Günümüzde pekçok kişi tasavvuftaki inanışların, tarikatlardaki uygulamaların sadece islamın farklı bir yorumlanışı olduğunu sanıyor ver bunda bir yanlışlık görmüyor. Oysa bu konularla ilgili basit bir araştırma ve Kuran ayetleri ile karşılaştırma yapıldığında ‘’ İslamda tasavvuf var mı ?’’ yerine ‘’Tasavvufta islam var mı?’’ demek gerek. Çünkü tasavvuftaki inanışlar Hint (Budizm, Vedalar, vb.), İran, Mısır (Hermes, vb.), Arap (Cahiliye Dönemi), Yunan (Pisagor, Sokrat, Eflatun, vb.), Türk (Şamanizm, vb.), Yahudi (Zohar, vb.) ve Hristiyanların (Gnostikler, Denys, vb.) uydurduğu ruhbanlık ve tasavvuf uygulamaları islama değil başka inanç ve kültürlere dayanır.
‘’Pisagor’un buluşu olan hikmeti işrak, felsefe ilimleri meyanında bizim ilimler arasında tasavvuf gibidir. İslam mutasavvıfının hikmeti işraka nisbeti, kelam ilminin hikmeti ilahiyyeye nisbeti gibidir. Keşfuz Zunun’a göre hukemayı ilahiyyundan işrakiyyun, meşreb ve ıstılahta sofiyyun gibidir. Hikmeti işrak kitaplarını inceleyenlere gizli kalmayacağı şekilde, tasavvufun ıstılahları işrakiyyun ıstılahlarından alınmadır…Pisagor, tasavvuf tekkesi ve rahipler manastırının banisidir. Velayet seyrinin müşahhası gibidir.’’ (Tasavvuf Tarihi, Mehmed A. Ayni)
‘’Vedalar’da…Hadsiz hesapsız mabudlardan bahsedilmekte ise de, Ariyalar bu bedevi durumu bırakıp Ganj nehrinin suladığı münbit ovalara yerleştikten sonra mezhepleri incelmiş, yükselmiş ve muhteşem bir Vahdeti vucud (Panteizm-Çoktanrıcılık) mezhebine dönmüştür. ..Hint münzevilerinin düşündükleri hep yokluk dalgasıdır. Zira her suret zaildir. Buna göre dünya rüya içinde rüya görmektir. Öyleyse elem çekmek, sevmek, bir arzu bir murad arkasında koşmak niçin? Hayat gam ve kederden ibaret bir rüyadır ki, ruh biran evvel bundan kurtulmak ister… Vedalar’ın tefsiri olan Vedanta’nın öğretilerinin özü vahdeti vücuddan ibarettir…Zira Brahman, yani bütün varlıkların mebdei ezelisi yahut bütün alemleri yaratan, hıfz ve irca eden kuvvet ile insan ruhunun birliğini öğretmekte…Vedanta’ya göre herbirimizin ruhu Brahman’ın bir parçası, bir zuhur ve tecellisi değil, bütün kemaliyle sermedi ve bölünmez olan Brahman’ın kendisidir.’’ (Tasavvuf Tarihi, Mehmed A. Ayni)
‘’Çile gecesinde yeraltındaki hücrede kendisine manaları izah olunan ve yirmi iki sırra delalet eden kutsal nakışlar iki sıra olarak mabedin divanhanelerinden birinde aynen mevcuttu. İlmi ledun şehrinin kapısında kendisine kenarından gösterilen bu sırlar ilahi ilimlerin bizzat umutları idi, fakat onları anlamak için seyr ve suluku bitirmiş olmak lazımdır…Bunun üzerine salik yine hücresine dönerdi. Böylelikle nice aylar ve seneler geçerdi…Bundan sonra salikin içinde ne muhalefet, ne esef, ne emel, hiçbir şey kalmazdı. O artık Hakka teslim olmuş, hakikate nefsini adamıştı. Salikin bu irfan derecesine ulaştığı anlaşılınca başrahip günün birinde salikin yanına gelip kendisine hakikatin inkişaf etme saatinin yaklaştığını tebliğ ederdi.’’ (Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Cavit Sunar; Tasavvuf Tarihi, Mehmed A. Ayni)
‘’Zohar’a göre ruhlar, ilahi olan asıl vatanlarına dönebilmek için temizlenip saf hale gelmek ve geldikleri ilahi yeri ve kaynağı bilmek, bunun için de bazı çileler geçirmek zorundadırlar. Ruh, bilgi ve irfana ancak dünyadaki hayatında ulaşabilir. Eğer bir ruh dünyadaki hayatında bilgi ve irfana ulaşamazsa, dünyaya tekrar başka bir kalıpta gelip yeniden bu yolda çalışmak zorundadır….Bu gelip gitmelerden ancak bilgi ve irfana kavuştuktan sonra kurtulur. ‘’ (Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Cavit Sunar)
‘’Denys, özellikle İlahi İsimler adlı kitabında ruhun duyular aleminden nasıl sıyrılabileceğini, bu dünya ve nimetlerini nasıl bırakabileceğini ve bizzat kendinden de geçerek, kendini de yokedip Hakka nasıl ulaşabileceğini öğretmektedir ki, sonu Allah’a ulaşan bu yol, aklen stidlal yolu değil, aşk yoludur…Kısaca Hristiyan tasavvufunda esas şudur: Bütün kemalleri, faziletleri ve nimetleri ortaya koyan ve onların en yüksek örneği olan Allah, akıl ile bulunamaz, ilim ile bilinemez. Allah ancak aşk ile bulunabilir ve bilinebilir. Şu halde insan, vücudunu Allah’ta yokedip Allah’ta ve Allah için yaşamalıdır.’’ (Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Cavit Sunar)
‘’Eskiden Hindistan’da Brahman, Mısır’da Hermes mezheplerinin dış yüzlerinden başka birde iç yüzleri vardır ki, bu ledun ilmini gizli olarak derece derece yalnız mürid ve müntesiplere verirlerdi. Bunun konusu tasavvuftan başka bir şey değildi. Dinin panteizme (çoktanrıcılık),ezeli, kendiliğinden varolan bir Allah’ın varlığına inanılmış, buna Brahma ismi verilmiştir….Keza eski Mısır’da Ledun ilmine sahip bulunan güzide kimselerin tevhid akidesine inandıkları Maspero tarafından vesikalara dayanılarak ispat edilmiştir. Eski Yunan’da tasavvufun öncüsü olarak Pisagor’u görüyoruz. Sokrat, Platon ve Aristo gibi düşünürler, tasavvufla ilgili fikirleri dolayısıyla Pisagor’u tasdik ve takdir etmişlerdir. Sokrat insanın her şeyden evvel kendini bilmesini tavsiye etmiş, Platon’da gözle görülen vücut alemine çıkabilen şeylerin, Allah’ın ezeli sıfatlarından ibaret olduklarını ve Allah’ın vücudundan ayrı bir vücuda malik olmadıklarını (vahdeti vücud) belirtmişlerdir.’’ (Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, Amiran Kurtkan)
v Başka dinlerin etkisi:
