Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Cemaatle Teravih Namazı Kılmak

I Çevrimdışı

islami bilgiler

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
بســـم الله الرحمن الرحيم


Cemaatle Teravih Namazı Kılmak


Teravih namazına gelince o bir bidat değil, tersine Peygamber imizin (salât ve selâm üzerine olsun) hem sözüne ve hem de uygulamasına dayanan bir sünnettir. Çünkü bilindiği gibi Peygamber imiz bu konuda şöyle buyuruyor:

“Allah size Ramazanda oruç tutmayı farz kıldı ben de size Ramazan gecelerin i ibadetle geçirmeyi sünnet kıldım.”

(Hadisi Ahmed Müsned'inde kaydediyo r: bkz. Feth EI-Rabbâni, c. 9, s. 244; İbn Mace, c. 1, s. 421, H. No: 1328, Kitap namaz kılma, Bab: Ramazan ayının ibadetle geçirme konusunda gelen hadisler. İbn Huzeyme, Sahih, c. 3, s. 335, H. No: 2201, Bab: 235, Kitap: Oruç. Bu hadisin ravi zincirind e adı geçen El-Nadr b. Şeyban, zayıftır. Bkz. Feth El-Rabbani, c. 9, s. 244. Bu konuyla ilgili İbn Huzeyme diyor ki: Allah'ın kitabı ve Rasûlüllah'ın sünneti bu sözlerle kaydedile n hadisin anlamını doğrulamaktadır. Ancak bu ravi zinciriyl e değil. Zira ben korkuyoru m ki, bu isnad bir yanılgıdan ibarettir . Ebu Seleme'nin babasından bir şey dinlemediğinden de ayrıca endişe ediyorum, iyi biliyorum ki bu haberi Ebi Seleme'den El-Nadr b. Şeybânî'den başkası nakletmem iştir. c. 3, s. 335; İbn Huzeyme'nin Sahih'inden.)

Teravih namazını cemaatle kılmak da bid'at değil, tersine o da sünnettir. Çünkü Peygamber imiz bir kaç Ramazanın ilk iki hatta ilk üç gecesi ile son on gecesinde cemaate teravih namazı kıldırmış ve hadis kaynaklarının bildirdiğine göre sahabiler in bu işten sıkılmaya başlamaları üzerine:

“Her hangi biriniz bu namazı imamın arkasında kıldığı takdirde namazı bitirince defterine bütün geceyi ibadetle geçirmiş gibi sevap yazılır.” buyurmuştur. (Bkz. Tirmizi, Sünen, c. 3, s. 169, H. No: 806, K. Oruç, Bab: Ramazan Ayını İbadetle Geçirme Konusunda Gelen Hadisler. Tirmizİ hadisi hasen, sahih olarak nitelendi rmektedir ; İbn Mace, Sünen, H. No: 1327, K. Namaz kılma ve onunla ilgili sünnetler, İbn Huzeyme, Sahih, c. 3, s. 337, 338, H. 2206. K Oruç, Bab: 240.)

Nitekim, İmam-ı Ahmed ve daha başkaları bu hadise dayanarak Teravih namazını cemaatle kılmanın, tek başına kılmaktan daha çok sevap kazandırıcı olduğunu belirtmişlerdir.

Çünkü Peygamber imizin bu sözleri, Ramazan gecelerin i imamın arkasında namaz kılarak ihya etmeyi teşvik eder nitelikte dir. Fakat bu teşvik O'nun tarafından mutlak anlamda sünnet olmayacak biçimde vurgulanmıştır. Bu yüzden Onun zamanında sahabiler cemaatle teravih namazı kılıyorlar, o da bu davranışı sessizce onaylıyordu. Bilindiği gibi Peygamber imizin herhangi bir hareketi sessizce onaylaması, sünnetin bir çeşididir.

