Şeriatın Aşamalı Tatbikinin Ya da Güç Olmadığı İçin Tam Uygulayamamanın Delilleri
بسم الله الرحمن الرحيم، الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى آله وصحبه أجمعين
بسم الله الرحمن الرحيم، الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى آله وصحبه أجمعين
Yeni Suriye devleti yöneticilerinin, İslam’ın bazı hükümlerini uygulamamasının sebeplerini 3 maddede toplayabiliriz. Bu yazımda, bu sebeplerden biri üzerinde durmak istiyorum.
Diğer ikisi şunlardır:
1) Uygulamaya şer’î manada güçleri yetmesine, imkanlarının bulunmasına rağmen ihmal etmek, münkerlerin önüne geçmede gevşek davranmak, buna gereken önemi vermemek.
2) ‘’Bunun İslam’daki hükmü budur’’ dediğimiz bazı hükümleri kabul/tercih etmemek. Bu da ya ictihadi bir hatadır ya da şaz ve batıl bir görüşü almaktır.
Rabbimizden isteğimiz, yöneticilerin din konusunda ciddi ve gayretli olmaları, toplumun dini maslahatlarını/dinin korunması ve yayılması maslahatını, dünyevi maslahatlarının önünde tutmaları, dinin asıllarından sabitelerinden genel ilkelerinden taviz vermemeleri, şeriatın müsamaha ettiği sınırı aşmamalarıdır.
Hiç şüphesiz tevhid/şirk koşmamak, dinin en büyük aslı, en önemli sabitesi, maslahatların en büyüğüdür. Bunda asla taviz verilemez. Lakin bugün bazıları, Suriye yöneticilerinin tevhidi bozup şirke düştüklerini, dinden çıktıklarını ve Suriye devletinin bir küfür devleti olduğunu iddia ediyorlar! Halbuki bu yöneticiler Allah Teâlâ’nın hakimiyetinde hiçbir büyük şirk koşmadılar; Allah’ın hükmüne açıkça aykırı bir kanun çıkarmadılar. Başkasının koyduğu şeriata aykırı bir kanunu hakim kılıp bununla hükmetmiyorlar. Veyahut: ‘’Yönetimi mutlak olarak halk belirleyecek; eğer halkın çoğunluğu İslam’ın hakim olmasını istiyorsa İslam, başka bir yönetim şeklini seçerse onunla yönetilecek’’ demediler.
Bilakis Suriye yönetimi, İslam şeriatının, yasamanın temel kaynağı olacağını, yani çıkarılacak kanunların İslam’a uygun olacağını, istişare ile şeriata aykırı olmayan, onun izin verdiği alanlarda kanunlar yapılacağını, Allah’tan bağımsız hükümler belirlenmeyeceğini ilan etti. Bu ilkeyi bozduğu iddia edilen anayasal bildirideki birkaç madde ise ucu açık, tevile gayet müsait, batıl manaya da, sahih/caiz anlama da ihtimalli maddelerdir.
Binaen aleyh, Suriye yöneticilerini tekfir etmek, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemenin ve demokrasinin nasıl ve ne zaman dinden çıkartıcı birer küfür olduğunu, tağutu reddetme şartının ne ile gerçekleştiğini tam idrak edememekten, yanlış anlamaktan ve meseleleri birbirine karıştırıp ayırt edememekten kaynaklanıyor.
Bunu bildikten sonra;
Devlet yöneticilerinin, Allah Teala’nın bazı hükümlerini tatbik etme farzını yerine getirmemelerinin bir sebebi ise, ‘’şer’î manada yeterli güç ve imkan’’a sahip olmamaları, yani uyguladıkları takdirde bunun beraberinde getireceği mefsedet/zararların, maslahatından daha büyük olması, zararının faydasına galip/baskın gelmesidir. Bu durumda güç ve imkan elde edene, engeller kalkana kadar şer’an sorumlu değildirler.
İnşaallah bunun caiz olduğuna ve bazı durumlarda bazı haramların işlenebileceğine dair deliller, seleften uygulamalar ve alimlerimizin sözlerini, nasıl baktıklarını zikredeceğim.
Son derece önemli ve hassas olan bu konuyu işlememdeki amaç, eleştirilerimizin duygusallıktan uzak ilim üzere ve insafla olması, geniş perspektiften bakıp hakkaniyetli bir yargıya varabilmek ve gereksiz endişelere kapılmamaktır.
Lütfen okuduklarınızdan ‘’bununla yöneticilerin şu yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışıyor, şu işlerinin caiz olduğunu söylemek istiyor’’ anlamı çıkartmayın. Bundan razı değilim. Zira öyle zannedilen bazı şeyleri caiz görmüyorum veyahut ‘’buna şer’î manada güçleri var, kudreti/maslahat ve mefsedeti takdir etmede hatalılar, Allahu a’lem’’ diyorum.
Sırf böyle anlaşılacak diye bu konuyu işlemekten geri durmuştum. Ancak -yine bazıları yanlış anlayıp ithamda bulunacak olsalar da- faydasının daha büyük olacağını düşünerek bu konuyu ele almaya karar verdim.
Kardeşlerim! Bunları öğrenin, ilminizi artırın. Birkaç kitaptan, ev derslerinden, sohbetlerden, falanca ilim talebelerinin videolarından öğrendikleriniz yüzeysel bilgiler. Şeriat bu değil! Duygusal yaklaşmayın, hamâsi duygularınızı ilmin önüne geçirmeyin. Öğrenmeye ve önyargısız anlamaya çalışın ki haddinizi bilesiniz, ilmî seviyenizin farkına varasınız, geniş bakıp düşünebilesinz, farklı görüş ve ictihatlara müsamaha gösterebilesiniz, eleştirilerinizde insaflı olasınız ve gereksiz endişelere kapılmayasınız. Yoksa her fırsatta sürekli eleştirenlerin fitnesine kapılırsınız da onlar gibi siz de hicretten, cihattan, İslam’ın şahlanışının ilklerinden olmaktan, büyük hayırlardan mahrum olursunuz.
Amacım ve gayem budur. Trollük yapmıyorum. Kimsenin bel’amı ve yamacısı değilim. Bazı şeylerden ben de rahatsızım ve benim de endişelerim var. Siyasetlerini beğenmeyip eleştirebilirsiniz tabi. Lakin devletin baş yöneticilerine ve komutanlarına; muazzam fethin lider kadrosuna hüsnü zan edilmeli. Hüsnü zan edilmeyecekse de en azından nötr kalınmalı, hain oldukları zannına düşülmemelidir. Çünkü:
a) Bu yöneticiler, müslümanların çoğunun ‘’cihad bitti/satıldı, bölgeleri teslim ettiler’’ deyip yardımı ve desteği kestiği bir zamanda herkesi şaşırttılar. Görüntü ve gidişat gerçekten endişe verici olmasına rağmen ipleri kendi ellerinde tuttuklarını ispatladılar.
b) Bu yöneticiler, İdlib’te İslam şeriatını hakim kıldılar. -Tam olmasa da- İdlib şeriatla yönetiliyor, mahkemeler şeriatla hükmediyor.
2024 senesinin Ocak ayının başında genel adab kuralları kanunnamesi yayınlanmıştı; İdlip’te kadınlar şer’i tesettüre riayet edecek, müzik çalmak yasaklanacak v.s. kararlar uygulanacaktı. Ancak Türkiye’nin engellemesi sebebiyle yürürlüğe konulamamıştı.
c) Bu yöneticiler, Suriye cihadında yer alan muhacirleri asla satmadı ve ülkeden çıkarmayacaklarını, vatandaşlık vereceklerini belirttiler ve Amerika’ya bu isteğinden geri adım attırdılar.
d) Bu yöneticilerin hedefinde Kudüs’ü fethetmek var. Bunu devlet başkanı Ahmed Şara 2018 senesindeki bir konuşmasında da söylemişti:
https://x.com/mahfildijital/status/1866763546215976998
Allah (azze ve celle) onları, rızasına, şeriatına uygun bir şekilde idare etmeye muvaffak kılsın. Amin.
1. DELİL
Mağrib El-Kaidesi’nin şer’î heyet başkanı Şehid Şeyh Ebu’l Hasen el-Buleydî (rahimehullah) ‘’eş-Şerîatu’l-İslâmiyye ve Fıkhu’t-Tatbîk’’ isimli kitabında şunları kaydetmiştir:
‘’Şer’î hükümlerin inişi bir defada gerçekleşmemiştir. Aksine bu hükümler, tedrîci (aşamalı) olarak/adım adım teşrî kılınmış ve nihayetinde insanlar bu hükümleri kabul etmeye hazır olunca son haline ulaşmıştır.
