Yeni Türkiye hükümetinin İslam dininden ilgisini kestiğine daha 1922'de hilâfetle hükümeti birbirinden ayırdıkları zaman hükmetmiş ve Mısır gazetelerinde bu rey ve mütalaamı kat'iyyet ve sarahatle ortaya koymuştum.
Hilâfeti hükümetten tecrid ve tefrik etmenin ne demek olduğunu İslam âleminin ve özellikle İslam ulemasının tereddütsüz anlaması lâzım gelirken, maalesef, o zaman Mısır muharrirleri ve Mısır uleması şâyan-ı taaccüb bir idrak sukutu ile meselenin mahiyetini kavrayamadılar. Sanki Mustafa Kemal Yunan askerini hezimete uğrattığı bir İzmir hücumu ile İslam âleminin akıl ve muhakemesini de bozmuş, dağıtmış idi.
Binaenaleyh o zamanlar İslam'ın an'anelerini birbiri ardınca yıkarken de yine hep bu adamı mazur görüyorlardı. Ve belki alkışlıyorlardı. Güya ki İslam dininin müesses, müdevven prensipleri yokmuş; ve her şeyden yüksek ilmî mahiyeti ile teşhis olunması lazım gelen bu din, bir beldenin oluşup verilmesine tâbi imiş ve daha doğrusu gavur İzmir'ine feda edilir bir şeymiş gibi düşünüyorlardı.
Öyle diyebilirim ki Mısır'ın büyük çoğunluğunun, hilâfeti hükümetten tefrik meselesini, şeriatın esasına muhalefet derecesi nokta-i nazarından alaya almak suretiyle gösterdikleri düşünce sapıklığı, dinî meselelerde hal ve akt hakkını haiz olmak mertebesinden onları iskat etmiştir. Ve Ankara hükümetinin bilahare hilâfeti büsbütün ilga etmesinden bir buçuk sene evvel Hilâfet Meselesi'nin esas telakkisinde kifayetsizliklerini, kabiliyetsizliklerini isbat etmiş olan bu âlimler için artık bundan sonra hilâfet kongrelerinde söz söylemek ve görüş beyan etmek selâhiyeti kalmamıştır.
Okuyucular arasında bu sözlerimi haddinden büyük bir dava tarzında görenlerin bulunması ihtimaline karşı iddialarımı isbat edeceğim:
Hükümetle bir arada olan hilâfetin hükümete dinî bir renk ve büyük bir şeref vermekten başka bir büyüklüğü olamayacağı gibi hükümetin de dinî bir sıfat ve haysiyetten ibaret bulunan hilâfete kuvvet vermesinden başka zarar verecek bir yeri olmadığından hilâfetle hükümeti birbirinden tecrit etmek, dini dünyadan ve siyasetten ve bil-mukabele dünyayı ve siyaseti yani hükümeti dinden ayırmak demekti ki ayırım olayında bu muamma gayet bariz ve bedihî olduğu halde Mısır uleması, tüm açıklığına rağmen bu noktayı anlayamadı.
Ve bu hadiseden beş-altı ay sonra Türkiye matbuatı ve Mustafa Kemal hükümetinin ricali, şimdi Türkiye'de herkesin serbest serbest söylediği bu din ve dünya ayrılığını ikrar ve ifşaya başlamışken, Mısır uleması bu açıklamalar üzerine, yine ayırım hadisesinin istihdaf ettiği vahim maksada intikal için lazım gelen uyanıklığı kazanamadı. Ancak bu açıklamalar üzerine hilâfetin hükümetten tefrikinin din ile dünya arasını ayırmak demek olduğu ortaya çıktı. Ve iddialarımın bu kadarı sabit oldu. Amma Kemalcilerin itirafları ile sabit oldu, yoksa Mısırlıların kendiliğinden veya benim ihtar ve ikazımdan anlamaları ile değil!
Hatta işin bu kademesinde dinin dünyadan ve siyasetten ayrıldığı anlaşıldı da hükümetin dinden ayrıldığı yine belli olmadı. Halbuki bunlar, bu ayrılıklar en basit mantıkî intikal ile malum olacak derecede birbirinin ayrılmaz birer parçaları idiler.
Lakin bu yumuşaklığın sebebi vardı:
Zira Kemalciler dinin dünyadan ve siyasetten ayrıldığını itiraf etmişler, fakat bunu ayrılmaz gereği mesabesinde olsa bile hükümetin dinden ayrıldığını henüz harfi harfine itiraf etmemişlerdi.
Mısır'ın ehl-i hal ve akti ise akıllarını, saplandığı girdapta ancak Kemalcilerin itiraf ettiği kadar hareket ettirebiliyorlar, mantıkî gereklerin baskısına rağmen başka türlü asla yerinden oynatamıyorlardı.
Halbuki onların itirafına hacet kalmadan meselenin daha başında ben anladım ve anlatmaya çalıştım ki Mustafa Kemal hilâfeti hükümetten neye ayırıyor ve hükümeti kendi tarafına alarak hilâfeti mühmel ve muattal bir halde niçin Abdülmecid Efendi'ye terkediyor?
Çünkü hilâfette Peygamber Efendimiz'in makamına geçmek ve binaenaleyh ahkâm-ı şer'iyye dairesinde icra-i hükümet etmek vazifesi var. Ankara hükümeti ise ahkâm-ı şer'iyyeye tâbi olmayarak hareket etmek istiyor. Böyle olmasa hükümeti kendisine alan Mustafa Kemal hilâfete neden rağbet etmesin di?
Ona rağbet etmiyordu? Ona rağbet yerine, cesaret etmedi desek, hilâfeti daha sonra büsbütün ilgaya cesaret eden adam, uhdesine almaya cesaret edemez miydi?
Şu halde hilâfetin kabahati, Peygamber postu olmak gibi, Mustafa Kemal'in aslına inanmadığı bir payeden ibaret bulunmasında, yahut hilâfetle bir-arada bulunacak bir hükümetin şer'î kanunlar ile mukayyet bulunmasında görülüyordu. Onlar ise hükümeti bu kayıtlardan kurtarmak azminde idiler. Hilâfete düşmanlıkları da hep bundan ileri geliyordu.
Lakin Mısırlılar Mustafa Kemalin hilâfet düşmanı olduğuna inanmadıkları gibi şer-i kanunları hükümetten uzaklaştırmak niyetinde olduğuna da inanmıyorlardı.
Şimdi bu noktalar tamamen benim dediğim şekilde sabit oldu ve o zamanlar Müslümanlığına ve hamiyet-i İslamiyesine toz kondurmadıkları Mustafa Kemal hükümeti, şimdi Halife'yi kovduğu gibi, bu asırda ittibaa lâyık değildir diyerek şeriat-ı İslamiye kanunlarını da Türkiye'den kovdu da bize de evvelki meselelerin yerine münakaşa ve mücadele zemini olarak şimdi Avrupa kanunları ile Müslümanlığın ilahî kanunlarını mukayese vazifesi çıktı.
Mısırlılar bu hale ne buyururlar?
İşte, durup dururken hilâfetten ayrılan hükümetin yapacağı şey, dinî ve şer'î kanunlardan sıyrılmak idi.
Peygamber Efendimiz'in ne hükümeti ve ne de hükümetten mütevaris hilâfeti bulunmadığını son zamanlarda iddia ederek ortaya atılan Mısır'ın Mansura Kadısı Şeyh Abdurrâzık, bu davasına hakkıyla muvazi olarak hükümetlerin din ile mukayyet olmamalarını da beraber iddia etti ki en doğrusu da budur. Yani İslamî hükümetlerden, kendi zeminleri ile hilâfet ya nez' edilir veya tefrik edilirse, mutlaka bu hükümetleri din ile ahkâm-ı şer'iyye ile mukayyet olmaktan çıkarmak maksadıyla nez' ve tefrik edilir. Bu maksadı evvelce, yani Mustafa Kemal'in hilâfeti hükümetten ve belki hükümeti dinden ayırdığı zamanda anlamayıp ve bu münkeri o zaman lâyık olduğu şiddet ve ehemmiyetle karşılamayıp da Mansura Kadısı'nın kitabı ile kör gözleri açılan... ve ancak bugün ifaya mecburiyet hisseden Mısırlılar ve Ezherlilerin boynunda geç kalmış olmanın vebal ve mes'uliyeti hâlâ duruyor! (Mansura kadısının kitabı hakkında söyleyeceğimiz sözleri bu eserin sonlarına bırakıyoruz.)