Hz. Ömer'in (Allah ondan razı olsun) bu konu ile ilgili “Bu ne güzel bid'attar” sözüne gelince; eğer biz onun sözüne dayanarak tartışmasız bir meselede hüküm verecek olsak bu sözü delil kabul edenlerin çoğu, “Hz. Ömer'in sözü delil niteliği taşımaz” diyerek bize karşı çıkarlardı. Öyle olunca nasıl oluyor da onun Peygamber imizin hadisine ters düşen sözünü delil gösterebiliyorlar?

Oysa ki, Hz. Ömer'in sözlerinin delil niteliği taşıdığına inananlar, bu sözlerin hadisle çatışmaları halinde bu nitelikle rini yitirecek lerini belirtiyo rlar. Demek ki, her iki farklı görüşe göre de Hz. Ömer'in sözüne dayanarak hadise karşı çıkılamaz.

Fakat iki çelişik rivayette n birine göre Hz. Ömer'in ve Hz. Ebu Bekir'in hadisle çatışmayan sözlerine dayanarak hadisin genel ifadesi sınırlandırılabilir. Bu sözü delil olarak kullanmak isteyenle r bu imkândan yararlana rak söz konusu bid'atın “güzel” olduğu sonucuna varabilir ler. Ama bu sözden bunun dışında bir sonuç çıkaramazlar.

Şunu da belirtmek gerekir ki;

Bu sözün önemli yönü, Hz. Ömer'in burada cemaatle Teravih namazı kılmayı güzel görmekle birlikte “bid'at” olarak adlandırmış olmasıdır. Oysa bu adlandırma terimin şeriat anlamında değil, sözlük (lügat) anlamındadır.

Bilindiği gibi “bid'at” sözlük (lügat) anlamı ile geçmiş bir örneğe dayanmaksızın yapılan bütün yeni hareketle ri ifade ettiği halde, şer'i anlamı ile “hakkında şer'i delil bulunmaya n davranış” demektir.

Buna göre, Peygamber imizin (salât ve selâm üzerine olsun) her hangi bir sözü, vefatından sonra bir işin müstahab veya vacip olacağını belirtirs e veya Hz. Ebu Bekir tarafından yayınlanan zekât genelgesi örneğinde olduğu gibi, her hangi bir hareket için delil teşkil eder de, bu hareket ancak O'nun vefatından sonra işlenirse, söz konusu hareket terimin sözlük anlamı ile “bidat” diye adlandırılabilir. Çünkü ilk defa uygulanan bir yenilikti r.

Nitekim, Peygamber imizin getirdiği dinin kendisi bile bu anlamda “bid'at” ve “sonradan ortaya atılmış bir şey” diye adlandırılabilmiştir.

Bilindiği gibi Kureyş müşriklerinin elçileri o zamanın Habeş İmparatoru Necaşi ile yaptıkları görüşmede İmparatorun ülkesine sığınan göçmen sahabiler hakkında:

“Bu adamlar atalarının dininden çıkmışlar ve İmparatorun dinine de girmemişlerdir. Onlar hiç kimsenin bilmediği yeni bir din ortaya atmışlardır.” demişlerdi. (İbn Kesir, a.g.e, c. 2, s. 18.)

(Necaşi: Habeş imparator larına verilen addır. Nitekim Fars krallarına Kisra, Rum krallarına da Kayser denilmekt edir. Habeş kralı Necaşi'nin buradaki adı, Ashame b. Bahr'dır. Düzgün kişilik sahibi -salih-, akıllı, zeki, bilgin ve adil bir zattı. Cenab-ı Peygamber O'nun kişiliğinin düzgün olduğuna, öldüğü zaman bizzat tanıklık etmiş. Habeşistana göçen müslümanları korumuş onlara iyilikler de bulunmuş ve Kureyş işkencelerini onlardan uzaklaştırmıştı. Hicretten dokuz yıl önce öldüğü söylenmektedir. Bkz. İbn Kesir, El-Siyer, c. 2, s. 29, 30.)