‘’ Türklerin bozkır medeniyetlerinin tabii bir sonucu olarak; toprak, su, ağaç, gökyüzü, güneş, ay ve yıldızların gizli kuvvetler taşıdıklarına inandıkları tespit edilmektedir. Böylece onların en eski dinlerinin ‘tabiat kültü, atalar kültü ve gök tanrı kültü’ şeklinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Şamanizmin ise dinden ziyade bir büyü sistemi olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır…Şamanizmin en belirgin özelliği mistik karakterli olması, vecd ve istiğrak tekniğinin bulunmasıdır. Şaman kendi özel usulleri sayesinde ulaştığı vecd haliyle ruhunu göklere yükseltmek, yeraltına inmek ve oralarda dolaşmak üzere bedeninden ayrıldığını hisseden aşkın bir ustadır. Bu sırada o, ruhları hükmü altına alarak ölüler, cinler, periler ve şeytanlarla bağlantı kurmaya muvaffak olur. Ayrıca dertli insanların dilek ve şikayetlerini arzetmek üzere gökteki ve yeraltındaki tanrıların yanına giderek aracılık vazifesi de görür. Bu özellikleriyle topluluk üzerinde korku ve saygı uyandırıp dini otorite kuran şaman, vasfını ve kaderini bildiği insan ruhunun mütehassısı olarak toplum maneviyatının düzenleyicisi durumundadır.’’ (Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kaynakları, Hatice K. Arpaguş; Türk Medeniyeti Tarihi, Ziya Gökalp; Şamanizm, Mircae Eliade)
‘’Şamanizm, Türklerin İslamiyete girmeden önce benimsedikleri Zerdüştlük, Mazdeizm, Maniheizm ve Budizm gibi dinlerde etkinliğini sürdürdüğü gibi, islamiyetten sonra da varlığını devam ettirmiştir. Hatta araştırmalar bugün bile izlerinin silinmediğini göstermektedir.’’ (İslam Sufi Tarikatlerinde Türk-Moğol Şamanlığının Tesiri, Fuad Köprülü)
‘’Araştırmalar Türk velilerin kerametleriyle Budist azizlerin kerametleri arasında büyük benzerlikler bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı doğrudan değil de Şamanizm aracılığıyla Budizm’den gelen kalıntıların Yeseviyye’ye sızmış olma ihtimali büyüktür.’’ (İslam Sufi Tarikatleri / Ahmed Yesevi, Fuad Köprülü)
‘’Türkmenler ‘La İlahe İllallah Baba Rasulullah’ dediklerinden Baba İshak ismi Baba Rasul şekline dönmüştür.’’ (Babailer İsyanı, Ocak)
‘’Barak Baba, Buzağı Baba, Sarı Saltuk gibi Türkmen babaları da kıyafet ve hareketleriyle mutasavvıf şeyh olmalarına ve münevver müslüman muhitlerinde itibarlı kimseler olarak kabul edilmelerine rağmen, eski kamlara benzedikleri düşünülmektedir.’’ (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmed Eflaki)
‘’Mevcut araştırmalar bunların yarı kutsi içtimai bir unsur oluşturan eski ozanların yerini alarak ilahi ve şiirler okuyan, Allah rızası için halka birçok iyilikte bulunan, cennet ve saadet yollarını gösteren ‘ata veya baba’ isimli dervişler şeklini aldıklarını ve Türkmen boyları üzerinde etkili olduklarını göstermektedir.’’ (Edebiyat Araştırmaları, Fuad Köprülü)
v Toplumdaki siyasi, idari, ahlaki, dini ve sosyal bozukluklar, ekonomik ve sosyal dengesizliğin artması ve yaygın hale gelmesi insanların tasavvufa, zühd hayatına yönelmelerinin sebeplerinden biridir.
‘’…Bazen eğlence sırasında aşırı neşe, halifenin aklını başından alır ve bazı hareketlerde bulunurdu ki, bu hareketlere cariyelerden başkası muttali olamazdı. Perdenin arkasından herhangi bir ses yükselir veya garip bir hareket meydana gelirse, perdedar ‘Yeter ey cariye, kendini tut, son ver, kısa kes’ diye bağırarak nedimlere bu hareketi cariyelerden birinin yaptığını vehmettirmek isterdi…Ses sanatkarlarının Şam’a gelmelerinin halkın ahlakı ve toplum hayatı üzerinde büyük tesiri oldu. Nihayet ülkede yavaş yavaş konfor yayıldı.’’ (İslam Tarihi, H. İbrahim Hasan)
‘’Eğlence ve içki meclisleri ile bu meclislerde olup biten ahlaksızlıkların haddi hesabı yoktur….Müzik meclislerinde içki ve atışmalar yapıldı…Fakirlerin iş yerlerinde ve bile kumar alabildiğine yayıldı…Cariyeler muhtelif yerlerden seçilip getirildi. Güzellikte yarıştılar. Bunun neticesi olarak, eğlence, ahlaksızlık ve çıplaklık eğilimleri çoğaldı…Bazı şairler bu duyguları şiirleriyle körüklediler ve müstehcenliği yaydılar…Bu şekilde hayat bu asırda.. ahlaksızlık ve oyunla dolmuştur…’’ (Duhal İslam, Ahmed Emin)
‘’Müzik, oyun, eğlence, lüks ve israf hayatın ağırlığını gösterirken, toplumda değişik ahlaksızlık şekilleri de sergileniyordu… Hadımlaştırma uygulamalarına değinmek istiyoruz. Bu adet, daha önceleri Bizans ve antik bazı şark memleketlerinde mevcut olmuş, daha sonra İslam alemine hicri 200/810 yıllarında girmiştir. Halbuki Hz. Peygamber bunu şiddetle yasaklamıştır...Halife Emin, halife olduğunda hadımlaştırılmış erkeklere ilgi duydu ve para ile satın aldı…Onlarla oturup kalkmış, hür kadın ve cariyelere iltifat etmemiş, bundan dolayı da kınanmıştı.’’ (El Hadaratul İslamiyye, Adam Netz, Tarihut Taberi’den alıntı)
’’Ey müslümanlar, hepiniz Allah’a hamdediniz ve sonra usanmadan ‘Allah’ım Emin’e ömür ver’ deyiniz. Hadımlaştırmayı yaydı, öyle ki hadım olmayı din haline getirdi. Halk da Emirul Müminun’e uydu.’’ (El Hadaratul İslamiyye, Adam Netz, Tarihut Taberi’den alıntı)
‘’Bu asırda insanlar üç sınıfa ayrılmıştı: Birinci sınıf, halifeler, tüccarlar, vezirler ve eşraf takımı olan aristokratlar. İkinci sınıf halk, orta tüccar ve emlak sahipleri; üçüncü sınıf , fakir sınıf. Küçük çiftçi, işçi ve halifelerden uzak duran alimler.’’ (Fecrul İslam, Ahmed Emin)
‘’Hicri dördüncü asırda değişik yer ve medeniyetlerden tasavvufa birçok yabancılıklar girmiştir. Bunlar bilinçsizce yapılan tercümeler, basiretsizce meydana gelen gelişmeler, Kuran ve sünnetten uzaklaşıp Hristiyanlık, Hint ve İran din ve mezheplerine dayanan hurafe, heves ve kuruntulara sarılma sonucu girmiş ve yayılmıştır. Tasavvufçu zümrenin meydana gelmesinde Hristiyan rahiplerin tarihini, Suriye ve Mısır’daki kilise ve manastır kültürünü, Yahudi zühdünün dirilişini görüyoruz. Yeni Eflatuncu düşüncelerin de bunda açık etkisi olduğu kesindir. Nitekim o yüzyıllarda Hint yoga sisteminin büyük revaç bulduğu anlaşılmaktadır. Feyiz (kalbe akıp gelme) ve Vahdeti vücudu Eflatunculuktan, ittihad ve hululun Hristiyanlıktan,sarhoşluk ve müziğin budizmden geldiği bir gerçektir’(Nazarat fi Mutekadat İbn Arabi,Kemal İsa)
2-Bakara-143: ‘’Böylece biz sizi, insanlara şahit (ve örnek) olmanız için orta (vasat) bir ümmet kıldık…..’’
