu boşa gideriyoruz; lâyık mı?.
«Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın."(7/179)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan zümrenin derekesine kendimizi indiriyoruz: Bize hayıf oluyor; bize yazık" oluyor.
İNSAN-I KÂMİL olmak kolay değil; ancak kâmil bir zatı bulup elini tutmakla, ona hizmet et mekle kabil olur.
Yüce Hak o istidadı herkese vermiştir; ama, insan kendini alt derekeye düşürür; istidadını yi tirir.
Kendini bir kâmil mürşide teslim et. Sen dahi bir insan ol.
Asıl kemal, insanlığı belli bir itikada bağlı bilmemektir. Ama sanılmaya ki: İNSAN-I KAMİL mezhepsiz ve itikadsız bir kişidir. Zira, onun mezhebi ve itikadı ilahi dilekte ve ilahi emrin varlığındadır. Onların inanışı, mecazi mezheb ve itikad degildir. Hak erenlerinden bazısına:
--Hangi mezhebtensin? dendi de:
Huda mezhebindenim. Dedi.
Bir şiir:
Bütün mezhebler kaydından beri ol;
Tüm yolcuların başta gideni ol..
Bazı büyüklere şöyle sordular:
-Anlatıldığına göre. irfan sahibi özel bir inanışa bağlı kalmaz; lakin halka uyar bir şekilde açığa çıkar. Çünkü;
«İnsanlara, akıl erdirecekleri kadar konuşunuz.»
Buyurulmuştur. Eğer kalbindekini açığa vursa, onu hemen öldürürler.
Durum böyle olunca, o irfan sahibi, münafık olmaz mı?
Cevap şu oldu:
Olmaz. Zira münafık ona denir ki, gizli bir itikada sahip olur; bu itikadının aksine amel izhar eder. Yaptığının yersiz olduğunu kendisi de bilir. Arif odur ki, hem izhar ettiği itikat Hak olur; hem de içinde olan itikada dışı zıt görünür; ama değildir. İrfan sahibinin çerçevesi geniştir. Onda iki zıt dahi birleşir; bu zıtlar zâhirdekilere göre ol sa dahî, ona göre zıt olmaz. En iyi bilen Allah'tır.

Hak Teala cümle eşyayı zatının aynısı kıldı. İftirası. (S.69-74)

Şeyh İrakî şöyle der:
Hak Taâla cümle eşyayı, zatının aynı kıldı. Hikmeti ise, kendinden gayrına ibadet olunmaya başkası sevilmeye.. İlâhî gayret, (kıskançlık) bunu gerektirdi.
Bir şiir:
Gayreti, yabancı komadı Hakkın;
Şubhesiz o, aynı oldu eşyanın..
Bir başka şiir:
Hak diledi ki, eşyayı yarata;
Özünden gayrı komadı arada.
Bu âlemde tapanlar ona tapa;
Ki, her yüzde görünen o, halk kapa.
Ki, insan iyi huyla kapabilir;
Ve dar gönüller onunla yapılır..

Yukarıda arz edilen hususlar, şu âyet-i keri menin bilinen mealidir.
«Rabbın hükmü şu ki; kendisinden gayrına kulluk etmeyesiniz.» (17/23)
Daha açık manası ile ifade edilen mana şudur:
- Ey Peygamber, Rabbın takdir ve hükmü şu ki: Sevgide, övmede, senada ondan başkasını bilmeyesin, görmeyesin ve kul olmayasın. Zaten, on dan başkasına ibadet, mümkün değildir. Hatta puta" tapanın tapışı bile sonuçta. Hakka varır; çünkü onun varlığı da Hakkındır. Bunu anlamak için cümle varlık, Hakkın olduğunu anlamak ve bilmek gerekir; sözümüz onlara aynadır.
îşte irfan sahibi, bu manayı anladıktan sonra, ne muayyen bir itikada sahip olur; ne de diğer kimselerin itikadına sataşır, inkâr eder. Zira: Cümleyi bir emir zincirine bağlı gördü; kendisinin de, emir ve iradeden başka bir şey olmadığını anladı. Mevcut, yalnız o.. Yine o irfan sahibi, herkesi mazhar olduğu isim tecellisi cihetiyle itikad ve edeplerini yerli yerinde gördü.
Bir şiir:
Bir zerrecik yerinden kayıp oynasa; Âlem harap olurdu, baştan ayağa..
irfan sahibine:
«Her ne yana dönerseniz, Hakkın (tecelli) yüzü o yandadır.» (3/115)
Ayet-i kerimesinin manası zahir olur.
Yani, zahirde ve batında cephenizi nereye çevirirseniz, orada Hakka çıkan bir yol vardır. Ger çekte:
«O, her an, bir şan alır.» (55/22)
Kaidesine göre, makamlar ve mertebeler de bulunur.
Her makamda bir türlü, her mertebede bir başka yüz gösterir. Her yüzde bir başka türlü gü zellik, her güzellikte bir başka aşk, her aşkta bir türlü gamze, her gamzede bir türlü işve, her iş vede bir türlü cilve, her cilvede bir türlü naz, her yerde de bir türlü başlama şekli vardır. Bu yüzden aşka müptelâ olup inleyen zatlar çeşitli hallere düşerer. Gah, kabz ve celâl sıfatına mazhar olurlar. Gah, bast ve cemâl sıfatı tecellisinin mazharı olur; zevk alır, zevke dalar, safa bulurlar. Gah naza, gah niyaza kapılırlar. Bu sıfatlar, aşıkm naza rında türlü türlü haller alır; fakat o aşık, hiçbirini itrnez. Hal böyle olunca, arif kendini nasıl muayyen bir itikada kaptırsın; gitsin.
Aşıkm sevdiği mahbup, hangi sıfatı takınsa, hangi libasa bürünse ve her ne şekilde tecelli etse, katiyen gaflete düşmez ve tek yüzüne bağlanmaz. Ayrıca her yüzden onun güzelliğini gördüğü gibi, tek yüze bağlanıp kalanları da mazur görür. Dai resi geniştir. İtikad faslında, tek yüze bağlanıp kalmanın da ilâhî şuûnattan biri olduğunu bilir ve ilâhî isimlerden birinin gereği olduğunu kabul eder. Nitekim izzet sahibi Yüce Hak bir âyetinde şöyle buyurdu:
«Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, Hak onu nasiyesinden tutmuş olmasın; kesin olarak bi linsin ki, Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir.» (12/ 6)
Bu âyet-i kerime, Hud nebinin dilinden anla tılır.
Herkes, bir ismin mazharı olup onun tasarrufu altında bulunur. Celâl, cemâl, hadi, mudili; bunların hangisi olursa olsun, onun doğru yoludur, İtikad bahsinde de aynıdır. Bir kimsenin itikadı, diğer şahsa göre ayrılık taşısa bile, aslında mazharı olduğu isme binâen, doğru yoldadır; onun müstakim sıfatı odur. Meselâ, yayın doğruluğu eğri ol masından anlaşılır. Şaşkınlık, Hakkın mudill ismi ne göre doğrudur, hadi ismi onu, eğri bilsede, yine doğru sayılır. İşte, arif kişi, bu manaya vâkıf olduğu için, hiç kimsenin dinine sataşmaz..

Burada bir soru akla gelir. O sorunun cevabını kader sırrına aşina olamayan vermeye kadir olamaz, ehli olana kolaydır.
Sual şudur:
Cümle ibadet ve diğer bütün ahval, ilâhî esma tecellisi gereği oluyor ve kulun da onları yapıp yapmamakta bir seçme ehliyeti olmuyor. Bun da anlaşılıyor ki, herkes bulunduğu işi yapmaya mecbur.. Bu da cebre girer ve zülüm olur. Cevabı şöyle olabilir:
Yukarıda sorulan sorunun tahkiki netice sinde iki durum hâsıl olur. Bir defa mahiyetler, önceden yapılmış değildir. İkincisi ise, ilmin, bili nen şeye tabi olmasıdır. Bu iki duruma vukuf peyda olunca az da olsa, kader sırrına vukuf peydan olur. Beyan edilen iki şeyi aslına uygun şekilde anlamak icap eder. Onlara vukuf peydah olunca,
Allah'ın yardımı ile kader sırrına da nüfuz peydah olur. Çünkü bunlar anahtar mevkiindedir.
Yukarıda:
- Mahiyetler. Diye arz edilen kelimenin manası şudur:
Eşyanın ilâhî bilgi denizinde mevcut olan suretleri..
Ama ilimle sınırlı suretleri.. Mahiyetlerin bir adı da ayah-ı sabite, olarak anlatılır. Orada Hakkın ilimi zatının aynıdır. Bu hal, İNSAN-I KAMİL için dahi böyledir. Diğer bir itibarla da, ilim zata aynadır. O mahiyetlere Hak'tan gelen feyz; yine onların zatında mevcut olan, istidat ve kabi liyete göre gelir, İtikad ve diğer hallerde, onun dı şına çıkamaz. İsyan, küfür, itaat bunların her biri, o mahiyetin, kabiliyetine göre istemiş olduğu şeylerdir. İstidadı nisbetinde Hak'tan ne diledi ise o verilmiştir. Meselâ: Buğdayda istidad, buğday olmak; arpanınki arpa, darınınki de darı., diğerlerini de var buna kıyas eyle.
Eğer arpanın dili olsa, ekene itirazla:
Beni niçin buğday yapmadın?.
Dese, ekinciden alacağı cevap:
Senin istidadın, kabiliyetin buydu...
Olur. Ayrıca arpa, tohumunu ektikten sonra, buğday ummak ahmaklık sayılır. Bu anlatılanlara göte, herkesin mahiyeti, ayan-ı sabitesi ezelde her ne hal ve özellikte idiyse, hangi ismin tecellisi kıs metine düştü ise, bu âlemde onu gösterebilir. Her şey ezelde verilen şekilde aşikâr olur. ilâhî bilginin ona bir tesiri yoktur.
«İşeri yerli yerince yapıcılara yemin olsun.» (79/5)
Manasını taşıyan âyetteki kurala göre, arif olanlar bu sırra vâkıftır. Haddizatında, malûm olan bir şey ne halde ise, ilâhî bilgi onu ilgilendirir ve o esma ve sıfatın iktizası olarak zuhura gelir. Ve:
Bilgi bilinene bağlıdır...
Demeden maksat da, bunu ifade etmektir.

Hak Teala kendi varlığını yarattı. İftirası. (S. 102-103)

Muhiddin-i Arabî Hz. devamla der ki:
-- Bir haberde şöyle anlatıldı:
"Hak Taala kendi varlığını yarattı."
Ama bu mayı akıllar idrâk edemediler, reddettiler. Çünkü onlar, maddi şeyleri düşünebilen akıllar idi. Maddiyata taalluk eden akıl yüce şeylerini anlayışında kusurludur Bunu anlamak için maddeyi geçip ötelere varan akıl gerektir. Haddizatında: --"Hak Taala varlığını yarattı...."
Demek; dış bakımdan iyi görülmez. Ama, mana cihetiyle gerçektir ve herşeyi âciz hale getiren bir haldir; bize gereken ise budur, yani manadır.

Akılların alamadığı önemli bir mesele de şudur:
Her kim Hak Taâlâ hakkında bir kelâm etse, ona suret vermiş olur. İbadet dahi etse, o suret ver diği şeye ibadet eder; o da Allah-ü Taâlâ'nın kendisidir, başkası değildir. Hak Taâlâ kulun tasavvu runa, itikadına ve anlayışına göre kalb 'aynasında
Asıl meseleye geliyoruz. Şöyleki: Bu tasavvurda ve düşüncede Hakkı elbetteki o kul yaratmadı; ancak, mutlak Hak Taâlâ kendi varlığını yaratmış oldu. Her şeyi yaratan, Allah-ü Taala'dır; ondan başka yaratıcı yoktur. O kulun itikadında zuhur eden dahi, Hakkın yarattığı eşya cümlesindendir; ki, onları dahi Hak yaratmıştır., "Hak Teâlâ, kendi varlığını yarattı.» Cümlesinin derin manalarından biri de budur.
Bilinmesi gereken bir husus daha var; onu da anlatalım:
Halk, caal, icad, sun ve tekvin kelimelerinin her biri bir başka manaya delâlet eder. Şöyle- ki: HALK'ın manası yaratmak; C A A L'ın manası kılmak; İCAD'ın manası var etmek; SUN'un manası kudret eseri göstermek.
T E K V İ N'in ma nası görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır.
Az, çok ayrı mana da taşısalar dahi, hepsi aynı yola çıkar. Hepsinden gaye Hakkın zuhuru ve tecellisidir.
--Hak Teâlâ kendi varlığını yarattı.
Cümlesine verilecek bir başka mana ise şudur.
Düşünen kulun zannına ve düşüncesine, göre varlığını izhar eder.
Şöyle bir misal var: Bir kimse aynayı karşısına alır, kendini orada var eder, görür ve bilir. İn sanın aynada kendini bakıp görmesinde bir ayrı safâ vardır. Bu sebepten Hak Taâla bu âlemi ve Adem'i yarattı ve bunları varlığına ayna kıldı. Şu mühimdir ki: Âlem aynasında kendi yaşayışını. Âdem aynasında ise, aynını görür ve seyreder. Bu rada Adem'den murad, insandır.
O âlemi ve Adem'i yarattı, varlığına ayna kıldı.
Demekten murad ise, şudur:
Zatını ayna suretinde izhar etti.. Cemalini o aynadâ zatına arzetti. Bu yüzden bakar oldu. Kendi güzelliğini görüp aşka düştü. Hayran oldu, niyaza kapıldı. Diğer yüzden maşuk oldu, naz ve işveye girdi. Kendi Hüsnünü yine kendine arzetti ve tecelli etti.
Burada bakan, bakılan ve bakmak ve ayna, tek şeydir.
Bu İNSAN-I KÂMİL, Öyle saf, öyle temiz mutlak aynadır ki, mutlak cemâlj)lan Hak, zatını kayıtsız orada müşahade eder.
İNSAN-I KÂMİL'in aynası, Hakkın tecellisine göredir. Diğerlerinde olan tecelli, Külün harınına, kabulüne ve istidadına göredir. Gerçeği söyleyen Hak'tır ve doğru yola hidayeti o verir.

Özün Özü - Muhiddin-i Arabi, Kamer Neşriyat, 3.Baskı, Ter.İsmail Hakkı Bursevi, Sadeleştiren Abdülkadir Akçiçek, İst-1984

******
Burhanuddin el-Bikai, Tenbihu'l-Gabiyyi İla Tekfiri İbn Arabi adlı kitabında İbn Arabi,nin bu inancı yüzünden İbn Arabiyi Tekfir edenlerin isimlerini zikretmiştir bizde bu isimleri burada zikrediyoruz :

1-۞Zeynuddin el-Iraki
2-۞Ebu Zur,a Veliyuddin Ahmed İbn Zeynuddin
3-۞İmam el-Mizzi (H.654/724)
4-۞Yusuf İbnu,z-Zeki Abdurrahman İbn Abdilmelik Ebu,l-Haccac Cemaluddin
5-۞İmam Ebu Ali İbn Halil es-Sukuti
6-۞İz İbn Abdusselam
7-۞İbn Ebi,l-Kasım es-Sulemi
8-۞Şihabuddin Ahmed İbn Yahya İbn Ebi Halce et-Telamsani el-Hanefi
9-۞Bedruddin Huseyn İbnu,l-Ehled Seyfuddin İbn Abdullatif İbn Balaban es-Suudi es-Sufi
10-۞Takıyuddin Ebu,l-Feth Muhammed İbn Ali el-Kuşeyri İbn Dakik el-İyad (H.625-702)
11-۞Ebu,l-Feth el-Ya,muri
12-۞es-Salah Halil es-Safdi
13-۞Ebu,l-Feth İbn Seyidi,n-Nas
14-۞Muhammed İbn Muhammed İbn Ali İbn Yusuf (İbnu,l-Ceziri) eş-Şafi
15-۞İmaduddin İsmail İbn Kesir
16-۞Takiyuddin Ebu,l-Hasen Ali İbn Abdi,l-Kafi es-Subki
17-۞Kutbuddin İbnu,l-Kastallani
18-۞İmaduddin İbn Ahmed İbn İbrahim el-Vasiti
19-۞Burhanuddin İbrahim İbn Mu,dad el-Cu,beri
20-۞Zeynuddin Ömer İbn Ebi,l-Harem el-Kittani eş-Şafi
21-۞Müfessir Ebu Hayyan Muhammed İbn Yusuf el-Endulisi
22-۞et-Takiyy el-Hisni
23-۞Takiyuddin el-Fasi
24-۞Bahauddin es-Subki
25-۞Alleme Şemsuddin Muhammed el-Ayzeri eş-Şafii
26-۞Şerefuddin İsa İbn Mes,ud ez-Zevavi el-Maliki
27-۞İmam Nuruddin Ali İbn Ya,kup el-Bekri eş-Şafii
28-۞Alleme Necmuddin Muhammed İbn Akil el-Balisi eş-Şafii
29-۞Cemaluddin Abdullah Yusuf İbn Hişam
30-۞Lisanuddin Muhibb İbn,l-Hatib el-Endelusi el-Maliki
31-۞Şemsuddin Ebu Abdillah Muhammed el-Mevsıli eş-Şafii
32-۞Şemsuddin Muhammed İbn Ahmed el-Bisati el-Maliki
33-۞(Mısır kadısı) İmam Şuhabuddin Ebu,l-Fadl Ahmed İbn Hacer
34-۞Şeyhulislam Siracuddin Ömer İbn Reslan el-Bulkini
35-۞Allame Burhanuddin es-Sefakisi
36-۞İmam Şemsuddin Muhammed İbn Ahmed İbn Osman ez-Zehebi
37-۞Seyfuddin İbnu,l-Mecd Ali el-Hariri
38-۞et-Tac el-Baranbari
39-۞İbrahim er-Rakki
40-۞Ebu Zeyd Abdurrahman İbn Muhammed el-Hudari İbn Haldun
41-۞İmam Radiyuddin Ebu Bekr İbn Muhammed İbn Salih el-Cibliyy (İbnu,l-Hayyat eş-Şafii)
42-۞Kadı Şihabuddin Ahmed İbn Ali en-Naşıri
43-۞Alauddin Muhammed İbn Muhammed el-Buhari el-Hanefi

Bu İmam ve muctehidler tarafından İbn Arabi Tekfir edilmiştir :

(el-Bikai,Tenbihu'l-Gabiyyi İla Tekfiri İbn Arabi (s.135-183)

 
Usuli Çevrimdışı

Usuli

ےے مِلَّةُ إِبْرَاهِيمَ ےے
İslam-TR Üyesi
Bak kardeşim , anlaşılan sana verdiğim linki kaale almamışsın ki, hastalığından kurtulamamışsın. Allah c.c. nin ilim ve Kudretiyle her yerde olduğu zaten ehl-i sunneti görüşüdür. Böyle olduğuna göre, vahdet-i vucud sapıklığı neyin nesidir?