Yusuf b. Mâhek’in, müminlerin annesi Aişe (radiyallahu anhâ)’dan rivayet ettiğine göre O şöyle demiştir: “Kur’ân’dan ilk olarak, mufassal surelerden içinde cennet ve cehennemin zikredildiği bir sure indi. Ta ki insanlar İslam’a döndükleri zaman helal ve haram (hükümleri) indi. Şayet ilk inen şey ‘içki içmeyin’ (hükmü) olsaydı, insanlar: ‘içkiyi asla bırakmayız’ derlerdi. Şayet ‘zina etmeyin’ (hükmü) inseydi: ‘zinayı asla terk etmeyiz’ derlerdi.”(Buhari, hadis no: 4993)
İbn Hacer (rahimehullah) şöyle açıklamıştır: ‘’Hadisteki ‘’helal ve haram (hükümleri) indi’’ sözü, vahyin indiriliş sırasındaki ilahî hikmete ve Kur’ân’dan ilk olarak tevhide davet, mümini ve itaat edeni cennetle, kafiri ve asi olanı ise cehennemle müjdeleme içerikli ayetlerin indiğine işaret etmektedir. Kalpler bu inanca alışıp mutmain olunca helal (farz) ve haram hükümleri indirilmiştir. Bu yüzden Aişe (radiyallahu anhâ): “Şayet ilk inen şey ‘içki içmeyin’ (hükmü) olsaydı, insanlar: ‘içkiyi asla bırakmayız’ derlerdi” demiştir. Çünkü insanların yapısında/mizacında, alışılmış şeyleri terketmekten hoşlanmamak vardır.’’ (Fethu’l-Bârî, 11/213)
Hükümlerin tedrîci (aşamalı) olarak teşrî kılınması, hükümleri tedrîci olarak uygulamaya işaret etmektedir. Halife Ömer b. Abdülaziz de (rahimehullah) böyle anlamıştır. Nitekim oğlu Abdülmelik, şeriatın hükümlerini tam olarak bir an önce uygulamasını isteyince ona şöyle demiştir:
“Acele etme oğlum! Allah Teâlâ Kur’ân’da içkiyi iki kez yermiş ve üçüncüde haram kılmıştır. Ben, insanları bir anda hakkı yapmaya sevk edip (yaptırıp) onu reddetmelerinden ve fitne olmasından korkuyorum.” (el-İkdu’l-Ferîd, 1/38, el-Muvâfakât, 2/148)
Ayrıca şöyle denilir: Biz, hükümlerin tamamlandığında ve son haliyle karar bulduğunda hemfikiriz. Ancak bu, hükümlerin aşamalı olarak uygulanmasına engel değildir. Mesela bir haram ‘tedrîci uygulama’ adı altında helal haline gelmez. Haram, haram olarak kalmaya devam eder. Çünkü hükümler karar bulmuş ve tamamlanmıştır. Tedrîciliği işlettiğimiz yer ise, hadlerin uygulanması, muamelâtın İslamileştirilmesi ve başka hükümleri toplum üzerinde tatbik etmektir.
Bu aşamalı uygulama, nihayetinde hükümlerin doğru ve tam olarak uygulanmasına götürür. Ömer b. Abdülaziz’in oğluna söylediği gibi:
“Eğer Allah bana ömür verirse düşüncemi yaparım (adaleti gerçekleştiririm.) Şayet ölümüm acele gelirse, Allah niyetimi bilmektedir.”
(Şeyh Ebu’l Hasen el-Buleydî’den nakil burada bitti.)
Şeyh Buleydî, kitabının başka bir yerinde şunları söylemiştir:
‘’İslam’ın garipliğinin şiddetlendiği ve İslam’ın bütün hükümlerinin uygulanmasının zor olduğu müslüman bir toplumda, şartların bulunması ve engellerin yok olması ışığında gücün, maslahatların ve mefsedetlerin gözetilmesi gerekir.
Bunun en meşhur örneklerinden biri, raşid halife Ömer b. Abdülaziz’in uygulamasıdır. O, kendisinden önceki bazı yöneticilerin işlediği zulümlerden sonra hilafete gelmiş ve ıslah etmede aşamalı olarak ilerlemiş, değiştirmede acele etmemiştir.’’
2. DELİL
İzz b. Abdüsselam (rahimehullah) ‘’Kavâidu’l-Ahkâm fî Masâlihi’l-Enâm’’ adlı eserinde (2/58) Musa ve Hıdır (aleyhimesselam) kıssasındaki Kehf 79-80. ayetlere şu yorumda bulunmuştur:
‘’Şayet Musa, gemiyi delmekteki maslahatı, çocuğu öldürmedeki faydayı, gemiyi sağlam bırakma durumunda meydana gelecek gasp edilme mefsedetini ve çocuğu hayatta bırakma durumunda anne ve babasını küfre ve azgınlığa sürüklemesi zararını bilseydi, Hızır’a karşı çıkmaz ve Ona bu işlerde yardım eder, görüşünü tasvip ederdi. Çünkü bu işlerde Allah’a yakınlaşma bulunmaktadır. Bunun benzeri durum şu zamanımızda vuku bulsaydı hükmü aynı olurdu. Bunun birçok örneği vardır: Mesela bir gemi bir yetime ait olup, vasîsi geminin zorla elinden alınacağından endişe ederse ve gemiyi deldiği takdirde zorba kimsenin onu gasp etmekten vazgeçeceğini bilirse, daha az zararı gözden çıkararak daha büyük/önemli faydayı korumak için gemiyi delmesi gerekir.’’
Şeyh Muhammed Salih el-Muneccid (hafizahullah) şöyle demiştir:
‘’Hızır (aleyhisselâm), Allah’ın kendisine öğrettiği ilim ve hikmetle, her sağlam gemiyi zorla alan zalim kralın eliyle geminin tamamen yok olması mefsedetini def etmek için, gemiyi delme zararına girişmiştir. Yine O, anne babasını azgınlık ve küfre sürükleme mefsedetini def etmek için çocuğu öldürme zararına girişmiştir. Ancak çocuğun öldürülmesi Hızır hakkında caizdir, bizim şeriatımızda ise caiz değildir.’’
3. DELİL
Parlamentoda görev almanın caiz olduğunu savunanların öne sürdüğü; Yusuf (aleyhisselam)’ın küfür yasalarıyla yönetilen müşrik bir devlette, devlet mallarını idare etme (maliye bakanlığı) görevini üstlenmesi, konumuza delil teşkil etmektedir. Bunu İbn Teymiyye (rahimehullah) şöyle açıklamıştır:
‘’Yusuf (aleyhisselam)’ın Mısır kralına ait ülke hazinelerini yönetme görevini üstlenmesi, hatta kraldan bu görevi istemesi, kral ve kavminin kafir olmalarına rağmen gerçekleşmiştir… Malumdur ki kafir olmalarının yanında, malların alınması/toplanması ve kralın önde gelenlerine, ailesine, ordusuna ve halkına harcanması hususunda adetlerinin ve geleneklerinin/törelerinin de olması gerekir. Bunlar ise Nebilerin yoluna ve adaletine uygun olmaz.
Yusuf (aleyhisselam), Allah’ın dininden görüp istediği her şeyi yapma imkanı yoktu. Çünkü halk Ona icabet etmemişti. Ancak O, adalet ve ihsandan mümkün olanı yaptı. Yönetime gelmesi sayesinde ailesinden müminleri onurlandıracak şeyler elde etti ki, yönetime gelmeden bunlara ulaşması mümkün değildi. Bunun hepsi, ‘’gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun’’ (Tegâbun 16) ayetine dahildir.
Dolayısıyla iki vacip (farz) çakışıp ikisini birden yapmak mümkün olmadığı zaman, o ikisinden en güçlü olan öne geçirilir. Bu durumda diğeri ise vacip olmaz ve daha güçlü olanı yapmak için diğerini terkeden kimse hakikatte vacibi terkeden olmaz.
Aynı şekilde, iki haram toplanıp o ikisinden daha büyük olanı terk etmek ancak daha küçük olanı işlemekle mümkünse, bu durumda küçük olan haramı yapmak gerçekte haram sayılmaz. Bu ‘bir vacibin terkedilmesi’, diğeri de ‘bir haramın işlenmesi’ diye isimlendirilse de zarar vermez. Bu gibi durumlarda şöyle denilir: ‘’Vacibi bir özürden ötürü terk etti’’, ‘’Haramı, baskın gelen bir maslahattan ya da zaruretten ötürü veyahut daha büyük bir haramı def etmek için yaptı.’’
...