17-İsra-9: ‘’Şüphesiz ki Kuran insanları en doğru olana iletir ve salih amel işleyen müminlere büyük bir mükafat olduğunu müjdeler.’’
11-Hud-112,113: ‘’Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O (Allah) yaptıklarınızı görendir. / Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur.. Sizin Allah’tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.’’
42-Şura-13, 14, 15, 16: ‘’O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir. / Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki ‘tecavüz ve haksızlık’ dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer Rab’ binden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmişti (iş bitirilmişti). Şüphesiz onların ardından Kitaba mirasçı olanlar ise, herhalde ona karşı kuşku verici bir tereddüt içindedirler. / Şu halde sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi doğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma. Ve de ki: ’Allah’ın indirdiği her Kitab’a inandım. Aranızda adaletli davranmakla emrolundum. Allah bizim de Rab’bimiz, sizin de Rab’binizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle aranızda deliller getirerek tartışmaya(huccete gerek) yoktur. Allah bizi biraraya getirip toplayacaktır. Dönüş O’nadır.’ / O’na icabet olunduktan sonra, Allah hakkında (sözde) deliller öne sürüp tartışanların delilleri Rab’leri katında geçersizdir. Onların üzerinde bir gazap vardır ve şiddetli azap onlaradır.’’
42-Şura-21: ‘’Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri , dinden kendilerine teşri ettiler (bir şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı elbette aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azap vardır.’’
57-Hadid-27: ‘’Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık. (Bir bidat olarak) Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.’’
6-Enam-144: ‘’Deveden iki, sığırdan da iki: De ki: ‘İki erkeği mi haram kıldı? Yoksa iki dişiyi mi yada o iki dişinin rahimlerinin, kendisini kapsadığı (yavruları) mı? Yoksa Allah, bunları size tavsiye ettiği zaman şahit miydiniz?’ Hiçbir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah’la ilgili konularda yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.’’
2-Bakara-120: ‘’Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol Allah’ın yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır ne bir yardımcı.’’
6-Enam-119: ‘’Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, O size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah’ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rab’bin haddi aşanları en iyi bilendir.’’
6-Enam-151: ‘’De ki: ‘Gelin size Rab’binizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak etmeyin, anne babaya iyilik edin, yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızıklarını biz vermekteyiz. Çirkin kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye etti, umulur ki akıl erdirirsiniz.’’
7-Araf-28: ‘’Onlar çirkin bir hayasızlık işlediklerinde: ‘Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti’ derler. De ki: ‘Şüphesiz Allah, çirkin hayasızlıkları emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?’’
GEÇMİŞTEN VE GÜNÜMÜZDEN ÖRNEKLER
Aşağıdaki örnekler ‘’Tasavvuf ve İslam (İbrahim Sarmış-Ekin Yayınları)’’ kitabından alınmıştır.
v Veli denilen şeyhleri yada din adamlarını peygamberlerden üstün tutma:
‘’ İşte kendilerine hizmet, nafile ibadetlerden efdal tutulan evliyaullah, yukarıdan beri birer vesile ile zikredilen Yüce Allah dostlarıdır. Onların en yüce mevkiinde bulunanlardan birisi de Gavsul azam (kendisinden yardım istenen en büyük kişi) Abdulkadir Geylani hazretleridir.Onun yüce kerameti nasıl nübüvvet mucizatının bir cüzü sayılmasın ki, Risale-i Gavsiye’lerinde görüldüğü vechiyle Kelimullah’a vaki ilahi sohbet kendilerine de nasip olmuştur. ‘Len teraniden terani’ sırrı bu yüce velide zahir olmuştur.(Yani Hz. Musa Allah’ı göremedi ama bu yüce veli görmüştür). Yukarıda bir vesile ile ehlullahın beşeri sıfatlardan tecerrüdle melekiyet sıfatını iktisap ettiklerini arzetmiştik. El Bazul Eşheb olan Gavsı azamın yüce kanatları cihanı muhit olduğu gibi, kendisine iltica eden bendeganını (kullarını) daima bir siyanet meleği gibi o yüce kanatların altında hıfz buyurmuşlardır. Burada Cebrail denilen ulu meleğe Gavsu-l azam da meleklik sırrı itibariyle yoldaştır denirse hakikatin ta kendisi ifade edilmiş olur.’’ (El Bazul Eşheb, Melih Yuluğ)
‘’Hz. Mevlana için Molla Cami’nin ‘’Peygamber değildir ama kitap sahibidir’’ arifane kelamı, elbet Sultanul Evliya Abdulkadir Geylani hazretleri için de evleviyetle variddir. Gavsul Azam hazretlerinin kutsal kitabı ise Risale-i Gavsiyye’dir.’Kelimullahlık’’ payesine erişti’ denilmesinde hiçbir mahzur görmemekteyiz. Şu manada ki, elbette kendileri nebi değildir. Ama ‘Kelimullah’ Hak Teala ile mukaleme mazhariyetine ermişlerdir.’’ (El Bazul Eşheb, Bekir Uluçınar)
‘’Hızır ve İlyas’ın görüşmeleri ve hallerinden bir nebze bilgi verilmesine dair Molla Bedi’a yazılmış mektuptur. Allah’a hamd ve seçtiği kullarına selam olsun. Hızır a.s. hakkında arkadaşların sorusu üzerinden epey zaman geçti…Bugün sabah toplantısında Hızır ve İlyas’ın ruhaniler suretinde hazır olduğunu gördüm. Hızır ruhani bir kelam ile şöyle dedi: ‘Biz ruhlar alemindeniz. Allah ruhlarımıza tam bir kudret vermiştir ki, bu kudretle vücutlar suretinde teşekkül ve temessül eder, vücutlardan sadır olan cismani duruş ve hareketler, bedeni itaat ve ibadetler ondan sadır olur. O anda kendisine: ‘Siz Şafii mezhebine göre namaz kılıyorsunuz’ dedim. Şöyle dedi: ‘Biz şeriatlerle mükellef değiliz ama ev Kutbu’nun (sahibi) görevlerinin yerine gelmesi bize bağlı olup, kendisi de Şafii mezhebinde olduğundan biz de arkasında İmam Şafii’nin mezhebine göre namaz kılıyoruz….Yine anlaşılmıştır ki, velayetin kemalatı Şafii fıkhına muvafık, nübüvvetin kemalatı da Hanefi fıkhına muvafıktır. (Yani veliler şafii, peygamberler de hanefidir)…Hz. İsa indikten sonra Ebu Hanife’nin mezhebine göre amel edecektir). O anda ikisinden medet istemek ve dualarını almayı talep etmek aklımıza geldi…Sanki aradan sıyrılıp gittiler. İlyas a.s. o zaman hiç konuşmadı.’’ (Mektubat, B. Said Nursi)
‘’…Veliler arasında az daha peygamber yardımına muhtaç olmadan nuru parlayan kimseler vardır (Gazali) ‘’ (İşari Tefsir Okulu, Süleyman Ateş)
2-Bakara-118: ‘’Bilgisizler dediler ki: ‘Allah bizimle konuşmalı veya bize de bir ayet gelmeli değil miydi?’ Onlardan öncekiler de onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Biz, kesin bilgiyle inanan bir topluluğa ayetleri apaçık gösterdik.’’
