Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tasavvufçuların Küfür Akideleri !

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Abdülkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri - Dilaver Gürer

1. Bölüm

975-574-256-5hs58es.jpg


Şeytanların çöllerde kuruntuya düşürdüğü Geylani, velisi adına yalan söylüyor. (S.84-85)

İbnTeymiyye, şeytanın insanı aldatması konusunda Abdül "kadir Geylânî hakkında anlatılan şu meşhur menkıbeyi örnek ve rerek, herkesin onun gibi olması gerektiğini tavsiye eder:

"Şeytanın aldatmak gayesiyle güzel bir surette görünmesi hâdisesi birçok kişinin başına gelmiştir. Bunlardan bâzılarım Allâhu Teâlâ korumuş ve onlar karşılarında güzel surette duranın ha kikatte şeytan olduğunu bilmişlerdir, işte korunanlardan birisi de meşhur hikâyesinde şöyle diyen Abdülkâdir Geylânî'dir:

"Bir defasında ibâdet ederken, büyük bir arş ve üzerinde bir nur gördüm. O nur bana:

—Ey Abdülkâdir! Ben senin rabbinim. Başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım, dedi. Ben ona şöyle cevap verdim:

—Sen kendisinden başka ilâh olmayan Allah'sın, öyle mi ?!.. Defol, ey Allah'ın düşmanı!.

Bunun ardından o nur parçalandı ve karanlığa dönüşerek bana şunları dedi:

—Ey Abdülkâdir! Benden, dinindeki ve ilmindeki fıkhınla, sağlam kavrayışınla ve bir de ahvalde katetmiş olduğun derecen le kurtuldun. Yoksa ben, yetmiş kişiyi (kesretten kinaye) bu şekilde aldattım.

Ona o nurun şeytan olduğunu nereden anladığı sorulduğunda da şöyle der:



Bunu onun "başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım" sözünden anladım. Çünkü biliyoruz ki, şerîat-i Mu hammedî (s.a.v.) ne nesh olur, ne de değişir. Bu sebeple şeytan bana: 'Senin rabbinim' dedi. 'Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım' demeye gücü yetmedi."


Halüsülasyon görerek hayali varmış gibi göstermesi (S.86)
Rivayete göre, kendisine Muhyiddin denmesinin sebebi sorulduğunda Ab dülkâdir Geylânî'nin cevâbı şu şekilde olmuştur:

"521 (m. 1127) yılında bir cuma günü, rengi bozulmuş, cılız bedenli birisiyle karşılaştım. Bana:

"—es-Selâmü aleyk, ey Abdülkâdir!" dedi. Selâmına mukabelede bulundum. Sonra: "—Yaklaş," dedi. Yaklaştım.

"—Yanıma otur," dedi. Yanına oturdum. Birden, bedeni büyüdü, yüzü güzelleşti ve rengi açılıverdi. Ben bu durumdan korktum. Bana:

"—Beni tanıyor musun?" dedi. "—Hayır," dedim.

"—Ben dînim. Ben, senin gördüğün gibi zayıflamıştım. Allâhu Teâla beni seninle canlandırdı. Sen "Muhyiddin"sin," dedi. Abdülkâdir Geylânî bu târihten sonra insanların kendisine bu lakap ile hitap ettiklerini belirtir.


“Akdoğan lakabı melekut aleminde yazılıydı.” Yalanı (S.87)

Ben, ağaçlarda şakıyan bülbül,
Yükseklerde ise Bâz-ı Eşheb'im"

Başka bir rivayete göre, bu lakabı Abdülkâdir Geylânî hakkında ilk kullanan kişi Şam'da Ukayl el-Minbecî (v. ?)olmuştur. Aliyyü'l-Kârî'ye göre ise bu lakab onun melekût âleminde yazılı ismiydi.

Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin (v. l 672/1273) Mesnevîyi şerîf'indeki:

"Eşsiz kır doğanda fare kuyu, oldu mu ?!..
Farelerin kusuru olur, hayvanların arlandığı bir hayvan kesilir !."


Kapandan habersiz halkı öküz masalı ile aldatması (S.89-90)

ÖKÜZÜN KENDiSiNE KONUŞMASI ve EŞKIYANIN TEVBE ETMESi

Abdülkâdir Geylânî küçüklüğünden itibaren ilme ve tasavvuf büyüklerine karşı içerisinde derin bir heves ve iştiyak duymaktadır. Zamanın ilim ve kültür merkezlerine gidip, ilmini genişletmek ve mânâ büyüklerinden feyizlenmek arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. Muhtemelen isteğini annesine bildirmiş, fakat annesi yaşının ilerlemiş olması sebebiyle, belki oğlunu bir daha göremeyeceği endişesiyle, -ki, muhtemelen de öyle olmuştur- ona izin vermemiştir. Ancak bir gün meydâna gelen ilginç bir hâdise genç ilim âşığının bu arzusunu gerçekleştirmesine vesîle olur. Abdül kâdir Geylânî ilim tahsiline sebep olan bu hâdiseyi şöyle anlatır:

"Küçükken, bir arefe günü arazîye çıkmıştım. Çift süren öküzlerin peşine takıldım. Bir öküz bana dönerek şöyle dedi:

—"Ne bu iş için yaratıldın, ne de bununla emredildin..." Bunun üzerine, korkarak, eve döndüm. Evin damına çıktım. Orada 'Arafat'ta vakfeye duran insanları gördüm. Hemen anneme koş tum. Ondan, Bağdat'a gidip ilimle iştigal ve sâlihleri ziyaret etmem hususunda izin istedim. Benden bu işin sebebini sordu. Ben de durumu kendisine bildirdim"


Sahrada kendini üç yıl bekleten Hızır uydurması (S.90)

HIZIR ( A.S. ) ÎLE GÖRÜŞMESİ


Abdülkâdir Geylânî'nin iki defa Hızır (a.s.) ile karşılaştığı rivâyet edilir. Bunların ilki, Abdülkâdir Geylânî'nin Bağdat'a ilk gelişi sırasında gerçekleşmiştir. Yolculuk esnasında Hızır (a.s.)
gelerek, kendisine muhalefet etmemesi şartıyla Abdülkâdir Geylânî'ye refakat edebileceğini bildirir. Bu anda Abdülkâdir Geylânî, o zâtın Hızır (a.s.) olduğunu bilmemektedir. Ama teklifini kabul eder. Bağdat'ın girişine geldiklerinde Hızır (a.s.), Abdülkâdir Geylânî'ye bulunduktan yerde oturmasını ve oradan kendisi izin verinceye kadar ayrılmamasını tenbihler. Abdülkâdir Geylânî bu emre uyarak üç sene Bağdat'ın dışında bekler ve hayâtını sahrada bulunabilecek yiyeceklerden yiyerek devam ettirir. Ancak her sene Hızır (a.s.) gelmekte ve ona beklemesini tekrarlamaktadır. Nihayet üçüncü sene sonunda Hızır (a.s.) yanında yemek olduğu halde gelir ve kendisini tanıtır. Beraberce yemeği yerler.
Sonra Hızır (a.s.) Abdülkâdir Geylânî'ye artık, Bağdat'a girebileceğini söyler. Bu hayâtı esnasında ise Abdülkâdir Geylânî cinlerle şeytanlarla ve diğer bâzı yaratıklarla karşılaşmış, onlarla mücâdele etmiş ve savaşlara girişmiştir.



Acemi Burcunda Allah'ın sünnetine karşı gelen bir Budist yaşantısı (S.91)


Hızır (a.s) ile Abdülkâdir Geylânî'nin diğer bir karşılaşması, onun nefsiyle sıkı bir muahedeye girdiği inziva yıllarına rastlar. Bu olayı Abdülkâdir Geylânî şöyle anlatır:

"... O yıllarda benim ikâmetim sebebiyle şu anda Acemî Burcu denilen yerde onbir sene kaldım. Bu sırada, birisi yedirinceye kadar yememeyi ve birisi içirinceye kadar içmemeyi Allâhu Teâlâ'ya ahdettim. Kırk gün hiçbir şey yemeden, içmeden durdum.

Sonra yanıma elinde ekmek ve yemek olan birisi geldi. Onları önüme bırakarak yanımdan ayrıldı. Bu sırada nefsim açlığın şiddetinden dolayı neredeyse, yemeğin ortasına düşecekti. Ben kendi kendime: "Vallahi!.. Rabbim ile yaptığım muahedeyi asla bozmayacağım" dedim. Bunun üzerine içimden "açım, açım!.." diye bağıran sesler geliyordu. Ama o seslere hiç aldırış etmedim. Bu durumumu öğrenen Ebû Sa'd el-Muharrimî yanıma gelerek:

• Bu hâlin nedir, ey Abdülkâdir ?!... dedi.

• Bu nefsin sıkıntısıdır. Ruh ise Mevlâ'sıyla rahattadır, dedim.
Bana "Bâbü'l-Ezc'e gelmemi" söyleyerek yanımdan ayrıldı. Ben yine kendi endime:
"Buradan emirsiz ayrılmayacağım !.." dedim. Bundan sonra yanıma Ebu'l-Abbâs Hızır (a.s.) geldi:

— Kalk ve Ebû Sa'd'in yanına git, dedi.

Ebû Sa'd'e gittiğimde onu kapıda hazır bir şekilde beni bekliyor buldum. Bana:

— içinde bulunduğun durumdan dolayı, benim "yanıma gel, beni takip et" demem, sana yetmedi mi de, Hızır'ın emrini bekle din ?!.. dedi.

Sonra beni evine aldı. Evde hazır bir sofra vardı. Bana, doyuncaya kadar kendi elleriyle yemek yedirdi. Sonra da hırka giydirdi. Bu zamandan sonra da ondan hiç ayrılmadım."

Bu menkıbe Abdülkâdir Geylânî'nin şeyhi ile buluşmasını anlatması açısından olduğu kadar, onun nefsiyle mücâhedesinde- ki azmini göstermesi açısından da kayda değerdir.

Burada bu konuyla ilgili bir noktaya daha temas etmek isteriz: Hızır (a.s.) ile görüşme büyük sûfîlerin ortak özelliklerinden görünmektedir. Nitekim, Yûsuf el-Hemedânî'nin, Abdülhâlık
Gucdevânî'nin, Hoca Ahmed Yesevî'nin ve Ahmed er-Ri fâî'nin Hızır (a.s.) ile görüştüklerini tasavvuf târihinden biliyoruz.


Levh-i Mahfuzu görme ve kaderin rüyada meydana gelmesi iftirası (S.92-93)

DUÂSIYLA KADERİN RÜYADA GERÇEKLEŞMESi


Abdûlkâdir Geylânî Bağdat'a gelmiş, ilim tahsilini tamamlamış ve tasavvuf yoluna intisap ederek, ahvâl ve makâmât sahibi olmuştur. Artık irşad faaliyetlerine başlamanın, insanların dertlerine çâreler bulmanın zamanı gelmiştir. Müridlerinden Şeyh Ebu's-Suûd el-Harîmî'den rivayet edilen şu menkıbe onun tasavvuftaki ilk başarılarına örnektir:

"521/1127'de Ebu'l-Muzaffer el-Hasan b. Necm b. Ahmed et-Tâcir, Şeyh Hammâd ed-Debbâs'a gelerek:

—Efendim, yediyüz dinar değerinde yükü olan bir kafile hazırladım. Müsâadenizle Şam'a gideceğim, dedi. Hammâd:

—Eğer bu sene sefere çıkarsan, öldürülürsün. Malların da elinden alınır, dedi.

el-Hasan, Hammâd'ın yanından kederli bir şekilde ayrıldı. Sonra, o zaman henüz genç (!-51 yaşında) olan Abdülkâdir Geylânî'yi buldu. Şeyh Hammâd'ın kendisine söylediklerini ona anlattı. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî, el-Hasan'a:

—Seferine çık. Salim olarak gider ve zengin olarak dönersin, dedi.

Bu sözü garanti gibi kabul eden el-Hasan, Şam'a gider. Mallarını bin dinara satar. Dönüş esnasında Haleb'de iken def-i hacet için tuvalete gider. Parasını tuvaletin bir tarafına bırakır. Sonra da onu orada unutarak dışarı çıkar. Sonra kaldığı yere döner. Üzerine uyku ağırlığı çöker ve uyur. Uykusunda bir rüya görür. Rüya sında bir kafile ile beraber yolculuk yapmaktadır. Kafileyi eşkiyâ basar. Malları yağmalanır, birçok kişi öldürülür. Bu esnada, el-Hasan, eşkıyadan birisinin kendi üzerine doğru geldiğini farkeder. Eşkiyâ iyice yaklaşınca kılıcını çeker ve el-Hasan et-Tâcir'in boynuna indirir. el-Hasan dehşetle uykudan fırlar. Eliyle boynunu yoklar. Boynu hâlâ kanlıdır ve yara acısı hissedilmektedir. Hemen parasını unuttuğunu hatırlar. Doğruca onu bıraktığı yere gider. Parasını oradan alır ve memleketine doğru yolculuğuna devam eder. Bağdat'a geldiğinde, başından geçen olayları, yaşı büyük olduğu için Hammâd ed-Debbâs'a mı, yoksa söyledikleri doğru çıktığı için Abdülkâdir Geylânî'ye mi anlatması gerektiğini kendi kendine düşünürken, çarşıda Hammâd'a rastlar. Hammâd ona şöyle der:

—Önce Abdülkâdir Geylânî'ye anlat. Çünkü o sevilen bir kuldur.

Abdülkâdir Geylânî de el-Hasan'a kendisi için Allâhu Teâlâ'ya yüzlerce defa dua ettiğini söyler.

Öyle anlaşılıyor ki, Abdülkâdir Geylânî, Hasan et-Tâcir'e söylediği sözün kendisini bağlayıcı olduğunu sonradan farketmiş ve kendisini mahcup çıkarmaması için Rabbi'ne gece gündüz niyazda bulunmuştur.



Bir çöl delisinin şahsında yüz kişi zeki alime yapılan iftira (S.93-94)


FUKAHÂNIN İMTÎHAN ETMESi


Daha önceden Bağdat'ın, zamanın mühim ilim merkezlerinden birisi olduğunu belirtmiştik. Âlimlerin bir görevi de halk arasında şöhret bulan kişilerin ilmî seviyelerini ölçmek, böylece halkı, kendilerine zarar verebilecek kişilerden korumaktır, işte bu sebeple Bağdat'ın ileri gelen ulemâsı, bâzıları onun ilmî derecesini görmek, bâzıları da halli çok zor sorular sorarak, halkın gö zünde yükselen îtibârını düşürmek gayesiyle Abdülkâdir Geylânî'yi imtihan etmeye karar verirler. Ne var ki, kendilerini bir sürpriz beklemektedir.

Abdülkâdir Geylânî'nin müridlerinden Müferrec b. Binhân b. Berekât eş-Şeybânî (v. ?) şahit olduğu hâdiseyi şöyle anlat maktadır:

"Abdülkâdir Geylânî'nin şöhreti yayılınca, Bağdat'ın ileri gelen, zekî fakihlerinden yüz kişi, her birisi ayrı ayrı birer mes'ele sormak maksadıyla vaaz meclisine geldiler. Ben de o mecliste idim. Fakihler meclise oturduklarında, Şeyh'in göğsünden sâdece Allâhu Teâlâ'nın istediği kullarının görebileceği bir nur çıktı. Bu nur, fakihlerin her birisinin göğsüne uğradı. Kendisine nur isabet eden her şahıs acıyla kıvranıp, bağırarak, üstünü başını parçalıyor, kürsüdeki Şeyh'e doğru giderek, başını onun önünde eğiyordu. Bu esnada olayın cezbesiyle mecliste bulunanlar öyle bir gürültü çıkardılar ki, ben "Bağdat yıkılıyor" zannettim. Bu durum sona erince, Şeyh bütün fakihleri ayrı ayrı kucaklayarak, onların sorularını ve cevaplarını kendilerine teker teker bildirdi.

Meclis bitince, onların yanma sokulup, sordum:
—Size ne oldu?
—Meclise geldiğimizde bütün bildiklerimizi umuttuk. Bizler, sanki hiç ilimle uğraşmamış gibi olduk. Tâ ki, Şeyh bizi kucaklayıp, bağrına -bastı da, şuurumuz yerine geldi, diye cevap verdiler."

Mutasavvıflar ile diğer islâm âlimleri arasında bu tür olaylara târihimizde zaman zaman rastlamaktayız. Burada ilginç olan bir nokta var: Abdülkâdir Geylânî kendisini imtihan ve perişan etmeye, küçük düşürmeye gelenleri azarlamamış, onlara karşı ters bir tavır takınmamıştır. Olayın sonunda da herkesi tek tek kucaklayarak, yolunun kardeşlik ve hoşgörü yolu olduğunu göstermiştir, işte bize göre, gerek bugün için ve gerekse târih boyunca bu olaydan çıkarılması gereken derslerden birisi de budur Hoşgörü ve anlayış.



Yediği tavuğu dirilten hakkabaz (S.95-96)


TAVUĞUN CANLANMASI


Abdülkâdir Geylânî'ye bir kadın yanında çocuğu olduğu halde gelerek: "Oğlumun kalbinin sana karşı aşırı muhabbetle dolu olduğunu gördüm. Ben onun üzerindeki hakkımdan Allâhu Teâlâ ve senin için vazgeçiyorum" diyerek, oğlunu tasavvufi eğitim görmesi için ona teslim eder. Şeyh, çocuğu seyr u sülûke başlatır ve mücâhedeye sokar.

Bir zaman sonra kadın, oğlunu görmeye gelir. Onu açlık ve uykusuzluktan dolayı zayıflamış, benzi sararmış bir halde bulur. Yiyeceği de sâdece arpadır. Bu duruma şaşıran kadın, doğruca, Şeyh'in huzuruna çıkar. Şeyh'in önünde, içinde tavuk kemikleri bulunan bir tabak vardır. Şaşkınlığı daha da artan kadın:

—Efendi !. Kendin tavukla besleniyorsun, bizim çocuk da arpa ekmeği ile karnını doyuruyor, diyerek bu işte bir haksızlık olduğuna işaret eder. Şeyh, elini tavuk kemiklerinin üzerine koyarak:

— "Çürümüş kemikleri dirilten Allah'ın adıyla kalk !" der. Kemikler bir anda canlanarak, öterek, koşan bir tavuk hâlini ah- verir. Bunun üzerine Şeyh:

—Senin oğlun da bu seviyeye geldiğinde istediğini yiyecek tir, diyerek kendisinin de zamanında aynı mücâhedeyi gerçekleştirdiğini, bu yolun başlangıcının emek, sonunun ise nîmet olduğunu belirtir.

(Devam edecek )
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Abdülkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri - Dilaver Gürer

2. Bölüm

Bir vaazında sapık fikirlerini ve kibirlerine müritleri alet olduğu gibi ,Allah rasulune iftira ediyor . (S.96-97)


"ŞU AYAĞIM HER ALLAH VELÎSİNİN BOYNU ÜZERİNDEDİR" DEMESi


Abdülkâdir Geylânî, Bağdat'ta ileri gelen elliyi aşkın şeyhin de hazır bulunduğu bir vaaz meclisinde bir ara kalbine teveccüh ederek şu sözleri söyler:

—İşte şu ayağım her Allah velîsinin boynu üzerindedir.

Bunun üzerine, orada bulunanlar bu sözleri kendilerine hitaben söylenmiş bir emir telakki ederek, boyunlarını onun ayağına doğru uzatırlar. Orada bulunmayan diğer sûfîler ise aynı şeyi gıyabî olarak yaparlar.

Esasen Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözleri söyleyeceğini daha önceden pek çok sûfî haber vermiştir. Dolayısıyla öyle anlaşılıyor ki, bu beklenen bir hâdiseydi. Belki de tasavvuf çevrelerinde menfî bir tepkiyle karşılanmamasının bir sebebi bu olsa gerektir.

Bu sözler söylendiği andan itibaren büyük yankılar uyandır mış, gerek tasavvufun önde gelen şahsiyetleri, gerekse diğer âlimler bu söz hakkında fikirlerini beyan etmekten geri durmamışlar dır. Biz burada, bu sözün söylendiği andaki sûfiye ileri gelenlerinden birkaçının, bu söz ile ilgili görüşünü örnek açısın -
Ahmed el-Kebîr er-Rifâî: O, bir gün zaviyesinde otururken, boynunu uzatarak: "Boynum üzerine!..." der. Bunu sebebi sorulduğunda da: "Şu anda Abdülkâdir Geylânî "şu ayağım..." sözünü söyledi." der.

Abdülkâhir es-Sühreverdî: Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince o anda o mecliste bulunan Abdülkâhir es-Sühreverdî, ba şını neredeyse yere düşecek şekilde eğerek: "Başım üstüne, başım üstüne, başım üstüne !.." der.

Ebû Medyen Şuayb el-Endülüsî: O anda Mağrib'de, müridleri arasında bulunan Ebû Medyen boynunu uzatarak: "Allâhım! Seni ve meleklerim şahit tutarım ki, işittim ve itaat ettim" der. Bunun sebebini soran etrafındakilere: "Şu anda Abdülkâdir Geylânî, Bağdat'ta "şu ayağım..." sözünü söyledi" der. Bu olaya oradakiler târih düşürürler. Bir müddet sonra Bağdat'tan misafirler gelerek olayı ve târihi aktarırlar, iki târihi karşılaştırdıklarında Abdülkâdir Geylânî'nin o sözü onların tesbit ettikleri ile aynı zamanda söylediği anlaşılır.

Ebû Sa'd el-Kaylevî'nin görüşleri bu sözlerin sebebini îzah eder mâhiyettedir: Ona göre Abdülkâdir Geylânî bu sözleri şüphesiz ki, emir ile söylemiştir. Bu sözler onun kutbiyetini îlan için söylenmiştir. Kutup yer yüzünde her zaman bulunur. Ancak bâzan sükût (susmak) ile emrolunur. Bâzılen ise kutbiyetlerini îlan ile emrolunur. İlan durumu kutbiyet makamında kemâle erenler içindir.

Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözü emir ile söylediği kanâatini taşıyan sâdece Ebû Sa'd el-Kaylevî değildir. Ahmed er-Rifâî, Adiy b. Müsâfir, Alî b. el-Hîtî ve diğer bâzı sûfîler bu söz hakkında Ebû Sa'd ile aynı görüşleri paylaşırlar.

Hattâ bu hususu rüyasında Rasûlullâh'a (s.a.v.) soranlara da tesadüf ediyoruz. Bunlardan birisi Rasûlullah'ı (s.a.v.) rüyasında çok görmesi ile ün yapmış olan Şeyh Halîfe b. Musa en-Nehr'dir (v. ?). O, Rasûlullah'ı (s.a.v.) rüyasında görünce, ona Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözü söylediğini bildirir. O da Şeyh Halîfe'ye "Şeyh Abdülkâdir doğru söylemiştir. Çünkü o kutuptur. Onu gö zeten de benim" cevâbım verir.



İslam'dan ayakları kaymış iki sapık (S.99-100)


HALLÂC-I MANSÛR HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ



Birtakım tasavvufi görüşlerinden dolayı 309/921'de îdam edilen tasavvufun bu renkli sıması, bilhassa "ene'l-Hak" sözüyle islâm âleminde derin yankılar uyandırmıştır. Tabiatıyla, her sûfîyi yakından ilgilendirmiş, sûfîler de onun hakkında çeşitli görüşler beyan etmişlerdir. Abdülkâdir Geylânî, onun hakkındaki dü şüncelerini edebî cümlelerle şöyle ifâde eder:

"Bâzı ariflerin akıl kuşu, suret ağacı yuvasından uçtu. Meleklerin saflarım yararak gökyüzüne yükseldi. O, sultânın şahinlerinden bir şahindi. Ama gözleri "insan zayıf yaratılmıştır" bağıyla bağlıydı. Gökyüzünde aradığı avı bulamadı. Tâ ki, kendisi ne bir av belirdi de "Rabbimi gördüm ! ." (dedi). Matlûbunun "Yüzünü çevirdiğin her tarafı Allah'ın vechi kaplamıştır" sözleriyle, onun hayranlığı daha da ziyâdeleşti. Sonra da yeryüzüne düşüverdi. O, denizin derinliklerinde, ateşten daha değerli olanı aradı. Akıl gözüyle (eşyaya) baktı. Eserden başka bir şey müşahede edemeyince, tefekkür etti ve iki âlemde de mahbûbundan başka matlûb bulamadı. Bunun üzerine coştu. Kalbinin sarhoş lisanıyla "ene'l-Hak" dedi. Beşere yakışmayan bir beste okudu. Varlık bahçesinde sarardı gitti. Sırrında ona şöyle seslenildi:

—Ey Hallaç! Sen kuvvetine güvendin. Bugün bütün ariflere niyâbeten de ki: Ey Muhammedi Hakikatin sultânı sensin. Sen, öyle bir insansın ki, varlık (vücûd) senin marifet kapının eşiğine göre tâyin olunmuştur. Ariflerin boyunları senin celalet ateşinde bükülür. Bütün yaratılmış, alnını orada secdeyek oyar.

Abdülkâdir Geylânî, onun bu tavrının kendisine ters düşen şeriat tarafından yargılandığını, çünkü tarîkati muhafazanın, şerîatin emirlerini ikâme etmekle mümkün olacağını belirterek, Hallâc'a şöyle seslenir:

"Şimdi, vücud kafesine gir, izzet yolundan ayrıl, varlık zilletine geri dön."

Sonunda, şeriat makası gelir ve dâva uğrunda fazla uzayan bu kanadı budar.

Abdülkâdir Geylânî'ye göre Hallaç tökezlemiş, ayağı kaymıştı. Çünkü zamanında elinden tutacak, ona manevî yolculuğun tehlikelerini gösterecek birisini bulamamıştı. Onun zamanında yaşasaydı, Hallaç bu hallere düşmezdi. Onun elinden tutar, kurtarırdı.



Şeyh Rislan (Aslan)'a göre “kabul ve red, alma ve verme yetkisi Abdülkadir'in elindedir.” Şirki (S.100)

Dimaşk'ın (Şam) odun satarak geçimini te'min eden bu sevilen şeyhi, Abdülkâdir Ceylânı hakkında şunları söylemektedir:

"O, zamanımızda şeyhlerin önderlerindendir. Hikmet ile konuşur. Manevî tasarruf ona teslim edilmiştir. Kabul ve red, alma ve verme yetkisi onun elindedir. O, zamanımızda "Rasûlullâh'ın nâibi"dir."

Başka bir ifâdeyle Şeyh Rislân, Abdülkâdir Geylânî'nin haberde "vâris-i enbiyâ" olarak bildirilen şahıslardan, olduğunu söylemektedir.



Geylani'nin hayali ve batıl Rical-i Gayb inancı (S.264-265)


VELAYET - NÜBÜVVET ve RlCÂL- GAYB



Abdülkâdir Geylânî inananları îman derecelerine göre, zaman zaman çeşitli gruplara ayırır. Onun bu tasniflerinden birisi de, diğer ulemâda da sıkça karşılaştığımız veçhiyle, halkı üçe ayırmasıdır ki, bu üç grup şunlardaır:
1- Avam (halk). 2- Hâs (seçkin, seçilmiş). 3- Hâssu'l-hâs (seçkinler seçkini).

Bunlardan birinci gruptakileri yâni âmmî olan kısma dâhil ettiği kimseleri Abdülkâdir Geylânî "şerîat çerçevesinde hareket eden müttakî müslüman" diye tarif eder. ikinci grubu teşkil eden hâs mü'minler ise düşünce ve davranışlarında şerîat ile iktifa etmeyip, Hakk'ın ilhamını bekleyerek ona göre hareket etmeye çalışan kimselerdir. Üçüncü gruptaki hâssu'l-hâs olanlar da ikinci gruptakilerle aynı hareket tarzına sahip olmakla birlikte, bunlar bu konuda biraz daha titizlik gösteren ve tecrübe kazanmış kim seler olup "abdal" diye isimlendirilmişlerdir ve yine bunlar da fiil ve düşüncelerinde Hakk'ın ilham, emir ve tahrikini (hareket ettirme) bekleyerek ona göre hareket ederler. Bu tasnifin bir başka ifâdesi de şu şekilde îzah edilebilir: Mü'min genellikle şu üç halden birisi üzere bulunur: Takva hâli (mü'min), velayet hâli (velî-evliyâ), bedeliyet veya gavsiyet hâli (abdâl-gavs-kutup). Bu üç hâlin birbirinden kopuk, birbirinden müstakil ol madığı, aksine bunlann birbirini takip eden, inananların îman derecelerine göre yapılmış bir tasnif olduğu îzahtan varestedir.

Mü'min, şer'in mubah gördüğünü yer. Velî yemeye inanır fakat kalp cihetiyle ondan nehyedilir. Bedel ise hiçbir şeyi önemsemez. O, Rabbinin gaybeti içerisindedir. Onda fânî olmuştur. Velî ile bedel arasındaki diğer bir fark da şudur: Velî emir ve nehiyleri yerine getirmekle ile mükelleftir. Bedel ise, şer'î hudutların korunması kaydıyla, ihtiyardan sıyrılmştır. Şer'î hudutları koruyarak, halktan ve kendisinden fânî olmuştur. Yine mü'min rızkını hevâsına göre değil, şeriatin belirlediği hudutlar içerisinde te'min eder. Velî, Allah'ın emri ile, kutbun veziri olan bedel ise Allah'ın fiili ile rızkını kesb yoluna gider. Kutba gelince, onun rızık te'mîni ve tasarrufu Nebî (s.a.v.)'inki gibidir. Çünkü o ümmet
içerisinde Peygamberin hizmetçisi, çocuğu, naibi ve halîfesi me sâbesindedir.



Geylani ve Arabi Allah'ın sıfatlarını hayali kutba vermeleri (S.313-315)


el-Fütûhdtü'/-Mekekiyye'de yeri geldikçe kutbun özelliklerinden bahsetmiş ( el-Fütahâta'l-Mekklyye, 1/289-301,11/753-758, III/180-186) ve VELAYET içinde ayrı bir bâb (konu başlığı) açmış (a.g.e., 11/326-333) olan Ibn Arabî, kutupları kitabın 462-556. bâblan arasında menzillerine göre açıkla mış olmakla bu konuyu en geniş bir şekilde işlemiştir (a.g.e, IV/93-249).



Çalışmamızın Abdülkâdir Geylânî'nin "VAAZA BAŞLAMASI" konusunda tarifini yaptığımız "kutup" hakkında Ibn Arabi'nin görüşleri ve yorumları doğrusu kayda değerdir. Ona göre "hareket-i devriye (hayâtın devamını sağlayan hareket) ve âlemdeki her iş kutbun etrafında (üzerinde, kutup vasıtasıyla) gerçekleşir (Ibnü'l-Arabî, Muhyiddîn, Fusûsu'l-hifeem Tercüme ve Şerhi, -tere. ve şerh: Ahmed Avnî Konuk, haz.: Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın-, istanbul 1987,1/297). Esâsında kutbun suret ve ruh olmak üzere iki yönü vardır. Âlemde cereyan eden işlerin ruhu (manevî yönü) onun ru hu vasıtasıyla, sureti de onun sureti vasıtasıyla meydâna gelir." (el-Fütühâ-tü'l-Mekkiyye, İV/93).

Ayrıca "her makam ve menzilin, o makam ve menzilin kendisi vasıtasıyla gerçekleştiği bir kutbu vardır. (Meselâ) zâhidlerin, zühdün kendisi va sıtasıyla gerçekleştiği bir "zühd kutbu" olur. Tevekkül, muhabbet, marifet için de aynı durum söz konusudur." diyen Şeyh-i Ekber, Allâhu Teâlâ'nın kendisini mütevekkillerin kutbuna muttali kıldığını belirterek, o kutbun özelliklerini açıklar (bk.: A.g.e., İV/95 v.d.) isevî kutupların özelliklerini el-Fütühâ-tü'l-Mekkiyye'nin 36-37. bâblarında (a.g.e., 1/289-298) ve menzil ve makamlarına göre kutupların da aynı eserin 464-556. bâblarında (a.g.e., IV/111-249) işleyerek "kutup" ve "kutuplar” eserinde geniş bir yer ayırmış olan Ibn Arabî "Muhammedi kutup lar" hakkında da şunları söyler: "Muhammedi kutuplar iki kısımdır: l- Hz. Peygamber'in bi'setinden önceki kutuplar: Onlar 313 resuldür. 2- Hz. Pey-gamber'in bi'setinden sonraki kutuplar: Onlar da 12 kutup ve ayrıca iki hatm (hâtem-i velâyet'tir. (a.g.e., İV/94).

işte "bu ümmetin işleri bu 12 kutup vasıtasıyla gerçekleşir" diyen mü ellif bu Muhammedi 12 kutbun özelliklerini uzun uzun anlatır (bk.: A.g.e., İV/96 v.d.).Şu da var ki, Muhammedi kutuplar muhtelif kısımlara ayrılmak la birlikte, onlardan her asırda sâdece bir tane bulunur, (a.g.e., İV/94).

Mevlânâ da:

Öyleyse her devirde peygamber yerine bir eren vardır;
Kıyamete dek bu böyle sürer gider.
(Mesnevt ve Şerhi, 11/140) diyerek, Ibn Arabi'nin görüşlerine iştirak eder.

Abdülkâdir Geylânl'nin kutbu şu veciz cümlelerle tarif ettiği rivayet edilir: "Hakikatte hiçbir meslek, yol, kademe yoktur ki, kutup için orada saygın, sağlam bir kaynak olmasın. Velayette hiçbir derece yoktur ki, onun orada açık bir ayak izi bulunmasın. Nihayette hiçbir makam yoktur ki, onun orada sabit bir ayağı olmasın. Müşahedede hiçbir menzil yoktur ki, onun orada tatlı bir meşrebi olmasın. Huzura çıkan hiçbir basamak yoktur ki, o oradan yüce bir şekilde geçmemiş olsun. Alem-i gaybda ve âlem-i şehâdet-i evveliyede hiçbir iş yoktur ki, onun ondan bilgisi olmasın. Varlık (vücûd) mazharlanndan hiçbirisi yoktur ki, onun onda müşareketi olmasın. Hiçbir fiil yoktur ki, o onda gizli olmasın. Hiçbir ışık yoktur ki, ondan bir parça, hiçbir marifet yoktur ki, ondan bir nefes taşımasın. Hiçbir mecra yoktur ki, kutup onun sonuna ulaşmış olmasın. Vâsılların tuttuğu hiçbir yol yoktur ki, kutup onun nihayetinin mâliki olmasın. Hiçbir tuzak yoktur ki, onunla karşılaşmamış olsun. Hiçbir mertebe yoktur ki, onu cezbetmesin. Hiçbir nefes yoktur ki, o onda sevilmesin. Kutup, izzet sancağının ve kudret kılıcının ta şıyıcısı, vakit elinin hâkimi, muhabbet ordusunun sultânıdır. Tevliyet ve azletmeyi üzerine almıştır. Onunla beraber olan şakî olmaz, beraberindekile rin hiçbir hâli ve müşahedesi kutba gizli kalmaz. Onun hedefinden daha yüksek bir hedef, onun örtüsünden daha büyük bir örtü, onun vücûdundan daha tam, daha mükemmel bir vücut, onun şühûdundan daha açık bir şühûd, şertati onun izlemesinden daha şiddetli bir izleme yoktur. O vardır, mevcuttur, muttasıldır, munfasıldır, arzlıdır, şemaildir, kudsîdir, gaybîdir, hâlis bir vâsıtadır, beşerdir, faydalıdır. Onun kendisinde biten bir hududu, kendisine has bir sıfatı, kendisine hoş gelen bir vazifesi vardır. Şu kadar var ki, o, tefrika gözünden çıkan ezel bakışlarını odaklaştırdıgında heybet ile üns arasım birleştirmekle müstetirdir, gizlidir; sıfatların açıklanması için hâ li bırakıp, makamı övmenin lüzumu ile birlikte, celâl ve cemâl (sıfatlarının) arasını ayırmakla barizdir, zahirdir. Onun tek başınalıgı sırlar ile örtülmüştür. O zuhurunun deliller ile gerçekleşmesini gizlice ister. Onun zuhuru ise bir emirdir. Eğer zuhurunu bast ile gerçekleştiremezse o zaman bu iş kabz menzillerinden birisinde olur. Mülk ve hüküm (hikmet) âleminde hiçbir şey zuhur etmez ki, onun dışında, zahirinde gayb ve kudret âleminden bir önü, bir işaret ve bir remz bulunmasın. O zuhur eden şey bu âleme hasredilir ki, ehl-i kevn, o işteki acâiplikleri müşahede etsin. Bu anlatılanların özü ve tafsilâtı, evveli ve âhiri Mustafâ (s.a.v.)'de toplanmıştır...



Sevdanın ilk duragındaki tatlılık var ya.
Benim hazzım ondan daha tatlı ve daha lezzetlidir.
Ya da visalde çok özel bir hâl vardır ya,
Benim hâlim ondan daha aziz ve yakındır.
Bana günler bağışlandı, saflığın başlangıcı günler,
Helâl ve içmesi tatlı su kaynaklan...
Her türlü cömertliğe muhatap oldum.
Hiç kimseye olmadığı kadar.
Ben arkadaşına korku olmayanlardanım.
Zaman şüpheli, insan kaçtığı yeri bilmiyor..
Kavm'in her türlü yüce rütbeden nasibi var,
Ve her ordunun dayandığı bir kuvvet olur.
Ben şakıyan bülbülüm, ağaçları doldururum
Şarkılarla. Yükseklerde ise Bâz-ı Eşhebim...
Muhabbet ordusunu irâdem altına aldım,
itaatle. Okumu nereye atsam isabet eder.
Ne bir emel, ne de bir ümidim var.
Bir va'd bekliyor ya da gözlüyor değilim..
Rızâ meydanlarında bol böl nasipleniyorum.
Tâ ki, hiç kimseye bağışlanmayan bana verildi.
Zaman, işlenmiş elbise gibi değişti.
"Bizler zamanın en iyisiyiz" diye övünürsünüz..
Evvelkilerin güneşleri söndü, gitti..
Bizim güneşimizse Sönmez ebedî, gökyüzünün en yüce yerinde...



Müslüman beyninden vuran uydurulmuş bir masal (S.316-317)


Şattanûfî'nin rivayet ettiği bir menkıbede abdalın (yediler) seçilişini Abdûlkâdir Geylânî'nin müridlerinden Ebu'l-Hasan b. et-Tantaniyye el-Bağdâdî (v. ?) şu şekilde anlatır: "Babam vefat ettikten sonra Şeyh Abdûlkâdir'in yanında ilim ile iştigal ve Şeyh'e hizmet etmeye başladm. Gecelerimin çoğunu Şeyh'in ihtiyâcını gözetleyerek uykusuz geçirirdim. 553 (h.) (1158 m) Safer ayının bir gecesinde Şeyh dışarı çıktı. Hemen ona ibrik götürdüm, ibriği almadan Medresenin (dış) kapısına doğru yöneldi. Kapı kendiliğinden açıldı. Şeyh dışarı çıktı. Ben de onun arkasından gittim. Şeyh'in beni farketmediğini düşünüyordum. Bağdat'ın kapısına yaklaşınca, o da kendiliğinden açılıverdi ve Şeyh dışarı çıktı. Ben de onu takip ettim Biz dışarı çıkınca kapı kendiliğinden kapandı. Fazla yürümeden, tanımadığım bir şehre girdik. Şeyh ribâta benzeyen bir yere girdi ki, içerisinde altı kişi vardı. Onlar gelip Şeyh ile selamlaştılar. Bu arada ben bir tarafta saklanmış, olup biteni anlamaya çalışıyordum. Bir inilti duyuldu. Çok geçmeden bu inilti kesildi, içeri bir adam girdi ve iniltinin geldiği yere gitti. Omuzlarında birisi olduğu halde oradan döndü ve öylece ribattan dışarı çıktı. Akabinde iniltinin geldiği yerden başı açık, uzun bıyıklı birisi daha içeri girerek, Şeyh'in önünde otur du. Şeyh ona kelime-i şehâdeti telkin ettikten sonra, onun saçlarını ve bı yıklarını kısaltarak, ona takke giydirdi ve Muhammed ismini verdi. Sonra altı kişiye "vefat eden kişinin yerine o şahsın bedel olması hususunda emir aldığını" söyledi. Onlar da "duyduklarını ve itaat ettiklerini" belirttiler. Son ra Şeyh oradan ayrıldı. Ben de onu takip ettim. Çok geçmeden Bağdat'ın ka pısına geldik. Kapı çıkarken olduğu gibi yine kendiliğinden açıldı ve biz içeri girince de öylece kapandı. Sonra Medrese'ye geldik ve Şeyh evine girdi.

Sabah olduğunda her zamanki gibi Şeyh'in huzuruna varıp okumaya çalıştım. Fakat onun heybetinden okumaya bir türlü muvaffak olamadım. Şeyh bana:

— Oğlum okusana, bir şey yok !... (gece gördüklerinden dolayı kork mana gerek yok) dedi.

Ben Şeyh'e yemin vererek, gece olanları bana îzah etmesini rica ettim. O da bana durumu şu şekilde açıkladı:

— Gittiğimiz yer Nihâvend idi. Oradaki altı kişi de abdal (abdâlü'n-nücebâ) idi. iniltisini işittiğin kişi onların yedincisi idi. Ama o hastaydı. Yanına vardığımızda vefat ânı yaklaşmıştı. Onu omuzlarında taşıyan kişi ise Hı zır (a.s.) idi. Kendisine şehâdet telkin ettiğim şahsa gelince, o Kostantiniy'ye (istanbul) ehlinden ve Nasrânî idi. Onu vefat eden şahsın yerine geçirmem hakkında emir almıştım. O da benim elimle müslüman oldu ve abdâlü'n-nübebâ arasındaki yerini aldı.

Şeyh bu olayı bana böylece anlattıktan sonra onu, o hayatta olduğu müddetçe hiç kimseye anlatmamam hususunda benden yemin aldı." (Befı cetü'l-esrâr, 70-71.)

Abdülkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri - Dilaver Gürer, İnsan Yayınları, Düşünürler Dizisi, İstanbul 1999
son
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Gavs'ül Azam Seyyid Abdulkadir Geylani ve Kadiri Tarikatı
3ed12799f6463666bf0e137f5c55460c.gif


“Gavs'ın sesi uzaktanda yakından da duyulurdu.” Yalanı (S.82)


Yine onun kerametlerinden biri de; meclisinde bulunup da gerek yakınında ve gerekse uzağında bulunanlar onun sesini aynı derecede işitirlerdi. Her ayağa kalktığında, herkes kalkar. Onun sesinden başka çıt bile çıkmazdı. Yalnız bazen Rical ül Gayb'ü-in gökten yere düşen bir cismin sesi gibi çıkan sadaları duyulurdu.


“Gavs'ın fırlattığı nalınlar mağaradaki adamı öldürdü.” Yalanı (S.83-84)


İyi bir hanım onun müridi olmuştu, mürid olmadan önce bu hanıma ahlaksız bir adam aşıktı. Bir gün bu kadın dağda iken bir ihtiyaç için mağaraya girdiğinde o ahlaksız adam da ardından mağaraya girip, kadına sataşmaya başladı. Kadın kaçıp kurtulacak bir yer bulamadı, Hz. Gavs'ın adını anıp imdat istedi. O anda Hz. Gavs medresede abdest alıyordu, ayaklarındaki tahta nalınları çıkarıp fırlattı. O ahlaksız adam arzusuna kavuşamadan nalınlar kafa*sına ulaştı ve ölünceye kadar adama vurdular. Adam ölünce nalınlar da durdu. Kadın da o nalınları alıp Hz. Gavs'a getirip olayı anlattı.



Gavs sağlığında şarkıcı olan hristiyanı mezarından diriltmesi yalanı (S.85-86)


hz. Gavs birgün bir mahalleden geçerken bir müslümanla bir hristiyanın münakaşa ettiklerini gördü, sebebini soydu, müslüman; "Bu hristiyan bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden üstündür" diyor, ben de tam tersini iddia ediyorum, dedi.

Hz. Gavs hristiyana: "İddianı hangi delille ispat edersin?" diye sordu. Hristiyan: "Bizim peygamberimiz ölüyü diriltiyordu" dedi.

Hz. Gavs "Ben peygamber değilim, ama peygambere uyan bir müslümanım. Eğer ben ölüyü diriltirsem, peygamberimize inanır mısın" dedi. Hristiyan "Evet, inanırım" dedi. Hz. Gavs "Bana harap birine zar göster" demiş, Hristiyan da çok harap bir mezar göstermiş.

Hz. Gavs: "Hz. îsa ölüyü dirilttiği zaman ne söylerdi?" diye sormuş. Hristiyan: "Kum biiznillah" derdi.

Hz.Gavs: "Bu mezarda yatan sağken şarkıcılık yapıyormuş, istersen kalktığında şarkı söyleyerek kalksın" demiş ve ayağını mezara vurarak "Kum biiznillah." demiş. Derhal mezar açılarak içindeki kişi şarkı söyleyerek ayağa kalkmış. Hristiyan bu olay karşısında hayran ve sekran olarak hemen hz Gavs'ın ellerine kapanıp şehadet getirmiş .



Gavs kendisinden 157 sene sonra Bahaddin Nakşibend'in geleceğini haber vermesi yalanı (S.86-87)


Hz.Gavs bir defa Medine-i Münevvere'ye geldi. "'Ravzayı ziyaret ederek tam kırk gün ayakta âdab üzere durdu ve elleri göğsünde şu münacaatta bulundu:

"Günahlarım denizin dalgalarından daha çok "..

Yüce dağlara benzer, hatta daha büyük.

Lakin affedici Kerim olanın huzurunda,

Sinek kanadı kadar hatta daha da küçük.