Vacipler ve haramların çatışması, özellikle de nübüvvet izlerinin ve nübüvvet hilafetinin azaldığı (fesadın yayıldığı) zamanlarda ve yerlerde bu meseleler çok olur. Bu azalma her arttığında bu meseleler de çoğalır. Bunların bulunması, ümmet arasında fitne sebeplerinden biridir. Çünkü iyilikler (salih ameller) kötülüklerle (günahlarla) karıştığı zaman birbirine benzerlik ve bağlılık meydana gelir.Kimileri iyiliklere bakarlar ve -büyük kötülükler içerse bile- bu tarafı tercih ederler. Kimileri ise kötülüklere bakarlar ve -büyük iyilikler terk edilecekse bile- diğer tarafı tercih ederler. Her ikisine de (hem iyiliklere hem kötülükere) bakan orta yoldakilere ya da onların çoğuna ise, faydanın ve zararın miktarı net olarak belirmeyebilir ya da bu onlar için belirir/açık olur, ama iyilikleri yapmada ve kötülükleri terk etmede kendilerine yardım edecek kimse bulamazlar. Çünkü hevalar görüşlerle birleşmiştir. Bunun için hadiste şöyle gelmiştir: ‘’Allah, şüpheler karşısında keskin görüşlülüğü ve şehvetler anında ise tam aklı sever.’’ (Mecmûu’l-Fetâvâ, 20/56-57)
İbn Teymiyye’ye Göre Yusuf (aleyhisselam) Kafir Kralın Kanunlarını Uyguladı! Lakin…
İbn Teymiyye’nin (rahimehullah) yukarıdaki sözlerinden rahatlıkla anlaşılıyor ki Ona göre Yusuf (aleyhisselam) kafir kralın kanunlarını uyguladı! Lakin bu, günümüz yöneticilerinin küfür kanunlarını uygulamasından farklıydı. Şöyle ki:
Yusuf (aleyhisselam) kraldan devlet hazinesini yönetme görevi isteyince kral Ona -Yusuf 56. ayetten anlaşıldığı üzere- bu makamda istediği gibi idare etme, dilediğini uygulama imkanı, tam bir yetki verdi. Yani Yusuf (aleyhisselam), hazine yönetiminde kralın isteğine/kanunlarına göre hareket etmek zorunda değildi. Babasının şeriatına bağlı olarak Allah Teala’nın hükümlerini uygulayacaktı.
Yani günümüz yöneticileri gibi göreve geldiğinde Allah’ın hükümlerinden kopup Onun şeriatına aykırı olan kralın kanunlarına bağlanmadı veya ‘’şöyle hükmedeceksin, şu sınırda hareket edeceksin, bunun dışına çıkmayacaksın’’ şeklinde kimsenin ve hiçbir şeyin altına girmedi. Bilakis sadece Allah’ın hükmüne bağlı idi, sadece Onun hükümlerine boyun eğmişti. Sözün kısası; yönetiminde hakimiyyet sadece Allah Teala’nındı.
Ve Yusuf (aleyhisselam) gücü yettiğince Allah’ın şeriatına göre hükmetti. Nasıl ki namaz, oruç, v.s. farzları güç yetirebildiğimiz kadar yerine getirmekle mükellefiz, aynı şekilde Yusuf (aleyhisselam) da Allah’ın indirdiğiyle hükmetme farzını imkanı kadar yerine getirmiş, Allah’ın hükümlerinden gücünün yettiği kadarını uygulamıştı. Zira Mısır halkı, Onun tevhid davetine icabet etmemişti. Kafir oldukları için sıkıntıya sebebiyet vereceğinden Allah’ın her hükmünü onlar üzerinde uygulayamıyor, Allah’ın hükmüyle hükmetmekten aciz olduğu yerlerde kralın kanunlarını uyguluyordu.
Nitekim İbn Teymiyye (rahimehullah) başka yerlerdeki sözlerinde, Allah Teala’nın indirdiğinden başkası ile hükmetmenin küfür/şirk olmasının illetini ‘’Allah’ın hükmüne bağlı olmamak’’ diye belirlemiştir ki, günümüz yöneticilerinin yaptığı da budur.
4. DELİL
Yusuf (aleyhisselam)’ın kafir bir devlette maliye bakanlığı görevini üstlenmesi gibi günümüz küfür devletlerinde yönetici olmanın caiz olduğunu savunanların öne sürdüğü; Habeşistan kralı Necaşi’nin gücü yetmediği için kafir kavmine Allah’ın indirdikleriyle hükmedememesi, dinin hükümlerini uygulayamaması, buna rağmen Nebi (aleyhisselam)’ın onu mazur görüp bu haliyle de yönetici olarak kalmasını ikrar etmesi ve öldüğünde onu salih bir kardeş diye vasıflayıp gıyabi cenaze namazını kılması da işlediğimiz konuya bir delildir.
Bunun açıklamasına geçmeden evvel önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyorum:
Bizim tevhidi camia, Necaşi’nin yöneticiliğini delil olarak kullanan particilere cevap verirken genelde şöyle diyorlar: ‘’Necaşi’ye Allah’ın pekçok hükmü/ahkam ayetleri ulaşmamıştı, bunlardan haberi yoktu ki onlarla hükmedebilsin. O, kendisine ulaşan Allah’ın hükümleriyle hükmetti.’’
Ancak bu ikna edici bir cevap değil. İbn Teymiyye (rahimehullah) bunun aksini söylüyor. (Birazdan sözlerini nakledeceğiz.)
Aynı şekilde yeterli olmayan cevapları Yusuf (aleyhisselam)’ın yöneticiliği hakkında da görüyoruz. -İlim talebeleri de dahil- camianın geneli, İbn Teymiyye’nin her iki yöneticilik hakkındaki sözlerinden haberdar değil ve bilmedikleri için karşı tarafa hücceti ikame edici şekilde şüpheleri çürüttüklerini zannediyorlar. Kimileri de İbn Teymiyye’nin ilgili izahlarını duymuş/okumuşlar, ancak anlamak istemiyor, biraz üzerinde durup düşünmüyorlar ve demagoji yapıp konuyu başka yerlere çekiyorlar. Veyahut son raddede İbn Teymiyye’nin hata ettiğini söylüyorlar. Bunları Halis Bayancuk-İhsan Şenocak tartışmasındaki süreçte de görmüştük.
Müslüman bir yönetici, Allah Teâlâ’nın hükmüne açıkça aykırı bir kanun koymadığı veya başkasının koyduğu şeriata aykırı bir kanunu hakim kılıp bununla hükmederek Allah’ın hükmüne bağlılıktan kopmadığı/başka bir kanuna bağlanmayıp boyun eğmediği sürece, yeterli güç ve imkana sahip olmadığı için dinin bazı hükümleriyle hükmetmemesi/uygulamaması haram dahi olmayıp Yusuf (aleyhisselam) ve Necaşi’nin yöneticilikleri bunun delili olur. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi Suriye yöneticileri bunlardan birini yaparak Allah Teâlâ’nın hakimiyetinde bir şirk koşmadılar. "İslam, yasamanın temel kaynağıdır" ilkesini maddeleştirerek sadece Allah’ın hükümlerine bağlılıklarını ilan ettiler.
İbn Teymiyye’nin Necaşi Hakkındaki Sözleri
İbn Teymiyye (rahimehullah) ‘’Minhâcu’s-Sünne’’ isimli eserinde şunları kaydetmiştir:
‘’Necaşi her ne kadar Hristiyanların kralı olsa da, kavmi Ona İslam’a girmesinde itaat etmedi. Bilakis onunla birlikte sadece az bir topluluk İslam’a girdi… Necaşi, İslam şeriatının birçok veya çoğu hükmünü yerine getirmemişti, zira (şer’î manada) bundan acizdi. Bu yüzden (Medine’ye) hicret etmedi, cihad etmedi, Kabe’yi haccetmedi. Hatta rivayet edildiğine göre beş vakit namazı kılmıyordu, Ramazan orucunu tutmuyordu ve zekat vermiyordu. Çünkü bunlar kavminin yanında ortaya çıkardı ve bunu kabul etmezlerdi. Necaşi’nin ise onlara muhalefet etme imkanı yoktu. Biz kesin olarak biliyoruz ki, onlar arasında Kur’ân hükümleriyle hükmetmesi mümkün değildi. Halbuki Allah Medine’de Nebisine (aleyisselam), kendisine gelen ehl-i kitap arasında sadece Allah’ın indirdiğiyle hükmetmesini farz kılmıştı… Çünkü kavmi ona bu hususta rıza göstermezdi.
Çokça olmaktadır ki, bir kimse Müslümanlarla Tatarlar arasında kâdılık, hatta imamlık (yöneticilik) görevi üstleniyor. Bu kimsenin içinde (kalbinde) kendisiyle amel etmek istediği adalet olan işler vardır, ama buna imkanı yoktur, hatta orada onu bundan engelleyen kimseler bulunur. Allah hiç kimseyi gücünün yettiğinin üstünde bir şeyle mükellef tutmaz.Nitekim Ömer b. Abdulaziz (rahimehullah), uyguladığı bazı adaletli işlerden ötürü kendisine düşmanlık edilmiş ve eziyete uğramıştır. Hatta bu sebeple zehirlendiği söylenmiştir.
Dolayısıyla Necaşi ve onun gibiler, İslam şeriatından güç yetiremedikleri hükümleri yerine getirmemiş olsalar da cennette bahtiyar kimselerdir. Onlar, kendisiyle hükmedilmesi mümkün olan hükümlerle hükmediyorlardı.’’
