Abdülkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri - Dilaver Gürer
1. Bölüm
Şeytanların çöllerde kuruntuya düşürdüğü Geylani, velisi adına yalan söylüyor. (S.84-85)
İbnTeymiyye, şeytanın insanı aldatması konusunda Abdül "kadir Geylânî hakkında anlatılan şu meşhur menkıbeyi örnek ve rerek, herkesin onun gibi olması gerektiğini tavsiye eder:
"Şeytanın aldatmak gayesiyle güzel bir surette görünmesi hâdisesi birçok kişinin başına gelmiştir. Bunlardan bâzılarım Allâhu Teâlâ korumuş ve onlar karşılarında güzel surette duranın ha kikatte şeytan olduğunu bilmişlerdir, işte korunanlardan birisi de meşhur hikâyesinde şöyle diyen Abdülkâdir Geylânî'dir:
"Bir defasında ibâdet ederken, büyük bir arş ve üzerinde bir nur gördüm. O nur bana:
—Ey Abdülkâdir! Ben senin rabbinim. Başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım, dedi. Ben ona şöyle cevap verdim:
—Sen kendisinden başka ilâh olmayan Allah'sın, öyle mi ?!.. Defol, ey Allah'ın düşmanı!.
Bunun ardından o nur parçalandı ve karanlığa dönüşerek bana şunları dedi:
—Ey Abdülkâdir! Benden, dinindeki ve ilmindeki fıkhınla, sağlam kavrayışınla ve bir de ahvalde katetmiş olduğun derecen le kurtuldun. Yoksa ben, yetmiş kişiyi (kesretten kinaye) bu şekilde aldattım.
Ona o nurun şeytan olduğunu nereden anladığı sorulduğunda da şöyle der:
Bunu onun "başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım" sözünden anladım. Çünkü biliyoruz ki, şerîat-i Mu hammedî (s.a.v.) ne nesh olur, ne de değişir. Bu sebeple şeytan bana: 'Senin rabbinim' dedi. 'Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım' demeye gücü yetmedi."
Halüsülasyon görerek hayali varmış gibi göstermesi (S.86)
Rivayete göre, kendisine Muhyiddin denmesinin sebebi sorulduğunda Ab dülkâdir Geylânî'nin cevâbı şu şekilde olmuştur:
"521 (m. 1127) yılında bir cuma günü, rengi bozulmuş, cılız bedenli birisiyle karşılaştım. Bana:
"—es-Selâmü aleyk, ey Abdülkâdir!" dedi. Selâmına mukabelede bulundum. Sonra: "—Yaklaş," dedi. Yaklaştım.
"—Yanıma otur," dedi. Yanına oturdum. Birden, bedeni büyüdü, yüzü güzelleşti ve rengi açılıverdi. Ben bu durumdan korktum. Bana:
"—Beni tanıyor musun?" dedi. "—Hayır," dedim.
"—Ben dînim. Ben, senin gördüğün gibi zayıflamıştım. Allâhu Teâla beni seninle canlandırdı. Sen "Muhyiddin"sin," dedi. Abdülkâdir Geylânî bu târihten sonra insanların kendisine bu lakap ile hitap ettiklerini belirtir.
“Akdoğan lakabı melekut aleminde yazılıydı.” Yalanı (S.87)
Ben, ağaçlarda şakıyan bülbül,
Yükseklerde ise Bâz-ı Eşheb'im"
Başka bir rivayete göre, bu lakabı Abdülkâdir Geylânî hakkında ilk kullanan kişi Şam'da Ukayl el-Minbecî (v. ?)olmuştur. Aliyyü'l-Kârî'ye göre ise bu lakab onun melekût âleminde yazılı ismiydi.
Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin (v. l 672/1273) Mesnevîyi şerîf'indeki:
"Eşsiz kır doğanda fare kuyu, oldu mu ?!..
Farelerin kusuru olur, hayvanların arlandığı bir hayvan kesilir !."