Şeyh Abdullahi Belhi "Havarikul ahbab fi ma'rifetil aktab" isimli kitabın 25. babında Şah-ı Nakşibendi anlatırken diyorki: "Hace-i Sermest'ten duydum o da, Buhara'da yaşayan kamil zatlardan duymuş, onlar şöyle anlatırlardı: "Hz. Gavs birgün cemaatle terasta otururken birara Buhara taraflarına dönüp güzel bir koku almış ve: "Benim vefatımdan 157 sene sonra Muhammedi meşreb birisi dünyaya gelir, ismi; Bahaeddin Muhammed Nakşibendi'dir. Bana mahsus nimetlere kavuşur." buyurdu ve gerçekten öyle oldu.

Gavs'ül Azam Seyyid Abdulkadir Geylani ve Kadiri Tarikatı - M. Şefik Korkusuz, Menzil Yayınevi-Adıyaman, 1995
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
FÜYUZAT-I RABBANİYE - ABDULKADİR GEYLANİ

1. Bölüm


fuyuzat.jpg


Yüce Rabbimi mana aleminde gördüm ve kendisine sordum “.İddiası ve yalanı (S.17-18)

YÜCE RABBİMİ MANA ALAMİNDE GÖRDÜM VE KENDİSİNE SORDUM

• Ev Rabbim! dedim, aşk'ın mânası
Buyurdu ki?

• Aşk, âşıkla mâşuk arasında bir hicaptır.
Rabbim devamla buyurdu:

— .Ey Gavs-i A'zam' Tevbe etmek istediğin zaman, günah üzüntüsünü iş âleminden ; korku ve tehlikeleri gönülden çıkarman gerekir. Bu takdirde Bana ulaşırsın! Aksi halde alay edenlerden, işi alaya alanlardan olursun.

Ey Gavs-i A'zam! Benim HARİM-I İSMETİME girmek istediğin zaman, artık ne mülk ve melekûte ve ne de ceberûta iltifat etme, çünkü mülk, âlimin şeytanıdır. Melekût, arifin şeytanıdır. Ceberut vâkıfın şeytanıdır. Bunlardan birine razı olan kimse Benim katımda koğulmuşlardan sayılır.

Ey Gavs-i A'zam! Mücahede, müşahededen bir denizdir.

Bu denizin balıkları orada bekleyenlerdir. O .halde müşahede denizine girmek isteyen kimsenin. mücahedeyi seçip beğenmesi gerekir. Çünkü mücahede, müşahedenin ay'ıdır. Sonra Rabbim bana buyurdu ki:

• Ey Gavs-i A'zam! istekliler için mücâhede lâzımdır, Bana olan lüzumları gibi.

• Ey Gavs-i A'zam! Kullarımdan Bana en sevgili olan, anası - babası ve evlâdı bulunduğu halde kalbi benimle meş gul bulunan kimsedir. O kadar ki, babası ölecek olursa onun için hiç bir üzüntü taşımaz. Evlâdı ölecek olursa, evlâd üzün tüsü diye bir hali görülmez, işte kulum bu mertebeye yükse lince artık o benim yanımda babasız ve evlâdsızdır. Öylesinin dengi de bulunmaz.

VE RABBİM BUYURDU:

— Ey Gavs-i A'zam! Benim sevgim sebebiyle baba yokluğunun tadını hissetmiyen kimse, Vahdaniyet ve Ferdâniyet lezzetini bulamaz.

— Ey Gavs-i A'zam! Bir yerde Bana bakmak istediğin zaman, içinde Benden başkası bulunmayan bir gönül seç!

Dedim ki:

• Ya Rab! İlmin ilmi nedir?

• İmin ilmi, ilimden yana bilgisizliktir, buyurdu ve sonra devam etti:

• Ey Gavs-i A'zam! Gönlü mücâhedeye meyleden, kul'a müjde olsun!.. Gönlü şehvetlere meyleden kul'a da yazıklar olsun!

GAVS-I A'ZAM DİYOR Kİ:

Rabbimden Mi'rac hakkında sordum. Buyurdu ki: «Benden başka, her şeyden sıyrılıp yükselmektir. Böyle bir mi'racm kemâli yükselme ve huzurda sağa - sola iltifat etmemektir.»

Ve sonra buyurdu Rabbim:

— Ey Gavs-i A'zam! Benim katımda Mİ'RAC'ı olmayan kimsenin namazı namaz sayılmaz. Namazdan mahrum olan kimse Benim yanımda mi'racdan da mahrumdur.


Rabıta zikirden üstündür yalanı (S.38)

YARARLI BİR UYARMA

Rabıta ve onun keyfiyeti... Rabıta zikirden üstündür. Zira rabıta, Şeyh'in suretini düşünüp düşünce şeridinden geçirmek tir. Böyle olunca da rabıta, mürîd için zikirden daha faydalı, daha münasibdir. Çünkü irşad makamında olan Şeyh, Cenâb-ı Hakk'a vâsıl olmakta müridi için bir vasıtadır. Mürid şeyhiyle gönül münasebeti kurup arttırdığı nisbette, içkide feyiz kaynaklan artar ve böylece yakın bir zamanda arzusuna erişir.

O halde müride gereken, önce Şeyhinde yok olmak', sonra da Allah-u Teâlâ'da fena bulmaya vâsıl olma imkânını elde etmektir.


Abdulkadir Geylaniden yardım isteme zulmü (S.56)

RAHMAN VE RAHÎM OLAN ALLAH'IN ADIYLA
Çok önemli bir konu ile karşılaştığında, seni üzen bu musibetin Allah tarafından def'edilmesini arzu edecek olursan önce, ya yatsı namazından sonra ya da seher vaktinde iki rekat namaz kıl; bu namazın her rek'atinde Fâtihâ'dan sonra onbir defa İHLAS suresini oku. Sonra da selam verdikten sonra Allah'a secde götür de arzu ve ihtiyacını iste! Başını kaldırınca Peygamber (A.S.) Efendimize onbir kere salâvat-i şerife getir. Sonra da kalkıp IRAK cihetine KIBLE'nin sağ tarafına yönelerek on bir adım atıp yürü.

Birinci adımda , Ya Şeyh Muhyiddin ! söyle.
İkinci adımda Ey Efendimiz Muhyiddîn!
Üçüncü adımda: Ya Mevlânâ Muhyiddîn!
Dördüncü,.adımda; Ey; hizmete lâyık Muhyiddîn!
Beşinci adımda: Ey Derviş Muhyiddin!
Altıncı adımda: Ey Hoca Muhyiddin!
Yedinci adımda: Ey Sultan Muhyiddîn!
Sekizinci, adımda: Ey Şah Muhyiddîn !
Onuncu adımda: Ey Kutup Muhyiddîn !
On birinci adımda: Ey Efendiler efendisi (Seyyidler seyyidi Abdulkadir Muhyiddîn!)

Diye çağır. Sonra şöyle söyle:
Ey Alah'ın kulcuğu, benim imdadıma yetiş. Allah'ın izniyle bana yardımcı ol! Ey insanlar ve cinlerin Şeyhi! Bana imdad eyle, ihtiyacımın yerine gelmesinde bana yardım elini uzat.

Şu maskaralığı görüyormusunuz !!


Abdülkadir Geylani'nin şirk ve küfür manzumesi (S.57-62)

GAVS-İ A'ZAM'IN VESÎLE ADLI MANZUMESİ

(Bu manzume, zikirden sonra okunur).
Düşünce gözüyle Hazretinin merhametine baktım,
O'nu gönüllere tecellî edip şefkatli bir dost olarak gördüm ! Sevgisinin dolu kabından bir kâse bana içirdi, Böylece benim sarhoşluğum o kaseyi sunandan oldu!

O artık her gün ve her gece bana bu şerbeti sunup durdu.
Ve beni tam bir sevgi gözüyle koruyup gözetti.
Benim kabrim Beytullah'dır, gelen onu ziyaret eder,
Ona seğirtir de izzet ve rıf'at ile yüce makama erişir. Benim sırrım, Allahın sırrıdır, halk ile seyreder. Yanıma sığın, eğer sevgimi arzu ediyorsan!
Benim emrim, Allah'ın emridir; eğer ol! dersem oluverir;
Hepsi de Allahın emriyledir, ama sen benim kudretime hükmet!

Mukaddes Vadide, oturmuş bir vaziyette sabahladım. TUR-İ SİNA üzerinde kendi kaftanımla belirgin oldum.

Varlık âlemi her yanda benim, için, hoş bir hal aldı;
Ben de sağlamlaştırılmış niyetimle ona lâyık oldum. Benim, şeref doruğunda dimdik bir sancağım vardır; Onun kaaidesi öylesine yüksek ki her ümmet onun karşısında eğiliyor.

İlim ancak benim haber verdiğim denizden gelir; Nakil de ancak benim sahih rivayetimden olabilir. Bizim toplantımız beyaz bir inci üzerinde olur; Dostların içtimai da KABE-KAVSEYN'de vücut bulur.
İsrafil'i, Levh'i ve Rızâ'yi ayan-beyan gördüm; İlâhî celâl nurlarım bakışımla müşahede ettim! Bütün-göklerin ötesine baktım, müşahedede bulundum; Arş, Kürsî de bunlar gibi elimde katlıdır.

Allahın bütün beldeleri hakikaten benim mukimdir; Onun kutubları benim hükmüm ve buyruğum altındadır. Vücudum, hakikat sırrının sırrında seyretmekte; Mertebelerim ise bütün mertebelerin üstünde bulunmakta.

Anım , gözleri cilâladı, daha önce onlar göremez halde idiler;

Kopuk ve perişan halde olan âşıkların gönlünü diriltti. Bütün ilimleri ezberledim de onun alâmeti oldum. Bununla da teşrif hıl'atı üzere güzel görüntü arzettim.

Allah ile aramızdaki bütün hicapları bir bir kopardım ve Durmadan muhabbet yolunda yükselerek seyrettim. Sevgi şerbetini sunan bana tecelli ederek dedi ki: Kalk da bana doğru gel, bu Hazretimin sevgisinde olan vuslat şerbetidir.

Beri gel, hiç de korkma, hicapları kaldırdık, Artık Benim şarabım ve rü'yetimle hoşça yararlan! Eriştiğim sarhoşluğumun nefisliğinden bu rü'yetle, Doğu, batı, kıble yönlerine, kara ve denize kolaçan ettim.

Böylece her cihetten bir nice sırlar bana açıklandı, Yöneldiğim her taraftan nurlar benim için belirgin oldu.

Öyle mânalara şahid oldum ki eğer onların sırrı, Yüksek dağların tepesine görünüp arz-ı endam etseydi o dağlar parçalanıp ufahrdı.

Onun gibi güneşin doğduğu ve sonra battığı ufuklar Ve Allahın yeryüzündeki kıt'alan, adım attığım zaman tuz-buz olurdu.

Bütün bunları bir küre gibi elimde çevirmekteyim, Bakışımın alabildiğine uzunluğu üzerine bunlarla tavaf etmekteyim.

Ben ,hakikaten varlığın kutublarının kutbuyum.
Diğer bütün kutublar üzerinde izzet ve saygıdeğerliğim vardır.

Bütün tehlike ve korkunç hallerinde bize tevessül et, Varlık ve eşya içinde himmetimle senin imdadına koşarım.

Ben, müridim için korktuğu şeylere karşı koruyucuyum. Onu her türlü şer ve fitneden muhafaza ederim.

Müridim ister doğuda ister batıda
Hangi beldede bulunursa bulunsun onun yardımına uzanırın:

Ey bu manzumeyi yazan, söyle, korkma! Çünkü sen inayet gözüyle korunmuşsun.
"Vaktin Kaadirisi ol, Allah için ihlâs üzere bulun, Mutlu olarak, sevgi yolunda sâdık bulunarak

Atam Resûlullah'dır, ondan kasdım Muhammed.
Ben Abdülkadirim, izzet, şeref ve makamım devam etsin!


MANEVÎ SARHOŞLUK KASİDESİ

Buna "Hamriyye Kasidesi" denir. Okunmasında sayılamayacak kadar faydalar mevcuttur. Daha çok füyuzat-ı Semedaniyyeyi celbetmek ve Ab dulkadir Geylânî Hazretlerinin vasıtasiyle feyiz- lere nail olmak içindir. Her bevtin ayrı bir özel liği vardır.

RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH ADIYLA

Sevgi bana visal kaseleriyle içirdi, Manevi sarhoşluğuma dedim ki: Bana doğru gel!

O da ban doğru koşarak, yürüyerek kâseler iğinde geldi. Artık ben sarhoşluğumu efendiler arasında anladım: Ve sair kutublara dedim ki: Toplanıp Han'ınma gelin, girin, sizler benim adamlarımsınız.
Aşkla gelin de için, siz benim askerlerimsiniz! Topluluğa, şakilik eden kadehleri doldurun.
Sarhoşluğumdan sonra artığımı içtiniz.
Fakat ne benini yüceliğime, ne de ittisalime ulaşabildiniz.
Yüksek makamınız hep bir aradadır, fakat Benim makamım sizin üstünüzdedir ve hep öyle yüce kalacaktır.
Ben Hakk'a yakınlıkta yalnızım, Bu yakınlık beni kendine çevirmektedir. Celâl sahibi bana yeterdir. Her şeyhin Bozdoğanıyım beri, Erenler arasında benim benzer halim kimde var?

İlim öğrendim, ta ki KUTUB oldum. Efendiler Sultanından saadete erdim.
Azim ve gayret alametli bir hıl'at bana giydirdi. Kemal tacıyla beni taçlandırdı.

Kadîmi sırrına beni muttali kıldı.
Beni teçhiz edip istediğimi verdi. Davulum gökte ve yerde çalındı, Saadet pırıltısı bana zahir oldu.
Ben Hasen'e mensubum, has oda makamımdır.

Ayaklarım erenlerin boyunları üzerindedir. Rabbim beni-bütün kutublar üzerine mütevelli eyledi. Her hâl u kârda hükmüm geçerlidir benim.
Allahın bütün beldelerine baktım,

Bir hardel gibi hükmüme bağlanmıştır. gayet sırrımı ateş üzerine atacak olsam, Ateş benim hâlimin sırrından sönüp gider.
Sırrımı bir ölü üzerine atacak olsam, Mevla'nın kudretiyle kalkıp yürüyerek bana gelir. Ve dağlar üzerine sırrımı atacak olsam, Dağlar paramparça olup kum haline gelir.
Sırrımı denizlere atacak olsam. Hepsi de yerin dibine geküip zeval bulur. Geçen ve sona eren his bir ay ve yıl yok ki, Olup bitenleri ulaştırıp, bana haber vermesin.

Onların bana olan bildirisi, devam eder, O halde sen artık benimle zorlu çekişmeyi bırak !
Allah'ın beldeleri benim mülküm ve hükmüm altındadır, Benim vaktim ise öncesidir ki öncesidir ki bana safa getirdi.
Ey, müridim! Söz gezdirenden korkma,
-Çünkü ben savaş anında bir savaşçıyım.

Rabbim bana yüksek rütbe verdi, yücelere eriştim,
Ey müridim! aşk içinde hayran ol, gönlünü hoş tut, neş'elen,
İstediğini işle, çünkü İSİM yücedir.
İstediğini işle, çünkü İSİM yücedir.
Her velinin uğurlu bir kademi var
Ben ise Peygamberin uğurlu kademi üzerinde dolunayım !
Ben Ceyliyim ismim Muhyiddin,

Adım şanım dağların başında, bayraklaşmıştır. Meşhur olan isim ise Abdulkadir'dir, Atam, Kemal sahibinin tâ kendisidir.

(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
FÜYUZAT-I RABBANİYE - ABDULKADİR GEYLANİ

2. Bölüm

Abdulkadir Geylani manzumelerinde Allah'a iftira etmesi (S.66-76)

GAVS-I AZAM DİĞER BİR MANZUMESİ'NDE DİYOR Kİ:

Veliler üzerine attım burhanımı, sırrımı,
Sırrımı sırrından ve ilanından uyuklayıp kaldılılar
Kadehim sarhoş etti, şarabımla akşamladılar.
Şuhûd ve irfanımla, sarhoş olup havran kaldılar.
Ben önceden önce tebcile değer bir KUTUB idim.
Melekler beni tavaf etti r Rabbim beni isimlendirdi.
Ceddimin bana yakın bulunduğu bir mekâna.
Ulaştığım zaman bütün perdeleri araladım!
O, yüzünün nûrundaki esrarı keşfedip açtı,
Tevhid şarabından bir kadeh doldurup bana sundu.
Evet, ben bembeyaz bir inci verıza mertebesinin sideresiyim.
Nûrlar bir bir bana.tecelli etti, onları Rabbim veerdi..
hazrete övgü değer ARŞ'a vasıl oldum,
Rabbim hakikat şarabından sundu, münacâtıma kapı açtı.
İlâhî Arş'a ve ilâhî Levh'e nazar kıldım,
Melekler arz-ı endam etti,
Rabbim bana ad verdi. Bir nazarla bana visal tacım giydirdi,
Teşrif ve kurbiyet hıl' atını sundu.
Eğer sırrımı Dicle'ye atacak olsaydım,
Sırrımın burhanından çekilip kaybolurdu!
Ve eğer sırrımı LEZZA üzerine atmış olsaydım,
Saltanatımın azametinden onun ateşi, sönerdi!
Ve eğer sırrımı bir ölü üzerine_atmış olsaydım,
Allah'ın izniyle o dirilip kalkar ve bana seslenirdi!
İncîl üzerinde durdum, tâ ki onu şerbettim,
Tevrat'ı yorumladığı, îbranice şatırları çözdüm.
Musa'ya indirilen YEDÎ LEVHA'yı birden kavrayıp anladım,
Zebur ve Kur'ân'ın âyetlerini bir bir açıkladım!
İsâ'nın çözüm yaptığı remzi çözüp ayırdım,
Süryanice. olan bu remizle İsa ölü diriltirdi.
Henüz kardeşim ve arkadaşım Musa bin Imrân
Meydana çıkmadan önce ben ilim deryasına daldım!
Allah'ın erenlerinden olan,benim yüce mevkiime
Nâil oldu.Aslında ceddim Resulullah beni terbiye edip büyüttü!
Ben vaktin Kaadrisiyim: Abdulkadir,
Muhyiddin ile künyelendim, aslım Geylanlı.


DİĞER BİR MANZUMESİ

Benim ocağımı tavaf et yedi defa, emânıma sığın!
Her yıl beni ziyaret için meşguliyetten sıyrıl!
Ben sırların sırrıyım,. sırrımın sırrından gelir,
Ka'bem elimin ayasıdır;bestim ise şarabımdır.
Ben ilimleri yayanım, ders ise meşguliyetim,
Alemde her imâmın şeyhiyim ben...
Bulunduğum mecliste Arş'ı gerçekten görürüm.
Ondaki meliklerin hepsiönümde kalkıp saygı gösterir!
Velîlerin hepsi kesin. dediler ki:
Sen halkın hepsinin üzerinde KUTUB'sun!
Dedim ki onlara susun ve dinleyin sözüm kesindir:
Kutub ancak benîm hizmetçim ve uşağımdır!
Her KUTUB tavaf eder Beytullah'ı yedi defa,
Ben ise Beyt'in kendisiyim çadırımı tavaf ediciyim.
Rabbim gözümün önünden hicab ve perdeleri kaldırdı,
Beni huzura ve has bir makama davet etti.
Yedi pordeyi birden kesip atmak; Ve İlâhî ,ARŞ'ın yanındaki makamına (yükselmek),
(İşte o makamda) Rabbim şeref ve izzet tacını bana giydirdi,
Bu giydirme nadide kumaş ve hüllelerle hitam buldu.
Azizlik atı , soylu atımın eyeri altındadır.
Üzengim yüksektir, kınım ise beni himaye edicidir.
Arzu yayımı düzeltip gerdiğim, zaman,
Cehennem ateşi ondan (fırlayan) okum olur!
Yeryüzündeki diğer tarafalarının hepsi hükmüm altındadır.
Ve yer küre elimde bir güvercin yumurtası gibidir.
Güneşin doğduğu ufuk Batıda aşağı kademededir.
Adımım ise onu dikkatle aşıp geçti.
Ey müridim! Benim devamım sana kolaylık sağlar,
Şerefli bir hayat, yüksek ve saygı değer bir makam,
Ey Müridim! Beni doğuda çağıracak olursan,
Veya batıda, ya da denizlerde seyrederken...
Yardımına koşarım, atmosferin üstünde bile olsan...
Her hasma karşı ben kaza kılıcıyım...
Haşır günü müridime şefaatçiyim ben,
Rabbim katında,sözüm ise reddolunmaz.
Ben,hem şeyh ,hem salih, hem de veliyim,
Hem KUTUB'um ve insanların önderiyim.
Ben Kaadir olan mevlanın kuluyum,, vaktim pek hoş,
Dedem Mustafa'dır, imamlık ise bana yeter.
Ceddime her vakit salat u selam olsun,
Hanedanına da olsun uzun müddet..


SATIH HAKKINDAKİ MANZUMESİ

Bir himmetim var ki himmetlere üstün gelir,
bir tutkunluğum var ki Levh ile Kalem yaratılmadan
Bir dostum var ki keyfiyeti meçhul, benzeri yok
Benim bir makamım bir evim, bir de haremim var,
Bana doğru haccedip gelin, evim kurulu bir kâbe,
Beytin sahibi yanımdadır, koruluğu haremimdir.
O ne karar kılar, nemahmurluğu kalkar.
Sevgili ona bayrak gibi sözle işâret etmedikçe
Koruluğun etrafında savaş meydanı süvarilerini buldum
Kılıçları kınında sıyrılmış ,maksatları beni yok etmekti.
Aralarında cevelân ettim, elimde onları biçecek (silâh vardı)
Sırt çevirip hezimete uğradılar biçilmekten kurtulmak için
Kadirî tarikatımız halk arasında öyle savaşçı
Süvarileri var ki, bu ezelde yaygı olmuş bir sırdır.
Denizlere daldım, cevherlerini çıkardım,
Ama benim kademime üstün olan bir kadem göremedim!
İşte bu benim ASAMDIR. ki onda nice hacetlerim va
Bir gün onunla davarlarıma yaprak silkerim.
Eğer ASAMI bırakacak olsam onların yaptıklarının hepsini.
Yutar, ben onların sözünden sihirli bir kelime getirecek olsa


KASİDE- İ ŞEREFE


Gavs-ı A'zam'ın bu kasidesini. büyük velilerden Abdülganiy en-Nablusî (K.S.) Hazretleri tahmis etmiştir.
Özünüzde dönüp dolaşan kalbim.
Hâşimî makamı üzerinde düzelip doğrultusunu bulmuştur.
İşte bunun içindir ki her mânadan zevk alır ve titrerim.
Pınarlar içinde tatlı olan bir pınar yoktur,
Olanı varsa o benimdir ki en lezîz ve en güzelidir.
Benim sırrını kesinlik ifâde eden bir belgedir
Kanatların tüyleri onunla kısaltılmıştır.
Güzellikte örgülü-bağlı bir zülüf yoktur
Mekânda da özel bir mekân yoktur,
Olanı varsa, benim konağım daha aziz ve daha yakındır.
Sizden yüksek soylu bakire, kendi dengiyle zifafa girer,
Onun merhametiyle afvi arasında yetişip meydana geldim.
Ben ona uyup ardına düşmekle yükselip belirgin oldum.
Günler ise onun güzideliğinin parlaklığım bağışladı.
Onun pınarları kaynadı ve böylece hoş oldu su içme yeri.
Güzellikte nice görünmeleri bana nişan oldu,
Nimetlerden öylesini verir ki o benim yanımda oldukça büyüktür.
Yetim kalmış beyaz bir inciyi (boynuma) astım,
Soylu kızların isteyip arzu edeceği bir adam olarak sabahladım.
Onlar, hakkında akıllı kişi yolunu bulmuş olmaz ki evlenme ' teklifinde bulunsun...
Bununla benim hâlim, halkın şevki ve başkanlarıdır,
Onlardan (arzusuna) nail olan kimse varsa, işte o başkanlarıdır.
Benim kullara olan sırrım, onların gönüldaşıdır,
Ben öyle erlerdenim ki meclislerinde oturan korkmaz,
Zamanın şüpheli olaylarından da endişe etmez ve kendisini korkutacak bir şey de görme
Tâ Ha olan Mustafa'ya nisbetim hakikattir,
Halk içinde Onun vârisleriy (le benim) sohbetim vardır.
Evet onlar öyle erlerdir ki onlara yakınlığım vardır.
Onlar öyle bir kavmdir ki her şeref basamağında
Kendilerinin ululuk, şan ve şerefleri vardır.
Her ordunun bünyesinde onların şanlı kıtası vardır.
Gayıb âleminden esen meltemi ve onun gönül alıcı kokusunu kokluyorum
Böylece gönül zenginliği bu meltemin esiş noktasiyle eşit
oluyor Ben ferah verici bülbülüm ki (o vadinin) ağaçlığını dolduruyorum
Ve çok yükseklerde usan boz renkli bir doğan kuşuyum
Hakikatlerin hepsi benim hakikatimin şarabından,
Oluşmuş ve hepsinin mercii, tarikatımın aslı olmuştur.
Ben o kimseyim ki kendi şeriatımı hıfzettiğimde,
Sevgi askerleri arzumun altında.kuşakladılar
İsteyerek bunu yaptılar, onlara meylettiğimde yalnızlığı istemediler
Nefsin sevdigi şeyden sakınıp uzaklaştım, da niyetimi güzelleştirdi:
Öyle bir konağa indim ki orası cidden çok yüce idi.
Her taraftan çekilip niyetimi sadeleştirdim,
O kadar ki hiç bir emel ve kuruntum olmadan sabahladı
Ve bekleye durduğum bir randevum da kalmadı.
Yüce himmetimden dolayı çöl bile darlaştı,
Size ulaşmak için kendimi arzederek sabahladığımda.
Kazaya uygunluk üzere buldum bu arzedişliğimi
Böylece durmadan RIZA meydanlarında yararlandım.
Ta ki hibe edilmeyecek bir güç ve kudret bana;bağışlandı.
Kapalı olan sırlan sizin için belirgin yaptım,
Onları Bize ait belli örtüler arasında işaretledim.
Nişanlanmış nice haller varsa şu varlıkta,
Zaman (onun için) yazılı bir hulle gibi kuşlukladı da
Renk renk çiçek verdi, biz de onun için yaldızlı motif olduk.
BİZLER ÖYLE KİMSELERİZ Kî, cinsimiz sizde aziz olur,
Hakikat toprağında da nefsimiz hoş olur.
Bizden yüz çevirmeyin, çünkü bu bizim ünsiyetimizdir,
Bizden öncekilerin güneşleri ufukta batıp kayboldu,
Ama bizim güneşimiz yücelik feleğinde ebediyen batmıyacaktır.



ŞATIH VE TEVHİD HAKKINDA MANZUMESİ

(Vesîle)

Sahid oldum ki Allah yeteneklerin sahibidir,
Her halü karda O, tasrif ile rnînnet etmiştir.
Rabbim kendişarap kaseleri içirdi,
Cidden beni sarhoş etti de sarhoşluğumu anladım
Cennetlerin hebsine ve kapsadığı şeyIere beni sahip kıldı,.
Âlemlerin bütün hükümdarları benim raiyyemdir.
Bizim hanımıza gir de sarab kâselerinin dolaştırıldığını görürsün,
Ama âşıklar ancak benim artığımı içebilirler...
Varlık âleminde sevgi iddiasında bulunanın üstünde yükseltildim,
Mevlâm beni kendine yaklaştırdı, O'na nazarla kurtuluş buldum,
Benim bütün yerlerde koşup cevelân etti,
Her yandan uzanan kaseler benim için tokuşturuldu;
Evet "yeme ve göklerde kâseler benim için tokuştu,
Gök ve yer ehli benim satvetimi bilirler...
Mülkümün şiddeti doğu ve batıyı tutmuştur
Gam ve keder ehline arkayım ve rahmetim.
Benden önce içinizde aşkı iddia edenler,
Buyursunlar, satvetime dayanabilırlerse karşıma çıksınlar.
Aşk derdinin kâseleriyle teru-taze şaraplar içtim,
Bununla kalbim, cismim ve canım ölüm tahtına çıktı.
Allahın kapısında yalnız başıma tek olarak durdum,
Bana bir ses geldi: Ey Geylânî! Huzuruma gir, dendi.
Evet bir ses geldi: Ey Geylânî gir, fakat korkma, dendi.
«İnâyet ehlinden önce sana (sevgi) bayrâğı verildi!»
Kolum yedi kat göklerin üstündedir,
Altımdaki balığın karnı üzerine elimin ayasını koydum
Yeryüzündeki bitkilerden ne kadar .yeşereceğini
Mevcut kumların ne kadar olduğunu bilirim!
İlâhî İlmi de bilir ve onun harflerini sayarım,
Denizlerdeki dalgaların sayısını da bilirim! Benim,
Âdem'den önce sevgide meydana gelişim vardır,
Sırrım ise, meydana gelişimden önce varlık âleminde dolaştı.
Sırrım yüce makamlarda Muhamnıed'in, nuruyla idi.
Böylece biz, nübüvvetten önce Allah'ın sırnyla idik.
Allah'ın madde alemindeki beldelerini doğusu ve
Batısıyla mülkiyetim altına aldım, istersem su halkı.
Bir lahzam ile yok edip.fenâya sevkederim
(İlahi inayetin tecellisidir bu , yoksa beşer gücü değildir).
Bana, «Sen kutub'sun» dediler, evet hazırım, dedim.
Her ân Allah'ın Kitabını okur dururum...
Levh'de olan bütün âyetlere bakıyorum.
Ve gözümün karasıyla müşahede ettiklerim,
Bizi seven, bulunduğumuz yere gelsin,
Deri gelenlerin koruluğuna girip ganimete kavuşsun.
Bana dediler ki: «Ey filân! Namazı terkettin».
Bilmezler ki ben Mekke'de namaz kılarım...
Hiç bir cami' yoktur ki benim onda bir minberim bulunmasın.
Ve hiç bir minber yok ki benim onda bir hutbem olmasın.
Hiç bir alim yoktur ki benim ilmimle bilgin olmasın,
Hiç bir sülük eden yok ki benim usûl ve prensibimle hareket etmesin!
Eğer Resûlullah. (A.S.) ın önceden, bir ahdi ,olmasaydı.
Cehennemin kapılarını büyüklüğümle kapatırdım
Müridim, sana müjde, yerdiğin söze vefa gerekir,
Bir üzüntüye düşersen himmetimle yardımına koşarım!
Müridim, bana yapış ve bana güvenici ol!
Seni hem dünyada, hem de âhirette elbette koruyacağım.
Mürîdimi korktuğu geyler hakkında koruyucuyum,
Onu belâ ve serlerden kurtarırım...
Ey müridim, aramızda ahdi koruyucu ol!
Olayların meydana döküleceği gün ben de terazi başında hazır olayım!..
Ben yücelerde Muhammed'in namıyla bulunuyorum,
Kab-i kavseyn'de ise sevgililer ile toplanıyoruz.
Bir zaman Nuh ile beraber idim,varlık âlemine
Bakıp deniz ve tufanı görüyor, onu avucumda tutuyordum.
İbrahim ateşe atılınca onunla beraber idim,
Ateş ancak benim duam ile soğuyup yakmaz oldu.
İsmail'e bedel getirilen koç ile beraber idim,
Koçlar ancak benim gönül cömertliğimle indi.
Yakub'un gözü kapanıp kör olduğunda, onunla beraberdim.
Yakub'un gözleri ancak benim nefesimle iyileşip şifâ buldu!
Yüceye çıkarken İdris ile beraber idim.
Onu Firdevs'e, en güzel cennetime oturttum!
Musa Rabbime münacaat ederken "beraberinde idim.
Musa'nın ASA'sı benim asamdan meded gördü!
Belâ zamanında Eyyub ile beraber idim,
Ona inen belâ ancak benim duamla zail oldu!
İsa beşikte konuşurken onunla beraber idim,
Dâvud'a ise güzel nağmenin zevkini verdim!
Ben zikreden, zikrolunan, zikredenen zikriyim,
Şükreden, şükrolunan, nimetin şükrüyüm!
Her gönülde ben hem âşık, hem ma'şukum,
Her nağmede hem işiten.hem işitilenim
Ben bir ve tekim, zâtımda büyüğüm,
Ben hem vasfeden, hem vasfolunan tarikat şeyhiyim!
Ben bu sözü böbürlenerek söylemedim ancak,
Müsaade geldi de halk benim hakikatimi bilsin diye.
Ben söylemek istemedim, ama bana denildi ki:
Söyle, korkma sen velayet makamında bir velîsin!
Eğer terazi cimrilik yapacak olsa.
Allah'a andolsun ki o, inayetimin ta kendisiyle, hakikat lûtfuyla (cömertliğe) nail olacak!
Sizden istediğim hakikat yolunda yürümenizdir.
Nefsinizi öldürmenizi de size tavsiye ederim,
Çünkü Onu kırmak, tarikat ehli yanında izzet ve şerefin mertebeleridir.
Kimin nefsi ona büyüksenmeyi telkin ederse, o daha aşağıların gözünde bile kuğulun,
Kim de namazda tevazu' üzere ürperirse,
Allah onu bütün halk arasında aziz kılar
Ceddim Resûlullah'dır, Tâ-Hâ Muhammed,
Ben Abdulkadirim her tarikatın şeyhi

GAVS-I A'ZAM'IN BÎR KASİDESİ


"Dostum bana şeref ehli şarabından içirdi, .
Beni sarhoş etti de vecdün üzere kendimi kaybettim.
Beni. efendimin-Kab-i kavseyn'inde oturttu.
Haslık minberi üzerinde en güzel oturuşla.
Likaa huzurunda kutublarla beraber hazır oldum,
Bir ara onlardan gâib olup yalnız müşahedeyc koyuldum.
Asıklar ancak benim artığımı içtiler,
Kâsemde arta kalanı benden sonra içtiler.
Eğer benim içtiğimi içselerdi, yüce hazretin
Katında varılacak yerimin safiyetini görürlerdi.
Henüz o şarabı içmeden sarhoş olarak akşamladılar.
Onun sademesinden de hayretler içinde kalıp gecelerdiler.
Ben dünyada bir ay'ım, başkaları ise yıldızlar,
Her yiğit işte bu kolu sever de sever...
Benim denizim baştanbaşa bütün denizleri kuşatmıştır,
İlmim ise benden önceki şeyleri sonraki şeyleri içine almıştır!
"Sırrım diğer" sırlar arasında na'ra atar,
Ra'd meleğinin ufukta bulutlara na'ra attığı gibi.
Ey beni medheden kimse , istediğini şöyle korkma!
Sana dünynda da ahirette de zevk almak vardır
İzzet ve kurbetle zevk almak istiyorsan,
Beni sevmeğe devam et ve ahdimi muhafaza edip bozma!..



Gavs-ı Azam vasıtasıyla yardım isteme şirki ve küfrü (S.76-77)

GAVS-I A'ZAM VASITASIYLE VARDIM İSTMEK

(îstîğase)


Bu istiğase tecrübe edilmiştir; duaların kabul olması için okunmasında fayda vardır.Ancak bazı şartlara riayet gerekir:

a) Doğru olmak,
b) Kalbi Teveccühü sağlamak,
c) İtikadı sağlamlaştırmak.

O halde ey doğru ve istekli olan kişi, çok önemli bir hacetin olduğu zaman, bu ister dünyevî olsun ister uhrevî. salı-gecesi fecir doğmadan önce yatağından kalk, tastamam bir abdest al. HACET NAMAZİ niyetiyle Allah için iki rekat namaz kıl; birinci rek'atinde Fâtiha'dan sonra KÂFÎRÛN suresini on bir defa oku, İkinci rek'atte ise, Fatiha'dan sonra İHLÂS sûresini on bir defa oku ve sonra aşağıdaki sıfatla HAZRET-î GAVS'ı on bir defa an:

«Ey Efendim Abdulkadir Muhyiddîn!»

Sonra doğu cihetine on bir adım atarak her adımda şunu söyle : "Ey Şeyh Abdulkadir! Ya Geylâni"

Ve sonra aşağıdaki iki beyti üç defa tekrarlasın;

«Sen benim zahirem olduktan geri zulüm bana ulaşır mı?
Ve Sen benim yardımcım olduğun müddetçe dünyada haksızlığa uğrar nuyım ben?»
«Korulukta çoban bulundukça Ona ayıptır ki, Issız çölde bîr devenin, ipi zayolsun!..»

Bu iki beytten sonra şöyle söyler:

— «Ya Seyyidî Abdulkadır! Ya Geylânî! Bana yetiş, derdime koş!» Bununla beraber hacetini Gavs-i A'zam vasıtasiyle Allah'dan iste. Çünkü muhakkak O, senin hacetini karşılamak için yardımına koşar. Her hususta olduğu gibi bu hususta da başarı Allahtandır. îhlâs üzere olmalısın, bununla birlikte kalbî teveccüh de şarttır.

FÜYUZAT-I RABBANİYE - ABDULKADİR GEYLANİ, Beyda Yay. İstanbul 1995, Çev.Celal Yıldırım

son
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
100 soruda Tasavvuf - Abdülbaki Gölpınarlı


Senelerce çöllerde dolaşıp hastalanan kaba zahidler (S.26-27)


Bu kaba zahitler Allah'a dayanmada ileri gidiyorlar, yalnız başlarına, yanlarına zık almadan çöllere dalıyorlar, evlenmiyorlar, tedavi edilmiyorlar, uyku uyumamaya, boyuna ibadete, Tanrı'yı (!) zikre koyuluyorlar, ruh hastalıklarına tutuluyorlar, bilgiye düşman kesiliyorlar, herkese bir gözle bakmayı buyurdukları halde kendilerinden olmayanları aşağı görüyorlardı. Buna karşılık şeriatçılar da, hangi mezhepten olurlarsa olsunlar, haklı olarak bunları hoş görmüyorlar, kınamaktan, tuttukları yolun bâtıl olduğunu söylemekten çekinmiyorlardı. Bura da, «her ümmetin bir siyâhatı var; benim ümmetimin siyâhati de Tanrı yolunda savaş. Her ümmetin bir rahipliği var; benim ümmetimin rahipliği de düşman karşısında nöbet beklemek» (Cami', l, s. 80), «sakının dinde, yeniden yeniye uydurulan şeylerden; gerçekten de her sonradan icat edilen şey uydurmadır, her uydurma da sapıklık» (s. 86 - 87), «halktan kesilip yapayalnız bir yerde oturan kişi bizden değildir» (Künûz, II, s. 167), «gerçekten de Allah size çalışmayı buyurdu; çalışın» (aynı, s. 60), «Ulu Allah, kuluna verdiği nimetin eserini, onda görmek ister» (aynı, s. 63) gibi hadislerle evlenmemeyi, birini hadım etmeyi nehyeden hadisleri yazarsak (aynı, II, s. 176 ve 188) şeriat bilginlerinin bu kaba zahitlere neden karşı durdukları daha ziyade belirir sanırız.



Ku'ran Kerimde sırasıyla yedi nefis yoktur. (S.35)


Mutmainne, Râdıyye ve Mardıyye adları uydurulmuştur. XCI. sûrede, 9. âyet, «ve andolsun ki kim özünü iyice temizlemişse kurtulmuştur, muradına ermiştir» meâlinde dir; aynı zamanda XVIII. sûrenin 74. âyetinde, öldürüldüğü anlatılan çocuk hakkında «tertemiz» denmektedir. Nefs-i Zekiyye de bu âyetlerden alınmıştır. Kur'ân-ı- Kerîm'de böyle sırayla yedi nefis yoktur, hele bunlara uyan yedi addan, bu münasebetle hiç bahsedilmemektedir. Esasen Kur'an-ı Kerîm'de nefis, kişinin kendisi, bedenle beraber can, insan anlamlarına gelmektedir



Şeyh Bedreddin'e göre “Kainat Allah'tır, onu sonu yoktur.” Şirki (S.48)


Simavna kadısı oğlu Bedreddîn'in (823 H. 1420), muhtelif zamanlarda, muhtelif konulara ait sözlerinin, sorulara verdiği cevapların toplanmasından meydana gelen Varidat'ında, varlık birliği bu tarzdadır ve. ona göre kâinat Allah'tır, önü ve sonu yoktur. Kıyametse ölümden ibarettir (Gölpınarli: Sımavna kadısı oğlu Şeyh Bed reddîn. İst. Eti yayın 1966, s. 31-33. Varidat tercemesi, s. 55-66 ve 75)



Mevlana kitabına Kur'an'ın vasıflarına veriyor. (S.49)
Sufilerin, Vahdet-i Vücûd'a inananları, bu mertebede neş'elerine, yaratılışlarına, yetişmelerine, istidatlarına, bilgilerine ve anlayışlarına göre değişik haller alırlar. Mevlânâ, «Mesnevî» dibacesinde, kitabını «ulaşma ve yakıyn sırlarını açmada dinin asıllarının asıllarının asılları...» gibi vasıflarla övdükten sonra onu, Mısır'daki Nil suyuna benzetir ve «Sabredenlere içilecek sudur. Firavun soyuna ve kâfirlere ise hasret; netekim Allah da onunla, çoklarını şaşırtıp azdırır, çoklarını da doğru yola götürür demiştir» der (Nicholson basımı, l, s. 1. Âyet, II, 26) .



Mevlana devir nazariyesi inanır. (S.59)


Mevlânâ, bu dâimî yaratılışı, bu daimî oluşu anlatırken, «cihan, başka bir cihan doğurur; bu mahşer, başka bir mahşer meydana çıkarır. Kıyamete dek bu kıyameti anlatsam gene bitmez» der (Mesnevî, II, s. 311, beyit. 1187 - 1188); bütün âlemi, yeyen ve yenen olarak vasfeder; top rağın suyu içtiğini, otlar bitirdiğini, otları hayvanların yediğini, hayvanın insana gıda olduğunu, insanı, gene top rağın yediğini, bu âlemin, boyuna değişip durduğunu anlatır (Nicholson basımı; III, 1929, s. 4-5, beyit. 22 - 36) ;


Tasavvuf'un hayali ilahları (S.72-74)

Soru 39 : Bundan önceki sorulara verdiğiniz cevapta kemal mertebesine yalnız Hz. Muhammed'in eriştiğini söylemiştiniz ve ondan öncekilerin de, sonrakilerin de ondan feyiz aldıklarını bildirmiştiniz. Bu, pek anlaşılmadı; araya sorular, cevaplar, konular girdi. Lütfen bunu daha belirli, daha etraflı anlatır mısınız?

Mutlak Varlık'ın her şeyden münezzeh olan zâtı, evvelce de anlattığımız gibi Akl-ı Küll'ü (tüm Akl'ı) izhar etmiştir. Sûfîler, bu ilk tecellîye «Vâhidiyyet - Birlik» demişler, «Hakıykat-i Muhammediyye - Muhammed'in gerçek makaamı» olarak bu ilk tecellîyi kabul etmişlerdir.

Mutlak Varlık'la âlem arasında bir berzah, bir geçit olan bu makaama her zaman, tek bir kişi mazhardır. Hz. Muhammed'den evvel gelip geçen peygamberler, hep bu makaamdan feyiz almışlardır; ondan sonraki erenler de bu makaamdan feyiz almaktadırlar. Bu makaama her zaman, tek bir kişi mazhar olabilir. Ona «Kutb'ul-Aktâb - Kutublar Kutbu» denir. Kutb, değirmen taşının mili anlamına gelen Arapça bir sözdür. Değirmen taşı, nasıl o milin çevresinde döner ve nasıl o koca taşı mil çevirir, dön dürürse bütün âlem de kutb'un iradesiyle döner; herkes ona, o da Tanrı iradesine tâbidir.

İmâmiyye mezhebinde Hz. Peygamber, Allah'ın emriyle Alî'nin vasıy ve imâm olduğunu ümmete bildirmiştir. Hz. Peygamber'den sonra imamet, Alî'nin ve soyundan gelen onbir imâm'ındır. Onikinci İmâm, Mehdî'dir; sağ dır; zuhur edecek, zulümle dolmuş olan âlemi, adaletle dolduracaktır.
Bu mezhebi kabul eden sûfîlere göre Kutb, 0n ikinci imamdır; ondan başka Kutb yoktur; ona en ya kın olan eren'in vilâyeti de ancak ondan niyabet yoluy ledir (Mehdî hadislerinin Ehli Sünnet kitaplarında bulunanları için Seyyid Murtaza'l-Fîrûzâbâdî'nin, «Fadâil'ül- Hamse min Sıhâh'ıs-Sitte» adlı kitabına bakınız; c, III, Necef - 1348 H. s. 324 - 343).


Kutbdan sonra manevî bakımdan ona en yakın iki kişi vardır ki bunlara iki imâm anlamına «İmâmeyn» denir ve biri Kutb'un sağında, öbürü solunda farzedilir. Kalb solda olduğu için Kutb'un tasarrufuna vâris olacak eren, sol yandakidir. Kutb ölünce, sol yanında farzedilen eren, yerine geçer.
İmâmeyn ve İmâmân denen bu iki erenden sonra dört eren vardır; bunlara direkler anlamına «Evtâd» denir. Bunlardan sonra yedi eren vardır, bunlara da «Abdal» adı verilir. Bu ad, kötü huylarını iyi huya tebdil ettiklerinden, yahut diledikleri vakit, diledikleri yerlerde kendilerine bedel gösterebildiklerinden, yâni bir anda, birçok yerlerde göründüklerinden, yahut Kutb'un ölümü üzerine sol yandaki kutb eren ölünce, onun yerine evtâddan biri. evtâddan boşalan yere de abdâlden biri geçtiğinden bu adla anıldıkları söylenegelmiştir.
Abdâl'in dokuz, yahut kırk kişi olduğunu, daha fazla bulun duğunu söyleyenler de vardır. Abdâl'den sonra yetmiş, yahut yetmişten fazla eren gelir ki onlara da özü, soyu temiz kişiler anlamına «Nücebâ» derler.