Yine İbn Teymiyye ‘’el-Cevâbu’s-Sahîh li Men Beddele Dîne’l-Mesîh’’ adlı kitabında şöyle demiştir:
‘’Ehl-i kitap arasında dış görünüşte onlardan olan (müslüman gözükmeyen), ancak içinde ise Allah’a ve Rasulü Muhammed’e (aleyhisselam) iman eden (imanlarını gizleyip açığa vurmayan) kimseler bulunur. Bu kişiler, güç yetirebildikleri şeyleri yapar, ilim ve amel bakımından aciz oldukları (yani bilmeye/öğrenmeye ve amel etmeye güç yetiremedikleri) şeyler ise onlardan düşer. Bu kişiler Necaşi gibi İslam yurduna hicret etmektan acizdirler.’’ (Sonra İbn Teymiyye, Necaşi ile alakalı rivayetler zikretmiştir.)
Ben burada Necaşi meselesinde tahkikli doğru görüşün ne olduğunu ispatlamaya çalışmıyorum. Konum bu değil.İbn Teymiyye’nin bu meselede hata ettiği söylenebilir. (Şahsen Necaşi meselesine yaklaşımım, İbn Teymiyye’nin bu dediklerini hata görmeden particilere cevap vermek. Yukarıda yazdıklarım dikkatlice okunursa cevabın ne olduğu anlaşılır.) Ancak demek istiyorum ki, bizim en büyük imamlarımızdan biri olan İbn Teymiyye meseleye böyle bakıyor. Onun bu ve Yusuf (aleyhisselam)’ın yöneticiliği hakkındaki söylediklerini bilip ona göre eleştirelim.
5. DELİL
Nebi (aleyhisselam) Medine İslam devletinde ‘’Muhammed ashabını öldürüyor’’ denilmesin diye başta Abdullah b. Ubeyy b. Selül olmak üzere bazı münafıkları öldürmemiştir. Şöyle ki:
Buhari, Müslim ve başkalarının rivayetine göre münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy b. Selül ve beraberindeki tabileri, Nebi (aleyhisselam) ve muhacirler için şöyle demişlerdi:
"Andolsun, şayet Medine'ye dönersek, izzetli/üstün/güçlü olan, zelil/alçak/zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır." (Munâfikûn 8)
Bunun üzerine Ömer (radiyallahu anh): ‘’Bu pisliği (İbn Selül’ü) öldürmeyecek miyiz ey Allah’ın Rasulü! Bırak da bu münafığın boynunu vurayım’’ deyince Nebi (aleyhisselam) şöyle demiştir:
دعه لا يتحدث الناس أن محمدا يقتل أصحابه
‘’Onu bırak ki insanlar, ‘Muhammed ashabını öldürüyor’ diye konuşmasınlar.’’
İbn Hişam’ın Sîret’inde geçen rivayete göre İbn Selül’ün oğlu, babasını kendisinin öldürmesini isteyince Nebi (aleyhisselam) ona şöyle demiştir:
بل نترفق به ونحسن صحبته ما بقي معنا
‘’Bilakis, bizimle kaldığı sürece ona yumuşak davranacağız ve onunla güzel bir şekilde arkadaşlık edeceğiz.’’
Hatta Nebi (aleyhisselam) -nehyedilmeden önce- İbn Selül’ün cenaze namazını kılmıştır.
Buraya kadar naklettiklerimizden anlaşılıyor ki; Abdullah b. Ubeyy’in mürted olduğu şer’an sabit olmasına, yani öldürülmesi vacip olmasına rağmen Nebi (aleyhisselam) onu ve küfürleri ortaya çıkan başka münafıkları öldürmemiş, affetmiştir. Çünkü bu münafıklar iman izhar ettikleri için dışarıdan bakan insanlar onları müslümanlardan görüyorlardı. Öldürülmeleri durumunda Nebi (aleyhisselam)’ın ashabını öldürdüğü ithamında bulunulacak ve böylece insanlar İslam’dan soğuyacaklardı. Bunun neticesinde kimileri İslam’a girmeyecek, kimileri dinden dönecek, kimileri de savaş ve fitne çıkaracaklardı.
Buna mukabil öldürülmeyip İslam toplumunda yaşamaları da İslam’a ve müslümanlara zarar verirdi, müslümanları dinlerinde fitneye düşürmelerine yol açardı.
Ancak öldürülmelerinin doğuracağı zarar, hayatta bırakılmalarının beraberinde getireceği zarardan daha büyük olduğu, başka bir ifadeyle; İslam’a ısındırma maslahatı, öldürmenin maslahatından daha büyük olduğu için Nebi (aleyhisselam) büyük mefsedete engel olarak daha küçük mefsedete/münkere tahammül etti.
İmam Nevevi (rahimehullah) Müslim şerhinde Nebi (aleyhisselam)’ın yukarıda ilk naklettiğimiz sözüyle ilgili şunları söylemiştir:
‘’Bu hadiste, daha büyük bir mefsedetin (zararın) meydana gelmesinden korkulduğu için bazı seçilmiş işleri terk etmek ve bazı mefsedetlere sabretmek vardır. Nebi (aleyhisselam) müslümanların gücü artsın, İslam daveti tamamlansın, iman, (İslam'a) ısındırılmış kimselerin kalplerine yerleşsin ve başkaları da İslam’ı arzulasın diye insanların gönüllerini kazanırdı ve bedevilerin, münafıkların ve diğerlerinin kabalıklarına sabrederdi. Bu sebeple onlara bolca mal verirdi. Münafıkları da bu manadan dolayı ve İslam’ı zahiren ortaya koydukları için öldürmemiştir.’’
İbn Kayyim el-Cevziyye (rahimehullah) şöyle demiştir: ‘’Nebi (aleyhisselam) hayattayken münafıkları öldürmemesinde, kalplerini kendisine ısındırmayı ve insanların birliğini kendi etrafında toplamayı içeren bir maslahat vardı. Onları öldürmekte ise insanları (İslam’dan) soğutmak vardı. Oysaki İslam hâlâ garip (yeni ve yayılmakta olan) bir durumdaydı. Rasûlullah (aleyhisselam) insanları İslam’a alıştırmaya en istekli ve onları itaati altına girmekten uzaklaştıracak şeyleri en çok terkeden kişiydi.’’ (Zâdu’l-Meâd)
İbn Teymiyye (rahimehullah) şunları kaydetmiştir: ‘’Ashabımız (Hanbeliler) şöyle demiştir: ‘’Şimdi biz de benzeri bir durumdan korkarsak öldürmekten vazgeçeriz.’’ Hâsılı kelam; had cezası (öldürme), onlardan birine uygulanmamıştır. Zira uygulanması, kimi insanların İslam'a girmekten soğumasına, kimilerinin dinden dönmesine, kimilerinin de savaş ve fitne çıkarmasına sebep olurdu. Bunun yol açacağı fesad, bir münafığı öldürmeyi terk etmenin doğuracağı fesattan daha büyüktür. Bunun hükmü, şu günümüze kadar da bâkîdir." (es-Sârimu’l-Meslûl)
6. DELİL
Tevbe suresinin 60. ayetinde zekat verilen sekiz sınıftan biri, ‘’müellefe-i kulûb’’ yani kalpleri İslam’a ısındırılacak/yumuşatılacak kimselerdir.
Buna göre; İslam’a girmeleri umulan veya müslümanlara zarar vermelerinden korkulup fesatları, şerleri, tehlikeleri def edilmesi umulan veyahut İslam’a ve müslümanlara fayda vermeleri/yardımcı olmaları umulan kafirlere zekat malından pay verilebilir.Halbuki bu kafirler kendilerine verilen malı münkerlerde kullanabilirler. Ancak bu maslahatlar daha büyük olduğu için bu kafirlere zekattan verilebilir.
İbnu’l-Cevzî (rahimehullah) bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir: ‘’Müellefe-i kulûb iki sınıftır: Müslümanlar ve Kafirler… Müşriklere gelince, onlar iki sınıftır: Birinci sınıf, müslümanlara eziyet vermeyi amaçlayanlardır. Nebi (aleyhisselam) bunların zararlarını önlemek için gönüllerini kazanmıştır. Örneğin Âmir bin Tufeyl gibi. İkinci sınıf ise, İslam’a meyilleri olanlardır. Nebi (aleyhisselam) iman etmeleri ümidiyle bunlara da vererek gönüllerini kazanmıştır. Örneğin Safvân bin Umeyye gibi(Ona Huneyn savaşı ganimetlerinden vermiş ve sonra müslüman olmuştur.)
Müellefe-i kulûb’un hükmü, bir rivayette Ahmed’e göre kalıcıdır (her zaman geçerlidir.) Ebu Hanife ve Şafii ise: ‘’bunların hükmü neshedilmiştir’’ demiştir. Zührî şöyle demiştir: ‘’Müellefe-i kulûb’un hükmünü nesheden hiçbir şey bilmiyorum.’’ (Zâdu’l-Mesîr)
Binaen aleyh; İslam’ın izzetli/kuvvetli olmadığı zamanlarda bu maslahatlardan birini elde etmek/buna ihtiyaç duyulduğu için müslümanların lideri bu kimselere mal verebilir.