Fakat, Kur'anda ve sünnette delili olan söz konusu hareket, şeriat anlamı ile “bid'at” olmaz, sadece sözlük anlamı ile böyle adlandırılabilir.

Demek oluyor ki “bid'at” teriminin sözlük anlamı, onun şeriatteki anlamından daha genel, daha geniş kapsamlıdır.

Kısacası, Peygamber imizin “Her bid'at dalaletti r. (sapıklıktır)” sözü bütün yenilikle ri, bütün ilk uygulamal arı kapsamaz.

Çünkü İslâm dininin bizzat kendisi, hatta diğer peygamber lerin getirmiş oldukları hak dinlerin her biri, birer “yenilik” birer “ilk eylem” dirler.

Peygamber imizin bu sözü ile kasdettiği şey, gerek Kur'an ve gerekse kendisi tarafından meşruluğu onaylanma mış olan yeni davranışlardır.

Tekrar sözü cemaatle Teravih namazı kılma meselesin e getirecek olursak, bu namaz Peygamber imiz zamanında teker teker de kılınmış, cemaatle de kılınmıştır. Peygamber imiz ilk gecelerin de teravih namazının cemaatle kılındığı bir Ramazan ayının, üçüncü veya dördüncü gecesinde yine cemaatle Teravih kılmak amacı ile mescidde toplanan sahabiler e şöyle buyurmuştu:

“Size Teravih namazı kıldırmaya çıkmayışımın sebebi, bu işin üzerinize farz olmasından duyduğum endişedir. Bu namazı evleriniz de kılınız. Çünkü insanın farzlar dışındaki en faziletli namazı evinde kılacağı namazdır.”

(Buhari, c. 13, s. 264, H. No: 7290, K. İ'tisam, bab: Çok soru sormanın uygunsuzl uğu ve malayanin in mükellefiyeti; Feth El-Bari, c. 4, s. 250, 251, H. 2012, K. Teravih namazı, Bab: Ramazan'ı ibadetle geçirmenin fazileti, Feth El-Bari, K. Cuma, bab: 29, H. No: 924; Müslim, c. 5, s. 182, N. No: 761, K. Yolcunun namazı ve onu kısaltması, Bab: Ramazan'ı ibadetle geçirmeye teşvik. Ahmed, c. 5, s. 182.)

Görüldüğü gibi Peygamber imiz, o gece Teravih namazı kıldırmaya çıkmayışına bu namazın farz olmasından endişe duymasını gerekçe olarak göstermiştir.

Açıkça anlaşılıyor ki, O'nun namaz kıldırmaya çıkmasını sağlayan sebep geçerliğini korumakta dır ve eğer bu namazın farz olmasından çekinmemiş olsa o gece de öne geçip sahabiler e Teravih kıldıracaktır.

Daha sonra Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) döneminde müslümanlar, mescidi kandiller le aydınlatarak bir imamın arkasında topluca Teravih namazı kılmaya başlayınca bu uygulama daha önceki tatbikatl arından farklı olduğu için “bidat” diye adlandırılmıştır.

Çünkü terimin sözlük anlamı, bu isimlendi rmeye elverişlidir. Yoksa bu uygulama şeriat anlamı ile bid'at değildir.

Sebebine gelince; sünnet onu salih amel kapsamına almış, fakat sadece farz olur endişesi ile devam ettirmemiştir. Peygamber imizin vefatı ile farz olma endişesi ortadan kalktığı için bu uygulamanın tazelenme sinin önünde hiç bir engel kalmamıştır.

