ntı
Çünkü bu gibi insanlardan bazısı, böyle bir sahneyle karşı karşıya kalabilir. Rububiyet birliğinde yok olma sahnesi...
O zaman da, bu sahne devam ettikçe, herhangi bir fark görmeyebilir. Bir süre, farkı algılamasını sağlayan duyuları etkisiz kalabilir. Bu yüzden, yaşadığı bu fena buluşun övülesi bir makam olduğunu sanabilir. Artık bunu salikler için ya bir amaç, ya da vazgeçilmez bir nitelik olarak kabul eder. İşte bu yanlıştır. Çünkü zaman zaman, lezzet veren ve azab veren şeyler arasında fark görmeyiş, uyku ile unutma, gaflet ile bir şeyle meşgul olmaktan dolayı algılamama arasındaki farkın olmayışına benzer. Yoksa özünde sabit olan fark hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Sebebi ortaya çıktığı anda, bu fark yeniden hissedilir.
Nitekim bunu söyleyenler de neticede acıkırlar, susuz olurlar. Ama hiçbir zaman ekmekle içeceği, tuzlu acı ile tatlıyı eşit görmezler. Bunları birbirlerinden ayırmak ve: şu güzeldir, şu da güzel değildir, demek zorundadırlar. İşte Allah ve Resulü’nün emrettiği ve yasakladığı şeyler arasındaki fark da bunun gibidir. Çünkü Allah ve Resulü iyi olan söz ve fiilleri emretmiş, pis olanlarını da yasaklamışlardır.
Farktan maksadın, bazı şeyler var; faydalıdır, kişinin lezzet duymasına ve nimetlenmesine neden olur, bazı şeyler de vardır; zararlıdır, kişinin acı ve azap duymasına neden olurlar, bunların bir kısmı duyularla algılanır, dünya işleriyle ilgili olanların bir kısmı da akılla kavranır, gerçeği olduğu gibi bilindiğine göre, bu gerçeğe dayalı olarak şunu söyleyebiliriz:
İşte bu temelden hareketle insanlar, dünyada kendilerine menfaat sağlayan şeyleri ve zarar veren şeyleri bilirler. Bu, insanın ayırıcı özelliği olan aklın bir işlevidir. Çünkü akıl, bazı fiillerin duyularla algılanamayan sonuçlarını algılayabilir. Akıl sözcüğü Kur’an’da, menfaat sağlayıcı olanı celbetme ve zararlı olanı savma işinde kullanılan kabiliyet anlamında kullanılır.
Yüce Allah, elçileri fıtratı kemale erdirmeleri amacıyla göndermiştir. Onlara, ahirette nimetlere kavuşmalarını ve uhrevi azaptan kurtulmalarını sağlayacak şeyleri göstermiştir. Şu halde emredilen / serbest olanla yasaklanan / sakıncalı arasındaki fark, cennetle cehennem, lezzetle acı, nimetle azap arasındaki fark gibidir. Bir kimse bu farkı algılayamıyorsa, şayet bu algılayamayışı, aklını başından alan bir etkenden kaynaklanıyorsa, mazurdur. Değilse, işlediği şerden ve terk ettiği hayırdan sorumludur.
Hiç kuşkusuz, insanlar içinde bazen -geçici olarak- aklını yitiren kimseler vardır. İnsanlardan bazıları akıllarını başlarından alacak alışkanlıklara sahiptirler. İçki içmek, çalgılar eşliğinde müzik dinlemek gibi. Müziğin etkisi bazen o kadar güçlü olur ki, kişiyi sarhoş dahi yapabilir ve neticede şeytanlar onların yakın dostları haline gelirler. Aklı baştan alan, sarhoş edici müzik dinleyen kimselerin birbirlerini öldürdükleri dahi oluyor. Tıpkı içki içenlerin sarhoş olduktan sonra birbirlerini öldürmeleri gibi. Bu işleri bilenler böyle şeyleri çok görmüşlerdir. İşte bu şekilde kendilerinden geçenlerden bazıları şöyle derler:
Maktul şehittir. Daha açıkçası, maktul, içki içerken öldürülen kimse gibidir... Çünkü gayri meşru bir şeyin etkisiyle sarhoş olmuşlardır. Ama bunun Allah’ın müttaki velilerinin hallerinden olduğunu sanıyorlar. Dolayısıyla, bu haldeyken öldürülenler, fitne çıkardığı için öldürülen kimseler gibidir. Yani, bu gibi insanlar, taammüden katledilmiş veya haksız yere öldürülmüş kimseler sayılmazlar.
Eğer biri dese ki:
Bu şekilde kendinden geçip fena bulma, yükümlülüğün kaldırılmasına neden olur mu?