İşte hükümeti hilâfetten ayırmanın, hükümeti dinden ayırmak ve çıkarmak, şer'-i şerifin hükümet üzerindeki murakebe hakkını kesmek ve hükümet sıfatıyla şeriatın emir ve nehyini tanımamak ve tanıttırmamak gibi vahîm neticelere münhasır olacağı apaşikâr; Lakin Mısır uleması hani harıl harıl bu şeriat ayırımını uydurmaya ve Tarih-i Hulefa'dan misal bulmaya çalışıyorlardı. Halbuki ısırıcı hulefa devirlerinde vukubulan ve hilâfeti hükümet ve kuvvetten ayıran zorlayıcı hareketler şimdi bizim için imtisale ve özellikle ihticaca salih ve makbul bir şey olmamakla beraber şimdiki hal ile o zamanlardaki ahval arasında dağlar kadar fark vardır.
Yalnız şurasını söylemek yeterlidir ki o devirlerde halîfelerden hükümet kuvvetini alanların maksadı alelade tegallüpten ibaretti. Hilâfeti uhdesine almayı gözüne kestiremeyen ve bunu Mustafa Kemal gibi tahkir edici değil, belki çok muazzam gören mütegallip, hükümeti almakla yetinme zorunluluğunda kalarak hilâfetle hükümet de bu suretle zarureten birbirinden ayrılmış olurdu.
Yoksa eski mütegallipler hilâfet sıfatını beğenmediklerinden ve Peygamber mevkiinin şerefine inanmadıklarından yahut o sıfat olunca şeriat kanunları hükümete işlerlik kazanmış olmasının lazım geldiğini düşünerek ve Mustafa Kemal gibi dinsiz inkılâp fikri takip ederek hilâfeti, mevsimi gelince büsbütün ilga etmek üzere ayrı bir tarafta bırakmış değillerdi.
O devirlerde Avrupa tahsil ve terbiyesi ile müslümanlık zihniyetinden uzaklaşmış ve Mustafa Kemal'in kâfirane bid'atlarını Müslümanca tevile kıyam ederek, 13 asırlık İslam tarihini alaşağı ettiği bugün daha serbest bir lisanla hükümet ricaline söyleten merkumun icraatına vaktiyle İslâm tarihinden misaller arayıp bulan Mısır ulemasının ahmakça gayretkeşliklerini hayvanlıkla tavsif etmek çok değildir.
(Adliye vekili Mahmut Es'ad mel'unu Temyiz Mahkemesinde irad ettiği bir nutukta böyle söylemişti (Vakit 20/6/1926)
Bkz: Ek: 2 )
Kanun-u Esasî'de yazılı olan hükümranlık hukukuna bile müdahale edilen ve Umumî Harb'e Türkiye'nin iştiraki ilân olunduğu sırada iradesini istihsale lüzum görülmeyen Sultan Reşad gibi Osmanlı halifelerinde Meşrutiyet'ten beri millete karşı tegallup ve tahakküm görülmek şöyle dursun, Enver gibi, Mustafa Kemal gibi türedilerin tegallup ve tahakkümüne halîfelerin maruz kaldığı malum ve maruf iken Mısırlıların hilâfet meselesini münakaşa esnasında hâlâ halîfelerin istibdadından bahsetmeleri, hükümetten ve emr ü nehyden alâkası kesilerek halîfe yapılan Abdülmecid Efendi'ye "Emîrü'l-Mü'minîn" demeleri hayvanlık ve Sultan Vahidüddin'in hiyaneti hakkındaki iftiralara tahkik ve tetkik etmeden ağızlarını doldura doldura iştirak etmeleri de edepsizlik değil de nedir?
(Jöntürk Komitesi'nin Harb-i Umumî'ye iştirak için Almanya ile ittifak muahedesi aktettiğinden Padişah'a malumat verilmediği gibi o zaman Sadrazam olan Mısırlı Said Halim Paşanın bile buna sonradan muttali olduğunu, İzmir suikastı meselesinden dolayı Ankara istiklâl Mahkemesi'nde isticvap edilen Küçük Tal'at ve benzeri Jöntürk erkânının ifadelerine atfen 1348/1926 tarihli (Tan) gazetesi yazmıştır.)
Mustafa Kemal Türkiye'de hükümeti hilâfetten ayırdığı zaman bu meseleyi güya İslam dini ve İslam tarihi nokta-i nazarından tetkîk maksadıyla 13933 numaralı "el-Ahram" da uzun bir makale yazan ve Emevî, Abbasî ve Osmanlı halîfelerini tarih boyunca zulüm ve istibdatla lekeledikten ve Vahidüddin'e gelince, hepsinin kötülüklerini unutturduğunu recmen bil-gayb ifade ettikten sonra;
"Bu fenalıkların cümlesi, ümmetin kendi üzerinde tasarruf hakkını tamamen bir adama vermesindedir. Şimdi bu hakikati gören Türk milletinin halîfeye, Hz. Peygamber'in efalinden namazda imam olmak gibi, Allah ile kulları arasında kalacak ve halîfe tarafından müstakilen ifasında mahzur olmayacak vazifeleri terk ederek ibadullahın hukukuna taalluk eden ilahî ahkâmın tenfîz ve murakabesinde kendini temsil eden milletvekillerine, yani Meclis-i Mebusan'a tevdi etmiş olmasında hiç bir mahzur olmadığını ve halifelerin ümmeti esaret altında bırakan fesat-ı istibdadına mani olmak üzere ihdas edilen, böyle bir vazifeleri taksim usulünün şayan-ı kabul ve tebrik görülmesi lazım geldiğini ve kendisinin buna iman edenlerin birincisi olduğunu" Söyleyerek makalesine nihayet veren Mısır'ın namlı fuzalâsından Muhammed el-Mısrî'ye şimdi insan ne dese öfkesini alabilir?
İslam'ın ve Türkiye'nin hal-i hazırı hakkında gafletlerine mebni, uzaklara matuf nazarları ile önünü göremeyen bakar-körler gibi hareket ettiklerine şahit oldular.
Böyle ulemanın, İslamiyet'in zararına hizmet eden ilimleri, cehilden beter bir şekilde sahiplerinin yüzlerine çarpılmaya lâyıktır.
Hiç bir zorunluluk yokken Mustafa Kemal'in ortaya çıkardığı hilâfet ve hükümet tefriki bid'atını te'vil etmek mecburiyeti sanki onların üzerine terettüp ediyordu.
Herif yaptığı işleri İslam âlemine ve İslam ulemâsına hiç sormuyor, lakin onlar İslam dininden ziyade bir türedinin hareketlerine tâbi imişler gibi arkasından te'vil yetiştirmeye çalışmaktan, bir defa da "Dur bakalım, ne yapıyorsun?" demeye vakit bulamıyordu.
İslâm'ın hükümet ve hilâfetini herifin istediği şekle sokmak için böyle çapraşık te'viller bulmaya hacet ve zaruret nereden hasıl olmuştu?
Yoksa İslam dini ile oynanabilir de Mustafa Kemal ile oynanamaz mı?
Yani İslam dininin semadan nazil olmasından daha önemli olmak üzere bu adam da gökten zenbil ile mi inmişti?
İzmir'i fethetmiş imiş, fethetmeye yetişmeyeydi! Çünkü onu bir İslam fatihinin takip ettiği fikir ve gaye ile fethetmedi. Şark'ta Müslümanlığı yıkmak ve Avrupalılık mefkuresini muzaffer kılmak için fethetti.
Maksadın bu olduğunu Mustafa Kemal'in Maarif Vekili Hamdullah Suphi "Muallimin Cemiyeti" kongresinde irat ettiği nutukta açıklamıştır. Kendi ibaresi de aynen şöyledir:
"Efendiler! Bugünkü Türkiye, Şark'ta Garplılık mümessilidir. Garplılara karşı Garb'ın düsturlarını müdafaa ederek muharebe ettik. Avrupalılar mağlup oldular. Muzaffer olan Avrupalılıktır. Biz mağlup olsaydık, köhne Asya ve Asyalılık kazanırdı. Siz, benim karşımdaki muallimler, Türk milletinin kulağına söylediğimiz yeni sözün, yeni hakikatin telkincileri olarak, bitmiş bir hayat şekli yerine yeni bir hayat şekli kuruyorsunuz." (Vatan gazetesi 13/6/1341)
"Fe ehlen biha ve sehlen ve inna biha evvelü el-mü'minûn" diyen Mısır âleminin şimdi kulakları çınlasın.
Eğer İslam âlemi ve İslam uleması, ta iptidasından yanlışlıkla İslam kahramanı sandıkları Mustafa Kemal'den, İslam'ın şearine ve hilâfetinin hukukuna taarruz tarzında aykırı hareketler ve fena alâmetler görülmeye başladığı dakikadan itibaren bu herife karşı İslam dininin icap ettiği vaziyeti takınsaydı şimdiki gibi iş işten geçmeden, Türkiye'nin dini ve İslam âleminin hilâfeti hâk ile yeksan edilmeden vazifelerini idrak ve ifa etmiş olurlardı.
Benim gibi bir adam yarı ömrünü ve bütün kuvvetini, aramıza girmiş olan din düşmanlarının düşmanlıklarını müslümanlara anlatmak ve kendilerini ikna etmek yolunda tüketirse, bu düşmanlıklara karşı tedbir alınmasına nasıl vakit bulacağız?
Din düşmanlarına karşı elimizi kolumuzu harekete geçirmeden evvel zihnimizi harekete geçirmekte bu kadar zahmet çeker ve bu kadar geç kalırsak, onlarla bizim başa çıkabilmemiz mümkün ve mutasavver değildir.
İşte içimizdeki İslam dini düşmanlarının bütün maskeleri yüzlerinden düştüğü ve şapkalarına varıncaya kadar açıklık kazandığı bir zamanda yazdığım eserlerimin birçok sayfalarını hâlâ Kemalistlerin dinsizliğinde şüphe eden Müslümanların şüphelerinin izalesine ait delil ve vesikalarla doldurmak mecburiyetinde kalmalı mı idim?
Böyle adamların ahiretteki vaziyetini Cenabı Hakk şu âyeti kerîme ile beyan buyuruyor:
"Ve "Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık." diye ilâve ederler." (Mülk/10)
Kemalistlerin, hükümeti hilâfetten ayırırken dinden de ayırmış oldukları gerek mantıkî gereklerde ve gerek din ile dünyayı veyahut din ile siyaseti ayırmak gibi yarı açık, yarı kapalı tabirler altında kendi itirafları ile tamamen sübût bulduktan (sabit olduktan) sonra bunun mahzurlarının da o kadar büyütülecek bir şey değilmiş gibi sayıldığını görüyor ve Kemalcilerin İslam dinine yönelik suikastına karşı bu derece mütegafil davranan İslam âleminin dalgınlığından me'yus (ümidsiz, kederli, ye'se düşmüş) oluyordum.
"Begâfiller, dünyadan ve siyasetten ayırdığınız dini ahirete mi gönderiyorsunuz?" diye bağıran bir müslüman sesi duyulmaması ne kadar gücüme gidiyordu.
Dünyayı ve siyaseti, yani hükümeti dinin müdahalesinden kurtaracak, dini, hukuk-u medeniye ve siyasiyesinden iskat etmiş (düşmüş, hükümsüz kalmış) olan bir memlekete, Dâr-ı İslam denebilir miydi?
Başı şeriata bağlı olmamak üzere müteşekkil bir hükümet, İslam hükümeti olamayacağı gibi, o hükümet bir ecnebi hükümet değil de, halkın, milletin kendi kendine teşkil ettiği bir millî hükümet ise öyle bir milletin de kişilerce isimleri Ahmed, Mehmed olmasına rağmen, İslam dini ile ilgilerinin, hükümetleri vasıtasıyla toptan kesilmiş olması zarurî idi.
Yalnız bu hallere karşı içinden kan ağlayan ve elinden bir şey gelmediği gibi memleketinden hicret imkanını da bulamayan halkın güçsüzleri için bir mazeret hakkı kalıyor.
("Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken "Ne işte idiniz" dediler. Bunlar: "Biz yeryüzünde çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler de: "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya" dediler. İşte onların barınağı cehennemdir: Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir. / Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiç bir çareye gücü yetmeyenler, hiç bir yol bulamayanlar müstesnadır. / İşte bunları, umulur ki Allah affeder: Allah affedici, bağışlayıcıdır." (Nisa/97-99)
Fakat bunlara bedel Türkiye dışında, Ankara hükümetinin din ve dünyayı birbirinden ayırmaya ve bu suretle dini ahirete bırakarak dünyadan vücudunun izalesine matuf icraat ve kararlarındaki cinayeti Mustafa Kemal'in hatırı için kapatmaya veya hafif göstermeye çalışan müslümanların ve bilhassa akıllılarının vaziyetleri, İslâmî kaideler nokta-i nazarından pek tehlikeli bir halde bulunuyordu.
Demek ki herif, Anadolu'nun ortasında kurduğu dinsiz hükümetle, bir taraftan 600 seneden beri ve belki daha fazla bir müddetle İslam dinine göğsünü kale yapan bir milleti toptan ilhada sevk ederek din ve dünyalarını tahrip ettiği gibi, bu icraatı kendilerine tasdik ettirdiği uzaktaki müslümanların dinî vaziyetlerini de tehlikeye sokarak onlara da az zararı dokunmuş olmuyordu.
Bu yazdıklarım, hep Mustafa Kemal hükümetinin hilâfeti resmen ve sarahaten ilga ve Osmanlı Hânedânı'nı Türkiye dışına ihraç etmeden evvelki icraat ve kararlarına aittir.
Ve hükümet-i merkume müslümanlığa ve hilâfete ne fenalık etti, ne darbe vurdu ise, işte hep o evvelki icraat ve kararları ile, yani hilâfetin hükümetten tefrikine ve laik hükümet teşkiline dair olan icraat ve kararları ile yapmış; esasları o zamandan kurulmuştur.
Hilâfetin açıkça ilgası ile Abdülmecid Efendi'nin ve sair hanedan halkının ihracından ibaret olan sonraki hadiselere gelince, yeni bir şey sayılmasına bile layık olmayarak evvelce kurulan esasın tatbikinden ibarettir. Mısır gibi, Hind gibi İslam âlemi ise esası mutazammın olan evvelki hadiselere karşı ilgisiz davranarak, ehemmiyetçe ikinci derecede kalması lazım gelen son hilâfet hadisesi üzerine yaygarayı kopardılar. O güne kadar Ankara hükümetinin koltuğu altında yaşayan ve belki mühim vazifeler ifa eden Abdülaziz Câviş gibi büyük bir âlim ancak bu hadise üzerine Türkiye'yi terkederek "Kemalcı bombası Müslümanlığın ciğerine isabet ediyor" başlığıyla Mısır'da makaleler yazıyor. Halbuki hilâfet makamının hükümeti... hukuk ve selâhiyeti ve bütün meşguliyeti ref ve nez' olunduktan ve buna da İslam âlemi "ehlen ve sehlen" rıza gösterdikten sonra artık hiç bir işi, vazifesi ve hükmü olmayan halîfenin İstanbul'da oturması ile dışarda oturması arasında önemli bir farkın olmaması gerekir.
Acaba İslam âlemi, Mustafa Kemal'in hükümetten tecrit olunan hilâfet makamına getirdiği Abdülmecid Efendi'yi İstanbul'dan çıkartırken mi azlolundu sandı?
Halbuki o, İstanbul'da otururken de ma'zûl olarak oturuyordu. Daha nasbolunurken işten el çektirilmiş ve vazifesinden azledilmiş değildi, insan daha başka türlü nasıl azledilir?
Hükümeti Mustafa Kemal almak ve hilâfeti Abdülmecid Efendi'ye bırakmak suretiyle aralarında güya taksim yaptılar ve bu taksim üzerinde ittifak ettiler değil mi?
Halbuki bütün kuvvet ve selâhiyet, hükümeti alan tarafa gitmiş ve hilâfetin lafzî bir ismiyle kalan halîfe öte taraftaki kuvvet ve hükümetin emrine kendini teslim etmiş, metbu' iken, tâbi olmuştu. Nasıl ki hükümetin bir polisi, Halife'yi bir gece yarısı ansızın saraydan ve İstanbul'dan çıkarıp atmaya kâfi geldi. Ve o zaman Abdülmecid Efendi bir buçuk sene evvel tayin olunduğu makamın Makam-ı Hilâfet olmadığını anladı. Onun için ben vaktiyle Sultan Vahidüddin'in hal'i ve hilâfetin hükümetten tecridi ilan olunduğu zaman "Bu hadise Halîfe'nin şahsının değil, hilâfetin sonudur." diye Mısır gazetelerinde bağırmıştım: (el-Ahram, 2 Kanunuevvel 1922; el-Mukaddam, kezat).
O tarihte yazdığım şeyler tesadüfün te'yid ettiği kehanet veyahut ince bir feraset eseri değildi. Besbelli bir şey olduğu için bunu vaktinde anlamak bana bir mefharet ve marifet hissesi ayırmaz. Fakat anlamayanlar, özellikle de söyledikten sonra anlamayanlara büyük bir masiyet ve hacâlet yükler.
Hakikaten ne idi o hükümet ve hilâfet!..
Ahkâm-ı Şer'iyyenin icrasına memur ve hilâfet ve hükümet reisi olan Hz. Peygamber'in halifesi ve vekili olacak zatın elinden hükümeti alınca o zat Cenabı Peygamber'in nesine vekalet edecekti?
Dolmabahçe Sarayında ikamete memur olduktan başka Abdülmecid Efendiye bir vazife ayrılmamış olduğundan müşarünileyhin nasbolunduğu ve bir buçuk sene işgal ettiği makam, asla Makâm-ı Hilâfet değildi.
Dinî irşâdât tarzında uydurulan ve bir gün aslı çıkmadığı gibi nesli bile gösterilmeden va'dolunan vazifeler ise ulemaya ait vazifelerden ibaret olacaktı. Çünkü ulema da, verese-i enbiya olmak cihetiyle bit tür hilâfet vekaleti haizdirler. Ve ulemanın hilâfeti ile halifenin hilâfeti arasındaki fark, birinin elinde hükümet ve maddî kuvvet bulunması, diğerinde bulunmamasıyla ortaya çıkar. (...)
İşte ey okuyucu!
Mustafa Kemal'in inkılâplarının geçirdiği bu devirleri ve, merhaleleri sakın unutma ki bu oyunların ne acaip yollardan geçerek şimdiki uğursuz ve çelişik neticelere vasıl olduğunu (ulaştığını) anlayabilesin.
Evet, hatırına getir ki Kemalciler bir zaman:
"Hilâfet hükümetlerde olur, hem daha parlak olur." diye ne kadar tutturmuşlar; Mustafa Kemal'in halîfesi Abdülmecid Efendi'nin yuvasından daha çürük olan vaziyetini mâkul ve meşru göstermeye çalışmışlar ve tam bir buçuk sene bu davayı takip ve isbat sahasında çene çalmışlar, yazı yazmışlar, bizimkilere de beğendirmişlerdi. (...)
Kısacası hilâfet "Hükümet-i Şer'iyye" demek olduğu ve "Hükümet-i Meşruta" ve "Hükümet-i Cumhuriye" gibi hükümetin bir özelliğinden ibaret bulunduğu cihetle, nasıl hükümetten ayrılmış Meşrutiyet ve Cumhuriyet olamazsa, aynı şekilde hükümetten tefrik edilmiş hilâfet de olamayacaktı. Biz bunu İslam âlemine anlatmaya çalışıyor ve muvaffak olamıyorduk.
Tam bu esnada, hükümetten tecerrütle aklî ve şer-i mahiyeti kalmamış ve yalnız lafzî manası kalmış olan "hilâfete" alıştırdığı İslam efkâr-ı umumiyesi ile çocuk oyuncağı gibi oynamaktan kolay bir şey olmadığını tefrik ve tecrîd meselesinde mükemmelen tecrübe etmiş olan Mustafa Kemal bu vak'adan bir sene sonra günün birinde bir Fransız muharririne (Matin muharriri Moris Mares) vaki olan beyanatında "Hükümetten soyutlanmış hilâfet olamaz, belki hilâfet hükümetten ibarettir." diyerek bir sene evvelki icraat ve iddialarının gerek mülakatla ve gerek İslam âlemi ile istihzadan başka bir şey olmadığı ve bu istihzayı kabul edenlerin yüzüne vurmak tarzında ikrar ve ifşasına başlamış ve tefrîk-i hükümet ve hilâfet kaziyyesine ait Mustafa Kemal'in mel'un maksadı hakkında o zamana kadar geçen görüntülere aldırmayan İslam âleminin kafasına "tak!" dedirtmek için mezkûr kaziyeyi kendisi setretmek ve efkar ve siyasetini hiçe saydığını da o beyanatında söylediği müslümanlara tefrîk-i hükümet ve hilâfet meselesi ile nasıl bir oyun oynadığını anlatmak zamanının hulul etmek üzere olduğuna ima ve işaret etmiştir.
O esnada İstanbul'da serbest matbuat erkânına karşı kurulan İstiklâl Mahkemesi vasıtasıyla suçluların ve avukatlarının lisanından "Laik Cumhuriyet" için toplanan arz-ı itaat ve ubudiyet istekleri de Kemalcilerin memleketteki vaziyetlerinin kendilerine emniyet verici bir halde bulunduğunu göstermiş ve Müslüman ahalinin 17-18 seneden beri tekrar tekrar süngü kuvvetiyle tarumar edilen efkâr-ı umumiyesi hakkında bu muhakemeler sükûneti defe bir tecrübe ve bir "Laik Konferans" yerine geçmiş olarak arkası çok geçmeden de hilâfetin adına ek olarak isminin de ilgâsı ve Âl-i Osman'ın kadınlarına ve ufacık çocuklarına varıncaya kadar tümünün Türkiye'den ihracı ve Mehâkim-i Şer'iyye ve Medâris-i İslâmiye gibi dinî müesseselerin de ilgası vukua gelmiştir.
Mustafa Kemal hükümetinin hilâfeti ilga etmesi üzerine, evvelce hükümetten tecrit edilmiş hilâfeti müdafaa eden dalkavuklar, tıpkı, sahibi hangi tarafı gösterirse o tarafa koşan eğitilmiş köpekler gibi istikamet değiştirerek, hilâfetin bu zamanda ehli kalmadığı, lüzumsuzluğu, evvelden de aslı olmadığı tarzında mutat üzere derece derece yükselen yeni yeni davalar takibine koyuldular.