Kur'an-ı Kerim'in bir araya getirilme si olayı da tıpkı böyledir. Kur'an'ın Peygamber imizin hayatında bir araya getirilme sini engelleye n faktör, henüz vahyin inmekte olması, buna bağlı olarak Cenab-ı Allah'ın dilediği ayet ve hükümleri değiştirmesi ihtimalin in var olması idi. Bu ihtimale rağmen eğer, Kur'an'ın bütün ayetleri bir mushafta toplansay dı, sık sık değiştirilmesi zor veya imkânsız olurdu. Fakat Peygamber imizin ölümü ile Kuran son şeklini alıp Allah'ın şeriatı kesin hatlarıyla belli hale gelince, artık hem Kur'an ayetlerin in azalıp çoğalma ihtimali ve hem de seri hükümlerin değişmesi imkânı ortadan kalkmıştı. O zaman müslümanlar, Peygamber imizin bu konudaki sünnetini uygulamay a giriştiler. Çünkü artık bu sünneti ertelemey i gerektire cek hiç bir sebep kalmamıştı. Yani Kur'an ayetlerin i bir araya getirme olayı her ne kadar sözlük (lügat) anlamı ile “bid'at” olarak adlandırılabilire de aslında Peygamber imizin bir sünnetidir.

Bunlara benzer bir başka uygulama da Hayber yahudiler i, Necran yöresi hristiyan ları ve daha bir kaç gayr-i müslim gurubun Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) tarafından Arap yarımadasından sürülmesi olayıdır. Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) ölümünden önceki son hastalığı sırasında:

“Yahudi ve hristiyan ları Arap yarımadasından çıkarınız” diyerek bu yolda direktif vermişti.

(Müslim'in Sahih'inde bu hadis şu sözlerle yer almaktadır: “Yahudiler le hristiyan ları Arap yarımadasından mutlaka çıkaracağım; Öyle ki (orada) Müslümandan başka kimseyi bırakmayacağım.” Bkz. Müslim, H. No: 1767, K. Cihad ve siyer, bab: Hristiyan ve yahudiler in Arap yarımadasından çıkarılmaları ile ilgili gelen hadisler; Tirmizi, H. No: 1607, Kitap, Siyer, bab: Yahudi ve hristiyan ların Arap yarımadasından çıkarılmaları ile ilgili hadisler. Tirmizi hadisi hasen ve sahih olarak niteliyor . Ebu Davud, H. No, 3030, K. Haraç, bab, Hristiyan ve yahudiler in Arap yarımadasından çıkarılmaları; Ahmed, Müsned, c. 3, s. 345, Diğerleri gibi Ahmed'de hadisi Ubeyde b. Cerrah'tan naklediyo r. Ravi şöyle diyor Peygamber in en son söylediği söz şu oldu: “Hicaz ve Necran'lı yahudiler i Arap Yarımadasından çıkarınız.” El-Müsned, c. 1, s. 196.)

Ebu Bekir hazretler i (salât ve selâm üzerine olsun) halifeliği döneminde gerek mürtedler (dinden dönenler) ile savaşmak zorunda kaldığı ve gerekse İran ve Bizans cepheleri nde mücadeleye tutuşmak durumunda kaldığı için Peygamber imizin bu direktifi ni yerine getirmeye fırsat bulamamıştı.

Yine İran ve Bizans cepheleri ndeki savaşlar yüzünden, Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) halifeliğin ilk döneminde bu işe el atamamıştı. Fakat eline fırsat geçer geçmez hemen Peygamber imizin bu vasiyetin i yerine getirdi.

İşte bu uygulamay a da sözlük anlamı ile “bid'at” adı verilebil mişti. Nitekim yahudiler:

“Sen bizi nasıl yurdumuzd an çıkarabilirsin? Oysa Ebul Kasım (Peygamber) bize topraklarımızda yaşama izni vermişti.” diyerek Hz. Ömer'in bu uygulamasına karşı çıkmışlardı. (Bunun benzeri bir haberi Kasım b. Sellam -Ebu Ubeyd- Muaviye Ameş, Salim b. Ebi El-Ca'd, kanalıyla Kitab El-Emval adlı eserinde nakletmek tedir. Kitab El-Emval, s. 98.)

