Ahmed Kalkan: Tekfircilik İthamını Şiddetle Reddediyorum
7426
Tekfir
Hayatımın hiçbir döneminde tekfirci olmadım, tekfircilerle hep karşı karşıya geldim. Onlar tarafından hâlâ suçlanıyor ve bazılarınca tekfir ediliyorum. Böyle iken, zandan yola çıkıp beni tekfirci zannedenleri, Kur’an’ın yasakladığı sûi zanla hareket ettiklerinden, Rabbimden beni de onları da affetmesini diliyorum. Referanduma oy vermeyi dâva adamı Müslümanlara hiçbir şekilde yakıştıramıyor, özellikle de tevhidî öbeklerin, öncü İslâmî şahsiyet ve kanaat önderlerinin medyatik çağrılarla “evet” kampanyaları açmalarını, hele de bu amelin takva ve ibadet olarak sunulmasını İslamî bulmuyor ve tevhidî mücadeleye, Kur’anî İslâm algısına zarar vereceğine inanıyorum.
Bununla birlikte, Haksöz’ün Ağustos sayısında referandum için oy vermeyi şiddetle eleştiren bir yazar kardeşiniz vasfıyla ve “Bazı Davetçi Müslümanlardan Referanduma Dair Zaruri Açıklama” adlı bildiriyi imzalayanlardan biri olarak net şekilde ifade edeyim ki, ben sadece referanduma oy verdiği için kimseyi tekfir etmedim, etmiyorum.
Evet, yayınladığımız ortak bildirideki tüm metni onaylıyorum. Tâğutî anayasaya oy vermeyi bir teşrî (yasa yapma) olarak, şirk ameli görüyorum. Ama biliyorum ki her şirk ameli insanı müşrik yapmaz.
Mevcut düzeni ve onun İslâm dışı anayasasını kabullenmediği halde, farklı te’villerle oy veren mü’minlerin doğru bir iş yapmadıklarını ifade ediyor, ama onları müşrik veya kâfir olarak görmüyorum. Gerekçesini az sonra açıklayacağım.
Herkes kendi hesabını kendisi verecek. Biz sadece uyarma görevimizi yapmakla yetiniriz o kadar. Eğer olaya tekfirci yaklaşımla bakmış olsam, kendimle çelişmiş olurum. Bu arkadaşlarla kardeşlik hukukunu işletemem, dergilerinde istek üzere ara sıra da olsa yazı yazıp derneklerinde konuşma yapamam, onlarla kardeşçe hakkı tavsiyeleşemem. Onları namaz kılmayan öz kardeşime tercih edemem. Hâlbuki dâvâsı Kur’an olan kardeşlerimin hepsinin gönlümde apayrı yeri olduğuna öncelikle Rabbim şahiddir. İnsan sevdiğinin hata yapmasına râzı olmaz önce. Derdimiz bundan ibarettir.
Gelelim altına severek imza attığım bildiriyle ilgili yorumların bu konuyla ilgisine…
Haksöz Haber Portalındaki yorumcuların çoğunluğu direkt veya üstü örtülü şekilde bildiride tekfircilik görüşü olduğu, imzası olanların evet diyeceklere tekfirle yaklaştıkları gibi yakışıksız ve vakıamızla örtüşmeyen bir iddia ileri sürüyorlar.
Benim tanıdığım kadarıyla bildiriye imza atanların içinde tekfircilik yapan bir tek kardeşimiz bile yok, onların sadece oy verdiği için bir mü’mini tekfir ettiğini hiç sanmıyor ve kabul etmiyorum. Bildiri metninde referanduma oy verenleri kâfir ilan eden, onları tekfir eden tek bir cümlenin olmadığını da kesin bir şekilde ifade ediyorum. Tam tersine bildiriye hâkim olan unsur, tevhidî uyanış sürecinin akamete uğrayacağı, birçok kardeşimizin bu gidişle sistem içi değişime eklemlenme riski altına gireceği endişesidir. Bu tür sistem içine yönelik çağrıların Kur’anî daveti gölgeleyeceği, flulaştıracağı ve uzlaşma görüntüsü veren tutumların tevhidî stratejik mücadelemize zarar vereceği ihtimali bizi düşündürmektedir.
İşte bu amaçla sadece tevhidî kesime yönelik olarak “tevhidî duyarlılık çağrısı” yapılmıştır.
Çünkü tevhidî uyanış sürecinin tarihinde ilk defa bu boyutta sisteme eklemlenme riski gündeme gelmiş ve en tepeden tabana kadar bütün insanımız yaygın bir biçimde bu kuşatıcı riskin tesir alanına sürüklenmiş bulunmaktadır. Ayrıca bu tür tavizci tutumların, ister-istemez tekfirciliği tetikleyeceğini, tekfir hastalarının bu yaklaşımları tekfir ederek tartışmayı daha rahatsız edici boyutlara taşıyacağı endişesi ile “aman kardeşler, oy vermeden bir kez daha düşünün!” demeye çalışıyorum.
Lütfen, “Bazı Davetçi Müslümanlardan Referanduma Dair Zaruri Açıklama” adlı bildiriyi eleştirecek kardeşler, tevhidî kesim bu kadar yaygın biçimde sandığa sürüklenirken, bu kadar zor şartlarda, sadece Allah rızası için bir sorumluluğu yerine getirdiğimiz için bizi tekfircilikle suçlama vebaline girmesin. Bu açıklamaya rağmen bir daha bizi tekfircilikle suçlayan kimse, bize hakaret ettiğini ve iftira attığını hesaba katsın. Biz, fikir tartışması yapıyor, Allah için birbirimizi uyardığımızı düşünüyoruz. Derdimiz üzüm yemek, bağcı dövmek değil.
Bildirinin nice arkadaşın imzasına sunulduğu ilk şeklinde ikinci maddenin son cümleleri şu şekilde idi: “Şirk sisteminin, İlâhî vahyi esas almayan anayasa değişiklik tasarısına oy vermenin, akîdeyle bağlantılı bir amel olduğuna inanmakla beraber, herhangi bir kimseyi sadece referanduma oy verdiği için, niyetini, gerekçesini, te’vilini ya da cehaletini hesaba katmadan tekfir etmenin de doğru olmadığını ifade etmek gereğini duyuyoruz.” Bildiri metninin genel istek üzere kısaltılması uygun görüldüğü için bu cümle de zaruri kabul edilmeyip sonradan kısaltılmaya kurban giden ifadelerden oldu. Dolayısıyla bu cümle, bildiriye imza atanların kabul ettiği bir görüştür diyebilirim.
Sırât-ı müstakîm üzere yürümeye çalışan dâvâ adamlarının yürüyüşlerindeki, yöntem ve söylemlerindeki ifrat ve tefritin ümmete ne büyük zararlar açtığını görmemek mümkün değildir. O yüzden her konuda ölçülü, âdil ve itidalli olmak, altın dengeyi elde etmeye çalışmak hepimizin önem vermesi gereken husus olmalıdır. Yanlışlarına karşı çıktığımız kardeşlerimize düşmanca söz ve tavırlar gerçek düşmanlarımızı sevindirecek, gerçek Dost’u gazaplandıracak ve O Dost’a dost olan dostlarımızı derin şekilde yaralayacaktır.