İbn Arabi'nin kendi kitablarından sapıklıklarını görmene yardımcı olayım :






Fusus Ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları




975997072.jpg


41606_46354914892_6840_n.jpg
%C5%9Eeyh+Abdulkadir+Geylani.jpg
-
images





[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]“Aynı olduğu halde eşyayı ızhar edeni tesbih ederim.[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]
Benim gözüm, Onun vechinden başkasına bakmadı.
[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]
Kulağım Onun kelamından başkasını işitmedi.”
(el-Futuhat, c.II, s. 604)


[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]“Onların cennetine tatlılığından dolayı “azab” denir. Bu azap sözü onda gizli olan lezzet için bir[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]
kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir şeydir.”
“Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da
onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez. İkisi de birdir ama aralarında
tecelli farkı vardır.”
(Fususu’l-hikem, s.94)


Abdulkadir Geylani'nin İbnu'l Arabi'nin geleceğini haber vermesi (S.8-9)

Seyyid Abulkadir Geylânî'nin "benden sonra Mağrip diyarından aziz bir zât zuhur edecektir, bu hırkayı ona teslim ediniz" diye vasiyet ettiği hırkanın Abdulkadir'in veresesi tarafından kendisine verildiğini sonra onu manevî oğlu Sadruddin Konevi'ye teslim ettiğini FasI ul-hitap adlı eserinde yazmaktadır.

Muhyiddin Arabi'nin Hz. Muhammed (a.s)'e iftirası (S.11)

Fusûs ul-hikem, Muhyiddin-i Arabi'nin 627 hicret yılında Şam'da bulunduğu sıralarda bir gece görmüş olduğu gerçek bir rüyan'ın ilhamıyla yazılmıştır. Şeyh o gece mâna âleminde Hazret-i Peygamber'i görüyor, elinde bir kitap tutmuş, kendisine hitap ederek, "bu, Fusûs ul-hikem kitabıdır. Bunu al ve halkın faydalan*ması için muhteviyatını açıkla" diyor.
Şeyh de Yüce Peygamber'in bu manevî işaretine uyarak hemen Cenab-ı Peygamber'den aldığı emir ve ilham çerçevesi içinde, kitap muhtevasını, artıksız ve eksiksiz olarak, olduğu gibi naklediyor, daha doğrusu Hazret-i Peygamber'den aynen nakil ve tercüme ediyor.

Fusus ul-Hikem'in bir hadis kitabı gibi telaki edilmesi yalanı (S.12)

Fusûs ul-hikem'in doğrudan doğruya Hazret-i Peygamber tarafından Şeyh-i Ekber'e talim ve telkin edilmiş bir eser olduğuna göre, Şeyhin taraftarlan bu hususta şüphe ve tereddüde mahal olmadığını ve Şeyh'e hâşâ yalan isnatı varit olamayacağını söyliyerek mevzu ve gayesi iman ehlinin irşadına matuf olan bu eserin biı hadîs kitabı gibi telâkki edilmesi gerekli bulunduğunda ittifak etmişlerdir.

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep o'dur. Yalanı (S.13)

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep O'dur.O'nun dışında, O'nun varlığı haricinde hiçbir varlık tassavur edilemez. Çünkü Vücut birdir.

Arabi , yalanlarına Hz. Muhammed'i alet ediyor.(S.19)

627 hicret yılı Muharrem ayının son günlerinde, Şam'da (bulunduğum sıralarda) Tann Peygamberi Hazret-i Muhammed'i gerçek bir rüya âleminde gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana buyurdular ki, bu Fusûs ul-hikem = (Hikmetlerin özü) kitabıdır. Bunu al ve halka açıkça anlat da bu hikmetlerden herkes faydalansın.

Arabi, Allah'ı (haşa) kendine kul ediyor. Şirki (S.83)

Allah beni över, ben de Onu. O bana kulluk eder, ben de Ona,
Bir halde ben Onu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişiklikiği görünce inkâr ederim.
Bizden nasıl vazgeçebilir? Ben Ona müsaade eder ve Onu zuhur alanına çıkarırım.



"Bir vakit olur ki, kul şüphesiz rab olur." İftirası (S.95-96)


ŞİİR
Bir vakit olur ki Kul şüphesiz Rab olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk ve derekesine iner.
Kul kulluk derekesine inerse Hak ile genişler. Rab olursa yaşayışı daralır.
Kul oluşundan dolayı nefsinin aynını görür, dilekleri şüphesiz Hak'tan genişler.
Rab oluşundan dolayı da Mülk ve Melekûl âlemlerindeki bütün mahlûkların kendisinden bir şey istediklerini görür.
Halbuki onların dileklerini yerine getirmek* ten zâtiyle âcizdir. Bundan dolayı bazı arifler bu yüzden ağlarlar.
O halde sen Rabb'ın kulu ol, Onun kulunun Rabb'ı olmaya bakma; sonra bu ilgi sebebiyle ateşe ve erimeye mahkûm olursun.

"Sen kulsun ve sen Tanrı'sın." İftirası (S.101)

Sen kulsun ve sen Tanrı'sın; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir.
Sen Tanrısın ve kulsun; çünkü sözleşmenle kendini Tanrı'ya bağladın.
Şahsın taşıdığı her akideyi o akideden başka inancı olanlar çözebilir.


"Küfür ve isyan ehli cehenneme girse de orada lezzet vardır." Yalanı (S.104)

ŞİİR

Hakk'ın yalnız va'dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez. İkisi de birdir amma araların* da tecelli farkı vardır.
- Onların cennetine tatlılığından dolayı azab denir. Bu azab sözü onda gizli olan lezzet için bir kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir şeydir.

"Tek varlıktan başka varlık yoktur. Nur ve zulmet aynıdır." Yalanı (S.152)

---- Var olan kimdir? Varlık nedir? Varlıkta bir belirme vardır. O beliren var olan zâtın kendisidir.
Onu umumîleştiren, hususleştirmiş oldu. Onu hususî gören de umumîleştirmiş oldu.
Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu halde Nur ile Zulmet aynıdır.
Bu hakikatten gafil olan kimse, nefsinde perdeler bulur.


"Biz Allah'ın insan kılığına giren belirtileriyiz." Yalanı (S.190)


ŞİİR
Eğer o olmasaydı veya biz olmasaydık, olan şeyler olmazdı.
Şu halde biz hakikatte kullarız. Allah da muhakkak bizim mevlâmızdır.
Sen veya ben insan dediğimiz vakit, biz onun aynı, yani insan kılığına giren belirtisi oluruz.
Şu halde sen insan sıfatı ile perdelenme, sana bir delil de gösterdi.
İster Hak ol, ister halk ol, Allah ile Rahman olursun.


"Allah Firavunu pak ve temiz öldürdü." Yalanı (S.300-301)

Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah'ın kendisine verdiği iman sayesinde Musa onun için de göz nuru oldu. Şu halde Allah, (bu yüzden) Firavun'un pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fena amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun ruhunu yeni bir günah işlemeden önce ve imana geldiği anda kabz etti. Halbuki İslâm (Yani Hakk'ı teslim ve tasdik) evvelce geçmiş olan günahları ortadan kaldırır. Allah, bu İlim ve mazhariyeti dilediği kimse için âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse İlâhî rahmetten umut* suzluğa düşmesin. Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse Tanrı rahmetinden umut kesmez.
Şu halde Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı imana yanaşmazdı. De*mek ki, Firavun'un eşi Asiye'nin kendi hakkında "o, benim ve senin için göz nuru olsun, onu öldürmeyin, ola ki yakında bize faydası dokunur" dediği gerçek*leşti ve iş böyle oldu. Gerçi her ne kadar Musa'nın Firavun mülkünü ve adamlarım öldürmeye muktedir bir Nebi olduğuna (kan ve kocadan) ikisinin ve şuuru yoktu. Fakat Allah, Musa ile her ikisine de menfaat verdi.

Fusus ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları, İst-1992




Muhyiddin İbn Arabi'nin diğer küfür sözleri ise şöyledir :


"Vakit olur ki kul Rabb olur, şüphesiz, vakit olur ki kul, kul olur şeksiz.”
(Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 90. Bosnevi, 1, 433)

"Bizler Allah'ın zahiri suretleriyiz, O'nun tecellisiyiz. Alem ve kevn aslında bir hayal olduğu için biz O'yuz."
(Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 159. Bosnevi, 345)

“Halık (yaratıcı) ile mahluk bir tek şeydir.”
(Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 78)

“O’ bana hamdeder, be de O’na, O’ bana ibadet eder, ben de O’na. Bir hal içinde O’nu ikrar eylerim, a’yanda ise O’nu inkar eylerim.”
(Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 83. Bosnevi, 1, 384-385)






.........


El Futûhât El-Mekkiyye - Fusûsül Hikem : Muhyiddin-i Arabi


1


images
images

Çünkü bu kitap, nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsî makamdan indirilmiştir. Çünkü ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim ve bu yazılı kitapta ancak bana indirilmiş olan hakikatleri dile getirdim
(Fusûsül Hikem. Muhyiddin-i Arabî. M.E.B Çev:Nuri Gençosman s.20)

Söylediğim her şeyi, bana Tanrı haber verdi… O, bana imlâ ediyor ve ben (bunları) kendi elimle yazıyordum… Benim lisânım, Hakk’ın lisanıdır, sözüm O’nun sözüdür
(El Futûhât El-Mekkiyye. Muhyiddin-i İbn Arabî. Kültür Bakanlığı/1184
Çev: Prof.Dr.Nihat Keklik divandan nakille s.455
)

Biz, bütün söylediklerimizde ancak ALLAH’ın bize ilka ettiği (ulaştırdığı) şeye dayanırız
(El Futûhât El-Mekkiyye.S.19)
Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir.
(El Futûhât El-Mekkiyye. S.25)

Oysa Rabbımız (c.c) böyleleri hakkında ne buyuruyor;

Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, "Bu ALLAH katındandır" diyenlere yazıklar olsun..! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların! (Bakara/79)



[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]
“Aynı olduğu halde eşyayı ızhar edeni tesbih ederim.
Benim gözüm, Onun vechinden başkasına bakmadı.
Kulağım Onun kelamından başkasını işitmedi.”
(el-Futuhat, c.II, s. 604)

[FONT=TimesNewRoman,Italic][FONT=TimesNewRoman,Italic]
“Onların cennetine tatlılığından dolayı “azab” denir. Bu azap sözü onda gizli olan lezzet için bir
kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir şeydir.”
“Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da
onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez. İkisi de birdir ama aralarında
tecelli farkı vardır.”
(Fususu’l-hikem, s.94)


Muhyiddin-i Arabî Fusûsül-Hikem'de geçen şiirlerinde şunları söylüyor:

"Bir vakit olur ki kul şüphesiz Rab olur.
Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derekesine iner.
ALLAH beni över, ben de O’nu. O bana kulluk eder, ben de O’na.
Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerine benzemez. İkisi birdir amma aralarında tecelli farkı vardır"
(Said Nursi benzer ifadeleri Ebu Talib için anlatıyor. Mektubat.s.366)

İster Hakk ol, ister Halk ol, ALLAH ile Rahman olursun (Fusûsül Hikem.s.83,93,95,104,190)
diyen İbn Arabî;

Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusül) ile onu temizlemiştir (Erkeğin) ALLAHı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmelidir. ALLAH maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilemez
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118) der.

Tasavvufun Şeyh-i Ekberi teslis inancından daha çok ileri giderek, ALLAHın leş ve putlarda, Samirî’nin buzağısında, Hz.Musa’nın Firavun’unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118 ) söylediği bir tanrı anlayışına sahiptir.

İbn Arabî’nin bu görüşlerini değerlendirecek olursak;

“İslâm’a göre yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan Yahudiler de kafir olmuşlardır. Hıristiyanlarda üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliye Arapları da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yöneldikleri gibi, ölümden sonra da benzer umut ve emellerle kendileriyle ALLAH arasında aracılıklarını sağlamak için putlara taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır. Bütün bu gruplar ve insanlar ALLAHtan başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran İbn Arabî ve benzerleri için İslam’ın hükmü nedir? Her şeye ibadete devam eden bu gibileri için ne diyeceksiniz..?
( Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.120 )

İmam İbn Teymiyye vahdet-i vücut ve Ehl-i vahdeti değerlendirdikten sonra şu ifadelerle sözünü tamamlar:
Bunlardaki küfür ne Yahudilikte ne Hıristiyanlıkta ve ne de müşrik Arapların putperestliğinde yoktur.
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118)


Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu;

Benimle peygamberler zümresinin benzeri, şu kimsenin benzeri gibidir: O kişi bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette insanlar binaya girip gezmeye başlarlar. Ve (o eksik yeri görüp) hayret ederek: Şu bir tuğlanın yeri boş bırakılmış olmasaydı! derler. İşte ben, o (yeri boş bırakılan) kerpicim; ben Hatemun-Nebiyyinim (Peygamberlerin sonuyum)
(İman Üzerine. İbn Teymiyye, Pınar Yay.s.77)

İbn Arabîi aslında duvardaki boşluğun bir değil iki kerpiçlik yer olduğunu, ne ki biri altın biri gümüş olan bu iki kerpiçten hatemül-enbiyâyı (nebilerin sonuncusu) temsil eden gümüş kerpici ALLAH Rasûlünün gördüğü halde “hatemü’l-evliyâ (velilerin sonuncusu)’yı temsil eden altın kerpici göremediğini bu hadisiyle belli ettiğini söyler. Halbuki bu ikisi birden olmayınca nübüvvet duvarı asla tamamlanmayacaktır der.

Eserinde nebilerin sonuncusu olan Rasûlü temsil eden kerpicin gümüş, velilerin sonuncusu (hatemül-evliyâ)yı temsil eden kerpicin de altın olmasını nübüvvetin zahir, velayetinse batın oluşuyla açıklar. Hatemül evliyânın İbn Arabî’nin kendisi olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur sanırız.

Tahavi akaidi şarihi yukarıdaki satırları kastederek der ki; Verdiği örnekte nefsini altın kerpiç, ALLAH Rasûlü’nü gümüş kerpiç olarak gösterenden daha kafir kim olabilir?


ALLAHın Rasûllerine inen bize de ininceye kadar iman etmeyeceğiz (En’âm/124) diyen kimselerin küfründen daha beterdir.

İbn Arabî bir şiirinde şöyle der: Nübüvvet makamının mevkii rasûlün üstünde ve velinin altında bir yerdir.
(Şerhu Akidetu’t-Tahaviye,II/743). (Buhari.C:7 s.3331,3332)

İbn Arabî gibi ya Benden sonra peygamber yoktur.sözünün sahibinin (Peygamberimizin) doğru söylediğine inanarak veya başka bir endişeye dayanarak kendilerini peygamberlik sevdasına kaptırmayanlar ve bu iddia ile ortaya çıkmayanlar peygamberlikten bile daha yüksek bir derecenin cazibesine kapılarak velilerin sonuncusu, peygamberlerin sonuncusundan daha büyüktür. Çünkü peygamberler ancak bir aracı vasıtası ile ALLAH’tan bilgi alabilirken veli bu bilgiyi aracısız olarak doğrudan doğruya alabilmektedir demişlerdir.
(İman Risalesi. M. İslâmoğlu. S98,99; Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm. s.154-155,193; İbn Arabî ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: İmam İbn Teymiyye Külliyat C:2s. 163)

Velinin Peygamberden üstünlüğünün bir diğer sebebi de dinin onun eliyle tamamlanmış olmasıymış.
(İman Üzerine, İbn Teymiyye, Pınar Yay. S.192; Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.193; Bkz: Said Nursi’nin; vahyin vasıtalı ilhamın vasıtasız oluşuna dair görüşleri. İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. Said Nursi. S.291)

Kurân âyetlerini tahrif ederek kafir Hûd kavminin sırat-ı mustakim üzere olduklarını, Firavunun iman-ı kamil bir mümin olduğu gibi, Nûh kavminin de mümin bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı ALLAH, onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığını, nimetini tatmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz.Harunun İsrailoğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığını, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun sûretinden bir sûret olduğunu, Nûh kavminin Ved, Yegus, Yeûk, Suva ve Nasr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü olduklarını, tatlılık kökünden gelen azabın gerçekte rahmet ve hoş bir şey olduğunu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığını, bir şey var olmadan önce ALLAHın onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığının ALLAHın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri şeyleri söylemesine rağmen İbn Arabî bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasûlullahtan, hatta ALLAHtan aldığını söylemiş ve Rasûlullahın, kendisine bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini de iddia etmiştir.

Kur’ân ve sahih sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu şeylere rağmen, İbn Arabî bunları söylediğinden günümüze kadar adı müslüman olan yığınlardan pek çok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri İslâm dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca La ilahe illALLAH Muhammedun Rasûlullah diyen İslâm ümmeti içinde evliyânın kutbu ve efsiyanın büyüğü olarak görülmüş, adı binbir takdis ve tazimle anılmıştır; hâlâ da anılmaktadır. Bu da İslâm aleminde zamanla kavramların nasıl saptığını ve değer yargılarının özelliğini nasıl yitirdiğini açıkça ifade etmektedir.
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.193)

Şunu da belirtelim ki , eğer bu adamların ne dedikleri iyice incelenirse görüşlerinin ilahiyatçı dehrilerinkinden daha sapık olduğu ve üzerinde iyi üşünülen tabiatçı dehrilerin görüşlerine (Ateist) katıldıkları anlaşılır.
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.125,126)

DİNİ DOĞRU ANLAMAK AHMET Y. ÖZÜTOPRAK


images





*********************************

Tefsir-i Kebir TEVİLAT : Muhyiddin-i Arabi
( 2 CİLT ) ,
KİTSAN BASIM YAYIN

28032411565261282.jpg


Kitabın önsözünde yazan küfür sözler :



beyazkose.gif


beyazkose.gif



beyazkose.gif


Muhyiddin İbn ArabiKİTSAN BASIM YAYIN"Allah'a ve Resulüne, Resulünün getirdiklerine, mücmel ve mufassal olarak, bize ulaşsın, ulaşmasın kesin bir şekilde iman ettik. Bu akideyi taklidi olarak anne ve babamdan aldım. Caizlik, helallik ve vaciplik ile ilgili olarak akli düşüncenin hükmü nedir, bilemezdim o zamanlar. Ben, buna dair imanıma dayalı olarak amel ettim. Ta ki nereden ve neden iman ettiğimi bilinceye kadar. Allah gözlerimi, basiretimi ve hayalimi açtı. Bu yüzden mesele benim için doğrudan müşahede düzeyine ulaştı. Taklide dayalı olarak tahayyül edilen ve vehmedilen hüküm de mevcuttu. Derken tabî olduğumun, yani Hz. Muhammed'in (s.a.v) değerini bildim. Bütün Nebileri müşahede ettim. İcmali olarak iman ettiklerimin tümüne muttali oldum. Nitekim görüp bizzat müşahede etmemden elde ettiğim ilim önceki imanımla çatışmadı. Bu yüzden ne söylüyor ve ne yapıyorsam Nebînin (s.a.v) sözüne dayanarak söylüyorum, yapıyorum, kendi ilmime, bizzat gözlemime ve müşahedeme dayanarak değil. İman ile gözlem arasında bir denge kurdum. İşte tabi olma bağlamında çok değerli bir tutumdur bu."
- "Yüce Allah, varlık âleminde yazılı olan her şeyi kalplere ilham yoluyla yazdırır. Çünkü âlem, yazılmış ilahi bir kitaptır."
- Allah'a yemin ederim ki, burada içime atılan ilahi imla, rabbani ilka veya ruhani üfleme olmayan tek bir harf dahi yazmış değilim. İş tamamen bundan ibarettir. Bununla beraber biz, şeriat koyan Resuller olmadığımız gibi teklif getiren Nebîler de değiliz.
MUHYİDDİN İBN ARABİ

Fusus Ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları

2

9786058817456.jpg

Abdulkadir Geylani'nin İbnu'l Arabi'nin geleceğini haber vermesi (S.8-9)

Seyyid Abulkadir Geylânî'nin "benden sonra Mağrip diyarından aziz bir zât zuhur edecektir, bu hırkayı ona teslim ediniz" diye vasiyet ettiği hırkanın Abdulkadir'in veresesi tarafından kendisine verildiğini sonra onu manevî oğlu Sadruddin Konevi'ye teslim ettiğini FasI ul-hitap adlı eserinde yazmaktadır.