Kapandan habersiz halkı öküz masalı ile aldatması (S.89-90)
ÖKÜZÜN KENDiSiNE KONUŞMASI ve EŞKIYANIN TEVBE ETMESi
Abdülkâdir Geylânî küçüklüğünden itibaren ilme ve tasavvuf büyüklerine karşı içerisinde derin bir heves ve iştiyak duymaktadır. Zamanın ilim ve kültür merkezlerine gidip, ilmini genişletmek ve mânâ büyüklerinden feyizlenmek arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. Muhtemelen isteğini annesine bildirmiş, fakat annesi yaşının ilerlemiş olması sebebiyle, belki oğlunu bir daha göremeyeceği endişesiyle, -ki, muhtemelen de öyle olmuştur- ona izin vermemiştir. Ancak bir gün meydâna gelen ilginç bir hâdise genç ilim âşığının bu arzusunu gerçekleştirmesine vesîle olur. Abdül kâdir Geylânî ilim tahsiline sebep olan bu hâdiseyi şöyle anlatır:
"Küçükken, bir arefe günü arazîye çıkmıştım. Çift süren öküzlerin peşine takıldım. Bir öküz bana dönerek şöyle dedi:
—"Ne bu iş için yaratıldın, ne de bununla emredildin..." Bunun üzerine, korkarak, eve döndüm. Evin damına çıktım. Orada 'Arafat'ta vakfeye duran insanları gördüm. Hemen anneme koş tum. Ondan, Bağdat'a gidip ilimle iştigal ve sâlihleri ziyaret etmem hususunda izin istedim. Benden bu işin sebebini sordu. Ben de durumu kendisine bildirdim"
Sahrada kendini üç yıl bekleten Hızır uydurması (S.90)
HIZIR ( A.S. ) ÎLE GÖRÜŞMESİ
Abdülkâdir Geylânî'nin iki defa Hızır (a.s.) ile karşılaştığı rivâyet edilir. Bunların ilki, Abdülkâdir Geylânî'nin Bağdat'a ilk gelişi sırasında gerçekleşmiştir. Yolculuk esnasında Hızır (a.s.)
gelerek, kendisine muhalefet etmemesi şartıyla Abdülkâdir Geylânî'ye refakat edebileceğini bildirir. Bu anda Abdülkâdir Geylânî, o zâtın Hızır (a.s.) olduğunu bilmemektedir. Ama teklifini kabul eder. Bağdat'ın girişine geldiklerinde Hızır (a.s.), Abdülkâdir Geylânî'ye bulunduktan yerde oturmasını ve oradan kendisi izin verinceye kadar ayrılmamasını tenbihler. Abdülkâdir Geylânî bu emre uyarak üç sene Bağdat'ın dışında bekler ve hayâtını sahrada bulunabilecek yiyeceklerden yiyerek devam ettirir. Ancak her sene Hızır (a.s.) gelmekte ve ona beklemesini tekrarlamaktadır. Nihayet üçüncü sene sonunda Hızır (a.s.) yanında yemek olduğu halde gelir ve kendisini tanıtır. Beraberce yemeği yerler.
Sonra Hızır (a.s.) Abdülkâdir Geylânî'ye artık, Bağdat'a girebileceğini söyler. Bu hayâtı esnasında ise Abdülkâdir Geylânî cinlerle şeytanlarla ve diğer bâzı yaratıklarla karşılaşmış, onlarla mücâdele etmiş ve savaşlara girişmiştir.
Acemi Burcunda Allah'ın sünnetine karşı gelen bir Budist yaşantısı (S.91)
Hızır (a.s) ile Abdülkâdir Geylânî'nin diğer bir karşılaşması, onun nefsiyle sıkı bir muahedeye girdiği inziva yıllarına rastlar. Bu olayı Abdülkâdir Geylânî şöyle anlatır:
"... O yıllarda benim ikâmetim sebebiyle şu anda Acemî Burcu denilen yerde onbir sene kaldım. Bu sırada, birisi yedirinceye kadar yememeyi ve birisi içirinceye kadar içmemeyi Allâhu Teâlâ'ya ahdettim. Kırk gün hiçbir şey yemeden, içmeden durdum.
Sonra yanıma elinde ekmek ve yemek olan birisi geldi. Onları önüme bırakarak yanımdan ayrıldı. Bu sırada nefsim açlığın şiddetinden dolayı neredeyse, yemeğin ortasına düşecekti. Ben kendi kendime: "Vallahi!.. Rabbim ile yaptığım muahedeyi asla bozmayacağım" dedim. Bunun üzerine içimden "açım, açım!.." diye bağıran sesler geliyordu. Ama o seslere hiç aldırış etmedim. Bu durumumu öğrenen Ebû Sa'd el-Muharrimî yanıma gelerek:
• Bu hâlin nedir, ey Abdülkâdir ?!... dedi.
• Bu nefsin sıkıntısıdır. Ruh ise Mevlâ'sıyla rahattadır, dedim.
Bana "Bâbü'l-Ezc'e gelmemi" söyleyerek yanımdan ayrıldı. Ben yine kendi endime:
"Buradan emirsiz ayrılmayacağım !.." dedim. Bundan sonra yanıma Ebu'l-Abbâs Hızır (a.s.) geldi:
— Kalk ve Ebû Sa'd'in yanına git, dedi.
Ebû Sa'd'e gittiğimde onu kapıda hazır bir şekilde beni bekliyor buldum. Bana:
— içinde bulunduğun durumdan dolayı, benim "yanıma gel, beni takip et" demem, sana yetmedi mi de, Hızır'ın emrini bekle din ?!.. dedi.