İtidale İhtiyaç Var
İtidalin yakalanmasında, İslâm ahkâmının maksat ve gayelerini anlamaya mâtuf bir ilmî disiplinin varlığı önem kazanmaktadır. Dengeyi (itidali) elde etmede; derinlikli, hikmetli ve kapsayıcı bir bakış açısı devreye konulmalıdır. Aşırılıkları tamponlayabilmek için, hakikatin derinliğine nüfuz etmede acele etmemek, her gruptan müslümanlarla ve farklı cemaatlerle diyalog ve karşılıklı fikir alışverişini önemsemek, hâdiselere çok yönlü ve geniş bakmaya gayret etmek, araştırmaya önem verip taklit ve donukluktan kurtulmak, ahlâken de sabırlı ve hoşgörülü olmak gerekir. Ama, her şeyden önce Kur’an bütünlüğüne vâkıf ve teslim olmak… Bu konularda ilmî derinliği olan, Kur’an’ı, sosyal ve siyasal yapıyı, dünyayı çok iyi bilen, muttakî ve muvahhid ilim sahiplerine ihtiyaç vardır. Varsa bunların kolektif olarak işbirliğiyle çözüm üretmeleri en önemli görevleridir. Örnek ve öncü bir Kur’an neslinin motoru konumunda olması gereken ilim sahiplerinin ortaya çıkması, vahdet içinde hareket etmesi ve toplum içindeki savrulmaları murâkabe edecek ilmî bir ağırlığı ortaya koyması, vazgeçilmez bir zorunluluktur.
Tekfircilik Hastalığı
Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usûlüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor.
Kaçınılmaz olan yorum ve ictihad farklılıkları, bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir.
Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir, mürcie yaklaşımının dine zarar verdiğine şahid olan, ona aşırı tepki ile çıkan, samimi ama ilimde sığ olan hayat tecrübesi yetersiz, slogancı genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir.
Uluslararası istikbârın yönlendirmesiyle bazı kesimlerin, İslâm dairesi içerisine sadece dört mezhebi koymaları ve Müslümanların bir kısmını sırf farklı mezhep ve fırkalara mensubiyetlerinden ötürü tekfir etmeleri, ciddi şekilde yadırganacak bir davranıştır. Tekfirci akımlar; ümmetin sorunlarını çözmek güdüsüyle mi bu işe kalkıştılar, İslâmî birlikteliğe katkı sağlamak ve Müslümanların yararına dönük mü hareket ediyorlar, yoksa grup, mezhep taassubu, intikam ve sığ düşünceleriyle mi hareket ediyorlar?
Tekfir hastalığına yakalanan birisi için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır. Bunu da daha çok Kur’an’a parçacı şekilde yaklaşıp bir-iki âyet mealinden hüküm çıkarıp o hükmü muhataplarına giydirerek, Kur’an bütünlüğünü ve hikmeti yok sayarak yapmaktadırlar.
Hâlbuki yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da rüzgârınız/gücünüz gider. Sabredin; şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl 46);
“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve tefrikaya düşerek birbirinizden ayrılmayın.” Ve unutmayın; “Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.” (3/Âl-i İmran 103)
Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen kâfirdir.” hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir olduğu bilinen birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir.
Bu vesileyle tekfir konusunda doğru görüp kabul ettiğim bazı temel kuralları özetleyerek sizlerle paylaşmak istiyorum.
1- Mutlak Küfür – Muayyen Küfür
Mutlak tekfir: Kitap ve sünnette karşılığı küfür ve şirk olan amelleri işleyen, fâili belli olmadan “şunu yapan kâfirdir” veya “şunu söyleyen müşriktir” gibi durumlarda ilim sahiplerinin bu fiillere şârî’ olan Allah’ın bildirdiği hükümleri genel anlamda vermesine mutlak tekfir diyoruz. Meselâ Allah’ın indirdiklerine muhalif, İlâhî kanunları önemsemeyip ona alternatif hükümler, yasalar koyanları genel olarak mü’min kabul etmeyiz. “Teşrî’ (kanun koyma) yetkisi nihai anlamda parlamenterlerin hakkıdır’ diyen kişi kâfirdir” deriz. Bu mutlak anlamda bunu diyen herkesi kapsar. Fakat tek tek fertlere indirgediğimiz (tekfiri muayyen ve muşahhas hale getirdiğimiz) zaman durum değişir ve aslen müslüman olan birisi için tekfir etmeden önce şart ve engellerin kaldırılması ve hüküm verme yetkisine sahip özel veya tüzel kişilik nezdinde delillerin sâbit olması gerekir. Küfür hükmünü vermek için mutlaka delilin hem sâbit olması ve hem de delâlet yönünden kesin olması gerekir. Dolayısıyla biz “bu bir şirk anayasasıdır, buna oy vermek itikadı ilgilendirir, bir Müslüman teşrî anlamına gelecek şekilde yasa yapamaz, Allah’ın hükmüne ters bir yasayı onaylayamaz” derken, tek tek bunu yapanları tekfir ediyor değiliz. Belli bir şahısla, bir grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır.
2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez.
Te’vilde Hata: Te’vil, nassın delâletini anlamamaktan doğan (hatalı) bir ictihad ya da karıştırma sebebiyle, şer’î delili farklı bir konuma oturtmak, yanlış yorumlamak demektir. Mükellef, küfür amelini işler ve anlamada hataya düştüğü delile dayanarak onu küfür olarak görmez. Öyleyse, bu hatada kasıt şartı ortadan kalkmıştır. Bunun için te’vilde hata yapması, onun tekfirine engel olur.
Bununla birlikte te’vilde yapılan her hata geçerli bir özür sayılıp tekfire engel değildir. Özür sayılan, şer’î delile bakılıp onu anlamada düşülen hatadır. Özür sayılmayan hata ise, şer’î bir delile dayanmaksızın sadece görüş ve hevâdan kaynaklanan hatadır. Te’vilde hata yapılması durumunda, te’vil yapan kimseye hüccet ikame edildiğinde, o delil bir mü’mini kesinlikle bağlayacak kuvvette kat’îlikte ise, te’vil engeli ortadan kalkar.
3- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınılmalıdır.
Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe durumunda düşer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha büyük bir suçlamadır. Ümmetin ve ilim sahiplerinin Kur’an’dan yola çıkarak küfür veya şirk olduğunda icmâ etmeyip ihtilâf ettikleri yoruma dayalı hususlarda, biz delili en kuvvetli olan görüş, yorum veya ictihadı kabullenmeliyiz. Ama, bizim en kuvvetli delil olarak kabul ettiğimiz görüş, başkalarınca kabul edilmeyebilir, delil onlara göre kuvvetli görülmeyebilir.