Hatta daha sonra Hz. Ali (Allah yüzünü ak etsin) halife olunca, kendisine baş vurarak, eski yurtlarına dönmelerine izin vermesini, bu yolda kendileri ne resmi bir yazı vermesini istediler . Fakat Hz. Ömer'in söz konusu uygulaması, sonradan yapılmış ve Peygamber imizin ilk davranışının tersine olmasına rağmen aslında yine Rasûlüllah'ın direktifi gereği olduğu için Hz. Ali, yahudiler in istekleri ni reddetmişti.

Bunlara benzer bir başka meselede Peygamber imizin (salât ve selâm üzerine olsun) şu hadisinde n kaynaklan mıştır:

“Karşılıksız bağış niteliğinde olmaları şartı ile devlet, adamlarının verecekle ri hediyeler i alabilirs iniz. Fakat eğer bu hediyeler dininizde n taviz koparmak amacı taşırsa bu bağışları almayınız.”

(Ebu Davud, Sünen, H. No: 2958, K. Haraç ve İmare, bab: Zamanın sonunda hediye almanın uygunsuzl uğu -keraheti- Burada hadis şu sözlerle nakledilm iş: “ey halk, karşılıksız hediye almaları koşuluyla Kureyş'lilerin verdikler i hediyeler i kabul ediniz. Ancak Kureyş size verdikler i mülk ile sizi dininizde n kendileri ne meylettir ecekler olurlarsa verdikler i hediyeler i kabul etmeyiniz . Benzer bir başka hadisi Taberani, Mucem-El-Kebir, adlı eserinde naklediyo r: H. No:, 4239, c. 4, s. 251. Hadisi inceleyen ler onun zayıf olduğunu söylüyorlar. Ebu Davud'a göre hadisin senedi de bilinmeme ktedir. Buharı, El-Kebir; Süyûtî, El-Cami El-Sağîr, H. No: 3893, c. 1, s. 600.)

Saadet çağından (Asr-ı Saadetten) sonraki dönemlerde öyle günler olmuş ki, hükümdarlar İslâmın özüne aykırı konularda da olsa kendileri ni destekley enlere devlet hazinesin den bağışlar dağıtmaya yönelmişlerdir. İşte böyle durumlard a bazı kimseler, Peygamber imizin bu hadisinde beliren sünnetine uyarak böylesine hükümdarların kötü niyetli bağışlarını reddettil er. Gerçi hükümdarlardan gelen hediyeler i reddetmek, “yeni ortaya atılmış” bir tutumdu, ama bu bağışları dağıtan hükümdarların “yeni tutumlarına” karşılık olmak üzere Peygamber imizin bu “ileriye dönük” direktifi uyarınca isabetle ortaya konmuştu.

Bu kategoriy e giren bir başka olay da şudur:

Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) sahabiler den Uhban b. Seyfi'ye(20) bir kılıç hediye etmiş ve kendisine şöyle buyurmuştu:

“Bu kılıçla müşriklere karşı savaş. Fakat müslümanların birbirler ine karşı savaşa tutuştuklarını görünce onu kırıver.”

(Ahmed, El-Müsned, c. 6, s. 393; İbn Hacer, El-İsabe, c. 1, s. 138. Hadisin senedi Ahmed'e göre sağlamdır. Ancak kıssada: “Onunla müşriklerle savaş” sözü yok.)

(Uhban b. Seyfi; Büyük sahabiler den olan bu zatın asıl adı Uhban b. Sayfiye El-Gıfâri, künyesi Ebu Müslim'dir. Basra'da yaşamıştır. Bkz. Esed El-Ğabe, c. 1, s. 138.)