Buna şöyle cevap verilir:
İnsanın karşısına mazur olacağı bir sebep çıksa ve bunun etkisiyle, temyiz yeteneği olan aklı başından gitse, o zaman uyuyan veya bayılan kimse hükmünde olur. Bu tür bir sarhoşluk da günah sayılmaz. İçkinin haram kılınmasından önce sarhoş olan veya içki taşırken etkilenip sarhoş olan ya da –ulemanın çoğunluğunun görüşüne göre- içki içmeye zorlanan kimse gibi. Ama sarhoşluk, haram bir nedenden kaynaklanıyorsa, bunun ulema arasındaki yoğun bir şekilde tartışıldığı bilinmektedir.
Bayezid-i Bestami ve başkalarından halık-mahlûk birliğiyle, arada bir farkın olmayışıyla ilgili sözler aktarıp da bu hususta onları mazur görenler diyorlar ki:
Kişinin mahbubuna yönelik sevgisi ileri düzeye varıp kişiyi tamamen kuşatınca, ayrıca adamın da kalbi zayıfsa, duyduğu sevgisinden dolayı mahbubunda kaybolur. Mahbubunun varlığıyla kendi varlığını yitirir. Sürekli andığı sevgilisinden dolayı kendisini unutur. Derken hiç olmamış gibi yok olur, hep varmış gibi de baki olur. Anlatıldığına göre, bir adam kendisini suya atar. Sevgilisi de arkasından kendisini atar. Adam:
“Ben kendimi attım; sen niçin atladın? deyince, sevgilisi şöyle der:
Kendimi sende kaybettim ve seni ben sandım.”
İşte bunun benzeri haller, kişinin rab ile kul, emredilen ile yasaklanan arasındaki farkı algılayamamasına, bilgi ya da hakkın bilincinde olmamasına neden olurlar. Hatta sonunda, şununla şunun farkını dahi bilmezler. Neticede mazur sayılırlar. Dolayısıyla bu gibi kimselerin sözlerinde bir gerçeklik aranmaz.
Ama tasavvuf ehlinden olduklarını iddia eden bir taife, bunu gerçek gibi algılıyor ve gerçek tevhidin bu olduğunu söylüyor. “Menazilu’s Sairin” yazarı ve İbn-i Arif gibiler bu kanaattedir. Öte yandan İbni Arabi et-Tai gibiler de genel varlık birliğinin bir gerçeklik olduğunu savunurlar.
Çünkü bu gibi insanlardan bazısı, böyle bir sahneyle karşı karşıya kalabilir. Rububiyet birliğinde yok olma sahnesi...
O zaman da, bu sahne devam ettikçe, herhangi bir fark görmeyebilir. Bir süre, farkı algılamasını sağlayan duyuları etkisiz kalabilir. Bu yüzden, yaşadığı bu fena buluşun övülesi bir makam olduğunu sanabilir. Artık bunu salikler için ya bir amaç, ya da vazgeçilmez bir nitelik olarak kabul eder. İşte bu yanlıştır. Çünkü zaman zaman, lezzet veren ve azab veren şeyler arasında fark görmeyiş, uyku ile unutma, gaflet ile bir şeyle meşgul olmaktan dolayı algılamama arasındaki farkın olmayışına benzer. Yoksa özünde sabit olan fark hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Sebebi ortaya çıktığı anda, bu fark yeniden hissedilir.
Nitekim bunu söyleyenler de neticede acıkırlar, susuz olurlar. Ama hiçbir zaman ekmekle içeceği, tuzlu acı ile tatlıyı eşit görmezler. Bunları birbirlerinden ayırmak ve: şu güzeldir, şu da güzel değildir, demek zorundadırlar. İşte Allah ve Resulü’nün emrettiği ve yasakladığı şeyler arasındaki fark da bunun gibidir. Çünkü Allah ve Resulü iyi olan söz ve fiilleri emretmiş, pis olanlarını da yasaklamışlardır.
Farktan maksadın, bazı şeyler var; faydalıdır, kişinin lezzet duymasına ve nimetlenmesine neden olur, bazı şeyler de vardır; zararlıdır, kişinin acı ve azap duymasına neden olurlar, bunların bir kısmı duyularla algılanır, dünya işleriyle ilgili olanların bir kısmı da akılla kavranır, gerçeği olduğu gibi bilindiğine göre, bu gerçeğe dayalı olarak şunu söyleyebiliriz:
İşte bu temelden hareketle insanlar, dünyada kendilerine menfaat sağlayan şeyleri ve zarar veren şeyleri bilirler. Bu, insanın ayırıcı özelliği olan aklın bir işlevidir. Çünkü akıl, bazı fiillerin duyularla algılanamayan sonuçlarını algılayabilir. Akıl sözcüğü Kur’an’da, menfaat sağlayıcı olanı celbetme ve zararlı olanı savma işinde kullanılan kabiliyet anlamında kullanılır.