Hakkında farklı ictihad ve ilim ehlinin farklı görüşleri olan konularda ise tekfir etmekten kaçınmak mutlaka gereklidir. Çünkü Akaid, zanna dayandırılamaz.
Hakkında farklı ictihad ve âlimlerin farklı görüşleri olan konularda ise tekfir etmekten kaçınmak mutlaka gereklidir. Çünkü Akaid, zanna dayandırılamaz. Her ictihad, her yorum zannı içerir.
Günümüzdeki tekfirle ilgili konuların çoğu bu kapsamdadır. Demokrasi bize göre küfür kabul edilebilir. Ama başkası, onun içini farklı dolduruyor, onu farklı şekilde anlıyor olabilir. Her ne kadar onların delili bize çok kuvvetli gelmiyorsa bile, bu te’vil, onları tekfir etmemize engeldir. Halktan herhangi bir kimsenin; düzenin devamından yana, tâğut kabul ettiğimiz kimselere oy vermesi de böyledir. Bu tavır, bize göre küfürdür, ama sadece oy verdiği için insanlara kâfir demenin çeşitli mahzurları vardır. Bir şahsın yanlışına karşı çıkıp onu uyarmanın ve ona doğru din anlayışını tebliğ etmenin, o kimseye “kâfir” demeden onlarca çeşit yolu vardır. Mevcut şartları ve karşısındaki mü’minlerin imkânını değerlendirmeden; tâğutların emrinde askerlik yapanlara, mecbur olduklarında istemeyerek de olsa mahkemeye çıkanlara, vahyi reddeden okullara gidenlere veya çocuklarını bu tip okullara gönderen kişilere, “ikrâh”ı yanlış yorumlayıp bazı pislikleri ve imzaları formalite kabul edip şirke bulaşanlara, ya da sadece tarikata bağlı olduğu bilinen, fakat açık bir inkârı, küfrü bilinmeyenlere; bunlarla birlikte “ben Müslümanım” diyen, Kur’an’ın hiçbir hükmünü inkâr etmeyen, Allah’ı ve Peygamberini sevdiğini tahmin ettiğimiz namaz kılanlara “kâfir” hükmü vermek, yanlıştır.
Bu yanlışlık; hem ictihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınma ile ilgili ve hem de aşağıdaki maddelerde anlatılacak hususlar açısından değerlendirilmelidir.
Câhilliye toplumunda yaşadığı için bazı problemlere sahip olan, ama İslâm’ı tek din, Şeriat’ı en doğru dünya düzeni kabul eden, ama hatalı te’vili veya yanlış anladığı nasslar neticesi, savunduğu ve gittiği yolun “Nebevî bir metod” olmadığını bilemeyenler İslâm’ın dışına çıkarılmamalıdır.
Dikkat ederseniz, biz bu kimselere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığından bahsediyoruz. Yoksa, bu eylemleri hiçbir şekilde savunmuyoruz.
İçinde zehir olma ihtimali olan bir suyu ölmek istemeyen kimse nasıl içmezse, Allah’ın azâbından korkan kimsenin de özellikle akaid açısından şüpheli şeylerden sakınması, % 1 ihtimalle şirk olan husustan kaçınması gerektiğini, bunun imanı ispat anlamına geldiğini belirtiyoruz.
Bu eylemlerden bazılarının küfür olduğu görüşüne de katılıyoruz; ama her küfrün kişiyi kâfir etmediğini ve ihtilâflı konularda kişilere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığını belirtiyoruz. Bu insanları tekfir edip dışlamak değil; tevhidi, tüm boyutlarla anlatmaya çalışmanın bizim görevimiz olduğunu söylüyoruz.
Bununla birlikte; halk ile aydınlar (dini iyi bilen ya da bilecek imkânı olanlar), oy verenle oy verilenler, hükmedilenlerle hükmedenler, istemeden mecbur olanlarla isteyerek ve adâlet bekleyerek mahkemeye müracaat edenler, gücü ve imkânı olmayan mustaz’aflarla her imkânı elinde olanlar, câhillerle İslâmî hükümleri ve akaid esaslarını bilenler, te’vil ederek bir yoruma katılmayanlarla açıkça İslâmî bir hükmü kabul etmeyenler aynı kategoride değerlendirilemez; aynı şekilde hüküm verilemez.
4- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suçlama da şüphe ile düşmelidir. Bir kişi, imandan, ancak imana girdiği şeyi inkâr ettiği zaman çıkar.
İhtimaller göz önünde bulundurularak tekfir hükmü vermekte acele edilmez. Çünkü tekfir suçlamada nihâî noktadır. Nihâî nokta da İlâhî cezanın son haddini gerektirir. İhtimallerin olduğu bir hususta ise böyle kesin ve ağır hüküm verilmez.
5- Berâet-i zimmet asıldır.
İslâm hukukunun genel prensiplerinden biri de budur.
Mecelle’de: “Berâet-i zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide olarak yer alır. Suçluluğu hükmen sâbit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz. Bu kural, en büyük suç olan şirk ve küfür suçunda elbette öncelikli olarak değerlendirilir. Küfrü ve şirki hükmen ve kesin şekilde ispatlanıncaya kadar bir mü’min tekfir edilerek suçlanamaz.
6- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden çıkar. İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı veya zarûrât-ı diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.
Zarûrât-ı dîniyye, yani dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyler, ilim sahibi veya halktan câhil olsun herkesin bildiği hususlardır. Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi kişi bilerek inkâr ederse inkârı sebebiyle o kimse tekfir edilir.
Örneğin haram olduğunu bildiği hâlde içki içmenin helal olduğunu söylemesi gibi.
Zârûrât-ı Dîniyyeden olduğu bilineni inkâr eden kâfir olur, ancak şu durumlardan birinde olması müstesnâdır:
a-İslâm’a yeni girmiş olması,
b-Gerçek âlimlerden uzak bir beldede yetişmiş olması,
c-Müslümanlar arasında yetişip meselenin hükmü kulağına çok tekrarlanmadığı için İslâm’a yeni girene benzer bir durumda olması. Bu durumlardan biri veya birkaçı bulunduğu için; inkâr etmiş olduğu hükmün, Allah’ın Dini İslâmda bulunduğunu bilmemiş olması şartıyla müstesna tutulur ve tekfir edilmez. Aynı şekilde, dinî veya akîdevî bir konuda bir te’vilde bulunup, farklı yorumlayarak yorum ve te’vilinde yanılan bir kişi de müstesna tutulur, tekfir edilmez.
Yaşadığımız ülkede ilmî çalışmaların yeterli şekilde yapıldığını iddia etmek zordur. İstisnâlar dışında tevhid ve şirk insanlara anlatılmadığı gibi, Cumhuriyet’ten sonra özellikle iman konusu bulandırılmaya çalışılmıştır. Hocalardan çoğunun, insanlara hakla bâtılı karıştırarak ve onlara şirki süslü göstererek din anlattığını hesaba katmak gerekiyor.
7- Bir kâfiri mü’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir. Çünkü Kur’an’da ve sahih hadislerde haksız tekfir yasaklanmış, ama açıkça küfürleri belli olmayan ve ben müslümanım diyen kâfir olma ihtimali olan kimselere Müslüman muâmelesi yapılması yasaklanmamış, tam tersine; ashâbdan ve diğer Müslümanlardan (küfrünü kısmen gizleyen) münâfıklara Müslüman muâmelesi yapması istenmiştir.
8- Kâfir zannedilene kâfir demeyeni kâfir kabul etmemek gerekir. İki Müslüman, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan dolayı birbirlerini tekfir etmemelidir.
Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşılıyorsunuz:
Bir insan, toplumda başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kâfir-müşrik ilan ediyor. Bunu yaparken de te’vile/yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin müslüman olduğuna inanıyorsunuz. Yani karşınızdaki kişi, üçüncü bir kişiyi kendi yorumuyla kâfir sayarken siz de kendi yorumunuzla o üçüncü kişiyi kâfir saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki kişi sizi de kâfir sayıyor. Sebebi de -ona göre- “kâfire, kâfir” dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla bir kişiden hareketle bazen yüzlerce ve binlerce kişi kâfir sayılabilmekte bugün.
Biz, bir kimsenin yanlış kabul ettiğimiz hükmüne değil; Allah’ın hükmüne teslim olmak zorundayız; O’nun kesin bir ifadeyle kâfir dediğini mü’min kabul edemeyiz. Başkalarının kâfir dediği onu bağlar, bizi değil.
9- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır:
“Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mu’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dunyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mu’min değilsin!’ demeyin…)” (4/Nisâ, 94)
10- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mu’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner.
Sahih hadis olarak Peygamberimiz’den bu konuda şöyle rivayet edilmiştir:
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”;
“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.”
11- Şüpheli durumlardan sakınmak, her iki hususta ihtiyatlı davranmak gerekir.
“Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir.
Muhâtabı tekfir edince “ya kâfir değilse?!” deyip ihtiyatlı olmak ve haksız tekfirde bulununca “kâfir” hükmünün kendine döneceğini değerlendirip bu riske girmemek ihtiyatın bir yönünü gösterir. Bu tavır, bir kimsenin yaptığı veya söylediği şeyin % 99 ihtimalle küfür, % 1 ihtimalle küfür olmama durumunda bile kendini göstermeli, en küçük ihtimali değerlendirip tekfirden kaçınmalıdır.
İhtiyatın diğer kısmı da şudur:
Küfür ve şirk ihtimali olan hususlardan şiddetle sakınmak gerekir. “Ya şirkse ve bunu yaparsam ebedî olarak cehenneme atılırsam” diye düşünüp milyonda bir ihtimalle bile şirk ve küfür olan şeyi yapmamak lâzımdır.
Şüpheli şeylerden kaçınmak, imanın ve takvânın gereğidir.
12- Tekfir hükmü, şahıslara bırakılmış değildir.
Zina konusunda gözüyle bilfiil çirkin işi gören kimse, (bu durum tekfir suçlamasından daha hafif olduğu halde,) şahid olduğu o konuyla ilgili (üç şahid daha yoksa) hüküm veremiyor. Nasıl olur da buna benzer bir durumda birinin kâfirliğine hükmedebilir?
13- “Luzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir.”
Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, “bunu ancak kâfir olan yapar, söyler” kanaatini veriyorsa buna “küfr-i lüzûmî” denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da “küfr-i iltizâmî” denir.
Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe uygun üslupla karşı fikir ileri sürmek, uyarmak mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek doğru değildir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir), yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir te’vile ihtimal taşımamasıdır.
Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması için, küfrü bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz, böyle bir kimse tekfir edilemez. Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatalar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü’nün (s.a.s.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla aklın ürettiklerini esas alan, hevaya, zanna ve ilhâma dayanan bir dinî kural ve benzeri şey getiriyorsa bu te’vil sahipleri akaidî bir sapma içindedir.
14- Müslümanlığıyla övünen, namaz kılan, Allah ve Rasûlünü sevdiği belli olan, bunlarla birlikte günümüz câhiliyesinin etkisinde kalan bazı insanların hükmü hakkında susmak en doğru yoldur.
İctihad ve yorumla tekfir etmenin sakıncasından ötürü, âlimlerin ve Müslümanların icmâya varamayıp ittifak edemedikleri ihtilâflı hususlarda muhâtaplarımızın bizim açımızdan delili çok zayıf olduğundan geçersiz kabul etsek de te’villerini dikkate alıp inkâr etmediklerini hesaba katmak zorunda olarak bazı insanlar hakkında susmanın en ihtiyatlı tavır olduğunu düşünüyoruz.
Günümüzde her şey o kadar karışmış, “ak”la “kara”nın dışında ve bu renklere az-çok benzeyen o kadar “ara ton”lar çıkmıştır ki, insanın ak da diyemeyeceği, kara da diyemeyeceği hususlar çokça oluyor. Ve ad koymada en doğrusu susmak diyorsunuz. Bazı insanların adını koyamıyor; “mü’min desen tam benzemiyor; kâfir desen diyemiyorsun” şeklinde sükût etmek zorunda kaldığımız kimseler oluyor.
Değişik tevillerle felsefi ve ideolojik boyutuyla demokrasiyi savunan, tâğutlara oy verip meyleden, heykelin karşısında tören denilen âyinlere katılan, Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına dair yemin eden tâğutî kurumları veya tâğutları savunan… nice insan var. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki hakla bâtıl karışmış, müslümanla kâfir ayırt edilemez olmuştur. Bu haksız tekfir ve muvahhid Müslümanlar arasındaki soğukluğa sebep olan grup taassubu kırılıp ümmet gücüne erişince Allah’ın yardımına muhâtap olacak bu topluluk, ilim sahibi muvahhidlerin öncülüğüyle Peygamberî usûlle tevhidi tüm topluma tebliğ edecek, şirk ve putperestlik net şekilde insanlara anlatılacak. Tüm tartışmalar bitecek. Hak ve bâtıl, tevhid ve şirk şeklinde saflar netleşince bu insanlar bir tercih yapmak zorunda kalacaklardır. Ve o zaman onların tercihlerine göre onlara isim vermek kolay ve şart olacaktır. O günlerin bir an önce gelmesi dilek ve duâsıyla…
Bütün yukarıdaki maddeler, (cehâlet, ikrâh ve te’vil sözkonusu olmaksızın) Kur’an ve Sünnetin kesin nasslarında açıkça belirtilen herhangi bir küfür inancına sahip olan veya Kur’an ve sahih sünnette açıkça belirtilen insanı kâfir eden davranışlardan birini yapan kimse için geçerli değildir.
Yazının daha fazla uzamaması için bu maddelerin içeriği delilleriyle geniş çapta ele alınamadığı için yanlış anlaşılmalara müsaittir. Dikkat edilmeli.