Sonra beni evine aldı. Evde hazır bir sofra vardı. Bana, doyuncaya kadar kendi elleriyle yemek yedirdi. Sonra da hırka giydirdi. Bu zamandan sonra da ondan hiç ayrılmadım."
Bu menkıbe Abdülkâdir Geylânî'nin şeyhi ile buluşmasını anlatması açısından olduğu kadar, onun nefsiyle mücâhedesinde- ki azmini göstermesi açısından da kayda değerdir.
Burada bu konuyla ilgili bir noktaya daha temas etmek isteriz: Hızır (a.s.) ile görüşme büyük sûfîlerin ortak özelliklerinden görünmektedir. Nitekim, Yûsuf el-Hemedânî'nin, Abdülhâlık
Gucdevânî'nin, Hoca Ahmed Yesevî'nin ve Ahmed er-Ri fâî'nin Hızır (a.s.) ile görüştüklerini tasavvuf târihinden biliyoruz.
Levh-i Mahfuzu görme ve kaderin rüyada meydana gelmesi iftirası (S.92-93)
DUÂSIYLA KADERİN RÜYADA GERÇEKLEŞMESi
Abdûlkâdir Geylânî Bağdat'a gelmiş, ilim tahsilini tamamlamış ve tasavvuf yoluna intisap ederek, ahvâl ve makâmât sahibi olmuştur. Artık irşad faaliyetlerine başlamanın, insanların dertlerine çâreler bulmanın zamanı gelmiştir. Müridlerinden Şeyh Ebu's-Suûd el-Harîmî'den rivayet edilen şu menkıbe onun tasavvuftaki ilk başarılarına örnektir:
"521/1127'de Ebu'l-Muzaffer el-Hasan b. Necm b. Ahmed et-Tâcir, Şeyh Hammâd ed-Debbâs'a gelerek:
—Efendim, yediyüz dinar değerinde yükü olan bir kafile hazırladım. Müsâadenizle Şam'a gideceğim, dedi. Hammâd:
—Eğer bu sene sefere çıkarsan, öldürülürsün. Malların da elinden alınır, dedi.
el-Hasan, Hammâd'ın yanından kederli bir şekilde ayrıldı. Sonra, o zaman henüz genç (!-51 yaşında) olan Abdülkâdir Geylânî'yi buldu. Şeyh Hammâd'ın kendisine söylediklerini ona anlattı. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî, el-Hasan'a:
—Seferine çık. Salim olarak gider ve zengin olarak dönersin, dedi.
Bu sözü garanti gibi kabul eden el-Hasan, Şam'a gider. Mallarını bin dinara satar. Dönüş esnasında Haleb'de iken def-i hacet için tuvalete gider. Parasını tuvaletin bir tarafına bırakır. Sonra da onu orada unutarak dışarı çıkar. Sonra kaldığı yere döner. Üzerine uyku ağırlığı çöker ve uyur. Uykusunda bir rüya görür. Rüya sında bir kafile ile beraber yolculuk yapmaktadır. Kafileyi eşkiyâ basar. Malları yağmalanır, birçok kişi öldürülür. Bu esnada, el-Hasan, eşkıyadan birisinin kendi üzerine doğru geldiğini farkeder. Eşkiyâ iyice yaklaşınca kılıcını çeker ve el-Hasan et-Tâcir'in boynuna indirir. el-Hasan dehşetle uykudan fırlar. Eliyle boynunu yoklar. Boynu hâlâ kanlıdır ve yara acısı hissedilmektedir. Hemen parasını unuttuğunu hatırlar. Doğruca onu bıraktığı yere gider. Parasını oradan alır ve memleketine doğru yolculuğuna devam eder. Bağdat'a geldiğinde, başından geçen olayları, yaşı büyük olduğu için Hammâd ed-Debbâs'a mı, yoksa söyledikleri doğru çıktığı için Abdülkâdir Geylânî'ye mi anlatması gerektiğini kendi kendine düşünürken, çarşıda Hammâd'a rastlar. Hammâd ona şöyle der:
—Önce Abdülkâdir Geylânî'ye anlat. Çünkü o sevilen bir kuldur.
Abdülkâdir Geylânî de el-Hasan'a kendisi için Allâhu Teâlâ'ya yüzlerce defa dua ettiğini söyler.
Öyle anlaşılıyor ki, Abdülkâdir Geylânî, Hasan et-Tâcir'e söylediği sözün kendisini bağlayıcı olduğunu sonradan farketmiş ve kendisini mahcup çıkarmaması için Rabbi'ne gece gündüz niyazda bulunmuştur.