7. DELİL
Son delil olarak, Afgan-Sovyet savaşına katılmış ve Amerika işgali ve sonrasına kadar Afganistan’da bulunmuş Gazzeli muhakkik selefi alim Şeyh Ebu’l-Velîd el-Ensârî’nin (hafizahullah) 15-20 sene önce yazdığı çok önemli şu zikrettiklerini nakledelim:
‘’Şeriatın kaidelerinde ve ilim ehlinin karşılaştığı yeni meselelerde, bu konuda ihtiyaç duyduğumuz şeylere bir anahtar olabilecek birçok örnek bulunmaktadır.Bunlardan bazılarına işaret edeceğiz. (Ben Şeyh’in zikrettiklerinden birkaçını nakledeceğim.)
1) Fayda veren bir yalanı söylemek meşru kılınmıştır. Haccac b. İlât’ın (radiyallahu anh) Mekke’deki mallarını toplamak amacıyla Nebi (aleyhisselam)’dan yalan söylemesi için izin isteyip ona izin vermesi bunun bir delilidir. Yine insanların arasını düzeltmek için yalan söylemek de bundandır. Zarar veren bir doğruyu söylemek ise haram kılınmıştır.
2) Savaşta kafirleri kandırmak, aldatmak ve yalan söylemek caizdir. Nitekim Ka’b b. Eşref kıssasında, Muhammed b. Mesleme (radiyallahu anh) ona yaklaşıp öldürebilmek amacıyla Nebi (aleyhisselam)’dan kendisi aleyhinde bir şeyler söylemesi için izin istemiş ve Nebi (aleyhisselam) Ona ve öldürme işinde onunla beraber olanlara: ‘’Dilediğinizi söyleyin’’ diyerek izin vermiştir. (Ve Muhammed b. Mesleme, Nebi’den şikayetçiymiş gibi sözler söyledi.)
Hafız İbn Hacer (rahimehullah) şöyle demiştir: ‘’Vâkidî’nin rivayetinde şöyle geçmektedir: Kâ'b, (Muhammed b. Mesleme’nin beraberindeki) Ebu Nâile’ye şöyle dedi: ‘’İçindekini bana söyle, Onun hakkında ne yapmak istiyorsunuz?’’ Ebu Nâile şöyle cevap verdi: “Onu yüzüstü bırakmak ve Ondan vazgeçmek istiyoruz.” Kâ'b da şöyle dedi: “Beni sevindirdin.”
Derim ki (Ebu’l Velid): Vâkidî'nin ‘’Futûhu'ş-Şâm’’ adlı eserinde geçtiği üzere; sahabiler (radiyallahu anhum) fetihler sırasında hile olarak Rumların elbiselerini ve haçlarını giyiyorlardı. Hatta bazen büyük haçı önlerinde taşımışlardır. Böylece karşı tarafa kendilerinin Rumlardan olduğu zannı veriyorlardı ve sonra onlara kendi yurtlarında aniden saldırıyorlardı. Vâkidî bunu kitabın birçok yerinde zikretmiştir.
Eğer bu, Müslümanların izzet ve güçlerinde olduğu talep (saldırı) cihadında caiz görülmüşse, müslümanların kuşatıldıkları, sıkıntı, zorluk ve bela içinde oldukları, yeryüzü milletlerinin ve din düşmanı Haçlıların, Yahudilerin ve dostlarının Müslümanlara saldırdığı, bütün bunların üstünde gıdasız ve ilaçsız oldukları ve bununla birlikte kendilerine yardım etmek isteyen müslümanların engellendiği, hatta yardım etmek için yola çıkıp beldelerine geçmek isteyenin cezasının, din tanımayan, müslümana karşı ne bir hürmet ne de bir ahit gözetmeyenler tarafından öldürülmek olduğu bir def (savunma) cihadında bunun caiz olması evleviyetle kabul edilir.
3) İbn Teymiyye’nin (rahimehullah) ‘’İktidâu’s-Sırâti’l-Mustakîm’’ adlı kitabında zikrettiği üzere; müslümanın, kafirlerin dış görünüşlerine muhalefet etmesi, ancak -cihad etmek ve onları cizye’ye ve aşağılanmaya mecbur etmek gibi- dinin üstün ve yüce olduğu zamanlarda söz konusu olur. Müslümanlar ilk dönemlerde zayıf iken onlara muhalefet etmek meşru kılınmamıştı. Din tamamlanıp üstün gelince o zaman onlara muhalefet etmek meşru kılındı.
İbn Teymiyye'nin bu söyledikleri nesh edilmiş (hükmü kaldırılmış) değildir. Aksine, illet ne zaman bulunursa hüküm de bulunur.
…
Mücahidlerin bugün buna ihtiyacı çoktur. Özellikle de zulmün yaygınlaşması ve düşmanın müslümanlara egemen olmasıyla birlikte.
İbn Teymiyye (rahimehullah) bu hükmün genel oluşuna şu sözüyle işaret etmiştir: “Bugün bir müslüman, bir savaş yurdunda veya savaş halinde olmayan bir küfür yurdunda bulunsa, dış görünüşte onlara muhalefet etmekle emrolunmaz. Çünkü bunda ona zarar vardır. Hatta bazen, eğer bunda onları dine davet etmek, işlerinin/durumlarının iç yüzünü öğrenip müslümanlara haber vermek veya zararlarını müslümanlardan engellemek gibi salih amaçlar, dinî bir maslahat varsa, onlara dış görünüşlerinde katılması müstehab, hatta vacip bile olabilir.”
4) İbnu'l-Ezrak’ın ‘’Bedâiu's-Silk’’ adlı kitabında geçtiği üzere; müslümanları istila etmelerinden korkulduğu için onlardan kurtulmak amacıyla mal vererek düşmanla geçici barış yapılması caizdir. Halbuki düşmana mal vermek aslında yasaklanmıştır (Zira bu malı müslümanlarla savaşta ve haramlar işlemekte kullanabileceklerdir. Ancak bu durumda ise caizdir.)
Bunun meşru olduğuna delil olarak, (Hendek savaşında) kabileler Medine’yi kuşattığında Nebi (aleyhisselam)’ın iki seyyidle (Ensar’ın önde gelenleri olan Sa’d b. Muaz ve Sa’d b. Ubade’yle) kuşatmaya katılan düşman birliklerinden birine mal verip vermeme konusunda (yani yıllık Medine hurmasının üçte birini vererek düşmanı saf dışı bırakma hakkında) istişare etmiş olması delil gösterilmiştir. Eğer zaruret anında mal vermek caiz olmasaydı Nebi (aleyhisselam) bu konuda istişare etmezdi.
İbnu’l-Ezrak, adı geçen eserinde şöyle demiştir: “İmam Evzâî’den naklettiklerine göre Emevi halifesi Abdulmelik b. Mervan, zorba bir hükümdara her gün 1000 dinar, başka bir kavme de her Cuma günü 1000 dinar verirdi. Bu olay, Abdullah İbnu’z-Zübeyr zamanında gerçekleşmiştir. Ve bunu Muaviye de Sıffîn günlerinde yapmıştır.”
Suyûtî’nin ‘’el-Eşbâh ve’n-Nezâir’’ adlı eserinde şöyle geçmektedir: ‘’Şeyh Ebu Hâmid (İmam Ğazzali) ve başkaları şöyle demiştir: ‘’Bir müslümanın, savaş halinde olan kafirlere mal vermesi caiz değildir. Ancak bazı durumlarda caizdir.’’ Ve Ebu Hamid bunlardan biri olarak şunu zikretmiştir: ‘’Düşman, müslümanları her yönden kuşatmışsa ve buna güçleri yoksa.’’
(Rasâilu’s-Suğûr; 5. Risale. Bazı tasarruflarla.)