Muhyiddin Arabi'nin Hz. Muhammed (a.s)'e iftirası (S.11)

Fusûs ul-hikem, Muhyiddin-i Arabi'nin 627 hicret yılında Şam'da bulunduğu sıralarda bir gece görmüş olduğu gerçek bir rüyan'ın ilhamıyla yazılmıştır. Şeyh o gece mâna âleminde Hazret-i Peygamber'i görüyor, elinde bir kitap tutmuş, kendisine hitap ederek, "bu, Fusûs ul-hikem kitabıdır. Bunu al ve halkın faydalanması için muhteviyatını açıkla" diyor.
Şeyh de Yüce Peygamber'in bu manevî işaretine uyarak hemen Cenab-ı Peygamber'den aldığı emir ve ilham çerçevesi içinde, kitap muhtevasını, artıksız ve eksiksiz olarak, olduğu gibi naklediyor, daha doğrusu Hazret-i Peygamber'den aynen nakil ve tercüme ediyor.

Fusus ul-Hikem'in bir hadis kitabı gibi telaki edilmesi yalanı (S.12)

Fusûs ul-hikem'in doğrudan doğruya Hazret-i Peygamber tarafından Şeyh-i Ekber'e talim ve telkin edilmiş bir eser olduğuna göre, Şeyhin taraftarlan bu hususta şüphe ve tereddüde mahal olmadığını ve Şeyh'e hâşâ yalan isnatı varit olamayacağını söyliyerek mevzu ve gayesi iman ehlinin irşadına matuf olan bu eserin biı hadîs kitabı gibi telâkki edilmesi gerekli bulunduğunda ittifak etmişlerdir.

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep o'dur. Yalanı (S.13)

Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep O'dur.O'nun dışında, O'nun varlığı haricinde hiçbir varlık tassavur edilemez. Çünkü Vücut birdir.

Arabi , yalanlarına Hz. Muhammed'i alet ediyor.(S.19)

627 hicret yılı Muharrem ayının son günlerinde, Şam'da (bulunduğum sıralarda) Tann Peygamberi Hazret-i Muhammed'i gerçek bir rüya âleminde gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana buyurdular ki, bu Fusûs ul-hikem = (Hikmetlerin özü) kitabıdır. Bunu al ve halka açıkça anlat da bu hikmetlerden herkes faydalansın.

Arabi, Allah'ı (haşa) kendine kul ediyor. Şirki (S.83)

Allah beni över, ben de Onu. O bana kulluk eder, ben de Ona,
Bir halde ben Onu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişiklikiği görünce inkâr ederim.
Bizden nasıl vazgeçebilir? Ben Ona müsaade eder ve Onu zuhur alanına çıkarırım.



"Bir vakit olur ki, kul şüphesiz rab olur." İftirası (S.95-96)


ŞİİR
Bir vakit olur ki Kul şüphesiz Rab olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk ve derekesine iner.
Kul kulluk derekesine inerse Hak ile genişler. Rab olursa yaşayışı daralır.
Kul oluşundan dolayı nefsinin aynını görür, dilekleri şüphesiz Hak'tan genişler.
Rab oluşundan dolayı da Mülk ve Melekûl âlemlerindeki bütün mahlûkların kendisinden bir şey istediklerini görür.
Halbuki onların dileklerini yerine getirmek ten zâtiyle âcizdir. Bundan dolayı bazı arifler bu yüzden ağlarlar.
O halde sen Rabb'ın kulu ol, Onun kulunun Rabb'ı olmaya bakma; sonra bu ilgi sebebiyle ateşe ve erimeye mahkûm olursun.

"Sen kulsun ve sen Tanrı'sın." İftirası (S.101)

Sen kulsun ve sen Tanrı'sın; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir.
Sen Tanrısın ve kulsun; çünkü sözleşmenle kendini Tanrı'ya bağladın.
Şahsın taşıdığı her akideyi o akideden başka inancı olanlar çözebilir.


"Küfür ve isyan ehli cehenneme girse de orada lezzet vardır." Yalanı (S.104)

ŞİİR

Hakk'ın yalnız va'dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez. İkisi de birdir amma araların da tecelli farkı vardır.
- Onların cennetine tatlılığından dolayı azab denir. Bu azab sözü onda gizli olan lezzet için bir kabuk gibidir. Kabuk ise özü koruyan bir şeydir.

"Tek varlıktan başka varlık yoktur. Nur ve zulmet aynıdır." Yalanı (S.152)

---- Var olan kimdir? Varlık nedir? Varlıkta bir belirme vardır. O beliren var olan zâtın kendisidir.
Onu umumîleştiren, hususleştirmiş oldu. Onu hususî gören de umumîleştirmiş oldu.
Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu halde Nur ile Zulmet aynıdır.
Bu hakikatten gafil olan kimse, nefsinde perdeler bulur.


"Biz Allah'ın insan kılığına giren belirtileriyiz." Yalanı (S.190)


ŞİİR
Eğer o olmasaydı veya biz olmasaydık, olan şeyler olmazdı.
Şu halde biz hakikatte kullarız. Allah da muhakkak bizim mevlâmızdır.
Sen veya ben insan dediğimiz vakit, biz onun aynı, yani insan kılığına giren belirtisi oluruz.
Şu halde sen insan sıfatı ile perdelenme, sana bir delil de gösterdi.
İster Hak ol, ister halk ol, Allah ile Rahman olursun.


"Allah Firavunu pak ve temiz öldürdü." Yalanı (S.300-301)

Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah'ın kendisine verdiği iman sayesinde Musa onun için de göz nuru oldu. Şu halde Allah, (bu yüzden) Firavun'un pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fena amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun ruhunu yeni bir günah işlemeden önce ve imana geldiği anda kabz etti. Halbuki İslâm (Yani Hakk'ı teslim ve tasdik) evvelce geçmiş olan günahları ortadan kaldırır. Allah, bu İlim ve mazhariyeti dilediği kimse için âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse İlâhî rahmetten umut suzluğa düşmesin. Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse Tanrı rahmetinden umut kesmez.
Şu halde Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı imana yanaşmazdı. Demek ki, Firavun'un eşi Asiye'nin kendi hakkında "o, benim ve senin için göz nuru olsun, onu öldürmeyin, ola ki yakında bize faydası dokunur" dediği gerçekleşti ve iş böyle oldu. Gerçi her ne kadar Musa'nın Firavun mülkünü ve adamlarım öldürmeye muktedir bir Nebi olduğuna (kan ve kocadan) ikisinin ve şuuru yoktu. Fakat Allah, Musa ile her ikisine de menfaat verdi.

Fusus ul-Hikem - Muhyiddin-i Arabi, M.E.B. Yayınları, İst-1992

Muhyiddin İbnu'l Arabi'de Tasavvuf Felsefesi - Ebu'l Ala El Afifi, Kırkambar Yayınları

3



images


Muhyiddin-i Arabi Allah'a iftirası “o bana tapınır , ben de ona” (S.37)

İbnu'l-Arabiye göre, Bir ve Çok arasında tam bir karşıtlık ve iki taraflı bir bağımlılık vardır. İki mantıki karşıt gibi, hiçbiri diğeri olmaksızın anlam taşımaz. Felsefesindeki biraz şiir unsurunu hesaba katarsak, bu karşıtlık onun şu harikulade mısralarında bir süffnin yapabileceği ölçüde açıklanmıştır:
"O beni över, ben de O'nu,
O bana tapınır, ben de O'na
Bir durumda O'nu itiraf eder,
A'yânda (dış âlemde) ise, inkar ederim.
Ben O'nu değil, O beni bilir,
Ben bilir ve temaşa ederim O'nu
Ona yardım edip el uzattığım halde,
Nasıl olur da O, bağımsız olabilir?
Ben O'nu bilirken yaratırım.
Hadis bize bunu böyle haber veriyor
Ve bende O'nun gayesi gerçekleşiyor.

Arabi'nin Allah'a iftirası , “ Vahdet-i Vücud (Vücut Birliği ) savunun tevhidci olur” yalanı (S.44)

(Sırf) tenzihten bahsedersen, Allah'ı sınırlamış olursun,
(Sırf) teşbihten bahsedersen, O'nu belirlemiş olursun. Fakat her ikisini birden ileri sürersen, doğru yolu izlemiş olursun, Ve sen irfanda bir mürşid ve bir şeyh olursun, iki ilkenin varlığını ileri süren çoktanrıcı (müşrik), Ve Birliği (vahdet) savunan tevhid olur. (Allah ile âlemi) yan yana getirirsen, teşbihten sakın. Vahdeti ileri sürersen tenzihten sakın. Sen O değilsin, hayır, daha doğrusu sen O'sun, ve sen O'nu Şeylerin a'yânında (hakikatinde) mutlak ve sınırlı görürsün.

Muhyiddin'in alemde tezahür eden her şeyi kendisinde özetleyen yetkin insan uydurması (S.90-91)


Ölmüş bir peygamberin veya velinin ruhuyla buluşma yalanı (S.133-134)

"Yaratma" terimini İbnu'l-Arabininki gibi vahdet-i vucudcu bir dokt rinde Allah'a iliştirmek yanıltıcıdır; fakat onu, ibnu'l-Arabinin yaptığı gi bi, ariflere iliştirmek daha da yanıltıcı olur. Arifler, diyor ibnu'l-Arabi, sır lı bir kudretle yaratır. ibnu'l-Arabf bu kudrete, değişmeler hasıl edebilen ve dış dünyada teksif edildiği her yerde şeyleri yaratabilen himmet (irade kudreti) adını veriyor; bu görüş modern spiritualızmde ruhların maddileştirilmesine pek benzeyen bir görüştür. Risâlet el-Kuds adlı eserinde ibnu'l-Arabi, her istediğinde, şeyhi Yûsuf el-Kûmi nin ruhunu çağırdığı birçok vesileleri ve şeyhin kendisini ibnu'l-Arabfye nasıl takdim edip, sorularını cevaplandırdığını hatırlar. İbnu'l-Arabinin şahsf müridi olan ünlü Sadruddinf el-Konevi de diyor ki: "Şeyhimiz İbnu'l-Arabinin ya ruhun bu dünyaya inmesini sağlamak ve onu istenen şahsın duyulur suretine benzeyen bir surette (sûre misâliyye) tecessüm etmiş görmek suretiyle, veya ruhun, rüyalarında görünmesini sağlayarak, yahut da bede ninden soyunup ruhla buluşarak herhangi bir ölü peygamber ya da ve linin ruhuyla buluşma kudreti vardı". Bu, sadece İbnu'l-Arabi'ye has bir şey değildir. Diğer sûfiler de kendileri hakkında aynı şeyleri söylemişlerdir.


Muhyiddini Arabi'nin uydurduğu evrensel tasavvuf dini (S.145-146)

İbnu'l-Arabi'nin vahdet-i vucud görüşü ile ilgili kesimde ulaşılan netice şu idi:
Eğer İbnu'l-Arabi'ninki gibi metafizik bir sistem herhangi bir din şeklinin doğmasına sebep olacaksa, bu dinin mantıki olarak muhakkak evrensel bir tabiatı olmalıdır, yani theistik olmayıp tasavvufi bir din olmalıdır.
Bu sisteme göre, bütün tarikatlar (yollar) Allah'a ileten bir "doğru Yol" (Tarik el-emem)'a iletmektedir. En kaba puta tapıcılık şeklinden en soyut din felsefesine kadar, ibnu'l-Arab'inin ifadesiyle, doğru olarak (yani vucûd görüşüne göre) yorumlandıklarında, Allah hakkında inanç- lar oldukları görülen dinlerle karşılaşmaktayız. Tektanrıcılık ile Çoktan rıcılık ve bu arada sonsuz sayıda öteki inançlar, onun nazariyesi ışığında yorumlandıkları takdirde, evrensel dinden başka bir şey değildir. Ona gö re, Tektanrıcılıkla Çoktanrıcılık arasındaki fark, Bir'le Çok arasındaki mantıki farka karşılıktır. Çoktanrıcılık, çoktanrıya inananların, Bütünün mut lak Birliğini idrak edememelerinden doğmuştur ki, bu idrak edemeyiş dolayısıyla bunlar nihayette bölünemez olan Varlık'ı bölünebilir sayarlar. "Gerçekte" diyor ibnu'l-Arabi, "Allah'ın şeriki yoktur"; çünkü O, şerik denilenler de dahil, her şeyin ayn'ıdır. ibadet edilen her şey O'nun bir sureti ve manzarasıdır'; fiilen O'ndan başka ibadet edilen hiçbir şey yoktur: "O (Allah) ve senin Rabb'in, Kendisinden başkasına ibadet etmemeni bildirdi" demiyor mu? Bu, İbnu'l-Arabi nin "senin Rabb'in Kendisin den başka hiçbir şeye fiilen ibadet edilmediğini söylemişti" şeklinde yo rumladığı bir ayettir 409 . Böylece ibnu'l-Arabi çoktanrıcılığı, suretlere ve putlara tapanların sadece sahne (mecali) ve manzaralar (vucûd) veya bu H akikatin tezahürleri olarak gördükleri ilahlarının "suretleri ardında bir hakikat olduğunu" tamamıyla idrak etmeleri şartıyla, reddetmemektedir.
Suretler ve putlar özlerinde, diğer bütün tezahürler gibi bomboş şeylerdir.
İbnu'l-Arabi şöyle soruyor:
Puta tapanlar "biz onlara belki bizi Allah'a yaklaştırırlar diye ibadet ediyoruz" dediklerinde, ilahlarının noksanlık ve acizliğinden haberdar değiller miydi? "Bütün putların en büyüğü Allah'tır; sadece onun birliğinden (el-mecmû') bütün aciz yaratıklara "yardım" gelir ve bütün yaratıklar (suretler olarak) çaresizdir

İbni Arabi'nin Cennet ve Cehennem arasında bir fark olmadığı batıl inancı (S.182-184)

İbnu'l-Arabi'nin görüşüne esin kaynağı olduğu söylenebilecek sûfiler arasında Hallâc'ın en büyük etkiyi yaptığı anlaşılmaktadır. Öyle görü nüyor ki, İbnu'l-Arabİ, Hallâc'ın tasavvuİ" sözlerine yakından aşina idi. Hatta "es-Sirâc el-Vahhâc fi" Şerh Kelâm el-Hallâc adıyla Hallâc'ın sözler ine bir şerh yazdığı sanılmaktadır. Ayrıca İbnu'l-Arabi, Futûhât'ının birçok yerlerinde Hallâc'a atıflarda bulunmakta, birkaç hususta onu nak letmekte, ya bu hususları destekleyip, onlara kendi vahdet-i vucûdcu görüşlerini yerleştirmekte ya da reddetmektedir.
İbnu'l-Arabinin sistemini genel olarak incelerken, Hallac ve onun başlıca görüşleri, İbnu'l-Arabinin görüşleriyle hangi noktalarda birleşip, hangi noktalarda onlardan ayrıldıkları ve İbnu'l-Arabinin sistemindeki en hayati noktalardan bazılarının Hallâc'ın fikirlerinden nasıl esinlendiği hakkında daha önce bazı açıklamalarda bulunmuştuk. Burada ise bu hu suslar daha başka birkaçıyla birlikte özet şeklinde tekrar edilecektir.
• Bir ve Çok meselesi. Bu, Hallâc'ın Lâhût ve Nâsût veya Tül ve Arz görüşünün tadil edilmiş bir şeklidir. (Bak. Bir ve Çok hakkındaki böl.).
• Kelam görüşü ve Muhammed'in ezelde varlığı meselesi. Hallâc'ın Huva Huva'sı ile ibnu'l-Arabf nin Yetkin insanı (bak. Kelam Böl.)
• "Muhammed'in Nuru"nun doğrudan doğruya bir tecellisi olan batini bilginin mahiyeti (bak. Kelam Böl.).
• Bizatihi Allah'a ait olan Birlik ile O'na atfedilen Birlik arasındaki fark (bak. Tenzih ve Teşbih Böl.).
• Hakkın perdesi olan Halk Âlemi (bak. Hüviyet ve Sıfatlar Böl. ) .
• İlâh Aşk nazariyesi (bak. Estetik hakkındaki böl.).
• Meşia ile irade arasındaki fark ve şeriatla ilâhf buyruk arasındaki münasebet (bak. Ahlak Böl.).
• Allah'ın bilinemezliği.
• Kur'an'ın tevili. Kar., mesela; İbnu'l-Arabininkiyle hemen hemen aynı olan şu ayetlerin Hallac tarafından tevili:

• Kur'an, II, 51: "Yaratan Allah'a tövbe edin ve nefislerinizi öldürün". Hallâc'a göre, "nefsinizi öldürün", ondan ve Allah'tan başka her şeyden kurtulun ki, yok yokluğuna dönsün ve yalnızca Hak baki kalsın
demektir. Biraz daha vahdet-i vucudcu bir rengi olması bir yana bıra kılsa, İbnu'l-Arabinin tevili de aynıdır.
• Kur'an, II, 256: "Diri, kendi kendine duran O'ndan başka ilah yoktur." Hallâc'ın bu ayeti tefsiri İbnu'l-Arabinin Kayyûm (Kendi başına duran) ismini teviliyle hayret verici bir benzerlik göstermektedir.
• Kur'an, XXXIII, 72: "Muhakkak ki biz göklere ve yere sorumluluk önerdik", vb. Hallâc'a göre, "sorumluluk, insanın ilâhi cihetidir" .



Arabi'nin Vahdet-i Vücut ve Hulul nazariyesi (S.165-166)

İbnu'l-Arabi, kendi tasavvuff aşk nazariyesini, Hallaç gibi, hulul veya mecz ile izah etmeyi reddeder. Hulûlcuların dediklerine katılırsa da, onların nazariyelerine iliştirdikleri yorumlamalarda onlardan ayrılır. Genellikle Hallâc'a atfedilen kesinlikle bir hulul ya da mezc nazariyesini işaret eden birçok mısralar naklederse de, bunları kendi vahdet-i vucud doktrinine göre izaha çalışır. Hallâc'ın hulul nazariyesi şu meşhur mısralarda açıkça terennüm edilmiştir:
"Ben beni sevenim, beni seven de benim.
Bir tek bedende bulunan iki ruhuz biz.
Beni gördüğünde O'nu, O'nu gördüğünde de her 'ikimizi görürsün?"


Hallac'ın İbnu'l Arabi'ye etkisi ikisinin batıl inançları (S.182-184)

İbnu'l Arabi'nin Kur'an'ı ve hadisleri Vahdet-i Vücud'a göre yorumlama Sapıklığı (S.185-188)


Muhyiddin İbnü'l Arabi'de Tasavvuf Felsefesi - Ebu'l Ala El Afifi, Kırkambar Yayınları, 2.Baskı, İst-1999




Muhyiddid İbn Arabi - El-Futahat-Mekkiyye, Prof.Dr.Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları

4
zBK336532EE016_250.jpg


Muhyiddin Arabi kendini kutsallaştırmak için yalan söylüyor.(s:47)

«... Bizim keşf olarak müşahede ettiğimiz....; zevk olarak (tadarak, tecrübe ederek) müşahede ettiğimiz... şeyler, iki mertebedir:... varlık'ın geri kalanını keşf ve tarif olarak (müşahede ettik), zevk olarak değil .. Ben bu makama, (hicrî) 580 yılında bu tarikata (tasavvufa) girdiğimde, kolay
(=kısa) bir müddet içinde nail oldum...»
«... Bu, (hicrî) 593 senesinde, Fas şehrinde ikindi namazında nail olduğum bir makamdır. Ben o sırada Ayn'ül-Cebel tarafında(ki) bir mescidde, cemaatla namaz kılıyordum....»
«... Bu, (hicrî) 593 senesinde Fas şehrinde Hakk'ın bana verdiği bir makamdır. Bundan önce onda, benim zevk'im (tecrübem) yoktu...»