Bir çöl delisinin şahsında yüz kişi zeki alime yapılan iftira (S.93-94)
FUKAHÂNIN İMTÎHAN ETMESi
Daha önceden Bağdat'ın, zamanın mühim ilim merkezlerinden birisi olduğunu belirtmiştik. Âlimlerin bir görevi de halk arasında şöhret bulan kişilerin ilmî seviyelerini ölçmek, böylece halkı, kendilerine zarar verebilecek kişilerden korumaktır, işte bu sebeple Bağdat'ın ileri gelen ulemâsı, bâzıları onun ilmî derecesini görmek, bâzıları da halli çok zor sorular sorarak, halkın gö zünde yükselen îtibârını düşürmek gayesiyle Abdülkâdir Geylânî'yi imtihan etmeye karar verirler. Ne var ki, kendilerini bir sürpriz beklemektedir.
Abdülkâdir Geylânî'nin müridlerinden Müferrec b. Binhân b. Berekât eş-Şeybânî (v. ?) şahit olduğu hâdiseyi şöyle anlat maktadır:
"Abdülkâdir Geylânî'nin şöhreti yayılınca, Bağdat'ın ileri gelen, zekî fakihlerinden yüz kişi, her birisi ayrı ayrı birer mes'ele sormak maksadıyla vaaz meclisine geldiler. Ben de o mecliste idim. Fakihler meclise oturduklarında, Şeyh'in göğsünden sâdece Allâhu Teâlâ'nın istediği kullarının görebileceği bir nur çıktı. Bu nur, fakihlerin her birisinin göğsüne uğradı. Kendisine nur isabet eden her şahıs acıyla kıvranıp, bağırarak, üstünü başını parçalıyor, kürsüdeki Şeyh'e doğru giderek, başını onun önünde eğiyordu. Bu esnada olayın cezbesiyle mecliste bulunanlar öyle bir gürültü çıkardılar ki, ben "Bağdat yıkılıyor" zannettim. Bu durum sona erince, Şeyh bütün fakihleri ayrı ayrı kucaklayarak, onların sorularını ve cevaplarını kendilerine teker teker bildirdi.
Meclis bitince, onların yanma sokulup, sordum:
—Size ne oldu?
—Meclise geldiğimizde bütün bildiklerimizi umuttuk. Bizler, sanki hiç ilimle uğraşmamış gibi olduk. Tâ ki, Şeyh bizi kucaklayıp, bağrına -bastı da, şuurumuz yerine geldi, diye cevap verdiler."
Mutasavvıflar ile diğer islâm âlimleri arasında bu tür olaylara târihimizde zaman zaman rastlamaktayız. Burada ilginç olan bir nokta var: Abdülkâdir Geylânî kendisini imtihan ve perişan etmeye, küçük düşürmeye gelenleri azarlamamış, onlara karşı ters bir tavır takınmamıştır. Olayın sonunda da herkesi tek tek kucaklayarak, yolunun kardeşlik ve hoşgörü yolu olduğunu göstermiştir, işte bize göre, gerek bugün için ve gerekse târih boyunca bu olaydan çıkarılması gereken derslerden birisi de budur Hoşgörü ve anlayış.
Yediği tavuğu dirilten hakkabaz (S.95-96)
TAVUĞUN CANLANMASI
Abdülkâdir Geylânî'ye bir kadın yanında çocuğu olduğu halde gelerek: "Oğlumun kalbinin sana karşı aşırı muhabbetle dolu olduğunu gördüm. Ben onun üzerindeki hakkımdan Allâhu Teâlâ ve senin için vazgeçiyorum" diyerek, oğlunu tasavvufi eğitim görmesi için ona teslim eder. Şeyh, çocuğu seyr u sülûke başlatır ve mücâhedeye sokar.
Bir zaman sonra kadın, oğlunu görmeye gelir. Onu açlık ve uykusuzluktan dolayı zayıflamış, benzi sararmış bir halde bulur. Yiyeceği de sâdece arpadır. Bu duruma şaşıran kadın, doğruca, Şeyh'in huzuruna çıkar. Şeyh'in önünde, içinde tavuk kemikleri bulunan bir tabak vardır. Şaşkınlığı daha da artan kadın:
—Efendi !. Kendin tavukla besleniyorsun, bizim çocuk da arpa ekmeği ile karnını doyuruyor, diyerek bu işte bir haksızlık olduğuna işaret eder. Şeyh, elini tavuk kemiklerinin üzerine koyarak:
— "Çürümüş kemikleri dirilten Allah'ın adıyla kalk !" der. Kemikler bir anda canlanarak, öterek, koşan bir tavuk hâlini ah- verir. Bunun üzerine Şeyh:
—Senin oğlun da bu seviyeye geldiğinde istediğini yiyecek tir, diyerek kendisinin de zamanında aynı mücâhedeyi gerçekleştirdiğini, bu yolun başlangıcının emek, sonunun ise nîmet olduğunu belirtir.