SAHABE’DEN UYGULAMALAR
1) Ömer (radiyallahu anh), Suriye fethedilkten sonra burada ikamet eden Benu Tağlib Hristiyanlarını cizyeye bağlamak istedi. Ancak Benu Tağlib, bu isimle vergi vermek gururlarına dokunduğu için ‘’zekat’’ vermeyi teklif ettiler. Ömer (radiyallahu anh) zekatın müslümanlara mahsus bir uygulama olduğunu, onlarınsa cizye vermek durumunda olduklarını belirtti. Benu Tağlib, gerekirse müslümanların verdiği zekatın iki katını verebileceklerini, ancak vergilerinin adının ‘’cizye’’ konmasını kabul edemeyeceklerini söylediler. Hatta bazıları Bizans sınırını geçerek başka yerlere gitti. Bu ısrar karşısında Ömer (radiyallahu anh) sahabe’yi topladı ve istişare etti. Kendisine, Benu Tağlib’in güçlü bir kabile olduğu ve topluca Bizans’a katılmaları halinde Suriye’nin elden çıkabileceği söylendi. Bunun üzerine Ömer (radiyallahu anh) zekatın iki katı vergi vermeleri ve daha başka bazı şartlar doğrultusunda Benu Tağlib ile anlaşma yaptı. (el-Mebsût; Serahsî, 2/178-179, el-Binâye; Bedruddin Aynî, 3/422-423)
2) ‘’Şer’î hükmü uygulamanın, -velev ki uygulayacak kişi sultan da olsa, yani devlet gücüne sahip olduğu varsayılan kişi dahi olsa- kudrete (güce) bağlı olduğuna dair örneklerden biri de, raşid halife Ali b. Ebî Tâlib’in, Osman’ın (radiyallahu anhuma) katillerine kısas hükmünü uygulamayı ertelemesidir. Başta Ali olmak üzere tüm müslümanlara, Osman’ın katillerinden kısas almaları vacipti. Ancak Ali (radiyallahu anh), işler istikrara kavuşana/yerine oturana kadar yahut bunu uygulamanın güvenliğini sağlayacak ve fitne sebeplerini uzaklaştıracak bazı gerekli gördüğü ön hazırlıkları yapana kadar aceleci davrananlardan zaman istedi.’’ (eş-Şerîatu’l-İslâmiyye ve Fıkhu’t-Tatbîk; Şehid Şeyh Ebu’l Hasen el-Buleydî)
SELEFTEN BİR UYGULAMA
Ebubekir el-Hallâl’ın (rahimehullah) ‘’el-Emru bi’l-ma’rûf ve’n-Nehyu ani’l-munker’’ adlı eserinde (sy: 37) sahih bir senedle rivayet ettiğine göre müminlerin emiri, beşinci raşid halife Ömer b. Abdulaziz’in oğlu Abdulmelik birgün babasına şöyle dedi:
‘’Ey babacığım! Seni istediğin adaleti gerçekleştirmekten alıkoyan nedir!? Allah’a yemin olsun ki bu uğurda seninle birlikte kazanlarda kaynatılsak bile umursamazdım.’’
Ömer b. Abdulaziz (rahimehullah) ona şöyle cevap vermiştir:
‘’Ey oğlum! Ben insanları, inatçı/zor bir bineği terbiye eder gibi (şeriatın hükümlerine aşamalı olarak) alıştırıyorum. Ve ben adalet işini canlandırmak istiyorum. Ama (kalplerinin taşıyamayacağından korkup) bunu erteliyorum, ta ki dünya isteklerinden bir isteği adaletle birlikte ortaya çıkarayım (sunayım) ve böylece halk, dünyevi arzudan soğusun ve adalete ısınsın.’’
Hilyetu’l-Evliyâ’da (5/290) şöyle dediği geçmektedir:‘’İnsanlar, istediğim hak şeylerde bana itaat etmediler, ta ki onlara dünyadan bir şeyler sununcaya kadar.’’
İbnu’l-Cevzî’nin (rahimehullah) rivayetine göre Abdulmelik, babasının (Ömer b. Abdulaziz) kaylûle vaktinde yanına girip Ondan haksızlıkların sahiplerine iade edilmesi işini acele yapmasını istemiş, bunun üzerine Ömer ona şöyle demiştir:
‘’Ey oğlum! Nefsim benim bineğimdir. Şayet ona yumuşak davranmazsam beni (hedefe) ulaştırmaz. Eğer ben nefsimi ve yardımcılarımı yorsaydım, bu ancak kısa bir zaman sürerdi ve sonunda hem ben hem de onlar düşerdik/çökerdik. Allah Kur’ân’ı bir defada indirmek isteseydi elbette indirirdi. Ancak O, bir ayet, iki ayet şeklinde indirdi ki iman kalplerine iyice yerleşsin.’’ (Sîratu Ömer b. Abdulaziz, sy: 127)
Yine oğlu başka bir zamanda babasına şöyle demiştir:
‘’Ey müminlerin emiri! Yarın Rabbin sana: ‘’Bir bid’at gördün ama onu ortadan kaldırmadın. Bir sünnet gördün ama onu ihya etmedin!’’ diye sorduğunda Ona ne diyeceksin?’’
Ömer b. Abdulaziz ona şunları söylemiştir:
‘’Ey oğlum! Kavmin bu işi (yani sapmaları, yanlışları) düğüm düğüm, halka halka sıkılaştırmış/sağlamlaştırmış. Eğer onların ellerindeki şeyleri zorla çekip almaya kalkarsam, bana karşı bir fitne çıkarıp kan dökmelerinden korkarım. Vallahi dünyanın yok olup gitmesi, benim sebebimle bir damla kan dökülmesinden bana daha hafif gelir. İstemez misin ki baban dünyadaki her bir gününde bir bidatı ortadan kaldırsın ve bir sünneti ihya etsin!?’’(Hilyetu’l-Evliyâ, 5/283, Sifetu’s-Safve; İbnu’l-Cevzî, 2/128-129)
Şehid Şeyh Ebu’l Hasen el-Buleydî (rahimehullah) yukarıda adı geçen kitabında bunları naklettikten sonra şöyle söylemiştir:
‘’Ömer b. Abdulaziz, halkı İslam’a ısındırma maslahatını elde etmeyi ve insanların nefret edip uzaklaşması ve fitne çıkması mefsedetini (zararını) def etmeyi esas almış, aynı zamanda kendisine ve yardımcılarına güç yetiremeyecekleri bir yük yüklememiştir.
Şu noktaya dikkat edilmelidir ki, Ömer b. Abdulaziz, halkını şeriata zorlayabilecek yetki ve güce sahipti. Ve O, faziletli ilk nesillere yakın zamanda bulunan müslüman bir toplum içindeydi. Yani karşısında yeni müslüman olmuş kafirler yoktu. Bu da gösteriyor ki, Onun izlediği tedrîc (aşamalı) ve ıslahlı tertip yöntemi mensuh (hükmü kaldırılmış) değildir; ne zaman ihtiyaç duyulursa başvurulabilecek bir yöntemdir.
Bu sözler, hicri ikinci yüzyılda raşid halife Ömer b. Abdulaziz’in adalet ve rüşd yollarını canlandırmak, bidatı ve hükmetmede, toplumu yönetmede zulmü ortadan kaldırmak hakkında söyledikleridir. O dönemde bu yöntem izlenmişse, bugünkü ümmetin içinde bulunduğu durumda nasıl olur!?
Ömer b. Abdulaziz’in izlediği bu metod, ıslah etmek isteyenler için bir örnek olmuştur. Nitekim Mansur, Harun Reşid, Muktedir Billah, Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi gibi birçok halife ve sultanlar da bu metod üzerinde yürüyerek toplumlarını ıslah etmeye çalışmışlardır.
Genel olarak ifade etmek gerekirse; devletlerin ve yöneticilerin içinde bulunduğu şartlar ve durumlar her zaman aynı çizgide olmamıştır. Bu nedenle hikmet ve dinin derinlemesine anlaşılması, olayları ve şeriatın maksatlarını (temel gayelerini) gözetmeyi gerekli kılmıştır. Bunun sonucunda şeriatın uygulanma oranı dönemden döneme değişiklik göstermiştir. Öyle ki, İslam’ın ortaya çıkışından sadece bir asır geçtikten sonra insanlar şeriatın tam olarak uygulanmadığını farketmiş ve (tepki olarak) bunu isteyen sesler yükselmiştir. Doğru bir dîni duygulara sahip olan yöneticiler, sanki İslam ortaya çıkışının başlangıcındaymış gibi şeriatın uygulanmasının aşamalı, kademeli bir süreci gerektirdiğini fark etmişlerdir. Nitekim bunu Ömer b. Abdulaziz, oğlu Abdulmelik’e ifade etmiştir.’’
ALİMLERİN SÖZLERİ
1) İzz b. Abdusselam (rahimehullah) kıymetli eseri ‘’Kavâidu’l-Ahkâm fî Mesâlihi’l-Enâm’’da şunları kaydetmiştir:
‘’Adaletin Vilayetlerde Sağlanamaması Durumunda Bir Kaide:
Genel ve özel yönetimde adaletin sağlanması imkansız olduğu, yani (beldede bu işi yapabilecek) adil bir kimse bulunmadığı zaman fıskı (günahı) en az olan kimseyi yönetici yaparız. Bu durumun birtakım örnekleri vardır:
Birinci Örnek: Yöneticiler arasında adil birini bulmak mümkün olmadığı zaman, imkan varsa fıskı en az olan kimse tercih edilir. Mesela fıskı en az olan kişi genel (kamu) maslahatlarının onda birinde ihmalkar/gevşek davranıyorsa, başka biri ise beşte birini ihmal ediyorsa, beşte birinde ve fazlasında ihmal eden kimsenin görevlendirilmesi caiz olmaz. Onda birlik kısmı ihmal eden kimsenin görevlendirilmesi ise caizdir. Çünkü onda biri kaybetme karşılığında onda dokuzu korumak, hem yetimler için hem de müslüman halk için hepsini ya da beşte birini kaybetmekten daha uygundur. Bu, iki zarardan daha hafif olanı tercih ederek daha büyüğünü def etme babından olur.
