Malik b. Dinar rahimehullah şöyle dedi: "Amelin kabul edilmeyeceği korkusu, amelin kendisinden daha önemlidir."
(Letâifu’l-Me’ârif)
Bu söz, mü’minin niyet ve ihlâs hususundaki hassasiyetini yansıtan derin bir hikmet taşır. Zira bir amelin Allah-u Teâlâ katında makbul olması, sadece zahiren yapılmış olmasına değil, ihlâs, sünnete uygunluk ve Allah korkusuyla yapılmış olmasına bağlıdır. Amel ne kadar çok olursa olsun, eğer Allah-u Teâlâ katında kabul görmemişse, kişi için bir fayda ifade etmez.
Nitekim Allah-u Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“Şüphesiz Allah, sadece muttakîlerden (sakınanlardan) kabul eder.”
(Mâide, 27)
Bu ayet, kabulün şartının ihlâs ve takvâ olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Malik b. Dinar rahimehullah da bu esasa işaret etmiş ve kabul endişesinin, amelin zatından daha önemli olduğunu ifade etmiştir.
Bir mü’min, her ne kadar namaz kılsa, oruç tutsa, infak etse de, bu amellerin Allah-u Teâlâ nezdinde makbul olup olmadığını bilemez. Bu bilinmezlik, kişide bir korku ve murakabe hali doğurmalıdır. Sahabe-i kiram radiyallahu anhum dahi, büyük ameller işledikleri hâlde, kendileri hakkında “acaba kabul oldu mu?” endişesini taşımışlardır.
İşte bu korku, kalpte samimiyetin ve Allah’a karşı edebin bir göstergesidir. Niyetin sıhhati, riyanın bulunmaması, sünnete uygunluk ve kalpteki takvâ ile bütünleşmemiş bir amel, dıştan ne kadar güzel görünse de, uhrevî olarak fayda sağlamayabilir.
Bu sebeple alimler rahimehumullah, ihlâsın korunmasını, amelin kabulüne dair dua ve niyazda bulunmayı tavsiye etmişlerdir. Zira ahirette insanların kurtuluşu, sadece yaptıkları amellere değil, bu amellerin Allah-u Teâlâ tarafından kabul edilip edilmediğine bağlıdır.
(Letâifu’l-Me’ârif)
Bu söz, mü’minin niyet ve ihlâs hususundaki hassasiyetini yansıtan derin bir hikmet taşır. Zira bir amelin Allah-u Teâlâ katında makbul olması, sadece zahiren yapılmış olmasına değil, ihlâs, sünnete uygunluk ve Allah korkusuyla yapılmış olmasına bağlıdır. Amel ne kadar çok olursa olsun, eğer Allah-u Teâlâ katında kabul görmemişse, kişi için bir fayda ifade etmez.
Nitekim Allah-u Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“Şüphesiz Allah, sadece muttakîlerden (sakınanlardan) kabul eder.”
(Mâide, 27)
Bu ayet, kabulün şartının ihlâs ve takvâ olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Malik b. Dinar rahimehullah da bu esasa işaret etmiş ve kabul endişesinin, amelin zatından daha önemli olduğunu ifade etmiştir.
Bir mü’min, her ne kadar namaz kılsa, oruç tutsa, infak etse de, bu amellerin Allah-u Teâlâ nezdinde makbul olup olmadığını bilemez. Bu bilinmezlik, kişide bir korku ve murakabe hali doğurmalıdır. Sahabe-i kiram radiyallahu anhum dahi, büyük ameller işledikleri hâlde, kendileri hakkında “acaba kabul oldu mu?” endişesini taşımışlardır.
İşte bu korku, kalpte samimiyetin ve Allah’a karşı edebin bir göstergesidir. Niyetin sıhhati, riyanın bulunmaması, sünnete uygunluk ve kalpteki takvâ ile bütünleşmemiş bir amel, dıştan ne kadar güzel görünse de, uhrevî olarak fayda sağlamayabilir.
Bu sebeple alimler rahimehumullah, ihlâsın korunmasını, amelin kabulüne dair dua ve niyazda bulunmayı tavsiye etmişlerdir. Zira ahirette insanların kurtuluşu, sadece yaptıkları amellere değil, bu amellerin Allah-u Teâlâ tarafından kabul edilip edilmediğine bağlıdır.