(Devam edecek )
1. Bölüm
Şeytanların çöllerde kuruntuya düşürdüğü Geylani, velisi adına yalan söylüyor. (S.84-85)
İbnTeymiyye, şeytanın insanı aldatması konusunda Abdül "kadir Geylânî hakkında anlatılan şu meşhur menkıbeyi örnek ve rerek, herkesin onun gibi olması gerektiğini tavsiye eder:
"Şeytanın aldatmak gayesiyle güzel bir surette görünmesi hâdisesi birçok kişinin başına gelmiştir. Bunlardan bâzılarım Allâhu Teâlâ korumuş ve onlar karşılarında güzel surette duranın ha kikatte şeytan olduğunu bilmişlerdir, işte korunanlardan birisi de meşhur hikâyesinde şöyle diyen Abdülkâdir Geylânî'dir:
"Bir defasında ibâdet ederken, büyük bir arş ve üzerinde bir nur gördüm. O nur bana:
—Ey Abdülkâdir! Ben senin rabbinim. Başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım, dedi. Ben ona şöyle cevap verdim:
—Sen kendisinden başka ilâh olmayan Allah'sın, öyle mi ?!.. Defol, ey Allah'ın düşmanı!.
Bunun ardından o nur parçalandı ve karanlığa dönüşerek bana şunları dedi:
—Ey Abdülkâdir! Benden, dinindeki ve ilmindeki fıkhınla, sağlam kavrayışınla ve bir de ahvalde katetmiş olduğun derecen le kurtuldun. Yoksa ben, yetmiş kişiyi (kesretten kinaye) bu şekilde aldattım.
Ona o nurun şeytan olduğunu nereden anladığı sorulduğunda da şöyle der:
Bunu onun "başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım" sözünden anladım. Çünkü biliyoruz ki, şerîat-i Mu hammedî (s.a.v.) ne nesh olur, ne de değişir. Bu sebeple şeytan bana: 'Senin rabbinim' dedi. 'Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım' demeye gücü yetmedi."
Halüsülasyon görerek hayali varmış gibi göstermesi (S.86)
Rivayete göre, kendisine Muhyiddin denmesinin sebebi sorulduğunda Ab dülkâdir Geylânî'nin cevâbı şu şekilde olmuştur:
"521 (m. 1127) yılında bir cuma günü, rengi bozulmuş, cılız bedenli birisiyle karşılaştım. Bana:
"—es-Selâmü aleyk, ey Abdülkâdir!" dedi. Selâmına mukabelede bulundum. Sonra: "—Yaklaş," dedi. Yaklaştım.
"—Yanıma otur," dedi. Yanına oturdum. Birden, bedeni büyüdü, yüzü güzelleşti ve rengi açılıverdi. Ben bu durumdan korktum. Bana:
"—Beni tanıyor musun?" dedi. "—Hayır," dedim.
"—Ben dînim. Ben, senin gördüğün gibi zayıflamıştım. Allâhu Teâla beni seninle canlandırdı. Sen "Muhyiddin"sin," dedi. Abdülkâdir Geylânî bu târihten sonra insanların kendisine bu lakap ile hitap ettiklerini belirtir.
“Akdoğan lakabı melekut aleminde yazılıydı.” Yalanı (S.87)
Ben, ağaçlarda şakıyan bülbül,
Yükseklerde ise Bâz-ı Eşheb'im"
Başka bir rivayete göre, bu lakabı Abdülkâdir Geylânî hakkında ilk kullanan kişi Şam'da Ukayl el-Minbecî (v. ?)olmuştur. Aliyyü'l-Kârî'ye göre ise bu lakab onun melekût âleminde yazılı ismiydi.
Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin (v. l 672/1273) Mesnevîyi şerîf'indeki:
"Eşsiz kır doğanda fare kuyu, oldu mu ?!..
Farelerin kusuru olur, hayvanların arlandığı bir hayvan kesilir !."