28-Kasa-46, 47, 48: ‘’(Musa’ya) Seslendiğimiz zaman da sen Tur’un yanında değildin. Ancak Rab’binden bir rahmet olmak üzere senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarmış olman için (gönderildin). Umulur ki öğüt alıp düşünürler diye. / Kendi ellerinin öne sürdükleri dolayısıyla onlara bir musibet isabet ettiğinde: ‘Rab’bimiz bize de bir elçi gönderseydin de böylece senin ayetlerine uysaydık ve müminlerden olsaydık’ diyecek olmasalardı (seni göndermezdik). / Fakat onlara kendi katımızdan hak geldiği zaman: ‘Musa’ya verilenlerin bir benzeri buna verilmeli değil miydi?’ dediler. Onlar daha önce Musa’ya verilenleri inkar etmemişler miydi? ‘İki büyü birbirine arka çıktı’ dediler. Ve gerçekten biz hepsini inkar edenleriz’ dediler.’’
7-Araf-33: ‘’De ki:’Rab’bim yalnızca çirkin hayasızlıkları –onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını- günah işlemeyi, haklı nedeni olmayan isyan ve saldırıyı, kendisi hakkında ispatlayıcı bir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak etmenizi ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.’’
2-Bakara-169: ‘’O (şeytan) size yalnızca kötülüğü, çirkin hayasızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.’’
2-Bakara-257: ‘’Allah iman edenlerin velisidir (dostu ve destekçisi). Onları karanlıklardan nura çıkarır, inkar edenlerin velileri ise tağuttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.’’
9-Tevbe-71: ‘’Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.’’
29-Ankebut-41: ‘’Allah’ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir, bir bilselerdi!’’
39-Zumer-2, 3: ‘’Şüphesiz sana bu Kitabı hak ile indirdik, öyleyse sen de dini yalnızca O’na halis kılarak Allah’a ibadet et. / Haberin olsun, halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenler (şöyle derler): ‘Biz bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ Elbette Allah kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah yalancı, kafir olan kimseyi hidayete erdirmez.’’
v Veli denilen şeyhlere yada üstünlüğüne inandıkları din adamlarına Allah’ın sıfatlarını yakıştırma, ilahlaştırma, yüceltme, ‘’Allah’tır’’ , ‘’Allah’tan bir parçadır’’ deme yada onların hatalarını Allah’a maletme (Allah’a açıkça iftira):
‘’Aslında yüce veliler, Hak Teala’nın tam ve kamil mahzarlarıdır. Ol ayinede görünen Hakk’ tır. Esasen nasıl Tur vadisinde bir ağaçtan yüce Mevla, Kelimullah’a ‘inni enellah’ demişse, El Bazul Eşheb (Abdulkadir Geylani) mahzarında da görünen O’dur. Yani Hu’dur.’’ (El Bazul Eşheb, Bekir Uluçınar)
‘’Eski şarihlere göre buradaki ney, insanı kamildir. O, birlik kamışlığından kesilmiştir. Kendi varlığından geçmiş, gerçek varlıkta varolmuştur. Ondan çıkan her ses tanrı iradesini bildirir. Onun ihtiyarı tanrı ihtiyarıdır. Fakat görünüşte sıfatlarla, fiillerle kayıtlıdır. Bu bakımdan ıtlak alemini özler. Daha doğrusu da, onun bu özleyişi bir cilvedir, kendi kendisine bir nazdır… Mevlana, ‘Dinle bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor’ derken, hem kamışlıktan kesilen ney’i hemde mutlak varlıktan mukayyed varlığa düşen kendisini kastetmektedir…’’ (Mesnevi ve Şerhi, Abdulbaki Gölpınarlı)
‘’Tanrısal varlığına kavuşmak isteyen muvahhid, beşeri varlığını kaybetmek, unutmak zorundadır. İşte bu kaybediş şekline ‘fena’ denir; bu da üç mertebeye ayrılır: (1)Amellerini yaparak, cehd ve gayret sarfederek, nefsine aykırı giderek onu istediği amellere koşarak, nefsani sıfatlardan, huylardan ve tabii özelliklerden fani olmaktır. (2) Hakkın senden istediği şeye uymak ve seninle O’nun arasında hiçbir vasıta kalmamak, her şeyden vazgeçip sırf ona yönelmek, ibadet ve tatlardaki zevk alma düşüncelerinden fani olmaktır. (3) Vecdin son mertebesinde Hak şahidi galebe edince artık Allah’ı müşahedeye ermenin farkına varmaktan da fani olmaktır. İşte o zaman sen fani bakisin…(Cüneyd Bağdadi)’’ (İşari Tefsir Okulu, Süleyman Ateş)
‘’Bu sürekli yolculuk, tasavvuf düşüncesindeki ‘Asli vatan’ kavramıyla da ilişki arzeder. Asli vatan insanın ruhlar alemindeki yeridir. Mevlana bunu Mesnevi’sinde ‘Kamışlık’, İkbal ise Cavidname’sinde ‘Can yoldaşın yanı’ olarak nitelendirmiştir. Bu asli vatan –ki insanın ayrıldığı bütün olan Allah’tan başkası değildir- tanımlanamaz, ele geçmez, yakalanmaz bir hedef ve sevgili olduğundan, ona varma zevki, onun yolunda olma zevkinden başka türlü düşünülemez. Onu istemek ve yine istemek…Kuşadalı bunu şu güzel sözü ile ifadeye koymuştur: ‘Vatanı aslimiz bezmi elest (Allah’tan ayrıldığımız an ve alem) dir. Her yerde misafir gibiyiz.’’ (Din ve Fıtrat, Yaşar N. Öztürk)
‘’Tecelli dolayısıyla evrendeki her şeyde tanrı sıfatlarının belirdiğini (yani ilahi sıfatların canlı ve cansızlar şeklinde tezahür ettiğini) görmüştük. …Tanrının bütün sıfatları evrende dağınık ama insanda toplu olarak vardır. Aynaya baktığında nasıl kendini görürse, Allah da bütün vasıflarını toplu olarak insanda görmüştür. İnsan biri ölümlü, öteki ölümsüz olan iki unsurdan teşekkül eder. ..Ölümsüz unsur ise, insana asıl şerefini ve değerini bağışlayan ilahi tarafımızdır. Ruh denen bu unsur tanrının bütün sıfatlarına mahzardır…Allah’tan kopmuş olan uyanık ve hasretli ruhu Mevlana Celaleddin Mesnevi’sinde neyi ile anlatmaktadır. İnsan ruhu kamışlıktan koparılmış olduğu için durmadan inleyen, herkesi dertlendiren bir şeydir…’’ (Türk Edebiyatı, Ahmet Kabaklı)
‘’Şimdi sufiler şekil ve kıyafet bakımından eski sufilere benziyor ama ruh ve muhteva bakımından başkalaşmışlardır. ..Şeriata hürmet hissi kalplerden zail olmuştur.Dine karşı kayıtsızlığı, menfaat temin etmenin en güvenilir vasıtası olarak kabul eden zamanın sofuları, haram ile helal arasında fark görmez olmuşlardır. Dine ve din büyüklerine karşı saygısız olmayı, din haline getirmişlerdir.
‘’Pisagor’un buluşu olan hikmeti işrak, felsefe ilimleri meyanında bizim ilimler arasında tasavvuf gibidir. İslam mutasavvıfının hikmeti işraka nisbeti, kelam ilminin hikmeti ilahiyyeye nisbeti gibidir. Keşfuz Zunun’a göre hukemayı ilahiyyundan işrakiyyun, meşreb ve ıstılahta sofiyyun gibidir. Hikmeti işrak kitaplarını inceleyenlere gizli kalmayacağı şekilde, tasavvufun ıstılahları işrakiyyun ıstılahlarından alınmadır…Pisagor, tasavvuf tekkesi ve rahipler manastırının banisidir. Velayet seyrinin müşahhası gibidir.’’ (Tasavvuf Tarihi, Mehmed A. Ayni)
‘’Vedalar’da…Hadsiz hesapsız mabudlardan bahsedilmekte ise de, Ariyalar bu bedevi durumu bırakıp Ganj nehrinin suladığı münbit ovalara yerleştikten sonra mezhepleri incelmiş, yükselmiş ve muhteşem bir Vahdeti vucud (Panteizm-Çoktanrıcılık) mezhebine dönmüştür. ..Hint münzevilerinin düşündükleri hep yokluk dalgasıdır. Zira her suret zaildir. Buna göre dünya rüya içinde rüya görmektir. Öyleyse elem çekmek, sevmek, bir arzu bir murad arkasında koşmak niçin? Hayat gam ve kederden ibaret bir rüyadır ki, ruh biran evvel bundan kurtulmak ister… Vedalar’ın tefsiri olan Vedanta’nın öğretilerinin özü vahdeti vücuddan ibarettir…Zira Brahman, yani bütün varlıkların mebdei ezelisi yahut bütün alemleri yaratan, hıfz ve irca eden kuvvet ile insan ruhunun birliğini öğretmekte…Vedanta’ya göre herbirimizin ruhu Brahman’ın bir parçası, bir zuhur ve tecellisi değil, bütün kemaliyle sermedi ve bölünmez olan Brahman’ın kendisidir.’’ (Tasavvuf Tarihi, Mehmed A. Ayni)
‘’Çile gecesinde yeraltındaki hücrede kendisine manaları izah olunan ve yirmi iki sırra delalet eden kutsal nakışlar iki sıra olarak mabedin divanhanelerinden birinde aynen mevcuttu. İlmi ledun şehrinin kapısında kendisine kenarından gösterilen bu sırlar ilahi ilimlerin bizzat umutları idi, fakat onları anlamak için seyr ve suluku bitirmiş olmak lazımdır…Bunun üzerine salik yine hücresine dönerdi. Böylelikle nice aylar ve seneler geçerdi…Bundan sonra salikin içinde ne muhalefet, ne esef, ne emel, hiçbir şey kalmazdı. O artık Hakka teslim olmuş, hakikate nefsini adamıştı. Salikin bu irfan derecesine ulaştığı anlaşılınca başrahip günün birinde salikin yanına gelip kendisine hakikatin inkişaf etme saatinin yaklaştığını tebliğ ederdi.’’ (Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Cavit Sunar; Tasavvuf Tarihi, Mehmed A. Ayni)
‘’Zohar’a göre ruhlar, ilahi olan asıl vatanlarına dönebilmek için temizlenip saf hale gelmek ve geldikleri ilahi yeri ve kaynağı bilmek, bunun için de bazı çileler geçirmek zorundadırlar. Ruh, bilgi ve irfana ancak dünyadaki hayatında ulaşabilir. Eğer bir ruh dünyadaki hayatında bilgi ve irfana ulaşamazsa, dünyaya tekrar başka bir kalıpta gelip yeniden bu yolda çalışmak zorundadır….Bu gelip gitmelerden ancak bilgi ve irfana kavuştuktan sonra kurtulur. ‘’ (Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Cavit Sunar)
‘’Denys, özellikle İlahi İsimler adlı kitabında ruhun duyular aleminden nasıl sıyrılabileceğini, bu dünya ve nimetlerini nasıl bırakabileceğini ve bizzat kendinden de geçerek, kendini de yokedip Hakka nasıl ulaşabileceğini öğretmektedir ki, sonu Allah’a ulaşan bu yol, aklen stidlal yolu değil, aşk yoludur…Kısaca Hristiyan tasavvufunda esas şudur: Bütün kemalleri, faziletleri ve nimetleri ortaya koyan ve onların en yüksek örneği olan Allah, akıl ile bulunamaz, ilim ile bilinemez. Allah ancak aşk ile bulunabilir ve bilinebilir. Şu halde insan, vücudunu Allah’ta yokedip Allah’ta ve Allah için yaşamalıdır.’’ (Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Cavit Sunar)
‘’Eskiden Hindistan’da Brahman, Mısır’da Hermes mezheplerinin dış yüzlerinden başka birde iç yüzleri vardır ki, bu ledun ilmini gizli olarak derece derece yalnız mürid ve müntesiplere verirlerdi. Bunun konusu tasavvuftan başka bir şey değildi. Dinin panteizme (çoktanrıcılık),ezeli, kendiliğinden varolan bir Allah’ın varlığına inanılmış, buna Brahma ismi verilmiştir….Keza eski Mısır’da Ledun ilmine sahip bulunan güzide kimselerin tevhid akidesine inandıkları Maspero tarafından vesikalara dayanılarak ispat edilmiştir. Eski Yunan’da tasavvufun öncüsü olarak Pisagor’u görüyoruz. Sokrat, Platon ve Aristo gibi düşünürler, tasavvufla ilgili fikirleri dolayısıyla Pisagor’u tasdik ve takdir etmişlerdir. Sokrat insanın her şeyden evvel kendini bilmesini tavsiye etmiş, Platon’da gözle görülen vücut alemine çıkabilen şeylerin, Allah’ın ezeli sıfatlarından ibaret olduklarını ve Allah’ın vücudundan ayrı bir vücuda malik olmadıklarını (vahdeti vücud) belirtmişlerdir.’’ (Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, Amiran Kurtkan)
v Başka dinlerin etkisi:
‘’ Türklerin bozkır medeniyetlerinin tabii bir sonucu olarak; toprak, su, ağaç, gökyüzü, güneş, ay ve yıldızların gizli kuvvetler taşıdıklarına inandıkları tespit edilmektedir. Böylece onların en eski dinlerinin ‘tabiat kültü, atalar kültü ve gök tanrı kültü’ şeklinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Şamanizmin ise dinden ziyade bir büyü sistemi olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır…Şamanizmin en belirgin özelliği mistik karakterli olması, vecd ve istiğrak tekniğinin bulunmasıdır. Şaman kendi özel usulleri sayesinde ulaştığı vecd haliyle ruhunu göklere yükseltmek, yeraltına inmek ve oralarda dolaşmak üzere bedeninden ayrıldığını hisseden aşkın bir ustadır. Bu sırada o, ruhları hükmü altına alarak ölüler, cinler, periler ve şeytanlarla bağlantı kurmaya muvaffak olur. Ayrıca dertli insanların dilek ve şikayetlerini arzetmek üzere gökteki ve yeraltındaki tanrıların yanına giderek aracılık vazifesi de görür. Bu özellikleriyle topluluk üzerinde korku ve saygı uyandırıp dini otorite kuran şaman, vasfını ve kaderini bildiği insan ruhunun mütehassısı olarak toplum maneviyatının düzenleyicisi durumundadır.’’ (Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kaynakları, Hatice K. Arpaguş; Türk Medeniyeti Tarihi, Ziya Gökalp; Şamanizm, Mircae Eliade)
‘’Şamanizm, Türklerin İslamiyete girmeden önce benimsedikleri Zerdüştlük, Mazdeizm, Maniheizm ve Budizm gibi dinlerde etkinliğini sürdürdüğü gibi, islamiyetten sonra da varlığını devam ettirmiştir. Hatta araştırmalar bugün bile izlerinin silinmediğini göstermektedir.’’ (İslam Sufi Tarikatlerinde Türk-Moğol Şamanlığının Tesiri, Fuad Köprülü)
‘’Araştırmalar Türk velilerin kerametleriyle Budist azizlerin kerametleri arasında büyük benzerlikler bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı doğrudan değil de Şamanizm aracılığıyla Budizm’den gelen kalıntıların Yeseviyye’ye sızmış olma ihtimali büyüktür.’’ (İslam Sufi Tarikatleri / Ahmed Yesevi, Fuad Köprülü)
‘’Türkmenler ‘La İlahe İllallah Baba Rasulullah’ dediklerinden Baba İshak ismi Baba Rasul şekline dönmüştür.’’ (Babailer İsyanı, Ocak)
‘’Barak Baba, Buzağı Baba, Sarı Saltuk gibi Türkmen babaları da kıyafet ve hareketleriyle mutasavvıf şeyh olmalarına ve münevver müslüman muhitlerinde itibarlı kimseler olarak kabul edilmelerine rağmen, eski kamlara benzedikleri düşünülmektedir.’’ (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmed Eflaki)
‘’Mevcut araştırmalar bunların yarı kutsi içtimai bir unsur oluşturan eski ozanların yerini alarak ilahi ve şiirler okuyan, Allah rızası için halka birçok iyilikte bulunan, cennet ve saadet yollarını gösteren ‘ata veya baba’ isimli dervişler şeklini aldıklarını ve Türkmen boyları üzerinde etkili olduklarını göstermektedir.’’ (Edebiyat Araştırmaları, Fuad Köprülü)
v Toplumdaki siyasi, idari, ahlaki, dini ve sosyal bozukluklar, ekonomik ve sosyal dengesizliğin artması ve yaygın hale gelmesi insanların tasavvufa, zühd hayatına yönelmelerinin sebeplerinden biridir.
‘’…Bazen eğlence sırasında aşırı neşe, halifenin aklını başından alır ve bazı hareketlerde bulunurdu ki, bu hareketlere cariyelerden başkası muttali olamazdı. Perdenin arkasından herhangi bir ses yükselir veya garip bir hareket meydana gelirse, perdedar ‘Yeter ey cariye, kendini tut, son ver, kısa kes’ diye bağırarak nedimlere bu hareketi cariyelerden birinin yaptığını vehmettirmek isterdi…Ses sanatkarlarının Şam’a gelmelerinin halkın ahlakı ve toplum hayatı üzerinde büyük tesiri oldu. Nihayet ülkede yavaş yavaş konfor yayıldı.’’ (İslam Tarihi, H. İbrahim Hasan)
‘’Eğlence ve içki meclisleri ile bu meclislerde olup biten ahlaksızlıkların haddi hesabı yoktur….Müzik meclislerinde içki ve atışmalar yapıldı…Fakirlerin iş yerlerinde ve bile kumar alabildiğine yayıldı…Cariyeler muhtelif yerlerden seçilip getirildi. Güzellikte yarıştılar. Bunun neticesi olarak, eğlence, ahlaksızlık ve çıplaklık eğilimleri çoğaldı…Bazı şairler bu duyguları şiirleriyle körüklediler ve müstehcenliği yaydılar…Bu şekilde hayat bu asırda.. ahlaksızlık ve oyunla dolmuştur…’’ (Duhal İslam, Ahmed Emin)
‘’Müzik, oyun, eğlence, lüks ve israf hayatın ağırlığını gösterirken, toplumda değişik ahlaksızlık şekilleri de sergileniyordu… Hadımlaştırma uygulamalarına değinmek istiyoruz. Bu adet, daha önceleri Bizans ve antik bazı şark memleketlerinde mevcut olmuş, daha sonra İslam alemine hicri 200/810 yıllarında girmiştir. Halbuki Hz. Peygamber bunu şiddetle yasaklamıştır...Halife Emin, halife olduğunda hadımlaştırılmış erkeklere ilgi duydu ve para ile satın aldı…Onlarla oturup kalkmış, hür kadın ve cariyelere iltifat etmemiş, bundan dolayı da kınanmıştı.’’ (El Hadaratul İslamiyye, Adam Netz, Tarihut Taberi’den alıntı)
’’Ey müslümanlar, hepiniz Allah’a hamdediniz ve sonra usanmadan ‘Allah’ım Emin’e ömür ver’ deyiniz. Hadımlaştırmayı yaydı, öyle ki hadım olmayı din haline getirdi. Halk da Emirul Müminun’e uydu.’’ (El Hadaratul İslamiyye, Adam Netz, Tarihut Taberi’den alıntı)
‘’Bu asırda insanlar üç sınıfa ayrılmıştı: Birinci sınıf, halifeler, tüccarlar, vezirler ve eşraf takımı olan aristokratlar. İkinci sınıf halk, orta tüccar ve emlak sahipleri; üçüncü sınıf , fakir sınıf. Küçük çiftçi, işçi ve halifelerden uzak duran alimler.’’ (Fecrul İslam, Ahmed Emin)
‘’Hicri dördüncü asırda değişik yer ve medeniyetlerden tasavvufa birçok yabancılıklar girmiştir. Bunlar bilinçsizce yapılan tercümeler, basiretsizce meydana gelen gelişmeler, Kuran ve sünnetten uzaklaşıp Hristiyanlık, Hint ve İran din ve mezheplerine dayanan hurafe, heves ve kuruntulara sarılma sonucu girmiş ve yayılmıştır. Tasavvufçu zümrenin meydana gelmesinde Hristiyan rahiplerin tarihini, Suriye ve Mısır’daki kilise ve manastır kültürünü, Yahudi zühdünün dirilişini görüyoruz. Yeni Eflatuncu düşüncelerin de bunda açık etkisi olduğu kesindir. Nitekim o yüzyıllarda Hint yoga sisteminin büyük revaç bulduğu anlaşılmaktadır. Feyiz (kalbe akıp gelme) ve Vahdeti vücudu Eflatunculuktan, ittihad ve hululun Hristiyanlıktan,sarhoşluk ve müziğin budizmden geldiği bir gerçektir’(Nazarat fi Mutekadat İbn Arabi,Kemal İsa)
2-Bakara-143: ‘’Böylece biz sizi, insanlara şahit (ve örnek) olmanız için orta (vasat) bir ümmet kıldık…..’’
17-İsra-9: ‘’Şüphesiz ki Kuran insanları en doğru olana iletir ve salih amel işleyen müminlere büyük bir mükafat olduğunu müjdeler.’’
11-Hud-112,113: ‘’Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O (Allah) yaptıklarınızı görendir. / Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur.. Sizin Allah’tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.’’
42-Şura-13, 14, 15, 16: ‘’O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir. / Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki ‘tecavüz ve haksızlık’ dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer Rab’ binden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmişti (iş bitirilmişti). Şüphesiz onların ardından Kitaba mirasçı olanlar ise, herhalde ona karşı kuşku verici bir tereddüt içindedirler. / Şu halde sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi doğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma. Ve de ki: ’Allah’ın indirdiği her Kitab’a inandım. Aranızda adaletli davranmakla emrolundum. Allah bizim de Rab’bimiz, sizin de Rab’binizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle aranızda deliller getirerek tartışmaya(huccete gerek) yoktur. Allah bizi biraraya getirip toplayacaktır. Dönüş O’nadır.’ / O’na icabet olunduktan sonra, Allah hakkında (sözde) deliller öne sürüp tartışanların delilleri Rab’leri katında geçersizdir. Onların üzerinde bir gazap vardır ve şiddetli azap onlaradır.’’
42-Şura-21: ‘’Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri , dinden kendilerine teşri ettiler (bir şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı elbette aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azap vardır.’’
57-Hadid-27: ‘’Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık. (Bir bidat olarak) Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.’’
6-Enam-144: ‘’Deveden iki, sığırdan da iki: De ki: ‘İki erkeği mi haram kıldı? Yoksa iki dişiyi mi yada o iki dişinin rahimlerinin, kendisini kapsadığı (yavruları) mı? Yoksa Allah, bunları size tavsiye ettiği zaman şahit miydiniz?’ Hiçbir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah’la ilgili konularda yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.’’
2-Bakara-120: ‘’Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol Allah’ın yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır ne bir yardımcı.’’
6-Enam-119: ‘’Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, O size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah’ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rab’bin haddi aşanları en iyi bilendir.’’
6-Enam-151: ‘’De ki: ‘Gelin size Rab’binizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak etmeyin, anne babaya iyilik edin, yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızıklarını biz vermekteyiz. Çirkin kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye etti, umulur ki akıl erdirirsiniz.’’
7-Araf-28: ‘’Onlar çirkin bir hayasızlık işlediklerinde: ‘Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti’ derler. De ki: ‘Şüphesiz Allah, çirkin hayasızlıkları emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?’’
GEÇMİŞTEN VE GÜNÜMÜZDEN ÖRNEKLER
Aşağıdaki örnekler ‘’Tasavvuf ve İslam (İbrahim Sarmış-Ekin Yayınları)’’ kitabından alınmıştır.
v Veli denilen şeyhleri yada din adamlarını peygamberlerden üstün tutma:
‘’ İşte kendilerine hizmet, nafile ibadetlerden efdal tutulan evliyaullah, yukarıdan beri birer vesile ile zikredilen Yüce Allah dostlarıdır. Onların en yüce mevkiinde bulunanlardan birisi de Gavsul azam (kendisinden yardım istenen en büyük kişi) Abdulkadir Geylani hazretleridir.Onun yüce kerameti nasıl nübüvvet mucizatının bir cüzü sayılmasın ki, Risale-i Gavsiye’lerinde görüldüğü vechiyle Kelimullah’a vaki ilahi sohbet kendilerine de nasip olmuştur. ‘Len teraniden terani’ sırrı bu yüce velide zahir olmuştur.(Yani Hz. Musa Allah’ı göremedi ama bu yüce veli görmüştür). Yukarıda bir vesile ile ehlullahın beşeri sıfatlardan tecerrüdle melekiyet sıfatını iktisap ettiklerini arzetmiştik. El Bazul Eşheb olan Gavsı azamın yüce kanatları cihanı muhit olduğu gibi, kendisine iltica eden bendeganını (kullarını) daima bir siyanet meleği gibi o yüce kanatların altında hıfz buyurmuşlardır. Burada Cebrail denilen ulu meleğe Gavsu-l azam da meleklik sırrı itibariyle yoldaştır denirse hakikatin ta kendisi ifade edilmiş olur.’’ (El Bazul Eşheb, Melih Yuluğ)
‘’Hz. Mevlana için Molla Cami’nin ‘’Peygamber değildir ama kitap sahibidir’’ arifane kelamı, elbet Sultanul Evliya Abdulkadir Geylani hazretleri için de evleviyetle variddir. Gavsul Azam hazretlerinin kutsal kitabı ise Risale-i Gavsiyye’dir.’Kelimullahlık’’ payesine erişti’ denilmesinde hiçbir mahzur görmemekteyiz. Şu manada ki, elbette kendileri nebi değildir. Ama ‘Kelimullah’ Hak Teala ile mukaleme mazhariyetine ermişlerdir.’’ (El Bazul Eşheb, Bekir Uluçınar)
‘’Hızır ve İlyas’ın görüşmeleri ve hallerinden bir nebze bilgi verilmesine dair Molla Bedi’a yazılmış mektuptur. Allah’a hamd ve seçtiği kullarına selam olsun. Hızır a.s. hakkında arkadaşların sorusu üzerinden epey zaman geçti…Bugün sabah toplantısında Hızır ve İlyas’ın ruhaniler suretinde hazır olduğunu gördüm. Hızır ruhani bir kelam ile şöyle dedi: ‘Biz ruhlar alemindeniz. Allah ruhlarımıza tam bir kudret vermiştir ki, bu kudretle vücutlar suretinde teşekkül ve temessül eder, vücutlardan sadır olan cismani duruş ve hareketler, bedeni itaat ve ibadetler ondan sadır olur. O anda kendisine: ‘Siz Şafii mezhebine göre namaz kılıyorsunuz’ dedim. Şöyle dedi: ‘Biz şeriatlerle mükellef değiliz ama ev Kutbu’nun (sahibi) görevlerinin yerine gelmesi bize bağlı olup, kendisi de Şafii mezhebinde olduğundan biz de arkasında İmam Şafii’nin mezhebine göre namaz kılıyoruz….Yine anlaşılmıştır ki, velayetin kemalatı Şafii fıkhına muvafık, nübüvvetin kemalatı da Hanefi fıkhına muvafıktır. (Yani veliler şafii, peygamberler de hanefidir)…Hz. İsa indikten sonra Ebu Hanife’nin mezhebine göre amel edecektir). O anda ikisinden medet istemek ve dualarını almayı talep etmek aklımıza geldi…Sanki aradan sıyrılıp gittiler. İlyas a.s. o zaman hiç konuşmadı.’’ (Mektubat, B. Said Nursi)
‘’…Veliler arasında az daha peygamber yardımına muhtaç olmadan nuru parlayan kimseler vardır (Gazali) ‘’ (İşari Tefsir Okulu, Süleyman Ateş)
2-Bakara-118: ‘’Bilgisizler dediler ki: ‘Allah bizimle konuşmalı veya bize de bir ayet gelmeli değil miydi?’ Onlardan öncekiler de onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Biz, kesin bilgiyle inanan bir topluluğa ayetleri apaçık gösterdik.’’