…
İkinci Örnek: Hakimler fıskta farklılık gösterdikleri zaman, (hükmünde zulüm olacaksa da) yine fıskı en az olanı tercih ederiz. Çünkü başkasını tercih edersek, alternatifi olmayan/bizim için zorunlu olan maslahatlar kaybolur. İslam’ın menfaatleri ise ancak yerine getirmek mümkün olmadığında terk edilebilir. Şayet bu ve benzeri durumlara cevaz verilmeseydi, yetimlerin tüm malları ve tamamıyla kamunun malları zayi olurdu. Allah Teala şöyle buyurmuştur: ‘’Gücünüz yettiğince Allah’tan korkun.’’ (Teğâbun 16)’’
2) İbn Teymiyye’ye (rahimehullah), bazı yönetimler üstlenmiş ve (devlet tarafından) kendisine bazı araziler tahsis edilmiş (hizmet etmesi karşılığında topraklar verilmiş) bir adam hakkında soruldu: Bu arazilerin üzerine devlet tarafından bazı yükümlülükler (vergiler) konulmuştur. Bu kişi, zulmü tamamen ortadan kaldırmayı istemekte ve bunun için gücü kadarınca gayret sarf etmektedir. Ancak biliyor ki, eğer bu işleri bırakırsa; araziler başkasına tahsis edilirse ve başkası yönetime gelirse, zulümden hiçbir şey bırakılmayacak, hatta daha da artabilecektir. Bu kişinin ise kendisine verilen arazilerindeki vergileri hafifletme imkanı var; yarısını ortadan kaldırabilir. Ama diğer yarısını ise kaldırması mümkün olmayıp harcanması gereken yerlere aittir, bunu geri çevirememektedir.
Soru şudur: Bu durumda olan bir kişinin, niyeti, gayreti ve imkanı nisbetinde kaldırdığı zulümler bilinmekle beraber yönetiminde ve araziler üzerindeki görevinde kalması caiz midir? Yoksa bunlardan elini çekmesi (bırakması) mı gerekir? Eğer elini çekse zulüm ortadan kalkmayacak, aksine artacaktır. Şu halde bu işinde ona bir günah var mıdır? Günah yoksa peki kendisinden bu işi yapması istenir mi? İki durumdan hangisi onun için daha hayırlıdır: Zulmü kaldırmak ve azaltmak için gayret etmesiyle birlikte göreve devam etmesi mi, yoksa zulüm devam edip artsa da elini çekmesi mi? Eğer halk, menfaati olduğu ve bazı zulümleri kaldırdığı için bu kimsenin görevde kalmasını istiyorsa, onun için evla olan halka bu isteğinde uyması mıdır, yoksa elini çekmesi mi? Zira halk, elini çekmesiyle zulmün kalıp artacağını bildiği için bırakmasını istemez.
İbn Teymiyye, bu soruya şöyle cevap vermiştir: Hamd Allah’a mahsustur. Evet, eğer bu kişi imkanı kadarınca adaleti sağlamaya ve zulmü kaldırmaya çalışan biriyse ve onun yönetmesi başkasının yönetmesinden daha hayırlı ve müslümanlar için daha faydalıysa ve onun toprak parçasına sahip olması başkasının sahip olmasından daha hayırlısa o zaman bu kişinin yönetim ve arazi üzerinde kalması caizdir. Bunda ona bir günah yoktur. Aksine, eğer görevini bıraktığında daha faziletli bir işle meşgul olmayacaksa bu işte kalması, bırakmasından daha faziletlidir. Hatta eğer başkası bu işi yapmayacaksa bu ona vacip olur. Zira imkan kadarınca adaleti yaymak ve zulmü kaldırmak farz-ı kifayedir; eğer bu konuda onun yerine geçecek başka biri yoksa herkes bu işten güç yetirdiği şeyleri yapar ve bu durumda aciz kaldığı zulmü ortadan kaldıramamasıyla sorumlu tutulmaz.’’ (Mecmûu’l-Fetâvâ, 30/192)
3) İbn Teymiyye (rahimehullah) şöyle demiştir: ‘’Eğer bir kişi veya topluluk, ma’ruf (iyilik) ile münkeri (kötülüğü) birbirinden ayıramayıp ya her ikisini birden yapacaklar ya da her ikisini birden terk edeceklerse, ne marufla emredilmeleri ne de münkerden nehyedilmeleri caiz değildir. Bu durumda bakılır: Şayet ma’ruf daha çoksa (baskınsa), bu marufu yapmak velev ki kendisinden daha küçük/az bir münkerin meydana gelmesini/yapılmasını gerektirse bile maruf emredilir. Ve münkeri terketmek, kendisinden daha büyük bir marufun kaybını gerektirirse o münkeri yapmaktan engellenmez. Hatta böyle bir durumda münkerden nehyetmek, Allah yolundan alıkoymaya, Allah’a ve Rasulü’ne itaatin ve iyilikler işlemenin ortadan kalkması için çalışmaya dahil olur.
Şayet münker daha baskınsa, bu münkerden kaçınmak velev ki kendisinden daha küçük/az bir marufun kaybını gerektirse dahi münkerden nehyedilir. Ve daha büyük bir münkeri gerektiren bir marufu emretmek, aslında bir münkeri emretmek ve Allah’a ve Rasulü’ne isyana çalışmak olur.’’ (Mecmûu’l-Fetâvâ, 28/75)
4) Yine İbn Teymiyye (rahimehullah) ‘’Minhâcu’s-Sünne’’ isimli eserinde şunları kaydetmiştir:
‘’Çokça olmaktadır ki, bir kimse (kafir Tatarların işgal ettiği müslüman bir beldede) Müslümanlarla Tatarlar arasında kâdılık, hatta imamlık (yöneticilik) görevi üstleniyor. Bu kimsenin içinde (kalbinde) kendisiyle amel etmek istediği adalet olan işler vardır, ama buna (yani şeriatın bazı hükümleriyle hükmetmeye/uygulamaya) imkanı yoktur, hatta orada onu bundan engelleyen kimseler bulunur. Allah hiç kimseyi gücünün yettiğinin üstünde bir şeyle mükellef tutmaz.’’
5) İbn Kayyim el-Cevziyye (rahimehullah) ‘’İ’lâmu’l-Muvakkiîn’’ adlı eserinde şunları demiştir:
‘’Nebi (aleyhisselam) ümmetine münkeri (kötülüğü) inkar etmeyi farz kılmıştır ki, onu inkar etmekle beraber Allah’ın ve Rasulü’nün sevdiği ma’ruf (iyilik) meydana gelsin.
Dolayısıyla eğer bir münkeri inkar etmek (ortadan kaldırmak), ondan daha büyük ve Allah’a ve Rasulü’ne daha sevimsiz bir münkeri(n meydana gelmesini) gerektirecekse, (daha büyük zararı engellemek için) o münkerin inkar edilmesi caiz olmaz. Velev ki Allah, o münkere buğzetse de ve onu işleyenleri sevmese de…
Kim büyük ve küçük fitnelerde İslam’ın başına gelen şeyler hakkında düşünürse, bunların bu aslı (ilkeyi) ihmal etmekten ve (küçük) münkere karşı sabretmemekten kaynaklandığını görür. Zira münkerin ortadan kaldırılması istenilmiş, ancak bunun sebebiyle daha büyük bir münker doğmuştur.
Nitekim Rasûlullah (aleyhisselam) Mekke’de münkerlerin en büyüğünü görüyordu, ancak bunu değiştirmeye güç yetiremiyordu. Hatta Allah Mekke’yi fethedip orası İslam yurdu olunca, Nebi (aleyhisselam) Kabe’yi değiştirmeyi, (yıkıp) onu İbrahim (aleyhisselam)’ın temelleri üzerine yeniden inşa etmeyi istemişti. Ancak buna gücü yetmesine rağmen bundan daha büyük şey olan; İslam’a yeni girdikleri için Kureyş’in bunu kaldıramayacağı endişesi Onu bundan engellemiştir.’’
Yine İbnu’l-Kayyim (rahimehullah) aynı eserinde şöyle demiştir:
‘’Münkeri inkar etmek (ortadan kaldırmak) dört derecedir:
1) Münkerin tamamen ortadan kalkması ve yerine onun zıddının (ma’rufun; iyiliğin) gelmesi.
2) Münkerin tamamen ortadan kalkmamasıyla birlikte azalması.
3) Münkerin tamamen ortadan kalkıp yerini onun benzeri bir münkerin alması.
4) Münkerin yerini ondan daha şerli bir münkerin alması.
Bu derecelerden ilk ikisi meşrudur. Üçüncüsü ictihad yeridir (farklı görüşler olabilir.) Dördüncüsü ise haramdır.’’
6) Şeyh Hâmid el-Aliy:
‘’Şayet devlet yöneticisi, tedrîciliği (şeriatı aşamalı olarak uygulamayı) engellediğinde bunun daha büyük bir zarara, yani bütün projenin çökmesine ve başarısız olmasına yol açacağını biliyorsa, iki zarardan daha büyüğünü engellemek için tedrici olarak ilerleme hakkına sahiptir.