Nitekim Uhban b. Seyfî de sonradan müslümanlar arasında kargaşalıklar ve savaşlar çıktığını görünce Rasûlüllah'ın elinden almış olduğu kılıcı kırıverdi. Onun bu davranışı “sonradan ortaya çıkmış” ve bu bakımdan sözlük anlamı ile “bid'at” nitelikli bir davranıştı. Sebebine gelince Peygamber imiz zamanında müslümanların kılıçlarını kırdıkları hiç görülmemişti. Fakat bununla birlikte Peygamber imizin emrine, dolayısıyle sünnetine uygun bir davranıştı.

Ebu Bekir'in (Allah ondan razı olsun) halifeliğinin ilk yıllarında zekât vermek istemeyen lerle savaşması da böyledir. Çünkü her ne kadar Peygamber imiz, sırf zekât vermedi diye hiç kimseye karşı savaş açmadı ise de bir hadisinde şöyle buyurmuştu:

“İnsanlar Allah'dan başka ibadete layık ilâh olmadığına ve Muhammed'in, O'nun Rasûlü olduğuna şahadet edinceye -Kelime-i şahadet getirince ye- kadar onlarla savaşmak bana emredildi . Bunu yapınca bu sözün kendileri ne yüklediği sorumluluğun gerekleri dışında, onların canları ve malları benim için dokunulma z olur. Onları hesaba çekecek olan Allah'dır.” (Müslim, İman kitabı, bab: 9, H. No: 21,24; Müslim'in kaydında “Ve enne Muhammede n Resulüllah” yerine “Ve bana, benim getirdiğime inanıncaya kadar, bunu yaptıklarında...” ifadesi geçmektedir; Ahmed, El-Müsned, c. 2, s. 384; Ebu Hüreyre'den.)

Zekât vermek, “lâ ilâhe illallah (Allah'dan başka ibadete layık ilâh yoktur)” demiş olmanın getirdiği sorumlulu klardan biri olduğu için zekât vermeyi reddeden bir kimsenin sırf bu sözü söylemiş olması, dokunulma zlık elde etmesi için yeterli sayılmamıştır.

Nitekim Peygamber imiz başka bir sahih hadisinde:

“Onlar Allah'dan başka ibadete layık ilah olmadığına ve Muhammed'in, O'nun Rasûlü olduğuna şahadet edinceye, namaz kılıp zekât verinceye kadar...” diye buyurarak, bu yetersizl iği açıkça belgelemiştir. Aslında bu konu geniştir. (Buhari, İman kitabı, bab: 17, H. No: 25; Feth El-Bari, c. 1, s. 75; Müslim, K. İman, bab: 8, H. No: 22, c. 1, s. 53.)



Doğrusunu Allah bilir ama bizim anladığımıza göre bu konuda bağlı kalınması gereken temel kural şudur:

İnsanlar sadece yararlı olduklarına inandıkları şeyleri, yenilik olarak ortaya atarlar. Herhangi bir yeniliğin zararlı olduğunu düşünseler onu ortaya atmazlar. Çünkü böylesine ters bir tutuma ne akıl ve ne de din yönünden gerekçe bulunamaz .

Şimdi, eğer müslümanlar bir şeyi yararlı görürler ise, bu şeye ihtiyaç hissettir en sebebe bakılır. Eğer bu ihtiyaç hissettir en sebep, Peygamber imizden (salât ve selâm üzerine olsun) sonra ortaya çıkmış yeni bir şey olur da Peygamber imiz kesin bir yasaklama belirtmed en o şeyi yapmamış ise böyle bir durumda söz konusu ihtiyaç duyulan yenilik ortaya konup uygulanab ilir.

Peygamber Efendimiz zamanında da ihtiyaç haline geldiği halde çeşitli engeller yüzünden ortaya atılmayan ve Peygamber imizin ölümünden sonra önleyici engelleri ortadan kalkan yararlı yenilikle r hakkında da aynı kural geçerlidir.