28-Kasa-46, 47, 48: ‘’(Musa’ya) Seslendiğimiz zaman da sen Tur’un yanında değildin. Ancak Rab’binden bir rahmet olmak üzere senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarmış olman için (gönderildin). Umulur ki öğüt alıp düşünürler diye. / Kendi ellerinin öne sürdükleri dolayısıyla onlara bir musibet isabet ettiğinde: ‘Rab’bimiz bize de bir elçi gönderseydin de böylece senin ayetlerine uysaydık ve müminlerden olsaydık’ diyecek olmasalardı (seni göndermezdik). / Fakat onlara kendi katımızdan hak geldiği zaman: ‘Musa’ya verilenlerin bir benzeri buna verilmeli değil miydi?’ dediler. Onlar daha önce Musa’ya verilenleri inkar etmemişler miydi? ‘İki büyü birbirine arka çıktı’ dediler. Ve gerçekten biz hepsini inkar edenleriz’ dediler.’’
7-Araf-33: ‘’De ki:’Rab’bim yalnızca çirkin hayasızlıkları –onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını- günah işlemeyi, haklı nedeni olmayan isyan ve saldırıyı, kendisi hakkında ispatlayıcı bir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak etmenizi ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.’’
2-Bakara-169: ‘’O (şeytan) size yalnızca kötülüğü, çirkin hayasızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.’’
2-Bakara-257: ‘’Allah iman edenlerin velisidir (dostu ve destekçisi). Onları karanlıklardan nura çıkarır, inkar edenlerin velileri ise tağuttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.’’
9-Tevbe-71: ‘’Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.’’
29-Ankebut-41: ‘’Allah’ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir, bir bilselerdi!’’
39-Zumer-2, 3: ‘’Şüphesiz sana bu Kitabı hak ile indirdik, öyleyse sen de dini yalnızca O’na halis kılarak Allah’a ibadet et. / Haberin olsun, halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenler (şöyle derler): ‘Biz bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ Elbette Allah kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah yalancı, kafir olan kimseyi hidayete erdirmez.’’
v Veli denilen şeyhlere yada üstünlüğüne inandıkları din adamlarına Allah’ın sıfatlarını yakıştırma, ilahlaştırma, yüceltme, ‘’Allah’tır’’ , ‘’Allah’tan bir parçadır’’ deme yada onların hatalarını Allah’a maletme (Allah’a açıkça iftira):
‘’Aslında yüce veliler, Hak Teala’nın tam ve kamil mahzarlarıdır. Ol ayinede görünen Hakk’ tır. Esasen nasıl Tur vadisinde bir ağaçtan yüce Mevla, Kelimullah’a ‘inni enellah’ demişse, El Bazul Eşheb (Abdulkadir Geylani) mahzarında da görünen O’dur. Yani Hu’dur.’’ (El Bazul Eşheb, Bekir Uluçınar)
‘’Eski şarihlere göre buradaki ney, insanı kamildir. O, birlik kamışlığından kesilmiştir. Kendi varlığından geçmiş, gerçek varlıkta varolmuştur. Ondan çıkan her ses tanrı iradesini bildirir. Onun ihtiyarı tanrı ihtiyarıdır. Fakat görünüşte sıfatlarla, fiillerle kayıtlıdır. Bu bakımdan ıtlak alemini özler. Daha doğrusu da, onun bu özleyişi bir cilvedir, kendi kendisine bir nazdır… Mevlana, ‘Dinle bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor’ derken, hem kamışlıktan kesilen ney’i hemde mutlak varlıktan mukayyed varlığa düşen kendisini kastetmektedir…’’ (Mesnevi ve Şerhi, Abdulbaki Gölpınarlı)
‘’Tanrısal varlığına kavuşmak isteyen muvahhid, beşeri varlığını kaybetmek, unutmak zorundadır. İşte bu kaybediş şekline ‘fena’ denir; bu da üç mertebeye ayrılır: (1)Amellerini yaparak, cehd ve gayret sarfederek, nefsine aykırı giderek onu istediği amellere koşarak, nefsani sıfatlardan, huylardan ve tabii özelliklerden fani olmaktır. (2) Hakkın senden istediği şeye uymak ve seninle O’nun arasında hiçbir vasıta kalmamak, her şeyden vazgeçip sırf ona yönelmek, ibadet ve tatlardaki zevk alma düşüncelerinden fani olmaktır. (3) Vecdin son mertebesinde Hak şahidi galebe edince artık Allah’ı müşahedeye ermenin farkına varmaktan da fani olmaktır. İşte o zaman sen fani bakisin…(Cüneyd Bağdadi)’’ (İşari Tefsir Okulu, Süleyman Ateş)
‘’Bu sürekli yolculuk, tasavvuf düşüncesindeki ‘Asli vatan’ kavramıyla da ilişki arzeder. Asli vatan insanın ruhlar alemindeki yeridir. Mevlana bunu Mesnevi’sinde ‘Kamışlık’, İkbal ise Cavidname’sinde ‘Can yoldaşın yanı’ olarak nitelendirmiştir. Bu asli vatan –ki insanın ayrıldığı bütün olan Allah’tan başkası değildir- tanımlanamaz, ele geçmez, yakalanmaz bir hedef ve sevgili olduğundan, ona varma zevki, onun yolunda olma zevkinden başka türlü düşünülemez. Onu istemek ve yine istemek…Kuşadalı bunu şu güzel sözü ile ifadeye koymuştur: ‘Vatanı aslimiz bezmi elest (Allah’tan ayrıldığımız an ve alem) dir. Her yerde misafir gibiyiz.’’ (Din ve Fıtrat, Yaşar N. Öztürk)
‘’Tecelli dolayısıyla evrendeki her şeyde tanrı sıfatlarının belirdiğini (yani ilahi sıfatların canlı ve cansızlar şeklinde tezahür ettiğini) görmüştük. …Tanrının bütün sıfatları evrende dağınık ama insanda toplu olarak vardır. Aynaya baktığında nasıl kendini görürse, Allah da bütün vasıflarını toplu olarak insanda görmüştür. İnsan biri ölümlü, öteki ölümsüz olan iki unsurdan teşekkül eder. ..Ölümsüz unsur ise, insana asıl şerefini ve değerini bağışlayan ilahi tarafımızdır. Ruh denen bu unsur tanrının bütün sıfatlarına mahzardır…Allah’tan kopmuş olan uyanık ve hasretli ruhu Mevlana Celaleddin Mesnevi’sinde neyi ile anlatmaktadır. İnsan ruhu kamışlıktan koparılmış olduğu için durmadan inleyen, herkesi dertlendiren bir şeydir…’’ (Türk Edebiyatı, Ahmet Kabaklı)
‘’Şimdi sufiler şekil ve kıyafet bakımından eski sufilere benziyor ama ruh ve muhteva bakımından başkalaşmışlardır. ..Şeriata hürmet hissi kalplerden zail olmuştur.Dine karşı kayıtsızlığı, menfaat temin etmenin en güvenilir vasıtası olarak kabul eden zamanın sofuları, haram ile helal arasında fark görmez olmuşlardır. Dine ve din büyüklerine karşı saygısız olmayı, din haline getirmişlerdir.