«... Bu garip bir «fena» dır. Allah beni, Fas şehrinde buna muttali eyledi...
Şu kadar ki, bu müşahede için bizde (daha önce) bir hüküm (bilgi) yok idi...»


Arş'a çıktığını ve orada bir gölge hazine güzel bir kuş gördüğü yalanı (s:48-49)


İbn'ul-Arabî'nin eriştiği müşahede'lerden başka bir tanesi de, hicrî 597 (m. 1200-1201) senesinde Merrakeş'de bulunurken vâki olan «tuhaf bir keşf hâdisesi» dir. Bizzat kendisi anlatır ki:

«... Bu arş için Allah, nûrânî kaimeler (kavâ'im nûrâniye) yaratmıştır.
Bunların kaç tane olduğunu bilmiyorum, lâkin onlar bana müşahede ettirildi. Onların nuru, şimşek nuruna (ışığına) benzemektedir. Bununla beraber onda mikdarı ölçülemeyen bir gölge görmüştüm ve bu gölge, bu
arş'ın içbükeyinin gölgesiydi. ... Kendisinden la havle velâ kuvvete ilâ billâh'il-alıyy'il-azim lafzının çıktığı arş'ın altındaki hazîne'yi gördüm.
(Bir de baktım ki) bu hazîne, Hz. Âdem imiş. Bunun altında, tanıdığım (bildiğimi) birçok hazîneler (daha) gördüm. Bunun köşe bucağında uçuşan (birçok) güzel kuşlar gördüm.(!) Orda, kuşların en güzelinden (daha gü-
zel) bir kuş gördüm. O beni selâmladı: Sohbetimi, şark vilâyetlerine almamı ulaştırdı. (Yani şarka doğru seyâhata çıkmamı tenbîh etti.)
Bütün bunlar bana keşf edilince ben, Merrakes şehrindeydim. Dedim ki:
Kimdir o? (Doğu'da kiminle sohbet edeceğim?)
Fas'daki Muhammed el-Hassâr denildi. Çünkü o, şark vilâyetlerine seyahati, Allah'tan istemiştir. Sen de onu beraberinde al.
Bas üstüne dedim .........
Fas şehrine gittiğim zaman onu arattım. Bana geldi. Kendisine: Bir hacet (ihtiyaç) konusunda Allahtan birşey istedin mi? deyince:
Evet, beni şark şehirlerine taşımasını (seyahat ettirmesini) Allahtan istedim. Bana, denildi ki, filanca kimse seni (oralara) taşıyacak (götürecek)tir. İşte ben de seni bu zamandan (beri) bekliyorum. dedi. Bende 597 senesinde onunla sohbete (arkadaşlığa) başladım. Ve kendisini Mısır diyarına ulaştırdım: Orada rahmetli oldu...»



Muhyiddin Arabi'nin keşf hakkındaki yalanları. (s:49-50)

«... İnsanların kutb'larına gelince : Ben onları bir berzah mertebesinde, en mukaddes bir meşhed'te Kurtuba şehrinde bulunduğum (sıra)da gördüm...»

Tenkid:
Futuhat'ın başka yerlerinde de buna dair numuneler daha görmekteyiz. Meselâ :
«... Biz ancak bu kitabımızda (Futuhat'da) ve bütün kitaplarımızda keşf
in verdiğini ve Hakk'ın imlâ ettiğini îrâd ederiz. İşte safîlerin yolu budur...»
«... Bil ki, bizim indimizdeki emr'ler (meseleler) keşf kapısından (gelir)...»
«... Biz, (keşfe ait) bu makamı tattık...»
«... Ben bu menzil'e girdiğimde, burada şuası olmayan (yani göz kamaştırmayan) bir nur (ışık) içinde, benim için bir tecellî vâki oldu. Böylece hem onu gördüm, hem de kendi rûh'umu onunla (o tecellî ile) gördüm. »

İ. Arabi hurilerle evlendirildiğini iddia ediyor. (s:50)

«... Allah beni bu sebeble, hûr-i oyn'lar ile (cennet hûrileriyle) izdivaç ettirdi...»


İbn Arabî'nin uyanık halde iken gaybden gelen sesleri duyduğu yalanı. (s:55)


Yukardaki satırlarda işaret ettiğimiz gibi, İbn'ül-Arabî bazen kulağıyla sesler işitiyordu. Nitekim bu hususta anlatır ki:
«... Bu mesele (konusun)da, bu (558 nci) babı yazarken, evin bir köşesinden, şahsen kendisini göremediğim fakat sesini işittiğim ve bu sözlerle kime hitâb ettiğini bilmediğim bir şâir'in şu (şiiri) inşâd ettiğini (söylediğini) duydum: ........ »


Tenkid :
Şu halde İbn'ul- Arabî, Futûhat'ın bu sayfalarını yazarken, uykuda veya rüya âleminde değil fakat tam manâsıyla uyanıklıkta ve şuur hâlinde iken, evinin bir köşesinden, görmediği bir şahsın sesini işitiyor, hattâ onun okuduğu bir şiiri [Fut. 4/360 (3-5)] kendi eserine alıyordu.
Pek tabiîdir ki, bu şiir yine de kendisine ait olmak gerekir, çünkü bu neviden şiirler yazdığını esasen bildiğimiz İbn' ul-Arabî hemen her vesileyle bu çeşit şiirlerin adetâ yazılış sebebini ortaya koymuş olmaktadır.
Hulâsa, demek oluyor ki, bu fasılda bahis konusu edilen motifler, daha sonra anlatacağımız motiflerden oldukça farklıdır. Çünkü onlarda daha ziyâde rüya da Cenâb-ı Hakk veya Hz. Peygamberi, yahut bâzı ruhlarla bağlantı kurduğunu vs. anlatıp, belli bir kaynağa dayanmaktadır. Burada ise, bir nevî şuur hâlinde (ve bazen de yarı şuur hâlindeki vâkıa'larda) şâhid olduğu ( = müşahede ettiği) vision ve hallucination'lar ortaya konmaktadır.



İbn Arabî'nin gökten inen adam gördüğü yalanı. (s:56)


İmdi bu çeşit meşhed'lere başka bir misâl daha verecek olursak, onun Konya'da ve daha önce Fas'da şâhid olduğu «gökten inen adam» sözleriyle vasıflan dırılan kimseyle konuşmasını zikretmemiz gerekir. İbn-i Sakıt 'il-Arş (Yani Arş'tan aşağı düşenin Oğlu) diye tarif edilen bu zat için, Futûhât'ta, nail olduğu bir meşhed'i anlatırken aynen şöyle diyordu :
«... Konya'da, halkın toplu bulunduğu yerlerden birinde kutsal bir şahıs gördüm. O'na Sakît el-Refref ibn Sâkıt'ül-Arş denilmektedir. Fas'da, düşen kimselerin yandığı ocakta bir şahıs gördüm. Ve onun soh beti bize faydalı oldu....»


Tenkid:
Fas'da gördüğünü söylediği ve ismini zikretmediği şahıs hakkında bir mülâhazada bulunmağa imkân yok fakat Konya'da görüştüğünü bildirdiği Sâkıt'ür-Refref ise, galiba hayalî bir şahsiyet değildir. Çünkü Futûhât'ın başka bir yerin de yine bu şahıs için diyor ki:

«... Allah onlardan razı olsun : (Ebdâl)den biri de, tek bir adam olup, makamı (itibarı) ile Sakıtür-Refref ibn-i Sakıt'il-Arş adını alır. Ben onunla Konya'da, karşılaştım. Onun Kur'ândaki âyeti, Ve'n-Necmi izâ hevâ (LII/l)'dır. Sânı yüce, hâli büyüktür. Görünüşü, onu görenlerin hâli üzerinde tesirlidir ..... Onun sıfatı benim garibime gitti. Marifetlerde, onun husûsî bir lisânı vardır. Çok haya sahibidir....»


İbn Arabi'ye indirilen kitap yalanı.(s:57-58)


Bu rada kendisine altı ve üstü yazılı bir kâğıt sunulmuş ve İbn'ul-Arabî bu kâğıdı çe şitli kılıklarda (biçimlerde) görmüş ve bütün müşahede ettiklerini bize şöylece ak tarmıştır :

«... Üstünlük rekabetini veren bu tevhîd için, bu (197nci) bâb'ı yazarken, acâib bir vakıa gördüm. Bana bir yazılmış kâğıd verildi ki, göz kararıyla yirmi dirsek (yani 13.5 metre) den fazlaydı. Uzunluğuna gelince: tahkik edemiyorum (gerçek olarak bilemiyorum). Kenarda tasvir edilmiş şekildeydi ve bir tek cild idi. Bir cild ki, bakarsın, okurken onu beyaz görürsün; okumaksızın bakarsan, onu yeşil görürsün. Onu okuduğun zaman bir cild (kitap) olarak görürsün; okumadığın zaman : bilemem, ipek veya keten bir top kumaş ola rak görürsün.


İbn Arabi'nin gayb alemi ile irtibat kurması saçmalığı. (s:59-60)


İbn'ul-Arabî bu sefer, rüyasında renkli bir kâğıt görüyor. Allah tarafından gönderilen ve altında (her iki yüzünde), herkes tarafından okunamayacak şekilde yazılmış olan bu renkli kâğıt'ta bir takım şiir'ler ve mensur ifâdeler varmış. İbn'ul-Arabî bunları, ay ışığın da okumuş ve hatırında kalan şiir'leri Futûhât'a kayd etmiştir. Şöyle diyor :


«... (Meselenin) bu yönünü yazdığımın gecesinde, rüyâ'da, Hakk (Teâlâ) dan gelen renkli bir varaka (=kâğıt yaprak) bana gösterildi. Altı ve üstü, herkes için zahir olmayan gizli bir yazı ile yazılmıştı. Onu ay ışığında oku dum. Üzerinde şiir ve nesir vardı. Okumasını tamamla(ya)madan önce, uyandım. Bundan daha acâibini ve daha gâmizini (= gizlisini) görmemiştim. Neredeyse, anlaşılmaz gibiydi. Şiirler'den aklımda tuttuğumu zikredeceğim :
Bunlar, benden başka birinin hakkındaydı. Uykumda bana böyle seslendi. Hakkında (söz edilen) şahıs bana zikredildi ve onu tanıdım. Bende sanki Mekke ile Medine arasında, Hicaz'ın su kaynağı (bulunan) bir çölündeydim...» Nesir (ya zılar)a gelince : uyandığım zaman onu unutmuştum....»


Tenkid:
İşte böylece anlaşılıyor ki İbn'ul-Arabî gâib denilen görünmez âlem ile temas kur duğunu iddia ediyordu. Nitekim böyle bir varlık sahasından kendisine sesler geliyor ve o bunları işitiyor, sonra da kitaplarına geçiriyordu. Futûhat'da secîli bir üslûpla bize aktardığı aşağıdaki sözler cidden garip ve düşündürücüdür Diyor ki:
'" ... işte o zaman bana hitâb edildi Benim lisanımla bana hitâb edildi....»


Canlı bir varlık gibi Ka'be ile konuşması ve mektuplaşması yalanı (s:60-61)


«... İşte bu beyitler benden sâdır olunca, ... gâib'ten (görünmez âlem den) bir ses duydum. ... Bana denildi ki: Kabe'nin sırrına bak .......... »


Tenkid:
Demek oluyor ki Kabe, Beytullâh (yâni Allanın Evi) ismini alması dolayısıyla, adetâ hayatiyet sahibi (canlı) bir varlıkmış gibi İbn'ul-Arabî'ye hitâb ediyor onunla konuşuyordu . İşte bu konuda şimdi nakledeceğimiz şu tipik ifâdeye biraz dikkat etmemiz lâzımdır :


«... Kendi başına akl'ın ulaşamıdığı ve idrâk'in elinden gelmediği böyle bir ilim (?) bana verilince, (Kabe) bana dedi ki:
Sen bana çok nâdir bir sırr işittirdin ve tuhaf bir mânâyı açtm. Bunu senden önce hiç bir velîden işitmemiştim. Bu hakikatlara senin gibi sahip hiç bir kimseyi görmemiştim....»


Tenkid:
Kabe dolaylarında duyduğu heyecanlar sebebiyle onun bize naklettiği sözler, bundan ibaret değildir. Nitekim yine Futûhat'da bildirdiğine göre, kendisiyle Kabe arasında «mektuplaşmalar ve haberleşmeler» olmuş ve İbn'ul-Arabî, gece yarısında Kabe'yi tavaf ederken, öyle garip şeylerle karşılaşmıştır ki, onun anlattığı hu susları, ayni gece rüyasında gören hiç tanımadığı bir şahıs gelerek kendisine tekrar etmiştir : Bu suretle anlattıklarının şüpheden azade olduğunu belirtmek isteyen İbn'ul-Arabî diyor ki:

«... Birgün Kabe'ye baktım: Kendisini tavaf etmemi istiyordu. Zemzem ise, bize kavuşmayı rağbet (arzu) ederek kendi su'yundan bol bol içmemi diliyordu : (Hem de) kulakla işitilen bir konuşma dileği ile (!). Onların her ikisinin mekânet (mertebe) lerinin örtülenmesinden korktuk da, ... her ikisine hitaben beyitler (=şiir) söyledik... (Burada oniki beyitlik ve kendisine ait bir şiir var)... Kabe ile benim aramda, ona komşuluğum zamanında mektuplaşma lar (mükâtebât) ve haberleşmeler (teressülât) ve daimî serzenişler (muâtaba'lar) vardı. Kabe ile kendi aramdaki konuşmalardan bâzılarını, Tâc'ür- Resâil ve Minhâc'ül-Vesâil (XXVIII 78 ) adını verdiğimiz, yedi veya sekiz risale (mektup) ihtiva eden bir kitapçığımızda zikretmiştim....
Soğuk ve mehtaplı bir gecede sağnak yağmur olmuştu da, onunla abdest almıştım ve şiddetli bir rahatsızlık (inziâc) ile tavafa çıktım. Allah daha iyisini bilir ya, tavafta zannıma göre, (benden gayri) tek bir şahıstan başkası yoktu. Sonra Hacer(-i Esved) i öptüm ve tavafa başladım. ... Tavafı(mı), Rükn'üş-Şâmî'ye ulaştırdığımda, ... (Kabe) beni, kulağımla işittiğim bir söz (konuşma) ile tehdîd ediyor (beni azarlıyor)du. Sonra şiddetli bir sancı duydum (Sonra) Allaha yemin ederim ki (Kabe), kaideleri (temelleri) ile birlikte arz'dan yükseldi. (!) Derhal, irticalen beyitler (=şiir) söyledim. ... (Kabe) tavaf etmemi tekrar işaret etti. ... Sonra Hacer (-i Esved)'de kapı gibi (birşey) açıldı da, uzunlamasına onun içine baktım.



Kabe'yi tavaf ederken bedenine bürünmüş bir ruh ile görüşmesi yalanı. (s:71)


Hicrî 599 (=m. 1202-1203) senesinde Kabe'yi tavaf ederken, «tecessüd etmiş bir ruh» yâni bedene bürünüp tekrar görünen bir insan gibi şâhid olduğu bu garip hâdisenin anlatılmasını bizzat İbn'ul-Arabî'ye bırakalım. Diyor ki:


«... Harun'ür-Reşîd'in oğlu el-Sebtî, bunlardan biridir. Hicrî 599 senesinde Cuma günü namazdan sonra, tavaf (sırasın)da o, Kabe'yi tavaf ederken, kendisiyle karşılaştım. Biz de tavaf ederken, ona (sual) sordum ve bana cevap verdi. Onun ruhu tavaf (sırasın)da, hissî (=maddî) olarak bir bedene bürünmüştü : Tıbkı Cebrail'in bir bedevî (yani Arap köylüsü) şeklinde (**) bedene bürünmesi gibi...»


İbn'ul Arabi'nin Hızır ile karşılaştığı ve konuştuğu iddiası. (s:79)


Futûhât'da tesbît edebileceğimiz sekizinci motif, İbn'ul-Arabî'nin Hızır ile bizzat karşılaştığını ve hattâ bilmeksizin onunla konuştuğunu iddia etmesidir.
İşte bu karşılaşmalardan birincisi İspanya'da (=Endülüs'te), ikincisi de Tunus'da olmuştur.
Rivayet edildiğine göre Hızır, eski peygamberlerden Hz. Nuh'un soyundan olup, Belyâ ibn-i Malkân isimli bir şahıs idi. Kendi devrinde orduda vazifeli bir kimseyken, ordunun kumandanı tarafından -askere su aramak üzere- gönderilmişti. Bu yolculukta âb-ı hayât denilen hayat kaynağına (pınarına) tesadüf etmiş sonra bu su'dan içerek ölümsüzlüğe kavuşmuştur. (Tafsilât için bk. A. J. Wensinck, Hızır maddesi, İsl. Ans. c. 5, s. 457-462).
Biraz yukarda ifâde ettiğimiz gibi İbn'ul-Arabî'nin Hızır ile ilk karşılaşması İşbiliyye'de (İspanya'daki Sevilla şehrine) olmuştur. İşte bu karşılaşmada İbn'ul-Arabî , hocalarına itaat emrini ondan almıştır ki, mesele (bu metinde) ismini vermediği fakat bundan sonraki anlatışında ismen zikrettiği hocası şeyh Ureynî (MİA, 69, 70, 72, 77) ile münâkaşa etmesinden doğmaktaydı.


İbn'ul Arabi'nin peygamberden talimat aldığı yalanı. (s:85)


Futûhât'da dikkatimizi çeken dokuzuncu motif, İbn'ul-Arabî'nin, Hz. Pey gamberi rüyada görüp birçok müşkillerinin açıklanmasını ondan sorup öğrenmesi, onunla devamlı şekilde bir manevî bağlantı kurması ve çeşitli hususlarda ondan emir aldığını iddia etmesidir. Bundan başka (aşağıda göreceğiz), Pey gamberimiz rüya âleminde bâzı islâm büyüklerini ve diğer kimseleri İbn'ul-Arabî'ye gönderip, onlar vasıtasıyla da emirlerini ulaştırıyordu, İbn'ul-Arabî ayrıca «metafizik» konulara ait delilleri yine Hz. Peygamber'den aldığını söylüyordu. Yahut da, bir konuda yanlış zanna kapıldıysa, Hz. Peygamber tekrar rüya âlemin de görünüp, (-bazen azarlayan bir eda ile-) ona doğru yolu gösteriyordu.


İbn Arabî'nin yazılarının Allah'tan gönderildiği yalanı.(s:93)


Futûhât'da dikkatimizi çeken onuncu motif, İbn'ul-Arabî'nin eser yazmak için dâima Allah'dan bilgi ve hattâ izin beklediğini söylemesidir. Futûhât'da şöyle diyordu:
«... Eserlerimi yazmak hususunda, bana gerçekten izin verilmiştir...»
Yine Fütuhat adlı muazzam eseri için :
«... Allah Teâlâ'ya yemin ederim ki, buradaki her harfi bile ilâhî bir im lâ ve rabbani bir ilkâ (=ulaştırma) ile yazdım...»
demektedir. İşte bu gibi sözlerle, normal boyda 7000 sayfa tutan Futûhat'ın her harfini dahî kendisine Allah'ın dikte ettiğini iddia ediyordu.