Fakat ihtiyaç niteliği kazandıracak bir sebebi olmayan veya kulların bazı günahları sebebi ile ihtiyaç haline geldiği ileri sürülen yenilikle re gelince, bunları ortaya çıkarıp benimseme k caiz değildir. Şunu hiç unutmamak gerekirki, gerektiri ci sebebi Peygamber imiz zamanında da var olan bir davranış eğer buna rağmen o zaman işlenmemiş ise her ne kadar bize göre yararlı ise de aslında yararlı değildir. Buna karşılık gerektiri ci sebebi (gerekçesi) Peygamber imizden sonra -Allah'ın emrine karşı gelmek söz konusu olmaksızın- ortaya çıkan yenilikle r yararlı olabilirl er. Bu konuda fıkıh bilginler i iki yol benimsemişlerdir:

1 - Bu yollardan birine göre, eğer hakkında yasaklayıcı bir delil yoksa söz konusu yenilik benimseni p uygulanab ilir. Bu görüş, “kamu yararı (Mesalih-i Mürsele)” ilkesinin geçerliliğine inananların görüşüdür.

2 - Bu yollardan ikincisin e göre söz konusu yenilik, hakkında emir olmadıkça ortaya atılıp benimsene mez. Bu görüş “Kamu yararı (Mesalih-i Mürsele)” ilkesine dayanarak ahkâm çıkarmanın doğru olamayacağını düşünenlerin görüşüdür ve kendi içinde iki türlüdür:

Bu görüşün bir kısım taraftarl arı şeriat koyucunun (Peygamber imizin) ya sözüne, ya davranışına veya sessiz onayına (ikrarına) dayanmaya n bir hükmün ortaya konamayac ağını savunurke n, diğer bir bölümü söz konusu hükmün şeriat koyucunun açık veya dolaylı sözüne dayanılarak ortaya konabilec eğini söylemektedirler. Birinci kısımdakiler “Kıyas” metodunu kabul etmeyenle r, ikinci kategorid ekiler ise bu metodun geçerliliğine inananlar dır.

Gerektiri ci sebebi (gerekçesi) -eğer yararlı olsa- Peygamber imiz zamanında da varolduğu halde O'nun tarafından uygulamay a konmayan yenilikle re gelince; Peygamber imizden sonra bu tür yenilikle ri ortaya koyup benimseme k Allah'ın dininde değişiklik yapmak demek olur. Bu türlü değişiklikleri dine sokanlar dini değiştirmeyi amaç edinen hükümdar, bilgin ve kullar ile içtihadında (ilmî araştırmasında) yanılgıya düşen araştırmacılardır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) vaktiyle bu kaygıyı şu sözlerle dile getirmiştir:

“Sizin hakkınızda en korktuğum şeyler alimlerin yanılgıya düşmesi, münafıkların Kur'anı tartışma dayanağı olarak kullanmal arı ve halkı saptıran hükümdarlar (imamlar) dır.”

(Bunun benzerini Hakim, Muaz b. Cebelden (Allah ondan razı olsun) nakletmiştir: El-Müstedrek, c. 4, s. 420; El-Beğavî, Şerh El-Sünne, c. 1, s. 317, Ömer b. Hattab'dan (Allah ondan razı olsun) İbn Müflih, Adab El-Şeri'a adlı eserinde Yezid b. Ebi Ziyad, Mücahid, İbn Ömer'den merfu olarak şöyle nakletmiş: “Ümmetimin başına gelecek üç şeyden çok korkuyoru m: Alimlerin alçalması -zilleti- bir; Münafıkların Kur'anı tartışma aracı olarak kullanmal arı, iki; ve, dünya ve nefsinize önem vermeniz.” Ardından eser sahibi şu açıklamayı ekliyor: “Yezid, zayıf olmasına zayıftır ama, metruk değildir.” c. 2, s. 52: Ayrıca hadisin başkaca sağlam tanıkları da bulunmakt adır.)
 
Üst Ana Sayfa Alt