Yüce Allah, elçileri fıtratı kemale erdirmeleri amacıyla göndermiştir. Onlara, ahirette nimetlere kavuşmalarını ve uhrevi azaptan kurtulmalarını sağlayacak şeyleri göstermiştir. Şu halde emredilen / serbest olanla yasaklanan / sakıncalı arasındaki fark, cennetle cehennem, lezzetle acı, nimetle azap arasındaki fark gibidir. Bir kimse bu farkı algılayamıyorsa, şayet bu algılayamayışı, aklını başından alan bir etkenden kaynaklanıyorsa, mazurdur. Değilse, işlediği şerden ve terk ettiği hayırdan sorumludur.
Hiç kuşkusuz, insanlar içinde bazen -geçici olarak- aklını yitiren kimseler vardır. İnsanlardan bazıları akıllarını başlarından alacak alışkanlıklara sahiptirler. İçki içmek, çalgılar eşliğinde müzik dinlemek gibi. Müziğin etkisi bazen o kadar güçlü olur ki, kişiyi sarhoş dahi yapabilir ve neticede şeytanlar onların yakın dostları haline gelirler. Aklı baştan alan, sarhoş edici müzik dinleyen kimselerin birbirlerini öldürdükleri dahi oluyor. Tıpkı içki içenlerin sarhoş olduktan sonra birbirlerini öldürmeleri gibi. Bu işleri bilenler böyle şeyleri çok görmüşlerdir. İşte bu şekilde kendilerinden geçenlerden bazıları şöyle derler:
Maktul şehittir. Daha açıkçası, maktul, içki içerken öldürülen kimse gibidir... Çünkü gayri meşru bir şeyin etkisiyle sarhoş olmuşlardır. Ama bunun Allah’ın müttaki velilerinin hallerinden olduğunu sanıyorlar. Dolayısıyla, bu haldeyken öldürülenler, fitne çıkardığı için öldürülen kimseler gibidir. Yani, bu gibi insanlar, taammüden katledilmiş veya haksız yere öldürülmüş kimseler sayılmazlar.
Eğer biri dese ki:
Bu şekilde kendinden geçip fena bulma, yükümlülüğün kaldırılmasına neden olur mu?
Buna şöyle cevap verilir:
İnsanın karşısına mazur olacağı bir sebep çıksa ve bunun etkisiyle, temyiz yeteneği olan aklı başından gitse, o zaman uyuyan veya bayılan kimse hükmünde olur. Bu tür bir sarhoşluk da günah sayılmaz. İçkinin haram kılınmasından önce sarhoş olan veya içki taşırken etkilenip sarhoş olan ya da –ulemanın çoğunluğunun görüşüne göre- içki içmeye zorlanan kimse gibi. Ama sarhoşluk, haram bir nedenden kaynaklanıyorsa, bunun ulema arasındaki yoğun bir şekilde tartışıldığı bilinmektedir.
Bayezid-i Bestami ve başkalarından halık-mahlûk birliğiyle, arada bir farkın olmayışıyla ilgili sözler aktarıp da bu hususta onları mazur görenler diyorlar ki:
Kişinin mahbubuna yönelik sevgisi ileri düzeye varıp kişiyi tamamen kuşatınca, ayrıca adamın da kalbi zayıfsa, duyduğu sevgisinden dolayı mahbubunda kaybolur. Mahbubunun varlığıyla kendi varlığını yitirir. Sürekli andığı sevgilisinden dolayı kendisini unutur. Derken hiç olmamış gibi yok olur, hep varmış gibi de baki olur. Anlatıldığına göre, bir adam kendisini suya atar. Sevgilisi de arkasından kendisini atar. Adam:
“Ben kendimi attım; sen niçin atladın? deyince, sevgilisi şöyle der:
Kendimi sende kaybettim ve seni ben sandım.”
İşte bunun benzeri haller, kişinin rab ile kul, emredilen ile yasaklanan arasındaki farkı algılayamamasına, bilgi ya da hakkın bilincinde olmamasına neden olurlar. Hatta sonunda, şununla şunun farkını dahi bilmezler. Neticede mazur sayılırlar. Dolayısıyla bu gibi kimselerin sözlerinde bir gerçeklik aranmaz.
Ama tasavvuf ehlinden olduklarını iddia eden bir taife, bunu gerçek gibi algılıyor ve gerçek tevhidin bu olduğunu söylüyor. “Menazilu’s Sairin” yazarı ve İbn-i Arif gibiler bu kanaattedir. Öte yandan İbni Arabi et-Tai gibiler de genel varlık birliğinin bir gerçeklik olduğunu savunurlar.