Kendisine ayet gelmesi yalanı. (s:99)

Futûhat'da çok nâdir olarak gözümüze çarpan onblrinci motif, îbn'ül-arabî nin kendisine âyet (!) geldiğini iddia etmesidir. Nitekim henüz yirmi altı yaşla rında, Endülüs'ün İşbiliyye (=Sevilla) şehrinde bulunurken, adı geçen şehrin kabristanında kendisine böyle bir hal olmuş, âyet adını verdiği bir söz işitmiştir. İşte bunun tesiri altında üç yıl süreyle adetâ konuşma kabiliyetini kaybetmiş, o zaman işittiği (fakat ne olduğunu söylemediği) sözleri, üç sene müddetle dâima tekrar etmiştir. Bizzat kendisi şöyle diyordu :
.
«... İşte bu 586 yılında İşbiliyye kabristanında bir Cuma günü namaz dan sonra bize gelen âyet'dir. . Bu sırada sarhoş (gibi) kaldım : Üç yıl müddetle, namazda veya uyanıkken yahut uykuda, ancak bunu okuyabili yordum...»


İbn'ul Arabi'nin ve Evliyaullah'ın miracı iftirası.(s:106-110)


«... Evliyâ'ya gelince : İşte onların da rûhânî-berzahî miradan vardır ki orada, tecessüd eden manaları, mahsûs (hissî=maddî) suretler halinde müşahede ederler. ...


Şimdi de Allahın hassaten bana gösterdiği; safîlerin mîrâcı'ndan bahs edelim :


Onların miraçları, (birbirinden) farklıdır. Zira bunlar, hissî (maddî=cismânî) mirâc'ın zıddına (olarak) tecessüd eden mânâlar'dır. Şu halde evliyanın miraçları, ruhların miracı ve kalblerin rüyeti (görmesi) ve berzah (= geçit) âlemine ait suretler ve tecessüd etmiş mânâlar'dır. (Şahsen) bundan müşahede ettiğimi, el-İsra ve Tertîb'ür- Râhile isimli kitabımızda zikrettik...»
«... İşte kendi isimlerindeki âyetlerden (bâzılarını) göstermek üzere Allah beni de isrâ (göklere seyahat) ettirince, ...beni (önce) mekân'ımdan izâle etti ve imkân Burâkı üzerinde yükseltti, ve ... böylece arzın semâsına (birinci gök tabakasına) nüfuz ettim. Kendimde neş'etimden (doğuşumdan) birşey kalmadı ... ve babam (Hz. Adem)e selâm verdim. ... Ba bam Hz. Adem (daha önceleri) hiç haberdar olmadığım bu ilmi, bana ifâde etti. ... Zira bu, garip hakîkî ve dakîk (ince) bir ilimdir ki onun farkında (çok kimseler) olmazlar. Aksine insanlar, bu ilimde körlük için dedir...»
«... Sonra ikinci semâda Hz. İsa'ya indim. Onun yanında halazadesi Yah yâ aleyhisselâmı buldum... Yahya'yı Allahın Ruhu (olan) Hz. İsa'nın yanında bulmuştum. Zira her ruh, şüphesiz olarak diri ( canlı)dir fakat her diri (canlı) olan ruh değildir. İkisine de selâm verdim...»
«... Sonra (üçüncü semâda) Hz. Yusuf'a yükseltildim...»
«... Sonra onunla vedâlaşarak Hz. İdrıs'e, (doğru) ayrıldım. Kendisine selâm verdim. Ona dedim ki:
Bana (haber) geldi ki sen, (kendi) kavminden sadece tevhîd istemişsin başka (şey) değil.
Fakat yapmadılar dedi. Zira ben kelime-i tevhîd'e davet eden bir nebî idim, tevhîd'e değil. Zira tevhîd'i hiç kimse inkâr etmedi.
Çok garip dedim. Sonra ona : Ey hüküm vaz'eden, tâli nesnelerde ictihad bizce meşrudur. Ve ben bu zamanın âlimlerinin lisânıyım dedim.
(İctihad) ana meselelerde de meşrudur dedi. Zira Allah, bir kimseyi ancak vus'ati kadar mükellef kılmaktan daha celâlet (büyüklük) sahibidir.
Hakk(Teâlâ) da ve onun hakkındaki sözlerde (=görüşlerde) çok ihtilâf oldu dedim.
Bundan başkası olamazdı dedi. Çünkü bu iş, (insandaki) mizaca tabidir.
Fakat siz nebiler topluluğunun bu konuda hiç ihtilâf etmediğini gördüm dedim.
Zira bir nazar (= tefekkür)den değil, ancak tek bir ilâhtan söyledik dedi. Şu halde hakikatları bilen(ler), bütün nebilerin tek söz (ayni görüş)de ittifak ettiklerini de bilir. Bu da nazar sahiplerinin (feylesofların) tek görüşte (olmaları) mesabesindedir.
Mesele sizin söylediğiniz gibi midir? dedim. Zira aklın delilleri bu ko nuda sizin getirdiklerinizde muhal (imkânsız = absürde) işler yapıyor.
Mesele bize denildiği ve bunda diyenin dediği gibidir dedi. Zira Allah, her söz söyleyen (görüş sahibi olan) ın sözünde (görüşünde)dir. ... Ona dedim ki:
Bir vakıamda ben, tavaftaki bir şahsı gördüğümde, o bana, benim ecdadımdan (biri) olduğunu haber verdi ve kendi ismini söyledi. Ne zaman vefat ettiğini sordum ve bana 40.000 sene (önce) dedi. Ona, bizce tarihte müddeti takarrür etmiş Hz. Adem'den suâl ettim.
Hangi Âdem'den suâl ediyorsun? En yakın Âdem'den mi soruyorsun? dedi. Ve dedi ki: Allahın Peygamberi olduğumu tasdik et. Bu âlem için bütünü ile durduğu bir müddet bilmiyorum. Şu kadar var ki Allah, her şey için dâima yaratıcı olmuştur. Dünyâda, âhırette ve yaratıklarda (ki) eceller, müddetlerin sona ermesiyledir, yaratmada değil. Böylece yaratma nefisler (=ruhlar) ile birlikte tecessüd ederler, Allah bize neyi öğrettiyse biz de onu bildik...
Kıyâmet'in zuhuruna ne kaldı? dedim...
İnsanların hesaba çekilmesi çok yakındır. Halbuki onlar gaflet içinde bulunuyorlar dedi.
Kıyametin yaklaşma şartlarından bir şartı bana tarif etsene dedim.
Dedi ki:
Adem'in varlığı, kıyametin şartlarındandır dedi.
Bu dünyâdan önce, bir dünyâ var mıydı? dedim.
Varlık dünyâsı tek'tir; dünyâ ancak sizinledir. Ahıret ise ancak sizin le ondan ayrılmıştır. Cisimlerdeki iş (yani mesele) kevn'ler (oluşlar) ve istihaleler (değişmeler), gelmeler, gitmeler'dir. Bunlar hep devam ederler dedi.
Nedir o? dedim.
Bildiğimiz ve bilmediğimizdir dedi.
Şu halde dedim, hangisi doğru hangisi yanlıştır?
Yanlışlık izafî bir şeydir dedi. Asi olan doğru'dur. Allahı ve âlem'i bilen bilir ki doğru müstehab (makbul) bir asıldır. Bu hiç zail ol yet mütekabillik varsa, yanlışlık da vardır. Yanlışlığa kail olan, doğruya da kaildir; yanlışlığın yokluğuna kail olan da, doğru'ya kail olandır ve o (kimse) yanlışlık'ı doğru'dan meydana getirmiştir.
Âlem, hangi (ilâhî) sıfatdan sâdır oldu? dedim.
(İlâhî) cömertlik'den dedi.
Bâzı şeyhlerden böyle işitmiştim dedim.
Dedikleri doğrudur dedi...»
«... Sonra ona (yani Hz. İdrîs'e) veda ederek ayrıldım ve Hânın aleyhis- selâm'ın yanına indim. Gördüm ki Hz. Yahya ona benden önce geçmiş (gitmiş). (Hz. Yahya'ya) dedim ki:
Seni (miraç) yolumda görmedim. Burada başka bir yol mu var?
Her şahıs için, ancak kendisinin girdiği bir yol vardır dedi.
Bu yollar nereye (çıkar)? dedim.
(Bu yollar) sâlik olmanın meydana gelmesiyle ortaya çıkar dedi. Sonra da Harun aleyhisselâmı selâmladım... Bana dedi ki:
İşin aslında ben bir peygamber değildim. Risâleti de ancak kardeşimin suâli üzerine aldım. Böylece üzerinde olduğum işde, bana da vahy geliyordu dedi.
Ey Harun dedim, ariflerden (=sûfîlerden) bâzı insanlar, kendi haklarında varlık'ın yokluk hâline geleceğini zannediyorlar ve ancak Allahı görüyorlar. Allahın yanında onlar için, âlemde iltifat ettikleri bir şey kalmıyor. Şüphe yok ki onlar, mertebe konusunda sizin gibilerin altındadır...
Doğru söylemişler dedi. Zira onlar kendi zevklerinin (bilgilerinin) kendilerine verdiği şeye ilâve yapmamışlardır. Lâkin bak, onlarca zail olan şeyden başka alemde birşey zail olmuş mu?...»
«... Sonra ona veda ettim ve Musa aleyhisselâm'ın (yanına) indim. Onu selâmladım. ... Kendisine :
Başkalarının hakkı (uğrun)da koşuştun da, senin için tam iyilik doğru oldu (gerçekleşti) dedim. Dedi ki:
Başkalarının hakkı (uğrun)da insanın koşması (çalışması) işin aslında ancak kendisi için koşma(çalışma)dır. Buna sâdece başkalarının teşekkürü ilâve olunur. ... Dedim ki:
Allah seni kendi elçilikleri ve kelâmı ile insanlara seçkin kıldığı halde sen, (Allahı) görmeği istedin. Halbuki Resûlullâh Hz. Muhammed der ki: «Ölmeden hiç kimse Rabb'ini göremez.»
Öyledir dedi. Ben de Allahı görmek isteyince (Allah) bana cevap verdi:
Ölünce mi? dedim.
Ölünce dedi. ... Dedim ki:
Sen âlimler topluluğundansm. İstediğin zaman sence «Allahı görmek» (Ru'yet'ullâh) ne idi? Dedi ki:
Aklî bir vucûb ile gerekliydi.
Başkalarından (ayrılan) hususiyetin nedir? dedim.
Ben Allahı görüyordum fakat onun Allah olduğunu bilmiyordum dedi ... (Meselâ): içinde, ismen tanımadığın bir şahsı tanıman (arzusu) var ve sen onun ismini, ona ihtiyacın var diye taleb ediyorsun. Böylece onunla karşılaşıyorsun ve selâm veriyorsun. O da seni, karşılaştığın diğerleri ile birlikte selâmlıyor fakat (sen) kendisini bilmi yorsun. Onu görüyorsun ama, yine de (hangisi olduğunu) görmüyorsun. Böylece onu sormakta (aramakta) devam ediyorsun. Halbuki o, senin gördüğün yerdedir...»
«... Sonra ona veda ettim ve ayrıldım. Böylece Hz. İbrahim Halil'in yanına indim. Ona selâm verdim...»
«... Sonra da Beyt-i mâmûr'u gördüm. Bir de baktım ki o benim «kalbim»miş. ... Ordan ayrılınca Sidre-i müntehâ'ya gittim: Onun aşağı dalları ile yüksek dalları arasında durdum. (İyi) amellerin nurları, beni kendimden geçirdi. Dallarının zirvelerinde (iyi) amel edenlerin ruhlarının kuşları (yani kuş haline gelen ruhları), insan yaratılışı üzere nida ediyordu. (Oradaki) dört (tane) nehire gelince : Bunlar, Merâtib'u ulûm'il- Vehb (XXVIII 46 ' 47 ) adını verdiğimiz küçük eserimizde zikr ettiğimiz dört ilâhî bilgi'dir. Sonra ariflerin (sûfîlerin) mişkât'larnıın refreflerini gördüm. Onların nurları beni kendimden geçirdi. Nihayet (ben dahî) bütün bir nur oldum. (krş. XII 14 ) Allah bana işi öyle yaklaştırdı ki, bunları her ilim için bir anahtar kıldı. Bildim ki, ben (Allahın) zikrettiği şeylerin toplamıyım. Zira Hz. Muhammed'e vâris olanlar arasında muhammedî makam sahibi olduğum müjdesi bana, bununla verilmişti. Çünkü Hz. Muhammed, son elçidir, kendisine (âyet) inen son kimsedir. ... Böylece bu mîracda bütün (ilâhî) isimlerin mânâları hasıl oldu ve ben bunların tek bir müsemmâ'ya (Allaha) ve tek bir cevher'e rucû ettiğini gördüm. İşte bu müsemmâ, benim görmüş olduğum idi ve bu cevher, benim varlığım idi. Böylece benim yolculuğum ancak kendimde ve benim rehberliğim ancak kendi hakkımdadır. Nihayet bildim ki ben, mahz (katkısız, öz) bir kulum; bende rububiyet bir eser asla yoktur...»


İbn Arabî kendisine peygamberlik izafe ediyor. (s:119)


Ben Cenab-ı Hakkı iki defa rüyada gördüm ve bana dedi ki:
- Kullarıma nasihat et . Bana denildi ki:
Gafil olma, zira sen, Allah'ın kullarına nasihata memursun


İbn'ul Arabi'nin kendisini İbrahim(a.s.)'a benzetmesi gafleti.(s:132-133)


«... (Hicrî) 556 yılında bulunduğumuz bir mecliste... yanımızda, pey gamberliği, müslümanların isbat ( = tasdik) ettiği derecede inkâr eden ve peygamberlerin getirdiği ( = yaptığı) mucizeleri de inkâr eden feylesof bir şahıs vardı ki, hakikatların tebeddül etmediğini (değişmediğini) söylerdi. Soğuk ve kış zamanlarıydı: Önümüzde ateş dolu büyük bir mangal vardı. (Dinî gerçekleri) inkâr eden ve yalanlayan bu feylesof dedi ki:
Halk tabakası (avam), Hz. İbrahim aleyhisselâm'ın (Nümrûd tarafın dan) ateş'e atıldığını ve ateş'in onu yakmadığını söyler. Halbuki ateş, bünyesi itibârı ile, yanmağı kabul eden cisimleri elbette yakar. (Oysa) Kur'anda İbrahim kıssasında zikr edilen ateş, Nümrûd'un ona olan kin ve garaz'ından ibarettir... ki bu da «gazab ateşi» (demek)tir. (Hz. İbrahim'in) buna atılmış olması, onun üzerine Nümrûd'un gazabı vardı (demektir) ve onu yakmaması da, cebbar Nümrud'un gazabı, Hz. İbrahim'e tesir etmedi (manasına)dır.(Feylesof) sözünü bitirince (keramet) ve temekkün makamında bu lunanlardan biri ona dedi ki:
Şayet ben sana Allah'ın, ateş konusunda (işin) zahirinde de doğru söylediğini ve ateş'in Hz. İbrahim'i yakmadığını göstersem... (ne ya parsın)?
Münkir (feylesof):
Olmaz öyle şey dedi. (Şeyh) ona:
(Mangal içindeki) bu yakan bir ateş değil mi? deyince:
Evet dedi.
(Şimdi) bunu kendi nefsinde (yani bizzat) göreceksin diyerek mangaldaki ateşleri (feylesofun) üzerine attı. (Ateşler) onun elbiseleri üzerinde (yakmaksızın) bir müddet kaldı. Kendisi bunları eliyle evirip çeviriyordu. Yakmadıklarını görünce, şaşıp kaldı. Sonra onları mangala iade etti (geri koydu). Şeyh ona :
Sen de ona elini (kendin) yaklaştır (bakalım) deyince, (feylesof) elini yaklaştırdı ve ateş onu (bu sefer) yaktı. Şeyh de ona:
(Kur'andaki) mesele böyledir: Ateş, emir almıştır, emirle yakar ve yakmayı (emirle) terk eder ( = yakmaz). Allah Teâlâ, her istediğini yapandır dedi. Böylece bu inkarcı (feylesof) doğru yola girdi ve (aczini) itiraf etti...»


Arş Allah'ın gölgesidir ve sultan yer yüzünde Allah'ın gölgesidir sapıklığı. (s:414)


Arş Allah'ın gölgesi'dir; (onun) iki imamı (önderi) ise, zahir ve batındır.
Sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir. Çünkü O'nun zuhuru, dünya aleminde eseri:)etkisi) olan bütün ilahi isimlerin sûretleri'yledir. Oysa Arş, ahirette Allah'ın gölgesidir


Arabî'nin insan-ı kamil saçmalıkları. (s:438)


İnsan-ı kamil'den daha mükemmel bir mevcut yoktur. Bu dünyada, insanlar arasında kemale ulaşamayanlar, bir hayvan-ı natık:) konuşan hayvan)'dır; (herhangi) bir suretin cüz'üdür; insanlık derecesine ulaşamaz. Aksine onun insanlığa nisbeti, bir ölü'nün insanlığa olan nisbetidir: Şu halde o, gerçek olarak değil, şeklen insandır.
Masivallah'da Allah'ın gölgesi, insan-ı kamil'dir.
Allah'ı ancak insan-ı kamil bilir*. Çünkü o, Allah'ın tecelli ettiği yerdir.


* Önemli not: Sayfa 393'te (Sufiler) taifesi der ki: -Allah'ı Allah'tan başkası bilemez, bu cümlenin yukarıdaki tanımla tenakuzuna dikkat ediniz.


Muhyiddid İbn Arabi - El-Futahat-Mekkiyye, Prof.Dr.Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara-1990



Muhyiddini Arabi Hazretleri - M.Kemal Pilavoğlu, Elifbe Yayınları

images



5


(Yavuz) Selim Şam'a girerse Muhyiddini Arabi'nin kabri açığa çıkar. uydurması (S.15)

Yine aynı kitapta (İzâ dehales siynü fiş şıyni yazharü kabri Muhyiddîn) kelâmını okuyordu. Yâni (Sin Şın'a girerse Muhyiddîni Arabi'nin kabri meydana çıkar) sözünü inceletti. Âlimler de bunun, Selim'in Şam'a girmesiyle Muyhiddîn'in kabrinin meydana çıkaca ğına remiz olduğunu söylediler.

Kendisine günde beş defa lanet eden adamı Allah'ın afv ettiğini Allah'ın müjdelemesi yalanı (S.20)

Zamanında bir adam, her nedense Muhyiddîni Arabi'ye buğzu adavet etmiş, ölünceye kadar da her namazın akabinde ona on kerre lanet etmeği vird edinmişti. Bu adam ölmüş, Muhyiddîni Arabî de bunun cenazesinde hazır bulunmuş, onun afv ü mağfiretini Cenabı Hak'dan dilemişti.
Sonra arkadaşlarından biri Muhyiddîn'i Arabi'yi evine götürmüştü. O bir müddet yememiş, içmemiş, uzun zaman murakabeye dalmış, sonra da meserretle o zatın yanma, gelmiş, yemek yemişti.
Bu zat bu hali görmekle sebebini sorunca Muhyiddîni Arabî; «Bana her namaz akabinde on kerre lanet okuyan bu adam afv ü mağfiret edilinceye kadar Allah'a, hiçbir şey yememek, içmemek üzere ahdetmiştim. Bu halde kaldım, onun afv ü mağfireti hususunda beşareti lütfetti, artık sevindim, şimdi yemek yiyebilirim» demiştir.