Nücebâ'dan sonra üç yüz altmış tane temiz kişi vardır. Kutb ölünce aşağı tabakalardan birer kişi, daha üst tabakaya geçirilir. Üç yüz altmış erenden biri, Nücebâ'ya katılır, halktan biri de üç yüz altmış erenden açık kalan yere alınır ve böylece sayı tamamlanır. Halk, kutubla iki imâma «üçler», abdâl'e «yediler, kırklar» der. Bunların her bireri, bir işi tedbir ederler. Hepsine birden «Ricâl'ul-Gayb - Gayb erleri, gizli erenler» adı verilir (Nefehât tere. s. 26 ve de vamı; Sefînet'ül-Bihâr, II, s. 438 - 439, Cami', l, s. 102; Tarâık'ul-Hakaaık, l/s. 503 - 533).

Oğlan şeyh İbrahim, «Ve dahi kutb-ı zaman meşrebi üzere üç kimse bulunursa Üçler, yedi bulunursa Yediler, kırk bulunursa Kırklar deyû ta'bîr olunur» sözleriyle bütün bunları, kendine göre yorumlamaktadır (Sohbet Nâme).



Üçler, Kırklar, Yediler, yalanı (S.75)


Üçler, yediler, kırklar da, yâni bu sayıların kutlu sayılmasında Fisggorîlerin tesirlerini görmeme de imkân yoktur. Esasen Hükemâdan tasavvufa geçen bu inançlar, Hükemâ mesleğine de eski Hind - İran, Asur, hattâ Mısır inançlarından, Sabitlikten ve Yunan felsefesinden geçmiştir (Gölpınarlı: Simavna kadisı oğlu Şeyh Bedred-1 din; Eti yayınevi - 1966 Bâtınîlik bölümü.12-29)



Beyazıd –i Bestamiyi ve inananı kafir yapan sözler (S.83-84)

Soru 48 : Şath dediğiniz şeyi örnekleriyle biraz daha açıklar mısınız ?

Şath'a Bâyezıd-i Bıstâmî'nin (261 H. 784) sözleri arasında çok rastlanır. Meselâ, «Ben bir denize daldım ki peygamberler, onun kıyısındaydı» (Nefahat--terc-S; 15)
«Cehennem dediğin nedir ki? Onu görürsem, hırkamın ucuyla söndürüveririm; noksan sıfatlardan tenzîh ederim kendimi; ne de büyük bir zuhurum var» (Cemâl-üd-dîn Ebi'l-Ferec Abd'ür-Rahmân ibn'il-Cevzî: Telbîsu İblîs; Mısır - 1928, s. 342),
«Ona ulaşmadan Kâ'be'nin çevresini dönerdim; ulaşınca gördüm ki Kâ'be, benim'çevremde dönüyor»,
«İlk haccımda evi (Kâ'beyi), ikincisinde ev sahi bini gördüm; üçüncüsünde ne Kâ'be'yi gördüm, ne sahibini»,
«Benim Levh-i Mahfuz» (s. 345),

«benim bayrağım, Muhammed'in bayrağından daha büyüktür» (aynı s.),
«Allâhım. halkından birisini azaplandırmak, bilginde sabit olduysa, bunu takdir ettiysen, beni o kadar büyüt ki cehenneme benden başka kimse sığmasın» (aynı s. 346)
gibi sözleri, şath örnekleridir (aynı kitabın Şath ve dâvalar babına bakınız, s. 341 - 349).


Türk edebiyatından da buna benzer örnekler verilebilir. Meselâ Eşrefoğlu Abdullâh-ı Rûmî'nin (874 H. 1469-1 1470),

Çürümüş tenlere bir dem eğer dirsem bi İzni kum

Yalın âyâg u baş açık dururlar cümlesi üryan

Samurlar Eşrefoğlu'yam ne Rûmî'yem ne îznîkıy

Benem ol dâim'ül-Bâkıy güründüm sureta inşân

(Dîvan, İst. 1286. s. 33} beyitleri, buna güzel bir örnektir.



Hakim-i Tirmizi ile Muhyiddin-i Arabi batıl inançları (S.84-85)

Muhammed b. Aliyy'ül-Hakîm'it-Tirmizî ile (255 H. 868 - 869) başlayan İnsân-ı Kâmil ve
Hatm-i Vilâyet nazariyyesi, İbni Arabî'de pek aşırı bir hadde varmıştır. Hz. Muhammed'in son peygamber oluşuna karşılık İbni Arabî, zaman itibariyle Mehdî'nin Hâtem'ül-Evliya-erenlerin sonuncusu olduğunu, fakat gerçekte, bütün erenlerin fe yiz almaları bakımından hepsini hatmetmek, hepsinin mazhariyetlerini kendinde toplamak bakımından kendisinin Hâtem olduğunu, hattâ Hz. Muhammed'in vilâyetine mazhar olduğundan geçmiş peygamberlerle gelecek eren lerin, hep kendisinden feyiz aldıklarını iddia etmesi, gerçekten de büyük bir cür'ettir.
Hz. Peygamber, bir hadîsin de, peygamberliği bir duvara benzetmiş, duvarda bir kerpicin eksik olduğunu, kendisinin peygamberliğiyle o kerpicin de yerine konduğunu ve kendisiyle peygamberliğini tamamlandığını bildirmesine karşılık İbni Arabî, rüyasın da, bir taşı altın, Bir taşı gümüş bir duvar gördüğünü, altınların erenler, gümüşlerin peygamberler olduğunu, kendisinin de bir altın kerpiç olarak o duvardaki eksik yere girdiğini, böylece duvarın tamamlandığını söylemiş, Vilâyeti nübüvvetten üstün saymıştır» Bütün bunlar-şath sayılabilir, yalnız hüsn-i zanna sahip olamk şartiyle («Mevlânâ Celâleddin adlı eserimize bakınız, III. basım, ist. İnkılâp K. 1959 s. 234. İbni Arabi'nin bu çeşit dâvaları ve Şems'ie tartışmaları için de aynı eserin 52-53. sayfalarına bakınız).



Tasavvuf'ta Batıniler'in inançlar (S.87)


Bâtınîlik, Kur'ân'ın iç anlamına erenlerce dış anlamının lüzumsuz olduğuna, daha açıkçası, dînî hükümlerin ve şeriatın, âlemin düzenini korumak için ve anlayış ları, bu dereceye gelmemiş olanları idare yüzünden kon muş bulunduğuna inanmaktır. Meselâ namazdan maksat.
Tanrıya yaklaşmaktır; Tanrıya yaklaşanlarca, «Rabbine sana yakıyn gelinceyedek kulluk et» âyeti (XV, 99) bâtinîlerce, bunu apaçık bildirmektedir. Oysa ki bu âyette yakıyn, bütün müfessirlerce ölümdür; şu halde âyet ölünceye dek kulluk etmeyi buyurmaktadır; yakıyne erin ce ibadeti bırakmayı emretmemektedir (Mecma'ul Beyân; Tehran, Şirket'ül-Maârif'il-İslâmiyye basımı, c. VI, 1379 H. S. 346-347).



Hallac Müslüman görünerek Allah'la alay ediyor. (S.92-93)


Soru 51 : Huseyn b. Mansûr'il-Hallâc hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Bu zatın, Nişabur'lu, Rey'li, Talkan'lı, Merv'll oldu ğu rivayet edilmiştir. Halka kendisini sûfî gösterir, ikti dara Şîa'dan görünürdü. Kendisine uyanlar, onun Allah olduğuna inanırlardı. On ikinci İmâm'ın babı (kapısı, naibi) olduğunu iddia ederdi. İmâm, bir yazısıyle (tevkıy') ona lanet etmiş, onunla hiç bir ilişiği, ilgisi olmadığını bildirmişti. «Kitab'ut-Tavâsîn» adlı kitabında noktalara, harflere dair anlaşılması güç, esası saçma şeyler
bulunduğu gibi, «dâvalarda bulunmak, şeytanla Ahmed'ten (Hz. Muhammed) başkasına düşmez; çünkü İblîs'e, secde et dendi, etmedi. Ahmed'e, bak dendi, ne sağına baktı, ne soluna» gibi İblîs'i yücelten sözler (Louis Massignon basımı; Librairie Paul Geuthner - 1913; s. 41 - 43),
«Ben Hakk'ım, çünkü ebedî olarak Hak'layım, ondan hiç ayrılmadım» gibi gözleri (aynı, s. 52), Arapça şiirlerinden mey dana gelen Dîvân'ında «Ey dileyen kişinin dilediği, senin yüzünden de şaşırmışım, kendime de şaşmadayım. Beni kendine öylesine yanaştırdın ki seni, ben sandım; vecidde öylesine kendimi yitirdim ki beni, kendinde yok ettin»
(L. Massignon basımı; Journal Asiatique, Janvier - Mars, 1931, s. 30),

«Tenzih ederim maddî âlemi izhâr edeni, Tanrılığını bu suretle göstereni, sonra da halkı meydana getirip kendini yeyen, içen şeklinde göstereni» gibi şerîate uymayan sözleri (aynı, s. 41),
baz şathiyeleri vardır. (s. 33). Yaşayışına, öldürülüşüne dâir en sağlam bilgiler, «Ahbâr al-Hallac» dadır. (L. Massignon basımı, Paris -1957). Hallâc'a uyanların yollarına, «Hallâciyye» adı verilmişti. İnançları ve sözleri yüzünden 309 zilkadesinin 24. günü (922) Bağdad'da öldürülmüş, cesedi yakılmıştır. (Sefînet'ül-Bıhâr'a; l. Hiç mad. s. 296 - 297; İbni Nedim'in «EI-Fihrist»ine, Mısır - 1348, s. 296 - 272; ve Tenkıyh'ul- Makaal'e b. l, s. 346 - 347).


Tasavvuf'ta uyduruk keramet yalanları (S.106-107)


Sûfîlerin birçoğundan,olağanüstü şeyler rivayet edilmiştir. Bu rivayetler, adetâ müşterektir; yâni bir keramet, birçok sûfîlere atfedilmiştir. Meselâ Lokmân-ı Serahsî uçar Hacı Bektaş, güvercin şekline bürünür; Abdal Musa bir geyik olur; Budha da bir fil şeklinde görünür, bir masal olur. Hayvanlara iş gördürmek, yırtıcı bir hayvana binmek, Ebû-Yezîd-ı Bıstâmî'ye, Ebû'l-Hasan-ı Harrakaanî'ye, Hacı Bektâş'a atfedilmiştir. Az ekmekle çok kişiyi doyurmak, «Ahd-ı Cedîd» de olduğu gibi birçok erene de isnat edilmiştir. Ahmed-i Câmî, Ebû'l-Hasan-ı Harrakaanî, Ahmed Sârban, kadın derdi çekmiş erenlerdir. Olağanüstü şeyler, masalla rımıza kadar girmiştir (tarafımızdan bugünün diline çevrilen «Vilâyet-Nâme Manâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Veli»nin «Açıklamasına bakınız; İst. İnkılâp K. 1958, s. 105 - 120).

«Kuşeyrî Risâlesi»nde, Nefahat'ta, bir gemideki gence hırsızlık isnadı üzerine gencin dua etmesi, denizden, ağızlarında birer inci bulunan balıkların baş göstermesi (Kuşeyrî, s. 215; Nefahât tere. s. 89), «Mesnevi» de, bir başka tarzda İbrâhîm b. Edhem'e atfedilerek naklolunmaktadır (II, s. 427 - 429).
Bir sûfîye atfedilen, birinden naklolunan kerametin, birçok sûfîlere atfedildiğini, zamanımıza dek sürdüğünü, fıkralarımızda, hikâyelerimizde olduğu gibi çağ değiştikçe, yer değiştikçe, onlarda da değişiklikler yapıldığını ve bütün bunların, daha eski dinlerde, geleneklerde bulunduğunu. bildirmemiz gerektir


100 soruda Tasavvuf - Abdülbaki Gölpınarlı, Gerçek Yayınevi, 2.Baskı
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Nefahat'ül Üns Min Hadarâti'l - Kuds Tercümesi - Mevlana Abdurrahman Cami


Karısını kıskanmayan abdal veliler (S.42)

Âsem vefat ettiği zaman, cenaze namazım Ahmed bin Atai'l-Arabî kıldırdı. O Mekke ile Medine'nin arasında bulunan bir köydendir. O Öyle bir mübarek ve ulu bir zattır ki, ALLAHü Teâlâ onun aziz varlığı ile zamanımızı müşerref kılmıştır.

İmadüddin Abdulvehhab el-Barisînî (kuddise sirruh). Bu zatın doğduğu yer olan Barisin Kazvin köylerinden Ebher'e yakın bir köydür. Alla hü Teâlâ onu Abdullah eş-Şamî (kuddise sirruh) hazretleri vefat ettikten sonra yediyüz on senesinde ululuk mertebesinin tahtına oturttu. Şimdi o yetmiş altı yaşındadır. O, Peygamber (sallALLAHü aleyhi ve sellem) den bu zamana gelinceye kadar gelip geçen uluların ondokuzuncusudur. Bu zatların hâli kullukta bizim gibidir. Yerler, içerler, hasta ve tedavi olurlar. Bunlar Abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar. Çocukları, malları, mülkleri olur. Fakat Abdal tabakasına girdikten sonra o işi terk etmişlerdir. Artık ona bir daha dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha tekrar zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların ma'lûmu olsun. Onlar sünnete riayet etmede, nikâh hususunda mübalâğa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kim se evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o ka dını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin.

Keza onlar Peygamber (sallALLAHü aleyhi ve selem)den rivayet edilen sünnetlerin hepsine mükemmel bir şekilde riayet ederlerdi. Ben onların ma'rifetleriyle şereflenmeden evvel tabakalarından her tabakaya mu ayyen bir isim verdim. Birinci tabakaya, ALLAHü Teâlânm ehl-i şehadetten onların yerine birisini bedel kıldığı için Abdal, ikinci tabakava Ebtal dedim. Batılın manası kahramanlık yâni bahadır demektir. Üçüncü tabakaya; seyyah, Dördüncü tabakaya; Evtad, Beşinci tabakaya; Efzaz, Altıncı tabakaya; Kutb (ALLAHü Teâlânın sevgililerinin yer yüzündeki başkanları) adını verdim. Kutbların yirmi tanesi Peygamber (sallALLAHü Aleyhi ve sellem)in zuhurundan evvel vefat etmiştir. Muhammed ibn-el-askerî şerefli bir ümmetten Ve temiz bir ailedendir. Kutbiyyet (ululuk) mertebesine vâsıl olduğu zaman gizlendi. Abdal dairesine girdi. Yavaş yavaş terakki ederek Efzaz mertebesinin reisi ol du. Bu sıralarda zamanın ulusu (kutbu) Ali bin Hüseyn el-Bağdadî (kud dise sirruh) idi. O vefat ederek Şûniziye' de defnedildi. Namazını Muhammed bin Hasen el-Askerî kıldı. Ondokuz yıl ululuk mertebesinde kal dı. Sonra o da vefat edinci yerine Osman b. Ya'kûb el-Horasânî geçti. Onun namazını Cüveynî ashabı ile kılarak Medine-i Münevvere'ye defnet tiler. Cüveynî vefat edince yerine Abdurrahman b. Avf'ın küçük oğlu Ah med geçti. Cüveynî İran'da defnedildi ve namazı kılındı.


“Hz. Muhhamed'in kutupları iki tanedir.” yalanı (S.49-50)

Şeyh Muhyiddin Arabî (kuddise sirruh) den şöyle nakledilmiştir. Hakikatte Hz. Muhammed (sallALLAHü aleyhi ve sellem) in kutbları iki nepidir. Biri; Resulümüz (sallALLAHü aleyhi ve sellem)in, bi'setinden (peygamberliğinden) evvel" olanlardır. Bunlar, sayıları üçyüz onüç tane olanı peygamberlerdir. Diğeri, bi'setten sonra gelenlerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar oniki kutubdur. Yâni oniki menzil üzerine deveran ederler. Her biri bir peygamberin izi üzerindedir. Bir iklimde veya bir tarafta, yedi iklimdeki Abdal gibi, o Kutublara insanlardan bir cemaatın işi onun üzerine havale edilmiştir. Zira her iklimde bir Abdal vardır. Ki O, o iklimin kutbu (ulusu) dur. Bunlar dört Evtad gibidirler. Ki onlarla ALLAHü Teâlâ doğuyu, batıyı, güneyi ve kuzeyi muhafaza eder. Ahalisi kâfir veya mü'min olan her memleketin bir kutbu olduğu gibi, Hak Teâlâ kendi dostlarından evli

Yine bunun gibi makam sahiplerinden olanların her birinin bir Kutbu vardır ki O, onların zamanlarında işlerinin merkezi olmuştur. Onlara Kutbul-Ârifîn, Kutbul-Muhibbîn, Kutbul-Mütevekkilîn, Kutbuz-Zahidîn. Kutbul-Âbidîn denir. Bunlar sadece kendine hasredilmiş değillerdir. Peygamberimiz (sallALLAHü aleyhi ve sellem) den sonra geleceğini söylediğimiz o, oniki kutb bu ümmetin işlerini üzerlerine almışlardır. Nitekhı âlemdeki cisimlerin yörüngesi oniki tanedir, ibadet için yalnız başına bir tarafa çekilenler bunların haricindedir. Bunlar bir toplulukturlar ki, kutb dairesinin dışındadırlar. Hızır (aleyhisselâm) ve iki Hatem
onlardandır, 'Peygamberimiz (Sallalahü vesellem) olanlardan idi.


“İmaman iki şahıstır” (S.54-55)

İmamân iki şahıstır. Biri gavsın sağındadır. Nazarları âlem-i mele- kûtadır. Ona (Abd'ur-Rab) denir. Biri de solmadadır. Nazarları âlem-i melekedir. Ona (Abdül-Melik) denir. Mertebe bakımından bu imam Abd'ur-Rab'dan daha faziletlidir.

Evtad, âlemin dört rüknünde dört kişidirler. Biri doğudadır ki (Abd'- ül-Hayy) denir. Biri batıdadır ki (Abd'ül-Alîm) denir. Biri, kuzeydedir ki (Abd'ül-Mürid) denir. Biri güneydedir ki buna da (Abd'ül-Kadir) denir.

Abdal, yedi kişidirler. Fakat bu hususta ihtilâf vardır. Bu yedi şahıs Kutb, İmamân, Evtad'mıdır? Yoksa bunlardan başka kimseler midir ? Bunlara Abdal denilmesinin sebebi; bunlardan biri vefat ettiği zaman, kırklardan biri bunlara bedel olur (yerine geçer). Kırklar üç yüzlerden, onlar da umum sâlihlerden tamamlanırlar. Bunların bu isim ile anılmalarının diğer bir şekli de; Bunların, yerlerine kendi suretlerinde bir cesed bırakarak her tarafa gitmeleridir. Bunlar bu işi bilici oldukları için bunlar Abdal ismi ile şartlandırılmalardır. Bunlar sabittirler. Bir ayın günlerinde ve hangi günde cetvel olurlarsa, tafsili olarak bu cetvellerden bilinirler. Bir kimsenin bir şeye ihtiyacı olursa yüzünü o tarafa dönsün ki onlar o taraftadır ve şöyle desin : «Selâm sizin üzerinizde olsun ey gayb ricali ve ey mukaddes ruhlar ! Onun yardımı ile bana yardım ediniz ve beni bir gözetleme ile gözetiniz ve beni kuvvette koruyunuz».

Nûcebâ : Sekiz kişidirler. Bunlar insanların ağırlıklarını taşımakla meşguldürler.

Nükebâ : On iki şahıstır. Bunlar nefsin sırlarına muttali'dirler.

Büdelâ : On iki şahıstır. Bunlara bu ismin verilmesinin sebepi; bunlardan birisi vefat ettiği zaman geri kalanları, o topluluğun yerine geçer. Bunlar Büdelâ, abdal ve nükebanın dışındadırlar.



“Çölde susadığı zaman matarasından su çıktığı zaman süt alıyordu.”(S.101-102)

Meşayihtendir. Bir zamanlar çölde emine; «isen gidiyorum. Esen kalırız», dedi. Kız kardeşi matarasını süt ile doldurup ona verdi. O da matarayı alıp gitti. Bir zaman sonra taharet yapmak icabetti. Taharet etmek isteğinde mataradan süt aktı. Bunun üzerine yoldan tekrar geri dönerek onların yanlarına geldi. Ve "Taharetlenmek için suyum yok. Bana süt yerine su lâzım dedi. Matarasındaki sütü boşalttı. Su ile doldurdular. O yine çekip gitti. Taharet icab ettiği zaman mataradan su akar, acıkıp susadığı zaman ise süt akardı.



“Örtülerini iç içe koyarak fırına attı.Yahudi'ninki yanıp,kendi örtüsü yanmamıştı.”yalanı (S.112)

Bunların da künyesi (Ebû İshak)tır. Ebû Muhammed Gerin ve Ebû Ahmed Megarî öyle hikâye eder : «Bir yahudi ibrahim Aceri'mn önüne geldi. Ondan biraz alacağı olduğu için, onu vermesi için sıkıştırdı. Bir miktar konuştuktan sonra yahudi ona : "Bana öyle bir şey göster ki, onun vasıtası ile İslâmın, dinimden daha şerefli ve daha faziletli olduğunu anlayayım ve İslama inanayım", dedi. İbrahim "Doğru mu söylüyorsun?" Yahudi : "Evet doğru söylüyorum". Bunun üzerine İbrahim : "Ridanı (örtünü) bana ver", dedi. Onun ridasım aldı. Kendi ridasının içine koydu ve sardı. Sonra orada yanmakta olan kiremit fırınının içine attı. Sonra fırının içine girip onları çıkardı. Ridasını çözüp açtı. Kendi ridasının içinde olan yahudinin ridası yanmış, fakat kendi ridasına as la hiç bir şey olmamıştı. Bu durumu gören yahudi iman ederek müslüman oldu».


Kiremit fırınını kapatan ve işçileri men eden derviş (S.112 )

Meşayihin ulûlarındandır. Ca'fer Haledî ondan çok şeyler nakletmiştir. Şöyle demiştir : «Bir zamanlar kiremit işi ile uğraşıyordum. Bir gün düzülmüş olan kerpiçlerin içine girdim. Bir kerpicin birisine şöyle dediğini işittim : "Selâm senin üzerine olsun. Çünkü yarın ateşin içine gireceksin". Bunun üzerine işçileri onları ateşe atmaktan men ettim. Hepsini oldukları gibi bıraktım. Ondan sonra da katiyyen kerpiç pişirmedim.



Horasan'ın köpekleri de böyle yapar itirazı (S.115)

Bir zamanlar ibrahim Belhî dedi : «Günlük yaşayışınızı teminde ne taparsınız?». Edhem : «Ne bulursak şükrederiz, ve bulamadığımız za man sabrederiz». Bu söze Şakîk şu karşılığı verdi : «Horasan'ın köpekleri bile böyle yapar», ibrahim Edhem : «Siz nasıl yaparsınız?» diye sordu. İbrahim el-Belhî: «Bulduğumuz zaman dağıtır. Bulamadığımız zaman şükrederiz», ibrahim Edhem onun başını öptü ve dedi : «Üstad sensin». Kitâbu Siyerü's - Salihin'de bu hikâyeyi anlatanların aksine, yâni İbrahim Edhem'in sözlerini Belhî'ye nisbet, Belhî'nin sözlerini de Edhem'e nisbet etmiştir. (Gerçeği en iyi bilen ALLAHü Teâlâdır.)



“Kırk yıl uyumadı.Bir gün huşu ile uyudu . ALLAH'ı gördü.” yalanı (S.150)

Şeyh'ül-İslâm dedi: «Şah. kırk yıl uyumamıştı. Bir gün. tama' ile uyudu. Uykuda Hak teâlâyı gördü ve uyanıp şu beyti okudu:

Ey gözümün nuru, seni uykuda gördüğümden beri Asla gözüm açılmaz uykudan, o ümide.


Rasulullah Hallac'ın evine gelerek Mansurla konuşması yalanı (S.216)

Hüseyin Mansûr'un bir gün hatırından şöyle geçti : Hz. Muhammed (sallALLAHü aleyhi ve sellem) mi'rac gecesi sadece mü'minleri diledi. Ne- den bütün insanları dilemedi ? Ve demedi ki : «Ya Rabbî! Cümlesini bana bağışla». Bu düşünce üzerinde iken Hz. Resul (sallALLAHü aleyhi ve sellem) derhal içeri girerek geldi : «İşte geldi», dedi ve buyurdu : «Biz kimi dilersek, Hakkın fermanı ile dileriz. Bizim gönlümüz Hakkın ferman evidir. Onun iradesinin ve fermanının gayrinden pak ve masumdur. Eğer O, hepsini dile derse, hepsini dilerim». Bundan sonra Hüseyin Mansûr başından sarığını çıkararak Resûlullah (sallALLAHü aleyhi ve sellem) in huzurunda keramet gösterdi. Resûlullah (sallALLAHü aleyhi ve sellem) bu yurdu : «Bu sarık kerameti ile, baş dahi vermek gerekir. Ki ben razı olayım». Onun katledilmesine hakikatte sebep bu hüküm oldu.

Dar ağacında iken şöyle derdi : «Bu işin başıma neden geldiğini ve kimin muradı olduğunu bilirim. Bundan yüz çevirmem». Sadık olan âşık elbette böyle olur. O sekr (tam huzur) içinde olduğundan dolayı hali doğru ve o ma'zur idi. Söylediği söz lisanından bu halde iken sadır oldu. Şüphesiz alemin halikına onun hali apaçık belli oldu. Eğer bir yalancı iddia ederek Ene (ben) dese, Firavun'a ilhak olur. Böylece sadık yalan cıdan, hakikat mecazdan ayrılır.



Mansur asılmasını ve sonrasını bilmesi yalanı (S.216)

Babam dedi ki : Abdülmelik-i Eskâf buyurdu : «Bir gün üstadım olan Hallâc-ı Mansûr'a. : "Ey Şeyh! Arif kimdir?" diye sordum. Buyur du : "Arif o kimsedir ki, Zilkade ayından altı gün kala, Salı günü (H. 309) senesinde Bağdad'ta, eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar". Abdülmelik buyurdu : "Onun dediği zamanı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş. O ne söyledi ise, aynını ona yaptılar."



“Hallacı asacakları gece ALLAH'ı rüyada görerek ‘ben sırrımı ona söyledim. Ama o halka söyledi'” yalanı (S.217)

Ona (Ahmed bin Fâtık) da derler. Künyesi (Ebû'l - Fâtık) tır. Bağ- dad'lıdır. O, Cüneyd ve Nuri ile sohbet etmiştir. Cüneyd, ona ikram eder di. Halide'm talebesi olup, ona mensuptur.

O demiştir ki : «Onu asacakları gece Hak Teâlâyı rüyada gördüm.Dedi ki : "Ya Rabbî! Bu ne iştir ki kulun Hüseyin bin Mansûr'u böyle yaptın?" Buyurdu : "Ben kendi sırrımı ona açıkladım (gösterdim). Ama o halka söyledi. Ona ihsanda bulundum, O güzel göründü ve halkı kendisine davet etti"».



Muhiddin-i Arabi'nin kitaplarını öğrencilerine men etmesi gerçeği (S.550)

Amma evvelki Şeyh Nureddin Abdurrahman Isferâinî'den (Kuddise sirruh) rivayet edilmiştir. Şeyh Nureddîn îsferâinî'den işitilen bu sözleri sohbetinde bulunduğum otuzüç yıl içinde asla dilinden işitmemiştim. Amma de vamlı olarak îbn-i Arabi'nin nıusannafatını okumaktan men ederdi. Hat ta Mevlânâ Nureddin Hakîm'in ve Mevlânâ Bedreddîn'in (Rahmetullahi Aleyhima) Füsûs'u ders olarak okuttuğunu işitince geceleyin varıp o nesneyi ellerinden almış ve parçalamıştır. Bu şekilde onları men et mişlerdir. Büyük oğluna tavsiyelerinde ALLAH ömrünü uzun 'buyursun «Ben bu itikad ve maariften bizarım» buyurduğu rivayet edilmiştir.

Aziz okuyucularım! Boş bir vaktimde Fusûs kitabını haşiye ediyordum. Şu tesbiha kadar gelmiştim: (Sübhane men ezharel eşyâe ve hüve bi aynihâ : Eşyayı izhar eden o Halikı teşbih ederim. Halbuki o eşya onun aynıdır). Sözünü gördüğüm an şu cevabı vermeyi uygun bul dum:

- Ey teşbih eden: Agâh ol. Eğer sen «Şeyhin fazla olan şeylerinin şeyhin aynasıdır» dediğini işitsen elbette ve konuda müsamaha etmez ve kızarsın. Öyleyse bu hezeyanı Hak Teâlâya nisbet etmen nasıl caiz oluyor? Nasûh tevbesiyle Hak'ka tevbe et; bu kuvvetli tevbe ile Yunanlıların, Tabiatçıların, Dehrîlerin ve Şamanların bile utandığı bu müşkil uçurumdan kurutulasın.

Nefahat'ül Üns Min Hadarâti'l-Kuds Tercümesi - Mevlana Abdurrahman Cami, Bedir yay., İst-1971
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar - Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü, Diyanet yay.

1. Bölüm


images
1747.jpg



Tasavvuf cereyanına katılan ilk mutasavıflar (S.14-17)

İslâmiyet, daha Hicrî II. asırdan itibâren, eski hâline göre mühim farklar gösteriyordu; filhakika, dünyanın muhtelif mahallerinde, asırlardanberi kendi harsları ve an'aneleri ile yaşayan çeşitli milletler islâmiyet dâiresine girince, en esas noktalarda bile birçok farklar meydana gelmesi zarurî idi : Iran gibi çok eski ve zengin bir medeniyet, çölden gelen mukavemet edilemez kuvvete karşı, hiç olmazsa manevî istiklâlini müdâfaa edecekti. Sonra, islâm dini, sür'atle yayılması dolayısıyla iran'dan başka medeniyetler ve dinlerle de karşı karşıya gelmişti. Doğrudan doğruya olmasa bile Hind medeniyeti; Musevîlik te'sirleri, Suriye'yi baştanbaşa kaplamış olan Hıristiyanlık nüfuzu, eski Yunan feylesoflarından çevrilmiş eserler ile meydana gelen fikir cereyanları, hulâsa bütün bu gibi çeşitli âmiller dinî gelişme üzerinde te'sir icra ediyor, bu suretle geniş islâm memleketinin her tarafında birçok mezheb ve meslekler vücut bularak biribiriyle şiddetle çarpışıyordu. Türklerin gittikçe artan taarruzlariyle zâten yıkılmağa hazır bir hâle gelmiş olan eski Sâsânî saltanatı. Arap kılıcı karşısında önce boyun eğdikten sonra, İrânîlik, Hz. Hüseyin evlâdını Sâsânîler'in vâris ve takipçisi sayarak, "Ehl-i beyt'in hukukunu müdâfaa" perdesi altında Arap milliyetine ve islâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir medeniyetin kolayca yok edilemiyeceğini .Zerdüşt akidelerini islâm kisvesi altına sokmak suretiyle açıkça gösterdi. Hicret'in III. ve VI. asırlarında, islâm memleketlerinin her tarafında çeşitli mezhepler ve meslekler hüküm sürüyor, hükümdarların şahsî ve siyâsî ihtirastan bunların gelişmesine büyük bir saha bırakıyordu .

Bu esnada islâm âleminin muhtelif yerlerinde en çok göze çarpan şeylerden biri, tasavvufun umûmîleşmesi ve mutasavvıfların çokluğu idi. İslâmiyet'in ilk asırlarında hiç mevcut değil iken sonraları İran, Hind, Yunan fikirlerinin ve kısmen de îsevîlik'in te'siriyle — unsurlarından en fazlasını da İslâmiyet'ten almak şartiyle - teşekkül eden tasavvuf mesleki, az zamanda bütün İslâm memleketlerini kaplamıştı, önce sûfî nâmını alan ve Suriye'de ilk zaviyeyi kuran Kûfeli Ebu Hâşim'den sonra, Süfyâu-ı Sevrî (ölümü : H. 168 - M. 784/85), eski hıristiyan keşişlerinin yerleştiği Mısır'dan yetişen Zu'n-Nun (H. 245 - M. 859'/860), Horasanlı Bâyezîd-i Bistâmî (H. 261 - M. 874/75), hakkında türlü türlü fikirler yürütülen Hallâc-ı Mansûr (H. 309 - M. 921/22), sonra Cüneyd Bağdadî gibi birçok büyük mutasavvıflar mesleklerini bütün mümâneatlara, isnatlara rağmen yaymaktan geri durmuyorlardı. Ebu'l-Kâsım 'Abdü'l- Kerîm Kuşeyrî (H. 465'— M. 1072-73), meşhur risalesiyle tasavvuf meslekinin Ehl-i sünnet mezhebine uygunluğunu isbata çalıştığı gibi, daha sonra Gazâlî de (H. 450-505 - M. 1058-1112), birçok eserleri ile bu hususu zihinlere kuvvetle telkini başarmıştı. Ondan sonra Hikmetü'l-lşrâk sahibi Suhreverdî-i Maktul, 'Avâriftfl-Ma'ârif müellifi Şahâbeddin Suhreverdî, «Abdü'l-Kâdir Geylânî (H. 470-561 - M. 1077-1166) ve Tabakât-ı sûfiyye kitaplarını dolduran birçok mutasavvıflar yavaş yavaş mesleklerini yaymağa çalışarak binlerce mürîd ve halk arasında büyük bir manevî nüfuz kazanmışlardır 9 . Meşhur âlimlerden birçoklarının büyük şeyhlere intisabı, hükümdarların ve ümeranın bizzat tekke ve zaviyeler yaptırarak bu cereyanı teşvik etmeleri - daha doğrusu o cereyana kapılmaları - islâm âleminin her tarafında şeyh ve dervişler yetiştiriyor ve böylece adetâ yeni içtimâ'î zümreler vücûde getiriyordu. Bilhassa her büyük şeyhin ölümünden sonra 'âmme muhayyelesi onu bir keramet hâlesiyle ihata etmekte idi. Tarihî kıymeti olmayan hurafelerle dolu menâkıp kitapları değil, sûfîlik tarihinin en kıymetli kaynakları ile bu gibi muhayyelât ile doludur.



Türkistan'da tasavvuf ve mutasavvıflar (S.17-20)

Eski İran an'anelerini göğsünde saklayan Horasan, islâmiyet'ten sonra tasavvuf cereyanının başlıca merkezlerinden biri ve belki birincisi mâhiyetinde içli. Bu yüzden Maverâünnehr İslâmlaştıktan sonra, bu cereyanın, islâmiyet'in evvelce ta'kibettiği yollardan Türkistan'a gireceği pek tabiî bir hâdise idi. Hakîkaten öyle oldu. Herat, Nişâbur, Merv, III. asırda mutasavvıflarla nasıl dolmağa başladıysa, IV. asırda Buhara'da , Fergâna da da şeyhlere tesadüf edilmeğe başlandı; hattâ Fergâna'da Türkler kendi şeyhlerine Bab, yâni Baba nâmını veriyorlardı. Horasan'a herhangi bir münâsebetle gidip gelen Türkler arasından da mutasavvıflar yetişiyordu : Meşhur sûfî Ebû Sa'id Ebü'l-Hayr'ın pek ziyade hürmet ettiği Muhammed Ma'şûk Tûbî ile Emîr 'Alî 'Abu hâlis Türk idiler . İşte bu gibi muhtelif âmiller te'siriyle, Türkler arasında tasavvuf cereyanı yavaş yavaş kuvvetleniyor, Buhara, Semerkand gibi büyük tslâm merkezlerinden içerilere yayılıyor, din aşkı ile mücehhez birçok dervişler tarafından göçebe Türkler arasına yeni akideler götürülüyordu .

Esaslarını Hazret-i Ebû Bekr, veya Hazret-i 'Alî vâsıtasiyle Hazret-i Peygamber'e kadar eriştiren sûfîliğin yayılması, tekkelerin siyâsî kuvvetler tarafından âdeta resmen tanınması, birçok büyükler, devlet adamları ve hattâ sultanların şeyhlere riâyetleri, onlara yüksek bir manevî nüfuz bahşediyordu. Şarap içmiyecek kadar dinî hükümlere bağlı olan Karahanlılar, islâmiyet'i aşk ve hararetle savunan ilk Selçuklular, âlimlere ve şeyhlere karşı büyük bir hürmet ve riâyet gösteriyorlardı . Bununla beraber, Türk hükümdarları islâm akidelerine çok bağlı kaklıklarından , Hanefîlik'i o kadar kuvvet ve kanaatla kabul etmişlerdi ki, esasen Türk milletinin içtimaî vicdanından doğan bu temayül, bir taraftan islâm arasındaki ayrılığın ve râfizîlik ve i'tizâlin umûmileşmesine mâni' oluyor, diğer taraftan yine bunun tabiî bir neticesi olarak Türk çevrelerinde gelişen tasavvufî fikirlerde şer'î esaslara derin ve samimî bir uyma görülüyordu 17 . Bizim kanaatimize göre, Ahmed Yesevî zuhur ettiği zaman, Türk âlemi epeyi uzun bir zamandan beri - herhalde IV. asırdanberi- tasavvuf fikirlerine alışmış, mutasavvıfların menkabc ve kerametleri yalnız şehirlerde değil, göçebe Türkler arasında bile azçok yayılmıştı. İlâhîler, şiirler okuyan, Allah rızâsı için halka birçok iyiliklerde bulunan, onlara cenııct ve saadet yollarını gösteren dervişleri, Türkler, eskiden dinî bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul ediyorlar, dediklerine inanıyorlardı. Bu suretle eski ozanların yerini, ata veya bab unvanlı birtakım dervişler almıştı: Hazret-i Pey gamberin sahabelerinden olarak gösterilen Arslan Bab ile, menkabeye göre İslâm dinini anlamak maksadıyle Türkistan'dan Cezîretü'l-Arab'a gelmiş ve Hazret-i Ebû Bekr'le görüşerek islâmiyet'i kabul eylemiş olan ozanlar piri meşhur Korkut Atu , Çoban Ata , işte bunlardan kalmış birer hâtırayı yaşatıyor; herhalde, Ahmed Yesevî'nin zuhuru zamanında, göçebe Türkler arasında, yâni Sir Deryâ kenarlarında ve bozkırlarda, anladıkları bir lisanla - yâni basit Türkçe ile - halka hitabederek islâm akidelerini ve ananelerini onlar arasında yaymağa çalışan dervişlerin bulunduğu bizce muhakkaktır. Ahmed Yesevî'nin, kendisinden önce gelen dervişlere daha üstün, daha kuvvetli bir şahsiyeti olduğunu kabul etmemek mümkün değildir; Ancak, eğer kendisinden evvel gelen nesiller zemin hazırlamamış olsalardı, onun başarısı bu kadar büyük olamazdı.



Ahmed Yesevi'nin menkabevi hayatı (S.27-31)

Halkın muhayyelesi üzerinde kuvvetli izler bırakan her şahsiyet, hattâ daha hayatında iken, menkabesinin teşekkül ettiğini görür. O menkabeler uzun asırlar boyunca bir nesilden öteki nesle geçerken dâima büyür, büyür ve nihayet o şahsiyetin hakikî simasını ta'yin edebilmek çok güçleşir. Bilhassa Doğu'da, mutasavvıfların "halk muhayyclesi" üzerindeki te'sirlerinin şiddetinden dolayı, her geçen asır onlara yeni menkabeler icadetmiş ve tarihî simalarını hergün daha çok unutturmuştur. Eski Doğu tarihçileri, ekseriyetle tarih ile menkabeyi biribi rinden ayıramadıkları için, halk muhayyelesinde teşekkül eden hayalî şekilleri aynen kitaplarına geçirmekten başka birşey yapmadılar, işte, bu yüzden, bugün Hâce Ahmed Yesevî'nin tarihî simasını tesbite çalışırken, önce, an'anenin bize naklettiği menkabevî şahsiyetini tasvir edeceğiz. Sosyal vicdanın yaratmış olduğu bu şahsiyet, atıl tarihî şahsiyete uygun olmasa bile, büyük sosyal bir kıymete mâlik olup, araştırılmağa değer.

Çocukluğu:

Türkistan'da Sayram şehrinde Hazret-i 'Alî evlâdından Şeyh ibrahim adlı bir şeyh vardı. Şeyh öldüğü zaman Gevher Şehnaz adlı büyük bir kıziyle Ahmed isminde yedi yaşında bir çocuğu kaldı . Ahmed, daha küçük yaşındanberi muhtelif tecellîlere mazhar oluyor, yaşı ile uymayan fevkalâdelikler gösteriyordu. Kendisi, vücûde getirdiği Divân-ı Hikmet adlı eserinde mazhar olduğu bu feyizleri mutasavvıflara yakışır bir dil ile birer birer anlatır . Daha küçüklüğündenberi Hızır Aleyhi's-selâm'ın delâletine mazhar olan Ahmed, yedi yaşında babasından yetim kalınca, diğer manevî bir babadan terbiye gördü. Hazret-i Peygamber'in manevî işaretiyle ashaptan Şeyh Baba Arslan, Sayram'a gelerek onu irşâd etti.

Arslan Baba, menkabeye göre ashabın ileri gelenlerindendi. Meşhur bir rivayete göre, dörtyüz sene ve diğer bir rivayete göre de, yediyüz sene yaşamıştı. Onun Türkistan'a gelerek Hoca Ahmed'i irşada me'-mur olması, bir manevî işarete dayanıyordu : Hazret-i Peygamber'in gazalarından birinde, Ashâb-ı Kiram nasılsa aç kalarak onun huzuruna geldiler; biraz yiyecek istirham ettiler. Hazret-i Peygamber'in duası üzerine Cibril-i Emin, Cennetten bir tabak hurma getirdi; fakat o hurmalardan bir dânesi yere düştü. Hazret-i Cibril dedi ki : "Bu hurma sizin ümmetinizden Ahmed Yesevî adlı birinin kısmetidir". Her emânetin sahibine verilmesi tabiî olduğu için, Hazret-i Peygamber, ashabına, içlerinden bilinin bu vazifeyi üzerine almasını teklif etti. Ashaptan hiçbiri cevap vermedi; yalnız Baba Arslan inâyet-ı risâlet-penâhî ile bu vazifeyi üzerine alabileceğini söyledi. Bunun üzerine.Hazret-i Peygamber, o hurma (ianesini eliyle Arslan Baba'nın ağzına attı ve mübarek tükrüklerinden de ihsan etti. Hemen hurma üzerinde bir perde zahir oldu ve Hazret-i Peygamber, Arslan Baba'ya, Sultan Ahmed Yesevî'yi nasıl bulacağını ta'rif ve ta'lim ederek, onun terbiyesi ile meşgul olmasını emretti. Bu nun üzerine Arslan Baba Sayram'a — yahut Yesi'ye - geldi ve üzerine aldığı vazifeyi yerine getirdikten sonra, ertesi yıl vefat eyledi : Divân-ı Hikmet'te "Kâbizü'l-ervâh'ın onun canını aldığı, hurilerin ipek dondan kefen biçtikleri, yetmişbin meleğin ağlaya ağlaya gelip onu Cennet'e götürdükleri" yazılıdır .

(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar - Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü, Diyanet yay.

2. Bölüm

Yedi yaşına kadar birçok yüksek manevî rütbelere sırasıyle yükseldikten sonra, Arslan Baha'nın terbiyesiyle yüksek bir olgunluk mertebesine erişen küçük Âhmed, yavaş yavaş etrafta şöhret kazanmağa başlamıştı; zâten babası Şeyh ibrahim sayısız kerametleri, menkabeleri ile o civarda tanınmış bir adamdı ; bu yüzden, hemşiresinin sözlerine tamâmiyle riâyet eden bu sakin, sessiz küçük çocuğun, sülâlesi bakımından da manen büyük bir mevki' sahibi olduğu biliniyordu. O esnada vâki olan hârıku'l'âde hâdise ise, Ahmed'in şöhretini bütün Türkistan'a yayıyordu : Bu devirde Mâverâü'nnehr ve Türkistan'da Yesevî adlı bir hükümdar saltanat sürüyordu. Kişin Semerkand'da oturuyor, yazları Türkistan dağlarında yaşıyordu. Bütün Türk hükümdarları gibi av meraklısı olan bu pâdişâh, yazları, Türkistan dağlarında avlanmakla vakit geçirirdi; lâkin bir yaz Kara-cuk dağında avlanmak istediği hâlde, dağın çok girintili çıkıntılı olması onu bu emelden mahrum etti; Karacuk'da hiç av avlayamadı. Bunun üzerine bu dağı ortadan kaldırmak istedi. Kendi hükmettiği yerlerde nekadar velîler varsa hepsini topladı ve duaları berekâtiyle bu dağı ortadan kaldırmalarını istedi. Türkistan evliyası hükümdarın bu niyazını kabul ettiler, ihram bağlayup üç güne kadar bu dağın ortadan kalkması için tazarru' ve niyaza koyuldular; fakat bütün tazarru'lar, umulanın aksine, neticesiz kaldı. Sebebini araştırdılar, "Memleketteki ariflerden, velîlerden gelmeyen var mı ?" diye araştırdılar. Şeyh İbrahim oğlu Hoca Ahmed'in henüz pek küçük olduğu için, çağırılmadığı anlaşıldı. Hemen Sayram'a adamlar gönderip çağırdılar. Çocuk, ablasına danıştı. Ablası dedi ki, "Babamızın vasıyyeti vardır. Senin meydana çıkma zamanının gelip gelmediğini belli edecek şey, babamızın ma'bedi içindeki bağlı bir sofradır. Eğer onu açmağa kadir olursan, var git. Meydana çıkma zamanın gelmiş demek olur". Çocuk bunun üzerine ma'bede gitti ve sofrayı açtı. Artık meydana çıkma zamanı gelmiş demekti. Hemen sofrayı alarak Yesi şehrine geldi. Bütün evliya orada hazırdılar. Sofrasında olan bir tane ekmeği niyaz gösterdi, kabul edip Fatiha okudular. Bu ekmeği meclisteküere böldü; hepsine yetti. Evliyadan ve pâdişâhın ümerâ ve askerlerinden orada 99.000 kişi hazır olmuştu. Onlar bu kerameti görünce, Hoca Ahmed'in büyüklülüğünü daha iyi anladılar. Hoca Ahmed, babasının hırkası içinde duasının neticesini bekliyordu. Birdenbire gök yüzünden seller boşandı, her yer suya boğuldu. Şeyhlerin seccadeleri dalgalar üzerinde yüzmeye başladı. Bunun üzerine bağrışıp niyaz ettiler. Hoca Ahmed, hırkadan başını çıkardı. Hemen fırtına kesilerek güneş açıldı. Baktılar, Karacuk dağı ortadan kalkmış : Şimdi o dağ yerinde Karacuk adlı bir kasaba bulunur ki Hoca'nın ekser evlâdının mesken ve vatanıdır. Bu kerameti gören Hükümdar Yesevî, kendi adının kıyamete kadar cihanda bakî kalmasını te'min için Hoca'dan niyaz etti. Hoca bu niyazı da kabul eyledi ve dedi ki : "Âlemde her kim bizi severse senin adınla beraber yâdeylesin". İşte bundan dolayı o günden beri "Hoca Âhmed Yesevî" adı ile anılır oldu.