Kapandan habersiz halkı öküz masalı ile aldatması (S.89-90)
ÖKÜZÜN KENDiSiNE KONUŞMASI ve EŞKIYANIN TEVBE ETMESi
Abdülkâdir Geylânî küçüklüğünden itibaren ilme ve tasavvuf büyüklerine karşı içerisinde derin bir heves ve iştiyak duymaktadır. Zamanın ilim ve kültür merkezlerine gidip, ilmini genişletmek ve mânâ büyüklerinden feyizlenmek arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. Muhtemelen isteğini annesine bildirmiş, fakat annesi yaşının ilerlemiş olması sebebiyle, belki oğlunu bir daha göremeyeceği endişesiyle, -ki, muhtemelen de öyle olmuştur- ona izin vermemiştir. Ancak bir gün meydâna gelen ilginç bir hâdise genç ilim âşığının bu arzusunu gerçekleştirmesine vesîle olur. Abdül kâdir Geylânî ilim tahsiline sebep olan bu hâdiseyi şöyle anlatır:
"Küçükken, bir arefe günü arazîye çıkmıştım. Çift süren öküzlerin peşine takıldım. Bir öküz bana dönerek şöyle dedi:
—"Ne bu iş için yaratıldın, ne de bununla emredildin..." Bunun üzerine, korkarak, eve döndüm. Evin damına çıktım. Orada 'Arafat'ta vakfeye duran insanları gördüm. Hemen anneme koş tum. Ondan, Bağdat'a gidip ilimle iştigal ve sâlihleri ziyaret etmem hususunda izin istedim. Benden bu işin sebebini sordu. Ben de durumu kendisine bildirdim"
Sahrada kendini üç yıl bekleten Hızır uydurması (S.90)
HIZIR ( A.S. ) ÎLE GÖRÜŞMESİ
Abdülkâdir Geylânî'nin iki defa Hızır (a.s.) ile karşılaştığı rivâyet edilir. Bunların ilki, Abdülkâdir Geylânî'nin Bağdat'a ilk gelişi sırasında gerçekleşmiştir. Yolculuk esnasında Hızır (a.s.)
gelerek, kendisine muhalefet etmemesi şartıyla Abdülkâdir Geylânî'ye refakat edebileceğini bildirir. Bu anda Abdülkâdir Geylânî, o zâtın Hızır (a.s.) olduğunu bilmemektedir. Ama teklifini kabul eder. Bağdat'ın girişine geldiklerinde Hızır (a.s.), Abdülkâdir Geylânî'ye bulunduktan yerde oturmasını ve oradan kendisi izin verinceye kadar ayrılmamasını tenbihler. Abdülkâdir Geylânî bu emre uyarak üç sene Bağdat'ın dışında bekler ve hayâtını sahrada bulunabilecek yiyeceklerden yiyerek devam ettirir. Ancak her sene Hızır (a.s.) gelmekte ve ona beklemesini tekrarlamaktadır. Nihayet üçüncü sene sonunda Hızır (a.s.) yanında yemek olduğu halde gelir ve kendisini tanıtır. Beraberce yemeği yerler.
Sonra Hızır (a.s.) Abdülkâdir Geylânî'ye artık, Bağdat'a girebileceğini söyler. Bu hayâtı esnasında ise Abdülkâdir Geylânî cinlerle şeytanlarla ve diğer bâzı yaratıklarla karşılaşmış, onlarla mücâdele etmiş ve savaşlara girişmiştir.
Acemi Burcunda Allah'ın sünnetine karşı gelen bir Budist yaşantısı (S.91)
Hızır (a.s) ile Abdülkâdir Geylânî'nin diğer bir karşılaşması, onun nefsiyle sıkı bir muahedeye girdiği inziva yıllarına rastlar. Bu olayı Abdülkâdir Geylânî şöyle anlatır:
"... O yıllarda benim ikâmetim sebebiyle şu anda Acemî Burcu denilen yerde onbir sene kaldım. Bu sırada, birisi yedirinceye kadar yememeyi ve birisi içirinceye kadar içmemeyi Allâhu Teâlâ'ya ahdettim. Kırk gün hiçbir şey yemeden, içmeden durdum.
Sonra yanıma elinde ekmek ve yemek olan birisi geldi. Onları önüme bırakarak yanımdan ayrıldı. Bu sırada nefsim açlığın şiddetinden dolayı neredeyse, yemeğin ortasına düşecekti. Ben kendi kendime: "Vallahi!.. Rabbim ile yaptığım muahedeyi asla bozmayacağım" dedim. Bunun üzerine içimden "açım, açım!.." diye bağıran sesler geliyordu. Ama o seslere hiç aldırış etmedim. Bu durumumu öğrenen Ebû Sa'd el-Muharrimî yanıma gelerek:
• Bu hâlin nedir, ey Abdülkâdir ?!... dedi.
• Bu nefsin sıkıntısıdır. Ruh ise Mevlâ'sıyla rahattadır, dedim.
Bana "Bâbü'l-Ezc'e gelmemi" söyleyerek yanımdan ayrıldı. Ben yine kendi endime:
"Buradan emirsiz ayrılmayacağım !.." dedim. Bundan sonra yanıma Ebu'l-Abbâs Hızır (a.s.) geldi:
— Kalk ve Ebû Sa'd'in yanına git, dedi.
Ebû Sa'd'e gittiğimde onu kapıda hazır bir şekilde beni bekliyor buldum. Bana:
— içinde bulunduğun durumdan dolayı, benim "yanıma gel, beni takip et" demem, sana yetmedi mi de, Hızır'ın emrini bekle din ?!.. dedi.