Muhyiddini Kabe'de cisimlenmiş ruhlarla konuşup sapıtması başlıyor. (S.30-31)


Bir gün Cuma namazından sonra Kabe' yi tavaf ediyordum. Tavafta şekil ve kıyafetçe garip bir şahıs gördüm. O kimse nazarı dikkatimi celbetti. İki kimse arasından kolaylıkla, hiç dokunmadan geçip gidiyordu. Derhal anladım ki, o, cesetlenmis bir ruhtur. He men durup selâm verdim. Aramızda konuşma vâki oldu.
Onun ismi Ahmet Septî'dir. Böyle ceset- lenerek hacılar içinde tavaf etmek devletine nasıl nail olduğunu sordum. O bana:
«Haftanın bir gününde kazanır, o kazanç ile haftanın diğer günlerini ibâdetle geçiririm» dedi.
Ben, o gün hangi gündür? dedim. O da: Pazar günüdür, dedi. Ben: Niçin kazancı o güne hasrettin? dedim. O da: Allahü Teâlâ pazar gününde âlemi halk etmeğe başladı. Cuma gününde ondan fariğ oldu. Bu altı gün de bizim kârımız oldu. Ben de kazanç için pazar gününü kendime tahsis ettim, dedi. Ona: «Sizin yaşadığınız zamanın kutbu kim,dir?» dedim. O kimse de: «Benim» dedi. Ve bana veda edip ayrıldı.
Sonra arkadaşlarımdan biri: «Tavaf esnasında sizinle konuşan kimdir? Ben o gibi şahsı Mekke'de hiç görmedim» dedi.



Muhyiddin i Arabi Mekke'de tavaf esnasında kırkbin sene önce ölüp cisimlenmiş hayaletlerle konuşması yalanı (S.31)


Mekke'deki diğer meşhur olan şühûdu. Şöyle nakleder:
«Bir gün tavaf esnasında şekil ve kıyafetçe yabancı bir kimseyi tavaf ederken gördüm. O adam tavaf ederken (Lekad tüftüm kemâ tüftüm sinînâ bihâzel beyti tarra seviyyâ) diyordu. (Yâni; bizler de sizin gibi bu beyti tavaf ediyoruz.) O adamın yanına yaklaşıp kim olduğunu sordum. O yabancı kimse:
- Ben senin büyük atalarındanım, dedi.
Sordum:
- Hangi asırda yaşadınız?
Kırk bin sene evvel vefat etmiştim.
- Ebülbeşer Âdem Aleyhisselâm'ın altı bin sene evvel halkolunduğunu söylerler.
- Sen hangi Âdem'den bahsediyorsun? Bil ki Ebülbeşer Âdem'den evvel yüz bin Âdem gelip geçmiştir» dedi.
Muhyiddîni Arabî bu sözlerden mütehayyir kaldığını kaydeder.


Muhyiddin-i Arabi altı peygambere iftira ediyor. (S.39)


Muhyiddîni Arabi Fütühât-ı Mekkiye'nin 667. babında diyor ki:
«Hazreti Âdem, Hazreti Yahya, Hazreti Yusuf, Hazreti İdris, Hazreti Musa ve İbrahim Aleyhisselâm'la görüştüm. Cümlesinden hakayık öğrendim. Bütün nebiler tarafından iltifatla; «Hoş geldin ya varis-i Muhammedi» diye karşılandım.»

Muhyiddin Arabi, Kutup olup olmadığını Ebul Abbas'ta sorması uydurması (S.39-40)


O, zamanın kutbu idi. Muhyiddîni Arabi kendisinin kutub olup olmadığı hakkında şüphe eden Ebül Abbas'a bir mektup yazmış, bâtınına teveccüh etmesini emretmişti. Ebül - Abbas bâtınına teveccüh edince bütün evliyayı bir daire teşkil eder görmüştü. Ortalarında iki zat vardı. Biri Ebül - Hasan, diğeri de En dülüslü Muhyiddîn'di.
Ebül - Abbas diyor ki:
«Bana bu iki zattan birisi Kutubdur» de nildi. Ben merakta kaldım. Acaba hangisi Kutubdur diye düşünürken, o anda bir secde âyeti okundu. Her ikisi de secdeye kapandılar. Bu anda bana, hangisi başını evvel kaldırırsa kutup (gavs) odur, denildi. Bunun üzerine bir de baktım ki, Muhyiddîni Arabî başını evvel kaldırdı. Artık onun kutbiyyetinden şüphem kalmamıştı.
Kendisiyle o anda harfsiz ve savtsız bir konuşma yaptım. Bir sual sordum, o da bir üfürmekle cevap verdi. Bu üfürük evliya hal kasına da sirayet etti. Cümle velîler ondan nasiblerini aldılar. Bundan sonra Muhyiddîn; «Sen bu dereceye erişince ben seninle Mısır' dan haberleşirim» dedi. Bir daha da bana mektup yazmadı.»


Muhyiddin'e denizde bir balığın soru sorması karşısında mağlup olması yalanı (S.41)

«Bir gün denizde bir gemide bulunuyordum. Gemi müthiş bir fırtınanın tesiriyle beşik gibi sallanıyor, batmak tehlikesinin alâ metleri beliriyordu. Beni huzursuz eden bu hareketten dolayı denize hitaben: (Sakin ol ey deniz. Senin üstünde de bir ilim denizi var dır) dememle deniz sakin olmuştur. Fakat denizden bir balık görünerek bana halledemiyeceğim bir sual sordu. (Madem ki ilim denizisin, benim cevabımı da ver) dedi. Ben o an da cevaba kaadir olamamakla mağlûb oldum, bir daha bilgimden bahsetmedim.»

Muhyiddin Arabi'nin filozof ile ateş dolu mangal olayı ve yalanı (S.42-43)


Hicrî 586 senesinde bir filozof, Nemrud' un ateşinin İbrahim Aleyhisselâm'ı yakmadı ğı meselesini inkâr ediyordu. O filozof, «ateş Nemrud'un gazabından ibaretti. İbrahim Aley hisselâm'ın ateşe atılması Nemrud'un gazabının onun üzerine vukuu ve ateşin yakmaması da, envârın üfûlüdür,» gibi sözler söylüyordu.
Velî bir zat (Muhyiddîni Arabî), «eğer ben Allah'ın ateşinin İbrahim'i yakmadığına, onu kendisi için berdi selâm ettiğine dair sözün doğruluğunu isbat edersen ne yapar sın? Ben İbrahim'i müdafaa yerine kaim oluyorum» dedi.
Filozof yine inkârında devam etti. O zat (Muhyiddîn) hemen, mangalda olan ateşi filozofun kucağına attı. Ateş filozofun elbisesi üzerinde kaldı. Filozof ona eliyle dokunduğu zaman ne elinin ne de elbisesinin yanmadığını hayretle gördü. O zat (Muhyiddîn) ateşi yine mangala koydu. Filozofun elini bu sefer ateşe yaklaştırdı. Filozofun eli derhal yandı. O zat (Muhyiddîn); «Şimdi ateş yakmağa memurdur. Emredersem yine yakmayı terkeder. Allah dilediğini işler» dedi. Filozof da derhal kelime-i şehâdet getirerek İslâm oldu.
Muhyiddîni Arabî bu kerametini yazarken kendisini gizlemiş, kendini «bir kimse» şeklinde ifade etmiştir. Biz de o zatı aydınlatmak için Muhyiddîni Arabî ismini parantez içine aldık.
Görülüyor ki, nefha-i Hak o büyük velîde tecellî etmekle keramet şeklini almıştır. Muh yiddîni Arabî yine bir gün bir tecelliyatla, bir yaşındaki kızı Zeyneb'e, bir zevk âleminde bir mes'ele-i fıkhiyye sordu. Henüz memede olan küçük kızın fasîh bir lisanla Muhyiddîni Ara bi'ye cevap verdiği görüldü.
Şüphesiz bu da, mevtayı söyleten enbiyâ nın ondaki bir tecellîsi idi. Çünkü o nûr-u nübüvvetle her şey bu makamda ayan olur. Bundandır ki, Muhyiddîni Arabî Endülüs'teyken bütün hayatını bir sinema şeridi gibi görmüş, seyretmiştir. Şüphesiz ki, bu büyük bir keramettir.


Muhyiddin Arabi Endülüs'ten ayrıldığından son ömrüne kadar Allah ona her şeyi bildirdi . Yalanı (S.43-44)


Faslı Hitab'ın 285. babında bundan bah sederken der ki: «Endülüs'ten ayrılıp da gemiye bineceğimiz sırada, âhir ömrüme kadar bütün ahvâl-i zahire ve batmayı bilmek arzusuyla murakabeye varmıştım. Allah bana cümlesini gösterdi.»
Tâbütü's-Sekîne kitabında Muhyiddîn: «Ümmete acımasaydım, kıyamete kadar gelecek bütün kutublan, isim ve nesepleriyle yazardım. Ümmete muhabbetimden bunu setrettim. Çünkü bunları bilerek inkâr, bilmiyerek inkâr ile eşit değildir, ilimle özür olmaz, cehl ile özür olur» buyurmuştur. Şüphesiz bu keramet de şühûd ilminin en yüksek bir mertebesidir

Yavuz Selim'in ebced hesabına inanması ve itiraz edenleri öldürmesi (S.44-46)

Yavuz Sultan Selim hicrî 920 yılında Muhyiddîni Arabi'nin kabbrini ziyaret etmiş, onu çok seven bir zatı da türbedar bırakmıştı. Bir gün türbedara; Mısır'a sefer edeceğini söyledi ve susuz cehennemi çöllerin geçilmesinin mümkün olup olmayacağını sordu. Türbedar, Muhyiddîn'in ilmine vâkıf ol ması dolayısıyla ona:
«Mısır'ı fethedeceğin Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunmuştur» dedi. Sultan Selim hayretle:
«Acep bu hangi âyettir?» dedi. Türbedar sûre-i enbiyâdan, (Velekad ketebnâ fizzebûri nün ba'diz zikri ennel arza yerisühâ ıbâdiyes sâlihûne) âyetini okudu. Bunun mânası: «Tevrattan sonra Zeburda, arza salih kullarım vâris olur diye yazmıştık» demektir.
Türbedar:
«Bu âyeti kerîmedeki (arz) dan maksat arz-ı Mısır'dır. Buradaki zikirde (z) ebced he sabıyla 700, (k) harfi 20 ve (r) harfi 200 ol mak üzere cem'an 920 eder. Binaenaleyh bu tarih sizin Mısır'ı fethedeceğiniz tarihtir» dedi.
Hakikaten Selim'in türbedarla konuştuğu zaman, hicretin 920. yılı idi.
Türbedar: «Allahü Teâlâ, salih kullarımı Mısır'a mâlik ederim diye vaad buyurmuştur» demesiyle Sultan Selim hayrette kaldı. Selim'in türbedara büyük itimadı olduğundan o sene ordusunu toplayıp Tih sahrasını geçmeğe karar verdi. Bunun içinde en sadıklarını müşavere tarîkıyla birer birer yanına çağırdı. Kendi re'yine itiraz edenleri derhal katlettirdi. Nöbet Ada na mutasarrıfı Halil Paşa'ya gelmişti. Sultan Selim ona:
«Askeri dağıttık. Mısır sultanının da fazla askeri var. Buraya gitmek isterim. Senin fikrin nedir?» dedi. Adana mutasarrıfı Sultan Selim'e:
«Sen kalbine bak. Kalbinde şecaat ve doğruluk varsa nusreti ilâhîye sana teveccüh eder» deyince Selim ona hil'at giydirdi. Ve sonra deminki âyet-i kerîmeyi okuyarak, türbedarına (zikir) kelimesinin hesabını yaptırarak, bunun 920 yılım gösterdiğini anlattı ve sonra Allahü Teâlâ'nın: Bu sene salih kulla rımı arza varis kılarım kelâmını izah ederek, arzdan murat Mısır olduğunu ileri sürdü ve 923 yılında Mısır'a girdi. Aşağı yukarı bu tarih bu zamanı gösterir. 922 senesi Recebin 26' sında Osmanlılarla Mısırlılar Dâbık ovasında çarpıştılar. Bu muharebenin neticesinde de Mısır fetholundu.


Muhyiddin Arabi kime baksa onun dünya ve uhrevi bütün hallerini haber verirdi. Yalanı (S.46)


Muhyiddîni Arabi'nin üvey oğlu Sadreddîni Konevî de Kitabı Fükûkünde:
«Muhyiddîni Arabi'nin öyle bir nazarı mahsusu vardı ki, her ne vakit bir kimsenin ahvaline muttali olmak istese, ona bir nazarla baksa, dün yevî ve uhrevî her türlü ahvalinden haber verirdi» der. Şüphesiz bu nazar Muhammed Aleyhisselâm'ın nazarından nur almış bir nazardı.

Muhyiddin Arabi'nin havada yürümesi ve bütün vücudunun bir göz olması yalanı (S.46-47)


Muhyiddîni Arabî, kerâmât-ı kevniyyeye taallûk eden bazı kerâmâtdan da bahseder. Fütühât'ın 36. babında:
«Biz şüphesiz havada yürürüz» ve yine «Birçok halkı havada yürürken gördük» demiştir. Bu keramet, insanın heykel-i zulmânîsinin, heykel-i nuranîsine kalbolduğu, kesretten letafete yol açtığı zamanda ehlullahdan zuhur eden bir harikadır. Bu anda vücut tek bir nur, tek bir göz halinde inkılâb edebilir. Bundan bahsederken Muhyiddîni Arabî Fütühât'ının 69. babında:
«Ben bu makamda Resûlüllah'a varis olunca, buna eriştim. Fas şehrinde Mescid-i Ezher'de namaz kıldırırken, mihraba girdiğim vakit bütün vücudum bir göz olmuştu. Her tarafımdan görüyordum. Kıblemi gördüğüm gibi, geride giren ve çıkan cemaati de görü yordum. Hiçbir şey bana gizli kalmamıştı. Hattâ namaza yetişemiyenleri ve yanlış kılanları görüp düzelttim» demiştir.


Sadreddin Konevi'nin Muhyiddinin mezun başında hayatta olduğu gibi görüşmesi yalanı (S.47)


Sadreddin Konevî bize Muhyiddîni Arabi'nin bu husustaki kerâmâtını anlatarak, Kitabı Cevâmî, kerâmâtı evliya bahsinde der ki:
«Muhyiddîni Arabi'nin vefatından sonra kabrini ziyarete gidiyordum. Tarsus'un sıcak bir günü idi. Hafif bir rüzgâr ovanın çiçeklerini okşuyordu. Ben de bunlara bakıp kudreti ilâhiyeyi düşünüyordum. Allah'ın sevgi ve aşkı kalbimde yandı. Bir de baktım ki Muhyiddîn pek güzel surette karşımda tecellî etti. O güya bir nur halindeydi. «Bana bak» diyordu. Sonra bir tecellîyi Hak zuhur etti, kendimden geçtim. Göz açıp yumuncaya kadar bir de baktım ki, Muhyiddîni Arabî karşımda duruyordu. Hemen selâmlaştım, elini öptüm ve kucaklaştım. Allah'a şükür ki, mezarına giderken, onu bizzat hayatta olduğu gibi gördüm, konuştum ve bildim.»

Arabi'nin geleceği bilmesi yalanı (S.79)

Mesela, (Şeceretü'n-Nu'maııiye Fî Devleti'l-Osmaniye)'de Muhyiddîni Arabî: «(H) 9 ay muhasara ettiği, birçok âlet ve mal mahvettiği halde Bağdad'ı alamıyacak; Bağdad'ı 1048'de (M) alacak) demektedir.
(H) dediği, Osmanlılar tarafından Bağdad'ı muhasara eden Hafız Paşa olup, 9 ay muhasara ettiği, birçok mal telefat verdiği halde Bağdad'ı alamamıştır. Ancak Bağdad'ı almak şerefi, Muhyiddîni Arabi'nin (M) dediği Sultan Murad'a 1048 senesinde nasib olmuştur. Muhyiddîni Ârabî 600 sene-i hicriyesinin ricali olduğu halde bunları bilmesi onun kerâmât-ı âliyesini göstermeye kâfidir.

Evliyaların divan toplantıları yalanı (S.125-127)


Ben nice kerre evliya toplantılarına, divanlarına gittim. Bir keresinde güneş henüz doğmuştu. Onlar beni uzakdan görüp karşıladılar. Ben onları, şunlar gölgelidir, şunlar gölgesizdir diye seçer vaziyetteydim. Divanda hasır olan ölü kâmil veliler ruhanî uçuşlarla uçarak, divan yerine bir konak mesafeye yaklaştıklarında yere konuyorlardı ve ayaklarıyla yürüyerek divana geliyorlardı.
Bu, dirilere karşı bir tazimdir. Ricali gayb de böyledir. Bazısı bazısını ziyaret ettiğinde, ruhanî seyirler yaparlar.
O divanda melekler de bulunur. Onlar safların en arkasındadırlar. Burada kâmil cinler de hazır bulunur. Onlar hâzırûnun en arkasında durur ve bir safa bile baliğ olamazlar.
Bazı zamanlarda o divanda Hazreti Nebî de hazır bulunur, gavsin yerinde oturur. Hazreti Nebî geldiğinde kendisiyle beraber, takat getirilemeyen nurlar da gelir. O nurlar yakıcı, korkutucu, öldürücü nurlardır. O nurlar mehabet, azamet celâlet nurlarıdır. Hattâ şecaatte en yüksek dereceye erişmiş bir kim seye o nurlar ansızın gösterilse o kimse derhal Ölür. Şu kadar ki, Cenâb-ı Hak evliyaya o nurlara takate kuvvet verir.
Hazreti Nebi hazır olduğunda, onunla birlikte takat getirilemiyen nurlar geldiğinde, ehli divandan olan melekler, Hazreti Nebinin nuruna girerler ve Hazreti Nebi divanda hazır oldukça hiçbir melek zahir olamaz. Hazreti Nebî divandan çıktığında yine zahir olurlar.
O divanda, senede bir gece, ibrahim, Mu ta ve cemi resuller hazır bulunurlar. O gece Kadir gecesidir. O gecede meleklerden Meleği âlâ ve ezvâcı mutahherât, bütün ashâb-ı kiram h azır bulunurlar.
Bazan Gavs kaybolur, hazır olmaz, Nebi Aleyhisselâm hazır olur. Divan ehlinde öyle bir korku hâsıl olur ki, nezdi nebevide kendilerini, havasından çıkacak şeyin akıbetini bilmezler. Hattâ o hal uzarsa âlemler yıkılır.»