…
Hiç şüphe yok ki, haksızlıkların bir süreliğine sahiplerinin elinde kalması zararıyla beraber şeriata aykırı adetleri/alışkanlıkları yavaş yavaş aşamalı olarak ıslah etmek, ıslahı tamamen terk etmekten ya da her şeyin bozulmasına neden olacak bir fitneye düşmekten daha hayırlıdır.
…
Dolayısıyla yönetici, işlerin/olayların sonuçlarına ve doğuracağı meyvelere bakıp tedrîci yöntemin faydasının, ertelemenin zararından daha baskın geldiğini açıkça görürse, faydası ağır basan şeyi yapması caiz olur.’’(Tahrîru Kâideti’l-Masâlih ve’l-Mefâsid)
7) Şeyh Ebu’l-Velîd el-Ensârî el-Ğazzî:
‘’Zorunlu olarak bilinmektedir ki, zamanımızda güç ve kuvvetin sebepleri, geçmiş zamanlardan farklıdır. Allah Teâlâ, yeryüzünde güç ve imkan sahibi olmak için yerine getirilmesi gereken birtakım sebepler kılmıştır. Zayıflık halinde müslümanları, güçlülük halinde sorumlu kıldığı şeylerle mükellef tutmamıştır. Zayıflık ile güç arasında ise, müslümanlara imkan/hakimiyet seviyelerine göre sorumluluklar yükleyen bir takım mertebeler (farklı dereceler) vardır. Cüz’î/sınırlı/eksik bir güç/hakimiyet elde edilmesi, tüm sorumlulukları yerine getirmeye (İslam’ın bütün hükümlerini uygulamaya) gücün bulunduğu anlamına gelmez. Bilakis müslümanlara sadece kendisine güç yetirdikleri şeyler vaciptir. Aciz kaldıkları yükümlülükler ise güç elde edilene kadar düşer.
Nitekim Nebi (aleyhisselam), hicretin ilk yıllarında Medine'de güç ve imkan sahibi idi. Ve Mecusilerden cizye aldıktan sonra vefat etti. Ancak bununla birlikte Rasûlullah (aleyhisselam) ve hilafeti döneminde Ebubekir (radiyallahu anh), Mecusilerin mahremleriyle nikahlanmalarını kabul etti (buna devam ettiler.) İbnu’l-Kayyim (rahimehullah) “Ahkâmu Ehli'z-Zimme” adlı eserinde şöyle demiştir: “Ömer (radiyallahu anh) döneminde İslam aziz olup mecusiler zelil/zayıf duruma düşünce -ki bu dönemde en zelil durumdaydılar - onları mahremleriyle nikahlanmaktan vazgeçmeye mecbur kılmaya ve aralarını ayırmaya karar verdi.”
Buna göre, İslam devletinde yaşayan zimmî (kafir) bir topluluğun gücü arttığı ve onları İslam'ın hükümlerine mecbur etme imkanı olmadığı zaman, onları üzerinde bulundukları haliyle kabul ederiz (ses çıkarmayız, göz yumarız.) Ama zelil olup güçleri/durumları zayıfladığında onları bu hükümlere mecbur ederiz.’’ (el-Îdâh li mâ Eşkele ale’s-Sâil fî Fetvâ Hamâs)
Şeyh Ebu’l-Velîd başka bir yerde ise şunları demiştir:
‘’Hiç şüphem yok ki, şeriattaki ‘’sıkıntının kaldırılması’’ kaidesinden alınmış meşru ruhsatların hükümlerini bilmeye ve bunlardan çağdaş zaruretlere uygun olanları üzerinde içtihat etmeye (bu hükümleri çağımızdaki zorunluluklara indirgemek için içtihatta bulunmaya) olan ihtiyacımız, başlangıç seviyesindeki talebelerden bile gizli kalmayan genel hükümleri bilmeye olan ihtiyacımızdan daha fazladır. Eğer bunu yaparsak, ilmiyle amel eden alimler ve Allah’ın dinini, Onun şeriatını ikame etmeye ve yeryüzünde hakim kılmaya çalışan sabırlı mücahidler için büyük bir genişlik olur.
Çünkü zaruretlerin ve ihtiyaçların yayıldığı böyle durumlarda şeriatın ruhsat yerlerini bilmemek, kişiyi, yolda devam etmesine engel olacak birtakım yükleri taşımaya sevk eder. Velev ki insanlardan sayılı kimseler şeriattaki kolaylık yerlerini bilmedikleri için bunları yüklense de bu, din işlerini yerine getiren bir cemaate (topluluğa) dayatılacak bir yöntem olmaya elverişli değildir. Çünkü bu topluluk içerisinde yaşlısı vardır, zayıfı vardır, ihtiyaç sahibi olanı vardır. Allah Teâlâ, bu ümmetten ağır yükleri ve zincirleri (zorluk ve meşakkatleri) kaldırmıştır.
…
Nitekim Süfyan es-Sevrî (rahimehullah) şöyle demiştir: “Bizim yanımızda ilim, ancak güvenilir birinden gelen ruhsattır (kolaylıktır.) Yoksa insanlara zorlaştırmayı, daraltmayı herkes becerebilir.”
Vallahi Süfyan es-Sevri doğru söylemiş ve nasihatte bulunmuştur. Burada ‘ruhsat’la kastedilen, alimlerin şaz görüşlerini araştırmak değildir. Kastedilen, mükelleflerden sıkıntıyı kaldırmaktır.
…
Hanefi fakih, muhaddis, Allame Şeyh Ubeydullah es-Sindî (rahimehullah) şöyle demiştir: ‘’Gözümle gördüm ki, müslüman topluluk içerisinde siyasetle ilgili karşılaşılan yeni meselelerde içtihad edebilecek bir alimler grubu bulunmazsa, o topluluk sürekli bir geri kalmışlık içinde olur ve ümmeti ayağa kaldırmaya güç yetiremez. Çünkü siyasetler her gün değişmektedir.’’ (Rasâilu’s-Suğûr; 5. Risale)
8) Şeyh Ebu’l Hasen el-Buleydî:
‘’Şeriatın tam olarak uygulanmasına henüz hazır olmayan toplumlar üzerinde bu şekil uygulamada acele etmek, insanların dinden soğumasına ve ters sonuçlara sebep olabilir. Böyle olursa ne uygulamada başarılı olabilmişizdir, ne de toplumlar içerisinde ulaştığımız davet çalışmalarının kazanımlarını koruyabilmişizdir.’’ (eş-Şerîatu’l-İslâmiyye ve Fıkhu’t-Tatbîk)
9) Şehid Şeyh Dr. Ebu Sâriye eş-Şâmî:
‘’Şeriatın kademeli uygulanması geniş bir kavramdır. Eğer bununla kastedilen, şeriata göre hükmetmeyi terk edip laik kanunlarla hükmetmekse -sebebi ne olursa olsun- bu batıldır (geçersizdir.) Ancak eğer kastedilen, şeriatın egemenliğini kabul edip ona bağlı kalmak şartıyla, şeriatın öngördüğü imkanlar dahilinde kademeli bir şekilde uygulanmasıysa, bu durum şer’î olarak meşrudur.
…
Bu anlayış ve onun ilkeleri, İslam devleti kurma yolunda değişim sürecimizde ve halklara karşı yaklaşımımızda ihtiyaç duyduğumuz şeydir; elimizden geldiğince yumuşaklık ve hikmetle hareket etmeliyiz. Çünkü bir şeye acele eden, sonunda ondan mahrum kalır. Özellikle de modern Arap-İslam devrimleri sonrası dönemde... Zira insanlar onlarca yıl boyunca tağutların yönetimi altında yaşadı; onlarla hükmedildiler, küfür, gerilik, boyun eğme, zillet, acı ve korkuyla zehirlendiler.
Bu sebeple, zaferden sonra insanların bir farkındalık, tedavi, öğrenme ve alışma sürecinden geçmeleri zorunludur. Tıpkı bir hastanın iyileştikten sonra sağlıklı bir insana yüklenebilecek şeylerle hemen yüklenememesi gibi. Sağlıklı olan kimse, hasta olan üzerinde üstünlük taslamamalıdır. Zira o da bir zamanlar hasta idi, Allah ona şifa verdi ve imana hidayet etti. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
‘’Size selam veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatini arayarak 'Sen mümin değilsin' demeyin. Çünkü Allah katında nice ganimetler vardır. Siz de önceden öyleydiniz, sonra Allah size lütfetti.’’ (Nisa 94)
(Cihad Cemaati Menheci adlı kitabından, 2014)
(Suriye yönetimiyle alakalı olarak yazdığım ''İslam Devletinde Yaşayan Kafirlere Karşı Muamele'' başlıklı şu konuyu da okumanızı tavsiye ederim: https://ilimvecihat.com/makale/3600/islam-devletinde-yasayan-kafirlere-karsi-muamele.html )
Ve’l-hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn.