Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Şeytanın Sabiiler İçin Kurduğu Tuzaklar ve Onları Oyuncak Haline Getirmesi

E Çevrimdışı

Ehli_Hadis

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
ŞEYTANIN SABİİLER İÇİN KURDUĞU TUZAKLAR VE ONLARI OYUNCAK HALİNE GETİRMESİ


Yazar: İbn Kayyim el-Cevziyye,


Kitap:İğâsetu'l-Lehfân fî Mesâyidi'ş-Şeytān


Not: Bu yazının okunmasını özellikle öneriyorum İbn Kayyım rahımullah gercekten güzel açıklamalarda bulunmuştur.Özellikle Sabiilerin inançları ibadetleri konusunda çok güzel şeylere değinmiştir.bu inançları okuduğunuz zaman Günümüzde kendini Müslüman sanan çoğu insanın Sabiilerin inançlarını tıpa tıp uyguladıklarını bizzat müşahade edeceksinizdir.

Sabiiler, geçmiş ümmetler içinde gerçekten büyük bir ümmettir. Ve onların din ve mezheplerini tesbit bakımından tarihçiler, hayli güçlüklerle karşılaşmış, birtakım ihtilaflara düşmüşlerdir. Şüphesiz her bir tarihçi, kendisine ulaşan ve kendisince tesbiti mümkün olan kadarıyle bilgi vermek durumunda kalmıştır.

Sabiiler, Kur'an-ı Kerim'in de işaretlediği veçhile, iki büyük kısma ayrılırlar. Birinci kısma girenler ise kafirdir. Yüce Allah, onlarla ilgili bir ayet-i celilesinde şöyle buyurur: "Şüphesiz iman edenler; yahudiler, hrıstiyanlar ve Sabiiler, bunlardan kim ki Allah'a ve ahiret gününe inanır, iyi bir iş yaparsa, elbette onlara Rabb'ları katında mükafat vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." Bakara, 62

Böylece Yüce Allah onları, dört büyük ümmet arasında zikretmiş bulunuyor ki, bu dört ümmetten bir kısmı; mü'min olup necat bulacak kimselerdir, diğer bir kısmı da kafir olup helak bulacak kimselerdir.

Bir diğer ayetinde Yüce Allah onları, çoğunluğu böyle olan altı ümmet arasında zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Mü'minler, yahudiler, Sabiiler, hrıstiyanlar, mecusiler ve müşrikler. Allah kıyamet günü bunlar arasında hüküm verecektir! Şüphesiz Allah, her şeye şahittir, herşeyi bilicidir! Hac, 17

İşte bu ayetinde de Yüce Allah onları, altı ümmet arasında zikretti. Şüphesiz bunlardan ikisi, kitapsız ve peygambersiz iki ümmettir, topluluktur. Bunlardan birisi, mecusiler, diğeri de müşriklerdir ki, bunları; mü'min ve saîd olanları, kafir ve şakî olanları diye iki kısma ayırmak mümkin değildir. Çünkü bunların hepsi kafirdir. O halde aradaki fark şudur: Bu ayet, ayet-i fasl'dır. Onlar hakkında kıyamet günü hüküm verileceğini bildirmektedir. Bundan önceki ayet ise, ayet-i va'd idi. Cennet ve mükafat va'diyle ilgili bulunuyordu. Cennet ve mükafat va'diyle ilgili bulunan ayette ise Yüce Allah, hepsi kafir olan ve cennetlik ve cehennemlik diye iki kısma ayrılması mümkün olmayan iki topluluğu, yani mecusilerle müşrikleri zikretmedi. Sabiileri ise, her iki ayette de zikretti. Demekki onlardan hem cennetlik olanlar vardır, hem de cehennemlik olanlar vardır. İlgili bu iki ayetten anlaşılan husus, elde edilen bilgi budur.

Sabiiler aslında, Allah'ın Halili olan İbrahim (a.s.)'ın kavmi idiler, İbrahim (a.s.) onları, tevhid dini demek olan Hanifiyet'e davet etmiştir. Onlar o sıralarda Harran'da yaşıyorlardı. Çünkü Harran onların öz yurdu idi. Bunun için kendilerine Harraniler de denilmektedir.

Sabiiler, iki kısım, iki zümre halinde idi. Bir kısmı hanif, yani tevhid ehli idi. Bir kısmı ise müşrik idi. Müşrik olan zümre, Yedi Yıldıza ta'zim ediyor. On iki burca da aynı ilgi ve ta'zimi gösteriyordu. Gerek bu yıldızlar için, gerek on iki burç için ayrı ayrı heykeller yapıp, tapınaklar tesis etmişlerdi. Bilhassa yedi yıldızdan her biri için, çok büyük heykeller yapmışlar, özenle onlara tapınmışlardır. Onların en büyük tapınakları, bu yıldızlar adına yapılmış heykellerin bulunduğu tapınakları idi. Hıristiyanlar için kiliseler, Yahudiler için havralar ne ise, onlar için de bu tapınaklar o idi.

Güneş için, Ay için, Zühre için, Müşteri için, Merih için, Utarid için ve Zühal için büyük bir heykelleri vardı. Ve çok önem verdikleri bu tapınaklarda, bu heykellerden her biri için özel ibadet (tapınma) şekilleri, özel dua ve münacatları vardı. Adı geçen yıldızları temsilen yaptıkları bu heykel ve putlara, ayrıca kurbanlar da sunuyorlardı. Onlar, hem bu yıldızlara tapınmak üzere günde beş adet namaz kılarlar, hem de müslümanların namazları gibi beş vakit namaz kılarlardı.

Sabiilerin bir kısımları, Ramazan Ayında oruç da tutarlar. Kıldıkları beş vakit namazlarında, müslümanlar gibi Kabe'ye dönerler. Mekke'ye, Harem-i Şerif e olan hürmetleri de büyüktür. Hacc'a inanırlar ve yaparlar. Ölmüş hayvanı, kanı, domuz etini haram sayıp yemezler. Müslümanlıkta, yakınlık sebebiyle nikah edilmeleri haram olanların nikahlanmasını da haram sayarlar.

Bağdat'ta devletin ileri gelenlerinden bazıları, bu mezhebte idiler. Mesela Hilal bin Muhassin el-Sabii onlardan biriydi. Kendisi müteaddid kitaplar ve risaleler meydana getirmiş bir bilgindi. Müslümanlarla beraber Ramazan orucunu tutar, bayramını yapar, zekat ve fıtresi verirdi. Müslümanlığın haram kıldığı şeylerden de uzak dururdu. İnsanlar, kendisinin bu haline bakıp hayret ederler, "müslüman olmadığı halde, müslümanlara muvafakat edip aynen onlar gibi davranıyor" derlerdi.

Sabiilerin dinlerinin aslı, kendi iddia ve sözlerine göre, alemde mevcut bütün dinlerin ve mezheplerin en güzel taraflarını alıp ona göre amel etmek, kötü taraflarını da bırakıp uzak durmak idi Halde, sözde ve işde böyle davranmayı bir fazilet sayarlardı.

Onlara Sabiiler denilmesinin sebebi de aslında budur. Çünkü Sabii demek, harici demektir ki, diğer insanların ta'kib ettikleri din ve nizamların dışında bulunmaktadır. Onlar da zaten böyle yapıyorlar. Hiç bir dini kaynak almamak suretiyle, alemde mevcud bütün dinlerin dışındadırlar, onlar ancak, kendilerince hak ve güzel gördükleri şeyleri almışlar, onları kendilerine din edinmişlerdir, o kadar! Onların, bazı şeylerini beğenip almadıkları hiç bir din yoktur! Her dinden mutlaka birşey almışlar, fakat hiçbir dine de aynen katılmamışlardır.

Bundan da anlaşılacağı gibi ve tarihte de aynen böyle olduğu gibi, Sabii ümmeti, gerçekten geçmiş ümmetleri büyük bir ümmet olmakla beraber, çoğunluğu felsefeyle uğraşan ve feylesof olan bir ümmettir. Bunun için, bütün dinlerden güzel gördükleri şeyleri alıyor, güzel görmediklerini de bırakıyorlar! Bunu yaparken de şüphesiz, kendi akıllarına uyuyorlar. Bunun içindir ki onlar akılcı ve felsefeci kimselerdir. Fakat içlerinden bir kısım akıllılar, akılları icabi peygamberlere ve şeriatlerine uymayı güzel ve hatta gerekli görürken, bir kısımları bunu gerekli görmemektedirler. Fakat yasaklamazlar da. Bazıları ise buna, kesinlikle karşı çıkarlar ve bunu kendilerince bir nevi akılsızlık addederler.

Bunun için tarihe baktığımızda, bu şahısların ve Sabii feylesoflarının; kitabı ve peygamberi olan bir ümmet haline gelmediğini görürüz. Allah'ın hücceti ve Allah'ın indinde yegane hak din olan islam'ın hakkaniyet ve üstünlüğü apaşikar olmasına rağmen, bu büyük sabii topluluğunun bir kısmı hanîf, bir kısmı müşrik. Bir kısmı feylosof, bir kısmı da iki cami arasında kalmış gibi, dinler arasında kalmış bir derbederdir. Ne şu dindendir, ne de bu dinden! Ne şu kitabı tanır, ne de bu kitabı! Ne şu peygamberi tanır, ne de bu peygamberi! Evet, içlerinde peygamber tanıyanlar da vardır. Fakat onların bu husustaki inançları özetle şöyledir:

Sabiilerin bir kısmı, nübüvveti ikrar eyler, yani Allah'ın bazı peygamberler göndereceğini veya göndermiş olmasını kabul eder, fakat bu peygamberler kimlerdir, ne gibi peygamberler gelmiştir, bunları ta'yine yanaşmaz. Meselenin aslını kabul etmekle beraber, tafsili hususuna inmez. Bir kısmı ise, meselenin aslına inandığı gibi, bazı peygamberlere de ismen inanır, kabul eder. Bir kısım Sabiiler ise, meselenin aslını da, tafsilatını da inkar ederler.

Sabiiler, Uluhiyete inanırlar. Alemi yoktan var eden, yaratıcı, fâtır ve hakîm, bütün ayıplardan ve noksanlardan münezzeh ve mukaddes bir Allah'ın varlığına inanırlar.

Sabiilerin, Allah'a inanmakla beraber ortak koşanlarına gelince: Bunlar derler ki: "Bizler, aciz ve günahkar kullar olarak, arada bazı vasıtalar olmaksızın Yüce Allah'ın huzuruna çıkamayız. Vasıtasız O'na ulaşmamız imkansızdır. Bize vacip olan şey; Allah'a son derece yakın olan ruhaniler vasıtasıyla Allah'a yaklaşmaktır! Bu ruhaniler; bütün madde ve cismaniyetten arınmış, manevi taharetin zirvesine ermiş mukaddes ve mutahhar varlıklardır. Biz, bunlara yakın olmaya çalışır, bunlar vâsıtasıyla da Yüce Allah'a yaklaşmaya gayret ederiz. Bu mukaddes ve mutahhar ruhaniler; bizim rablarımız, ilahlarımız (tanrılarımız) ve şefaatçilerimizdirler. Allah ise; rabların rabbı, ilahların ilahıdır. Biz bu aradaki vasıtalara, ancak bizi Yüce Allah'a yaklaştırsınlar diye tapınırız. Bize bu suretle nefislerimizi tabii, şehvetlerden arıtmak, ahlakımızı kin ve garazlardan temizlemek gerekmektedir. Ancak bu suretledir ki, bizimle ruhaniler arasında bir yakınlık ve münasebet hasıl olacak ve ruhlarımız bu ruhanilerle birleşecektir, işte bu birleşme ve münasebet gerçekleştiği zaman biz, hacetimizi bu ruhanilere sığınıp kendilerinden taleb ederiz! Halimizi onlara arzeder, bütün işlerimizi kendilerine sunarız. Onlar da; onların da, bizim de İlahımız bulunan Allah'ın huzurunda, hakkımızda şefaatçi olurlar."

"O mukaddes ve mübarek ruhanilerden istimdad etmeden (kendilerine sığınıp yardımlarını istemeden), bizim nefislerimiz temizlenemez! Nefislerimizi arıtabilmemiz için, onlara yalvarmamız, onlara sığınıp dua etmemiz, onlar için hayırlar ve sadakalar vermemiz, adaklar adayıp kurbanlar kesmemiz, güzel kokulu buhurlar kullanmamız, azaim ve afsunlar okumamız şarttır. Ancak bu yolla nefislerimiz için meyil ve yardım isteme hasıl olabilir. Fakat bunun için, peygamberlerin aracılığına bir ihtiyaç yoktur! Bizler, alacağımız meyil ve yardımı, peygamberlerin aldığı maden ve kaynak neresi ise, işte oradan alırız. Bizim durumumuz ile peygamberlerin durumu ve hükmü, aynı olur."

Yine onlar derler ki: "Peygamberler de bizim gibi insan, bizim gibi nev-i beşerdendir. Maddemiz de aynı, şekil ve suretlerimiz de aynıdır! Onlar da yer ve içerler, bizler de... Onlar da insan, biz de insanız. Onlar, biz peygamberiz, diyerek bize üstünlük sağlamaya kalkışmış kimselerdir."

İttihadiye mezhebi mensubu ve meşhur vahdet-i vücutçu Muhıddin-i Arabi'nin izinde gidenler, Sabiilerin bu iddialarından daha da ileri giderek derler ki: "Velinin derecesi, rasulün dercesinden daha yüksektir. Çünkü veli ilmini, rasulün ilmini aldığı kaynaktan değil, ra-sule bu ilimleri veren melek Cebrail'in aldığı kaynaktan almaktadır. O halde veli, nebiden ve rasulden üstündür."

İşte Sabiilerin tarihen bilinen iddialarından daha ileri, daha büyük bir iddiayı, böylece İbni Arabi'nin, İbni Seb'in'in, Afîf-i Tilmisa-ni'nin mezhebindekiler ortaya atmışlardır. Apaçık dinsizlik yolunu seçen bu zavallılar; kendilerini ve şeyhlerini Allah'ın elçilerinden daha yüksek kabul etmişler, küfür ve saçmalıkta, Sabii müşriklerini bile geride bırakmışlardır.

Konuyu açıp dağıtmadan, asıl maksadımızı belirtmek üzere deriz ki: Bu Sabiiler; bu inanç ve zihniyetleri ile, Yüce Allah'ın gönderdiği bütün nebiler ve rasullerin üzerinde ittifak ettikleri, ittifak halinde ., Allah'ın kullarına tebliğ buyurdukları iki din esasını inkar etmiş oluyorlar! Bunlardan biri: Bütün hak dinlerin, şeriatlerin, ibadet ve taatle-rin en büyük temeli olan la ilahe illallah hakikati, ikincisi de: Muhammedün Rasulüllah hakikatidir.

Birinci hakikat ki, la ilahe illallah idi. Bu da, herkesin, her müslümanın kolayca ve açıkça bildiği gibi, Allah'tan başka ilah yoktur demektir. Allah'tan başka ilah yok demek ise, gayet açık ve kesin olarak: "Allah'tan başkasına tapınmak yok!" demektir. Bir diğer ifade ile: "ibadet yalnız Allah'a olur, Allah için olur! Allah'tan başkasına ibadet eden, Allah'tan başkasına sığınıp tapman diyen kimse ise, Allah'a ortak koşmuş olur!" demektir! Ve Allah'tan başkasına tapınmayı, tapınılan şeyleri, tapınma mânâ ve mahiyetinde bulunan işleri red ve inkar etmeyen kimseler de; "Allah'ı ilah olarak birleme" demek olan islami tevhide sımsıkı sarılmamış olur.

İkinci hakikat ki, Muhammedün Rasulüllah idi. Bu da, son peygamber Hz. Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O'ndan önce gelip geçmiş bütün peygamberlere iman demektir. Hz. Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellem) ve diğer bütün peygamberlere iman etmek demek ise; şüphesiz onların getirip tebliğ buyurdukları din esaslarına aynen inanıp ikrar ve şehadet getirmek demektir, itaat, boyun eğmek ve uymaktır.

Sabii müşrikler ise, bu iki esası, kabul ve tasdik etmiyorlar. Tabii bu, onlara mahsus bir şey de değildir. Bunu onlara mahsusmuş gibi gösterip de haksızlık etmek de doğru olmaz. Bütün ümmetlerin müşriklerinin hemen hepsi, bu durumdadırlar. Fakat onların müşrikliği, yıldızlara ve semavi cisimlere tapınma şeklinde olduğu için, daha çok dikkati çekmiştir. Bu sebebtendir ki, imamü'l-hunefa ve ebu'l-enbiya olan İbrahim (a.s.), onların tapındığı bu semavi varlıkların ilah olamıyacağı hususunda onlarla çok uğraşmıştır! Münazara ve mücadelelerin en güzeliyle uğraşmış, bu hususta büyük bir azim ve irade sarf etmiştir. Ve bunun neticesinde ulü'l-azim peygamberlerin en büyüklerinden biri olmuştur. O'nun, onlarla olan bu güzel münazara ve mücadelesini, Yüce Allah bizlere, kerim kitabının el-En'am Suresi'nde hikaye buyurmuştur. İbrahim (a.s.), delil ve hüccetinin kuvveti, sağlamlık ve doğruluğu, İlahi özellik ve güzelliği ile onları susturmuş, onların o batıl iddia ve zihniyetlerini kökünden yıkmıştır. Yıldızların, Güneş ve Ay'ların asla İlah olamıyacağını, onları tanrı kabul etmenin son derece batıl olduğunu güzelce ortaya koyduktan sonra, diyor ki tevhidçilerin atası: "...Ben böyle batıp gidenleri sevmem! Sevgimin mahalli bulunan kalbimi, onlara veremem, onları ilah yerine koyamam."

Yani O, nihayet yıldızın da, Ay'ın da, Güneş'in de batıp kaybolduğunu onlara gösteriyor ve bu sözüyle demek istiyordu ki: "Aklınızı başınıza alın! Böyle batıp giden, bir görünüp bir kaybolan varlıklar ilah olamaz! Sığınılıp tapınılmağa layık olamaz! Kendisine sığınılıp tapınılan bir varlık; batıp gitmemelidir! Çünkü O'na layık olan; hiç gaip olmayan bir şahid, hiç mağlub olmayan bir galib olan olmaktır! Tapılan bir varlığa layık olan, bütün kullarına faydalı olmak, kendisine ibadet edenlere tam hakim ve malik olmak, dua ve niyazını, yalvarıp yakarmasını işitmek, gizlisini aşikarımı bilip görmek, ona hidayet verip irşad etmek, ona zarar veren şeyleri defetmek, onu himaye ve muhafaza edip korumak, ona acıyıp esirgemektir! İşte bunlar, sizin taptığınız bu varlıklarda var mı? Allah'tan başka herhangi bir varlıkta bunlar bulunur mu? Elbette bulunmaz! O Halde, Allah'tan başka bütün ilahlar, bütün ma'bud ve tanrılar, kesinlikle boş ve batıldır!"

İşte İbrahim (a.s.), Güneş'in, Ay'ın yıldızların asla: İlah olmıyacaklarını bu şekilde dile getirdikten sora, sözü, bütün alemlerin Pâtırı (benzeri bulunmayan şeyi yaratan), Halikı, Mübdiı (benzeri yokken birşeyi yeni olarak keşfeden) Allah'a getirip, kendi iman ve tevhidini şöyle haykırmıştır:

Ben, yüzümü (kendi öz varlığımı) tamamen, gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'a çevirdim! Ve ben, asla O'na ortak koşanlardan değilim!" En'am, 79

