Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz

tawh1d Çevrimdışı

tawh1d

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi


Rasûlullah, Mekke müşriklerini açıktan İslâm'a dâvet ettiğinde, önde gelen güçler, etkili ve yetkili çevreler, imtiyazlı sınıflar, çıkarlarıyla İslâm arasında uzlaşma mümkün olmayan bir çelişki gördüklerinden, bu dâveti kabul etmeyip düşmanca tavır aldılar. Önce Hz. Peygamber'in deli, şâir, sihirbaz olduğunu yaymaya başladılar. Bu tutmayınca, işkence, baskı ve tehditlere koyuldular. Ama Allah rasûlünün kararı kesindi ve onu hiç bir güç bu kararından çeviremiyordu. Durumun ciddiyetini anlayan müşrikler, son çare olarak Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bu uzlaşma talepleri, Rasûl'ün daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına ve kutsal kabul ettikleri şeylere saygılı olması, kendilerine hoşgörü ile davranması, tapınmalarını ve putların karşılarında saygı duruşlarını küçümseyip kötülememesi, siyasî karar alma mekanizmalarına (Dâru'n-Nedve'ye/millet meclislerine) ve çıkan kararlara itaat etmesi, kurulu düzene karşı çıkmaması şeklindeydi. Verecekleri bazı tâvizlerine karşılık olarak, bazı tâvizler istiyorlardı.

Vermeyi teklif ettikleri bu tâvizler arasında "dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet; bir sene de biz yönetelim" teklifi de vardı. Ama Rasûlullah bu tekliflerin tümüne Kur'an'dan âyetler okuyarak red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler "bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt" diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bâtıl bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?! Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler.
Çünkü " biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkilerimizden) hızla çekilip alınacağız." (28/Kasas, 57) diyorlardı.

Zaten Rasûl'ün amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini, bâtılın yerine hakkı ikame etmek, yani câhiliyye sistemini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti.

Peygamber Efendimiz, müşriklerin bâtıl inançlarını, ibâdet şekillerini, ekonomik zulümlerini, zorbalık ve ahlâksızlıklarını gündeme getirip tenkit etmeye ve alternatif olarak İslâm ahkâmını/nizamını sunmaya başlayınca müşriklerin tepkisinin şiddeti artmıştı. Ebû Süfyan, Velid bin Muğîre gibi Kureyş kabilesinin ileri gelenleri Ebû Tâlib'e giderek Hz. Peygamber'i şikâyet edip şöyle demişlerdi: "Ey Ebû Tâlib, yeğenin dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi, hayat tarzımızı saçmalık olarak niteliyor, atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçirirsin ya da aradan çekil, biz onun hakkından geliriz. Ona engel olmazsan iki gruptan biri helâk olana kadar savaşırız." Ebû Tâlib, müşriklerin uzlaşma taleplerini Peygamberimiz'e anlatınca Rasûl-i Ekrem’in şu meşhur cevabı verdiğini biliyoruz: "Amca, vallahi, bu dâvâdan vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücâdeleden geri kalmam." (İbn İshak, Siyer, Akabe Y. s. 257-263)


Hz. Hamza'nın müslüman olduğu günlerde Utbe isimli müşrik, Peygamberimiz'in yanına gidip müşrikler adına şu talebi dile getirmiştir: "Ey Muhammed! Bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini parçaladın, fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın, geçmiş atalarını karaladın. Sana bazı önerilerde bulunacağım. Eğer sen, bu getirdiğin dini kullanarak mal edinmek istiyorsan, senin için mal toplarız ve aramızda en çok mala sahip olanımız olursun. Eğer bu yaptıklarınla şeref elde etmek istiyorsan seni başımıza lider tâyin ederiz ve sensiz hiç bir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan seni kral yaparız." Utbe sözlerini bitirince Peygamberimiz bu pazarlık girişimini, uzlaşma teklifini hiç düşünmeden reddetmiş ve cevap olarak Fussılet sûresinin ilk âyetlerini okumuştur:

" Hâ Mîm. (Kur'an) Rahmân ve rahîm olan Allah katından indirilmiştir. Bilen bir kavim için, âyetleri Arapça olarak açıklanmış bir kitaptır. Bu Kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: 'Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapacağız’. De ki: 'Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin/ortak koşanların vay haline!" (41/Fussılet, 1-6)

Bir gün Peygamberimiz Kâbe'yi tavaf ederken Velid bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ile karşılaştı. Bunlar, kabileleri arasında çok önemli kimselerdi. Dediler ki: "Yâ Muhammed! Gel, biz senin ibâdet ettiğine ibâdet edelim, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin ibâdet ettiğin bizimkinden hayırlıysa böylece ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptığımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun." Bunun üzerine Allah Teâlâ, Rasülü'nün cevap vermesi için şu âyetleri indirdi:

" Ey kâfirler, ben sizin taptığınıza kulluk etmem. Benim ibâdet ettiğime de siz kulluk etmezsiniz. Ben sizin taptığınıza kulluk edecek değilim; siz de benim ibâdet ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!" (109/Kâfirûn, 1-6)


İnsanlar arası ilişkilerinde yumuşak huylu olan, akrabalarına ve çevresindeki insanlara iyilikte bulunmayı, kolaylığı ve kolaylaştırmayı seven biri olan güzel huylu Hz. Peygamber, örneklerde görüldüğü gibi, hiç bir zaman İslâm'ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştır. Mekke'de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir leke olarak geçtiği o karanlık günlerde, hem kendisi, hem de mü'minlere büyük baskılar olmasına rağmen, haktan en küçük bir tâviz vermemiştir. Malla şımaran müstekbirlere ve siyasal güçle azan zorbalara karşı söylenmesi gereken hak sözü gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları seviyor gözükmemiş, putçuları övecek tavır kesinlikle sergilememiştir. Kimseden çekinmeden, eğriltmeden, çıkar gruplarının arzuları doğrultusunda yorumlamadan, açık açık, net bir şekilde Kur'an'ı ve Allah'ın hükümlerini tebliğ etmiş, hayata geçirilmesi için bütün gayretini göstermiştir. O'na inanan insanlar da aynı çizgiyi büyük bedeller ödeme pahasına sürdürmüştür.

Çağdaş dünyadaki müslümanların, peygamberimizin kurulu düzene karşı takındığı tavırdan mutlaka dersler çıkarması gerekir. Her şeyi ile örnek almak zorunda olduğumuz (33/Ahzâb, 21) önderimizin uzlaşma konusundaki tavrından bir başka örnek daha verelim: Rasûlullah, müşriklerle savaşmak için Bedir'e doğru yol aldığında, cesareti ve kahramanlığı ile ün yapmış bir müşrik, Rasûl-i Ekrem'in yanına geldi ve müslümanlarla birlikte savaşa katılmak istediğini söyledi. Peygamber Efendimiz, " Ben bir müşrikten yardım almam!" diyerek adamı geri gönderdi. Adam üç defa gelerek aynı teklifi yaptı. Üçüncü seferinde "Allah'a ve Rasûlü'ne iman ediyorum" deyince " o halde yürü!" diye orduya kattı. (S. Müslim, hadis no: 151).

Rasûlullah, çevresinde kahramanlığı ve cesaretiyle ün yapmış bir müşriğin yardım teklifini, iman etmediği gerekçesiyle kabul etmiyor. Halbuki ashâb, moral yönü ile bu yardım teklifini olumlu karşılamışlardı. Ancak Hz. Peygamber, neyin uğrunda savaştığını ashâbından daha iyi bilmekteydi. Böyle kritik bir zamanda, müslümanlarla müşrikler arasında birtakım dostluklar, yardımlaşmalar kurulursa bu, tevhidin insan hayatına yer etme mücâdelesine ileride köstek teşkil edecek, savaşta kurulan ittifaklar, giderek duygusal yaklaşımlara yol açacaktır. Oysa İslâm'ın yeryüzünde kavgasını vermenin asıl amacı, şirki, bütün düşünce ve kurumlarıyla tamamen söküp atmaktır. Bunun için de kesin ve açık bir tavır gereklidir. Şartlar ne olursa olsun, müşriklerle kurulacak bir ittifak, dinin pratikte gerçekleştirmek istediği hedeflerle bağdaşma-maktadır.

İslâm adına verilen mücâdele sürecinde müşriklerle her türlü ittifakın Rasûlullah'ca uygun görülmediği, bundan şiddetle kaçınıldığı kesin bir gerçektir. Rasûlullah bir başka hadis-i şerifinde, açıkça: " müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." (Nesâi, Kitab 48, bab 52)diye emretmiştir. Evet... Müşriklerin ateşiyle aydınlanmak, hele bizim ateşimizle onları aydınlatmak... Kâfirlere vermek, onlardan almak... Her iki konu üzerinde çokça düşünmek ve ona göre davranmak zorundayız.

İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil; müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücadele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise Firavunların tesbit ve müsaade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücadele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavun'lara açıkça cephe almadan onları nasıl altedeceklerdir?


Peygamberimiz'e yapılan teklifte de, tarihte ve günümüzde yüzlerce tekrar edilen nice olaylarda da görüldüğü gibi, egemenliği ellerinde bulunduran tâğutî güçler, İslâm'ın sosyal hayata hâkim olmaya kalkmasını daima kendi şeytanî çıkarları için tehlikeli görmekte ve İslâm'ı gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bazı tâvizler istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve aslî çizgisinden saptırarak etkisiz hale getirmek istedikleri için bu yola başvururlar. Başlarında Peygamber ve O'nun gerçek vârisleri olan, sadece Allah'a bağlı güvenilir liderlerin bulunmadığı birçok tevhidî hareket, şeytan ve dostlarının bu tâviz alışverişi ve bu müdahalesiyle sapmış ve bağlılarını da saptırmıştır. Evet, hıristiyanlığın tevhid dini olma vasfından saparak, her türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hıristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle uzlaşabilecek mirası hıristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.

Padişahlık, yani hadis-i şerifteki tâbiriyle "ısırıcı krallık" rejimleriyle, sarayın her türlü çıkarlarına, padişah efendilerin her türlü arzularına fetva bulmaya çalışarak Allah'ın koyduğu sınırları çokça aşan anlayışlarla uzlaştırılmasıyla Din'e nice bid'at ve hurâfeler girmiştir. İslâm, aslî yapısından, enerjik ve dinamik ölçüsünden sapmalarla, nihayet T.C.’nin emrine ve hizmetine giren, ona her türlü uygulamasında yardımcı ve fetvacı olan Diyanet İslâmcılığı meydana gelmiştir.

Gelinen noktanın Osmanlı'dan miras alınan uzlaşma ve tâvizcilik sayesinde bir uzantı olduğu unutulmamalıdır. İslâm'ın istediği bir devlet olmadığı zaman, eğer uzlaşma varsa, devletin istediği İslâm ortaya çıkacaktır. Müslümanlar, basit gördükleri bir-iki tâviz verdikleri zaman, bir müddet sonra dâvânın tümüyle özünden sapması kaçınılmaz olmakta, atı alan Üsküdar'ı geçmektedir.

Gerçekte güç ve kuvvet, izzet ve şeref Allah'a aittir. O, dilediğini güçlü kılar (3/Âli İmran, 126). Kâfirler zâhiren güçlü görünseler de bu görünüm; sanaldır, Müslümanlar, önce Allah'a, sonra az sayıda ve imkânda olsalar bile O'nun verdiği güce ve izzete sahip olan kendilerine güvenmek zorundadırlar. Bilmelidirler ki,
" Allah'ın izniyle nice az bir topluluk, daha çok topluluğa gâlip/üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (2/Bakara, 249)

Allah'a ve kendine güvenen bir müslüman, hangi şartlarda ve durumda olursa olsun, hakiki manada güçsüz olan müşrik güçlere yaslanmayı kabul edemez ve onlarla uzlaşamaz. Çünkü mü'min, dâvâsında haklı olduğuna ve Allah'ın yardım edeceğine kesin olarak inanır ve kâfirlerden korkmaz. Neticeyi ve zaferi Allah'ın vereceğini bilir. Bu özgüvene sahip olmayan, kendinden zâhiren daha üstün konumdaki zorba güçlere karşı mücadeleyi göze alamaz ve onun tahakkümü anlamını taşıyan uzlaşmadan başka bir seçeneği olmadığını varsayarak zulme, sömürüye, yönetilmeye, şerefsizliğe, kula kul olmaya boyun eğer.

Müslümanın tâviz vermesi kadar, tâviz alması da çoğu zaman dâvâsına zararlı olur. Kâfirlerin bu tâvizleri, kendilerini veya rejimlerini müslümanlara biraz daha benimsettirmesi, onları iğdiş ederek uzlaşmaya girmesi, neticede dâvâyı saptırıcı sonuçlar doğuran oyunların tezgâhı gibi şeytanî hileler olarak kabul edilmelidir.

Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma, kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü'minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelizmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir.

(Halbuki Kur'an'dan açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, mü'minlerle ilgili sünnetullah, kâfirlerle ilgili sünnetullahtan çok farklıdır.) Mutlak doğruyu, vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak ilâhî kaderi olan, her an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.

Laiklik, ırkçılık, milliyetçilik, demokratlık, materyalizm, determinizm, tarih kutsayıcılığı, örf-âdet ve gelenekçilik, pragmatizm, makyavelizm... hep uzlaşmacılıktır. Dergi, dernek, vakıf, özel okul, radyo, televizyon, parti, teşkilât gibi sistem içi araçları kullanırken çok hassas olunmalı veya ileride tâviz vermeyecek kesin tedbirler ve ilkeler baştan kesin kararlara bağlanmalıdır. Çünkü bunlar, çoğunlukla uzlaşmacı zihniyete kurban edilerek "hizmet ediyoruz" derken giderek bu araçlar amaçlaştırılmakta ve ava giden avlanmaktadır. İslâmî duyarlılık ve inkılâpçı tavırlarla kanunlar lastik gibi en sonuna kadar uzatılıp sündürülmeli veya görmezden gelinmelidir ki bu tür araçların kullanımı meşrû olabilsin. Bu da tahmin edildiğinden çok zor ve güzel örnekleri yok denilecek kadar az olan bir durumdur. Risk büyüktür; ya bunca maddî-manevî fedakârlıkları, birikim ve emekleri kaybetmek, ya da bu araçlar vasıtasıyla Hak rızasını ve imtihanı kaybetmek.

Çoğunlukla görülen odur ki, bu tür silâhlar geri tepmekte, düşmanı değil; kullananları ve destekleyicilerini vurup yaralamaktadır. Az sayıdaki istisnaları hâriç tutarak, müslümanların eliyle ve imkânlarıyla bâtılın güçlenmesine yol açan bu araçların temel vasıflarının taviz araçları olduğu yaklaşımını haklı gösteren bolca örnekler vardır.


Demokratik yapılanma ve resmî çalışmalar, ister istemez uzlaşmacı yaklaşımlardır. Bu uzlaşmacı ve demokratik yaklaşım, Hasan el-Bennâ, Abdülkadir Udeh ve Seyyid Kutub’lar zamanında dünyayı titreten Ihvân-ı Müslimîn hareketini ne hale getirdi, gören gözler için yakın tarihin bize ihtarıdır. Resmî tabelâlar altında ve düzenin belirlediği ve yönlendirdiği alanlardaki gayretler, az veya çok tâviz vermeyi kolayca kabullendiğinden bereketsizlikle sonuçlanmaktadır. Cennet, kılıçların gölgesinde olduğu gibi; izzet ve onur da hak prensiplerden tâviz vermeyen şahsiyetli, kimlikli müslümanların hakkıdır.

Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din'i kuşa benzetmektir. Hak Din'in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm'ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerin-den tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.

 
Üst Ana Sayfa Alt