Bu dalkavuklardan en hararetlerinin davalarını ve delillerini de bu kitapta tetkik ölçüsüne vuracağız ve mugalatalarının foyasını meydana çıkaracağız. Lakin daha evvel hilâfeti bir kere icmâlen tarif edelim:
kaynak HİLAFET VE KEMALİZM
Şeyhul İslam Mustafa Sabri
Hilâfeti hükümetten tecrid ve tefrik etmenin ne demek olduğunu İslam âleminin ve özellikle İslam ulemasının tereddütsüz anlaması lâzım gelirken, maalesef, o zaman Mısır muharrirleri ve Mısır uleması şâyan-ı taaccüb bir idrak sukutu ile meselenin mahiyetini kavrayamadılar. Sanki Mustafa Kemal Yunan askerini hezimete uğrattığı bir İzmir hücumu ile İslam âleminin akıl ve muhakemesini de bozmuş, dağıtmış idi.
Binaenaleyh o zamanlar İslam'ın an'anelerini birbiri ardınca yıkarken de yine hep bu adamı mazur görüyorlardı. Ve belki alkışlıyorlardı. Güya ki İslam dininin müesses, müdevven prensipleri yokmuş; ve her şeyden yüksek ilmî mahiyeti ile teşhis olunması lazım gelen bu din, bir beldenin oluşup verilmesine tâbi imiş ve daha doğrusu gavur İzmir'ine feda edilir bir şeymiş gibi düşünüyorlardı.
Öyle diyebilirim ki Mısır'ın büyük çoğunluğunun, hilâfeti hükümetten tefrik meselesini, şeriatın esasına muhalefet derecesi nokta-i nazarından alaya almak suretiyle gösterdikleri düşünce sapıklığı, dinî meselelerde hal ve akt hakkını haiz olmak mertebesinden onları iskat etmiştir. Ve Ankara hükümetinin bilahare hilâfeti büsbütün ilga etmesinden bir buçuk sene evvel Hilâfet Meselesi'nin esas telakkisinde kifayetsizliklerini, kabiliyetsizliklerini isbat etmiş olan bu âlimler için artık bundan sonra hilâfet kongrelerinde söz söylemek ve görüş beyan etmek selâhiyeti kalmamıştır.
Okuyucular arasında bu sözlerimi haddinden büyük bir dava tarzında görenlerin bulunması ihtimaline karşı iddialarımı isbat edeceğim:
Hükümetle bir arada olan hilâfetin hükümete dinî bir renk ve büyük bir şeref vermekten başka bir büyüklüğü olamayacağı gibi hükümetin de dinî bir sıfat ve haysiyetten ibaret bulunan hilâfete kuvvet vermesinden başka zarar verecek bir yeri olmadığından hilâfetle hükümeti birbirinden tecrit etmek, dini dünyadan ve siyasetten ve bil-mukabele dünyayı ve siyaseti yani hükümeti dinden ayırmak demekti ki ayırım olayında bu muamma gayet bariz ve bedihî olduğu halde Mısır uleması, tüm açıklığına rağmen bu noktayı anlayamadı.
Ve bu hadiseden beş-altı ay sonra Türkiye matbuatı ve Mustafa Kemal hükümetinin ricali, şimdi Türkiye'de herkesin serbest serbest söylediği bu din ve dünya ayrılığını ikrar ve ifşaya başlamışken, Mısır uleması bu açıklamalar üzerine, yine ayırım hadisesinin istihdaf ettiği vahim maksada intikal için lazım gelen uyanıklığı kazanamadı. Ancak bu açıklamalar üzerine hilâfetin hükümetten tefrikinin din ile dünya arasını ayırmak demek olduğu ortaya çıktı. Ve iddialarımın bu kadarı sabit oldu. Amma Kemalcilerin itirafları ile sabit oldu, yoksa Mısırlıların kendiliğinden veya benim ihtar ve ikazımdan anlamaları ile değil!
Hatta işin bu kademesinde dinin dünyadan ve siyasetten ayrıldığı anlaşıldı da hükümetin dinden ayrıldığı yine belli olmadı. Halbuki bunlar, bu ayrılıklar en basit mantıkî intikal ile malum olacak derecede birbirinin ayrılmaz birer parçaları idiler.
Lakin bu yumuşaklığın sebebi vardı:
Zira Kemalciler dinin dünyadan ve siyasetten ayrıldığını itiraf etmişler, fakat bunu ayrılmaz gereği mesabesinde olsa bile hükümetin dinden ayrıldığını henüz harfi harfine itiraf etmemişlerdi.
Mısır'ın ehl-i hal ve akti ise akıllarını, saplandığı girdapta ancak Kemalcilerin itiraf ettiği kadar hareket ettirebiliyorlar, mantıkî gereklerin baskısına rağmen başka türlü asla yerinden oynatamıyorlardı.
Halbuki onların itirafına hacet kalmadan meselenin daha başında ben anladım ve anlatmaya çalıştım ki Mustafa Kemal hilâfeti hükümetten neye ayırıyor ve hükümeti kendi tarafına alarak hilâfeti mühmel ve muattal bir halde niçin Abdülmecid Efendi'ye terkediyor?
Çünkü hilâfette Peygamber Efendimiz'in makamına geçmek ve binaenaleyh ahkâm-ı şer'iyye dairesinde icra-i hükümet etmek vazifesi var. Ankara hükümeti ise ahkâm-ı şer'iyyeye tâbi olmayarak hareket etmek istiyor. Böyle olmasa hükümeti kendisine alan Mustafa Kemal hilâfete neden rağbet etmesin di?
Ona rağbet etmiyordu? Ona rağbet yerine, cesaret etmedi desek, hilâfeti daha sonra büsbütün ilgaya cesaret eden adam, uhdesine almaya cesaret edemez miydi?
Şu halde hilâfetin kabahati, Peygamber postu olmak gibi, Mustafa Kemal'in aslına inanmadığı bir payeden ibaret bulunmasında, yahut hilâfetle bir-arada bulunacak bir hükümetin şer'î kanunlar ile mukayyet bulunmasında görülüyordu. Onlar ise hükümeti bu kayıtlardan kurtarmak azminde idiler. Hilâfete düşmanlıkları da hep bundan ileri geliyordu.
Lakin Mısırlılar Mustafa Kemalin hilâfet düşmanı olduğuna inanmadıkları gibi şer-i kanunları hükümetten uzaklaştırmak niyetinde olduğuna da inanmıyorlardı.
Şimdi bu noktalar tamamen benim dediğim şekilde sabit oldu ve o zamanlar Müslümanlığına ve hamiyet-i İslamiyesine toz kondurmadıkları Mustafa Kemal hükümeti, şimdi Halife'yi kovduğu gibi, bu asırda ittibaa lâyık değildir diyerek şeriat-ı İslamiye kanunlarını da Türkiye'den kovdu da bize de evvelki meselelerin yerine münakaşa ve mücadele zemini olarak şimdi Avrupa kanunları ile Müslümanlığın ilahî kanunlarını mukayese vazifesi çıktı.
Mısırlılar bu hale ne buyururlar?
İşte, durup dururken hilâfetten ayrılan hükümetin yapacağı şey, dinî ve şer'î kanunlardan sıyrılmak idi.
Peygamber Efendimiz'in ne hükümeti ve ne de hükümetten mütevaris hilâfeti bulunmadığını son zamanlarda iddia ederek ortaya atılan Mısır'ın Mansura Kadısı Şeyh Abdurrâzık, bu davasına hakkıyla muvazi olarak hükümetlerin din ile mukayyet olmamalarını da beraber iddia etti ki en doğrusu da budur. Yani İslamî hükümetlerden, kendi zeminleri ile hilâfet ya nez' edilir veya tefrik edilirse, mutlaka bu hükümetleri din ile ahkâm-ı şer'iyye ile mukayyet olmaktan çıkarmak maksadıyla nez' ve tefrik edilir. Bu maksadı evvelce, yani Mustafa Kemal'in hilâfeti hükümetten ve belki hükümeti dinden ayırdığı zamanda anlamayıp ve bu münkeri o zaman lâyık olduğu şiddet ve ehemmiyetle karşılamayıp da Mansura Kadısı'nın kitabı ile kör gözleri açılan... ve ancak bugün ifaya mecburiyet hisseden Mısırlılar ve Ezherlilerin boynunda geç kalmış olmanın vebal ve mes'uliyeti hâlâ duruyor! (Mansura kadısının kitabı hakkında söyleyeceğimiz sözleri bu eserin sonlarına bırakıyoruz.)
İşte hükümeti hilâfetten ayırmanın, hükümeti dinden ayırmak ve çıkarmak, şer'-i şerifin hükümet üzerindeki murakebe hakkını kesmek ve hükümet sıfatıyla şeriatın emir ve nehyini tanımamak ve tanıttırmamak gibi vahîm neticelere münhasır olacağı apaşikâr; Lakin Mısır uleması hani harıl harıl bu şeriat ayırımını uydurmaya ve Tarih-i Hulefa'dan misal bulmaya çalışıyorlardı. Halbuki ısırıcı hulefa devirlerinde vukubulan ve hilâfeti hükümet ve kuvvetten ayıran zorlayıcı hareketler şimdi bizim için imtisale ve özellikle ihticaca salih ve makbul bir şey olmamakla beraber şimdiki hal ile o zamanlardaki ahval arasında dağlar kadar fark vardır.
Yalnız şurasını söylemek yeterlidir ki o devirlerde halîfelerden hükümet kuvvetini alanların maksadı alelade tegallüpten ibaretti. Hilâfeti uhdesine almayı gözüne kestiremeyen ve bunu Mustafa Kemal gibi tahkir edici değil, belki çok muazzam gören mütegallip, hükümeti almakla yetinme zorunluluğunda kalarak hilâfetle hükümet de bu suretle zarureten birbirinden ayrılmış olurdu.
Yoksa eski mütegallipler hilâfet sıfatını beğenmediklerinden ve Peygamber mevkiinin şerefine inanmadıklarından yahut o sıfat olunca şeriat kanunları hükümete işlerlik kazanmış olmasının lazım geldiğini düşünerek ve Mustafa Kemal gibi dinsiz inkılâp fikri takip ederek hilâfeti, mevsimi gelince büsbütün ilga etmek üzere ayrı bir tarafta bırakmış değillerdi.
O devirlerde Avrupa tahsil ve terbiyesi ile müslümanlık zihniyetinden uzaklaşmış ve Mustafa Kemal'in kâfirane bid'atlarını Müslümanca tevile kıyam ederek, 13 asırlık İslam tarihini alaşağı ettiği bugün daha serbest bir lisanla hükümet ricaline söyleten merkumun icraatına vaktiyle İslâm tarihinden misaller arayıp bulan Mısır ulemasının ahmakça gayretkeşliklerini hayvanlıkla tavsif etmek çok değildir.
(Adliye vekili Mahmut Es'ad mel'unu Temyiz Mahkemesinde irad ettiği bir nutukta böyle söylemişti (Vakit 20/6/1926)
Kanun-u Esasî'de yazılı olan hükümranlık hukukuna bile müdahale edilen ve Umumî Harb'e Türkiye'nin iştiraki ilân olunduğu sırada iradesini istihsale lüzum görülmeyen Sultan Reşad gibi Osmanlı halifelerinde Meşrutiyet'ten beri millete karşı tegallup ve tahakküm görülmek şöyle dursun, Enver gibi, Mustafa Kemal gibi türedilerin tegallup ve tahakkümüne halîfelerin maruz kaldığı malum ve maruf iken Mısırlıların hilâfet meselesini münakaşa esnasında hâlâ halîfelerin istibdadından bahsetmeleri, hükümetten ve emr ü nehyden alâkası kesilerek halîfe yapılan Abdülmecid Efendi'ye "Emîrü'l-Mü'minîn" demeleri hayvanlık ve Sultan Vahidüddin'in hiyaneti hakkındaki iftiralara tahkik ve tetkik etmeden ağızlarını doldura doldura iştirak etmeleri de edepsizlik değil de nedir?
(Jöntürk Komitesi'nin Harb-i Umumî'ye iştirak için Almanya ile ittifak muahedesi aktettiğinden Padişah'a malumat verilmediği gibi o zaman Sadrazam olan Mısırlı Said Halim Paşanın bile buna sonradan muttali olduğunu, İzmir suikastı meselesinden dolayı Ankara istiklâl Mahkemesi'nde isticvap edilen Küçük Tal'at ve benzeri Jöntürk erkânının ifadelerine atfen 1348/1926 tarihli (Tan) gazetesi yazmıştır.)
Mustafa Kemal Türkiye'de hükümeti hilâfetten ayırdığı zaman bu meseleyi güya İslam dini ve İslam tarihi nokta-i nazarından tetkîk maksadıyla 13933 numaralı "el-Ahram" da uzun bir makale yazan ve Emevî, Abbasî ve Osmanlı halîfelerini tarih boyunca zulüm ve istibdatla lekeledikten ve Vahidüddin'e gelince, hepsinin kötülüklerini unutturduğunu recmen bil-gayb ifade ettikten sonra;
"Bu fenalıkların cümlesi, ümmetin kendi üzerinde tasarruf hakkını tamamen bir adama vermesindedir. Şimdi bu hakikati gören Türk milletinin halîfeye, Hz. Peygamber'in efalinden namazda imam olmak gibi, Allah ile kulları arasında kalacak ve halîfe tarafından müstakilen ifasında mahzur olmayacak vazifeleri terk ederek ibadullahın hukukuna taalluk eden ilahî ahkâmın tenfîz ve murakabesinde kendini temsil eden milletvekillerine, yani Meclis-i Mebusan'a tevdi etmiş olmasında hiç bir mahzur olmadığını ve halifelerin ümmeti esaret altında bırakan fesat-ı istibdadına mani olmak üzere ihdas edilen, böyle bir vazifeleri taksim usulünün şayan-ı kabul ve tebrik görülmesi lazım geldiğini ve kendisinin buna iman edenlerin birincisi olduğunu" Söyleyerek makalesine nihayet veren Mısır'ın namlı fuzalâsından Muhammed el-Mısrî'ye şimdi insan ne dese öfkesini alabilir?
İslam'ın ve Türkiye'nin hal-i hazırı hakkında gafletlerine mebni, uzaklara matuf nazarları ile önünü göremeyen bakar-körler gibi hareket ettiklerine şahit oldular.
Böyle ulemanın, İslamiyet'in zararına hizmet eden ilimleri, cehilden beter bir şekilde sahiplerinin yüzlerine çarpılmaya lâyıktır.
Hiç bir zorunluluk yokken Mustafa Kemal'in ortaya çıkardığı hilâfet ve hükümet tefriki bid'atını te'vil etmek mecburiyeti sanki onların üzerine terettüp ediyordu.
Herif yaptığı işleri İslam âlemine ve İslam ulemâsına hiç sormuyor, lakin onlar İslam dininden ziyade bir türedinin hareketlerine tâbi imişler gibi arkasından te'vil yetiştirmeye çalışmaktan, bir defa da "Dur bakalım, ne yapıyorsun?" demeye vakit bulamıyordu.
İslâm'ın hükümet ve hilâfetini herifin istediği şekle sokmak için böyle çapraşık te'viller bulmaya hacet ve zaruret nereden hasıl olmuştu?
Yoksa İslam dini ile oynanabilir de Mustafa Kemal ile oynanamaz mı?
Yani İslam dininin semadan nazil olmasından daha önemli olmak üzere bu adam da gökten zenbil ile mi inmişti?
İzmir'i fethetmiş imiş, fethetmeye yetişmeyeydi! Çünkü onu bir İslam fatihinin takip ettiği fikir ve gaye ile fethetmedi. Şark'ta Müslümanlığı yıkmak ve Avrupalılık mefkuresini muzaffer kılmak için fethetti.
Maksadın bu olduğunu Mustafa Kemal'in Maarif Vekili Hamdullah Suphi "Muallimin Cemiyeti" kongresinde irat ettiği nutukta açıklamıştır. Kendi ibaresi de aynen şöyledir:
"Efendiler! Bugünkü Türkiye, Şark'ta Garplılık mümessilidir. Garplılara karşı Garb'ın düsturlarını müdafaa ederek muharebe ettik. Avrupalılar mağlup oldular. Muzaffer olan Avrupalılıktır. Biz mağlup olsaydık, köhne Asya ve Asyalılık kazanırdı. Siz, benim karşımdaki muallimler, Türk milletinin kulağına söylediğimiz yeni sözün, yeni hakikatin telkincileri olarak, bitmiş bir hayat şekli yerine yeni bir hayat şekli kuruyorsunuz." (Vatan gazetesi 13/6/1341)
"Fe ehlen biha ve sehlen ve inna biha evvelü el-mü'minûn" diyen Mısır âleminin şimdi kulakları çınlasın.
Eğer İslam âlemi ve İslam uleması, ta iptidasından yanlışlıkla İslam kahramanı sandıkları Mustafa Kemal'den, İslam'ın şearine ve hilâfetinin hukukuna taarruz tarzında aykırı hareketler ve fena alâmetler görülmeye başladığı dakikadan itibaren bu herife karşı İslam dininin icap ettiği vaziyeti takınsaydı şimdiki gibi iş işten geçmeden, Türkiye'nin dini ve İslam âleminin hilâfeti hâk ile yeksan edilmeden vazifelerini idrak ve ifa etmiş olurlardı.
Benim gibi bir adam yarı ömrünü ve bütün kuvvetini, aramıza girmiş olan din düşmanlarının düşmanlıklarını müslümanlara anlatmak ve kendilerini ikna etmek yolunda tüketirse, bu düşmanlıklara karşı tedbir alınmasına nasıl vakit bulacağız?
Din düşmanlarına karşı elimizi kolumuzu harekete geçirmeden evvel zihnimizi harekete geçirmekte bu kadar zahmet çeker ve bu kadar geç kalırsak, onlarla bizim başa çıkabilmemiz mümkün ve mutasavver değildir.
İşte içimizdeki İslam dini düşmanlarının bütün maskeleri yüzlerinden düştüğü ve şapkalarına varıncaya kadar açıklık kazandığı bir zamanda yazdığım eserlerimin birçok sayfalarını hâlâ Kemalistlerin dinsizliğinde şüphe eden Müslümanların şüphelerinin izalesine ait delil ve vesikalarla doldurmak mecburiyetinde kalmalı mı idim?
Böyle adamların ahiretteki vaziyetini Cenabı Hakk şu âyeti kerîme ile beyan buyuruyor:
"Ve "Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık." diye ilâve ederler." (Mülk/10)
Kemalistlerin, hükümeti hilâfetten ayırırken dinden de ayırmış oldukları gerek mantıkî gereklerde ve gerek din ile dünyayı veyahut din ile siyaseti ayırmak gibi yarı açık, yarı kapalı tabirler altında kendi itirafları ile tamamen sübût bulduktan (sabit olduktan) sonra bunun mahzurlarının da o kadar büyütülecek bir şey değilmiş gibi sayıldığını görüyor ve Kemalcilerin İslam dinine yönelik suikastına karşı bu derece mütegafil davranan İslam âleminin dalgınlığından me'yus (ümidsiz, kederli, ye'se düşmüş) oluyordum.
"Begâfiller, dünyadan ve siyasetten ayırdığınız dini ahirete mi gönderiyorsunuz?" diye bağıran bir müslüman sesi duyulmaması ne kadar gücüme gidiyordu.
Dünyayı ve siyaseti, yani hükümeti dinin müdahalesinden kurtaracak, dini, hukuk-u medeniye ve siyasiyesinden iskat etmiş (düşmüş, hükümsüz kalmış) olan bir memlekete, Dâr-ı İslam denebilir miydi?
Başı şeriata bağlı olmamak üzere müteşekkil bir hükümet, İslam hükümeti olamayacağı gibi, o hükümet bir ecnebi hükümet değil de, halkın, milletin kendi kendine teşkil ettiği bir millî hükümet ise öyle bir milletin de kişilerce isimleri Ahmed, Mehmed olmasına rağmen, İslam dini ile ilgilerinin, hükümetleri vasıtasıyla toptan kesilmiş olması zarurî idi.
Yalnız bu hallere karşı içinden kan ağlayan ve elinden bir şey gelmediği gibi memleketinden hicret imkanını da bulamayan halkın güçsüzleri için bir mazeret hakkı kalıyor.
("Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken "Ne işte idiniz" dediler. Bunlar: "Biz yeryüzünde çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler de: "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya" dediler. İşte onların barınağı cehennemdir: Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir. / Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiç bir çareye gücü yetmeyenler, hiç bir yol bulamayanlar müstesnadır. / İşte bunları, umulur ki Allah affeder: Allah affedici, bağışlayıcıdır." (Nisa/97-99)
Fakat bunlara bedel Türkiye dışında, Ankara hükümetinin din ve dünyayı birbirinden ayırmaya ve bu suretle dini ahirete bırakarak dünyadan vücudunun izalesine matuf icraat ve kararlarındaki cinayeti Mustafa Kemal'in hatırı için kapatmaya veya hafif göstermeye çalışan müslümanların ve bilhassa akıllılarının vaziyetleri, İslâmî kaideler nokta-i nazarından pek tehlikeli bir halde bulunuyordu.
Demek ki herif, Anadolu'nun ortasında kurduğu dinsiz hükümetle, bir taraftan 600 seneden beri ve belki daha fazla bir müddetle İslam dinine göğsünü kale yapan bir milleti toptan ilhada sevk ederek din ve dünyalarını tahrip ettiği gibi, bu icraatı kendilerine tasdik ettirdiği uzaktaki müslümanların dinî vaziyetlerini de tehlikeye sokarak onlara da az zararı dokunmuş olmuyordu.
Bu yazdıklarım, hep Mustafa Kemal hükümetinin hilâfeti resmen ve sarahaten ilga ve Osmanlı Hânedânı'nı Türkiye dışına ihraç etmeden evvelki icraat ve kararlarına aittir.
Ve hükümet-i merkume müslümanlığa ve hilâfete ne fenalık etti, ne darbe vurdu ise, işte hep o evvelki icraat ve kararları ile, yani hilâfetin hükümetten tefrikine ve laik hükümet teşkiline dair olan icraat ve kararları ile yapmış; esasları o zamandan kurulmuştur.
Hilâfetin açıkça ilgası ile Abdülmecid Efendi'nin ve sair hanedan halkının ihracından ibaret olan sonraki hadiselere gelince, yeni bir şey sayılmasına bile layık olmayarak evvelce kurulan esasın tatbikinden ibarettir. Mısır gibi, Hind gibi İslam âlemi ise esası mutazammın olan evvelki hadiselere karşı ilgisiz davranarak, ehemmiyetçe ikinci derecede kalması lazım gelen son hilâfet hadisesi üzerine yaygarayı kopardılar. O güne kadar Ankara hükümetinin koltuğu altında yaşayan ve belki mühim vazifeler ifa eden Abdülaziz Câviş gibi büyük bir âlim ancak bu hadise üzerine Türkiye'yi terkederek "Kemalcı bombası Müslümanlığın ciğerine isabet ediyor" başlığıyla Mısır'da makaleler yazıyor. Halbuki hilâfet makamının hükümeti... hukuk ve selâhiyeti ve bütün meşguliyeti ref ve nez' olunduktan ve buna da İslam âlemi "ehlen ve sehlen" rıza gösterdikten sonra artık hiç bir işi, vazifesi ve hükmü olmayan halîfenin İstanbul'da oturması ile dışarda oturması arasında önemli bir farkın olmaması gerekir.
Acaba İslam âlemi, Mustafa Kemal'in hükümetten tecrit olunan hilâfet makamına getirdiği Abdülmecid Efendi'yi İstanbul'dan çıkartırken mi azlolundu sandı?
Halbuki o, İstanbul'da otururken de ma'zûl olarak oturuyordu. Daha nasbolunurken işten el çektirilmiş ve vazifesinden azledilmiş değildi, insan daha başka türlü nasıl azledilir?
Hükümeti Mustafa Kemal almak ve hilâfeti Abdülmecid Efendi'ye bırakmak suretiyle aralarında güya taksim yaptılar ve bu taksim üzerinde ittifak ettiler değil mi?
Halbuki bütün kuvvet ve selâhiyet, hükümeti alan tarafa gitmiş ve hilâfetin lafzî bir ismiyle kalan halîfe öte taraftaki kuvvet ve hükümetin emrine kendini teslim etmiş, metbu' iken, tâbi olmuştu. Nasıl ki hükümetin bir polisi, Halife'yi bir gece yarısı ansızın saraydan ve İstanbul'dan çıkarıp atmaya kâfi geldi. Ve o zaman Abdülmecid Efendi bir buçuk sene evvel tayin olunduğu makamın Makam-ı Hilâfet olmadığını anladı. Onun için ben vaktiyle Sultan Vahidüddin'in hal'i ve hilâfetin hükümetten tecridi ilan olunduğu zaman "Bu hadise Halîfe'nin şahsının değil, hilâfetin sonudur." diye Mısır gazetelerinde bağırmıştım: (el-Ahram, 2 Kanunuevvel 1922; el-Mukaddam, kezat).
O tarihte yazdığım şeyler tesadüfün te'yid ettiği kehanet veyahut ince bir feraset eseri değildi. Besbelli bir şey olduğu için bunu vaktinde anlamak bana bir mefharet ve marifet hissesi ayırmaz. Fakat anlamayanlar, özellikle de söyledikten sonra anlamayanlara büyük bir masiyet ve hacâlet yükler.
Hakikaten ne idi o hükümet ve hilâfet!..
Ahkâm-ı Şer'iyyenin icrasına memur ve hilâfet ve hükümet reisi olan Hz. Peygamber'in halifesi ve vekili olacak zatın elinden hükümeti alınca o zat Cenabı Peygamber'in nesine vekalet edecekti?
Dolmabahçe Sarayında ikamete memur olduktan başka Abdülmecid Efendiye bir vazife ayrılmamış olduğundan müşarünileyhin nasbolunduğu ve bir buçuk sene işgal ettiği makam, asla Makâm-ı Hilâfet değildi.
Dinî irşâdât tarzında uydurulan ve bir gün aslı çıkmadığı gibi nesli bile gösterilmeden va'dolunan vazifeler ise ulemaya ait vazifelerden ibaret olacaktı. Çünkü ulema da, verese-i enbiya olmak cihetiyle bit tür hilâfet vekaleti haizdirler. Ve ulemanın hilâfeti ile halifenin hilâfeti arasındaki fark, birinin elinde hükümet ve maddî kuvvet bulunması, diğerinde bulunmamasıyla ortaya çıkar. (...)
İşte ey okuyucu!
Mustafa Kemal'in inkılâplarının geçirdiği bu devirleri ve, merhaleleri sakın unutma ki bu oyunların ne acaip yollardan geçerek şimdiki uğursuz ve çelişik neticelere vasıl olduğunu (ulaştığını) anlayabilesin.
Evet, hatırına getir ki Kemalciler bir zaman:
"Hilâfet hükümetlerde olur, hem daha parlak olur." diye ne kadar tutturmuşlar; Mustafa Kemal'in halîfesi Abdülmecid Efendi'nin yuvasından daha çürük olan vaziyetini mâkul ve meşru göstermeye çalışmışlar ve tam bir buçuk sene bu davayı takip ve isbat sahasında çene çalmışlar, yazı yazmışlar, bizimkilere de beğendirmişlerdi. (...)
Kısacası hilâfet "Hükümet-i Şer'iyye" demek olduğu ve "Hükümet-i Meşruta" ve "Hükümet-i Cumhuriye" gibi hükümetin bir özelliğinden ibaret bulunduğu cihetle, nasıl hükümetten ayrılmış Meşrutiyet ve Cumhuriyet olamazsa, aynı şekilde hükümetten tefrik edilmiş hilâfet de olamayacaktı. Biz bunu İslam âlemine anlatmaya çalışıyor ve muvaffak olamıyorduk.
Tam bu esnada, hükümetten tecerrütle aklî ve şer-i mahiyeti kalmamış ve yalnız lafzî manası kalmış olan "hilâfete" alıştırdığı İslam efkâr-ı umumiyesi ile çocuk oyuncağı gibi oynamaktan kolay bir şey olmadığını tefrik ve tecrîd meselesinde mükemmelen tecrübe etmiş olan Mustafa Kemal bu vak'adan bir sene sonra günün birinde bir Fransız muharririne (Matin muharriri Moris Mares) vaki olan beyanatında "Hükümetten soyutlanmış hilâfet olamaz, belki hilâfet hükümetten ibarettir." diyerek bir sene evvelki icraat ve iddialarının gerek mülakatla ve gerek İslam âlemi ile istihzadan başka bir şey olmadığı ve bu istihzayı kabul edenlerin yüzüne vurmak tarzında ikrar ve ifşasına başlamış ve tefrîk-i hükümet ve hilâfet kaziyyesine ait Mustafa Kemal'in mel'un maksadı hakkında o zamana kadar geçen görüntülere aldırmayan İslam âleminin kafasına "tak!" dedirtmek için mezkûr kaziyeyi kendisi setretmek ve efkar ve siyasetini hiçe saydığını da o beyanatında söylediği müslümanlara tefrîk-i hükümet ve hilâfet meselesi ile nasıl bir oyun oynadığını anlatmak zamanının hulul etmek üzere olduğuna ima ve işaret etmiştir.
O esnada İstanbul'da serbest matbuat erkânına karşı kurulan İstiklâl Mahkemesi vasıtasıyla suçluların ve avukatlarının lisanından "Laik Cumhuriyet" için toplanan arz-ı itaat ve ubudiyet istekleri de Kemalcilerin memleketteki vaziyetlerinin kendilerine emniyet verici bir halde bulunduğunu göstermiş ve Müslüman ahalinin 17-18 seneden beri tekrar tekrar süngü kuvvetiyle tarumar edilen efkâr-ı umumiyesi hakkında bu muhakemeler sükûneti defe bir tecrübe ve bir "Laik Konferans" yerine geçmiş olarak arkası çok geçmeden de hilâfetin adına ek olarak isminin de ilgâsı ve Âl-i Osman'ın kadınlarına ve ufacık çocuklarına varıncaya kadar tümünün Türkiye'den ihracı ve Mehâkim-i Şer'iyye ve Medâris-i İslâmiye gibi dinî müesseselerin de ilgası vukua gelmiştir.
Mustafa Kemal hükümetinin hilâfeti ilga etmesi üzerine, evvelce hükümetten tecrit edilmiş hilâfeti müdafaa eden dalkavuklar, tıpkı, sahibi hangi tarafı gösterirse o tarafa koşan eğitilmiş köpekler gibi istikamet değiştirerek, hilâfetin bu zamanda ehli kalmadığı, lüzumsuzluğu, evvelden de aslı olmadığı tarzında mutat üzere derece derece yükselen yeni yeni davalar takibine koyuldular.
Bu dalkavuklardan en hararetlerinin davalarını ve delillerini de bu kitapta tetkik ölçüsüne vuracağız ve mugalatalarının foyasını meydana çıkaracağız. Lakin daha evvel hilâfeti bir kere icmâlen tarif edelim:
kaynak HİLAFET VE KEMALİZM
Şeyhul İslam Mustafa Sabri