Ölümünden sonra kerametleri (S.41-44)

Hoca Ahmed Yesevî, çillehânesinde uzun bir hayat geçirerek öldükten sonra da yine birçok kerametler göstermiştir. Tarih ve menkabe kitaplarına, bu sayısız kerametlerin ancak birkaç tanesi geçebilmiştir. Meselâ Timurleng'in, Hoca'nın mezarı üzerine bir türbe ve cami bina etmesi, eski bir menkabeye göre, Hoca'nın bir kerameti eseridir. Risâle-i Tevârih-i Bulgariye adındaki eser, bu menkabeyi şu suretle kaydedi yor : "... Nihayet Hazret-i Emir Timur, Hızır Aleyhi's-selâm ile beraber Buhâra'ya gitmeğe niyyet etti. Yolda Türkistan'a uğradı. Türkistanlı Hoca Ahmed Yesevî, Emir Timur'un rüyasına girdi. "Ey yiğit! Çabuk Buhâra'ya git, inşa'llâh oradaki şahın ölümü senin elindedir, senin başından çok şeyler geçse gerektir, bütün Buhara halkı zâten seni bekliyorlar" dedi. Emir Timur, bu rüyayı görüp uyandı, Allah'a şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimi Nogaybak Han'ı çağırttı; Ahmed Yesevî kabrine bir âsitâne yaptırması için ona birçok para verdi. Türkistan hâkimi öyle zinetli bir âsitâne yaptırdı ki hâlâ bütün güzellikleriyle durur»".

Hakikaten, Timur'un, Hoca Ahmed Yesevî'ye çok i'tikad ettiğini, başka kaynaklar vâsıtasiyle de biliyoruz; hattâ Birinci Sultan Bayezid ile harb için Anadolu'ya yürüdüğü zaman, Hoca'nın Makamat'ından tefe'ül etmişti .

Nakşibendi an'anesi, Timur sülâlesinden meşhur Sultan Ebû Sa'îd Mirzâ'nın, Hoca Ubeydullâh'ın iltifatına mazhar olmasını da, yine Ahmed Yesevî'nin bir kerametine isnad eder : Sultan Ebû Sa'îd Mirzâ'mo daha nâm ve sânı yokken, Hoca 'Ubeydullâh, bir kâğıt parçasına onun ismini yazıp 'amâmesine soktu. Müridleri, bu Ebû Sa'id Mirzâ'nın kim olduğunu sordular. "Bize, size, Taşkend, Semerkand ve Horasan ahâlisine pâdişâh olacak adam!" cevabını verdi; hakikaten, pekaz zaman sonra böyle oldu. Meğer o vakitler Sultan Ebû Sa'îd Mirza da bir rü'yâ görmüş, Hoca Ubeydullâh, Hoca Ahmed Yesevî'nin işaretiyle ona Fatiha okumuş. Ebû Sa'îd Mirza da, Hoca Ahmed Yesevî'den kendine Fatiha okuyan Hoca'nın adını sorup öğrenmiş. Sabahleyin uyanınca, maiyyetindekilere, Hoca Ubeydullâh adlı birini tanıyıp tanımadıklarını sual etmiş, Taşkend'de o nâmda bir şeyh bulunduğunu haber alır almaz, hemen Taşkend'e doğru yola çıkmış ve nihayet Ferkefte Hoca ile mülakat ederek, bir Fatiha niyaz etmiş, Hoca gülerek demiş ki : "Fatiha bir olur".

Cevâhirü > l-Ebrâr''da., Hoca'nın Hümâyûn hakkındaki bir kerameti anlatılır : Yeseviyye halîfelerinden müellifin şeyhi Seyyid Mansûr Ata, bir aralık Türkistan'a, yâni Yesi'ye gelerek, Hoca'nın türbesini ziyaret ve onunla manen mülakat etti. Mülakat esnasında Hoca Ahmed Yesevî dedi ki : "Çağatay Pâdişâhı - yâni Babur'ün oğlu Hümâyun Pâdişâh — Semerkand'ı zaptedip o diyar hâkimiyetini ele geçirmek istiyor; lâkin ervâh-ı tayyibe buna razı değil, onu Hindistan'a havale ediyorlar. Onun o havalideki zaferleri için, türbemizden bir alem al, götür." Hoca'nın bu emri üzerine Seyyid Mansûr, alem'i alarak Humâyûn'un hükümet merkezi olan Kabil şehrine gitti. Hakikaten Hümâyûn pâdişâh, ceddi Timur'un medfeni olan Semerkand'i alıp Cengizîleri ortadan kaldırmak istiyordu. Pâdişâhın kardeşi Hendal Mirza, Kabil'de Seyyid Mansûr ile epeyi zaman görüştü ve onun büyüklüğünü anlayarak mürîd oldu. Biraderi, Humâyûn'un yanına gittiği zaman, ona, başından geçenleri anlattı. O da rüyasında bunu işaret eden acip bir vakıa görmüştü. Bu nun üzerine Seyyid Mansûr'u davet ettiler. Ahmed Yesevî'nin verdiği alemle beraber geldi. Pâdişâh onu karşıladı. Sonra zikr halkası kuruldu, Türkistan pirlerinin Hikmet'lerinden manzumeler okundu. Dinleyenlerde vecd hâsıl oldu. Bundan sonra Hümâyûn Pâdişâh'a dedi ki "Mâverâü'n nehr evliyası, size Hind fethini müjdeliyorlar. Hazret-i Ahmed Yesevî de nusret için bunu gönderdi. Kabul buyurunuz". Bunun üzerine Hümâyûn Pâdişâh bu müjdeden çok memnun oldu ve Hindistan'a yürüyerek orayı zapt ve istilâ etti. Ahmed Yesevî bu suretle büyük bir keramet daha göstermiş oldu.

Cevahir'ü''l-Ebrâr müellifi, şeyhi Seyyid Mansûr Ata'dan naklen Hoca Ahmed'in diğer bir kerametini daha anlatıyor : Seyyid Mansûr daha ilk defa Ahmed Yesevî'nin çillehanesini gördüğü zaman, onun bu çok sıkıntılı, daracık yerde yıllarca nasıl tahammül edip yaşadığına pek çok hayret etmiş, lâkin birdenbire teveccüh kılıp murakıp olmuş, bakmış ki pek küçük zannettiği o çillehânenin bir ucu Doğu'da, diğer ucu Batı'da! O Zaman evvelki düşüncesinin yanlışlığını anlamış ve bir defa daha iyice öğrenmiş ki Cenâb-ı Hak, sevgili kullarına hiçbir zaman sıkıntı çektirmez; birkaç arşınlık daracık yeri bütün bu cihandan daha geniş kılabilir. Schuyler isminde bir ingiliz seyyahı, Rus istilâsından biraz sonra Türkistan'da seyahat ederken Yesi'ye de uğramış ve orada Ahmed Yesevî'nin halk arasında dönüp dolaşan bir menkabesini daha kaydetmiştir : Menkabeye göre, Ahmed Yesevî hayatında Câmi'-i Haz ret'in minaresine çıkıp başından beyaz sarığını çıkararak halka gösterdiği için, ahâlî bundan şehrin yakında Ruslar eline geçeceği mânasını çıkarmışlar ve buna dayanarak, Rus askerine karşı mukavemet göstermemişler imiş. bununla beraber, yine aynı seyyah, bu câmi'in Orta- Asya'daki bütün camilerden daha mukaddes sayıldığı cihetle, Rus istilâsından önce bütün âlimler ve ahâlînin buraya toplanıp üzerlerine musallat olan düşmanın defini Allâh'dan niyaz ettiklerini yazıyor. Bunun gibi, pek meşhur bir Nogay menkabesi, Türklerin eski halk kahramanlarından Idgü'yü Hoca'nın neslinden olmak üzre gösterdiği gibi, Shaw tarafından yayımlanan meşhur Satuk Buğra Menkabesi"sinde Sultan Hoca Ahmed Yesevî'nin türbesinde yapılan bir âyinden bahsediliyor. Ahmed Yesevî'nin gerek hayatında iken gerek ölümünden sonra gösterdiği kerametlere dâir daha bu gibi birçok menkabeler mevcuttur. Esasen yalnız Orta-Asya'da, yâhud Kuzey Türkleri ve Kırgızlar arasında değil, bütün Türk memleketlerinde çok derin ve kuvvetli bir mânevi nüfuza mâlik olduğu düşünülürse, öldükten sonra da birçok kerametler gösterdiği hakkındaki menkabelerin menşe' ve mâhiyeti, daha açık bir surette anlaşılabilir.

Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar - Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü, Diyanet yay., 7.Baskı, Ankara-1991
son
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Makâlât – Prof.Dr.Haydar Baş


596469_82160_k.jpg
btp-genel-baskani-bas-19_k.jpg
haydarbas.jpg


Fena fiş-şeyh ‘onda yok olma' uydurması (S.15)

Fenâ fi'ş-Şeyh: Mürşidin muhabbetinde yok olma, erime ve kaybolma demektir. "Onda yok olma" ile başlayan bu hâl, sonsuz teslimiyeti gerektirir. Yaptığı işlerde hikmetler aranır.


Seyrül suluk ‘manevi yolculuk' yalanı (S.17)

"Seyr-i Sülûk'a karar vermiş bir insanın, İslâm'ın zahirî düsturlarım tam bilmesi şarttır." Aşağı-yukarı, iddianın özü budur. Buna cevaben deriz ki; Seyr ü Sülûk'ta bulunan insanın, İslâm'ın zahirî düsturlarını tam bilmesi mümkün değildir. Seyr ü Sülük için esas; teslimiyet, mahviyet ve hizmettir. İslâm'ın zahirî düsturlarının öğrenilmesi bu yolculukta hâl iledir. Yani burada, kâl'in (sözün) değeri yoktur. Maksadı ALLAH rızası olan sâlikin hâli; zikir 7 , havfullah, muhabbetullahtır. Durum bu olunca, İslâm'ın zahirî düsturlarını bilmeyen ümmî insan için "Seyr ü Sülûk'ta bulunamaz" iddiası ilmî mesnedden mahrumdur. Seyr ü Sülük'un zahir ile ilgisi ol makla beraber esası manevî bir yolculuktur. Nitekim Peygamberimiz, "Her insanın kalbinden ALLAH'a bir yol gider" hadisi ile bu yolculuğun sahasını belirlemiştir. Şu kadar var ki, Seyr ü Sülûk'ta olan sâlikin hatâya düşmesine mani olmak için mürşid-i kâmilin, İslâm'ın zahirî düsturlarını bilmesi lüzumludur. Hâl böyle iken, geçmiş devirlerde "Kurbiyet Makamı'na kadem basmış insan-ı kâmillerin birçoklarının dahi ümmî olduğunu görmekteyiz. Meselâ, Peygamber Efendimi zin methiyesini kazanmış Uveysü'l-Karani, tasavvuf tarihinde büyük velîlerden olduğu rivayet edilen (intisabından evvel eşkiya olan) Fudayl b. lyaz 9 , mezhep imamı İmamı Şafii Hazretleri'nin mürşidi çoban Şeybân-ı Rai Hazretleri, yakînen tanıdığımız Yunus Emre, onunla aynı devirde yaşayan Hz. Mevlânâ'nın talebesi olan Kuyumcu Selahaddin gibi büyükler ümmî kâmillerdir. Zahir ilmi bilmemelerine rağmen hâlleri, yaşayışları İslâm'ın tâ kendisi idi. O halde esas; zahirî ilimleri bilmek değil, İslâm'ı yaşamaktır. Bu yolculukta teslimiyet, mahviyet ve hizmet olursa vuslata ermemek için hiçbir sebep yoktur. Esasen, bu manevî mektebin gayesi budur. Aksi halde, dörtbaşı mamur bir insanın bu yola intisabına niçin gerek duyulsun? Bu hususu böylece noktaladıktan sonra esasa geçelim.


Fena fir-resul uydurması (S.19)

Resulullah muhabbetinin gönül âleminde kök almağa başladığı bu an, mânâ âleminin hazine lerinin bulunduğu 'Nefs-i Mutmainne' 10 halidir. Bu hâl ve makamda hazineler unutulur, hep ötesi düşünülür. Bu du rumda nefis mutmain olmuş, gönülde Huzur-u Resûlullah'a varmıştır. Her an Peygamber aşkı artar; gittikçe korlaşan bu sevda, sâliki Peygamber huzurundan ayırmaz. Bu makamda da sâlik, mürşidin direktifine göre ya 'Hak' ya da 'Hay' ismini vird edinir. Bu hale 'Fena fi'r-Resul' denir.



“Fena fillah tecelli-i zat zuhur eder.” Yalanı (S.19)
Nefsin bu halinden sonra Tecelli-i Zât zuhur eder. Bu, Seyr-i Sülûk'ta kemâl noktasıdır. Bu halde Fena fi'llah zuhur eder. İkilik ortadan kalkmıştır.



Beka billah, baka Ender uydurması (S.19)

Bu hallerden sonra Beka Bi'llah, Beka Ender halleri zuhur eder ki, bunlar çok yüce hallerdir.



İrşad' görevli olmayan veliler uydurması (S.41-42)

Velîlerin büyük bir kısmı:nânevî yolculuklarım tamamlamış olmalarına rağmen, irşâd'la görevli değillerdir. Onlar öyle "şerefli bir cemaattır ki, kemâl derecesine vusulden sonra mükemmelleşmişler fakat halkı davete memur olmamışlardır(17)


Gazali'nin ilm-i Ledün yanılgısı (S.43)

Gazalî de'vahy' ile 'nübüvvet ilmi' ve ledün ilmi' arasında daki ilgiyi şöyle belirtir: "İlham, Küllî Ruh'un, berraklığına ve kaabiliyetine bağlı olarak insan ruhunu uyarmasıdır. O, vahyin basit bir şeklidir. Çünkü vahy, gaybı açık olarak bildirmedir; ilham ise, gaipteki şeye bir işarettir. Vahy'den hasıl olan ilme 'Nebevi ilim'; ilhamdan hasıl olan ilme ise 'ilm-i ledün denir.”



Haydar Baş müridini insanı kamile taptırıyor. (S.52)

Birinci nükte: Rabıtada kul kendi varlığını terkedip insan-ı Kamilin varlığına bürünerek, sanki ortada olan kendi değil de O'dur diye düşünerek, onun eli ve dili ile Hakk'a yalvarmâkta ve müracaat etmektedir. Bu varlıktan soyunma hali, nefsin terbiyesinde 'ben' davasından vazgeçrnede en müessir yoldur.



İslam'da Kurb-u Nübüvet, Kurb-u Velayet ayrımı yoktur. (S.55)

Bu Konuda son söz İmam-ı Rabbânî'nin (ks) olsun:
"İnsanları ALLAH'a ulaştıran yol ikidir. Birinci yol, kurb-u 'nübüvvete taâlhîkeden yoldur. Asaleten bu yoldan ulaşanlar enbiyadır.Onlara salat ve selam. Bir de onların ashab-ı kiramı... ikinci yol, kurb-û velâyettir... ALLAHü Teâlâ'nın umum velî kulları bu yoldan ulaşırlar. Bu yolun muktezası ve reisi H z. Ali Murtazadır. ALLAH (cc) ondan razı olsun.Resûlullah'ın" (sav) mübarek ayağı Onun mübarek başı üzerinde gibidir. Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz.Fatıma bu makamda onunla ortaktırlar. Onlardân sonra bu ulvi vazife Abdülkadir Geylânî'ye verilmiştir. Kutuplardan olsun, nücebâ'dan olsun, aktâb olsun hepsi onun Tavassutu ile ALLAH'a ulaşırlâr.."


9. ALLAH'a resulune ve sahabeye iftira (S.57)

Ashab-ı kiramın hayatına bakıldığında, onların tavassut müessesesine ne derece sarıldıkları çok çarpıcı bir şekilde görülmektedir. O kadar ki Sahabe-i Kiram, sadece tavassut müessesinin Resulullah'ın (sav) şahs-ı şahanelerini vesile ittihaz etmekle kalmamış; O'nun elbisesinden yırtılan parçayı vücudundan ayrılan kılı, ağzından çıkan tükrüğü, su içtiği kabı, su içtiğinde arta kalan suyu... dahi irşad, hidayet ve kemalât yolunda ilerlemeğe vasıta kabul etmişlerdir.



Ahmed bin Hanbel'e Halid bin Velid'e iftira (S.58)


Buharî'de "Resûl-ü Ekrem'in mübarek saçıyla teberrük" bahsinde sarih şöyle demektedir: "Ahmed İbn-i Hanbel'in Müsned'inde İbn-i Şîrin'den rivayetine göre, Ubeydetü's-Selmanî hazretleri; "Resûl-ü Kibriya'nın vücud-i mukaddesinden ayrılan bir tüyü, benim nazarımda, yeryüzünde mekşuf olan , ve yer altında medfun bulunan bütün altın ve gümüş hazine- lerinden daha kıymetlidir ve daha sevimlidir" demiştir..

Birçok siyer ve tabakat ulemasının bildirdiklerine göre Halid İbn-i Velid'in serpuşunda Resulü Ekrem'in birkaç tane mübarek saçından mahfuz imiş. Bu cihetle bu seyf-i ilâhî hangi gazaya gitse kendisine feth ü zafer müyesser olurdu... Bu büyük İslâm dilaveri pek iyi bilmişti ki, Resûl-ü Kibriya'nın makdem-i nasıyesine münasip olan feth ü zaferidir, her müşkülün sühunetle iktihamıdır."



11.Sofilerin batıl inançlarını örtmek için içtihat imamların yapılan iftira (S.70-71)

İnsanların, Hak'tan kendine feyz lütfedilmiş olan bir zat ila bulunmaları, onun tutum ve davranışlarından istifade etmeleri ve böylece de feyizyâb olmaları, hem vazifelerinden ve hem de menfaatlerindendir. Nitekim mezhep imamlarımız dahi bu seçkin zevatı aramış ve onların terbiyesini kabul etmislerdir. Meselâ mezhep imamlarımızdan İmam-ı Şafiî, Şeybân-ı Râî adında bir çobana intisab etmiş ve ondan tefeyyüz etmiştir. Kendisine; "Senin gibi bir zât böyle bir bedeviden bilgi alır mı?" diye sorulduğunda; "Bu adam, bizim bilmediklerimizi bilir" cevabını verirdi. Ve yine Ahmed b. Hanbel Hazretleri, Ma'ruf el- Kerhî'ye başvurur, ondan sorar, ahzeder ve amel ederdi.

Ahmed b. Hanbel'in Bağdatlı Ebu Hamza'dan tefeyyüz ettiği yine bilinen bir gerçektir. Hatta oğluna, "Sûfilerle sohbeti tavsiye ederim. Onlar, ilimleri ile, murakabeden edindikleri feyz ile, ALLAH korkusunu hakkı ile tanımaları ile ve halkın mâsivâ ve abeslerinden uzak kalmaları ile âl-i himmet olun makla bizi geçmişlerdir" buyurmuştur.

İmam-ı Mâlik ise "Tasavvuf bilmeyen fakih fişka, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen ise zındıklığa duçar olabilir buyurdu




Abdulkadir Ciyli'nin “Hem halkın, hemde Hakk'ın karşılığıdır.” İftiarsı (S.72)


Bilelim ki, "kâmil insan", Abdulkerim Ciylî'nin dediği gibi "Hem Hakk'ın, hem de halkın mukabilidir."

Kâmil insan, bütün âlemleri kendinde toplayan âlemdir. İnsan, suret açısından küçük, mânâ açısından ise büyük bir âlemdir. Cenab-ı Hakk'ın sıfat ve esmasının tecellisinden ibarettir. Bu sebeple onda harikulade hâllerin görülmesi tabiîdir, Meselâ, peygamberlerde mucizelerin, evliyada kerametlerin zuhuru bu sebeptendir. Onun için hem mucize hem de keramet ALLAH'tan olunca, peygamber ve velîye ulûhiyet atfetmek küfrü gerektirir.



13. “Sen olmasaydın,Alemleri yaratmazdım.” Uydurması (S.76-77)

O, Cenab-ı Hakk'ın ruh olarak yarattığı ilk insan olmasına rağmen, maddesiyle bu âleme en son peygamber olarak teşrif etmiştir. Bir kudsî hadiste; "Sen olmasaydın, sen olmasaydın alemleri yaratmazdım". buyurulmuştur. Bu yüzdeın Peygam berimiz, sebeb hilkattir. Bu münasebetten ki, O'na, Fahr-i Âlemde deniyor



14. “O, sadece bir beşer değildir.”İftirası (S.77)

Mübarek vücutları. Hakken nisbet kokularını taşırdı. Bazılarının"zân ve iddiâ-ettikleri-gibi, O, sadece-bir beşer değildir. O,bir b eşerdir ama, Tecelligâh-ı Hak olan bir beşer... Kulluk maka mında ekmel bir kul...


15. ALLAH ve rasulune bir iftira (S.78)

Fahr-i Âlem buyuruyor: "Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbra him meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, üç kişi İsa meşrebi üzerinde bulunur. Bunlar. mertebelerine göre insanların efendisidir. "Peygamberimizin belirttiğine göre: bunlar ile yağmur yağdırılır. ALLAH, bunlar vasıtasıyla belâyı defeder ve bunlar yüzü suyu Hürmetine insanları rızıklandırır.

Makâlât – Prof.Dr.Haydar Baş, İcmal Yay., 13.Baskı, İst-1995
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Nerden Gelip, Nere Gidiyoruz - Mustafa Güllü

1. Bölüm
İlahi feyzin kutuplar vasıtasıyla dağılışı yalanı. (S.98)

Ariflerden birisi de :

«Sertac-ı Nebî, Şah-ı Rüsul, Seyyid-i Kevneyn İns-ü meleğin Server-i Sultanı Muhammed (S.A.V.)» diyerek O'nu bayraklaştırmıştır .

Şanı Yüce Peygamberimiz (S.A.V.), (diğer nebî ve resuller gi bi) fâni olan bu dünyadan baki olan âhiret âlemine göç etmiştin Ancak (O'nun yolunu ve Sünnet'ini canlı tutan) Muhammedi Meşreb'te Zât-ı Muhteremler yeryüzünde hiçbir zaman eksik olmamış tır. Resûl-i Ekrem'in (S.A.V.) manevî görevini vekâleten yürüten Zât'a, KUTBÜ'L-AKTÂB (Kutublar kutbu) adı verilmiştir.

Mâneviyyat âleminde cereyan eden ilâhî nur (feyz-i Rabbani) bu zât-ı muhteremden (izn-i İlâhî ile) kutublara; kutublardan, kâmil mürşidlere; mürşidlerden de bağlı bulundukları halife, mürid ve sâliklere iletildiği bildirilmektedir.


“Allah velilere ince sırları bildirmiştir yalanı.” (S.100)


«Allah (C.C.) hiç şüphesiz insanlara doğru yolu göstermek için peygamberler gönderdi. Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz, âhiret âlemine teşrif ettikten sonra; Allah'tan feyz alan kâmil mü'minler Resûl-i Ekrem'in manevî görevini üstlenerek O'na VEKÂLET etmektedirler. Velîlerin gönül gözlerini açan Mevlâ (C.C.) onlara kâinatın ve eşyanın ince sırlarını bildirmiştir»demiştir.



Allah adına uydurulan bir masal. (S.328-332)


Geçmiş zamanda BUHARA şehrinde üç genç (hayallerindeki isteklerine kavuşabilmek için) yabancı ülkelere seyahat etmeye karar verirler. Şehrin dışında bir yol kavşağında her birisi ayrı ayrı yönlere gitmeye niyet ederler. Birbirleriyle vedalaşacaklan sırada, Hazret-i Hızır bir ihtiyar kılığında üç gencin karşısına çıkarak :

«— Nereye gidiyorsunuz? İsteğiniz nedir? (Delikanlılar,) size yardımcı olabilir miyim?» diye sorunca, gençler memnun olurlar, içlerinden birisi:

«— Ben, Allah'tan dinî ilim tahsil etmek isterim.»

Diğeri: «— Ben, Allah'tan kolay yoldan para kazanıp zengin olmayı isterim.»

Üçüncüsü: «— Ben de Allah'tan helâl süt emmiş sâliha bur ha nım isterim,» der.

İlk önce ilim isteyene, Hz. HIZIR:

«— Hak Teâlâ (C.C.) sana ilim ihsan ederse, o ilimle gurur lanırsan, nimete şükretmemiş olursun. O zaman bu nankörlüğünün cezasını çekersin...» deyince, o genç:

« — Ben âlim olursam, asla kibirlenmem! Hem ilmimden fayda lanmak isteyenlere de parasız olarak öğretir, bütün talebelerime yardımcı olurum...» deyince, Hz. Hızır bu gence EÛZÜ BESMELE yazılı bir kâğıt verir. (Ve bu kâğıdı kaybetmemesini de sıkı sıkı tembih ettikten sonra):

— «Allah (C.C.) senin ilmini artırsın,» diye dua eder. İkinci kere zengin olmak isteyen gence dönerek:

— Allah sana çok para ve mal verir de onları İlâhî Emirlere uygun olmayan yerlerde harcarsan, (şükrünü yerine getirmemiş olursun. O zaman) servetin elinden çıkacağı gibi sıkıntıya düşer ve nankörlüğünün cezasını da acı bir şekilde çekersin. Önce iyi düşün. Verilecek servetin şükrünü yapabilecek misin?» diye sorunca, İkinci genç:

«— Ben zengin olursam, fakir fukarayı görür, gözetirim. Evi me gelen (yerli ve yabancı bütün) misafirlere yedirir, içirir ve ağırlarım. Bana müracaat edenlerin hiçbirisini boş çevirmem...» de yince, Hz. HIZIR: ,

«— O halde Allah (C.C.) sana çok çok para ve mal versin,» diye dua ettikten sonra, kendisine bereket olması için İKİ AKÇE verir. Bu iki akçeyi harcamadan kesesinde saklamasını da tembih eder.

Bu kere, sıra, sâliha hanım isteyen gence gelir.

Hz. HIZIR:
«— Böyle bir kızım olsaydı sana verirdim evlâdım. Ama ihlâs ile isteyenler asla mahrum olmaz... Allah (C.C.) sana da gönlüne göre bir hanım (kız) versin,» diye dua ettikten sonra, gençlere seyahatten vazgeçmelerini ve memleketlerine geri dönmelerini, Al lah'ın izniyle isteklerine kavuşacaklannı söyleyerek gözden kaybolur.

Üç arkadaş bu nur yüzlü ihtiyarın (kim olduğunu tanımadan) sözlerine inanır. Ve memleketleri olan BUHARA'ya geri dönerler.

— İlk olarak ilim isteyen kimse, Hz. Hızır'ın duası bereketiyle vehbî olarak DİNÎ İLİM'leri bütün inceliklerine varıncaya kadar öğrenir.

Cehaletten kurtulan bu genç, 8-10 sene içerisinde o ülkede en yüksek âlimlerin arasına katılır... Yakından uzaktan gelen Müslümanların bütün müşkillerini halletmeye başlayınca, şöhreti ülkenin her yanına yayılır.

Çok geçmeden kendisini oy birliğiyle ŞEYHÜLİSLÂM makamına getirir ve bol da maaş bağlarlar.

— İkinci, servet isteyen genç de, babasından kalan bir hara beyi yıktırıp, temelini kazdırırken, kıymetli bir hazine bularak, zengin olur.

— Üçüncü genç ise, sâliha bir kızla evlendikten sonra, helâlin den para kazanmak arzusuyla, bir san'atla uğraşır. Günlük geçimini rahatlıkla te'min ederse de, fazla bir para artıramaz. Ama, hayatları huzur içinde devam eder.

Aradan (25 sene kadar) uzun bir müddet geçtikten sonra: Hz. Hızır (A.S.), Allah'ın (C.C.) emriyle bu üç arkadaşı teker teker imtihan etmeye başlar.

önce onbeş-onaltı yaşlarında bir delikanlı kıyafetinde ŞEYHÜL-İSLÂM'ı makamında ziyaret ederek, elini öper.

Şeyhülislâm ziyaretinin sebebini sorunca Genç (Hazret-i Hı zır):

«— Efendim, Kur'ân-ı Kerîm'i ve ilm-i hâlimi öğrendim. Bir âlimden özel olarak ders almaya maddî durumum müsait değildir, Ama dinî ilimleri öğrenmeye çok hevesim var. Uygun bir zama nınızda günde bir saatinizi bana ayırabilirseniz, size çok minnettar kalırım,» deyince, Şeyhülislâm:

«— Oğlum, burası fetvahanedir. Benim, seninle meşgul olacak zamanım yoktur. Benden başka hiçbir din adamı bulamadın mı da buraya geldin? Sen kendine göre, bir hoca efendi bul da ondan bilmediklerini öğren,» dedi.

Çocuk (yani Hz. Hızır), Şeyhülislâm'ı uyarmak için tekrar söze başladı ve:

«— Muhterem efendim, şüphesiz ilim ve yeteneğiniz çok yüksek olmasaydı, sizi bu makama getirmezlerdi. Ama bir kere siz de benim yasmadaki halinizi düşünün! Her halde o zaman sizin de durumunuz benimkinden pek farklı değildi. Ne olur, bana bir imkân tanışanız ve bir iki günlük olsun bir tecrübe yapsanız ne kaybedersiniz? Şayet verdiğiniz dersleri kavrayamaz veya liyakatsiz liğimi görürseniz, illâ ki okutmanız için size ısrar edecek değilim. Ama ilminizden yararlanmak isteyenlere (az bir zaman ayırarak) yardımcı olamazsanız, bu ilmi size bahşeden Allah'a (C.C.) nasıl şükretmiş olabilirsiniz?» dedi ise de Şeyhülislâm, hiç ayılmadı. O, gençliğinde verdiği sözü çoktan unutmuş., ilim, makam ve şöhretin etkisiyle kibir ve gurura kapılmıştı.

Hülâsa: Hz. Hızır (bu kadar rica ve yalvarmasına rağmen) olumsuz cevap alınca:

- Seneler öncesi verdiği EÛZÜ BESMELE yazılı kâğıdı, Şeyhülislâm'ın koyduğu kitabın arasından, onun haberi bile olmadan) aldı. Ve fetvahaneden ayrıldı.

O günden sonra vehbî olarak kendisine ihsan edilen ilâhi İlim ler sür'atle hafızasından silinmeye başladı. Herkesin takdir ve hür met gösterdiği ŞEYHÜLİSLÂM, bu kere en basit sorulara bile doğru dürüst cevap veremeyince, aklî dengesinin bozulduğunu zannederek, hemen kendisini Şeyhülislâmlıktan azlettiler (görevinden uzaklaştırdılar).

İkinci kere Hz. Hızır (A.S.) akşam üzeri, bir ihtiyar kıyafetin de zengin olan kimsenin konağına vararak -.

— Efendi, Hicaz'dan geliyorum. Yorgun ve uykusuzum. Ne olur, bir gecelik beni Allah (C.C.) için misafir eder misiniz?» dediği zaman, konak sahibi (yakın dostlarıyla meşgul olduğu için) kendisi ni içeri kabul edemeyeceğini ve çok meşgul olduğunu söyledi.

İhtiyar (Hz. Hızır):

«— Efendi evlâdım, Allah (C.C.) zengini fakir, fakiri de zen gin yapar.. Herhalde sana da bu köşk babandan kalmadı. Servetin şükrü böyle mi yapılır? Şu konağında bir gecelik beni barındırsan, ne olur?.. Sizden yemek de istemem...» diye ricada bulun duysa da, zengin adam bu sözleri işitince, yumuşayacak yerde aksine sinirlendi ve öfkeli bir şekilde:

— Amma da uzattın be ihtiyar... Sana akıl danışan mı var ki? Bir de bana nasihat vermeye kalkışıyorsun?.. Al sana İKİ AKÇE de, akşam üzeri beni daha fazla meşgul etme. Bu parayla biraz ilerdeki hanlardan birisinde kendine yatacak bir yer bulur sun,» dedi. Ve (İKİ AKCE'yi konağın penceresinden aşağı atarak) içeri girdi.

Hazret-i Hızır da:

« — Öyle ise, seneler öncesi sana verdiğim İKİ AKCE'yi almış oldum. Böylece birbirimizle alış-verişimiz kalmadı...» diyerek oradan ayrıldı.

O günden sonra bu zengin adam, ne ile uğraştı ise, işi hep tersine gitti. Ve devamlı olarak yaptığı işlerde zarar etmeye başladı. Malı ve serveti, az zamanda elinden çıktı ve birkaç sene içerisinde, eskisi gibi fakir haline döndü...

Hazret-i Hızır (A.S.) üçüncü kere aynı kıyafetiyle sâliha hanımla evlenen kişinin evine vardı. İkindiden sonra kapıyı çaldı. Kocası henüz işinden dönmemişti.

Hazret-i Hızır:

«— Falan efendinin evi burası mıdır?» deyince, evin hanımı:

«— Evet, efendi amca...» dedi.

Hazret-i Hızır:

«— Kocanı çok eskiden tanırım... Fakir ve garibim. Allah içki beni misafir edeceğini tahmin ederek, yanına uğramak istedim,» deyince, hanım, durumu kızına söyledi ve (kapının deliğinden bak tıktan sonra) ihtiyarı içeri buyur ettiler.

Hava çok sıcaktı. Misafirin serinlenmesi için, kızı eline su dök tü, annesi de havlusunu tuttu.

Bu sırada işinden dönen kocası da oğlu ile birlikte eve gir diler.

Misafiri görünce, onlar da memnun oldular. (Her ne kadar bu ihtiyar, ev sahibini tanıyorsa da, ev sahibi, misafiri çoktan unut muştu.)

Adamcağız, ihtiyarın altına minder açtı. Arkasına yastık ge tirdi. Hanımı ile çocukları bütün imkânlarını harcayarak, akşam yemeği için hazırlığa başladılar. Hanımının, kocasının ve çocuk larının samimi olarak gösterdikleri saygı ve hizmetten çok memnun kalan ihtiyar (yani Hazret-i Hızır) söze başlayarak:

«— Ey bekârlığında, sâliha hanım isteyen ER KİŞİ! Falanca zamanda siz üç arkadaştınız. Seyahata giderken yolunuza rastlayıp, sizi BUHARA'ya geri çevirmiştim. Benim gerçek hüviyetim ise, HIZIR'dır.

O zamanda, arkadaşlarınızdan birisi ALLAH'tan (C.C.) İLİM, diğeri SERVET, sen ise SÂLİHA BİR HANIM istemiş... Ben de size dua etmiştim.

Hakikaten de üçünüzün de isteklerini Yüce Mevlâ (C.C.) ihsan buyurdu. Ama senden önce o iki arkadaşına uğradım. Maalesef onlar, verdikleri sözü unutup (kibir ve gurura kapıldıkları için) imtihanı kaybettiler.

25 sene önce, birisine verdiğim EÛZÜ BESMELE yazılı kâğıdı ve diğerlerine verdiğim İKİ AKCE'yi onlardan aldım. Bu kâğıtla, şu iki akçe size lâyıktır...» dedi.

Emanetleri sâliha hanımın kocasına teslim ettikten sonra, selâm vererek gözden kayboldu.

Bu üç arkadaşın içinde SÂLİHA HANIM'la evlenen diğerlerin den kârlı çıkmıştı. Çünkü az zamanda hem mânevi bir ilme, hem de büyük bir servete sahip oldu.

Karı-koca ve çocuklar, yalnız eş ve dosta değil, (tanıdık veya tanımadık ayrımı yapmadan) herkese, ellerinden gelen iyiliği yap maya gayret ettiler. Böylece hem toplum içinde, saygınlık kazan dılar. Hem de fakir ve zayıfların dualarını aldılar.

Hülâsa: Allah'ın ihsan ettiği nimetlerin şükrünü gereği gibi yerine getirdikçe, evlerinde bolluk ve bereket artarak devam etti. Böylece bu dünyada rahat ve huzur içinde yaşadıkları gibi, ebedî saadeti de kazanmış oldular...


Allah'a Rasulüne ve Azrail'e yapılan büyük iftira . (S.349-357)

62 yaşında tarifi imkânsız yüce tecellilere mazhar olan Hasan Efendi, bu makamlardan aldığı manevî zevkle kendisinden geçti. Kısaca: Onun imam önce; İLME'L-YAKÎN'den AYNE'L-YAKÎN'e geç mişti. Bu sene de AYNE'L-YAKÎN'den HAKKE'L-YAKÎN'e yüceldi.

Yani, önce duyup öğrendiği gerçekleri, BASİRET gözüyle müşahade ettiği halde artık vahdet zevkini kalbinde ve ruhunda duymaya başladı. Böylece, bir seneyi de yarı mest, yan ayık bir şe kilde geçirdi.

63 yaşına girdikten sonra, çevresindekiler gözüne garip garip (yabancı gibi) görünmeye başladı.

Hasan Efendi'nin İLÂHÎ RUHU bedenini saran TABİÎ RUH'una feyz vermiş, tabiî ruhu da bu feyzi kabullenmiş ve onun hâkimi yetine girmekle BEDENİ DE NUR olmuştu.

Artık onun dünyada daha fazla kalması mânâsız (anlamsız) di.

Zaten, kendisi de altmışüç yaşında bu dünyadan göçerek, Pey gamber Efendimizin (S.A.V.) sünnetine tâbi olmak istiyordu (222).

Bir sonbahar günüydü. Hasan Efendi her zamanki gibi sabah namazını camide kılmış, yavaş yavaş eve dönüyordu.

Henüz güneş doğmadığı için, caddeler ıpıssızdı. Evinin bulun duğu çıkmaz sokağa girdiği sırada, karşısında cana yakın ve sevimli bir ihtiyar belirdi. (Üzerinde toz ve çamurdan hiç bir leke görülmeyen) beyazlar giyinmiş bu ihtiyar, acaba kimin nesiydi?

Ara-sıra rüyasında gördüğü Mürşid'i olamazdı. Çünkü o, dünyadan göç edeli, 14 sene olmuştu. Sonra bu gördüğü, rüya değil, hakikatti. Yüzü nur gibi parlayan bu ihtiyar kendisine, kemâl-i hürmetle yaklaşarak:

«— Esselâmü aleyküm,» dedi.

Hasan Efendi de edeb ve saygıyla:

«— Ve aleyküm selâm ve Rahmetullah,» diye karşılık verdi.

Henüz kendisini tanıtmayan bu zât:

«— Allahü Zülcelâl ve'1-Kemâl Hazretlerinin (C.C.) size mahsus selâmı var, Efendim,» deyince, Hasan Efendi şaşırdı ve:

«— Acaba siz kim oluyorsunuz ki, bu yüce selâmı bana tebliğ ediyorsunuz?..» demekten kendisini alamadı. Bu nur yüzlü ZÂT:

«— Bendeniz, Yaratan'ımızm bir hizmetkârı, ruhları kabzetmeye me'mur edilen Meleği, AZRÂÎL'im....» deyince,

Hasan Efendi hiç üzülmedi. Lâkin-ne de olsa biraz heyecanlan dı. Çünkü koca bir ömür sona erecekti. Ama, dünyadan göçmeyi arzu eden de kendisiydi. Memnuniyetini ifade edebilmek için hafifçe gülümseyerek heyecanını gizlemeye çalıştı.

Bir ara tebliğ edilen selâmdan ve tebliğ eden Azrail'den (A.S.) aldığı ruhanî zevkin etkisiyle sessizce kaldı.

Sonra hemen kendisini toparladı ve:

«— Canım, Yüceler Yücesi Cânan'ıma (C.C.) feda olsun. İster seniz hemen görevinizi yapabilirsiniz...» deyince; Azrail (A.S.), gayet yumuşak bir lisanla:

«— Hayır, hayır muhterem efendim. Bendeniz, (kalbi Allah ve Resûlüllah aşkı ile dolu olan) Sizin gibi Hak Dostlarına karşı hiz met etmekle görevlendirilmiş bulunuyorum. Bu hususta hiç merak etmeyiniz. Siz nerede, nasıl ve ne zaman isterseniz İlâhî EMANET'i ben o şekilde alırım. Ve her ne şekilde olursa olsun, bütün istek lerinize amadeyim (uyarım),» deyince Hasan Efendi, sanki başı ARŞ-I A'LÂ'ya yücelmişçesine manevî bir zevk âlemine daldı. Ne rede olduğunu ve gününü bile unuttu. Biraz düşündüğü halde çıkaramayınca,

«— Bugün günlerden nedir acaba?» diye sordu. Azrail (A.S.) bu soruyu:

«— Çarşambadır, efendim,» diye cevaplandırdı.

Hasan Efendi:

«— öyle ise yarın dostlarımla görüşüp, helâllaşayım, ebedî yol culuğum için gereken hazırlığımı yapayım. Cuma sabahı, Dûha Na mazını eda ettikten sonra Yüce Hâlik'ıma dua ederken, ruhumu kabzederseniz çok memnun olurum,» deyince, Azrail (A.S.):

«— Arzularınızı emir olarak kabul edeceğim. Bu hususta hiçbir endişeniz olmasın Efendini. SİZ (Cemâl-i Ba-Kemâl-i İlâhî'nin özlemi içerisinde) Yüce Allah'a (C.C.) kavuşurken ruhunuzun kabzolunduğunun farkına bile varmayacaksınız,» dedikten sonra yine selâm vererek yanından ayrıldı.

Hasan Efendi kendisine yapılan bu nazik davranıştan o kadar duygulandı ki, şayet sokakta olmasaydı, hemen şükür secdesine kapanacaktı .

Kendisi için çok mutlu, lâkin ailesi için oldukça üzücü olan bu haberi, kime söylemesi, kimden gizlemesi gerekirdi?

Durumu güzelce değerlendirebilmek için, birkaç dakika kapı nın önünde düşünüp, taşındı.

Kendisine geldikten sonra EÛZÜ-BESMELE söyleyerek, eve girdi. Ailesi, namazdan sonra yatmamış, seccadenin üzerinde, Kur'-ân-ı Kerîm okuyordu.

Zaten, hanımına başından geçenleri, anlatması doğru değildi. Ama, onu bu gerçeği sabırla karşılamaya alıştırması lâzımdı.

Nitekim, kahvaltı yaparken, (zeki ve basiretli) hanımı:

«— Efendi, bugün sizi oldukça düşünceli görüyorum. Yoksa bir rahatsızlığınız mı var?» diye sorduğunda, O gayet sakin bir şekilde :

«— Elhamdülillah hiçbir sıkıntım yoktur. Kendimi biraz halsiz hissediyorum, o kadar. Bugün nedense iştiham da pek yok. Canım birşey yemek istemiyor. Sen bana bir bardak süt ver de onu ekmeksiz içeyim,» dedi.

Sonra ona dünyanın fâni olduğunu, ne kadar yaşansa da sonunda ebedî âleme göçüleceğim tatlı bir lisanla hatırlattı.

Hanımı ise, kendisine bir doktora muayene olmasını salık verince :

«— Bakalım» falan diye onu avutmaya çalıştı.

bir endişeniz olmasın Efendini. SİZ (Cemâl-i Ba-Kemâl-i İlâhî'nin özlemi içerisinde) Yüce Allah'a (C.C.) kavuşurken ruhunuzun kab-zolunduğunun farkına bile varmayacaksınız,» dedikten sonra yine selâm vererek yanından ayrıldı.

Hasan Efendi kendisine yapılan bu nazik davranıştan o kadar duygulandı ki, şayet sokakta olmasaydı, hemen şükür secdesine kapanacaktı (223).

Kendisi için çok mutlu, lâkin ailesi için oldukça üzücü olan bu haberi, kime söylemesi, kimden gizlemesi gerekirdi?

Durumu güzelce değerlendirebilmek için, birkaç dakika kapı nın önünde düşünüp, taşındı.

Kendisine geldikten sonra EÛZÜ-BESMELE söyleyerek, eve girdi. Ailesi, namazdan sonra yatmamış, seccadenin üzerinde, Kur'-ân-ı Kerîm okuyordu.

Zaten, hanımına başından geçenleri, anlatması doğru değildi. Ama, onu bu gerçeği sabırla karşılamaya alıştırması lâzımdı.

Nitekim, kahvaltı yaparken, (zeki ve basiretli) hanımı: «— Efendi, bugün sizi oldukça düşünceli görüyorum. Yoksa bir rahatsızlığınız mı var?» diye sorduğunda, O gayet sakin bir şekilde :

«— Elhamdülillah hiçbir sıkıntım yoktur. Kendimi biraz halsiz hissediyorum, o kadar. Bugün nedense iştiham da pek yok. Canım birşey yemek istemiyor. Sen bana bir bardak süt ver de onu ek meksiz içeyim,» dedi.

Sonra ona dünyanın fâni olduğunu, ne kadar yaşansa da sonunda ebedî âleme göçüleceğim tatlı bir lisanla hatırlattı.