Muhyiddini Arabi Hazretleri - M.Kemal Pilavoğlu, Elifbe Yayınları, 3.Baskı, İst-1979



Özün Özü - Muhiddin-i Arabi, İsmail Hakkı Bursevi, Sadeleştiren Abdülkadir Akçiçek , Kamer Neşriyat,
images


6

Tasavvuf dininin yerdeki tek İlahı İnsan-ı Kamil'dir. (S.50-60)

a)(S.50-52)
İNSAN-I KÂMİL
Burada İNSAN-I KAMİL anlatılacaktır. Anlatılan hazarat ve âlemlerin hepsini bu insan kapsar ve benliğinde toplar. İNSAN-I KÂMİL, birleştirici mertebeye sahiptir; İsm-i Azam makamındadır. İsm-i Azam nasıl bütün isimleri özünde toplar ise, İNSAN-I KAMİL de onun gibi, mülk, melekût, ceberut ve lahüt âlemlerini toplar. Zahirde olsun, batında olsun, ÎNSAN-I KÂMlL'in kuşatmadığı hiç bir makam yoktur. Zati olan bir sirayetle, hepsinde hükmünbü geçirir ve hangi şey olursa olsun; onda ayniyle zuhur eder. Nitekim, Hazret-i Ali şöyle söyledi:
Sen kendini sandın bir parça, küçük; Halbuki sende âlem var, en büyük.
Yani, sen kendini ufak birşey sanırsın; halbu ki sende en büyük alem saklı ve gizli...Bir mürşi- de gider özüne karşı anlayış alırsan herşeyi sende ve seni herşeyde var görür; yakinen bilirsin.
İNSAN-I KÂMİL'in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin: On sekiz bin âlem; bir havan içinde döğülse, hamur haline gelse, ter kibi İNSAİN-İ KAMiL olur. Bu insan; on sekiz bin âlemi. on sekiz bin gözle seyreder. Her âleme, o âleme has olan gözle bakar. Duygular âlemini, duygu gözüyle; akıllara sezilenleri akıl gözüyle, mânalan da kalb gözüyle seyreder. Öbürlerini de buna kıyas et. Duygu "madde" gözüyle, manaları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir; bu, ehline malumdur.
Bir şiir:
Yürü, bir göz bul çare eyle;
Bu kez, ondan ona nazar eyle.
Gayb alemini, seyredebilmk için, Hakkani bir göz gerek.
Âlemleri; on sekiz bin olarak hesap edenler için temel şudur: Külli akıl, külli nefis— bunlara levh ve kaklem de denir — arş, kürsî yedi kat semâ, dört tabiat unsuru ve üç mevâlid; bunlar bü tün olarak on sekiz eder. Teferruat itibariyle de, on sekiz bin olur.. Bir çok büyükler böyle der. Ger çek durumda esas olan ise; âlemlerin, sayıya gelmeyeceğidir.

b)(S.55-60)
İNSAN-I KÂMÎL..
İşte bahsi geçen cümle şeyler, melek ve fele İNSAN-I KÂMİL'in kalbine konsa orada zerre kadar dahi tartı değmez. Hazreti Beyazid, bu makama varınca şöyle anlatmıştır:
Arş ve ondakiler, milyon kere büyüse ve arifin kalbinde bir köşeye konsa; orada bir şeyin varlığını duymaz.
O gönül ki, yerlere ve göklere, arşa ve kürsiye sığmayan, Yüce Hakkın azamet ve celâlinin, cümle zat ve sıfatının tecelli yeri olmuştur; ona bu kadar büyüklük çok mudur?. Bunu, şu kudsî hadis de teyid eder:
«Göklerime, yerlerime sığamam, lâkin mümin kulumun kalbine sığarım.»
Burada müminden murad, İNSAN-I KAMİLdir. Kalbe sığmaktan murad ise, o kalbin Hak cemale ayna olmasıdır. . İşte şu hadis-i şerif bunu anlatır:
«Mümin, müminin aynasıdır.»
Birinci müminden, İNSAN-I KAMİL ikinci sinden de, Yüce Hakkın zatı kasd edilir. Açık manası:
- İNSAN-I KAMİL Hakkın aynasıdır. Cümlesi olur.
Büyük mürşid Muhiddin-i Arabî, Füsus'unda kalb azametini haber verirken; Bayezid Hz. nin beyanına da değinmiş, şöyle demiştir.:
Onun açıkladığı mana, arifin, cisimlere
nisbetle büyüklüğüdür. Burada ben de şöyle derim:
Şu sonu olmadığı anlatılan varlık için; kendisini yaratana bakarak bir son bulunur.
İşbu hali ile anlatılan varlık, İNSAN-I KÂ- MİL'in kalbine konmuş olsaydı, onun ağırlığını duymazdı.
Hazretin anlattığı azamet, sayı ve hesaba gelmeyeceği gibi; vehim ve kıyasa sığar cinsten de değildir. O, zevke dayanır. Allah-ü Teâlâ o zevk leri cümlemize nasip eyleye... Hu!..
Hazret-i Bayezid, bu makamda şu şiiri söylemiştir:
Sevgiyi, kadeh, kadeh aldım;
Ne şarap bitti; ne ben kandım..
Bu makamda anlatılan sevgi, aynen sevilendir. Bu şiiriyle Hâzret ) kalb mertebesinden haber vermiş ve onun genişliğini anlatmıştır; ki bu, ehline malumdur. Tefsir gerekirse, öyle denir:
Kalb aynam, ezelî ve ebedî sevgilinin tecelli ve feyizlerine mazhar oldu. İlahi feyizler, birbirini takip ederek inip gelmekte ve kalbim onu kabul etmektedir. Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi; tükenecek gibi de değil...
Bunları anlatmaktan gaye, İNSAN-I KAMİL'in azametini ve mertebesini açıklamaktır, dolayısiyle 'Yüce Hakkın yüceliğini.
Bir şiir:
İnsan, keyfiyetini, bilemedikten sonra; Nasıl ezel sahibi Cebbar Allah'a vara!.
Cümle ağaçlar kalem, denizler mürekkep, in sanlar, bu gözle göremediğimiz melekler, cinler de kâtip' 'olsa, İNSAN-I KAMİL'in hallerini anlatıp bitiremezler. Zamanları, dünya kuruluşundan, kıyamete kadar uzasa ; bu faslın yüzündeki ince zarı dahi atamazlardı.
Bu fasla işaret olarak; şu âyet-i kerimeyi zikredelim:
«Söyle; denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa ,
Rabbımın kelâmı bitmeden tükenir; bir misli daha gelse, yine tükenir.» (18/109)
ÎNSAN-I KÂMİL'in bir adı (Elif-Lam-Mim) dir. Nitekim, Kur'an'ı Kerim'in başında.
«Elim-Lam-Mim Şu kitap var ya, onda şüphe yoktur.» (2/1)
Buyur ulur. Bir hadisi şerifte:
«İnsan ve Kur'an ikizdir.»
Buyurulur. Burada insandan murad, İNSAN-I KÂMİL'dir. Burada ikizden kasd, aynı batında do-ğan ikiz kardeş manasına gelir.
Hâsılı..
Yukarıdanberi ne anlatıldıysa hepsi birbirinin aynasıdır. Lahüt'un âynâsı ceberut; ceberûtun aynası, melekût; melekûtun aynası mülktür. Bunların hepsine ayna, İNSAN-I KAMİL'dir . ÎNSAN-I KÂMİL, Allah-ü Taâlâ'nın halifesidir. Ve kendini gösteren bir aynadır. İlahi varlığı, kâinatı gösteren bir aynadır. İNSATT KÂMİL'in özünde olmayan hiçbir mertebe yoktur.

Elde olmayan sebeplerle söz uzadı; sadede ge lelim.-Esas mevzu, Muhiddin-i Arabi'nin şu cümlesi üzerineydi:
İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir îtikadâ bağlanıp kalmazdı.
İnsanın anlatılan hale gelmesi, İNSAN-I KAMİL olması sayılır. Buraya kadar saydığımız şeyler İNSAN-I KAMİL'in binde bir vasfını teşkil eder. İnsan bu mertebeyi bulduktan sonra, mutlak surette Hakkın tecelligahı olur; ki, o hangi yönden kendisine "tecelli ederse, kabullenir. Bu mertebeyi bulana:
İNSAN-I KÂMİL..
Denir. Hak Taâlâ. bu mertebeye ermeyi cüm lemize ihsan eylesin. Amin!. Hu!.
Ey kardeş, insafla düşün. Hak bize büyük istidat vermiş. Biz ise, bunu boşa gideriyoruz; lâyık mı?.
«Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın."(7/179)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan zümrenin derekesine kendimizi indiriyoruz: Bize hayıf oluyor; bize yazık" oluyor.
İNSAN-I KÂMİL olmak kolay değil; ancak kâmil bir zatı bulup elini tutmakla, ona hizmet et mekle kabil olur.
Yüce Hak o istidadı herkese vermiştir; ama, insan kendini alt derekeye düşürür; istidadını yi tirir.
Kendini bir kâmil mürşide teslim et. Sen dahi bir insan ol.
Asıl kemal, insanlığı belli bir itikada bağlı bilmemektir. Ama sanılmaya ki: İNSAN-I KAMİL mezhepsiz ve itikadsız bir kişidir. Zira, onun mezhebi ve itikadı ilahi dilekte ve ilahi emrin varlığın- dadır. Onların inanışı, mecazi mezhep ve itikad degildir. Hak erenlerinden bazısına:
--Hangi mezheptensin?
Dendikte:
Huda mezhebindenim.
Dedi.
Bir şiir:
Bütün mezhepler kaydından beri ol;
Tüm yolcuların başta gideni ol..
Bazı büyüklere şöyle sordular:
-Anlatıldığına göre. irfan sahibi özel bir inanışa bağlı kalmaz; lakin halka uyar bir şekilde açığa çıkar. Çünkü;
«İnsanlara, akıl erdirecekleri kadar konuşunuz.»
Buyurulmuştur. Eğer kalbindekini açığa vursa, onu hemen öldürürler.
Durum böyle olunca, o irfan sahibi, münafık olmaz mı?
Cevap şu oldu:
Olmaz. Zira münafık ona denir ki, gizli bir itikada sahip olur; bu itikadının aksine amel izhar eder. Yaptığının yersiz olduğunu kendisi de bilir. Arif odur ki, hem izhar ettiği itikat Hak olur; hem de içinde olan itikada dışı zıt görünür; ama değildir. İrfan sahibinin çerçevesi geniştir. Onda iki zıt dahi birleşir; bu zıtlar zâhirdekilere göre ol sa dahî, ona göre zıt olmaz. En iyi bilen Allah'tır.



Hak Teala cümle eşyayı zatının aynısı kıldı. İftirası. (S.69-74)

Şeyh İrakî şöyle der:
Hak Taâla cümle eşyayı, zatının aynı kıldı. Hikmeti ise, kendinden gayrına ibadet olunmaya başkası sevilmeye.. İlâhî gayret, (kıskançlık) bunu gerektirdi.
Bir şiir:
Gayreti, yabancı komadı Hakkın;
Şüphesiz o, aynı oldu eşyanın..
Bir başka şiir:
Hak diledi ki, eşyayı yarata;
Özünden gayrı komadı arada.
Bu âlemde tapanlar ona tapa;
Ki, her yüzde görünen o, halk kapa.
Ki, insan iyi huyla kapabilir;
Ve dar gönüller onunla yapılır..

Yukarıda arz edilen hususlar, şu âyet-i keri menin bilinen mealidir.
«Rabbın hükmü şu ki; kendisinden gayrına kulluk etmeyesiniz.» (17/23)
Daha açık manası ile ifade edilen mana şudur:
- Ey Peygamber, Rabbın takdir ve hükmü şu ki: Sevgide, övmede, senada ondan başkasını bilmeyesin, görmeyesin ve kul olmayasın. Zaten, on dan başkasına ibadet, mümkün değildir. Hatta puta" tapanın tapışı bile sonuçta. Hakka varır; çünkü onun varlığı da Hakkındır. Bunu anlamak için cümle varlık, Hakkın olduğunu anlamak ve bilmek gerekir; sözümüz onlara aynadır.
îşte irfan sahibi, bu manayı anladıktan sonra, ne muayyen bir itikada sahip olur; ne de diğer kimselerin itikadına sataşır, inkâr eder. Zira: Cümleyi bir emir zincirine bağlı gördü; kendisinin de, emir ve iradeden başka bir şey olmadığını anladı. Mevcut, yalnız o.. Yine o irfan sahibi, herkesi mazhar olduğu isim tecellisi cihetiyle itikad ve edeplerini yerli yerinde gördü.
Bir şiir:
Bir zerrecik yerinden kayıp oynasa; Âlem harap olurdu, baştan ayağa..
irfan sahibine:
«Her ne yana dönerseniz, Hakkın (tecelli) yüzü o yandadır.» (3/115)
Ayet-i kerimesinin manası zahir olur.
Yani, zahirde ve batında cephenizi nereye çevirirseniz, orada Hakka çıkan bir yol vardır. Ger çekte:
«O, her an, bir şan alır.» (55/22)
Kaidesine göre, makamlar ve mertebeler de bulunur.
Her makamda bir türlü, her mertebede bir başka yüz gösterir. Her yüzde bir başka türlü gü zellik, her güzellikte bir başka aşk, her aşkta bir türlü gamze, her gamzede bir türlü işve, her iş vede bir türlü cilve, her cilvede bir türlü naz, her yerde de bir türlü başlama şekli vardır. Bu yüzden aşka müptelâ olup inleyen zatlar çeşitli hallere düşerer. Gah, kabz ve celâl sıfatına mazhar olurlar. Gah, bast ve cemâl sıfatı tecellisinin mazharı olur; zevk alır, zevke dalar, safa bulurlar. Gah naza, gah niyaza kapılırlar. Bu sıfatlar, aşıkm naza rında türlü türlü haller alır; fakat o aşık, hiçbirini itrnez. Hal böyle olunca, arif kendini nasıl muayyen bir itikada kaptırsın; gitsin.
Aşıkm sevdiği mahbup, hangi sıfatı takınsa, hangi libasa bürünse ve her ne şekilde tecelli etse, katiyen gaflete düşmez ve tek yüzüne bağlanmaz. Ayrıca her yüzden onun güzelliğini gördüğü gibi, tek yüze bağlanıp kalanları da mazur görür. Dai resi geniştir. İtikad faslında, tek yüze bağlanıp kalmanın da ilâhî şuûnattan biri olduğunu bilir ve ilâhî isimlerden birinin gereği olduğunu kabul eder. Nitekim izzet sahibi Yüce Hak bir âyetinde şöyle buyurdu:
«Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, Hak onu nasiyesinden tutmuş olmasın; kesin olarak bi linsin ki, Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir.» (12/ 6)
Bu âyet-i kerime, Hud nebinin dilinden anla tılır.
Herkes, bir ismin mazharı olup onun tasarrufu altında bulunur. Celâl, cemâl, hadi, mudili; bunların hangisi olursa olsun, onun doğru yoludur, İtikad bahsinde de aynıdır. Bir kimsenin itikadı, diğer şahsa göre ayrılık taşısa bile, aslında mazharı olduğu isme binâen, doğru yoldadır; onun müstakim sıfatı odur. Meselâ, yayın doğruluğu eğri ol masından anlaşılır. Şaşkınlık, Hakkın mudill ismi ne göre doğrudur, hadi ismi onu, eğri bilsede, yine doğru sayılır. İşte, arif kişi, bu manaya vâkıf olduğu için, hiç kimsenin dinine sataşmaz..

Burada bir soru akla gelir. O sorunun cevabını kader sırrına aşina olamayan vermeye kadir olamaz, ehli olana kolaydır.
Sual şudur:
Cümle ibadet ve diğer bütün ahval, ilâhî esma tecellisi gereği oluyor ve kulun da onları yapıp yapmamakta bir seçme ehliyeti olmuyor. Bun da anlaşılıyor ki, herkes bulunduğu işi yapmaya mecbur.. Bu da cebre girer ve zülüm olur. Cevabı şöyle olabilir:
Yukarıda sorulan sorunun tahkiki netice sinde iki durum hâsıl olur. Bir defa mahiyetler, önceden yapılmış değildir. İkincisi ise, ilmin, bili nen şeye tabi olmasıdır. Bu iki duruma vukuf peyda olunca az da olsa, kader sırrına vukuf peydan olur. Beyan edilen iki şeyi aslına uygun şekilde anlamak icap eder. Onlara vukuf peydah olunca,
Allah'ın yardımı ile kader sırrına da nüfuz peydah olur. Çünkü bunlar anahtar mevkiindedir.
Yukarıda:
- Mahiyetler. Diye arz edilen kelimenin manası şudur:
Eşyanın ilâhî bilgi denizinde mevcut olan suretleri..
Ama ilimle sınırlı suretleri.. Mahiyetlerin bir adı da ayah-ı sabite, olarak anlatılır. Orada Hakkın ilimi zatının aynıdır. Bu hal, İNSAN-I KAMİL için dahi böyledir. Diğer bir itibarla da, ilim zata aynadır. O mahiyetlere Hak'tan gelen feyz; yine onların zatında mevcut olan, istidat ve kabi liyete göre gelir, İtikad ve diğer hallerde, onun dı şına çıkamaz. İsyan, küfür, itaat bunların her biri, o mahiyetin, kabiliyetine göre istemiş olduğu şeylerdir. İstidadı nisbetinde Hak'tan ne diledi ise o verilmiştir. Meselâ: Buğdayda istidad, buğday olmak; arpanınki arpa, darınınki de darı., diğerlerini de var buna kıyas eyle.
Eğer arpanın dili olsa, ekene itirazla:
Beni niçin buğday yapmadın?.
Dese, ekinciden alacağı cevap:
Senin istidadın, kabiliyetin buydu...
Olur. Ayrıca arpa, tohumunu ektikten sonra, buğday ummak ahmaklık sayılır. Bu anlatılanlara göte, herkesin mahiyeti, ayan-ı sabitesi ezelde her ne hal ve özellikte idiyse, hangi ismin tecellisi kıs metine düştü ise, bu âlemde onu gösterebilir. Her şey ezelde verilen şekilde aşikâr olur. ilâhî bilginin ona bir tesiri yoktur.
«İşeri yerli yerince yapıcılara yemin olsun.» (79/5)
Manasını taşıyan âyetteki kurala göre, arif olanlar bu sırra vâkıftır. Haddizatında, malûm olan bir şey ne halde ise, ilâhî bilgi onu ilgilendirir ve o esma ve sıfatın iktizası olarak zuhura gelir. Ve:
Bilgi bilinene bağlıdır...
Demeden maksat da, bunu ifade etmektir.


Hak Teala kendi varlığını yarattı. İftirası. (S. 102-103)

Muhiddin-i Arabî Hz. devamla der ki:
-- Bir haberde şöyle anlatıldı:
"Hak Taala kendi varlığını yarattı."
Ama bu mayı akıllar idrâk edemediler, reddettiler. Çünkü onlar, maddi şeyleri düşünebilen akıllar idi. Maddiyata taalluk eden akıl yüce şeylerini anlayışında kusurludur Bunu anlamak için maddeyi geçip ötelere varan akıl gerektir. Haddizatında: --"Hak Taala varlığını yarattı...."
Demek; dış bakımdan iyi görülmez. Ama, mana cihetiyle gerçektir ve herşeyi âciz hale getiren bir haldir; bize gereken ise budur, yani manadır.