Sonra beni evine aldı. Evde hazır bir sofra vardı. Bana, doyuncaya kadar kendi elleriyle yemek yedirdi. Sonra da hırka giydirdi. Bu zamandan sonra da ondan hiç ayrılmadım."
Bu menkıbe Abdülkâdir Geylânî'nin şeyhi ile buluşmasını anlatması açısından olduğu kadar, onun nefsiyle mücâhedesinde- ki azmini göstermesi açısından da kayda değerdir.
Burada bu konuyla ilgili bir noktaya daha temas etmek isteriz: Hızır (a.s.) ile görüşme büyük sûfîlerin ortak özelliklerinden görünmektedir. Nitekim, Yûsuf el-Hemedânî'nin, Abdülhâlık
Gucdevânî'nin, Hoca Ahmed Yesevî'nin ve Ahmed er-Ri fâî'nin Hızır (a.s.) ile görüştüklerini tasavvuf târihinden biliyoruz.
Levh-i Mahfuzu görme ve kaderin rüyada meydana gelmesi iftirası (S.92-93)
DUÂSIYLA KADERİN RÜYADA GERÇEKLEŞMESi
Abdûlkâdir Geylânî Bağdat'a gelmiş, ilim tahsilini tamamlamış ve tasavvuf yoluna intisap ederek, ahvâl ve makâmât sahibi olmuştur. Artık irşad faaliyetlerine başlamanın, insanların dertlerine çâreler bulmanın zamanı gelmiştir. Müridlerinden Şeyh Ebu's-Suûd el-Harîmî'den rivayet edilen şu menkıbe onun tasavvuftaki ilk başarılarına örnektir:
"521/1127'de Ebu'l-Muzaffer el-Hasan b. Necm b. Ahmed et-Tâcir, Şeyh Hammâd ed-Debbâs'a gelerek:
—Efendim, yediyüz dinar değerinde yükü olan bir kafile hazırladım. Müsâadenizle Şam'a gideceğim, dedi. Hammâd:
—Eğer bu sene sefere çıkarsan, öldürülürsün. Malların da elinden alınır, dedi.
el-Hasan, Hammâd'ın yanından kederli bir şekilde ayrıldı. Sonra, o zaman henüz genç (!-51 yaşında) olan Abdülkâdir Geylânî'yi buldu. Şeyh Hammâd'ın kendisine söylediklerini ona anlattı. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî, el-Hasan'a:
—Seferine çık. Salim olarak gider ve zengin olarak dönersin, dedi.
Bu sözü garanti gibi kabul eden el-Hasan, Şam'a gider. Mallarını bin dinara satar. Dönüş esnasında Haleb'de iken def-i hacet için tuvalete gider. Parasını tuvaletin bir tarafına bırakır. Sonra da onu orada unutarak dışarı çıkar. Sonra kaldığı yere döner. Üzerine uyku ağırlığı çöker ve uyur. Uykusunda bir rüya görür. Rüya sında bir kafile ile beraber yolculuk yapmaktadır. Kafileyi eşkiyâ basar. Malları yağmalanır, birçok kişi öldürülür. Bu esnada, el-Hasan, eşkıyadan birisinin kendi üzerine doğru geldiğini farkeder. Eşkiyâ iyice yaklaşınca kılıcını çeker ve el-Hasan et-Tâcir'in boynuna indirir. el-Hasan dehşetle uykudan fırlar. Eliyle boynunu yoklar. Boynu hâlâ kanlıdır ve yara acısı hissedilmektedir. Hemen parasını unuttuğunu hatırlar. Doğruca onu bıraktığı yere gider. Parasını oradan alır ve memleketine doğru yolculuğuna devam eder. Bağdat'a geldiğinde, başından geçen olayları, yaşı büyük olduğu için Hammâd ed-Debbâs'a mı, yoksa söyledikleri doğru çıktığı için Abdülkâdir Geylânî'ye mi anlatması gerektiğini kendi kendine düşünürken, çarşıda Hammâd'a rastlar. Hammâd ona şöyle der:
—Önce Abdülkâdir Geylânî'ye anlat. Çünkü o sevilen bir kuldur.
Abdülkâdir Geylânî de el-Hasan'a kendisi için Allâhu Teâlâ'ya yüzlerce defa dua ettiğini söyler.
Öyle anlaşılıyor ki, Abdülkâdir Geylânî, Hasan et-Tâcir'e söylediği sözün kendisini bağlayıcı olduğunu sonradan farketmiş ve kendisini mahcup çıkarmaması için Rabbi'ne gece gündüz niyazda bulunmuştur.