Hanımı ise, kendisine bir doktora muayene olmasını salık verince :

«— Bakalım» falan diye onu avutmaya çalıştı.

nim için merak etmeyin. Duruma göre hareket ederiz...» falan di yerek, konuyu kapatmaya çalıştı.

Zeyneb'le Ayşe, kocaları ve çocuklarıyla birlikte evlerine git tiler. Yalnız Hatice ile büyük damat orada kaldılar.

Vakit oldukça geçmişti. Herkes odasına çekildi.

Hasan Efendi ise, hanımı uykuya dalar-dalmaz, usulca yata ğından çıktı. Banyoyu yaktı. Traş vs. temizliğini yaparak, güzelce yıkanıp, bir boy abdesti aldı. Zaten o, maddî ve manevî temizliği birlikte yürütmeye alışmıştı.

ömür boyu yaptığı uğraşıların mükâfatını göreceği bir gecede elbette kaygusuz bir halde yatamazdı. Ayrıca, bu fırsat binde bir Âdem'in eline geçmezdi. O, son gecesini ibadet, zikir, tefekkür, rabıta ve huzurla geçirerek, değerlendirmek istiyordu. Çünkü âhirette ne mal, ne mülkten ne de aile ve çocuklardan bir fayda görülmeyecek, orada yalnız, KALB-İ SELÎM sahipleri kurtuluşa erecekti.

NOT: Şu bir gerçektir ki, İNSANLAR öldüğü zaman malını, mülkünü ve bütün yakınlarını burada bırakmakta-, karanlık kabire tek başlarına girmekte (yalnız mü'minlere sâlih amelleri yoldaşlık etmekte) dir. Hasan Efendi bu gerçekleri çok iyi biliyordu.



Vakit gece yarısını geçmiş, evdekiler derin bir uykuya dalmış, hanımı da mışıl mışıl uyuyordu.

Hasan Efendi, uzun uzun TEHECCÜD NAMAZ'nı eda ettikten-sonra «teşbih namazı»nı da kıldı.

Kemâl-i Edeb'le YASİN-İ ŞERİF ve MÜLK SÛRELERİ'ni oku duktan sonra (aşk ve şevkle) ŞEHADET ve TEVHİD cümlesini tek rar tekrar söyledi.

Uzun müddet Rabbi'sini ZÂT İSM-İ ŞERÎF'i üe zikretti. (Zikir bahsi kitabımızın sonunda açıklanacaktır.)

Bir ara tefekkürden sonra, SALÂVAT-I ŞERİFE'lerle bildiği DUA'ların hepsini okuyarak Allah'a (C.C.) yalvarmaya başladı.

GöZyaşT dökerek bütün varlığıyla Rabbi'bine yönolinco, Melekût Âlemi'nin surları ona açıldı.

Melekler saf saf olup hem Hasan Efendi'yi tebrik ediyor, hem de Cennet ve Cemâl-i İlâhî ile kendisini müjdeliyorlardı.

10 Yûnus, A 64 ve 41 Fussılet, A 30'da bildirilen: Allah'ın va'di gerçekleşmiş, O sadakatine karşılık lütuf ve ihsan denizine dalmıştı.

Tan yeri ağarmaya başlarken, meleklerin ziyareti sona erdi.

Sabah ezanı okununca, Hasan Efendi seccadesini topladı ve sessizce evden çıkarak camiye gitti. Cemaatle sabah namazını kıldı .

Namazdan sonra Hasan Efendi yakın arkadaşlarıyla görüşüp helâllaşmaya başladı. Dostlarından birisi kendisine:

«— Bu vedalaşma neden icab ediyor, yoksa bir yolculuğa mı gideceksiniz?» diye sorunca, Hasan Efendi:

«— Oldukça uzun... Belki de dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacağımı sanıyorum. Bugünlerde kendimi biraz halsiz hissediyorum. Elbette ölüm bizim için. Şayet bir emr-i hak vâki olursa; cenaze namazımda hazır bulunur ve bana dua edersiniz...» diye

ilâve etti. Tabiî cemaatten hiç birisi bu sözleri ciddiye almadılar. Ve usulen helâllaşıp vedâlaştılar.

Hasan Efendi, çok düşünceliydi. Yavaş yavaş yürüyerek evine döndü. Odasına şekildi. İŞRÂK NAMAZI'ndan biraz sonra DÛHA NAMAZI'nı da hudû ve huşu ile eda etmeye başladı .

Secdede bir ara mahviyete geçti . Mest ve müstağrak bir halde TAHİYYAT'ı okuduğu yerde:

«— Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü...» derken Peygamber Efendimizin (S.A.V.) aziz ruhuyla irtibat te'min etti . Ondan aldığı ruhanî zevk ve heyecanla şehadet cümlesini, salâvatlan ve Rabbena duasını okudu... Sağ ve sol omuzlarındaki meleklere selâm vererek namazı tamamladı. Ama bir an bile huzurdan ayrıl madı.

Bu arada:

«Ey (Allah'ın zikriyle) olgunlaşan NEFİS; sen Allah'tan, Allah (C.C.) da senden razı olduğu halde, Rabbine dön!.. Salih kullarımla birlikte Cennetime gir...» İlâhî hitabını işitir gibi oldu.

Artık göç vakti yaklaşmıştı. Sanki bir damla denize karışmak üzereydi. Onun pak ve temiz ruhu henüz kabzolmadan bir kuş kadar hafiflemiş, bütün vücudu letafet kazanmış, sanki cesedi baş tan başa nur olmuştu.

Bu defa Hasan Efendi rahmeti sonsuz olan Mevlâsına (C.C.) ellerini açarak büyük bir coşku ve ta'zimle şöyle yalvarmaya baş ladı :

«— Yâ Rabbi, benim Sana lâyık bir ibadet yapmama imkân yoktur. Ama Sen dilersen noksanlarımızı tamam olarak kabul buyurursun. Bu fakire yapılan sayısız nimet ve ihsanlar, Senin lütuf ve kereminden başka birşey değildir...» diyerek Yaratan'a hamd ve şükrünü arzediyordu .

Bu sırada hanımı bitişik odadan:

«— Efendi, kahvaltınız hazır. Sofraya gelir misiniz?» diye ses lendiğinde, O, Rabbisine niyaz etmekle meşguldü. Çağrısına cevap alamayınca, kapıyı aralayan hanımı onu diz bükerek dua ettiğini görünce, huzurunu bozmaya kıyamadı.

Sevgili eşinin birkaç dakika sonra ebedî âleme göçeceğini ne bilecekti? Yanına yaklaştığında onun:

«— Yâ Rab! Beni, anamı, babamı ve bütün mü'minleri afveyle. Hepimizi de rahmetinle yarlığa,» diye niyaz ettiğini duydu. Halbuki; Hasan Efendi bu sıralarda VECD ve İSTİĞRAK âlemi ne daldığı için, eşinin ne ayağının sesini, ne de kapıyı aralayarak yanına kadar geldiğini duymadı. Çünkü o tamamiyle kendinden geçmiş, dünya ve dünyadakilerle alâkası kesilmek üzereydi. Derken dua ve niyazı yavaşlayıp sesi duyulmayacak hale gelince Azrail (A.S.) onun temiz ruhunu Yüce Mevlâmızın Cemâl-i Bakemâline hayran ve nazır olduğu halde; ihtimamla alarak kabzetti.

O sırada dengesini kaybeden Hak Dostu seccadenin üzerine yığıldı.

Böylece Fena âleminden Beka âlemine göç eden bir âşık daha Ma'şûk'una (C.C.) kavuştu.

Onun aziz ve pak olan ruhunu görevli melekler hoşlukla alarak A'LÂ-YI İLLİYYÎN'e yücelttiler. Böylece, 16 Nahl, A 32'de bildirilen ALLAH'ın (c.c.) VA'Dİ GERÇEKLEŞMİŞ OLDU.

Biraz sonra yanına gelen hanımı, 38 senelik hayat arkadaşının bayılmış olabileceğini düşünerek (telâş ve heyecanla) damadına seslendi. Ve alelacele bir doktor çağırmasını söyledi. O, dışarı çıkar-çıkmaz, kayınpederinin (sırrını açtığı) tarikat arkadaşını kapının önünde görür-görmez şaşırdı. Zaten bu arkadaşı, Hasan Efendi'nin bu saatlerde vefat edeceğini bildiği için sokakta bekliyordu.

Durum açıklık kazanınca, hemen cenazenin yıkanma, kefenlenme vs. işlerini yürütmeye başladılar.

Cuma namazından sonra kalabalık bir cemaatle namazı kılındı. Sonra da sevenlerin gözyaşları arasında toprağa verildi.


(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Nerden Gelip, Nere Gidiyoruz - Mustafa Güllü
2. Bölüm

Hz.Ömer'e ve Hz.Ali'ye büyük iftira . (S.384-385)


İşte takva nuruna (yani nurlu görüşe) sahip olan Hz. Ömer (K.A.) MEDİNE'de hutbe okurken çok uzaklarda (bugünkü Irak ' topraklarında) bulunan İSLÂM ORDUSUNUN kuşatılmak üzere ol duğunu gördü. Ve:

«— Yâ Sariye, el-Cebel,» diye seslendi.

SARİYE isimli Kumandan ile bazı askerler de bu sesi duydular.

Bu olay, Molla Abdurrahman Cami (K.S.) Hazretlerinin NEFA-HATÜ'L-ÜNS isimli eserinde şöyle anlatılmaktadır:

«Hz. Ömer (R.A.) Halifeliği sırasında bir cuma günü Medine'de hutbe okurken .-

«—- Yâ SARİYE, el-Cebel...» diye seslendi.

Yani Halife bu hitabıyla:

«— Ey Sariye... Dikkat et... Dağa bak. (Dağın arkasında tehli ke var! Ona göre tedbir al)» demek istedi.

Ama mescitte bulunan mü'minler, tabiî bu sözden birşey anla madılar. Çünkü olup-bitenlerden hiç kimsenin haberi yoktu.

Cuma namazından sonra mescidden çıkan cemaatten bazıları Hz. Ali'nin (K.V.) yanına gelerek:

«— Yâ Ali, Mü'minlerin Emîri hutbe okurken neden SARİYE'nin adını söyledi? Bunun sebebi nedir acaba?..» diye sordular.

Hz. Ali (K.V.):

«— Hz. Ömer (R.A.) lüzumsuz bir iş yapmaz. Gereksiz bir söz de konuşmaz.

Onun böyle söylemesinde mutlaka bir HİKMET vardır. Biraz s beklerseniz gerçek sonradan anlaşılır,» dedi.

Çok geçmeden İslâm Ordusunun zafer haberi MEDİNE'ye ulaş tı.

Halk bu mutlu haberi getiren müjdecilere:

« — Kaç hafta önce Cuma günü, öğle saatlerinde, nerede idiniz ve ne yapıyordunuz?» diye sordular.

Savaşa katılan gazilerden birisi:

«— Bahsettiğiniz cuma günü, sabahleyin İslâm Ordusu düşma nı bozguna uğratmış-, bol miktarda aldığımız ganimetlerle birlikte geliyorduk.

Harp dönüşünde birliğimiz çok yorulduğu için bir dağın ete ğinde istirahate çekilmiştik. Çok geçmeden öğle saatlerinde:

«— Yâ Sariye, el-Cebel...» diye bir ses işittik. Bunu duyan Kumandanımız hemen etrafa gözcüler çıkardı.

Dağın tepesine çıkan bir gözcü, bozulan düşman askerlerinden bü yük bir kalabalığın dağın arkasında toplandıklarını ve Müslümanlara tuzak kurup baskın düzenlemeye hazırlandıklarını bildirince Kuman danımız, dinlenmekte olan askerlerini hemen toparladı ve biz on lardan önce davrandık. Düşmanı (hazırlanmaya fırsat bırakmadan) darmadağınık ettik. Böylece hem habersiz bir baskınla bozulmaktan ve telef olmaktan kurtulduk, hem de ganimet malları elimizden çıkmamış oldu,» dedi.

Böylece Hz. Ömer'in (R.A.) hutbedeki seslenişinin sırrı (hikmeti) günlerce sonra anlaşılmış oldu..


Mecazi ve hakiki aşk yalanı. (S.491)


AŞK:Fart-ı muhabbet (şiddetli ve aşırı sevgi); kişinin başka bir nesnenin cazibesine kapılması (tutulması), veya tutku gibi deyimlerle tanımlanmıştır.

Aşk, iki türlüdür:

1. MECAZÎ AŞK,

2. HAKİKÎ AŞK.

1. MECAZÎ AŞK'a: Maddi, dünyevî, süfli, beşerî (İNSANÎ) SEV Gİ adı verilmiş.

2. HAKİKÎ AŞK'a: Manevî, uhrevî, ulvî, kısaca-. İLÂHÎ AŞK de nilmiştir.

Birinciler dünya ve Masiva'ya ait olduğu için gelip-geçici,

İkinciler Yaratanımızla (C.C.) ilgili olduğu için kalıcı ve de vamlıdır.

Genellikle mü'minler önce mecazî bir sevgiye bağlanmakta; sonra da bu mecazî sevgi, İLÂHÎ AŞK'a dönüşmektedir. (Yani me cazî sevgi bir bakıma İLÂHÎ AŞK'a köprü olmaktadır.)

Her Müslümanın bu kutsal sevgiden nasibini alması, şüphesiz mutlulukların en büyüğüdür. Çünkü; SAADET, SELÂMET ve VUS-LAT KAPILARI AŞK-I İLÂHÎ ANAHTARI'yla açılabilmektedir.



“Mürşid-i Kamil'e ‘tasarruf' selahiyeti verilmiştir.” iftirası. (S.522)


MÜRŞİD-İ KÂMİL olan bir ZÂT'a «tasarruf selâhiyeti» bahşedilmiştir.

Feyz-i İ lâhî ile GÖNÜL ALEMİ nûrlanan "böyle bir ZÂT-I MUHTEREM, başkalarının te'siri altında kalmaz. Aksine etrafında bulunanlar onun sohbet ve nazarının etkisinde kalır. Meselâ:

• (Kalbinde dünya sevgisi bulunan) bir mü'min, kâmil bir mür şidin meclisine devam ettikçe; mal, mülk ve dünya serveti gözünde küçülmeye başlar.

— (Geçim sıkıntısı çeken) bir Müslüman, onun sohbetinin berekâtıyla, kanaat ve tevekküle alışır.

— (Öfkeli ve sinirli bir halde huzuruna giren) bir sâlik, onun yanında sükûnet kazanır. Ve kalbi rahatlayarak evine döner.

— (Meclisine üzüntülü olarak giren) bir mürid, oradan hu zurlu olarak çıkar.

— Onun sohbetine devam edenler, kullara boyun bükmek zilletinden kurtulur, Allah'a (C.C.) kul olmanın izzetine ulaşır.

Mutasavvıflar; MÜRŞİD-İ KÂMİL'e, müridlerinin Mi'raç (yüce liş) merdiveni gözüyle bakmış ve bu yücelişi şöyle özetlemişlerdir: Sevgi ve Rabıta ile Zikre devam eden bir mürid

Mürşidinin sohbet, nazar, himmet ve tasarrufuyla, hayvani sıfatlardan arınır. Bu mânevi temizlikten sonra, Mürşidi onu Velayet nuru ile takviye eder. Daha sonra da Peygamber Efendimizin (S.A.V.)

ruhaniyetine takdim eder. Müridler Mürşid'e, Cenâb-ı Hakk'ın (C.C.) birer emanetidir. Mürşid ise; emaneti korumasını bilen ve o emaneti Sahibine sûl-i Ekrem'e ve Cenâb-ı Hakk'a) ulaştırmaya me'mur edilen ve yolda gerekenleri yapmaya ehliyetli (ve tasarrufa selâhiyetli) ı kişidir. Ancak bunun için, sâlikin: TEVAZU ile, EDEB'le, İH-LÂS- ve MUHUHABBET'le teslimiyet göstermesi şarttır.

Bu dört hasleti yeteri kadar kazanan bir mürid; TARIK-I ŞERİ AT, TARİK-İ SOHBET, TARİK-İ HATME-HÂCEGAN ve TARİK-İ RÂ-BITA ile meşgul olup Pîrân-i îzâm Hazretlerinin rızasını kazanırsa, nefsini ve Rabbisini tanır. Allah'a (C.C.) TEVEKKÜL eder (O'na gönülden bağlanır). O zaman, bitmeyen ve tükenmeyen bir hazineye kavuşmuş olur.



İmam-ı Gazali, “tasavvuf ehli melekleri görebilir yalanı.” (S.541)


İmam-ı Gazali (K,S.) Hazretleri:

«Tasavvuf ehli; nübüvvet nurundan feyz almaya başlayınca, sayısız lütuflara nail olur. Hatta ayık iken bile melekleri başgözüyle görebilir,» buyurmuştur.


“Kabirde Şeyhi müride yardım eder.” yalanı. (S.669)


Salik bu anda kabirde yanızlığın dehşetinden ürpererek, ünsiyet ettiği mürşidini rabıta eder (himmetine nail olmak için onu gönlüne alır).

Artık o, kabirde yalnız değildir. Pîri ona yardım eder. Bu se bepten Münker ve Nekir'in sorularını:

«— Rabbim Allah (C.C.), Dinim İslâm, Peygamberim Muhammed (S.A.V.), Kitabım Kur'ân-ı Kerîm, Kıblem Kabe ve mü'minler de kardeşlerimdir,» diye kolayca cevaplayacaktır.



Müridin Şeyhin hayaline tapma şirki. (S.688)


(Yaratanımızın (C.C.) rıza ve sevgisini kazanabilmek için) kal bini (Allah'ta fâni olmuş, Resûl-i Ekrem'in ahlakıyla ahlâklanmış) Kamil bir mürşide bağlayıp; O'nun suretini hayalinde muhafaza etmeye Rabıta denir.


Allah'ın vasıfları Kutb'ul Aktab'a verilmesi şirki. (S.693)


Bu Zât-ı Muhterem'e Kutbü'l-Aktab (Kutublar Kutbu) veya Zamanın Halifesi. Vaktin İmamı gibi adlar verilmiştir. Güneş misâli İlâhî nur ve feyz-i Rabbani ihtiyârsız bütün âleme O'ndan dağılır.

Kendisi için uzaklık-yakınlık sözkonusu değildir. Çünkü Rabbimizin tecellisiyle tasarrufu her zaman ve her yere ulaşır.



Rabıta ile Şeyhi kutsallaştırma şirki. (S.695)


Bu takdirde, şeyhinin suretini edeble rabıta eden bir sâlik, Re-sûlüllah'tan ve Allah'tan ta'zimle istimdad etmiş (dolaylı yoldan manen yardım dilemiş) olur.

İmam-ı Şaranî Nefahatü'l-Kudsiyye'sinde :

«Zikrin 7'nci şartı; şeyhin şahsını gözünün önünde hayal etmek tir. Bu da zikrin en mühim âdâbındandır,» buyurmuştur.

İmam-ı Hadimi (K.S.) Risâle-i Aliyye Fî Âdâbı't-Tarikati'n-Nak-şibendiyye isimli kitabında:

«Zikir esnasında bir mü'minin kalbine tefrika (ayrılık) veya vesvese, yahut da kabz (tutukluk) hâli arız olursa; soğuk su ile gusleder. Veya abdest alarak halvetinde hacet namazı kılar. Dua ve istiğfar ile hâline teveccüh eder. Eğer o «hatıra» kaybolmazsa, Hz. Peygamber'in (S.A.V.) veya şeyhinin suretini hayal eder,» buyurmuş.

Molla Câmî (K.S.) Nefahatü'1-Üns isimli eserinde : «Mürid, Şeyhinin,suretini hayalinde muhafaza ederse, Allah'a (C.C.) vusul (manevî yakınlık) daha sür'atli olur,» buyurmuş

Cüneyd-i Bağdadî (K.S.):
"Mürid, kalbini devamlı olarak şeyhine bağlamakla, yüce ga yelere erer. (Yani en yakın yoldan Allah'a (C.C.) vuslat hâsıl olur.) buyurmuş."



Şirk dediğimiz budur. (S.698)


Sâlik, mürşidin suretini (dış görünüşünü) kendi kalbinde tasavvur eder (yani mürşidini bütün vücuduyla önünde farzeder)ek onu kalbine indirmeye çalışır.

NOT: Bunun kolaylaşması için mürid, kendi kalbini genişçe bir dehliz (koridor) olarak kabul eder ve mürşidini o koridorda görmeye çalışır.

Sâlik, pîrin sûre tini ihtiyârsız (zorlanmadan) kalbinde durdurarak zikre devam ettikçe (yavrunun annesinin memesinden süt emmesi gibi) İlâhî feyzden istifadesi kolaylaşır. 1 .2nci h aldeki rabıta.. Yani;

— (Gerek mürşidin yüzüne bakarak) kalbine teveccüh etmekle rabıta edilsin

—Gerekse mürşidini -kendi kalbine indirmeye çalışarak rabıta edilsin; her ikisinden de gaye, masiva ile (Allah'tan başka fânilerle) olan meyi ve alâkaları kalbten atıp onu zikre dolayısıyla «İlâhî tecelli»ye hazırlamaktır.

Sözü edilen iki tür rabıtanın birlikte yapılmasında hiçbir sakınca yoktur. Hatta her ikisini birlikte yürütenlerin manevî hasta lıklardan kurtulma şanslarının daha fazla olacağı bildirilmiştir.

Rabıta üçüncü şeklide şöyle tarif ediliyor. Bu kere sâlik; kendisini mürşidin hey'etinde (kılık, kıyafet ve görünüşünde) tasavvur eder. (Düşünerek hayalinde şekillendirme ye çalışır). Bu tür rabıtaya, (yani mürşidin manevî elbisesini giyerek kendisinden geçmesine) Rabıta-i Telbisiye adı verilmiştir.

Mürid; kendi sıfatını mürşidin sıfatında, kendi zâtını mürşidin âtında eritip yok edebilirse, mürşidin ruhaniyetini kemâliyle birlikte kendi vücudunda hisseder.

NOT: Bu kısım rabıta, yalnız zikirde değil; diğer ibadetlerde de yapılabilir. Meselâ: Sâlik, Kur'ân-ı Kerîm dinlerken oturduğu yerde gözlerini kapar ve kendisini pirinin kıyafetinde farzederek dinler.

Namaz kılarken, dua ederken, nasihat dinlerken, zikir yapar- kendisanki namaz kılan, dua eden, nasihat dinleyen ve Cenâb-ı Hak-k'ı (C.C.) zikreden (kendisi değil de) mürşidi imiş gibi tasavvur eder.




“Kendisine tasarruf selahiyeti bahşedilmiş olan İnsan-ı Kamiller rabıta edilir” şirki. (S.699)


— Nefsi Râziye ve Merziye makamlarına yücelmiş,

— Fenafillah'tan sonra Bekabillah devletine ermiş,

— Hakkalyakîn imanın zevkini tatmış,

— Yetkili bir zât tarafından irşad ile görevlendirilmiş. Ve:

— Velayet kuvvetiyle kendisine tasarruf selâhiyeti bahşedilmiş olan insan-ı kâmiller rabıta edilir.

Yoksa, henüz Allah'ta (C.C.) fâni olmamış,

— Ahlâk ve fazlette yücelik kazanamamış ve tasarruf selâhi yeti bulunmayan kimselerin rabıtası elbette verimli olmaz. Zaten böyleleriyle mânevi bağ da kurulamaz. Ricalullah diye tanımlanan (maneviyatta yücelik kazanmış) bir kutb'un veya (o kutubla irtibatı bulunan fazilet ve kemâl ehli) bir mürşid-i kâmilin şehadetiyle belirlenen Zât,-ı Muhterem ancak kendisinin rabıta edilmesine izin verebilir.



Kaza ve kaderin tecellilerini mürşidin buyruklarında… şirki.(S.704)


Bu yolda başarıya ulaşabilmek için kâmil bir mürşide teslim olmak şarttır. Hatta, hakikat ehline göre, kaza ve kaderin tecellile rini mürşidin buyruklarında aramak, zorunlu olarak kabul edilmiştir. Çünkü asıl kemâl; sâlikin Beka'sında değil, Fena'sındadır. Bir sâlik; mürşidin sobet ve nazarıyla fena kedehinden içerek nefsiyle dünyayı unutacak olursa; kendisine öyle bir ilim kapısı açılır ki; onunla doğru ve kemâl sandığı bazı şeylerin yanlış ve yolkesici olduğunu anlar. Bundan sonra mürşidine sevgi ile gönül den. bağlanır. Ve (onun) uyarılarını canla başla uygulamaya koyulur.

Hülâsâ: Sâlik irade ve istekleriyle bütün varlığını mürşidin varlığında eritip tüketmeli, kendi nefsine ait hiçbir isteği kalmamalı, hatta nefsini murakabe ettiği zaman, kendisinde, mürşidinin irade ve isteklerinden başka birşey bulamamalı ki; o zaman gerçekten mürid olsun. (Yani iradesinden tamamiyle soyunabilsin).

İşte bu hali kazandıktan sonradır ki; mürşidin mazhar olduğıı tecellilerden kendisine (kabiliyet ve) nasibi kadar akisler ve parıltılar belirecektir.

Şeyhinde fâni olan bir müride, mürşidin aynasından öyle hakikatler görülmeye başlar ki; gerçekte (nefsi ve dünya ile ilgisi bu lunan) herşeyin hayal olduğunu anlar. O zaman onun yanında dünya nimetlerinin varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark kalmaz .

Nerden Gelip, Nere Gidiyoruz - Mustafa Güllü, Yaylacık Matbaası, İstanbul-1987

son
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Cennet Yolunun Rehberi - Şeyh Seyda Muhammed Konyevi, Özkevser Vakfı Yayınları, Konya 1997

1. Bölüm

1133.jpg


“Tasavvuf ilmini icad eden , bizatihi Allahu zülcelal'dır “ yalanı (S.107)

Tasavvuf ilmini icat eden bizatihi Allahu Zülcelal'dir. Bu mübarek icat ve ilmi, vahy yoluyla Peygamberlerine bildirmiştir. Tasavvuf ilmi, nazil olan şeriat ve dinlerin ruhudur. Bütün din ve şeriatlara üç lafz söylenmiştir. Bunlar: Şeriat, Tarikat, Hakikat'tır.


Davut(a.s.) hakkında delilsiz bir iftira (S.112)

Allahu Zülcelal, Davud (AS)'a vahyinde, şöyle buyurmuştur: "Ya Da'vud, günahkar kimsenin ahı, benim yanımda Abid kimselerin sesinden daha hoştur. " Daha önceki bazı kitaplarda Allahu Teala buyuruyor ki: "İz zet ve Celalim hakkı için yemin ederim ki, Benim kulum Benim korkumdan dolayı ağlarsa, illaki onu güldürür ve nurla tebeddü ederim. Benim korkum için ağlayanlara müjdeler olsun, Benim Rahmetim nazil olduğu zaman, ilk önce sizin üzerinizde zuhur edecektir. Siz günahkar kimselere söyleyin ki, Benim için korkupta ağlayan kimselerle otursunlar da, Ben onlara Rahmet ettiğim zaman, bu Rahmetim, onlara da ulaşsın! Ey insanoğ lu, Allah'ın rahmetine ermek için kendi nefs ve hevandan çık, vakit kaybetmeden Rabbinin dergahına dön."


Adem (a.s) hakkında delilsiz bir iftira(S.112)

Allahu Teala, Adem (AS)'ın tevbesini kabul ettiği zaman, melekler onu kutladılar. Cebrail ve Mikail (AS) gözün aydın ya Adem, senin tevben kabul olundu, dediler. Adem (AS) ise cevaben; Ya Cebrail, Allahu Teala bu günahı bana bir daha sorarsa benim yerim neresi olacaktır, dedi. Bunun üzerine Allahu Zülcelal tarafından Adem (AS)'e vahy olundu: "Senin zürriyetinden olupta, günah işleyen, sonra da tövbe edenlerin tövbesini kabul edeceğim. Kim benden mağfiret isterse, onu geri çevirmeyeceğim. Ben tövbeleri kabul ediciyim. Ey Adem, tövbe eden kimseleri, güleryüzlü ve müjdekar olarak hasredeceğim. "buyurdu.



Muhammed Konevi'nin Beni İsrail hakkında hadis uydurması (S.115-116)

Ben İsrail'den fasık bir adam vardı. Bu adam hiç bir zaman "fısk'ın dan ayrılmadı. Bu adamın yüzünden, bulunduğu şehir halkı rahatsız olduklarından, Allah'a müracaat ettiler. Allahu Zülcelal bu münacatı kabul etti. Ve Musa (AS)'a vahyetti: "Ey Musa (AS), o adam yüzünden şehir hal kının başına bir bela gelmeden o fasık adamı şehirden çıkart." Musa (AS), o fasık adamı, şehirden uzaklaştırdı. Fasık adam, bir köye gitti. Al lahu Zülcelal yine Musa (AS)'a vahyetti: "Fasık adamı o köyden de çı kart." Musa (AS) fasık adamı o köyden de uzaklaştırdı. Öyle ki, fasık adam hiç bir yerde barınamayarak, kurdun kuşun dahi olmadığı, hiç bir toprak mahsulünün yetişmediği, bomboş bir araziye, çorak bir çöle gitti. Orada hastalanarak toprağın üzerine düştü ve başını yere koyarak şöyle dedi: Eğer annem yanımda olsaydı, bana merhamet edip, bu fakirliğim, bu zelilliğim üzerine acıyacaktı. Eğer babam yanımda olsaydı, o da bana acıyarak bu durumuma mutlak bir çare arıyacaktı. Benim cenazemin arkasından ise ağlayacaktı. Eğer, benim çocuklarım olsaydı, cenazemi hazırlayıp, ağlayarak beni toprağa uğurlayacaklardı. Ailem olmuş olsaydı, merhamet edip, belki hastalığım boyunca beni iyileştirmek için çırpınacaktı. Evet, bunlar diyeceklerdi ki; Yarabbi, garip, asi ve fasık babamızı affet. Şehirden köye, köyden de çöle, çölden de ahirete giden, herşeyden umutsuz kalmış babamızı affet. Fasık adam, Rabbül Alemine ellerini açarak şöyle dua etti: Yarabbi, beni babamdan, çocuklarımdan, annemden ve ailemden uzaklaştırdın. Beni Rahmetinden uzaklaştırma, Yarabbi. Onları benden koparıp ayırarak beni yaktın Yarabbi, beni günahımdan dolayı ateşinle yakma Yarabbi... Bana rahmetinle muamele et, Yarabbi.
Allahu Zülcelal, fasık kulunun yürekten gelen bu yakarış ve pişmanlığı üzerine, annesi, babası, ailesi ve çocukları suretinde melekler gönderip, başında ağlamalarını emretti. Fasık adam, istediği yakınlarını başucunda görünce, ferahlayıp, sevindi. Allahu Teala, affını da mağfiret ederek, temiz bir şekilde Allah'ın Rahmetine kavuştu. Yine Allahu Zülcelal Musa (AS)'a vahyetti: "Filan çölde benim Evliyalarımdan birisi ölmüştür. Onun cenazesinde bulun ve onu defnef." Hazreti Musa (AS) Allahu Teala'nın buyurduğu çöle gittiğinde gördüğü manzaraya şaşırdı. Çünkü, Allahu Teala'nın emriyle şehirden köye, köyden de çöle sürdüğü fasık adamın cenazesi duruyor. Huriler ise, bu adamın başında ağlaşıyorlar. Bunun üzerine Musa (AS) şöyle dedi: Yarabbi bu adam vilayetten köye, köyden çöle çıkarttığın gençtir. Allahu Zülcelal cevaben şöyle buyurdu: "Ey Musa (AS), ben ona rahmet ettim ve onu affettim. Onu, kendi ailesinden, babasından, anasından, çocuklarından ve şehrinden ayırarak, sürgün etmiştim. Ancak şimdi Ben onu affettim. Onun bu fakirliği, garipliği ve acizliği üzerine, aile efradının suretinde melekler göndererek, ona merhamet yapmalarını emrettim."


Koynundaki içkinin sirke olması yalanı (S.116-117)

İmam-ı Ömer (radıyallahu anhuma)'den rivayet olunur: "Bir gün Medi-ne'nin sokaklarından geçerken bir gence rastlıyor. Hazreti Ömer (radıyal lahu anhuma) gencin, elbisesinin altında bir şeyler sakladığını fark ede rek sorar: Ey genç! O elbisenin altındaki nedir? Bu soru üzerine elbisesi nin altında içki saklayan genç, son derece tedirgin olur ve Allahu Teala'ya kalben münacaat eder: Yarabbi der, Sen beni İmam-ı Ömer (radıyallahu anhuma)'in yanında mahcup etme, bir daha asla içki içmeyeceğim. Hazreti Ömer (radıyallahu anhuma'nın sualine, genç; bu sakladığım şey sirkedir diye, cevap verir. Hazreti Ömer (radıyallahu anhuma) peki, o zaman bana onu göster. Genç, sakladığı şeyi Hazreti Ömer (radıyallahu anhu- ma)'in önüne yavaşça koyar. İmam-ı Ömer (radıyallahu anhuma), şişeye bakar ve tertemiz bir sirke olduğunu görür. Genç, Allahu Teala'ya yalvararaktövbe eder ve bir daha da içki içmez.



“Ulemalar, tasavvufu öğrenmenin vacip olduğunu ve farz-ı ayn hükmünde bildirdiler.” yalanı (S.119)

Ulemalar, tasavvuf ilmini öğrenmenin vacip olduğunu ve farz-ı ayn hükmü içerisinde bulunduğunu bildirdiler. İbn-i Hacer'in Tuhfe kitabının Siyer babında şöyle ifade edilmiştir: "Kişiye, hastalıklarının tedavisini bilmesi o ilmi öğrenmesi vaciptir." Ramelı'nin Zübeyd Şerhinde ise şöyle deniliyor: "Kalbin temizlenmesi için kibir ve riya gibi şeylerden temizlemek ve bunun nasıl yapılacağını öğrenmek vaciptir.


“Ana baba muhalif olsalar bile tasavvufu tahsil etmeye gidilir.”yalanı (S.119)

Ulemaların birleştiği ortak görüş ise şöyledir: "Tasavvuf ilmini öğrenmek içın, ana ve baba muhalif olsalar dahi, yine o ilmi tahsil etmeye gidilir."



“Nakşi tarikatını inkar eden , din-i İslam'dan Müslümanlar büyük bir tehlike içerisindedir .”iftirası (S.119)

Şah-ı Nakşibend hazretlerinin kavlinin manası açık, olarak ortaya çıkmaktadır. Şah-ı Nakşibend hazretleri: "Bizim tarikatımızı inkar eden, dini İslam olan müslümanlar büyük bir tehlikenin içerisindedir."


“Tasavvuf ehlini inkar etmek , Kuran–ı Kerim'in yarısını, hadisin yarısını inkar etmektir.”yalanı (S.119)

Ehl-i tasavvuf şöyle buyurdular: "Tasavvufun en az payı tasavvuf ehline teslim olmak ve onları inkar etmemektir. Çünkü, Tasavvuf ve tasavvuf ehlinin inkar etmenin, Kur'an-ı Kerimin yarısını, Hadis-i Şeriflerin yarısını, ve Ulemanın birleştiği ve cem olduğu şeyleri inkar anlamını taşımaktadır."


“Mürid ruhlarını hazır olduğuna ve kendilerini dinlediklerine inanması” hurafesi (S.126)


Birinci Fatiha 'dan önce Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi vessellem'i ruhu saadetlerine Ali ashabına ve ehl-i beytinin ruhlarına, daha sonra da Şah-ı Nakşibendi hazretleri ve Seyyid Abdülkadir Geylani haz retlerinin ruhlarına hediye edilir. Böylelikle, ruhaniyetlerin ve himmetin hazır olması temin edilir. Hazır olduklarına ve kendisini dinlediklerine kanaat getirdiği evrahlardan, Üstadının kendisine lütufta bulunması için Peygamber Efendimizin emretmesini diğer saadatı kiramında ricada bulunulması talep edilir. Geri kalan yedi Fatiha'da aynı şekilde aşağıda yazılı mübarek zatlara tarif edildiği gibi okunup hediye edilir.


Mürid mürşidini bir kürsüde izleyerek rabıta etmek hurafesi (S.128)


Mürşidi Rabıta: Saadatlar sekiz adetten oluşan kuralın sekincisi, olarakta "Mürşide Rabıta" olarak uygun görmüşlerdir. Kalbe hiç bir vesvese, havatır getirmeden, Mürşidini büyük bir azemetle bir kürsüde izleyerek, bir müddet temaşa etmektir.

Mürşidi rabıta esnasında "Redd''in korkusunda, kabulün ricasında olmak lazımdır. Hatta hareket eden hasta gibi, Mürşidinin sana olabilecek '' Kereminden" ne tam emin, ne de tam umutsuz olacaksın. Her iki hali birlikte yaşayarak, Mürşidinin senin için uygun gördüğüne razı olacak, ancak büyük bir hüzün ve hasret içerisinde seni hemhal etmesi yönünde davetkar bulunacaksın.


“Mürid ,peygamber'in ruhaniyetinin ve silsile-i sadatın yardımlarına hazır olduğuna inanması” şirki(S.129)

Murid mürşidinin ellerinin, ruhunun ve üflemesinin Hz. İsa (AS)'nın kendi kavmine şifası gibi olduğuna inanmalıdır.
Mürşidin doktorluğunun, Hekimi Lokman'ın tabibliği gibi olduğuna Al lah' ın tecelliyatlarının, Paygamberin ruhaniyetinin, ve sadatın himmetinin hazır olup, hepsinin mürşidine teslim edildiğine yakinen kanaat getirmelidir.


“Mürid ağzını açarak mürşidin üfermesini içine çekmelidir.”hurafesi (S.130)

Mürit ağzını normal bir şekkilde açıp mürşidin üfürmesini beklemeli. Mürşit üfürdüğünde: Mürşidin nefesindeki, feyz, nur ve nisbeti, yaralı ve zulmetli kalbinin devası bilip, mürşidin nefesini içine çekmelidir. Teveccühün bitimine kadar, mürit halini muhafaza etmeli, mürşidinden nisbet talebinden geri kalmamalı.
Teveccühün sonunda okunan ayeti "kerîme, teveccühün bittiğine ala mettir. O zaman mürit yirmibeş defa Estağfirullah deyip, baştan beri kapalı olan gözlerini açmalıdır.


Peygamberin yapmadığı uydurulmuş bir ibadet.(s.133-135)

Cemaatte "Elem Neşrahleke" Suresini bilen on kişi varsa, büyük hatme yapılır. On iki kişi varsa yapılması lazımdır. On kişiden az olursa küçük hatme yapılır. Hatmeyi idare edecek kimse yüz taştan yirmibir tanesini kendisine alır. Geri kalan yetmişdokuz taş, yirmibeş "Estağfurullah" denilip, çekildikten sonra "Elem Neşrah leke" bilenlere dağıtılır. Herkes Mürşidine kısa bir istimdadi rabıta yapar. (Hatme esnasında kalbin huzurlu olabilmesi için bu rabıta önemlidir) Hatme yaptıran zatın sağ tarafında oturan altı kişiye Fatiha okuma işareti olarak birer tane taş verilip, geri alınır. Fatiha'yı Şerife denilince Sağ tarafta işaret taşlarını almış olan altı ki şi birer tâne Fatiha okurlar. Fatiha okuması için işaret taşı almayanlar okumazlar. Hatmeyi idare eden şahıs, Fatiha dan sonra Salavatı Şerife der. Herkes elindeki taş miktarı kadar Salavatı Şerife okur. Bundan s'onra "Elemneşrahleke" denilir. Yine herkes elinde bulunan taş miktarı sayısınca "Elemneşrahleke" suresini okurlar. Elinde taş bulunmayanlar hiç bir şey okumazlar. Hatmeyi idare eden de "Elemneşrahleke" okunurken, elindeki taş sayısı kadar, salavatı şerifeyi okur. Hatmeyi yaptıran elinde bulunan yirmibir adet taşın tamamına Salavatı Şerife okuması gerekmekte dir. Daha sonra elinde bulunan yirmibir taştan bir kısmını kendine ayırıp, geri kalanı İhlası Şerife taşı olarak dağıtılması için verir. İhlası Şerife taşları, İmamın (Hatmeyi yaptıran) sol tarafından başlamak üzere "Elemneş rahleke" taşları almayanlara dağıtılır. Hatmeyi idare eden İhlası şerife diye söyleyince, herkes elindeki taş sayısı kadar ihlas süresini okurlar. Ve bu şekilde İhlası şerife on kez tekrar edilir. Bundan sonra, hatmeyi idare edenin solunda bulunan yedi kişiye Fatihayı Şerife işareti olarak büyük taşlardan yedi adet verilip, geri alınır. Fatihayı Şerife denilince soldaki işaret taşlarından almış olan yedi kişi birer tane "Fatiha" okurlar. Diğerleri okumazlar. Hatmeyi idare eden, salavatı şerife deyince, herkes yine elindki taş sayısınca salavat okurlar. Daha sonra bir kişi taşları toplar. Bu arada hatmeyi idare eden kimse de, Silsileyi Şerife'yi okumaya başlar. Silsilenin okunması tamamlanınca, ikindi namazından sonra hatme yapılıyorsa "Amme Suresi" yatsıdan sonra yapılıyorsa "Tabereke" suresi oku nur. Daha sonra da yirmibeş defa "Estağfurullah" denilir. Hatme bitiminde şöyle dünüşülür; Allah'ım, senin zikrini yaptım. Yaptım ama, gaflet içerisindeydim. Zatına layık bir şekilde yapamadım. Kendi fazlın ve rahmetinle bunu benden kabul buyur.

Silsilede okunan zatlar birer manevi hediye ile hatme halkasına teşrif ederler. Getirdikleri hediyelerin hepsini Mürşid hazretlerine teslim ederler.

Burada mürit kısa bir rabıta yapıp bu hediyelerden beni mahrum etme diye recada bulunur. Daha sonra yirmibeş estağfurullah çekilerek gözler açılır.

Küçük hatme:

Cemaat halka şeklinde oturduktan sonra, mevcut yüz taş halkada oturanlara taksim edilir. İlk ve son fatihaları okuyacaklar da tesbit edilir. İlk Fatiha'yı İmam dahil sağdan yedi kişi okur. Son Fatiha'ları ise İmam hariç soldan yedi kişi okur. Hatmeyi idare eden "Estağfurullah" deyince her kes gözlerini kapatarak yirmibeş adet "Estağfurullah" çeker. Hatmeyi idare eden Fatiha'yı Şerife deyince kendiside dahil olmak üzere sağdan yedi kişi birer tane Fatiha süresini okurlar. Sonra, salavatı şerife denir. Herkes elindeki taş sayısı kadar salavatı şerife okur. Salavatı şerifeden sonra hatmeyi idare eden İmam, Ya Baki Entel Baki der. Bu beş kez tekrarlanır. Her seferinde, hatmeye dahil olanlar, ellerinde bulunan taş sayısı kadar Ya Baki Entel Baki'yi tekrar ederler. Daha sonra ise, hatmeyi yapan
kişi hariç, soldan ilk belirlenen yedi kişi Fatiha okur. Fatihayı şeriften sonra, salavatı şerifeyi, herkes elindeki taş sayısı kadar okumak suretiyle, hatmenin zikir bölümü tamamlanır. Hatmeye katılanların ellerinde bulunan taşlar, bir kap içerisinde toplanır. Hatmeyi yaptıran İmam, bundan sonra silsileyi okumaya başlar. Tıpkı Hatmeyi Haceğanda olduğu gibi Silsile okuması aynen yapılır. Arkasından bir tane Süreyi Şerife okunur. Da ha sonra hatmeye katılanlar tarafından yirmibeş adet "Estağfurullah" çe kilerek hatme tamamlanır. "Estağfurullah" öncesinden başlamak üzere kı sa bir İstimdadi Mürşid rabıtası yapıldıktan sonra gözler açılır. Hatmenin en efdal zamanı ikindi namazından sonra yapılandır. Daha sonraki efdal zamanı ise, yatsı namazından sonra olandır. Bu iki vakit arasında zaruret bakımından yapamayan, 24 saat içinde hatmeyi yaparlar.
Keyfi olarak bu iki vaktin dışında zaruret yoksa yapılmaz.


Müridin rabıta ile iki ilah'a inandırılması hurafesi (S.137-138)

Ribât ve murâbata ile aynı kökten gelen ve tasavvufi bir terim olarak-kullanılan rabıta; "şuhûd makamına ulaşmış kâmil bir şeyhe kalbi bağlamaktan ibarettir. Çünkü kamil şeyh oluk gibi olup rabıta eden müridin kalbine ondan feyiz akar."Diğer bir tarife göre rabıta; "İlâhi ve zâti sıfatlarla muttasıf, müşahede mertebesine ermiş kamil bir şeyhe kalbi bağlayıp, huzur ve gıyabında o şeyhin sureti, sıreti ve özellikle ruhaniyetini hayalen kendisi ile birlikte farzederek, yanındayken takındığı tavrı, gıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir." Nakşibendilikte rabıta-i muhabbet demek, müridin mürşide olan muhabbeti demektir. Bu rabıtaya mürid devam ederse, yavaş yavaş kendisi dahi mürşid gibi kamil olur. Zira muhabbet rabıtası, seveni, sevilenin sıfatlarına sokar.
Rabıtayı şöyle izah etmek de mümkündür;
"Rabıta, muhabbet (sevgi) ve hürmetle kalbi bağlamaktan ibarettir. Ta ki fiili beraberlik meydana gelsin."