Akılların alamadığı önemli bir mesele de şudur:
Her kim Hak Taâlâ hakkında bir kelâm etse, ona suret vermiş olur. İbadet dahi etse, o suret ver diği şeye ibadet eder; o da Allah-ü Taâlâ'nın kendisidir, başkası değildir. Hak Taâlâ kulun tasavvu runa, itikadına ve anlayışına göre kalb 'aynasında
Asıl meseleye geliyoruz. Şöyleki: Bu tasavvurda ve düşüncede Hakkı elbetteki o kul yaratmadı; ancak, mutlak Hak Taâlâ kendi varlığını yaratmış oldu. Her şeyi yaratan, Allah-ü Taala'dır; ondan başka yaratıcı yoktur. O kulun itikadında zuhur eden dahi, Hakkın yarattığı eşya cümlesindendir; ki, onları dahi Hak yaratmıştır., "Hak Teâlâ, kendi varlığını yarattı.» Cümlesinin derin manalarından biri de budur.
Bilinmesi gereken bir husus daha var; onu da anlatalım:
Halk, caal, icad, sun ve tekvin kelimelerinin her biri bir başka manaya delâlet eder. Şöyle- ki: HALK'ın manası yaratmak; C A A L'ın manası kılmak; İCAD'ın manası var etmek; SUN'un manası kudret eseri göstermek.
T E K V İ N'in ma nası görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır.
Az, çok ayrı mana da taşısalar dahi, hepsi aynı yola çıkar. Hepsinden gaye Hakkın zuhuru ve tecellisidir.
--Hak Teâlâ kendi varlığını yarattı.
Cümlesine verilecek bir başka mana ise şudur.
Düşünen kulun zannına ve düşüncesine, göre varlığını izhar eder.
Şöyle bir misal var: Bir kimse aynayı karşısına alır, kendini orada var eder, görür ve bilir. İn sanın aynada kendini bakıp görmesinde bir ayrı safâ vardır. Bu sebepten Hak Taâla bu âlemi ve Adem'i yarattı ve bunları varlığına ayna kıldı. Şu mühimdir ki: Âlem aynasında kendi yaşayışını. Âdem aynasında ise, aynını görür ve seyreder. Bu rada Adem'den murad, insandır.
O âlemi ve Adem'i yarattı, varlığına ayna kıldı.
Demekten murad ise, şudur:
Zatını ayna suretinde izhar etti.. Cemalini o aynadâ zatına arzetti. Bu yüzden bakar oldu. Kendi güzelliğini görüp aşka düştü. Hayran oldu, niyaza kapıldı. Diğer yüzden maşuk oldu, naz ve işveye girdi. Kendi Hüsnünü yine kendine arzetti ve tecelli etti.
Burada bakan, bakılan ve bakmak ve ayna, tek şeydir.
Bu İNSAN-I KÂMİL, Öyle saf, öyle temiz mutlak aynadır ki, mutlak cemâlj)lan Hak, zatını kayıtsız orada müşahade eder.
İNSAN-I KÂMİL'in aynası, Hakkın tecellisine göredir. Diğerlerinde olan tecelli, Külün harınına, kabulüne ve istidadına göredir. Gerçeği söyleyen Hak'tır ve doğru yola hidayeti o verir.


Özün Özü - Muhiddin-i Arabi, Kamer Neşriyat, 3.Baskı, Ter.İsmail Hakkı Bursevi, Sadeleştiren Abdülkadir Akçiçek, İst-1984




******


Burhanuddin el-Bikai, Tenbihu'l-Gabiyyi İla Tekfiri İbn Arabi adlı kitabında İbn Arabi,nin bu inancı yüzünden İbn Arabiyi Tekfir edenlerin isimlerini zikretmiştir bizde bu isimleri burada zikrediyoruz :


1-۞Zeynuddin el-Iraki
2-۞Ebu Zur,a Veliyuddin Ahmed İbn Zeynuddin
3-۞İmam el-Mizzi (H.654/724)
4-۞Yusuf İbnu,z-Zeki Abdurrahman İbn Abdilmelik Ebu,l-Haccac Cemaluddin
5-۞İmam Ebu Ali İbn Halil es-Sukuti
6-۞İz İbn Abdusselam
7-۞İbn Ebi,l-Kasım es-Sulemi
8-۞Şihabuddin Ahmed İbn Yahya İbn Ebi Halce et-Telamsani el-Hanefi
9-۞Bedruddin Huseyn İbnu,l-Ehled Seyfuddin İbn Abdullatif İbn Balaban es-Suudi es-Sufi
10-۞Takıyuddin Ebu,l-Feth Muhammed İbn Ali el-Kuşeyri İbn Dakik el-İyad (H.625-702)
11-۞Ebu,l-Feth el-Ya,muri
12-۞es-Salah Halil es-Safdi
13-۞Ebu,l-Feth İbn Seyidi,n-Nas
14-۞Muhammed İbn Muhammed İbn Ali İbn Yusuf (İbnu,l-Ceziri) eş-Şafi
15-۞İmaduddin İsmail İbn Kesir
16-۞Takiyuddin Ebu,l-Hasen Ali İbn Abdi,l-Kafi es-Subki
17-۞Kutbuddin İbnu,l-Kastallani
18-۞İmaduddin İbn Ahmed İbn İbrahim el-Vasiti
19-۞Burhanuddin İbrahim İbn Mu,dad el-Cu,beri
20-۞Zeynuddin Ömer İbn Ebi,l-Harem el-Kittani eş-Şafi
21-۞Müfessir Ebu Hayyan Muhammed İbn Yusuf el-Endulisi
22-۞et-Takiyy el-Hisni
23-۞Takiyuddin el-Fasi
24-۞Bahauddin es-Subki
25-۞Alleme Şemsuddin Muhammed el-Ayzeri eş-Şafii
26-۞Şerefuddin İsa İbn Mes,ud ez-Zevavi el-Maliki
27-۞İmam Nuruddin Ali İbn Ya,kup el-Bekri eş-Şafii
28-۞Alleme Necmuddin Muhammed İbn Akil el-Balisi eş-Şafii
29-۞Cemaluddin Abdullah Yusuf İbn Hişam
30-۞Lisanuddin Muhibb İbn,l-Hatib el-Endelusi el-Maliki
31-۞Şemsuddin Ebu Abdillah Muhammed el-Mevsıli eş-Şafii
32-۞Şemsuddin Muhammed İbn Ahmed el-Bisati el-Maliki
33-۞(Mısır kadısı) İmam Şuhabuddin Ebu,l-Fadl Ahmed İbn Hacer
34-۞Şeyhulislam Siracuddin Ömer İbn Reslan el-Bulkini
35-۞Allame Burhanuddin es-Sefakisi
36-۞İmam Şemsuddin Muhammed İbn Ahmed İbn Osman ez-Zehebi
37-۞Seyfuddin İbnu,l-Mecd Ali el-Hariri
38-۞et-Tac el-Baranbari
39-۞İbrahim er-Rakki
40-۞Ebu Zeyd Abdurrahman İbn Muhammed el-Hudari İbn Haldun
41-۞İmam Radiyuddin Ebu Bekr İbn Muhammed İbn Salih el-Cibliyy (İbnu,l-Hayyat eş-Şafii)
42-۞Kadı Şihabuddin Ahmed İbn Ali en-Naşıri
43-۞Alauddin Muhammed İbn Muhammed el-Buhari el-Hanefi

Bu İmam ve muctehidler tarafından İbn Arabi Tekfir edilmiştir :

(el-Bikai,Tenbihu'l-Gabiyyi İla Tekfiri İbn Arabi (s.135-183)



Ekli dosyayı görüntüle 600


Abdulmuizz abi, şu saçma küfür sözler bahsigeden kitabın orijinalinde de var mı?
 
el-Buveyti Çevrimdışı

el-Buveyti

Üye
İslam-TR Üyesi
Bu reddiyenin aslı hangi dilde arapça mı?
Orijinalını nerden bulabiliriz?

 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
eş-Şeyh Nebî Abdulbârî b. Turhân b. Turmûş es-Sînobî (ö.936/1530)

Osmanlı Dönemi’nin önemli bir tasavvuf muhalifi olan Abdulbarî (Nebî) b. Turhan es-Sinobî’dir. Muhyiddin İbnu’l-Arabî'nin vahdet-i vucûd/tevhîd-i vucûdî anlayışı başta olmak üzere tasavvuf ekolunun sapkınlıklarına karşı “Hayâtu’l Kulûb” ve “Risale fi Vahdetu'l-Vucud” adlı eserlerinde tekfire varan ağır eleştirileri yöneltmiştir.
İlgili eserleri Arabca olup, Kastamonu il Kutubhanesindedir.


İbn Kemal’in muzakerecisi Sinoplu Abdulbârî (Nebî) b. Turhan’ın Ḥayâtu’l-ḳulûb adlı eseri ve fetvası İbn Kemal’in fetvasının aksine (Atay, Sf: 267-268) Fuṣûṣ’un aleyhinedir. Fâtih Camii’nde hatiblik yapan İbrâhim b. Muhammed el-Halebî, Tesfîhh’l-ġabî fî tekfîri İbn ʿArabî, Nîmetu’ẕ-ẕerîʿa fî nuṣreti’ş-şerîʿa (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 2880) ve Durretu’l-muvaḥḥidîn ve riddetu’l-mulḥidîn (Köprülü Ktp., nr. 720, vr. 1-83) adlı reddiyelerinde Fuṣûṣ müellifinin, “Âlem Hakk’ın sûretinden ibarettir”; “Herhangi bir şeye ibadet eden kimse Allah’a ibadet etmiştir”; “Halkı Hakk’a davet etmek halkı kandırmaktır”; “Allah zâhirin ve bâtının aynıdır” ve “Allah eşyanın aynıdır” gibi sözlerinin bizzat kendisi tarafından yapılan açıklamalarını göz ardı ederek onu tekfir eder.

***


Felsefî Vahdet-i Vücutçuların ve Halvetiyyenin Eleştirisi

Sînôbî’nin ele aldığı konulara içerik olarak göz attığımızda örneğin birinci cildin 38. Babında
slâmî fırkaların zemmi, inkârcı (mulhid) vahdet-i vücut felsefesini benimsemiş sufî mezhebi, onların “Firavun iman üzere öldü”, “velî, peygamberlerin derecesine ulaşabilir hatta daha yüksek dereceye çı- kabilir”, “velîlik nübüvvetten daha üstündür” gibi görüşlerinin zemmi hakkındadır (Bk., Nebî Abdülbârî b. Turhân b. Turmûş es-Sînôbî, Hayâtu’l-kulûb, Manisa İl Halk Kütüphanesi, Arşiv no: 45 Hk 6245, c. I, vr., 233b) Firavun’un iman üzere öldüğünü iddia edenleri zemmetmektedir. Ona göre bu görüşü ilk savunan Fusûsü’l-hikem (Fusûsü’l-hikem, İbnü’l-Arabî’nin rüyasında Hz. Peygamber’in (s) kendisine, “Bu Fusûsü’l-hikem kitabıdır. Bunu al ve halkın faydalanması için muhteviyatını açıkla” demesi üzerine Şam’da bulunduğu sırada hicrî 627 yılında yazdığı meşhur kitabıdır (Muhyiddîn İbn Arabî, Fusûsü’l-hikem, (Thk. Ebu’l- ‘Alâ el-‘Afîfî), Dâru’l-Kütübi’l-‘Arabiyye, Beyrût-Lübnân, sf: 47) sahibi İbnü’l-Arabî’dir (638/1240).
Sînôbî’nin belirttiğine göre İbnu’l- Arabî Fusûsü’l-hikem’de kendisinden önceki zındık ve sapıkları savunmuş, te’vili doğru olmayan bir rüya ile hareket etmiş ve Firavun’un bu dünyadan tertemiz ve arınmış olarak ayrıldığını ileri sürmüştür.
(Sînôbî, Hayâtu’l-kulûb, c. I, vr., 233b-234a; İbn Arabî, Fusûsü’l-hikem, Sf: 201; Sînôbî’nin Firavun’un iman üzere öldüğü iddiaları bağlamında İbnü’l-Arabî’ye yönelttiği eleştiriler hakkında bk., Özdemir, “Abdülbârî es-Sînôbî’nin Hayâtu’l-Kulûb Adlı Eserinde Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin “Firavun İman Üzere Ölmüştür” İddiasına Reddiyesi”, Sf: 222-239) Kendisinden sonra da sûfîlerden Halvetiyye onun görüşünü benimseyerek tıpkı onun gibi, “Firavun bu dünyadan tertemiz ve arınmış olarak gitmiştir” demişlerdir.
Hayâtu’l-kulûb sahibi İbnü’l-Arabî ve Halvetiyye’nin bu iddialarını reddetmekte ve “Ey iman edenler! Biliniz ki tüm bunlar, Firavun’un küfür üzere öldüğünü kesin olarak belirten ve Kur’ân’daki yirmi iki sûrede zikredilen açık naslar ile ummetin her asır ve zamandaki icmasını inkâr etmek anlamına gelmektedir” diyerek inananları uyarmaktadır.(Sînôbî, Hayâtu’l-kulûb, c. I, vr., 233b-234a) Sînôbî, Firavun’un iman ile dünyadan ayrıldığını iddia eden İbnü’l-Arabî’nin, “Biz, İsrâîloğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları t+akib etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, (Firavun): “Gerçekten, İsrâîloğullarının inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!” dedi” (Yunus 90) âyetini delil getirdiğini söylemekte fakat kendisi buna itiraz ederek şöyle demektedir: Şayet o, âyette yer alan kelimelerin terkiplerinin inceliklerini en alt seviyede anlayabilmiş olsaydı ve İslâm dininin kâidelerini tasdik etmiş olsaydı bu âyetin kendisinin lehine değil aleyhine bir delil teşkil ettiğini kesinlikle anlardı”. (Sînôbî, Hayâtu’l-kulûb, c. I, vr., 234a. ) Hayâtu’l-kulûb sahibi bu şekilde itiraz ettikten sonra görüşünü desteklemek için el-Keşşâf sahibinin âyete ilişkin şu değerlendirmesine yer vermektedir:
Orada yüzüstü ve yardımsız bırakılan (mahzûl) Firavun, kabul edilmesini çok arzuladığı için tek manayı üç kere ve üç ayrı ibareyle (yani, iman ettim; İsrâîloğullarının inandığı Tanrı’dan başka tanrı ilah yoktur; ben de Müslümanlardanım) tekrar etmiş fakat bu iman kendisinden kabul edilmemiştir. Zira vakit kabul vakti değildi.(Sînôbî, Hayâtu’l-kulûb, c. I, vr., 234a; Krş., Ebu’l-Kâsım Cârullâh Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî, el- Keşşâf ‘an hakâiki ğavâmidı’t-tenzîl ve ‘uyûni’l-ekâvîl fî vucûhi’t-te’vîl, (Thk. Âdil Ahmed Abdul- mevcûd, Ali Muhammed Mu’avvaz), Mektebetu’l-Abîkân, 1. Bsk., Riyâd 1418/1998, c. III, Sf: 169) Abdulbârî es-Sînôbî Firavun’un iman üzere değil küfür üzere öldüğüne ilişkin diğer Kur’ânî nasları izah ettikten sonra, “kim melun Firavun’un iman ettiğini iddia ederse hiç şubhesiz o kimse Kur’ân’ı yalanlamıştır, ed-deyyân ve el-melik olan Allah’ın kelâmında tenâkuz olduğunu tasdik etmiş, İslâm’ın temellerini ibtal etmiş, Firavun ve kavminin küfrü gibi kâfirlerden, yalancılardan ve dâlâlete düşenlerden olmuştur. Dolayısıyla Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onun üzerine olsun. Zira o sapasağlam yapılmış din binasını yıkmış, akl-ı selim ve katî naslarla tesbit edilmiş delilleri inkâr etmiştir”, demek suretiyle Firavun’un iman üzere öldüğü iddialarını çürütmeye çalışmış, bu şekilde inananları açıkça tekfir etmiştir. (Sînôbî, Hayâtu’l-kulûb, c. I, vr., 244a-b)

Hayâtu’l-kulûb sahibi Halvetiyye tarikatını da zemmetmektedir.
Zira Onların iddiasına göre veli, peygamberlerin derecesine ulaşabilir hatta daha üst mertebeye de erişebilir. Velilik nübüvvetten daha üstündür. Yine onlar diyorlar ki, veli muhabbette, kalb duruluğunda ve ihlâsta kemâle eriştiğinde kendisinden emir, nehiy ve namaz ile zekât gibi zâhirî ibadetler sakıt olmaktadır. Bu durumda onun ibadeti tefekkürden ibaret olmakta, artık kendisine ne günah zarar verecek ve ne de kebîre işlemekle ateşe girecektir. Nitekim Nebî (s) “Allah bir kulu sevdi mi artık ona günah zarar vermez”
(Tâcuddîn b. Ali b. Abdilkâfî es-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfi’iyyeti’l-kübrâ, (Thk. Mahmûd Muhammed et- Tanâhî), Dâru Hicr li’t-Tıbâ’ati ve’n-Neşr ve’t-Tevzî’, 2. Bsk., yy., 1413, c. VI, s. 375) buyurmuştur. (Sînôbî, Hayâtu’l-kulûb, c. I, vr., 244b)

Sînôbî tüm bu iddiaların Müslümanların icmasıyla fâsid olduğunu belirtmekte ve Halvetiyye’nin “velî, peygamberlerin derecesine ulaşabilir hatta daha üst mertebeye de erişebilir” şeklindeki iddialarını şu şekilde reddetmektedir:
Veli peygamberlerin mertebesine ulaşamaz. Dolayısıyla veli nasıl olur da onların mertebelerinden daha üstün mertebeye çıkabilir ki? Nitekim Sa‘duddîn et-Teftâzânî (792/1390) Şerhu’l-‘akâid adlı eserinde şöyle demektedir:
Hiçbir veli peygamberlerin derecesine erişemez. Çünkü peygamberler masumdurlar, “âhiret” korkusundan güvendedirler, vahiyle ve melekleri muşâhede etmekle şereflendirilmişlerdir, ahkâmı tebliğ etmekle ve insanları irşat etmekle memurdurlar/görevlendirilmişlerdir.
(Sa’duddîn Mes’ûd b. Ömer b. Abdillâh et-Teftazânî, Şerhu’l-‘akâidi’n-Nesefiyye, (Thk. Ahmed Hicâzî es-Sakkâ), Mektebetu’l-Kulliyyâti’l-Ezheriyye, 1. Bsk., Mısır 1407/1987, Sf: 105) Hâlbuki velî böyle değildir. Zira risâlet nübüvvetin fevkindedir, nübüvvet de veliliğin üstündedir. Binâenaleyh şu bir gerçektir ki nübüvvet velilikten daha üstündür. Aynı şekilde Nebî’nin (s) nübüvveti de velilikten üstündür. (Sînôbî, Hayâtu’l-kulûb, c. I, vr., 244b)
Hayâtu’l-kulûb sahibi Halvetiyye’nin, “velî muhabbette, kalb duruluğunda ve ihlâsta kemâle eriştiğinde kendisinden emir ve nehiy sakıt olur” şeklindeki iddialarına da yine et- Teftâzânî’nin Şerhu’l-‘akâid adlı eserinden alıntı yaparak şu şekilde cevab vermektedir:
Kul âkil ve bâliğ olduğu müddetçe kendisinden emir ve nehiy sakıt olmaz. Zira muhabbette ve ihlasta insanların en mükemmeli hususan Habîbullâh’tır ve onlar hakkındaki mükellefiyetler daha eksik- siz ve daha kâmildir. Hatta onlar en küçük bir zellede bile kınanmaktadırlar. Rasûlullâh’ın “Allah bir kulu sevdi mi artık ona günah zarar vermez”
(Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfi’iyyeti’l-kUbrâ, c. VI, Sf: 375) hadisinin anlamına gelince bu şu demektir: Yüce Allah onu günahlardan korur ve günahların ona zararı dokunmaz. (Teftazânî, Şerhu’l-‘akâidi’n-Nesefiyye, Sf: 105) Ayrıca es-Sînôbî’ye göre mükellefiyetler konusunda emir ve nehiylerle ilgili gelen umumî hitablar ve muctehidlerin icması mükellefiyetlerin sakıt olmayacağını göstermektedir. (Sînôbî, Hayâtu’l-kulûb, c. I, vr., 244a-b)
 
Üst