Bu kelamı ile Hz. İbrahim (a.s.) işaret ediyordu ki, gökleri ve yeri, göklerde ve yeryüzünde mevcud bulunan bütün varlıkları, Ay'ı, Güneş'i ve yıldızları, bütün bunların mekanlarını, mahallelerini ve yörüngelerini ve varlık şartlarını yoktan var eden Yüce Allah'tır! Ve halen hepsini ayakta tutan, tedbir ve terbiye eyleyen, bir gaye ve hedefe doğru götüren, yine Yüce Allah'tır. O'nun tarafından yaratılmış ve halen O'nun tarafından ayakta tutulan, varlığını ve her şeyini O'na borçlu bulunan bu varlıklardan hiç biri, tanrı olamaz! Bir insanın tapınmasına, kendi öz varlığıyla teveccüh edip bağlanmasına layık olamaz! Fakat İbrahim'in (a.s.) kavmi onunla tartışıyordu. Allah hakkında münakaşa ediyordu. Bir kimse ki, Allah'ın mutlak birliğine inanır ve bu inancının icabı, "İbadet sadece ve sadece Allah'a olur!" davasındadır. Elbette bu hususta kendisiyle tartışanların bütün iddialarını kökünden yıkar! Çünkü davası hak, sözü ve özü doğru olan odur! Bunun için Haniflerin önderi, bu tartışmacılara hitaben dedi ki: "Beni hidayetine mazhar kılıp doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Yani demek istiyor ki: "Siz beni, mutlak birliğine inandığım Allah'a inanmaktan ve yalnız O'na ibadet etmekten alıkoymak mı istiyorsunuz? Fakat sizin bütün bu çabalarınız boşunadır. Siz, benim iman ve tevhidime zerre kadar bir tereddüd karıştıramazsınız. Çünkü Allah beni irşad etmiş, bana hidayetini vermiş ve beni, hak ve hakikati gözlerimle görmüş bir hale getirmiştir. Sizin takib ettiğiniz şirk yolunun batıl oluşunu ve kötü akibetini de bana ayan beyan gösterdi. Buna rağmen siz beni, nasıl olur da tevhitten şirke çevirebilirsiniz? Bunu benden istemeniz değil, düşünmeniz bile boşunadır! Herhangi bir münakaşa ve mücadelenin gayesi ve faydası, ancak batıldan hakka, cehaletten ilme, körlükten basirete dönüşü te'min için olabilir! Sizin benimle olan tartışmanız ise, bunun zıddınadır! Çünkü siz benimle, "kendisinden başka hiç bir hak ilah bulunmayan" Yüce Allah hakkında mücadele ediyorsunuz."

Müşrikler, bunun üzerine, İbrahim'i (a.s.), putlarının kahrına uğrayacağı, onların manevi tokadını yiyeceği şeklinde korkutmaya başvurdular. Nitekim müşrikler, tevhid ehlini hep böyle korkutmak isterler, İbrahim (a.s.) da onlara verdiği cevabta dedi ki: "Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz sahte tanrılardan asla korkmam! Çünkü sizin ilahlarınız, ne kendilerine tapınanlara bir yardım sağlayabilirler, ne de kendilerini red ve inkar edenlere bir zarar dokundurabilirler! Bu sahte tanrıların, tapınılmaya asla liyakatları olmadığı gibi, zarar vermeye de asla takatları bulunmamaktadır. Ancak kudret, irade ve meşiyet sahibi Rabbım, bana bir zarar dokundurmak isterse bu hariç. Sizin taptıklarınızın herhangi bir irade ve kudreti yok ki, onlardan korkmak için bir sebeb bulunsun! Sonsuz kudrete, geçerli iradeye sahib bulunan Rabbım ise, aynı zamanda her şeyi bilen yüce bir zat'tır! Siz, kimden ve niçin korkmak gerektiğini düşünemiyecek kadar şaşkın mısınız? "Siz hiç düşünmez misiniz?" En'am, 80

Yine onlara olan hitabında diyor ki: "Hem siz, Allah'ın size, tanrı oldukları hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben nasıl sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkarım? Şimdi, biliyorsanız söyleyin bakalım, iki topluluktan hangisi (Tek Allah'a inanan mı, yoksa Allah'a ortaklar koşanlar mı) güven içinde olmağa daha layıktır?" En'am, 81

Öncekilerde olduğu gibi, bu dahi İbrahim'in (a.s.) son derece yerinde, son derece güzel bir kelamıdır! Evet o, onların bizzat kendi sözlerim ve kendi iddialarını alıyor, onların üzerine geçiriveriyor! Onların din ve mezheplerinin ne kadar batıl olduğunu, bizzat onların iddi-alariyle isbat ediveriyor. Çünkü onlar onu, tapındıkları şeylerle korkutmaya kalkışmışlardı. O da onların asla ilah olmağa ve korkulmağa layık olmadıklarını isbat ediyor ve: "Haydi söyleyin bakalım, bu iki topluluktan hangisi güven içinde bulunup korkmamağa daha layıktır?" diyor. Bunun üzerine mutlak adalet ve mutlak hüküm sahibi Allah, adaletli hükmünü veriyor ve şöyle buyuruyor:

"Onlar ki iman edip muvahhid oldular ve imanlarını asla zulümle (şirk ile) karıştırmadılar, işte güven onlarındır! Doğru yolu bulanlar da onlardır!" En'am, 82

Bu ayet nazil olduğu zaman, hakkını tam olarak veremeyiz endişesiyle ashab-ı kiram üzüldüler. Bunu oldukça ağır bulup Rasulüllah'a geldiler ve dediler ki: "Ey Allah'ın Rasulü, bizim içimizde nefsine zulüm (yazık) etmemiş olan hangimiz var?"

Rasulüllah Efendimiz de hemen açıklamasını yaptı, buyurdu ki: "Bu ayette geçen zulümden maksat (hiçbir kusur ve günah işlememek manasına değil), imana asla şirk karıştırmamak manasınadadır! Sizler, Allah'ın salih kullarından olan Lokman'ın: "...Ve gerçekten şirk, en büyük zulümdür!" Lokman, 13 dediğini duymadınız mı!" Buhari bunu Sahih'inin Kitabi) Tefsiri'l-Kur'an bölümünde, Abdullah İbni Mes'ud'dan (r.a.) rivayet etmiştir. Keza: Müslim ve Ahmed de rivayet etmişlerdir. Bu kaynaklara dayanarak İbni Kesir dahi Tefsirinde zikretmiştir. 5/383'te.

İşte Yüce Allah, o İlahi adaletiyle hükmediyor ki: Gerçekten güven içinde olmak; imanlarını şirk ile karıştırmamış olanların hakkıdır! Hidayete erenler de ancak onlardır! Müşrikler ise, güvensizlik ve sapıklık içindedirler!"

Bunu böylece beyandan sonra Yüce Allah, şöyle buyuruyor: "İşte bunlar, kendi kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz huccetlerimizdir! Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz Senin Rabb'ın, hikmet sahibidir, ilim sahibidir!" En'am, 83

Ebu Muhammed bin Hazm, dinler ve mezhepler tarihine dair yazdığı kıymetli kitabında diyor ki: "Sabiilerin üzerinde bulundukları din yeryüzündeki dinlerin en eskisidir. Onlar bu din üzerinde, bunu değiştirip bozuncaya kadar, uzun müddet devam ettiler. Bozup değiştirdikleri sırada ise, Yüce Allah onlara İbrahim (a.s.)'ı gönderdi. İbrahim Halilüllah, onlara, bizim bugün üzerinde bulunduğumuz İslam dini ile gönderilmiştir. İbrahim (a.s.) onlara İslam'ı tebliğ etti. İslam'ın en büyük temeli bulunan tevhid hakkında, onların bozdukları şeyleri red ve iptal ederek tashihte bulundu. O'nun kavmine tebliğ ettiği din, aynen bizim peygamberimiz Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem),in Allah tarafından getirip biz ümmetine tebliğ buyurduğu: Hanifıyet ve semahat dini olan müslümanlık idi. Onlar, İbrahim'in (a.s.) kendilerine gönderildiği zaman da, ondan önceki zamanlarda da, Hanifler diye anılıyorlardı."

Ben, buna ilaveten derim ki: Sabiiler, "müşrik olan sabie" ve "hanif olan sabie" olmak üzere iki büyük sınıf olarak biliniyor ve anılıyordu. Bu iki kısım arasında pekçok münakaşalar cereyan ediyordu. Onların bu iki sınıfı arasındaki tartışmaların bazılarını öğrenmeye merak edersen, İmam Şehristani'nin Kitabü'l-Milel Ve'n-Nihal adındaki eserine müracat etmelisin. İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu'l-Lehfân fî Mesâyidi'ş-Şeytān: 1/229-240.
 
Üst Ana Sayfa Alt