Bilinmelidir ki kulun tek başına mukarrebun makamına, yakın ve müşahede haline ulaşması mümkün değildir. Bunun için kendisine müşahide makamına ulaşmış ve şahsında zati sıfatların tecellilerinin tahakkuk etmiş olduğu kâmil bir mürşid gereklidir. Böyle bir mürşidi bulan müride, fenafillah makamına ulaşmış mürşidinin ruhaniyetinden istimdat istemesi, huzurunda olduğu gibi gıyabında da edeb ve feyiz alabilmesi için kalbine yönelerek şeyhinin suretini çokça hayal etmesi lazım gelir. Ta ki bu şekilde fenafillahın başlangıcı olan nefsten fena ve gaybet haline ulaşmış olsun. Çünkü mürşid, ilahi sırların toplandığı mahaldir. İlahi sırlar, Resullallah (S.A.V)'den itibaren manevi veraset yoluyla bir kamilden diğer kamile, bir büyükten diğer büyüğe ve sonuçta mürşide ulaşır. (Ondan da mürdine intikal eder.) Buna tarikatta mürşid rabıtası denir.

Rabıtanın özü şudur: Mürşidi düşünmek, sadece onun şahsını hayal etmek ve müstakillen ondan birşey istemek değildir. Bilakis aslında herşeyi yaratan ve yapan müessir-i hakikinin Allah Teala olduğuna itikad ederek, Allah'ın mürşide ihsan edip şahsında tezahür ettirdiği faziletleri düşünmektir. Bu durum şuna benzer: Bir fakir, ihtiyacını karşılamak için bir zenginin kapısına gidip talepte bulunur. Fakat o bilir ve inanır ki gerçekte veren ve ihsan eden Allah'tır; yerlerin ve göklerin hazineleri O'nun elindedir; O'ndan başka fail-i hakiki yoktur. O, zenginin kapısında ancak onun Allah'ın nimet kapılarından bir kapı ve oradan kendisine bir nimet vermesinin mümkün olduğunu bildiği için durur. Bu inkar edilemeyecek bir gerçektir.

(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Cennet Yolunun Rehberi - Şeyh Seyda Muhammed Konyevi, Özkevser Vakfı Yayınları, Konya 1997

2. Bölüm

Fahreddin Razi'nin şahsında Allah'a iftira (S.146)

Fahruddin Razi,"Tefsir-i Kebir"de, kerameti isbat ederken demiştî ki: "Allah'ın celal nuru, kul için bir kulak olunca, o kul, yakını işittiği gibi uzağı da işitir. Bu nur ona bir göz olunca, yakını gördüğü gibi uzağı da görür ve yine bu nur bir kul için el olunca; zora, kolaya, yanındakine, uzaktaki-ne herşeye gücü yeter.


“Yüce ruhlar pis ruhların şerrini def etmek için tasarrufta bulunur.”yalanı (S.147)

Cenab-ı Hak, bazı şeyleri yapmaya ruhları görevlendirir. Ali, yüce makam ve hallere ulaşmış mukaddes ruhlar, kirlenmiş, zulmete bulaşmış habis ruhların şerrini def için tasarrufta bulunur, kendileriyle Allah'a sığınıl dığında koruyucu olurlar. Şu halde "Allah'ın tam (kamil, mükemmil) keli melerinden murad, su temiz, ali ruhlardır,''



“Ebu'l Hasen el – Harkani ,Ebu Yezid el- Bistamini kabrindeki ruhaniyeti ile yetişmiştir.” Yalanı (S.148)

Şeyh Mustafa İsmet Garibullah Efendi (k.s.), "Risale-i Kudsiyye"sinde, rabıtayı şerifenin, tarikat-ı aliyye-i Nakşibendiye'de rüknü azam (en büyük temel) olduğunu beyan eden babta şöyle buyurdu:

Nakşibendi tarikatı, Veysel Karani (r.a.) Hazretlerinin haline benzer. Nasıl ki o, Efendimiz (S.A.V)'i görmeden, ruhaniyetinden terbiye edildi (yetiştirildi) ise, bu yolda da şeyhler, müritlerini uzaktan ruhaniyetleriyle terbiye ederler. (Mesela: Ebu'l Hasen el-Harkanı (k.s.) Hazretleri, Ebu Ye- zid el-Bistami (k.s.) Hazretlerini görmemiş, ancak kabri şerifinde bulunar ak, onun ruhaniyetinden aldığı feyizlerle yetişmiştir.)


“Allah Rasulü her namaz kılanın yanında hazır olur.”yalanı (S.150)

"Esselâmü aleyke..." cümlesi ile Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e hitap edilmesinden maksat, namaz kılan ümmetinden Efendimiz haberdar olmasıdır. Bu şekilde Peygamber Efendimiz (S.A.V), namaz kılanın yanında bulunup kıyamet gününde en faziletli ameli olan namaz için şahitlik yapması mümkün olur. Ayrıca Allah Resulü'nün namazda hazır olduğunu hatırlamak , huşunun artmasına sebep olur.



Mürid rabıta ederek Allah ile beraber şeyhini ilah edinmesi şirki (S.163-164)

Şeyh Fettullah Verkanisi (k.s.) teveccühteki rabıtayı şöyle tarif eder; Rabıtadan maksat, huzur ve istimdadı celb etmektir. Mürid, teveccüh alacağı gece sekiz adabı öğrenir, istihare yapar, yatar. Tarikat tazeleyen, teveccühe kadar konuşmaz. Teveccüh olacak günde, sabah namazından teveccühün sonuna kadar yemekten sakınırlar. Teveccühten biraz evvel, istihare eden veya rüya gören, imkan bulursa hallerini üstada arzeder. Te veccüh adabları öğretilir, acemiler ayrı bir halkada oturur. Onlara şu tali mat verilir:

Sol memenin iki parmak altında, çam kozalağı şeklinde bir et parçası vardır. Her hayvanda olduğu gibi insanda da bulunur. Üst tarafı ulvi, alt ta rafı süflidir. İçi boş hatlar halindedir, aslı maddedir. Alemi emirden ona bağlı latif bir cevher de kalb-i insanidir. Kalb-i insaninin ilk makamı arşdır. Allah'ın tecelli ve azametinin istilasına mahaldir. Kalb-i hayvaninin içine konulmuştur. Kendisi çok büyük ve geniştir. Hatta arşı bile kuşatır. Bu kalb zor riyazetler, halis ve çok amellerle müşahede edilir. Salik teveccühte bu kalbi mukabil olan, kalb-i hayvaniye'ye basiretle yönelip bakar. Bu kalbin nurunun ancak günahlardan kararmış olduğunu, nefs ve şeytanın müda halesinden yarıldığını tasavvur eder. Günah nisbetinde bu kalb nuraniyet ten karanlığa girmiş ise de üstadın nefesiyle ve eliyle temizlenir, açılır diye inanır. Üstad teveccühe girdiğinde, beraberinde Lokman Hekim'in tıbbı, İsa (a.s.)'ın duası vardır. Bir gözle üstada, bir gözle kalbinin yaralarına bakar. Teveccühte oturan arkadaşlarından istimdat ister. Kendisini muhasebe ederek, üstada yalvarır. Üstadın sesini duyduğu an ferahlayıp, lez zet duyar. Üstada karşı, kendini korku ve ümid arasında bulundurur. Kendisine teselli verir. Şimdiye kadar nefsimin emri altında ve isyanda olduğum için, ben nerede Allah'ın affı nerede, fakat şimdilik nefsimin esaretinden kurtulup, Allah'ın dostlarından bir dostun tasarrufu altına girdim. Nef simden dolayı uzağım fakat evliyanın duası en büyük sığınaktır, himmetleri hazırdır, onların ruhları, enbiya, melekler ve ashabın ruhları ile birlîkte hazırdırlar. Hazır oldukları için de Allah'ın tecelliyeleri teveccüh mahallini kuşatmıştır. Kendi kalbi gafil olduğundan bu meclise layık olmadığını düşünür, kemali edeble inler, feryad eder, nefsini hiç bilir. Var gücü ile üs tadın sesini ve gelişini bekler. Hiçbir an gaflete düşmez. Üstad karşısına gelinceye kadar böylece devam eder. Üstad karşısına gelir, ellerini omuzlarına koyup yüzüne üfürür. Bundan sonra mürid ağlar, inler. Bu devletin ve bu büyük saadetin lezzetini taleb eder. Korku ümidiyle beraber sevinir. Üstadın nefesini içine çeker, nefesiyle birlikte nur nisbetinin kalbine girdiğini tasavvur eder. Üstad nefesini aldığı zaman, üstadım, kalbimin için deki acıyı, gafleti karanlığı nefesi ile çekdi diye sevinir. Üstad gittiği zaman, himmetini diler, ziyadesini taleb eder. Kalbinin şifa bulduğuna inanır, teveccühten sonra da bu temizlik üzerinde sebat etmeye azmeder.

Ahirete irtihal etmiş zevata rabıtanın keyfiyeti ve kabir ziyaretinde rabıta:

Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuruyor: "Sizler işlerinizden şaşkınlığa ve hayrete düştüğünüz vakit kabir ehlinden yardım isteyiniz."

Bu hadis-i şerife binaen ve başka şer'i delillerden de anlaşıldığına göre nebiler ve onların varisleri olan veliler, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da himmet istenildiği zaman, himmet ederler.

Uzaklık ve yakınlık söz konusu olmaksızın kabiliyetli her mü'min özellikle mürid, Peygamber (s.a.v)'in kabri şerifine veyahut hakkında ümmet- i Muhammed'in ittifak ettiği büyüklerin ruhlarına kalbini rabt edebilir; yönelmiş olup himmet istediği zat, feyz almasına vesile olabilir



Letaiflerin nurları ve tasnıfi hurafesi (S.176)

Letaiflerin Nurları ve tasnifi
Letaif-i Kalbin nuru sarı
Letaif-i Ruhun nuru kırmızı
Letaif-i Sırrın nuru beyaz
Letaif-i Hafi'nin nuru siyah
Letaif-i İhfa'nın nuru yeşildir.

Letaiflerle ilgili olarak Peygamberlere isnadı için şöyle tasnif yapıldı

Letaif-i Kalp nuru Hazreti Adem (AS)'ın ,

Letaif-i Ruhu nuru Hazreti Nuh (AS)'ın

Letaif-i Sırrı nuru Hazreti Musa (AS)'ın

Letaif-i Hafi nuru Hazreti İsa (AS)'ın

Letaif-i Ahfa nuru Hazreti Muhammed (SAV)'ın tasarrufatı altındadır.



Mürid mürşidin ne dil ne de kalp ile itiraz edemez zulmü (S.185)


Teslimiyet ise, hiçbir şekilde ve hiçbir konuda ne dil ile, ne de kalp ile müridin Mürşid'ine itiraz etmeme halidir. Tıpkı, bir ölünün yıkayıcısı elinde nasıl teslim oluyorsa, müridde Mürşidine öyle teslim olmalıdır. Teslimi yetin en yüksek derecesi ise, müridin hiçbir şeyde ne dünyevi ne de uhrevi olarak bir niyet taşımamasıdır. Mürşidinden gelecek emri, derhal yap maya hazır olmalıdır. Mürşidin, müridin durumuna göre Seyr-i Sülük yolunda çeşitli emirleri olur. Bu, sohbetle, rabıta ile, vird ile, murakabe ile, hülasa, mürşid bazen iki yolla, bazen üç yolla emreder. Mürid de; Mürşi dinden gelecek her emri yerine getirmeye hazır olmalıdır. İşte bu hale ka ti teslimiyet hali denir.



Tasavvuf dininde meczupların ulaştıklar makamlar yalanı (S.189-190)

Hakk yoluna giren salih ve salikler dört kısma ayrılır:

• Mücerred salik (cezbesiz sülük eden)

• Mücerred meczub (sadece cezbe halinde olan ve kalan).

• Salik-i meczub (önce süluke başlayıp, peşinden cezbeye ulaşan).

• Meczub-i salik (bidayette cezbe halinde olup, ardından süluke başlayan).

Bunları biraz tanıtalım:

1- Mücerred salik: Bu kimse, irşad makamına ehil olamaz ve kendinde nefsani sıfatları kaldığından, o makama ulaşamaz. Muamele ve mücahade makamında, Allah Teala'nın rahmetinden kendisine nasib olanla yetinir. Fakat; mücahedesindeki meşakkat ateşinden kurtulup da, kendisiyle rahat edeceği bir hale ulaşamaz.

2-Mücerred meczub: bu kimseye Hakk Teala, önce, yakin ayetlerini göstererek tecelli eder. Kalbinden perde olacak şeyleri kaldırır. Bu kimse muamele (amel) yoluyla seyr u suluk ettirilmez. Aslında muamele bu yolda (olanını halinin anlamada) tam bir alamettir. Bu kimse de önceki gibi irşada ehil olamaz, kendi halinde hoşluk içinde, Rabbinden gelen nasibi ile yetinir. Amel olarak da farzların dışında bir şeyle mecbur ve mes'ul tutulmaz.

3- Salik-i meczub: Bu kimse, işin başında mücahede, manevi sıkıntı, ihlas ile muamele ve bu yolun şartlarını tam olarak yerine getirmekle işe başlar. Sonra (riyazat ve mücahadenin yakıcı ve sıkıcı sıkıntılarından kur tarılıp, manevi halin rahatlığına çıkarılır. Böylece, acıdan sonra tatlıyı bul
muş olur. İlahi lütuf esintileriyle rahatlar. Sıkıntı ve güçlüklerin darboğazın dan sıyrılıp, kolaylığın genişliği ve rahatlığına erer. İlahi yakınlık feyizleriyle, nefhalarıyla tanıştırılır. Kendisine müşahede kapısı açılır. Artık ilacınıbulmuş olur. Nur kabı kaynayıp taşmaya başlar; kalb ve dilinden hikmetler dökülür. Kalbler ona meyledip sevmeye başlar. Kendisine gayb alemi açılıp, peşpeşe manevi fetihler gelir. Zahiri halka kapalı (masivadan ilgisini kesmiş bir halde), batını ise manevi alemleri görür bir duruma gelir. Ar tık insanların arasına girmeye hazır ve layık bir haldedir. Celvetinde (halkın içinde) bir nevi halvette gibi (halk içinde Hakk'la) olur. O, hal ve şartlara hakim olur, şartlar onu mağlub edip Hakk'tan koparamaz. O, parçalar, parçalanmaz (dağılıp bozulmaz).

Bu halde olan kimse, irşada ehil olur. Çünkü o, muhiblerin yolunda işe başlamış, salihlerin amel (ve mücahede) yollarından geçtikten sonra, Allah'a yakınlığı tahsil etmiş hallerinden bir hal kendisine bahşedilmiştir.

Bu durumda, kendisine tabi olanlar olur ve ondan tabi olanların birçok manevi ilimler intikal eder. Onun vasıtasıyla bereket yayılır. Ancak bazen bu kimsede bulunduğu halde mahpus (hapis) kalır; halin dışına çıkıp, bağından kurtulamaz, hal onu meşgul eder. En büyük kemal hallerine ulaşamaz, (bu makamdaki) ilahi nasible yetinir. Aslında bu, çok yüksek ve şerefli bir nasibdir.

Malumdur ki; kendilerine ilim verilenler derece derecedir. Şeyhlik (ir- şad) makamında en yüksek derece, bundan sonra anlatacağımız dördün cü gruptaki kimsenin derece ve halidir.

4- Meczub-i Salik: Cenab-ı Hakk bu kimseye önce, keşif verir, yakın nurları ve kalbinden perdeyi kaydırmak suretiyle tecelli eder. Müşahede nurlarıyla kendini aydınlatır. Kalbi açılır ve genişler. Bir aldanma yeri olan dünyadan uzaklaşıp ebediyyet yoluna yönelir. Hal denizinden kana kana içer. (Kendisini Hakk'tan alıkoyacak) bütün bağ ve engellerden kurtulur .Tam bir müşahede ve murakabe halinde:
"Ben görmediğim Rabbe ibadet etmem; (hep O'nun tecellilerinin gör mekteyim)" diye ilan eder.


“Mürid hayatta olan ve ölen şeyhinden yardım dilemelidir.” şirki (S.195)

Mürid, kendi mürşidinin dışında, Peygamber Efendimizi (SAV) ve diğer, evliyaları ister hayatta, isterse ebediyete intikal etmiş olanları ziyaret ederek, ruhaniyetlerinden istimdat dilemelidir.


“Allah peygamberlerin dışında evliyalara ve dilediğine gaybı bildirir.”yalanı (S.205)

Hâzreti Peygamber (S.A.V)'e şefaat izninin verilmiş olması, bizatîhi ümmetini, bağışlama makamı anlamına gelmez. Ancak; Hazreti Peygam ber (S.A.V) ümmetinin affı için vesile kılınmıştır.

İkincisi; ''Gayb'ı bilmektir."
Gayb'ın mutlak bilicisi olan Allahü Teala'dır. Ancak Allah (c.c) dilediği' zaman Hazreti Peygambere evliyalara dilediği kullarına bildirir.



Zübeyr (R.A.) şahsında Hz.Peygamber'e iftira (S.236-237)

Hazreti Peygamber (SAV)'ın kanı hicam olduğu zaman Abdullah bin Zübeyr (RA)'e dökmek üzere verdiler. Zübeyr (RA)'da Resulullah (SAV)'in o kanını içti. Hazreti Peygamber (ASV) verdiği kanı niçin içtiğini sordu: Abdullah bin Zübeyr (RA)' da cevaben, Ya resulullah (SAV) senin kanına ateş değmeyecek, o sebeple içtim dedi. Orada bulunan Ashab-ı Kiram'ın ifadesine göre, Abdullah bin Zübeyr (RA) Hazreti Peygamber (SAV)'in kanını içtikten sonra, ağzı hep misk gibi kokmaya başladı.

Hazreti Peygamber (SAV)'ın azatlı kölesi Hazreti Peygamber (SAV) hicar olduğu zaman, kanını uzatarak bunu dök dedi. Azatlı kölenin anlatımına göre, kanı alarak bir süre kaybolarak elindeki Hazreti Peygam berin (SAV) kanını içti, sonra bunu Resulullah (SAV) efendimize söyledi H azreti Peygamber (SAV) bunun üzerine gülerek şöyle bulmuştur:
"Benim kanım kimin kanına karışırsa ateş ona değemez."

Ümmü Eymen'den bir başka rivayet ise şu şekilde:

Ben bir gün akşam kalktım, çok susamıştım, bir tabağın içinde suya benzer bir şey görerek onu sonuna kadar içtim. Hazreti Peygamber (SAV) sabah kalktığında, tabaktaki abdest suyunun (küçük abdestiymiş) dökmemi istedi. Ben ise cevaben onu içtiğimi söyleyince, Hazreti Peygamber (SAV) öyle bir güldü ki, onun ön dişleri gözüktü ve bundan sonra benim karnımın ağrımayacağını söyledi.

Enes'den rivayet edildîğine göre: Hazreti Peygamber (SAV) Ümmü Süleym'in yanına gitti. Bir kırbanın içinde su vardı. Hazreti Peygamber (SAV) o suyu kırbamın deliğinden ağzını koyarak içti, sonra da yatıp uyudu. Annem o kırbanın ucunu kesti (Hazreti Peygamberin ağzının dediği kısım) o hala bizim yanımızda olup, teberrük olarak kendi evimizde muhafaza ediyoruz.

Yahya bin Haris'ten rivayet olunur. Bir gün Eskah oğlu Vasilete rastladım ve ona şöyle dedim: Sen bu ellerinle Hazreti Peygamber (SAV)in mübaya ettin mi?
O' da evet, dedi. Sen madem ki bu ellerinle mubayaa etmişsin ver o elini öpeyim dedim, oda elini verdi ve bende öptüm.
Buhari, edep bölümünde Süheyp'den rivayet ediyor, Ben İmam-ı Ali'yi gördüm, Hazreti Abbas (RA) ellerini ve ayaklarını öpüyordu. Esma binti Ebubekir'den rivayet edildiğine göre, Annemiz Hazreti Aişe (RA) yanında Hazreti Peygamber (SAV)'ın cübbesi vardı. Hazreti Peygamber (SAV)'ın giyindiği cübbeyi yıkar, onun suyunu içerek Allahu Teala'dan şifa talep ederdik. Eba Mahzuret' in saçları oturduğu zaman yere değiyordu. Saçlarını niye kesmiyorsun diye sorulduğunda, Eba Mahzuret şöyle dedi,
Hazreti Peygamber (SAV) Efendimiz bu saçları ellediği için hiç kesmeme kararındayım.


Hz.Ali'nin ölülerle konuşması yalanı (S.259)

İmam-ı Ali (RA) Medine kabirlerine ziyaret maksadı ile girdi. Selam ve-"rerek onlara şöyle seslendi. "Siz mi oradan bana haber verirsiniz, yoksa ben mi buradan sizlere haber vereyim ? Kabirlerinden biri selamı aldı ve bizden sonra neler oldu bize anlat" dedi. O zaman imam-ı Ali (R.A.) onlara şu haberleri verdi.''Sizden sonra hanımlarınız enlendi, Mallarınız taksim edildi. Çocuklarınız yetim kaldılar. Güzel ve kuvvetli binalarınızda şimdi düşmanlarınız oturuyor. "

Şimdi de siz haber verin neler oldu deyince, Ölülerden biri ona cevap verdi: Kefenlerimiz çürüdü. Saçlarımız döküldü. Vücudumuz parçalandı. Yanâklârımız döküldü. Dünyadâ ki takdim edilenle karşılaştık. Şimdi herkes kendi hali ile meşguldür" dedi.

Bazı ulemalar bu konuda "Mü'minlerin ervahları hergün kendi evlerinin karşısına gelerek, ya ehlim ve çoçuklarım ! Mallarımızı bölüşenler evlerimizde oturanlar! Varmı bizim bu gurbetimiz tefekkür edinimiz " diye çağırdıklarını bize haber vermekteler. Ve aynı ervahların ''Biz çok uzak bir hapishanedeyiz. Bizim gibi olmayın, cimrilik yapmayın. Elinizdeki mallar bizim elimizde idi. Ancak Allah (c.c) yolunda harcamadık, sizde bizim gibi olmayın. Bize merhamet edin ki, Allâh'u Zülcela'de size merhamet etsin"diye nida ederler.


Cennet Yolunun Rehberi - Şeyh Seyda Muhammed Konyevi, Özkevser Vakfı Yayınları, Konya 1997

son
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Seyda - İntizar Erol, Timaş Yayınları

95704_2.jpg


Hilafet ve Halifeliğin gizli tutulması inancı (S.23)


Hilafetinin gizli tutulması için mürşidine; "Siz sağken, dünyada ben halifeyim diye gezemem. Sizden sonraya kalırsam, birine vasiyet edersiniz o açıklar. Yaşadığınız sürece bunu gizleyiniz" diye ricada bulunmuş; fakat mürşidinden önce vefat ettiği için hilafeti gizli kalmıştır.

Seyyid Muhammed vefat ettiği zaman mürşidi Hazret, şöyle söylemiştir:

"Allah'a yemin ederim ki, şu memlekette Seyyid Muhammed gibisini görmedim. Sizler onu sakın zamanındaki diğer âlimler ile karıştırmayın. Siz hiç kendisine halifelik verilip de bunun saklanmasını isteyen birini gördünüz mü? Kendisi halifemiz olduğu halde, yaşadığı müddetçe bunun gizlenmesini istedi."



Müslüma'nın şahsiyetine yapılan büyük iftira (S.29)


Hazret (Şeyh Muhammed Diyauddin), Allah bizi ve sizi onun sırlarıyla kutlasın, bu tarikatın reisi Şah-ı Nakşibendî lakabıyla bilinen zattan naklen buyurdular ki: "Bu tarikattan olduğunu iddia eden bir kimse, nefsini Frenk kâfirinden daha kötü bilmesi gerekir.”



Seyda'ya göre batın ilim uydurması (S.35)


Zahiri il min yolu bittiğinde batınî ilme, tasavvuf kapısına varılır. Kişi dilerse kapıdan girer, dilerse girmez. Ama velilerin çoğu bu kapıdan içeriye girerek kemale ermişlerdir. Tasavvuf? ilim hem fert, hem toplum açısından bir ihtiyaçtır. Zira haset, kin gibi iç aleme ait olan haller, ancak tasavvuf? ilimle terbiye edilir. Akıl gözünün ka pandığı, kalp gözünün açıldığı bir seyirdir tasavvuf.



“Yerine bir şeyh bırakmayan Allah'ın indinde mesuldur.” Yalanı (S.46)


Gavs Hazretleri hastalığın da bir gün şöyle buyurdu:

"Kendi yerine, kendinden daha büyük bir şeyh bırakmadan vefat eden mürşit, Allah indinde mesuldür."

Sonra "Elhamdülillah biz bunu yaptık, Muhammed Raşid bizden büyüktür."diye ilave etti.

Vefatından kısa bir süre önce (kendi bulundukları zamanı kastederek) şöyle buyurdular:

"Şah-ı Hazne'den az bir zaman sonra, onun kapısından biri kalkacak ki, en az Şah-ı Hazne'yi yüz misli geçecek. Keşke biz ona bir hafta müritlik yapabilseydik."

Böylece bıraktığı emanetin, ehemmiyetini belirtmiştir.

Bazı zamanlarda, defin edileceği yere bazı işaretler koyup şöyle derdi. "Az zaman sonra buraya bir define defne dilecek"



Allah Rasulüne onun ilk halifesine Nakşilik iftirası (S.63)


- Ya Ebubekir! Dizlerinin üzerine otur ve gözlerini kapat. Dilini damağına yapıştırıp, sükuneti kalbinde toplayarak "Allah" de... Ve mutmain olan kalp "Allah bizimledir" diyor.

Hicretle beraber, yolun ışık ları yanar. Dosdoğru ilerle ve "Allah" de. Sırların en güzeli, emanetçiye teslim edildi. "Al lah" de...

Nakşibendiliğin ilk tacı Nur halkada Ebubekir'in başında. İlk tohum Sevr dağında atılmış, asırları aşarak, dal budak, yedi iklim dört köşe, maneviyat erlerine saadeti sunmuştur.



Tasavvuf inancında mutasavvıf silsilesi (S.63-64)


5. Beyazıd-ı Bestamî (k.s.)

6. Ebul Hasan Harkanî (k.s.)

7. Ebu Ali Farmedî (k.s.)

8. Yusuf Hemedanî (k.s.)

9. Abdulhalik EI-Gucdevanî (k.s.)

10. Arife'r- Revegerî (k.s.)

11. Mahmud İnciri'l- Fağnevî (k.s.)-

12. Ali Ramitenî (k.s.)

13. Muhammed Babasemmasî (k.s.)

14. Seyyid Emiri'l- Kulal (k.s.)

15. Şah-ı Nakşibendî Muhammed -Bahaeddin (k.s.)

16. Alaeddin Atlar (k.s.)

17. Yakup Çerhî (k.s.)

18. Ubeydullah Ahrar (k.s.)

19. Muhammed Zahid Bedahşi (k.s.)

20. Derviş Muhammed (k.s.)

21. Hacegî Emkenekî (k.s.)

22. Hace Muhammed Bekabillah (k.s.)

23. İmam-ı Rabbani (k.s.)

24. Muhammed Masum Bin Ahmed Faruk (k.s.)

25. Şeyh Seyfuddin bin Muhammed Masum (k.s.)

26. Şeyh Seyyid Nur Bedvanî (k.s.)

27. Şeyh Şemsuddin Habibullah Mir za Canan El Mazhar (k.s.)

28. Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.)

29. Mevlana Halid Bağdadî (k.s.)

30. Şeyh Seyyid Abdullah El Nehril Hakkari (k.s.)

31. Şeyh Seyyid Taha El Nehri'l-Hak-karî (k.s.)

32. Seyyid Sıbgatullah-i Arvasî (Gavs-ı Hizanî) (k.s.)

33. Hazreti Şeyh Abdurrahman-i Tağî (k.s.)

34. Şeyh Fethullah (k.s.)

35. Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s.)

36. Şeyh Ahmedu'l-Haznevi (k.s.)

37. Gavsu'l-Azam Şeyh Seyyid Abdulhakim EI-Hüseynî(k.s.)

38. Sultan ü'l-Müslimin Şeyh Seyyid Muhammed Raşid EI-Hüseynî (Erol) (k.s.)



Gavs müridin yalanını tasdik ediyor (S.67)


"Kurban, kalbimden zikir yaptığım zaman melekler yazmıyorlar. Fakat sesli zikir yapıp salavat getirdiğimde meleklerin yazı yazarken kalem

lerinin sesini duyuyorum. Tekrar kalben zikre geçtiğimde sesleri duyamıyorum" dedi. Bunu saflığından, bilmediğinden söylüyordu. Gavs Hazretleri:

"Doğrudur, kalpten yaptığın gizli zikri Allahu Teala'nın melekleri yazmazlar. İnsanın ağzından çıkmayana kadar onlar yazmazlar; fakat yapılan zikir de melekler yazmadı diye kaybolmaz. Kıyamete kadar Allahu Teala'nın yanında emanette kalır." buyurdular.



Şeyh'in ruhundan yaratılan ruh müridi kalbine tasarruf eder yalanı (S.68)


Tarikat-ı Nakşibendî'de mürid tövbe edip intisap edince Âlemlerin Rabbi mürşidin ervahından bir tane halk eder. O devamlı müritle olur, kalbi ne tasarrufta bulunur. İsterse milyonlarca mürid bulunsun Allahu Teala o kadar ervah ya ratır. Bu alemlerin Rabbi için zor değildir. Allahu Teala dostları olan Sadat-ı Nakşibendî için binlerce, hatta on binlerce ervah yaratır ve böylece tasarrufta bulunmalarına izin verir. Mürşid-i kamil Cenab-ı Hakk'ın izniyle ve yardımıyla ervahı vasıtasıyla müridin durumundan haberdar olur. Günah işlemeye yeltenmez, namaz vakti uykudan uyanamayınca şeytan musallat olunca Allahu Teala'nın bildirmesiyle müridi görür, ikaz eder ve mâni olur.



“Mehdi Nakşibendi halifesi olacak .” yalanı (S.68)


Gavs Hazretleri: "Nakşi bendî tarikatı Hazreti Mehdî'ye kadar bozulmadan de vam edecek ve Hazreti Mehdî'ye intikal edecek (Hazreti Mehdî Nakşibendî halifesi ve Seyyid olacak). Mezheplerden Hanefi mezhebi, tarikatlardan da Nakşibendî tarikatı kıyamete kadar devam edecek." buyurmuşlardır.

Buraya kadar sayılan sebeplerden dolayı ve günahlardan sakınıldığı, halkın menfaati görüldüğü ve onunla Allah'ın yoluna, girilip talibinin çok olması dolayısıyla Nakşi bendî tarikatına devamlı hücum edilmektedir. Bal arısı nasıl tatlıya konuyorsa, tabiatıyla bu tarikata da saldırı olacaktır. Fakat şu ana kadar eksilme olmadan sürmüştür ve sürecektir.



Ölülerin yardıma geldiği yalanı (S.114)

Bediüzzaman hayat mertebelerini anlatırken, büyüklerimizin bir başka biçimde yaşamaya devam ettiklerini ve oradan insanlara yardımcı olduklarını ifade ediyor. Dolayısıyla diyoruz ki, bunlar ölmediler, yer değiştirdiler. Yardıma oradan da devam ediyorlar. Belki ampuldüler, enerji haline geldiler. Şimdi o ampulleri; dünyada bizlere bıraktıkları ampulleri vasıtasıyla aydınlatmaya devam ediyorlar. Onlar yaşıyorlar ve yaşatıyorlar.



Hz. Musa (a.s) ile Gazali'nin ruhaniyetiyle görüşmesi yalanı (S.143-144)

Hazreti Musa (a.s), Hazreti Muhammed'in (s.a.v) ve onun ümmetinin fazilet ve büyüklü ğünün, Allah (c.c) katındaki değerini Levh-i Mahfuzda gör dükten sonra şöyle buyurur: "Ya Rabbi! Hazreti Muham med'in (s.a.v) ümmeti olamadım, bari ümmetini görenler den olsaydım." O sırada İmam Gazali'nin (r.a) ruhaniyeti oraya geliyor ve Hazreti Musa (a.s) ile görüşüyor.

Hazreti Musa (a.s):

• Sen kimsin? diye sorunca, İmam-ı Gazali:

• Muhammed oğlu, Muham med oğlu; Hamid oğlu İmam Gazali'yim diye cevap verir.

Bu cevap üzerine Hazreti Musa (a.s):

- Künyeni neden bu kadar uzun söyledin, yalnızca İmam Gazali deseydin yetmez miy di? diye sorar. İmam Gazali (r.a) cevap olarak:

-Allah (c.c.) Hazretleri ile konuşmaya gittiğin zaman sa na "Sağ elindeki nedir?" diye sorulduğunda, sen onu tanıtırken "O benim asamdır. Ona dayanırım ve onunla davarlarıma yaprak silkelerim ve on da benim başka hacetlerim de vardır" diye uzun uzun anlattın, kısa cevap verseydin yeterli olmaz mıydı?" şeklinde, sorusuna soruyla cevap verir. Hazreti Musa (a.s) cevap olarak:

- Ben Allahu Teala (c.c) ile biraz daha fazla konuşabilmek için uzun uzun açıkladım, der.

İmam Gazali (r.a) cevap olarak:

- Sen Allah (c.c)'ın büyük peygamberlerindensin. Kelimetullahısın. Kitap verilenler densin. Onun için seninle daha fazla konuşma şerefine nail olabilmek için uzun açıklamada bulundum, der.


Seyda - İntizar Erol, Timaş Yayınları, İstanbul 2002
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Seyyid Abdülhakim El Hüseyni ve Nakşibendi Tarikatı , Menzil Kitabevi

1. Bölüm


Tasavvuf dininin şirk içeren kaynakları (S.5)

Kaynak olarak şu kitaplara başvurulmuştur: Risaletül Halidiyye. Nefahatül Üns. Tenvirül Kulûb. Resahat. Mektubat-ı Rabbani, Cami-ül Usul, Gavs'ın Minah-ı, Mecd-i Talid, Behcetüs Seniyye, İhya-ul Ulum, Avarif-ül Maarif. Risaleyi Kuşeyriyye, Bedi-üz zaman'ın Risaleleri, Akşemseddin'in Risaleleri. İbn-i Hacer El Hevtemi'nin Feteva-yı Hindîye'si ve Edeple Varış Lütûfla Dönüş.



“Allah'a yemin ederim ki ,benim mürşidimin bir nazarını onun hacı gibi bin hacca değişmem” iftirası (S.32)

Ben Hazne'de hizmet ederken Şeyh Muhammed Arbavî (K.S.) gelip beraber Hacc'a gidelim dedi. Ben "param yoktur, gelemem" dedim.

Dedi ki: «Sen rüyasında Peygamber (A.S.)'i görüp, uyandığı zaman ben sahabe oldum, diyen kişiye benziyorsun.» Ben bu söze üstada hürmeten bir şey demedim. Ama Allah'a yemin ederim ki, ben mürşidimin bir nazarını onun Hacc'ı gibi bin Hacc'a değişmem. Ben çok defa şahit oldum ki, Hacc'a giden bazı kişiler Hazne'ye gelip Şah'ı gördükleri zaman , variyetlerini tekkeye bağışlayıp, Hac farizasından vazgeçip, tövbe-tarikat alarak geri dönerlerdi.


“Benim kanaatimce hazne(şeyh) yakınında üzerine toz değen kişiyi Cehennem yakmaz.” yalanı (S.32)

Bütün amellerden maksat Allah (C.C.)'tır. Benim kanatimce Hazne yakında üzerine toz değen kişiyi Cehennem ateşi yakmazı itiraz ederseniz size derim ki; Peygamber (S.A.V.) bir harp dönüşü buyuruyor: "Biz küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.» Sahabe-i Kiram (R.A.) itiraz ettiler. Âmir Peygamber (S.A.V.): «Evet, o cihad. nefis ve şeytanla olandır. » buyurdu. Diğer bir hadis-i şerifte: «Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kişide bulunmaz.» buyurmuştur. Hazne yolculuğundan çeşitli meşakkatlere katlanan bir insanın niyeti; nefis ve şeytanın esiri olmayıp, sâlih bir müslümanlık içindir, bu gayret «cihad-ı ekber» dir. Benim kanaatimce Şah-ı Hazne (K. S.)'nin ekmeğini yiyen cehenneme girmeyecektir. Eğer benim yetmiş senelik amelim olsa Şah-ı Hazne (K.S.)'nin ekmeğini amelinden üstün tutarım.


Ruhban sınıfının oluşma biçimi ve hurafesi (S.34)

Halifelik üç kısımdır.

a — Birincisi: Cenab-ı Hak'tan doğrudan Resulullah (A.S.)'a gelir, ondan da silsiledeki sâdâta, onlardan da hayattaki mürşide bildirilir.

Mürşid de halifelik emri gelen kişiye tebliğ; eder. Bu kişi bu emri reddedemez. Bu evsafdaki kişi kalb. letâif ve Nefiyu isbat virdini sırası ile çekip bitirmiştir.

b — İkincisi: Mürşid, kendi şeyhi veya silsiledeki başka meşayihlerle istişare kurarak bazı zâtlara halifelik verebilir. Bu zat da aynı şekilde seyri sülûkünü tamamlamıştır.

c — Üçüncüsü: Mürşid; uygun gördüğü bir şahsa, kısa zamanda vazifesini tamamlatır, veya onu çileye tabi tutar, veyahutta kendi görüş ve yetkisine dayanarak bir kişiye hilafet v erebilir.

Bu bilgileri bizzat Gavs (K.S.) bir sohbetinde dile getirmiştir. Gavs (K.S.) önceleri ilmi - şeriatı tahsil etmiş sonraları da tarikat ameline başlamıştır.

Mübarek Şah-ı Hazne (K.S.)'ye intisab ettikten sonra özel vird ve amelinin yanında tekke hizmetlerini de en iyi şekilde yapmıştır. Mü barek kırk seneye yakın bir zaman tarikatle uğraşıp, Şah-ı Hazne (K. S.) ile ilgi kurmuştur. Bu müddet zarfında Şeyhi kendisine devamlı Şeyh Abdülhakim diye hitap etmiştir.

Gavs (K.S.) büyük bir âlimdi. Ayrıca tarikat ameli olan kalb, letâif ve Nefi-yu isbatını tamamladıktan bir zaman sonra Ramazan ayın da gördüğü rüyayı Şahı Hazne'ye (K.S.) anlatır.

Rüya şöyledir: «Hazret der: Abdülhakim, Şahı Hazne (K.S.)'ye söyle, seni artık fazla yormasın. Sen halifeliği hakkı ile kazandın artık hakkını versin yeter» bu rüyadan sonra Şah-ı Hazne (K.S.) der: «Şeyh Abdülhakim (K.S.) ben de biliyordum ama Ramazan Ayının feyz ve bereketinden daha fazla istifade edesin diye seni çalıştırıyordum Madem Sâdat böyle istiyor, hakkındır deyip 1938 yılında hilâfeti vermiştir.



“Allah resulu'nun ruhaniyeti, başta olmak üzere ,diğer bütün sadatlar o halkaya inerken ; orada bulunan cemaatin arzularını kayıt ederler.”yalanı (S.39-40)

Efendim biz hatme yapıyoruz, sadatlar da bu işin üzerinde çok duruyorlar .Acaba bu hatmelerden bize ne fayda geliyor?

CEVAP : Menfaatlan çoktur. Bir örnek verelim; Şimdi Resûl-i Ek rem (A.S.) bize dese» sen ümmetime en iyi bir amel tavsiye et, öğret. Bilirmisiniz ben ne tavsiye ederim? Hatme-î Hâcegânı tavsiye, ederim. Çünkü hatmenin reisi Resul-i Ekrem (A.S.) dır.

Silsile-i şerif okunmaya başladıktan sonra. Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'in ruhaniyeti başta olmak üzere, diğer bütün sâdatlar o halkaya iner. Ve orada bulunan bütün cemaatın arzularını kayıt ederler. Silsile okunması tamam olduktan sonra Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'in rûhâniyeti ve sâdatlar o halkada bulunanların arzu ve isteklerini doğrudan Rabb'ül- Âlemîn'e götürürler. Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)'in götürdüğü istekler hiç reddedilmez..


Halkı tasavvuf dinine bağlamak ve sömürmek için şeyhle müridin antlaşması yalancılığı (S.63-64)

Bir sene hacca gitmiştim. Akşam Mescid-i Nebevî'de yatsı namazını bekliyordum. Bir ara bende ani bir cezbe hâli peyda oldu. Halime taaccüb ederek, sebebini merak ettim. Bu hal üzere, etrafa göz gezdirmeye, çevremde ehlullahtan birisi var mı, yok mu, diye aramaya başladım. Görünürde dikkatimi çeken biri yoktu. Bir ara geriye baktım O anda, sarıklı, nûrani yüzlü bir zat ile göz göze geldim. Heybetine ka pılarak hemen ellerine sarılıp öptüm. Aramızda şu konuşma geçti:

• Efendim, sorabilir miyim, hangi memlekettensiniz?

• Türkiye.

• Türkiye'nin neresindensiniz?

• Bitlis'tenim.

• Siz Seyyid Abdülhakim El-Hüseynî Hazretleri (K.S.) değil misiniz?

• Evet.

• Sizi çoktandır ziyaret etmek isterdim. Bir türlü nasib olmadı.

— İnşallah geleceksin! İnşallah geleceksin! İnşallah geleceksin!

Üç kez böyle söyledikten sonra yine benimle konuşmaya devam ettiler.

• Sen nerelisin?

• Filân yerliyim.

• Sen Ali'sin değil mi?

Bu konuşmanın arkasından yatsı namazını kıldık. Camiden çıkarken O'nu göremedim. Ertesi gün Bitlis'ten gelen hacıları aradım. Siyah sakallı birisine rastladım ve kendisine:

• Sen Şeyh Abdü'l-Hakîm (K.S.)'i tanıyor musun? diye sordum.
O hacı bana:

• Evet, dedi.

• Pekâlâ Şeyh Hazretleri (K.S.) bu yıl hacca geldiler mi?

• Hayır, ama o gelse de gelmese de, buralarda görülebilir.

Hacca gideceğim zaman, önce Hz. Gavs (K.S.)' ziyaret edip, bayır dua ve tavsiyelerini almak için yanına gittim. Bana dedi:

— Sofi. Şah-ı Hazne (K.S.)'ye rabıta yap, rabıtayı bırakma.
Mübarek beldeye varıp tavafa başladım. Tavaf esnasında bir an baktım. Gavs (K.S.) Hz.leri benim önümde tavaf ediyor. Birden haykırdım: «— Bakın Gavs (K.S.) burada, o da tavaf ediyor.» Etrafdakiler ise görmediklerini söylediler. Ben ise tavafda üç defa daha gördüm, ancak tavaftan sonra göremedim. Ayrıca Ravza'da da gördüm. Vakıf olduğum bu hadiseyi, geldiğim zaman Gavs (K.S.)'a anlattım. Kendileri sakin sakin dinleyip dedi: .

— Şah-ı Hazne (K.S.)'nin de böyle durumları olurdu.



Keramet imal etme tekniği ve yalanı (S.73)

Ertesi gün o kardeşimize ders ve talimat verdik. Daha sonra da o kardeşimizle birlikte Hz. Gavs (K.S.)'ı ziyarete gittik. Gavs (K.S.) Hazretleri hacca gittiklerinden henüz yurda dönmemişlerdi. Kendisini Diyarbakır'ın Silvan kazasında beklemeye başladık. Misafir edildiği miz evde, Hz. Gavs'ımızın (K.S.), Şah-ı Hazne'ııin (K.S.) ve Hazret'in (K.S.) resimleri vardı. Kardeşimiz o resimleri görünce gülümsedi Sebebini sorduğumda:

— Biliyor musun, sen ders verirken sağdaki resimle görülen zat senin sağında, ortadaki İse senin sol tarafında dikildiler. Bana talimat verip bitirinceye kadar yanımızdan ayrılmadılar, dedi. . Söylediği Sadat'dan biri Şah-ı Hazne (K.S.), öteki ise Gavs Hazretleriydi (K.S.).
Anladım ki, bu tarikat bastan sona Sadât-ı Kiram'ın himmeti bereketi ve tasarrufu iledir. Bazı hallerde ruhaniyetleriyle hazır olmaktadırlar.



Şeyh Ömer b.el Farit İslam dinine göre zındık olduğu halde tasavvufa göre veliyullah olup, sözlerini marifet ehli anlayabilir yalanı (S.111-112)

Allâme İbn-i Hacer el-Heytemi el-Mekkî anlatıyor! «On sekiz yaşında iken, Mısır'daki El-Ezher camiasında oturuyordum. Şeyh-ul islâm Şems-i Deleci adında bir hocam vardı. Hocam şer-î ve aklî ilimlerde oldukça ileri; fesahat ve belağat . sahihi, ilmî kabiliyeti ve kitap telifleriyle ün kazanmıştı. Bir gün Telhis'in eserini okurken, ayrıca AKAÎD ilminde kendisinin yazdığı bir kitabı da okuduk. Bir ara, söz sırası gelince Şeyh Ömer İbn-i Farid (K.S.)'den söz açıldı. Birden ho camız şiddet ve öfke ile dolu dizgin söze girişti:

— Allah kendisine lanet etsin bu ne küfürdür böyle! Şuna bakın hele, bütün şiirleri ittihatin ve hulûl'den (2)ibarettir, lâkin şiir tekniği ve ustalığı yönünden iyi bir şairdir.»

Toplulukta bir ben söz aldım:

— O'nun küfrünü ilân etmekten,. Allah'a hulul ve ittihad isnad ettiğine kail olmaktan Allah'a sığınırım! O'nda gerçekten ne küfür alameti ne de itikad bozukluğu vardır. O bir veliyyullah olup, sözlerini marifet ehli olanlar anlayabilir, dedim. O, hem Şeyh Ömer'e hem de bana karşı hırçın bir şekilde inkârını tazelemekten başka bir şey yapmadı. Ben de kendisine oldukça sert karşılıklar verdim. Tartışmamız oldukça uzun sürdü. Hocamda, nefes darlığı müzmin bir hâl almıştı. Bir ara bize:

- Uzun zamandır ne rahat uzanabiliyor ve de rahat uyuyabiliyorum, diye dert, yandı. Hemen atıldım:

— Hocam, eğer sen, Şeyh Ömer İbn-i Fârid ve onun gibi evliyanın münkirliğinden dönecek olursan, kesinlikle şu hastalığından şifa bulacağına inanıyorum, dedim. O, yüzünde hiç bir inanç belirtisi olmaksın

• Hiç öyle şey olur mu? Senin söylediğin boş hayalden başka bir şey değil evlât! diye güç belâ söylendi. Ben de:

• Gelin bir tecrübe etmeye razı olun..,, Ne kaybedersiniz sanki?
Sen bir süre azmedip samimiyetle bu yanlış ve peşin fikirlerinden dolayı pişman ol. Şayet şifa bulamazsan, nasıl istersen öyle inan! Tamam mı? diye üsteledim. Sonunda razı oldu.