Bir çöl delisinin şahsında yüz kişi zeki alime yapılan iftira (S.93-94)
FUKAHÂNIN İMTÎHAN ETMESi
Daha önceden Bağdat'ın, zamanın mühim ilim merkezlerinden birisi olduğunu belirtmiştik. Âlimlerin bir görevi de halk arasında şöhret bulan kişilerin ilmî seviyelerini ölçmek, böylece halkı, kendilerine zarar verebilecek kişilerden korumaktır, işte bu sebeple Bağdat'ın ileri gelen ulemâsı, bâzıları onun ilmî derecesini görmek, bâzıları da halli çok zor sorular sorarak, halkın gö zünde yükselen îtibârını düşürmek gayesiyle Abdülkâdir Geylânî'yi imtihan etmeye karar verirler. Ne var ki, kendilerini bir sürpriz beklemektedir.
Abdülkâdir Geylânî'nin müridlerinden Müferrec b. Binhân b. Berekât eş-Şeybânî (v. ?) şahit olduğu hâdiseyi şöyle anlat maktadır:
"Abdülkâdir Geylânî'nin şöhreti yayılınca, Bağdat'ın ileri gelen, zekî fakihlerinden yüz kişi, her birisi ayrı ayrı birer mes'ele sormak maksadıyla vaaz meclisine geldiler. Ben de o mecliste idim. Fakihler meclise oturduklarında, Şeyh'in göğsünden sâdece Allâhu Teâlâ'nın istediği kullarının görebileceği bir nur çıktı. Bu nur, fakihlerin her birisinin göğsüne uğradı. Kendisine nur isabet eden her şahıs acıyla kıvranıp, bağırarak, üstünü başını parçalıyor, kürsüdeki Şeyh'e doğru giderek, başını onun önünde eğiyordu. Bu esnada olayın cezbesiyle mecliste bulunanlar öyle bir gürültü çıkardılar ki, ben "Bağdat yıkılıyor" zannettim. Bu durum sona erince, Şeyh bütün fakihleri ayrı ayrı kucaklayarak, onların sorularını ve cevaplarını kendilerine teker teker bildirdi.
Meclis bitince, onların yanma sokulup, sordum:
—Size ne oldu?
—Meclise geldiğimizde bütün bildiklerimizi umuttuk. Bizler, sanki hiç ilimle uğraşmamış gibi olduk. Tâ ki, Şeyh bizi kucaklayıp, bağrına -bastı da, şuurumuz yerine geldi, diye cevap verdiler."
Mutasavvıflar ile diğer islâm âlimleri arasında bu tür olaylara târihimizde zaman zaman rastlamaktayız. Burada ilginç olan bir nokta var: Abdülkâdir Geylânî kendisini imtihan ve perişan etmeye, küçük düşürmeye gelenleri azarlamamış, onlara karşı ters bir tavır takınmamıştır. Olayın sonunda da herkesi tek tek kucaklayarak, yolunun kardeşlik ve hoşgörü yolu olduğunu göstermiştir, işte bize göre, gerek bugün için ve gerekse târih boyunca bu olaydan çıkarılması gereken derslerden birisi de budur Hoşgörü ve anlayış.
Yediği tavuğu dirilten hakkabaz (S.95-96)
TAVUĞUN CANLANMASI
Abdülkâdir Geylânî'ye bir kadın yanında çocuğu olduğu halde gelerek: "Oğlumun kalbinin sana karşı aşırı muhabbetle dolu olduğunu gördüm. Ben onun üzerindeki hakkımdan Allâhu Teâlâ ve senin için vazgeçiyorum" diyerek, oğlunu tasavvufi eğitim görmesi için ona teslim eder. Şeyh, çocuğu seyr u sülûke başlatır ve mücâhedeye sokar.
Bir zaman sonra kadın, oğlunu görmeye gelir. Onu açlık ve uykusuzluktan dolayı zayıflamış, benzi sararmış bir halde bulur. Yiyeceği de sâdece arpadır. Bu duruma şaşıran kadın, doğruca, Şeyh'in huzuruna çıkar. Şeyh'in önünde, içinde tavuk kemikleri bulunan bir tabak vardır. Şaşkınlığı daha da artan kadın:
—Efendi !. Kendin tavukla besleniyorsun, bizim çocuk da arpa ekmeği ile karnını doyuruyor, diyerek bu işte bir haksızlık olduğuna işaret eder. Şeyh, elini tavuk kemiklerinin üzerine koyarak:
— "Çürümüş kemikleri dirilten Allah'ın adıyla kalk !" der. Kemikler bir anda canlanarak, öterek, koşan bir tavuk hâlini ah- verir. Bunun üzerine Şeyh:
—Senin oğlun da bu seviyeye geldiğinde istediğini yiyecek tir, diyerek kendisinin de zamanında aynı mücâhedeyi gerçekleştirdiğini, bu yolun başlangıcının emek, sonunun ise nîmet olduğunu belirtir.
(Devam edecek )