Selam ve dualarımla…
Dipnotlar:
1- Şirk ve müşrikler pisliktir. Bk. 9/Tevbe, 28
2- Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
3- Buhârî, Edeb 44
7426
Tekfir
Hayatımın hiçbir döneminde tekfirci olmadım, tekfircilerle hep karşı karşıya geldim. Onlar tarafından hâlâ suçlanıyor ve bazılarınca tekfir ediliyorum. Böyle iken, zandan yola çıkıp beni tekfirci zannedenleri, Kur’an’ın yasakladığı sûi zanla hareket ettiklerinden, Rabbimden beni de onları da affetmesini diliyorum. Referanduma oy vermeyi dâva adamı Müslümanlara hiçbir şekilde yakıştıramıyor, özellikle de tevhidî öbeklerin, öncü İslâmî şahsiyet ve kanaat önderlerinin medyatik çağrılarla “evet” kampanyaları açmalarını, hele de bu amelin takva ve ibadet olarak sunulmasını İslamî bulmuyor ve tevhidî mücadeleye, Kur’anî İslâm algısına zarar vereceğine inanıyorum.
Bununla birlikte, Haksöz’ün Ağustos sayısında referandum için oy vermeyi şiddetle eleştiren bir yazar kardeşiniz vasfıyla ve “Bazı Davetçi Müslümanlardan Referanduma Dair Zaruri Açıklama” adlı bildiriyi imzalayanlardan biri olarak net şekilde ifade edeyim ki, ben sadece referanduma oy verdiği için kimseyi tekfir etmedim, etmiyorum.
Evet, yayınladığımız ortak bildirideki tüm metni onaylıyorum. Tâğutî anayasaya oy vermeyi bir teşrî (yasa yapma) olarak, şirk ameli görüyorum. Ama biliyorum ki her şirk ameli insanı müşrik yapmaz.
Mevcut düzeni ve onun İslâm dışı anayasasını kabullenmediği halde, farklı te’villerle oy veren mü’minlerin doğru bir iş yapmadıklarını ifade ediyor, ama onları müşrik veya kâfir olarak görmüyorum. Gerekçesini az sonra açıklayacağım.
Herkes kendi hesabını kendisi verecek. Biz sadece uyarma görevimizi yapmakla yetiniriz o kadar. Eğer olaya tekfirci yaklaşımla bakmış olsam, kendimle çelişmiş olurum. Bu arkadaşlarla kardeşlik hukukunu işletemem, dergilerinde istek üzere ara sıra da olsa yazı yazıp derneklerinde konuşma yapamam, onlarla kardeşçe hakkı tavsiyeleşemem. Onları namaz kılmayan öz kardeşime tercih edemem. Hâlbuki dâvâsı Kur’an olan kardeşlerimin hepsinin gönlümde apayrı yeri olduğuna öncelikle Rabbim şahiddir. İnsan sevdiğinin hata yapmasına râzı olmaz önce. Derdimiz bundan ibarettir.
Gelelim altına severek imza attığım bildiriyle ilgili yorumların bu konuyla ilgisine…
Haksöz Haber Portalındaki yorumcuların çoğunluğu direkt veya üstü örtülü şekilde bildiride tekfircilik görüşü olduğu, imzası olanların evet diyeceklere tekfirle yaklaştıkları gibi yakışıksız ve vakıamızla örtüşmeyen bir iddia ileri sürüyorlar.
Benim tanıdığım kadarıyla bildiriye imza atanların içinde tekfircilik yapan bir tek kardeşimiz bile yok, onların sadece oy verdiği için bir mü’mini tekfir ettiğini hiç sanmıyor ve kabul etmiyorum. Bildiri metninde referanduma oy verenleri kâfir ilan eden, onları tekfir eden tek bir cümlenin olmadığını da kesin bir şekilde ifade ediyorum. Tam tersine bildiriye hâkim olan unsur, tevhidî uyanış sürecinin akamete uğrayacağı, birçok kardeşimizin bu gidişle sistem içi değişime eklemlenme riski altına gireceği endişesidir. Bu tür sistem içine yönelik çağrıların Kur’anî daveti gölgeleyeceği, flulaştıracağı ve uzlaşma görüntüsü veren tutumların tevhidî stratejik mücadelemize zarar vereceği ihtimali bizi düşündürmektedir.
İşte bu amaçla sadece tevhidî kesime yönelik olarak “tevhidî duyarlılık çağrısı” yapılmıştır.
Çünkü tevhidî uyanış sürecinin tarihinde ilk defa bu boyutta sisteme eklemlenme riski gündeme gelmiş ve en tepeden tabana kadar bütün insanımız yaygın bir biçimde bu kuşatıcı riskin tesir alanına sürüklenmiş bulunmaktadır. Ayrıca bu tür tavizci tutumların, ister-istemez tekfirciliği tetikleyeceğini, tekfir hastalarının bu yaklaşımları tekfir ederek tartışmayı daha rahatsız edici boyutlara taşıyacağı endişesi ile “aman kardeşler, oy vermeden bir kez daha düşünün!” demeye çalışıyorum.
Lütfen, “Bazı Davetçi Müslümanlardan Referanduma Dair Zaruri Açıklama” adlı bildiriyi eleştirecek kardeşler, tevhidî kesim bu kadar yaygın biçimde sandığa sürüklenirken, bu kadar zor şartlarda, sadece Allah rızası için bir sorumluluğu yerine getirdiğimiz için bizi tekfircilikle suçlama vebaline girmesin. Bu açıklamaya rağmen bir daha bizi tekfircilikle suçlayan kimse, bize hakaret ettiğini ve iftira attığını hesaba katsın. Biz, fikir tartışması yapıyor, Allah için birbirimizi uyardığımızı düşünüyoruz. Derdimiz üzüm yemek, bağcı dövmek değil.
Bildirinin nice arkadaşın imzasına sunulduğu ilk şeklinde ikinci maddenin son cümleleri şu şekilde idi: “Şirk sisteminin, İlâhî vahyi esas almayan anayasa değişiklik tasarısına oy vermenin, akîdeyle bağlantılı bir amel olduğuna inanmakla beraber, herhangi bir kimseyi sadece referanduma oy verdiği için, niyetini, gerekçesini, te’vilini ya da cehaletini hesaba katmadan tekfir etmenin de doğru olmadığını ifade etmek gereğini duyuyoruz.” Bildiri metninin genel istek üzere kısaltılması uygun görüldüğü için bu cümle de zaruri kabul edilmeyip sonradan kısaltılmaya kurban giden ifadelerden oldu. Dolayısıyla bu cümle, bildiriye imza atanların kabul ettiği bir görüştür diyebilirim.
Sırât-ı müstakîm üzere yürümeye çalışan dâvâ adamlarının yürüyüşlerindeki, yöntem ve söylemlerindeki ifrat ve tefritin ümmete ne büyük zararlar açtığını görmemek mümkün değildir. O yüzden her konuda ölçülü, âdil ve itidalli olmak, altın dengeyi elde etmeye çalışmak hepimizin önem vermesi gereken husus olmalıdır. Yanlışlarına karşı çıktığımız kardeşlerimize düşmanca söz ve tavırlar gerçek düşmanlarımızı sevindirecek, gerçek Dost’u gazaplandıracak ve O Dost’a dost olan dostlarımızı derin şekilde yaralayacaktır.
İtidale İhtiyaç Var
İtidalin yakalanmasında, İslâm ahkâmının maksat ve gayelerini anlamaya mâtuf bir ilmî disiplinin varlığı önem kazanmaktadır. Dengeyi (itidali) elde etmede; derinlikli, hikmetli ve kapsayıcı bir bakış açısı devreye konulmalıdır. Aşırılıkları tamponlayabilmek için, hakikatin derinliğine nüfuz etmede acele etmemek, her gruptan müslümanlarla ve farklı cemaatlerle diyalog ve karşılıklı fikir alışverişini önemsemek, hâdiselere çok yönlü ve geniş bakmaya gayret etmek, araştırmaya önem verip taklit ve donukluktan kurtulmak, ahlâken de sabırlı ve hoşgörülü olmak gerekir. Ama, her şeyden önce Kur’an bütünlüğüne vâkıf ve teslim olmak… Bu konularda ilmî derinliği olan, Kur’an’ı, sosyal ve siyasal yapıyı, dünyayı çok iyi bilen, muttakî ve muvahhid ilim sahiplerine ihtiyaç vardır. Varsa bunların kolektif olarak işbirliğiyle çözüm üretmeleri en önemli görevleridir. Örnek ve öncü bir Kur’an neslinin motoru konumunda olması gereken ilim sahiplerinin ortaya çıkması, vahdet içinde hareket etmesi ve toplum içindeki savrulmaları murâkabe edecek ilmî bir ağırlığı ortaya koyması, vazgeçilmez bir zorunluluktur.
Tekfircilik Hastalığı
Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usûlüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor.
Kaçınılmaz olan yorum ve ictihad farklılıkları, bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir.
Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir, mürcie yaklaşımının dine zarar verdiğine şahid olan, ona aşırı tepki ile çıkan, samimi ama ilimde sığ olan hayat tecrübesi yetersiz, slogancı genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir.
Uluslararası istikbârın yönlendirmesiyle bazı kesimlerin, İslâm dairesi içerisine sadece dört mezhebi koymaları ve Müslümanların bir kısmını sırf farklı mezhep ve fırkalara mensubiyetlerinden ötürü tekfir etmeleri, ciddi şekilde yadırganacak bir davranıştır. Tekfirci akımlar; ümmetin sorunlarını çözmek güdüsüyle mi bu işe kalkıştılar, İslâmî birlikteliğe katkı sağlamak ve Müslümanların yararına dönük mü hareket ediyorlar, yoksa grup, mezhep taassubu, intikam ve sığ düşünceleriyle mi hareket ediyorlar?
Tekfir hastalığına yakalanan birisi için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır. Bunu da daha çok Kur’an’a parçacı şekilde yaklaşıp bir-iki âyet mealinden hüküm çıkarıp o hükmü muhataplarına giydirerek, Kur’an bütünlüğünü ve hikmeti yok sayarak yapmaktadırlar.
Hâlbuki yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da rüzgârınız/gücünüz gider. Sabredin; şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl 46);
“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve tefrikaya düşerek birbirinizden ayrılmayın.” Ve unutmayın; “Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.” (3/Âl-i İmran 103)
Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen kâfirdir.” hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir olduğu bilinen birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir.
Bu vesileyle tekfir konusunda doğru görüp kabul ettiğim bazı temel kuralları özetleyerek sizlerle paylaşmak istiyorum.
1- Mutlak Küfür – Muayyen Küfür
Mutlak tekfir: Kitap ve sünnette karşılığı küfür ve şirk olan amelleri işleyen, fâili belli olmadan “şunu yapan kâfirdir” veya “şunu söyleyen müşriktir” gibi durumlarda ilim sahiplerinin bu fiillere şârî’ olan Allah’ın bildirdiği hükümleri genel anlamda vermesine mutlak tekfir diyoruz. Meselâ Allah’ın indirdiklerine muhalif, İlâhî kanunları önemsemeyip ona alternatif hükümler, yasalar koyanları genel olarak mü’min kabul etmeyiz. “Teşrî’ (kanun koyma) yetkisi nihai anlamda parlamenterlerin hakkıdır’ diyen kişi kâfirdir” deriz. Bu mutlak anlamda bunu diyen herkesi kapsar. Fakat tek tek fertlere indirgediğimiz (tekfiri muayyen ve muşahhas hale getirdiğimiz) zaman durum değişir ve aslen müslüman olan birisi için tekfir etmeden önce şart ve engellerin kaldırılması ve hüküm verme yetkisine sahip özel veya tüzel kişilik nezdinde delillerin sâbit olması gerekir. Küfür hükmünü vermek için mutlaka delilin hem sâbit olması ve hem de delâlet yönünden kesin olması gerekir. Dolayısıyla biz “bu bir şirk anayasasıdır, buna oy vermek itikadı ilgilendirir, bir Müslüman teşrî anlamına gelecek şekilde yasa yapamaz, Allah’ın hükmüne ters bir yasayı onaylayamaz” derken, tek tek bunu yapanları tekfir ediyor değiliz. Belli bir şahısla, bir grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır.
2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez.
Te’vilde Hata: Te’vil, nassın delâletini anlamamaktan doğan (hatalı) bir ictihad ya da karıştırma sebebiyle, şer’î delili farklı bir konuma oturtmak, yanlış yorumlamak demektir. Mükellef, küfür amelini işler ve anlamada hataya düştüğü delile dayanarak onu küfür olarak görmez. Öyleyse, bu hatada kasıt şartı ortadan kalkmıştır. Bunun için te’vilde hata yapması, onun tekfirine engel olur.
Bununla birlikte te’vilde yapılan her hata geçerli bir özür sayılıp tekfire engel değildir. Özür sayılan, şer’î delile bakılıp onu anlamada düşülen hatadır. Özür sayılmayan hata ise, şer’î bir delile dayanmaksızın sadece görüş ve hevâdan kaynaklanan hatadır. Te’vilde hata yapılması durumunda, te’vil yapan kimseye hüccet ikame edildiğinde, o delil bir mü’mini kesinlikle bağlayacak kuvvette kat’îlikte ise, te’vil engeli ortadan kalkar.
3- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınılmalıdır.
Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe durumunda düşer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha büyük bir suçlamadır. Ümmetin ve ilim sahiplerinin Kur’an’dan yola çıkarak küfür veya şirk olduğunda icmâ etmeyip ihtilâf ettikleri yoruma dayalı hususlarda, biz delili en kuvvetli olan görüş, yorum veya ictihadı kabullenmeliyiz. Ama, bizim en kuvvetli delil olarak kabul ettiğimiz görüş, başkalarınca kabul edilmeyebilir, delil onlara göre kuvvetli görülmeyebilir.
Hakkında farklı ictihad ve ilim ehlinin farklı görüşleri olan konularda ise tekfir etmekten kaçınmak mutlaka gereklidir. Çünkü Akaid, zanna dayandırılamaz.
Hakkında farklı ictihad ve âlimlerin farklı görüşleri olan konularda ise tekfir etmekten kaçınmak mutlaka gereklidir. Çünkü Akaid, zanna dayandırılamaz. Her ictihad, her yorum zannı içerir.
Günümüzdeki tekfirle ilgili konuların çoğu bu kapsamdadır. Demokrasi bize göre küfür kabul edilebilir. Ama başkası, onun içini farklı dolduruyor, onu farklı şekilde anlıyor olabilir. Her ne kadar onların delili bize çok kuvvetli gelmiyorsa bile, bu te’vil, onları tekfir etmemize engeldir. Halktan herhangi bir kimsenin; düzenin devamından yana, tâğut kabul ettiğimiz kimselere oy vermesi de böyledir. Bu tavır, bize göre küfürdür, ama sadece oy verdiği için insanlara kâfir demenin çeşitli mahzurları vardır. Bir şahsın yanlışına karşı çıkıp onu uyarmanın ve ona doğru din anlayışını tebliğ etmenin, o kimseye “kâfir” demeden onlarca çeşit yolu vardır. Mevcut şartları ve karşısındaki mü’minlerin imkânını değerlendirmeden; tâğutların emrinde askerlik yapanlara, mecbur olduklarında istemeyerek de olsa mahkemeye çıkanlara, vahyi reddeden okullara gidenlere veya çocuklarını bu tip okullara gönderen kişilere, “ikrâh”ı yanlış yorumlayıp bazı pislikleri ve imzaları formalite kabul edip şirke bulaşanlara, ya da sadece tarikata bağlı olduğu bilinen, fakat açık bir inkârı, küfrü bilinmeyenlere; bunlarla birlikte “ben Müslümanım” diyen, Kur’an’ın hiçbir hükmünü inkâr etmeyen, Allah’ı ve Peygamberini sevdiğini tahmin ettiğimiz namaz kılanlara “kâfir” hükmü vermek, yanlıştır.
Bu yanlışlık; hem ictihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınma ile ilgili ve hem de aşağıdaki maddelerde anlatılacak hususlar açısından değerlendirilmelidir.
Câhilliye toplumunda yaşadığı için bazı problemlere sahip olan, ama İslâm’ı tek din, Şeriat’ı en doğru dünya düzeni kabul eden, ama hatalı te’vili veya yanlış anladığı nasslar neticesi, savunduğu ve gittiği yolun “Nebevî bir metod” olmadığını bilemeyenler İslâm’ın dışına çıkarılmamalıdır.
Dikkat ederseniz, biz bu kimselere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığından bahsediyoruz. Yoksa, bu eylemleri hiçbir şekilde savunmuyoruz.
İçinde zehir olma ihtimali olan bir suyu ölmek istemeyen kimse nasıl içmezse, Allah’ın azâbından korkan kimsenin de özellikle akaid açısından şüpheli şeylerden sakınması, % 1 ihtimalle şirk olan husustan kaçınması gerektiğini, bunun imanı ispat anlamına geldiğini belirtiyoruz.
Bu eylemlerden bazılarının küfür olduğu görüşüne de katılıyoruz; ama her küfrün kişiyi kâfir etmediğini ve ihtilâflı konularda kişilere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığını belirtiyoruz. Bu insanları tekfir edip dışlamak değil; tevhidi, tüm boyutlarla anlatmaya çalışmanın bizim görevimiz olduğunu söylüyoruz.
Bununla birlikte; halk ile aydınlar (dini iyi bilen ya da bilecek imkânı olanlar), oy verenle oy verilenler, hükmedilenlerle hükmedenler, istemeden mecbur olanlarla isteyerek ve adâlet bekleyerek mahkemeye müracaat edenler, gücü ve imkânı olmayan mustaz’aflarla her imkânı elinde olanlar, câhillerle İslâmî hükümleri ve akaid esaslarını bilenler, te’vil ederek bir yoruma katılmayanlarla açıkça İslâmî bir hükmü kabul etmeyenler aynı kategoride değerlendirilemez; aynı şekilde hüküm verilemez.
4- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suçlama da şüphe ile düşmelidir. Bir kişi, imandan, ancak imana girdiği şeyi inkâr ettiği zaman çıkar.
İhtimaller göz önünde bulundurularak tekfir hükmü vermekte acele edilmez. Çünkü tekfir suçlamada nihâî noktadır. Nihâî nokta da İlâhî cezanın son haddini gerektirir. İhtimallerin olduğu bir hususta ise böyle kesin ve ağır hüküm verilmez.
5- Berâet-i zimmet asıldır.
İslâm hukukunun genel prensiplerinden biri de budur.
Mecelle’de: “Berâet-i zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide olarak yer alır. Suçluluğu hükmen sâbit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz. Bu kural, en büyük suç olan şirk ve küfür suçunda elbette öncelikli olarak değerlendirilir. Küfrü ve şirki hükmen ve kesin şekilde ispatlanıncaya kadar bir mü’min tekfir edilerek suçlanamaz.
6- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden çıkar. İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı veya zarûrât-ı diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.
Zarûrât-ı dîniyye, yani dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyler, ilim sahibi veya halktan câhil olsun herkesin bildiği hususlardır. Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi kişi bilerek inkâr ederse inkârı sebebiyle o kimse tekfir edilir.
Örneğin haram olduğunu bildiği hâlde içki içmenin helal olduğunu söylemesi gibi.
Zârûrât-ı Dîniyyeden olduğu bilineni inkâr eden kâfir olur, ancak şu durumlardan birinde olması müstesnâdır:
a-İslâm’a yeni girmiş olması,
b-Gerçek âlimlerden uzak bir beldede yetişmiş olması,
c-Müslümanlar arasında yetişip meselenin hükmü kulağına çok tekrarlanmadığı için İslâm’a yeni girene benzer bir durumda olması. Bu durumlardan biri veya birkaçı bulunduğu için; inkâr etmiş olduğu hükmün, Allah’ın Dini İslâmda bulunduğunu bilmemiş olması şartıyla müstesna tutulur ve tekfir edilmez. Aynı şekilde, dinî veya akîdevî bir konuda bir te’vilde bulunup, farklı yorumlayarak yorum ve te’vilinde yanılan bir kişi de müstesna tutulur, tekfir edilmez.
Yaşadığımız ülkede ilmî çalışmaların yeterli şekilde yapıldığını iddia etmek zordur. İstisnâlar dışında tevhid ve şirk insanlara anlatılmadığı gibi, Cumhuriyet’ten sonra özellikle iman konusu bulandırılmaya çalışılmıştır. Hocalardan çoğunun, insanlara hakla bâtılı karıştırarak ve onlara şirki süslü göstererek din anlattığını hesaba katmak gerekiyor.
7- Bir kâfiri mü’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir. Çünkü Kur’an’da ve sahih hadislerde haksız tekfir yasaklanmış, ama açıkça küfürleri belli olmayan ve ben müslümanım diyen kâfir olma ihtimali olan kimselere Müslüman muâmelesi yapılması yasaklanmamış, tam tersine; ashâbdan ve diğer Müslümanlardan (küfrünü kısmen gizleyen) münâfıklara Müslüman muâmelesi yapması istenmiştir.
8- Kâfir zannedilene kâfir demeyeni kâfir kabul etmemek gerekir. İki Müslüman, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan dolayı birbirlerini tekfir etmemelidir.
Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşılıyorsunuz:
Bir insan, toplumda başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kâfir-müşrik ilan ediyor. Bunu yaparken de te’vile/yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin müslüman olduğuna inanıyorsunuz. Yani karşınızdaki kişi, üçüncü bir kişiyi kendi yorumuyla kâfir sayarken siz de kendi yorumunuzla o üçüncü kişiyi kâfir saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki kişi sizi de kâfir sayıyor. Sebebi de -ona göre- “kâfire, kâfir” dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla bir kişiden hareketle bazen yüzlerce ve binlerce kişi kâfir sayılabilmekte bugün.
Biz, bir kimsenin yanlış kabul ettiğimiz hükmüne değil; Allah’ın hükmüne teslim olmak zorundayız; O’nun kesin bir ifadeyle kâfir dediğini mü’min kabul edemeyiz. Başkalarının kâfir dediği onu bağlar, bizi değil.
9- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır:
“Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mu’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dunyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mu’min değilsin!’ demeyin…)” (4/Nisâ, 94)
10- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mu’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner.
Sahih hadis olarak Peygamberimiz’den bu konuda şöyle rivayet edilmiştir:
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”;
“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.”
11- Şüpheli durumlardan sakınmak, her iki hususta ihtiyatlı davranmak gerekir.
“Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir.
Muhâtabı tekfir edince “ya kâfir değilse?!” deyip ihtiyatlı olmak ve haksız tekfirde bulununca “kâfir” hükmünün kendine döneceğini değerlendirip bu riske girmemek ihtiyatın bir yönünü gösterir. Bu tavır, bir kimsenin yaptığı veya söylediği şeyin % 99 ihtimalle küfür, % 1 ihtimalle küfür olmama durumunda bile kendini göstermeli, en küçük ihtimali değerlendirip tekfirden kaçınmalıdır.
İhtiyatın diğer kısmı da şudur:
Küfür ve şirk ihtimali olan hususlardan şiddetle sakınmak gerekir. “Ya şirkse ve bunu yaparsam ebedî olarak cehenneme atılırsam” diye düşünüp milyonda bir ihtimalle bile şirk ve küfür olan şeyi yapmamak lâzımdır.
Şüpheli şeylerden kaçınmak, imanın ve takvânın gereğidir.
12- Tekfir hükmü, şahıslara bırakılmış değildir.
Zina konusunda gözüyle bilfiil çirkin işi gören kimse, (bu durum tekfir suçlamasından daha hafif olduğu halde,) şahid olduğu o konuyla ilgili (üç şahid daha yoksa) hüküm veremiyor. Nasıl olur da buna benzer bir durumda birinin kâfirliğine hükmedebilir?
13- “Luzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir.”
Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, “bunu ancak kâfir olan yapar, söyler” kanaatini veriyorsa buna “küfr-i lüzûmî” denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da “küfr-i iltizâmî” denir.
Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe uygun üslupla karşı fikir ileri sürmek, uyarmak mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek doğru değildir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir), yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir te’vile ihtimal taşımamasıdır.
Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması için, küfrü bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz, böyle bir kimse tekfir edilemez. Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatalar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü’nün (s.a.s.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla aklın ürettiklerini esas alan, hevaya, zanna ve ilhâma dayanan bir dinî kural ve benzeri şey getiriyorsa bu te’vil sahipleri akaidî bir sapma içindedir.
14- Müslümanlığıyla övünen, namaz kılan, Allah ve Rasûlünü sevdiği belli olan, bunlarla birlikte günümüz câhiliyesinin etkisinde kalan bazı insanların hükmü hakkında susmak en doğru yoldur.
İctihad ve yorumla tekfir etmenin sakıncasından ötürü, âlimlerin ve Müslümanların icmâya varamayıp ittifak edemedikleri ihtilâflı hususlarda muhâtaplarımızın bizim açımızdan delili çok zayıf olduğundan geçersiz kabul etsek de te’villerini dikkate alıp inkâr etmediklerini hesaba katmak zorunda olarak bazı insanlar hakkında susmanın en ihtiyatlı tavır olduğunu düşünüyoruz.
Günümüzde her şey o kadar karışmış, “ak”la “kara”nın dışında ve bu renklere az-çok benzeyen o kadar “ara ton”lar çıkmıştır ki, insanın ak da diyemeyeceği, kara da diyemeyeceği hususlar çokça oluyor. Ve ad koymada en doğrusu susmak diyorsunuz. Bazı insanların adını koyamıyor; “mü’min desen tam benzemiyor; kâfir desen diyemiyorsun” şeklinde sükût etmek zorunda kaldığımız kimseler oluyor.
Değişik tevillerle felsefi ve ideolojik boyutuyla demokrasiyi savunan, tâğutlara oy verip meyleden, heykelin karşısında tören denilen âyinlere katılan, Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına dair yemin eden tâğutî kurumları veya tâğutları savunan… nice insan var. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki hakla bâtıl karışmış, müslümanla kâfir ayırt edilemez olmuştur. Bu haksız tekfir ve muvahhid Müslümanlar arasındaki soğukluğa sebep olan grup taassubu kırılıp ümmet gücüne erişince Allah’ın yardımına muhâtap olacak bu topluluk, ilim sahibi muvahhidlerin öncülüğüyle Peygamberî usûlle tevhidi tüm topluma tebliğ edecek, şirk ve putperestlik net şekilde insanlara anlatılacak. Tüm tartışmalar bitecek. Hak ve bâtıl, tevhid ve şirk şeklinde saflar netleşince bu insanlar bir tercih yapmak zorunda kalacaklardır. Ve o zaman onların tercihlerine göre onlara isim vermek kolay ve şart olacaktır. O günlerin bir an önce gelmesi dilek ve duâsıyla…
Bütün yukarıdaki maddeler, (cehâlet, ikrâh ve te’vil sözkonusu olmaksızın) Kur’an ve Sünnetin kesin nasslarında açıkça belirtilen herhangi bir küfür inancına sahip olan veya Kur’an ve sahih sünnette açıkça belirtilen insanı kâfir eden davranışlardan birini yapan kimse için geçerli değildir.
Yazının daha fazla uzamaması için bu maddelerin içeriği delilleriyle geniş çapta ele alınamadığı için yanlış anlaşılmalara müsaittir. Dikkat edilmeli.
Selam ve dualarımla…
Dipnotlar:
1- Şirk ve müşrikler pisliktir. Bk. 9/Tevbe, 28
2- Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
3- Buhârî, Edeb 44