• Pekala, bir süre tecrübe etmekten bir şev kaybetmem Bunun arkasından bir süre gerçekten pişmanlık alâmetleri gösterdi. Önceki fikirlerinden söz etmez oldu. Çoğu defa kendisine:

• Hocam, gördünüz ya kefaletimizi Allah Teala hak çıkardı, diyordum. O da:

— Evet öyle, diyerek tebessüm edip dururdu. Sonraları eski inkâr ve inadına döndü ve hastalığı eskisinden daha şiddetli bir hâl aldı, Yirmi sene o hastalığın eziyetini çektikten sonra öldü.»



Bir hikayede şeriata ve Allah'a yapılan büyük iftira (S.125-126)

HZ. ALI (K.V.)'NlN KERAMETİ:

Hz. Ali (R.A.) halîfe iken, çok sevdiği biri hırsızlık yapıyor. O'nu yakalayıp Hz. Ali'ye getiriyorlar. Hz. Ali (R.A.) kendisine: «Sen gerçek ten çaldın mı?» diye sorar. Adam: «Evet çaldım, ya Emir-el Mü'minin» diye cevap verir. Kendi ifadesine göre davranarak elini kestirir. Adam zenci bir köleymiş. Yolda kendisini Selman-ı Farisî ile İbnul Keva görürler. Elini kimin kestiğini sorarlar. «Elimi mü'minlerin emiri, Müslümanların devlet başkanı, Hz. Peygamber (A.S.)'in damadı ve Fatımatü'z-Zehra'nın kocası 'kesti.» diye cevap verir, îbnü'l Keva kendisine: «Ali (K.V.) senin elini kesmiş daha sen onu medhediyorsun!» diye söyler. Zenci köle, «Elbette medhedeeeğim O'nu! O beni cehennem azabından kurtardı! Elimi de haklı olarak kesti.» dedi. Bu haberi Selmani Farisi Hz. Ali'ye ulaştırınca adamı yanına çağırdı. Kopuk elini yerine yapıştırarak, üzerine bir perde attı. Gizliden dua ve niyaza başladı. Selman (R.A.) diyor ki: «Hafiften bir ses işittik: O elin üzerindeki perdeyi kaldırın»!.. Adamın elinin üzerinden örtüyü kaldırıp baktık ki hiçbir şey olmamış gibi adamın eli sapa-sağlam yerinde duruyordu.



Bütün Dünya'yı yöneten tasavvuf dini ve hükümeti Ricalü'l Gayb (gizli erenler) (S.131)

Ricalü'l-gayb: Gayb erleri, bilinmeyen kişiler demektir. Ricalü'l-gayb'a dahil olan kişileri kimse tanıyamadığı için kendilerine bu ad verilmiştir.
Bunların başı: Kutbü'l-Bausül - Ferd el - Cami'dlr. Bu zat, Ruhaniyetiyle dünyanın dört .köşesini dolaşabilmektedir. Allah (C.C.) kendisini çok sevdiğinden O'nu herkesten gizlemiştir. Gerek havastan gerek avamdan hiç kimse O'nu tanıyamamaktadır. Kendisi cahil gibi görünür, âlimdir: anlayışsız görünür, ama çok zekidir. Hem yakın görünür, ama uzaktır. Hem alır görünür, ama almaz. Hem kendisinden korkulur, hem de kendisine emniyetle bakılır. Hâlleri böyle çok değişik tir. Veliler arasındaki veri, daireye göre merkezi nokta gibidir. Alemin düzen ve salâhı onunladır.

Evtad (Bunlara bazan AKTAB denir) dört tanedir. Bunları havastan olanlar tanırlar , lâkin avamdan olanlar tanıyamazlar. Bunlardan birisi doğuda, birisi batıda, birisi Şam'da birisi de Yemen'dedir.

Ebdal için, yedi, ondört, otuz, kırk gibi değişik sayılarda oldukla rını söyliyenler mevcuttur. Asıl olan bunların yedi kişi olduğudur.

Nükaba (seçilmiş kişiler) kırk kişiden: Nüceba ise üçyüz kişiden oluşur . Bunlardan Kutbü'1-Gavs ne zaman vefat ederse dörtlerin en iyisi onun yerine seçilir. Dörtlerden birisi vefat ederse yedilerin en iyisi onun yerine seçilir. Yedilerin birisi vefat ederse kırklardan en iyisi onun yerine seçilir. Besyüzlerden birisi vefat ederse. Salihlerden birisi onun yerine seçilir. Ne zamanki Allah (C.C.) kıyametin kopmasını dilerse hepsi birden vefat ederler. Zira bunların aracılığı ile Allah'ü Teala kullarından bela ve musibeti def eder. Yine bunların vesilesiyle yağmur yağdırır.



Hızır'dan rivayet yalanı (S.132)


........................ Bazıları Hızır (A.S.)'dan rivayetle şöyle söylemiştir. Üçyüz ev liyâ'dır. Yetmiş nücebadır. Kırklar evtad'dır. On Nükeba'dır . Yedi Urefa'dır Üç Muhtarun (Seçilmişler) dur.



Hz.Ali (R.A) yapılan iftira (S.132)

Hz. Ali (K.V.)'den rivayetle şöyle buyrulmuştur. «Ebdal Şam'dadır. Nüceba Mısır'dadır. Asaib Irak'tadır. Nükebâ Horasan'dadır. Evtad çe şitli yerlerdedir. Bunların başkam Hızır (A.S.) dır.



İmam-ı Yafii'nin şahsında Rasul-u Ekrem (S.A.V) yapılan iftira (S.132)

İmam Yafii'nin rivayet ettiği bir dadiste, Resul-i Ekrem (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır: «Allah'ın halis kullarından yerde üçyüz kişi vardır ki kalbleri Adem (A S )'ın kalbi üzerindedir. Kırk kişi yardır ki kalbleri Musa. (A.S.)'tn kalbi üzerindedir. Yedi kişi vardır ki kalbleri İbrahim Halilullah'ın kalbi üzerindedir. Beş kişi vardır ki kalbler Cibril

(A.S.) kalbi üzerindedir. Üç kişi vardır ki kalbleri Mikâil (A.S.) kalbi üzerindedir. Bir kişi de vardır ki kalbi İsrafil (A.S.)'m kalbi üzerinde dir. Bir kişi olan vefat ederse, üçlerden, üçlerden birisi vefat ederse beşlerde, beşlerden birisi vefat ederse yedilerden, yedilerden birisi vefat ederse kırlardan, kırklardan birisi vefat ederse, diğer velilerden biri yerine geçer. Bunlardan dolayı şu ümmetten belâ ve'kaza def'olur.»



Hızır ölmedi diyen Yavi'nin kur'an'a iftirası (S.132-133)

İmam Yafii (R.A.) şöyle diyor. O Bir'in "Kutbül-Ferd ve Gavs olduğunu söyleyen bazı arifler mevcuttur. Ariflerden birisi demiştir ki, «Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Peygamberler ve Melekler arasında neden kendi kalbini söz konusu etmedi? Çünkü gerek alem-i halk ve ge rekse alemi emirde O'nun kalbinden daha üzel ve lâtif, daha eşref bir kalb yaratılmamıştır, işin aslı şudur ki tüm Peygamber ve Meleklerin K albi yıldızların güneşe karşı nisbeti gibi Resülullâh (S.A-V.)'in kalbi- ne dönüktür. Ben İbrahim Halüıülah'ın makamı arasında bulunurken Necm-i Esbehani (R.A.)'den işittim. «Hızır (A.S.V Kur'an'ı Kerim kalktığı, zaman, Allah'tan hemen ruhunu kabzetmesini diler.» Allah bilir buna göre o zaman mevcut olacak olan; gerek kutub, gerek tüm rical-i gayb; gerekse tüm öteki velilerin hepsi de ruhlarının kabzedilmesini, isterler. Zira Kur'an'ın hükmü ve kendisi kalktıktan sonra... hayır ehli için yeryüzünde hayat yoktur. Hızır (A.S.) 'm hayatta olduğunda valiler ittifak etmişlerdir. Fakihler, usulcüler ve muhaddislerin çokları da bu görüsü benimsemiştir. Sıddıklardan, velilerden, onunla görüşüp haber getirenler sayılmayacak kadar çoktur. Hatta Allah'a yemin ederim, bana dediler ki «Hızır (A.S.) seninle görüştü ve senden bazı şeyler sordu.» Fakat ben onu tanıyamamışım, zira herkes onu tanıyamaz. Ancak Allah'ın sevgili kullarından kabiliyet sahibi olanlar tanı yabilirler.

İbn-i Kayyim el-Cevzi'nin Hızır (A.S..)'ın hayatta olduğunu inkâr etmesi haddini aşmasının ta kendisidir. Güneşi güpegündüz yok saymak gibidir. Bu konudaki görüşleri de üstelik çelişkilidir. O'nun hayatta olduğu hakkında dört mufassıl senetli rivayetler mevcuttur? Rivayetler Hz. Ali, İbn-i Abbas ve İbn-i Mesud (R.A.)'dan gelmektedir. Ne tuhaftır ki İbn-i Kayyim el-Cevzi. sofilerin büyüklerinden zuhur eden halleri ve anlavamadıkları hikmetli sözleri inatla inkar eder. En çok yırtıcı olan da şudur. Yer ver onlardan garip sözler rivayet ederek, kendi sözlerine renk ve güvenlik katmaya çalışıyor. Başka bir zaman ise onunla en şiddetli bir biçimde itiraz ediyor." Yafii'nin sözleri burada bitti



Sofiye diye tarif edilen makam ; Allah'a, resulüne, kitabına, meleklerine ve müminlerine yapılan en büyük iftira (S.241)

Sofiye diye tarif olunan makam merdiyyenin tekamülünden ibarettir. Bu makamda nefs tamamen saflaştırılmıştır. Bu nefsin sahibi olan veli ile Nebi arasındaki fark şudur. Veli aynen peygamberler gibi ya şar. Ancak ona vahiy gelmez. Kendisiyle tabiî olduğu peygamber ara sındaki fark, peygamberlik makamıdır. Aslında peygamber emirleri melek vasıtasıyla doğrudan Allah'tan alır. Velî ise peygamberinin mev cut olan şeriatının mânâ ve hükümlerini ilham meleklerinin vasıtasıy la güzelce anlar. Yani Kur'an ve Hadisin mânâsını işaretlerini ilhamla bilir. Bu ilhama mecazen «vahiy» denilmiştir. Bir de peygamber vahiy getiren Cibril'i görür ve tanır. Velî ise Cibril'i görmekten mahrum oldu ğu gibi yardımcılarını da göremez. Fakat Cibril'in yardımcılarından ilham alır ve seslerini işitir. Bu sayede şeytan onun sevdiklerine bile musallat olamaz.. Velî, Arif-i Billah olduktan sonra ona bir ruh daha ü fürülür. Meselâ Hz. Ömer (R.A.) sesini. Medine'den. Nihavent'e bu ruh ile ulaştırmıştır. Yine Akşemseddin de Eyyüb-el Ensârî (R.A.)'ün türbesini yine bu ruh ile bulmuştur (tespit etmiştir.) Yusuf (A.a.t da Peygamber olmadan evvel, ruhun kuvveti ile Züleyha'dan kapıya kaçtı ve günah işleyemedi. Hattâ Yusuf (AS.) da bu ruhla Züleyha'yı müslüman etti ve Firavunun karısı da aynı ruhla kendini Firavun'dan korudû. Nitekim Hasgil yüz sene dağa çekilip bu ruhla insanları irşad etti.



“O meclislerde Hz.Ali yardım eder , Hz. Hızır su dağıtır.” yalanı (S.243)

O meclislerde Hz. Ali (K.V.) himmet eder, yer hazırlayıp manevi minderler döşer. Hz. Hızır (A.S.) da o meclislerde saki olur. Binaenaleyh dervişlerin meclislerinden daha yüksek bir meclis yoktur


Soranların ve cevap veren Gavs'ın cehaletleri (S.245)

Gavs (K.S.) Hazretlerine sordular:

• Şeyhin sureti görüldüğü halde, müridden ayrılmazsa. mürid şeyhinip ruhaniyetinden çok utanır, o zaman müride ne lâzım? Mübarek tebessüm ederek buyurdu:
• Günah islemek müstesna, beşeri ihtiyaçlar anında, üstadın ruhaniveti görülse bile, ondan utanmak ve sakınmak lâzım gelmez. Nitekim biz meleklerden sakınmıyoruz.

Gavs Hazretlerine sordular:

• Şeyhini hayaline bile getiremeyen ne yapsın? Mübarek buyurdu:

• Zararı yoktur. Maksad kalbin üzerinde rabıta ile durmaktır.

Tekrar Mübareğe soruldu:

— Efendim kalbin üzerinde rabıta ile duramayanın hali nice olur.

Mübarek dedi: — Şeyhi yanına gelmeyen. sık sık şeyhinin yanına gider. Hayali ile ona yalvarır. Şeyhinin oturmasını, kalkmasını, hâl ve harekelerini hayaline getire getire şeyhinin emirlerini yapar, yasak larından sakınır. Akıl ve hayali ile şeyhin yanına gider, gelir. Müridin istikameti ne kadar düzelirse , sevgisi de o kadar artar, istikametin doğruluğundan ihlâs ve muhabbet doğar. O zaman, üstad yüzündeki perdeyi kaldırır. Mürid, nerede olursa olsun, şeyhini görür hiç aramaz.


İmam-ı Rabbani'nin uydurduğu tanrısı (S.246-247)

İmam-ı Rabbani (K.S.) şöyle buyuruyor:

Bilmek gerekir ki:

Bu tarikatı alîyye, Resûl-i Ekrem'in sünnetine iktidâ eden şeyhe «Rabıta etmek» esasına bağlıdır. Bu uzun yol, ona rabıta etmekle, kısa zamanda kat'edilir. Cezbe kuvvetiyle bu kemâlât ile boyanmak ancak bu yol ile mümkün olur. Mürşid-i Kamil'in bir nazarı emraz-ı kalbiyyenin şifasıdır. Onun bir teveccühü manevi illetleri defeder. Bu ke malatının sahibi olan zat, vaktin imamı (Îmamü'l-Vakti). zamanın halifesi (=Halifetü'z-zaman)'dır . Kutuplar, onun makâmâtının gölgelerine sığınırlar, Memleketlerinin Büyükleri olan mürşidler. onun okyanuslar gibi muazzam kemalatıyla müteselli olurlar. İrşadı güneşin ziyası gibi, insanları birbirinden tefrik edemeden her tarafa yayılır. Bizzat o güneşe teveccüh edip, istifade edebilmek için, ona yönelen bir sâlikin ne kadar istifade edebileceğini bir düşün!

(Devam edecek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Seyyid Abdülhakim El Hüseyni ve Nakşibendi Tarikatı ,Menzil Kitabevi

2. Bölüm

Yusuf 24'e yanlış mana vermesi ve Keşşaf tefsirine iftira etmesi (S.255)


"Eğer Rabbim bürhanını görmeseydi" âyetinin bu cümlesinin tefsirinde, ruhaniyeti cismaniyetine galib bulunan zevatın (nebiler ve veliler) gibi, tasarruf ve imdad edebilecekleri hakikatim sarahaten beyan etmişlerdir.

Onlardan keşşaf tefsiri sahibi ki, tariki i'tidal'den inhiraf etmiş BURHAN kelimesini şöyle tefsir etmiştir; Yusuf (A.S.) O kadının kaldığı zaman, o kadından sakın!. Sesini işitmişti, Bir anda kendini toparladı. Sesi ikinci defa işittiği zaman, ondan ». tamamen yüz çevirdi ve ondan kurtuldu. Bir de baktı ki, karşısındaYakûb (A.S.) temessül etmiş olarak parmaklarını ısırıyor. Bir rivayette Yakub (A.S.), eliyle Yusuf (A.S.)'ın sadrına vurdu.



Şeyhin tanrılaşması ve müridin tapınması gerçeği (S.261-262)


1° Mürşidin suretini (yüzünü) sadece hayalinde tasarlamak... Bir kısım, zikrin başlangıcında lâzımdır.

2° Mürşidin suretini kalbinde tasavvur etmek... Ve zikir esnasın- da bu suret ihtiyarsızca, zuhur ederse onu kalbinde durdurmak ve böylece devam etmek...

3° Pirin kıyafet ve hayaline aynen bürünmek, kendini mürsid şeklinde görmek ve hayal etmek... Bu vaziyette meydanda olan sanki kendisi değil mürşlddir. Bu kısım rabıta ibadetlere mahsustur. Meselâ Kur'an dinlerken gözlerini yumar ve kendisini mürşidin vücut ve kıyafetinde, görür. Kendisi yoktur. mürsid vardır. Keza Kur'an okurken vaaz ve ders dinlerken kendisini mürşidin kıyafet ve halinde hayal eder. Bu halde zikir ve ibadetin halâvet ve lezzeti başkadır.

İlahi huzura, girmek isterken girmek istediği yere layık bir vası- tayla girilir ve «Allah'a (yaklaşmaya) vesile arayın" "Vesileye yapışınız!" (Maide 5, 35) mealindeki ayete uygun hareket edilir.

Rabıtanın Ayrıca başka bir tecellisi vardır. O da şudur: Mürid her an mürşidini kendi yanında kabul edip daima mürşid ile beraber olmak. Bu hal ile sadıklarla beraber olmayı emreden ayete uymuş olunur.

Bu yolla amel eden salik çabuk terakki eder ve Allah'a yakınlığın yüksek derecelerine erer.

Bu son nokta şekline «telebbüsi rabıta -kılığa bürünme rabıtasın ismi de verilir.

Muhtasarrüssülûk kitabına göre mürid şöyle rabıta da yapar.

l ° Mürid, şeyhinin nurlu suretini alnında yani "Nefis letaifi" olan iki kaşının bir parmak üstünde tahayyül eder. Bir fakirin bir sultandan tazarru ve tariklik ile hacetini ister gibi feyiz talep eder.

2° Mürid, şeyhin nurlu suretini nefis letaifinin karşısında blle- rek nefis letaifine olan daimi bir feyz «akan bir nur» bilmelidir. Zikrin husule gelebilmesi için gaflet ve havatırın memba , yeri olan nefsin te mizlenmesi lâzımdır.

3° Mürid, şeyhin nurlu suretini kalbinin karşısında hazır ve mevcut bilerek o hayalden feyiz talep eder.

4 Şeyhinin nurlu suretinin kalbin içinde ortasında hazır oldu-ğunu tahayyül eder. Kalbine ondan feyiz ister.

5° Kalbinin karşısında şeyhini bir nur denizi olarak tahayyül eder, ondan kalbine fevz akmasını ister.

6" Şeyhini, kalbinin içinde bir nur-denizi farz eder. Ontın vasıta sıyla Allâh-ı zikr eder.

Muhtasarrüssülûk'ün İbaresi burada tamam oldu.

Şeyh Fethullah (k.s.) risalesinde de rabıtanın çeşitlerini ve açıklamasını yaparken -Üstadın huzurunda: Sanki bir kürsi üzerine oturmuş bir hükümdarın önünde duran bir fakir gibi bulunmak veya müridin kalbi keşkül "dilenci torbası" olur ve bunu açarak bizzat hükümdarın huzuruna arz eder. Bu hal hayal ile değildir. Çünkü orada üstat hazırdır ve hayale yer yoktur, üstadın vereceği şeyi bekler.

Şirk ve hayali rabıta cahiliyesi (S.263-265)

Şah-ı Hazne (k.s.) Şeyh Muhammed Ziyaüddin'in halifesi Mol-la Zeynüddin'e yazdığı mektubunda şöyle buyuruyor:

Dostum molla Zeynüddin:

Bize son gelişinden itibaren hayâli rabıta yapmakla sana emrettik. Hayali rabıta şöyledir:
Mürid. sanki üstadı daima kendisiyle imiş gibi, hatta helaya gittiği, cinsî münasebette bulunduğu, yediği, dostlarıyla konuştuğu, başkalarıyla karşılaştığı zaman da hatırından çıkarmayıp onu anması ve ilk yatacağı ve uykudan kalktığı vakitte baş ucunda bulunduğunu talebeye ders verirken, dersi bitirirken, namaza ilk kalkar ken, namazı bitirirken mürşidi mülahaza etmektir. Mümkün olduğu kadar bu mülâhazaya devam, nefsin sevdiği şeye iltifat edilmemesi gerekir.

Hazret «Şeyh Muhammed Ziyauddin» Allah bizi ve sizi onun sab rıyla kutlasın, buyurdular ki: nefsin insana düsmanlığı itibarıyla. mürşid ona evvelâ bir şeyin daha sonra ikinci birşeyin yapılmasına dair bir talimat verse, nefsin adeti şudur ki: birinci şeyin yapılmasında kendine; tam bir menfaat için onunla ilgilenip, ikinci şeyde menfaati olduğu için onun hakkındaki talimatı sevmez.

Hayali rabıta nasıl önemli olmasın: halbuki onun hakkında İmam-ı Rabbani (K.S.) ki, pirin "mürşidin" gölgesi. «hayale getirilmesi»- hakkın zikrinden efdaldir buyurdular. Yani menfaat, bakımından evlâ dır. Gölgeden maksad rabıtadır.

Üstad-ı Azam'da dedi ki: «Pirin (mürşidin) hayalinin vasıtasın- dan başka nefsi hiç bir şeyle öldürmeye gücün yetmez.»

Ekabirden bazısı da: Rabıtanın nuru güneşin, zikrin nuru ise çıranın nuru gibidir.

Rabıta ile hasıl olacak fena «fanilik haleti» devamlı olur. Zikir ile hasıl olacak fena haleti ise zail olabilir, diye buyurdu:

Seyyid Taha'da (K.S.) buyurdular ki; zikirden mücerred olan «yalnız» rabıta ile Allah'a kavuşmak mümkündür. Fakat, rabıtadan mücerred olan zikir durumu böyle değildir.

Gavsül Azam Seyyid Sibğatullahi (Ervasi) (K.S.) buyurdular ki: Rabıtadan ayrılmayın, rabıtadan ayrılmayın, deyip onun için çok tavsiye eder ve ilk olarak en çok müride hasıl olan hallerden biri rabıtadır, derdi.

Gavs-ı Azam, bazı şeyhlerden nakletti ki; müridlerine talimat ve rince yalnız rabıta ile yetinirdi ve bası mürşidlerin yaptıklarını beğenirdi.

Üstad -ı Azam (k.s.) rabıtanın kalb içinde faydası dıştan kalbe gelen faidesiz düşünceleri izale eder "götürür." derdi

İmam-ı Rabbani (K.S.) rabıta. Allah'a ibadet için huzura kavuş-turucu, gaflet ve dışardan kalbe gelen düşüncelerini giderici sebeplerin cümlesindendir. Sebeplere, maksud olan şeyhlerin hükümleri vardır, diye buyurmuştur.

Yine buyurdular ki: Deneme ve tevatür, rivayetlerde muteber olan sayısından daha çok bir cemaatten rivayetle bize kanaat hasıl oldu ki, bizler rabıtayı tasavvur ettiğimizde Allah (C.C.)'dan başka bütün şeylerin düşüncesi kalbimizden sıyrılıp, onda yalnız mürşidin hayali kaldıktan sonra ondan da vazgeçip Allah (C.C.)'ın mânevi huzurunda baş- başa kalıyoruz.

Rabıta öyle bir insana benzer ki; birçok düşmanları olup, kendisini bazılarına sevdirir, sonra onu diğer düşmanları üzerine saldırır. Tâ ki onları helak eder, artık onlardan tek birisi vardır ki onu ortadan kaldırmaya takati vardır. Mürid için rabıta, bizatihi matlûb olmayıp belki başka birşey içindir. Çünkü, dıştan kalbe gelen Allah'tan başka anıları, def ve gafleti yok etmeyi icabeder. Vasıtalardandır ki, insana matlubunu sağlamaktır. Vasıta olan şeylere matlûbun hükmü vardır. Vacib olan şeyin husulüne sebep olan şeyde vacibtir. Sonra sîze söyledi-ğimiz bu sözlerden dolayı, Allah'tan af dileriz, çünki bizlerim yüce kişilerin alanında değiliz. Hatta bizim gibilere rabıta yapılmasının öldürücü bir zehir olacağından korkarız. Fakat bizler, rabıtaya ehil ve müs tehak «layık» olan zat «kuddise sirruh» tarafından yapılmasına me mur olduğumuzdan dolayı, onlardan size ve emsalinize imdat gelmesini. himmetleri sayesinde zarar gelmemesini rica ederiz. Farsça şiir:

«Ah ki biz bir milyon merhale uzaktayız, bu makamdan uzaktayız.»

Burada Şeyh Ahmed'ül Haznevi (k.s.)'nin hayali rabıtaya dair mektubu bitiyor. Allah (c.c.) ondan razı olsun.

Bazı büyüklerde demişler ki: Rabıta, sûrî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılır.

A - Üstadın beşeri olan suretini, aydan parlak bir şekilde karşısında bulundurup, su ve duman şeklinde, feyzin onun iki kaşları ara sından müntesibin kalbine gelip, umum bedenini kuşattığım tasavvur etmektir. Eğer kalbine ve diğer latifelerine gelişini tasavvur etmeye muktedir olursa bu daha faydalıdır. Bu keyfiyete rabıtay-ı ittiha ve sereyan ismi verilir. Bu keyfiyetle her zaman rabıtada bulunan daha erken muhabbetin galibiyetinden, mahviyet ve fena makamına gelir Buna sûri rabita denir. Hidayette hayalî, nihayette hakiki olur.

B — üstadını keyfiyetsiz mücerred büyük bir nur olarak tasavvur etmek ve kendinden geçinceye kadar, diğer tabirle fena buluncaya kadar tefekkür etmektir. Bir billurda su sereyan ettiği gibi, bu keyfiyet- te rabıtadan dolayı şeyhin rûhaniyeti de salikm bedeninde sereyan eder. Başlangıçta bu zordur, sonunda çok kolaydır. Ve hakiki olur. Hülasa bunu tatmayan idrâk edemez.

Şah-ı Hazne (K.S.)'den rivayet edildiğine göre, şu dört şeyle rabıta bozulur:

a — Mürşidi hakkında şüpheye düşmek. Bu halden kurtulmanın çaresi sık sık tövbe tazelemekle olur.

b-- Gıybet ve gaflete düşmekle rabıta bozulur. Bu halin de çaresi, hayırlı meclislere devam ve salihleri sevmek.

c — Şeyhinden başkasının etkisinde kalmak veyahut gönlünü başka birisine kaptırmak. Bu halin de tedavisi; kendisini şeyhinden uzâklaştıracak her şeyi sarfı nazar etmek. Mümkünse bilfiil şeyhinin yanı na gidip gelmek, mümkün değilse hayalen şeyhi ile beraberliği tasavvur etmek.

d - Büyük günah işlemekten mütevellid. tembellik ve ümidsizlik rabıtayı bozar. Bu halin çaresi, devamlı mücahadedir. Kişi günde yet-miş defa günah işlese, yine yetmiş defa şeyhine varıp beyatını tazeler, tevbe eder.


“Sizler işlerinizden şaşkın ve muhayyer olduğunuz vakit kabir ehlinden yardım isteyiniz.” Yalanı, şirki ve hurafesi(S.266-267)

Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: «Sizler işlerinizden şaşkın ve mu hayyer olduğunuz vakit kabir ehlinden vardım dileyiniz.»

Bu hadis-i şerife binaen ve başka ser'i delillerden de bildirildiğine göre nebiler ve onların varisleri olan veliler, hayatlarında olduğu gibi vefatlarında da himmet istenildiği zaman, himmet ederler.

Uzaklık ve yakınlık söz konusu olmaksızın kabiliyetli her mü'min, bühusus mürid. peygamberin kabri şerifine veyahut hakkında ümmet-i Muhammed'in ittifak ettiği büyüklerin ruhlarına kalbini rabt edebilir. Yönelmiş olup himmet istediği zattan feyz alabilir.



“Kabirdeki şeyh ile rabıta kurar.”şirk ve hurafesi

Yalnız edebe riayet etmek lâzımdır. Şöyle ki: Bir kabri ziyaret edecek olan mürid , nefsini her türlü dış etkenlerden temizler, kalbini dünya hallerinden temizler. Ziyaret ettiği zevatın ruhaniyetini hissi key fiyetlerden mücerred bir nur farzeder. Kâmil velîlerin ruhaniyetleri feyz kaynağıdır. Feyiz isteklisi ziyaretçi, feyiz vericinin kabrinin ayak ucuna yakın sol tarafa durur. O zata karşı aynı hayattaki edebini muhafaza eder. Rabıta usullerinden birisi ile şeyhine rabıta kurar, bedenine bir hareket ve canlılık geldiği zaman, sahibi kabre döner ve selâm verip, onbir ihlâs ve bir Fatiha okur. Sonra kabrin sahibine döner.



“İntisab eden ravza'da olsa Saadet'ül mescidin dışında mürşidine dönerek rabıta eder.”şirki ve hurafesi (S.266-267)

Müntesib ravza'da olsa bile, Saadetü'l Mescid'in dışında mürşidinin bulunduğu taraf a yüzünü döndürür, hayatta olan mürşide yapılan rabıtalardan biri ile mürşidinin ruhaniyetine sığınır, onu vasıta eder, hararet bedenine hakim olduktan sonra kemâli edeb, kemali ihlâs ve kemali muhabbetle kabri şerife döner. 11 kerre (Es-saletü vesselâmü aleyke Ya Rasûlellah) dedikten sonra 11 ihlâsı şerife ve bir Fatiha okur. Sonra şöyle niyazda bulunur: «Ey Allah'ın Resulü! Rabbim, kim ciddi tevbe eder, Rasûlünün huzurunda istiğfar ederken Rasîllüm de ona istiğfar ederse geçmiş bütün günahlarını afv eder, yarlığarım» buyur muştur, işte senin ümmetinden filan oğlu filanım. Umum suçlarımı itiraf edip, ondan tevbe etmekle huzuru saadetinde istiğfar ederim» der. Kemali itina ile mücerred bir nûranı keyfiyetten ibaret Fahri Alem'in kabri şerifine yönelir, pirkaç dakika ayakta olduğu halde bu keyfiyete devam eder. Sonra mescidin içine girer, kemali edeb ve tavazu ile Fahri Alem Aleyhtesâletü Vesselam'ın penceresi karşısına gider, orda da aynı keyfiyete devam eder. Sonra döner, Hz. Eba Bekir-i Sıddîk ve Hz. Ömer'in pencerelerinden vazifeleri ifa eder. Ravza ile mimber ara sında iki rekât nafile namaz kılar, o yeri gasb etmeksizin kal kar biraz uzaklaşır, müsait bir yerde oturur. Oturduktan sonra dilerse rabıtaya devam., dilerse salavat-ı şerife veya münasib ibadete devam eder.



“Gavs-ı Hızani(K.S): Mürid şeyhinin rabıtasına kemal-i itina gösterir , hatta Ravza'da dahi şeyhine rabıta ederdi.” Hurafesi ve şirki (S.267)

Gavs-ı Hızanî (K.S.); mürid kendi şeyhinin rabıtasına kemâli itina gösterir, hatta Ravza'da dahi kendi şeyhine rabıta eder Diğer enbiya ve evliya merkatlarında da üstadın rabıtasını terk etmemek müridliğin alâmetlerindendir. Müntesib alemül misalde, merkatlar yanında bile neyi görürse muhakkak gördüğü şey mürşidinin latifelerinden bir lâtife olarak sûretlenmiş, görülmüştür. Çünkü şeyhinden geçen mü rid bile, her ne görürse görsün, hepsi şeyhinin olduğundan kalbine gelmiştir, buyurur.



Tassavuf dininin Cahiliye kuralları ve hurafesi (S.267-269)
Eğer bir evliya türbesini ziyaret ederse, müntesib yine mürşidinin rabjtasıyla yukardaki keyfiyetle salâvatsız olarak yapar. Sonra kabir sahibinin ruhaniyetini, şeyhinin suretinde veya nurdan beyaz bir direk olarak tefekkür eder. Onunla kuşatıldığını hayaliyle düşünür. Or da da gördüğünü şeyhinden bilmelidir.

Ziyaret olunacak kabire gider gitmez, bir Fatiha, onbir İhlâs okur, ellerini göbek üstüne bağlar, mürşidinin rabıtasından sonra içeri girer, nebini maddî unsurlardan çeker, alâkayı keser, kalbini de vesvese, il- mi meselelerden ve umûm tabii kanunlardan koparır, sonra ayak tarafın dan dilerse ayakta, dilerse oturur. Kabir sahibinin mücerred ruhunu hayalinde hıfz eder. Korkmadan bir müddet kalbinin üzerinde du rur ve kabir sahibine yönelir. Eğer edebi bozmadan sâlik bu keyfiyete devam ederse, kabir sahibinden onun kalbine feyz gelir. Rabıtanın kuvvet derecesine göre, kabir sahibinin hallerinden bir hal rabıta ede- nin kalbine aks eder. Zira kâmil zevatın ruhaniyeti, Allah Teâlâ'nın feyzine menba ve oluktur. Olukların altında durup sabır edenin mut ...
Kabiliyetli her mü'min, bulunduğu yerde de bu keyfiyetle istediği zevatın ruhuna rabıta kurabilir. O vefat eden zat nerede olursa olsun, bu keyfiyetle rabıtaya devam edeni irşad eder.

Ancak şu beş hususa riayet etmek şarttır, aksi takdirde zarardır. a- Hayale, evhama kapılmamak.

b— Korkmamak, kaçmamak, azimle sebat etmektir.

c — Kemali edeble rabıtada kusur etmemektir.

d — Umum gayri mesruyu terk etmekle farz ve vacibleri yerine ge- tirmek, beynamazın yemeğini yemekten sakınmak.

e — Mahremiyete son derece önem vermekle sır saklamaktır. Uveysiyul meşreb olanların hepsi bu yolla tekâmül etmişler ve bul muşlardır.

Bu yolda yetişen ne kadar yücelirse yücelsin. zahirde bir zattan icazeti almazsa irşadı sahih değildir. Sahi Nakşibend, Hace Âbdülhâlik Gucdevani'den bu yolla kesbi kemal ettiği halde Seyyid Emir Kûl'al'-dan ayrıca irşad etmeğe izin ve icazet aldıktan sonra irşada başlamış tır.

Hem meselâ: Ebu Hasan El-Harkânî, Bayezid-i Bestami'nin ruhu ile terbiye olmuştur. Halbuki tevellüdü Bayezid-i Bestami'nin vefatından sonradır. Bunun gibi her zaman ve her asırda faidelenenler ol muştur.

Her mü'min, namazında Esselâmü aleyke eyyühenne biyyû demesi anında Hz. Fahri Alem'in ruhaniyetinin hazır olduğunu bilmek, Za tı Şerifin selâmı aldığına inanmaktır. Bazı ulemadan ehli huzur olan lar, musalli onun nurunu beyaz bir direk suretinde mülahaza eder, kendi huzur ve tevazu ile Es-selâmü aleyke eyyühen-nebiyyü der. İmam Gazali, İmam Sehreverdi ve benzerleri, namazın iğinde Peygamberin rabıtasını bu keyfiyetle beyan ettiler, İbn-i Hacer Heytemi'de bu rabıtanın meşruiyetini beyan etmekle, huzura çok faideli olduğunu tasrih etmiştir. Her bir zat nıhaniyetinin kabiliyetine ve müşahedesine göre bu rabıtayı tarif ettiler.

İlk asırlarda salihler Hılye-i Şerif'i lâfız ve manâsıyla ezberleyip, Hılye-i Şerifte tarif olunduğu gibi Hz. Mustafa'nın suretine rabıta ederlerdi. Ehli huzur, Peygamberin rabıtasını terk etmezlerdi. Bilaha ra yani son asırlarda kubbetli amel edenler azaldığından Hz. Mustâfa' ya ve cihanyari Güz'ine rabıta azalmıştır.

Seyh Süleyman Zührî; her kim kemâli edebde Hılye-i Şerifi okur, mânâsını mülâhaza ederse, iştiyak ve muhabbeti çoğalır. O zaman keşif ve rüyada o zatın görülmesi kolaylaşır. Ciharyari Güzin'in hilyeleri de aynı huzur ve nisbete vesile olur, diye tasrih etmiştir.""

İştiyak ve muhabbetin nihayetinde keşfi ya rüyada o zatın görül mesini kolaylaştırır. Ciharyari Güzin'in bilyeleri de aynı huzur ve nisbete vesile olur, diye tasrih etmiştir.

İmam Şeyh Ekmeleddin El-Hanefi (K.S.), ayrıca «Kim beni görürse muhakkak o Hak'kı görmüştür.» mealindeki hadisin şerhinde uy ku veyahut uyanıklıkta Peygamberi gören O'nun hakikatini görmüş- tür. Yoksa Allah'ın görülmesi mümkün değildir. Lakin beni gören Cenab-ı Hak'ta görmüş gibidir, şeklinde mânâ ettikten sonra müşarünileyh uyku veya uyanıklıkta, vefat etmiş bir şahısla buluşmak ve görüşmek mümkündür ve beş esasa dayanır:

a — Zatında tamamen iştirak,

b - - Sıfatında ittiba olarak iştirak,

c — Fiilde tamamî iştirak,

d — Halde tamamî iştirak,

e — Mertebelerde iştiraktir.

Eğer diri zatla vefat eden zat arasında bu beş iştirakle münasebet kemal bulursa, hayattaki ile vefat edenin aralarında, buluşmak mümkündür. Bu münasebet kuvvet buldukça birleşmek ve buluşmakta çoğalır. Asli muhabbet de budur, buyurmuştur.

Sevh Parisa (K.S.), iki diri arasında da aynı münasebet olsa yine birleşmek hasıl olur. Sonra aynı münasebet ikisinden hangisinde kuvvetleşirse diğerinde muhabbet çoğalır, buyurmuştur.



Hatme ve teveccuhteki rabıta ve büyü şirk ve hurafesi (S.273-275)

Şeyh Fethullah Verkanisi (K.S.) şöyle buyurur:

«Sohbet ve hatmelerde, eğer müntesib üstadın huzurunda, ise bir dilencinin bir sultanın huzurunda el açtığı gibi, kendisi de üstadın hu zurunda kalbini açar, üstada yalvarır. Ustad tarafındân bir şey verildi ise, cezbe ve halini tutarak daha fazlasını talep eder. Verilmedi ise nef sinin kusurundan bilir ve ümitsiz olmaz. Üstadın gıyabında ise, hatme ve teveccühten sonra var gücü ile kalbine yönelir. Rabıta keyfiyetle rinden birisi ile üstadına yönelir. Hatmede okunan sadatların ismi geçerken, sadatlar o mecliste hazır olanlara, muhabbet, marifet, terki dünya, sabır., vb. manevi nimetler getirirler. Gelen hediye ve ilaçlan, kendi' mürşidi hazır olan sadatlardan alır, müridlerine dağıtır, diye inanır. Ve kalbini açar, dilekte bulunur. Kıraat ve rabıta ne kadar kuvvetli olursa, o kadar şefkat ederler inancı ile kalben yalvarır. En güzel rabıta; büyük nurâni, her tarafı kuşatmış, birbirinin içine girmiş nur laratasavvur etmek ve ondan kalbe feyzin gelişini itikad etmek keyfi yetidir. Bunu yapamayan şöyle tasavvur eder; ismi okunan sadatlar hep hazırdırlar. Üstad yüksek bir tahta oturmuş, suretinden nur parıltıları, kıvılcımları, kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ve nefsi natıkalarına ak seder, diye tasavvur eder.

Aksam ve yatsı arasındaki rabıtalarda da. aynı keyfiyet muteberdir. Hülâsa, her zaman mürid gözünü kapattığı vakit, üstadın kemâ lâtını veya suretini mücerred bir nur tasavvur eder, kendisinin de o nur ile kuşatıldığını tasavvur etmesi gerekir.

Teveccühün keyfiyeti ve rabıtası:

Tevaccühde halka halinde oturulur, halkaya sığmayanlar halkanın ortasında birbirlerine sırt vererek oturur. Hemen müntesib, günahlarını gözünün önüne getirerek, kalbinin, günahların tesiriyle parçalan mış, siyahlaşmış ve hastalanmış olduğunu tasavvur eder. Kendi kalbi nin şifası için oturduğuna inanır ve şöyle tasavvur eder:

İsa (A.S.) kör, topal, sağır ve envai çeşit hastalara şifayı Allah'tan dileyip, kendisi de vesile olduğu gibi, üstadın da yanında envai çeşit dermanlar vardır. Biraz sonra gelir, hastaları muayene eder ve en faideli ilâçlarla onları tedavi eder. Ben de müflis bir hastayım; diye düşü nüp müflisliğini ve hastalığını nazar-ı itibara alarak, üstada şiddetle yalvarır. Üstad içeri girerken, muazzam bir sükût halinde kalbi üzerin de durur. Gözleri kapalı olduğu halde, hastalarının İsa (A.S.)'ı görüp te sevindikleri gibi sevinir. Kalbini ve hastalığım üstada âfzetmekle üstada mukabilinde veyahut başının .üzerinde mülâhaza eder. Kalb gözü ile de güneşten daha parlak meşale, sol memenin iki parmak aşağısındaki kalbine nüfuz ettiğini düşünür. Yani müridin, sol memesinin iki parmak aşağısındaki kalb-i hayvanisinden başka, bir de nurani ye bedeni kuşatmış, başı kalbin üzerinde olan kalbi insaniyeyi tefekkür eder. Fakat kalbi insani çok aydın olduğundan dolayı, ancak sadatların himmetiyle ve üstadın vasıtasıyla, görülebilir. Teveccühte otururken, onun da müşahedesini mürid talep eder. Şeyhinin huzurunda ve sohbetlerde bu rabıta, son derece faideli olur. Böyle rabıtayı, Şeyh İbrahim Çokreşi (K.S.) Hazretleri, Piri Tahi'den nakletmiştir:

Şeyh Fethullah Verkanisi (K.S.)'de teveccühteki rabıtayı şöyle ta rif eder: Rabıtada maksat, huzur ve istimdatı celb etmektir. Mürid te veccüh alacağı gece sekiz adabı öğrenir, istihare yapar, yatar. Tarikat tazeleyen teveccühe kadar konuşmaz. Teveccüh olacak günde, sabah namazından teveccühün sonuna kadar yemekten sakınırlar. Teveccühten biraz evvel, istihare eden veya rüya gören, imkân bulursa hallerini üstada arzeder. Teveccüh adabları öğretilir, acemiler ayrı bir hal kada oturur. Onlara şu talimat verilir:

Sol memenin iki parmak altında, çam kozalağı şeklinde bir parça et var, her hayvanda olduğu gibi insanda da vardır. Üst tarafı ulvi, alt tarafı süflidir. İçi boş hatlar halindedir, aslı maddedir. Alemi emirden ona bağlı lâtif bir cevherde, kalbi insanî vardır. Kalbi insaninin ilk makamı arşdır. Allah'ın tecelli ve azametinin istilâsına mahaldir. Kalbi hayva ninin içine konulmuştur. Kendisi çok büyük ve geniştir. Hatta arşı bi1e kuşatır. Bu kalb zor riyazetler, halis ve çok amellerle müşahe de edilir. Salik teveccühte, bu kalbe mukabil olan, kalbi hayvaniye'ye basiretle yönelip bakar. Bu kalbin nurunun ancak günahlardan karar-mış olduğuna, nefs ve şeytanın müdahalesinden yarıldığını tasavvur eder. Günah nisbetinde bu kalb nuraniyetten karanlığa girmiş ise de üstadın nefesiyle ve eliyle temizlenir, açılır diye inanır. Üstad teveccü he girdiğinde, beraberinde Lokman hekimin tıbbı, İsa (A.S.)'ın duası vardır. Bir gözle üstada, bir gözle kalbinin yaralarına bakar. Teveccühte oturan arkadaşlarından istimdat ister. Kendisini muhasebe ede rek, üstada yalvarır. Üstadın sesini duyduğu an ferahlayıp, lezzet duyar. Üstada karşı, kendini korku ve ümid arasında bulundurur. Kendi-ne. teselli verir. Şimdiye kadar nefsimin emri altında ve isyanda oldu ğum için, ben nerede Allah'ın affı nerede, fakat şimdilik nefsimin esaretin den kurtulup, Allah'ın dostlarından bir dostun tasarrufu altına girdim. Nefsimden dolayı uzağım fakat evliyanın duası en büyük sığı naktır, himmetleri hazırdır, onların ruhları, enbiya, melekler ve ashabın ruhları ile birlikte hazırdırlar. Hazır oldukları içinde, Allah'ın te celliyeleri teveccüh mahallini kuşatmıştır. Kendi kalbi gafil olduğun-dan bu meclise lâyık olmadığını düşünür, kemâli edeble inler, feryad eder, nefsini yok eder. Var gücü ile üstadın sesini ve gelişini bekler. Hiçbir an gaflete düşmez. Üstad karşısına gelinceye kadar böylece de vam eder. Üstad karşısına gelir, ellerini omuzlarına koyup yüzüne üfü rür.. Bundan sonra mürid ağlar, inler. Bu devletin ve bu büyük saade tin lezzetini taleb eder. Korku ümidiyle beraber sevinir. Üstadın nefesini içine çeker, nefesinin, nur nisbetinin kalbine girdiğini tasavvur eder. Üstad nefesini aldığı zaman, üstadım, kalbimin içindeki acıyı, gafleti karanlığı nefesi ile çekdi diye sevinir. Üstad gittiği zaman, him metini diler, ziyadesini talcb eder. Kalbinin şifa bulduğuna inanır, te veccühten sonra da bu temizlik üzerinde sebat etmeyi azmeder, diye buyurmuştur.



Silsile-i Ruhban sınıfı (S.344-345)

5 — Beyazıd-ı Bestami (K.S.)

6 — Ebul Hasan Harkani (K.S.)

7 — Ebu Ali Farmedi (K.S.)

8 — Yusuf Hemedani (K.S.)

9 — Abdul Halik El Gücdevani (K.S.)

10 — Arifer Revegeri (K.S.)

11 — Mahmud İnciri Fağnevi (K.S.)

12 — Ali Ramiteni (K.S.)

13 — Muhammed Baba Semmasi (K.S.)

14 — Seyyid Emir Külal (K.S.)

15 — Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaeddin (K.S.)

16 — Alaaddin Attar (K.S.)

17 — Yakup Cerhi (K.S.)

18 -- Ubeydullah Ahrar (K.S.)

19 — Muhammed Zahid Bedahşi (K.S.)

20 — Derviş Muhammed (K.S.)

21 — Hacegi Emkeneki (K.S.)

22 — Hace Muhammed Bakabillah (K.S.)

23 — İmam-ı Rabbani El Müceddid-i Elfi Sani Şeyh Ahmed-i l Serhendi (K.S.)

24 — Muhammed Masum bin Ahmed Faruk (K.S.)

25 — Şeyh Seyfüddin bin Muhammed Masum (K.S.)

26 — Şeyh Seyyid Nur Muhammed Bedvani (K.S.)

27 — Şeyh Şemsüddin Habibullah Mirza Canan El Mazhar (K.S

28 — Şeyh Abdullah Dehlevi (K.S.)

29 — Mevlana Halid Bağdadi (K.S.)

30 — Şeyh Seyyid Abdullah el Nehri-1 Hakkari (K.S.)

31 — Şeyh Seyyid Taha el Nehri-1 Hakkari (K.8.)

32 — Seyyid Sıbgatullahi Ervasi (Gavs-ı Hizani) (K.3.)

33 — Hazreti Şeyh Abdurrahman-ı Taği (K.8.)

34 — Şeyh Fethullah (K.S.)

35 — Şeyh Muhammed Ziyaeddin (K.S.)

36 — Şeyh Ahmedül Haznevi (K.S.)

37 — Şeyd Seyyid Abdulhakim el Hüseyni (Gavs-ı Bilvanisi) (K.S.)


Seyyid Abdülhakim El Hüseyni ve Nakşibendi Tarikatı, Menzil Kitabevi, Adalet Matbaası, Ankara 1996

son
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Seyda - Seyyid Şenel İlhan

İmam-ı Rabbani gelecekte olanlar bana bildirildi demekle Allah'a iftira ediyor. (S.106-107)


Rabbani Mektubat'ında açık bir şekilde Nakşibendi Tarikatının kıyamete kadar süreceğini hatta bu taifeye bağlananların cehennemden kurtulduğunu ona bildirdiklerini açıkça söylüyor. Hatta isim isim kıyamete kadar bu bağlananları söyleyebileceğini de ekliyor . . Hadi bunu da yanlış tevil ettiler diyelim, ederler. Zaman ahir zaman. Ama yiğitlerse hadi bunu da yanlış tevil etsinler de görelim.. Ahir zamanda geleceği sahih hadislerle bildirilen Ehl- i beytten olan Mehdi'nin evliya olmadığını kim iddia edebilir? Sonra yine İmamı Rabbani o zatın yani Mehdinin kendi nisbetinden yani kendi tarikatından olduğunu açıkça Mektubatında demiyor mu? Sözü uzatmayalım, madem Mehdî kabul ediliyor, madem O da bir veli, demek ki kıyamete kadar Veli eksik olmayacak. Hemen şunu da belirtelim: "bu zaman da evliya yoktur" diyenler, kimsenin şüphesi olmasın Mehdi'nin tellalı olamayacaklardır. Biz ise elhamdülillah Evliya tellalıyız, inşallah Mehdinin de tellâlı oluruz. Ama şu kesin, asla Veli muanzı olmayacağız. Biz haddimizi biliyoruz...

Ve kalemimizle gerekirse her sevimizle Allah dostu düşman* larına hadlerini bildirmek için varız ölene va da öldürülene kadar da vazifemizi aynı kararlılıkla yapacağız. Allah bizi Allah dostuna dost, Allah düşmanına da düşman eylesin. Amin.



Menzil'in ilah'ı Gavs'tır .(S.154)

Evliyalar kıyamete kadar kesilmeyecektir. Bir sıkıntı, bir mu sibet geldiğinde evliyalardan nukaba taifesi dua edivor. Duası mustecir olursa o sıkıntı geçiyor. Geçmez ise bir üst makama, yine geçmez ise yine bir üst makama, ta gavsa kadar devam eder. Gavs duaya başlayınca dua bitmeden dualan kabul oluyor. Gavslara öyle bir kuvvet verilmiştir ki dünyanın bir ucunda düsen damla*dan Allah'ın izniyle haberdar olabilir. Dediğim gibi her zamanın bir gavsı vardır. Alametlere göre de Sultan Hz. gavstır.



Hz. Musa'nın ve Gazali'nin şahsında Allah'a iftira (S.185-186)

Hz. Musa (a.s.), Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ve O nün ümme*tinin fazilet ve büyüklüğünü, Allah (c.c) katındaki değerini levhi Mahfuz'da gördükten sonra şöyle buyurur : "Ya Rabbi! Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti olamadım. Bari Ümmetini görenlerden olsaydım" diye arzu ediyor. O sırada İmam-ı Gazali (rh.a)'nin ruhaniyeti oraya geliyor ve Hz. Musa (a.s.) ile görüşür Hz. Musa (a.s.):

• Sen kimsin? diye sorunca, İmam-ı Gazali:

• Muhammed oğlu, Muhammed oğlu, Hamidoğlu İmam-ı Gazali'yim diye cevap verir. Bu cevap üzerine Hz. Musa (a.s.):

• Künyeni neden bu kadar uzun söyledin, yalnızca İmam-ı Gazali deseydin yetmez miydi? diye sorar. İmam-ı Gazali (rh.a.) de cevap olarak:

• Allah (c.c.) Hazretleri, kelam konuşmaya gittiğin zaman sana "sağ elindeki nedir?" diye sorduğunda, sen onu tanıtırken:

"O benim asamdır. Ona dayanırım ve onunla davarlarıma yaprak silkelerim ve onda benim başka hacetlerim de vardır" diye uzun uzun anlattın, kısaca cevap verseydin yeterli olmaz mıydı?" seklinde sorusuna soruyla cevap verir. Hz. Musa (a.s.) da cevap olarak:

• Ben Allah-u Teala (c.c.) ile biraz daha fazla konuşabilmek için uzun uzun açıkladım, der. İmam-ı Gazali (rh.a.)'de ceyap olarak:

• Sen Allah (c.c)'ın büyük peygamberlerindensin. Kelimetullah'sın. Kitap verilenlerdensin. Onun için seninle daha fazla konuşabilme şerefine nail olmak için uzun açıklamada bulun*dum, der.

Seyda - Seyyid Şenel İlhan, Feyz Yayınevi, Ankara 1997, 2.Baskı
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Adab-ı Fethullah - Şeyh Fethullahi Verkanisi - Menzil Yayınevi, Adıyaman, 1997


“Hakkın sıfatları müride yansır” şirki (S..17-18)

Marifet, Allah-u Teala'yı (cc) bilmek ve O'nun ahlakıyla ahlâklanarak sıfatlarının tam olarak hissedilmesidir. Böylece Hakk'ın sıfat ları müride yansır.


‘İhdinnessiratelmustagıym' dışında şeyh'e bağlanmak sapıklığı (S.18)

Cenab-ı Hakk'tan (c.c) başkasına yönelen ve gafletle zikreden kişinin imam kuru taklitte kalır, muhabbet ve marifet'i elde edemez. Bundan dolayı insan kâmil, mükemmel, arif ve bilgili bir şeyhe bağlanarak tarikata girmeli ona uyarak yol almalı, marifet ve muhabbeti elde ederek ilahî hakikatlere kavuşmaya çalışmalıdır.


Bir şeyhi rabıta ve şeyhe bağlanma sapıklığı (S.18)

Mürşid Rabıtası: Bir şeyhe bağlanmak, onu sevmek ve onunla ilgilenmek vaciptir. Böylece mürid gerçek sevgiye ve marifet'e yükselmeye güç bulur. Bunun için Nakşibendi büyükleri rabıta usulünü koymuşlardır. Rabıta kalbi tam sevgi ve cezbeyle üstada bağlamaktır. Ruhen ve kalben üstada bağlanan mürid onun hoşnut olduğu şeyleri bilerek veya sadece yönlendirmesiyle nefsinin arzularını bırakmayı başarır. Rabıta'da mürid kabul edilme ve reddedilme korkusuyla davranmalıdır. Üstadını yücelterek ve heybetle düşünmelidir. Şeyh rabıtasıyla ortaya çıkan durumlar ilerde açıklanacaktır.

Mürid üstadını devamlı düşünür; kendisi nin kabul edileceğini veya reddedileceğini tam olarak bilemediğinden sıkıntı ve ızdırap içinde adeta hasta gibi uyur. Yani ne tam emin olur ne de aşırı korkar.


“Şeyh müride Hz. İsa ve Lokman Hekim gibidir.”yalanı (S.20-21)

Kudsi hadis diye bilinen sözde şöyle buyurulmuştur: " Yer ve gök beni kuşatamaz; ancak mü'min kulumun kalbi Ben'i kuşatır."
Bu hadis değil tasavvuf ehli Şeyh Abdullah Tüsterî'nin ilham yoluyla söylediği sözdür. Uyanması istenen kalb bu insanî kalbdir. Çünkü emir aleminde Allah-u Teâlâ'nın (c.c) tecel lilerinin yeridir. Kuşatır (yesanî) kelimesi Cenab-ı Hakk'ın (c.c) Zat'ını değil tecellisini kuşatır anlamındadır. Kesinlikle O'nun Ulu Zatı bir yerde bulunmak ve kuşatılmaktan uzak ve yücedir. İnsanî kalbin uyanması ve gelişmesi için içtenlikle çok ibadet etmek; tam ve zorlu çalışma gerekir. Bundan dolayı mürid insanî kalbin yeri olan hayvanî kalbe devamlı yönelerek bakmakla emrolunmuştur. Bunu elde etmek için talib şöyle düşünür: "Benim kalbim gerçekte saydam, parlak, sağlam ve nur gibi idi. Çok günah işlemem ve nefsimin arzuları, şeytandan gelen kuruntularımla insanî kalbim karardı ve yaralandı. Bunları ancak mürşidim tedavi edebilir. Onun nefesi ve eli, ölüleri dirilten ve gözleri açan İsa Aleyhisselam'ın nefesi ve eli gibi; bakışları ve tedavisi Lokman He kim'in tabibliği gibidir." Bu şekilde inanan mürid teveccühe oturarak üstadının gelerek kendisine yönelmesini ve kalbini tedaviye başlamasını sabırsızlıkla bekler. Sanki bir gözüyle kalbine, diğer gözüyle yardım dileyerek arzuy la üstadına bakar. Teveccüh'te oturan kardeşle rini aracı ederek, yalvararak yardım ister. Ondan yardım dilenmekten başka çaresi olmadığını itiraf eder.



Şeyhi Allah ile bir tutma sapıklığı (S.21-22)

Üstadının sesini duyunca Mecnun'un Leyla'nın sesiyle sevindiği gibi sevincinden uçar ve haz duyar. Korku ve ümit arasında bir duyguyla yardım dilemeyi arttırır. Korkmasının nedeni şimdiye kadar tüm işlerini Allah-u Teâlâ'ya (c.c) ısmarlamıştı, O'na dayanmıştı. Şimdi ise O'nun bir kulunun emri altındadır; uygunsuz bir iş yaparsa durumu çok kötü olur. Çünkü Allah'ın (c.c) affetmesi ayrı, kulunun affetmesi ayrıdır.

Talip ümit yönüyle şu şekilde düşünür: Şimdiye kadar benim ruhum nefsimin elinde köle idi, şimdi ise Allah'ın (c.c) bir velisinin yardımı ve etkisi altındadır. Kötü ve çirkin nefs nerede, velinin yardımı nerede... ikisi arasında çok fark vardır.

Müridinin yarar görmesi için teveccüh süresince Allah-u Teâlâ'nın (c.c) rahmeti, nebilerin ve velilerin ruhları, melekler, Sahabe-i Kıram'ın yardımı hazırdır diye inanması gerekir.' Fakat bunların hepsi feyizden yararlandırma yetkisini üstada vermiştir. O'da bu feyzi ancak kabule uygun edeb sahibine verir.


Şeyh mürid için bir ilahtır. (S.23)


Yarar sağlamak için müridin korku, ümit, haz ve sevgi hallerini arttırması gerekir. Teveccüh sırası kendisine geldiğinde, Üstadı nefes verdikçe teyz almak için o nefesini içine çeker. Üstadı nefesini içine çektiğinde kalbindeki pası ve karanlığı yok ettiğine inanır. Ve kendi de kalbindeki pası ve karanlığı dışarı atmak için nefesini sağa ve sola doğru boşaltır. Üstadının nefes alıp vermesi boyunca onun yardımı ve feyz vermesiyle kalbindeki yaraların kapandığını, iyileştiğini ve kalbinin beyazlaştığmı düşünür. Üstadından ricada bulunarak bu durumu daha fazlalaştırmasım ister. Teveccüh'ün sonuna kadar bu olay devam eder. Teveccüh bitince, müridin içindeki rahatsızlıkların derecesi ortaya çıktığından rabıta anlatılır ve zikir eğitimi yapılır.


“Şeyhi rabıta ederken bir hal belirmezse mürid şeyhinden yardım istemelidir.”şirki (S.24)

Rabıta'nın birçok çeşidi vardır:

I- Üstadın Huzurunda: Mürid kendisini tahta oturmuş bir hükümdarın önündeki dilenci gibi düşünür. Kalbini de keşkül (dilenci çanağı) gibi düşünerek onu hükümdarın önüne koyup bağışlayacağı şeyi bekler. Üstad hazır bulunduğundan burada hayal etmek gerekmez ve hayali rabıta yapılmaz. Müridde şuhud
(olanğandışı görüntüler), mahviyet (kendini yok bilme), kalb sızlaması gibi şeyler olur ve korkmazsa bu hallerin artmasını ister. Fakat korku olursa rabıtayı bırakır. Eğer kendisinde her hangi bir hal belirmezse mürid üstadından yardım istemeyi en büyük kazanç bilir.



“Mürid şeyhinin Allah ile kendi arasında aracı olduğuna inanır.” Küfrü (S.25)

Zira talib Cenab-ı Hak'kın (c.c.) herşeye kadir ve üstadının da kendisiyle, Allah-u Teâlâ (c.c) arasında aracı olduğuna inanır. Bu düsünce onun nefsini tembellik ve ümitsizlikten kurtarır.


“Hatme duası okunurken isimleri geçen tarikat büyüklerinin ruhaniyetleri hazırdır.”şirki (S.25-26)

II- Üstadın bulunmadığı yerde rabıta:

1) Hatme yapılırken rabıta: Hatme başlamadan önce hatmenin hoş geçmesi, gönül rahatlığıyla yapılması ve mürşidinin orada hazır bulunması dilenir. Böylece onun yardımıyla kalb huzuru elde edilir. Hatme duası okunur ken isimleri geçen tarikat büyüklerinin ruhani yetleri hazırdır. Herbiri kendilerine uygun muh abbet (sevgi), ma'rifet (Allah'ı (c.c) bilme), dünyayı terketme, sabır, sıkıntılara katlanma gibi kıymetli armağanlarla birlikte gelirler. Bu armağanların dağıtılması üstad hatme yapılma- sına aracı olduğundan onun eliyle olur. Hatme yapılması müridlerin yararı içindir ve onlar da bu armağanları ancak üstadlarından isterler.


“Bu rabıta şeyhin müride geçmesi ve birleşmesiyle olur.Şeyh müridin içine girer.” Sapıklığı (S.26-27)

2) Şekli (surî) ve manevî rabıta:

a) Şekli rabıta: Müridin şeyhini gözünde canlandırarak düşünmesidir. Sanki üstad karşısında oturmuş, yüzü ayın ondördü gibi nur saçar. Oradan çıkan ışıklar müridin kalbine gelir, sonrada tüm bedenine yayılır.

Şekli rabıtanın diğer bir çeşidi de müridin mürşidini tüm bedenini saran nurdan bir giysi gibi düşünmesidir (telebbüs - elbise rabıtası) Bu giysiden yayılan ışığın kalbine, diğer latifelerine ve sonra tüm bedenine yayıldığını düşünür. Bu tür rabıta, rabıtadan feyz alan kişilere verilir. Yine bu rabıta vesveselerin saldırısı arttığında, kalbin sıkıntılı ve hayrete düştüğü anlarda ve üstadın müridin gözüyde heybetinin kaybolduğu durumlarda yararlıdır.

Bu rabıta şeyhin müride geçmesi ve birleşmesiyle olur. Bu durumda mürid kendisinin zarf olduğunu şeyhinin de içine, girdiğini düşünür. Bu şekilde mürid çoğu zaman hiçlikte olur; kendi yerine mürşidini görür, onda fani (yok) olur ve onunla birleşir. Şöyle ki, birleşme ve yok olma ancak muhabbet (sevgi) ve mahviyet'in (kendini yok bilme) en son derecesinde gerçekleşir.


“Bu rabıta kalb ile bilinir.” Yalanı (S.27)

Manevi rabıta: Bu rabıta şekil ve nurlarla ilgisi olmayan, duyularla belirlenemeyen, yüce bir anlam olup ancak kalb ile bilinir. Şekli rabıtadan sevgi, manevi rabıtadan ise ihlas (içtenlik) doğar. Bazan her iki rabıta birleşir, parlak dolunay gibi mananın heybeti ve görüntü birlikte gözlenir. Düşünüş veya görünüşün sonucuna göre sevgi veya ihlastan herbiri diğerini bastırır. Hangisi çoksa diğerini yok eder. Bazanda her ikisi eşit olarak beraberce bulunurlar.


Artık şeyh mürid nazarında her şeyi kuşatan ve herşeyde tasarruf eden bir ilahtır. (S.27-30)

Bu rabıtanın çeşitleri:

• Üstadın sözlü emirlerini o bulunmasa bile yerine getirmek; yasaklarından sakınmak; hoşlanmadığı şeyleri bırakmaktır.

• Üstadın herşeyi kuşattığını ve her şeyde tasarruf ettiğini (etkileme yetkisi verildiğini) düşünmek; üstadının kemâlâtının dışa vurdu ğunu açıkça görmek.

• Üstadını görmeyi ve onunla buluşmayı kalbi yanarak aşırı istemek. Onunla ilgisi olan şeyleri (evladını, mallarını, evlerini, bağlılarını ve hizmetçilerini) düşünmek. O'ndan ayrıl maktan üzülmek.

• Bir günahtan kaçınırken, yolda, yemek yerken, üstadını kendi ile birlikte görmek (Bu durumda edebli olunmalıdır.)

• Mürid uyurken, ayağını uzatırken ve abdest bozarken kıbleden sakındığı gibi üstadının bulunduğu yönden de sakınmalıdır.

• Üstadın bulunduğu yönü nurla kaplanmış, diğer yerler karanlık görmek ve şeyhinin bulunduğu yöne yönelmek.

• Mürid bütün ibadetlerini, hal ve hareket lerini tümüyle rabıtalı yapmalıdır. Namazdan, uykudan, ders alma veya vermeden önce ve sonra rabıta yapmalıdır. Çünkü iki rabıta arasında yapılan işler tamamen rabıtayla geçirilmiş gibidir.

• Uyandıktan sonra üstadını başı ucunda düşünmek. Böylece yatarken, kalkarken edebe uyulur.

• Dost ve arkadaş toplantısında, yemek davetlerinde mürşidinden öğrendiği sohbetleri yaparsa maddi iştahtan önce manevi iştah elde edilir. Müridin hanımı ile buluşmadan önce mürşidinin sohbetini yapması çok yararlıdır. Buna özen gösterilmelidir. Bu sohbetten hanı mında manevi şehvet doğar, sonra ruhta manevi sevgi oluşur. Bu gerçek sevgi ruhu saflaştırır. Maddi sevgi usanç, gevşeklik, tembellik, bezginlik ve gaflete neden olurken manevi sevgi kişiyi cezbe ve gerçeğe eriştirir.

• Mürid diğer alim ve şeyhlerin yanındayken ve özellikle kendi şeyhine karşılarsa rabıtaya önem verir. Böylece onlar mürşidine olan sevgi ve ihlasını azaltıcı etkide bulunamazlar ve manevi halini ortadan kaldıramazlar.

• Hased (çekememezlik) ve gıpta (imren me)'yi önleyen manevi rabıta: Güzel binek, değerli giyecek, şahane evler, yeşil ve etkileyici dinlenme yerleri gördüğünde mürid rabıta yaparak şu şekilde düşünür: "Keşke mürşidim burada olsaydı şu su başında sohbet etseydi, ne güzel olurdu veya şu güzel giysileri giyseydi, şu güzel binite binseydi, şu şahane köşkte otursaydı." Bu şekilde düşününce hased ve gıbta yerine sevgi doğar, insan günah işlemekten kurtulur. Ayrıca bu durum nazara (gözdeğme si) da engel olur.

Nimetler (iyilikler) karşısında rabıta: Üstadım bende bu nimetlerin bulunmamasından dolayı zayıflık ve ümidsizlik gördü; Allahu Teâlâ'ya (c.c) yalvararak rica etti. Onun duası nedeniyle Cenab-ı Hak (c.c) bana bu nimeti bağışladı. Bundan dolayı nimeti veren Allahu Teâlâ'ya ve aracı olan üstadıma teşekkür etmem gerekir.


Mürşid dediği Şeyh mürid için puttur. (S.54-55)

Mürşidi hatrında ihlasın en düşük derecesi: Müridin, dünya kutuplarla dolu olsa dahi feyiz kapısını ancak şeyhinin açabileceğini ve bütün ibadetlerinin şeyhinin bir tek nazarına (bakışına) eşit olamayacağına inanmasıdır.

İhlasın en yüksek derecesi: Şeyhinin tüm hareketlerinin, sözlerinin ve hatta latifelerinin (esprilerinin) nefsi, dünyevî, ve uhrevî (ahiret için) yarar için değil, ancak ruhanî ve Allah-u Teâlâ'nın (c.c) rızası için olduğuna inanmasıdır.

Muhabbetin (sevginin) en düşük derecesi: Şeyhinin tüm isteklerini kendi isteklerinden daha üstün tutmasıdır.

Muhabbetin (sevginin) en yüksek derecesi: Kendi arzularını şeyhinin arzularında yok etmesi, her hangi bir istek belirtmemesidir. Şeyhinin bir isteği ve emri olursa onu istemesi, bir şey emretmezse hiç bir dilekte bulunmamasıdır. Öyle hale gelmeli ki onun emri olmadan hiç bir şey yapmamalıdır. Bununla beraber şeyhiyle zahirde kavuşmayı şiddetle istemelidir. Zahirde kavuşunca, manen kavuşmayı yanık kalble şiddetle arzu ederek kendisini hiç bir şeyin oyalamasına izin vermemelidir; kalbindeki aşkı hiçbir şey söndürmesin ve onu yolundan gördüğü hiçbir şey alıkoymasın. Allahu Teâlâ'ya (c.c) yaklaştıkça ilahi makamlardan ne kadar uzak olduğunu anlar. Çünkü yakınlığın ve kavuşmanın dereceleri sonsuzdur.

Mürşidine teslim olmanın en düşük derecesi: Müridin kendi üzerinde şeyhinin tasarrufatını (etkilemesini) görmesidir. Böylece mürşidinin emri altında olduğunu bilir.

Adab-ı Fethullah - Şeyh Fethullahi Verkanisi, Menzil Yayınevi, Adıyaman, 1997
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İnsan-ı Kamil - - Abdulkerim Ceyli
cilt 1


ab8e3401574dd3629e83c3dfb6247ee8.jpg


“İnsanın zatı Allah'ın aynıdır.” İftirası (S.131)


Bir kul, bu kevnî mertebeden yükselir; kudsi mertebeye geçip, ondan kendisine gelen bir keşif olursa, bilir ki: İşte, Allah'ın zatı kendi zatının aynıdır.. Böylece, zatı idrâk etmiş olur.



“Keşfe nail olunca senin o olduğunu, onunda sen olduğunu anlarsın.”iftirası (S.133)


Zat-ı ilâhiyi idrâk üzerinde duralım.. Bu da, bilmen gerekli bir konudur.. Özünde tam bir yüceliğe sahip bulunan zat-ı ilâhiyi idrâk şu yoldan olur:

Bileceksin ki; sen osun; o da sen

Ne var ki bu: Kuru bir bilgi ile değil: Hak ka pından ihsan olunan ilâhî bir keşfe sahip olmakla olur

Anlatılan keşfe, ilâhî bir ihsanla nail olup senin o olduğunu; onun da sen olduğunu bildikten sonra anlarsın ki: Bu böyledir.. Bunun böyle oluşundaysa.. ne bir ittihad ne bir hulul vardır..



“Allah varlığın aynısıdır.” Yalanı (S.189)

O, şu varlığın aynıdır.. Bu varlık da onun aynıdır..

"Sebebine gelince: Onun evveli, aynen âhiridir; önü aynen sonudur..



Peygamber'e “Rabbimi bir delikanlı suretinde gördüm.”İftirası (S.195)


İlâhî TEŞBlH cemal suretinden ibarettir.. Cemal-i ilâhî için manalar vardır.. Bu manalar, ilâhî isimler ve sıfatlardır..

Aynı şekilde, cemal-i ilâhî için suretler de var dır.. Bu suretler ise., üstte anlatılan manaların tecellilerinden ibarettir..

Bu tecelliler ise., dıştan görülüp tutulan şey lerle; akıl yolu ile anlaşılan şeyler üzerine gelenlerdir.. Dıştan gelenler için, Resulüllah S.A. efen dimizin:

— «Rabbımı taze bir delikanlı suretinde gördüm..» Hadis-i şerifini misal olarak gösterebiliriz..



“Hak kuluna Allah isminde tecelli edince , kul da Allah olur.” İftirası (S.220)

Yüce ve sübhan olan Hak, kuluna: ALLAH is pitinden tecelli ettiği zaman o kul, kendi nefsinden yana fena bulur..

Böyle olunca kendisinden gaye: ALLAH olur O'nda ve onun için..

Bundan sonra, o kulun varlığı; zaman hadiselerine bağlanma köleliğinden kurtulur.. Bu kâinat bağları ile bağlılık durumu, kalkar; çözülür..

İşbu durumlardan sonradır ki, o kul;

a) Tek zat olur..

b) Sıfatlarda tek olur..

c) Analar ne? babalar ne? hiç birini tanımaz olur..

Durum ki anlatıldığı gibi oldu.

a) ALLAH'ı zikreden kimse; okulu zikreder..

b) ALLAH'a bakan kimse, o kula bakmış olur..

İşte., bütün bu olanlardan sonradır ki: Hal di li garib ve acib yoldan terennüm etmeye baş lar.



“Allah ilmiyle tecelli ederse o kul olmuş ve olacak her şeyi bilir.”yalanı (S.229-230)

Anlatılan bu birlikten'sonradır ki; yüce zat o kula, İLMÎYE sıfatı ile tecelli eder..

İşte, bu ilim sıfatı tecellisini aldıktan sonradır ki o kul: Bütün âlemi, içinde bulundukları duruma göre bilir..

Anlatılan âlemlerin bütün dallan ve kollan, o kulun ilim çenberine girer..

Başlangıcından taa, sonuna kadar..

Böyle olunca: O kul herşeyi bilir. Nasıl oldu,

ne şekilde oluyor ve sonunda nasıl olacak?..

Bütün bunları bilir..

O bilir: Bu iş, olmamıştır..

O bilir: O olmayan şey, ne sebeple olmamıştır?

O bilir: Olmayan bir şey, olunca, nasıl olur?

Ve nasıl olacak?..

Bütün bu anlatılanlar; o kulda bir ilim olarak mevcuttur"

Ama aslî bir ilim..

Ama hükmî bir ilim..

Ama keşfe, zevke dayanan bir ilim..

Öyle bir ilim ki., yani: Öyle bir bilgi ki, malum olup bilinenlere onun zatından sirayet edip geçmiştir..

Hem de, icmal yolundan..

Hem de, tafsil yolundan..

Hem de, küllî ve cüz'i yoldan..

Onun tafsili icmalinde gizlidir. Ama, gizliden de gizli bir gayb âleminde.. Ledünnî ve zatî olaraktan..

O, öyle bir gelişle gelmektedir ki; gaybın da gaybı âlemin, tafsilinden gelmektedir, bu şehadet âlemine çıkmaktadır..

Böyle olunca, onun icmal tafsili, gaybında mü şahede olunur..

Toplu icmali ise., gaybın da gaybındadır..

Sıfat tecellisi içinde, olana; ilmin gelişi, zahir de olan bir şey değildir.. Gizlinin de gizlisi âlemde, o ilmin içine dalan bilir!


“Allah kula basariyet ismiyle tecelli edince bütün gabi alemleri görür.” Yalanı (S.230-231)

BASARİYET..

Yüce Allah, kullarından bazılarına da, bu BA SAR sıfatı ile tecelli eder..

Bu tecellide, o kulun durumu şöyle olur:

Bu tecelli yüce Allah katından; ilme, ihataya, keşfe dayanan bir tecellisi ile geldiği zaman, onun için tam bir BASAR tecellisi yolu açılır..

Bu açılış, o kulun görüş açılışıdır.. İlminin u- zandığı yere kadar ne varsa, hepsini görür..

Bu makamda:

• Hakka dönük ilmin sözü geçmez..

• Halka dönük ilmin sözü de geçmez..

Bu makamda sadece: BASAR tecellisine nail olan kulun görüşü vardır...

Varlıkları tümden, içinde bulundukları halleri ile, o kul görür..

Ama, gizlinin gizlisi bir âlemde..

Burada pek hayret veren bir nokta vardır ki; şudur: O kul, gizlinin gizlisi âlemdeki herşeyi bildiği halde; bu şehadet âlemindekilere karşı bile mez ve göremez.



“Semi ismiyle tecelli edince bilir ve onun için uzak ve yakın birdir.”iftirası (S.232-233)
“SEMİ”

Yüce Allah kullarından bazılarına da, bu sıfatı ile tecelli eder..

Bu SEMİ' sıfatı tecellisine eren kul:

— Cemadat hükmünde bulunan (taş, toprak, vb.) şeylerin konuşmalarını dinler..

Bitkilerin sözlerini işitir..

Cümle canlı varlıkların dillerinden anlar..

Meleklerin sözlerini de anlar..

Bütün değişik dilde konuşanların lügatlerini bilir..

Hali anlatıldığı gibi olan bir kul için: Yakın ile uzağın hiç bir farkı yoktur.. Onun katında uzak, yakın gibidir..

Yukarıda anlatılan manaları biraz açalım..

Yüce Allah bu SEMİ' sıfatı ile, o kuluna tecelli ettiği zaman: Bitkilerin dillerim, cemadatın gizli sesini, bütün değişik dilleri; ondaki ahadiyet gücü ile, o kul işitir ve anlar..

Bu tecelli sayesinde ben: Rahmaniyet ilmimi rahmandan dinledim..

Kur'an okumayı öğrendim.. Bir ölçü birimi olan rıtıl oldum..





Ceyli Allah ve Kur'an adına yalan söylüyor. (S.234-237)

Bu hitab için, bir örnek verelim.. Mesela»: Ona şu nida gelir:

— Sen sevgilimsin.. Sen sevdiğimsin.. Arzula nan sensin..

Sen kullardaki yüzümsün..

Sen, en üstün gayesin.. En çok aranan sensin.

Sen, sırlar içinde sırrımsın..

Sen, nurlar içinde nurumsun..

Gözümsün; süsümsün..

Cemalim sensin; kemalim sensin..

İsimim sensin.. Zatım sensin.. Vasfım sensin.. Sıfatım sensin..

Ben, senin isminim.. Ben senin resminim..

Nişanın benim.. Alâmetin benim, sevdiğim..

Sen, bu kâinatın özüsün.. Bütün bu varlıklar, ve olanlardan maksad sensin..

Müşahedeme yaklaş; ben, sana varlığımla yaklaştım.. Uzak durma; çünkü ben:

— «Biz, ona şah damarından daha yakınız..» (50/16)

Sözünün sahibiyim..

Kulluk ismi ile bağlanıp kalma..

Rabb olmasaydı, kul da olmazdı..

Ben, seni nasıl izhar ettimse, sen de beni izhar ettin..

Senin kulluğun olmasaydı; benim de, rübubiyet vasfım olmazdı..

Ben, seni nasıl bulduysam, sen de beni öyle buldun..

Senin vücudun olmasaydı, benim vücudum da olmazdı..

Sevgilim, yaklaş yaklaş..

Sevgilim, yüksel., yüksel..

Sevgilim, seni vasfım için istedim; kendim için yaptım..

Kendin için başkasını isteme; senin için de benden başkasını arzulama..

Sevgilim, bütün kokularda beni kokla..

Sevgilim, bütün taamlarda beni ye.

Sevgilim, mevhum şeylerden beni çıkar..

Sevgilim, malum şeylerden bana akıl yolu bul..

Sevgilim, bu hissedilen şeylerde beni müşahe de et..

Sevgilim, el değdirilen şeylerde bana dokun..

Sevgilim, giyilen şeylerde beni giy..

Sevgilim, benden murad sensin.. Benimle künye aldın.. Namıma künye alan sensin..



Yukarıda anlatılan kelâmlar o kadar güzeldir ki, o kadar tatlıdır ki., o yoldan yapılan ihsanlara ne doyulur, ne de o latifelerden bıkılır..

KELÂM sıfatı kendisinde olanlardan bazıları da: Hak'la konuşur.. Ama, halk dili ile..

Söylenen sözü bir yönden duyar.. Ama, o bilir ki: O söz, bir başka yönden gelmektedir..

Halktan biri ona seslenir; o da duyar..

Ama, Hak'tan duyar.. Halktan değil..

Bu manada şöyle söylerim:

Leylâ ile olurdum, gayrı yoktu görsem bile;

Cemadatla konuşurdum Leylâ'ya hitab ile..

Şaşılacak bir şey yoktur, onlarla konuşsam da;

C emadattan cevab aldım, Leylâ'dan cevab ile..

KELAM tecellisine nail olan kullardan bazıla rını; yüce Hak cisimler âleminden alır, ruhlar âlemine götürür..

Mertebe bakımından, bunlar en yüce mertebelerin sahibidir..

Bazı kullar, bu yüce hitabı kalbinde bulur.. Kalben, yüce Hak'la konuşur..

Bazıları, ruh ile, dünya semasına yükselir..

Bu sınıfa mensub olanlar arasında; ikinci ve üçüncü semaya yükselen zatlar da vardır..

Haliyle, bu yükseliş, kimin kısmetîndeyse.. kısmeti ne kadarsa, o kadar olur..

Sıdre-i müntehaya yükselen kimseler de vardır..

Yükselirler; konuşmalarını orada yaparlar..

Hâsılı: KELÂM teceilisine nail olanlar, haki katler âlemine girdikleri kadar yüce Hakkın mu hatabı olurlar..

Bu böyledir; başka türlü olamaz.. Zira, her şeyin bir yeri vardır..

Yüce ve sübhan Hakkın şanı ise., her şeyi, ye rinde yerine getirmektir..

KELÂM sıfatının tecellisi, Hakkın kelâmına muhatab olacak kimselerden bazıları için bir şeref köşkü kurulur..

Hem de, nurlu ve parlak bir şekilde.. Pırıl pı rıl yanan bir köşk gibi..

Bazı kullar da, iç âleminde parlayan bir nur görür.. Yüce Hakkın hitabına, o nurlu yönden nail olur..

Bu nurun şekli değişiktir..

Bazan, çokluğu kavranabilir ve:

— Şu kadardır..

Denebilir..

Bazan, o nurun çokluğunu anlamak mümkün değildir.. Çok çoktur.. Çoktan da çoktur..

Anlatılan nur, yuvarlak daire biçiminde olabi lir..

Uzayıp giden bir şekilde de olabilir..



“Kelam tecellisine erişince Hakk'ın kelamını duyarsın ve sen de mabut olursun.”iftirası (S.238-239)

Kelâm tecellisine erip yüce Hak kın kelâmını duyanlar için:

— Sidre-i müntehaya yükselen kimseler de vardır..

Demiştik.. Bunların nail olacağı kelâmın bir şeklini burada anlatmamız yerinde olur..

Bunlar arasında şu hitaba nail olan vardır:

— Sevgilim, senin benliğin işte benim kimliğimdir..

Sen, aynen osun., o ise., ancak benim; sevgilim..

Senin bu yaygın halin, benim terkibimdir.. Çokluk yönün, benim birliğimdir..

Senin terkibin dahi, benim yaygın halimdir..

Senin cehaletin, benim bilginidir..

Senden murad, benim..

Ben, senin içinim, benim için değil.. Sen de, benim içinsin.. Senin için değil.

Sevgilim, sen üzerinde vucud küresinin dön-d üğü bir noktasın..

O varlık küresinde, sen abd olmaktasın; aynı z amanda, mabud da olursun..

Nur sensin.. Zuhur sensin..

Sen bir güzelliksin; bir suretsin.

Tıpkı insana lâzım olan göz; bu göze de lâzım. olan insan gibisin..



“Kula irade sıfatı tecelli edince her şey onun arzusuna göre olur.” Yalanı (S.240-241)

İRADE..

SIFATLAR TECELLİSİ içinde ehliyet kazanan bazı kimselere yüce Allah, İRADE sıfatı ile tecelli "eder..

Bu tecelliye nail olunca, yaratılmışlar hep onun iradesi ve arzusuna, göre olur..

Bu tecellinin yolu, kelâm sıfatından geçer..

Yüce Allah, mütekelîim sıfatını o kulda tecelli ettirince; o kul, bu sıfatın ahadiyet yönü ile, m ahlukatta iradesini yürütmeye başlar..

Artık her şey, onun arzusuna göre olur.

Burada, önemli bir noktaya işaret edeceğiz.. Özellikle dikkat edilmesi gerekir..

Çünkü, bu tecelliye erenlerden, bazısı gerisin geri dönmüş; yüce Hak'tan yana gördüğü şeyleri in kâr yoluna sapmıştır..

Bu, şöyle olmuştur:

Yüce Hak, o kimseye; ilâhî olan gayb âlemin de, her şeyin kendi arzusu ile olduğunu göstermiş tir..

Hem de, müşahede yolü ile., açık bir şekilde..

Kul, orada bu hale sahib olduğunu görünce; aynı şeyin bu şehadet âleminde de olmasını iste miştir..

Ne var ki, bu olamaz.. Çünkü o durum, zatî özellikler arasında sayılır. Bunu sezememiştir..

İşte., anlatılan talebi yerine gelmeyince, o ay- nen gördüğü müşahedeyi inkâr etmiştir..

Gerisin geri dönmüş ve kalb sırçası kırılmıştık..

Bu müşahededen sonra Hakkı da inkâr etti. Onu bulduktan sonra, yitirdi..



“Kulda kudret tecelli edince gizli şeyler görünmeye başlar.” Yalanı (S.241)


KUDRET ..

SIFATLAR TECELLİSİ içinde bazıları bu' KUDRET sıfatı tecellisine geçer..

Bu geçiş sonunda, tümden eşya onun kudreti ile olmaya başlar..

Ama gaybî âlemde., gizlide..

Aynı âlemde bulunan, onun model varlığında olur..

Bu tecellide bir yükselme kaydedip ilerlerse.. ondan da öteye geçerse., gizli tuttuğu şeyler, ken disine görünmeye başlar..




“Uluhiyet sıfatı tecelli edince zıdları özünde toplar.” Yalanı (S.246)

ÜLÛHİYET..

Bazılarına da: yüce Allah, ÜLÛHİYET sıfatı ile tecelli eder..

Bu tecelliye nail olan kimse., zıdları özünde toplar..

Beyazı ve siyahı bir eder..

Yükseklikleri de, aşağıları da şümulüne alır..

Toprağı da, incileri de bir görür..

Bu tecellide, kulun aklı: İsme, vasfa erer.. Ama, açılıp kapanmayı kabul etmez.

Bunun katında o gibi işler, susuza su gibi ge len serap gibidir., git git bulunmaz., sonu yok..

Bir şey bulamaz; sonunda, Allah'tan başka..

Allah'ını bulur; Allah da onun hesabını görür..

Sağlı sollu kitabı alır; ve şu âyetin okunuşunu duyar:

— «Uzaklık, zalim topluluğa..» (23/41)



Zat sıfatı tecelli ederse gavs olur, mehdi ,hatem ve halife odur.”Yalanı (S.263)


Yukarıda anlatılan LATİFE iki şekilde olur:

a) ZATÎ..

b) SIFATI..

Şimdi bunların manasını açalım.."

Anlatılan latife, ZATÎ olduğu zaman, insana ağlanan bu heykel:

O kâmil ferd olur.. Her şeyi özünde toplayan bir gavs olur..

Bu varlığın isleri onda çevrilir..

Yapılan secde ve rükûlar onun için olur..

Yüce Allah âlemi onunla korur..

— Mehdi ve hatem..

Tabirleri, onu anlatmak için kullanılır..

İşte.. HALİFE, odur..


“Putlarda zahir olan benim , şu putların tümü benden başkası değildir.” (S.357-358)

Buraya kadar anlatılan âyet-i kerimedeki mana ise.. şu ayet-i kerimedeki sözü tefsir etti:

"İlah yoktur; ancak ben varım..» (20/14)

Bundan, şunu anlatmak istiyor:

— İbadet edilen ilâhlık durumunda ancak ben varım..

Bu putlarda zahir olan benim: Felekler, tabiatlar hep benim..

Cümle meznep ve din ehlinin kulluk ettiği her şey benim..

Şu putların tümü, BEN'den başka değildir..

Bundandır ki, onlara: .

--ilâhlar..

Lafzını tesbit ettim.: Bu. lafzı onlara da ad koy dum..

Haliyle onlara verilen bu isim, hakikatte al dıkları durum icabıdır..

..Ve bu isim: Mecaz yolu ile değil, hakikat ola rak verilmiştir.

Zahir ehlinin:

— İlâhlar, ismi, onlara tapanların verdiği isimdir.. Hak Taâlâ ise., verdiği isimle bunu murad etmiştir.. Yoksa, kendi özlerinde, bu ismi hak ettikleri için vermemiştir..

Dedikleri gibi değildir.. Halbuki bu, yanlıştır.. Ve, Hakka iftiradır..

Çünkü bu eşyaya tümden; hatta bu vücudda bulunanların hemen her biri için, hakikatta Allah' ın zatı yönünden gelen bir isimdir. Hem de, hakikî olarak..

Zira, sübhan olan Yüce Hak bu manaya göre, eşyanın aynıdır.



Cennet ve Cehennem ebediliği uzarsa olmaz,bu ebediliğin tükenmesi zaruridir.”iftirası (S.373-374)

Şunu da bilesin ki..

— Mümkin..

Vasfını alanlardan her şey için bir EBED durumu vardır..

Meselâ:

Dünyanın EBED'i: Âhirete geçmesidir..

Âhiretin EBED'i: İşin Yüce Hakka geçmesidir..

Burada, önemli bir nokta var ki onu da açıklamak gerekir..

O nokta: Mümkinlerde bulunan:

— E B E D..

Vasıflarının kesilmesine hükm' olunmaktır..

Bunlar arasında: Cennet ehlinin EBED'lerini: cehennem ehlinin EBED'lerini saymak gerekir..

Bu EBED durumlarının elbette tükenmesi za rurîdir..

Eğer onlar devam eder; bekaları babında hûküm uzarsa., olmaz.

Olmaz; zira: Hakkın EBED'lik durumu; kendi zatından başkası için, EBED'in bitiş hükmünü ver mekten yana bizi bağlar..

Kaldı ki: Hiç bir mahluk için yüce Hakkın bekasında, aynı seyir hakkı yoktur.. Yani: Kendi ba şına.

Bu babdaki hüküm budur..

Biz, sözü makul bir ibare ile, bu şekilde ortaya çıkarmış olsak dahi esas manasında bir değişiklik olmâz.

Çünkü: Biz onu, açık bir keşif yolu ile elde et tik..

İsteyen inanır; isteyen inkâr eder.



Cili'nin ve tasavvuf'un uydurulan ilahları (S.437)


Halbuki, efrad ve aktabdan her biri için, bu varlık ülkesinde tasarruf vardır..

Bunlardan her biri: Gecede ve gündüzde neler olur, onu dahi bilirler; kuş dillerini bilmek bunun yanında hiç kalır..

Bu manada Şiblî rh. der ki:

• Kara karınca, kara taş üstünde, karanlık bir gecede yürür de, ben onun ayak sesini duymaz sam, kendim için:

• Ben, kandırılmışım; Rabbımın mekre uğramışıyım..

Derim..

Başka bir zat ise, şöyle demiştir:

— Ben o gibi hareketleri anlamadığımı nasıl söyleyebilirim?.. Onun hareket için hazırlanışı, be nim gücümle olmaktadır..

Onu. hareket ettiren benim.. Nasıl onu anlamadığımı, söyleyebilirim.. Hem de, onu hareket ettiren olarak..

İnsan-ı Kamil cilt 1 - Abdulkerim Ceyli, Üçdal Neşriyat, İst-1980
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Ana Sayfa Alt