Cüppeli Şarlo Ekrandan Yine Bozuk Geleneksel Hurafelerini Kustu!

1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
vehhabi görüşlerini hanefiye mâl etmeyin. hanefilere göre diyerek tüm hanefilere iftira etmeyin


Hanefi'ye göre ölüler işitmezler (Birgivi, Kadızadeler, Halebi, Kefevi, Alusi..)
cevap
Mümin ve kâfir her ölü işitir




Sual: Buhari ve diğer hadis kitaplarında ölülerin işittiğini Resulullah bildiriyor, ama ona da inanmam, çünkü Kur’an ölü işitmez diyor. İşte âyet:
(Sen ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da daveti duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin; ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin.) [Neml 80, 81 Rum 52, 53]
CEVAP
Kur’anı da Resulullah bildirdi. Hadise inanmayan Kur’ana inanır mı? Diğer müfessirler gibi İmam-ı Kadı Beydavi, o âyetin tefsirinde diyor ki: Burada diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölüleri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın) deniyor. (Ölülere, sağırlara işittiremezsin) ifadesinden sonra, (Sen ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) deniyor. Kâfirlerin işitmeyeceği, [hakkı kabul etmeyeceği], ancak iman edeceklerin işitecekleri, [kabul edecekleri] bildiriliyor. Eğer kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yersiz ve yanlış olurdu. Hem de kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı çıkardı. Halbuki en kıymetli hadis kitabı olan Buhari’deki hadis-i şerifte, (Kâfir ölü de işitir) buyuruluyor.


(Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak], gölge ile sıcak [Cennetle Cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22 Celaleyn]
Bu âyette, kâfire kör, mümine gören deniyor. Resulullah kabirdeki ölüye ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu cahillik olur. Öte yandan, Allah’ın bunu bildirmesi de hâşâ lüzumsuz olurdu. Dini tebliğin muhatabı ölüler değil ki. Ölülere dini tebliğe çalışan bir kimse, nasıl Peygamber olur? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın) deniyor. Demek ki kabirdekilerden maksat, ölü değil ki uyarılma ihtiyacı duyulsun.


Allahü teâlâ niye (Sen ölülere işittiremezsin) buyuruyor?
Bu soruya bugüne kadar (ölü işitmez) diyenlerden hiç biri cevap verememiştir.


Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem’den beri, ölüleri de iman etmek için dini tebliğe muhatap mı kıldı? Tarihte, ölüleri de imana davet eden bir Peygamber var mı? Vazifesi dirilere dini tebliğ olan Resul, hâşâ, ölüleri imana mı davet etti? Ölünün mükellef olmadığını ve ölüye tebliğ yapılamayacağını bilemeyen bir Peygamberin hangi sözüne inanılır? Kur’anı da o bildirdi, Kur’ana da itimat edilmez. Ateist, “Peygamber, (Kur’anı biz indirdik, onu biz koruruz) diye bir âyet uydurmuşsa nereden bileceksiniz” diyor. Resulullah böyle töhmet altında kalırsa, İslamiyet’e itimat kalmaz. Zaten sizin gibi din düşmanlarının gayesi de budur. Resulullah ölüler işitir buyuruyor. Ölü işitmez diye bir sözü var mıdır?


Hepsi Cennetlik ve müctehid olan eshab-ı kiram, bütün mezhep imamları ve müctehidler ölü işitir diyor. Hiç biri işitmez demiş mi?


Bütün müfessirlerle bütün muhaddisler ölü işitir diyor. İmam-ı Beydavi, imam-ı Kurtubi, imam-ı Razi, imam-ı Süyuti ölü işitmez demiş mi? Ölü işitmez diyen tek müfessir ve tek muhaddis var mı?


Tasavvuf ehlinin hepsi de ölüler işitir diyor. Mesela imam-ı Gazali, Seyyid Abdülkadir-i Geylani, imam-ı Rabbani gibi büyük zatların hiç biri ölü işitmez demiş mi? Bu âlimlerin hepsi Kur’anı anlamamış da yalnız siz mi anladınız?


Ruh ölmez, her ölü işitir
Sadece şehidler ve peygamberler değil, diğer ölüler de işitir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ölü, kendisini ziyaret edeni tanır ve selamını alır.) [İbni Ebiddünya]


(Ölü, tanımadığı ziyaretçinin de, selamını alır.) [Beyheki]


(Mümin biri ölüp de, defnedilince, biriniz kabrin başında [telkin için] "Ey filan kadının oğlu filan" desin! Çünkü ölü, "Bizi irşad et de Allahü teâlâ da sana rahmet etsin!" der. Fakat siz bunu duyamazsınız.) [Deylemi, İ. Asakir]


(Münker - Nekir melekleri, sual cevaptan sonra mümin ölüye, Cehennemdeki yerine bak, Allahü teâlâ değiştirip, sana Cennetteki yeri ihsan eyledi derler. Ölü bakıp ikisini de görür.) [Buhari]


Resulullah efendimiz, Bedir’de bir çukura gömülü müşrik ölülere, (Rabbinizin size vâdettiğine kavuştunuz mu?) buyurunca, Hazret-i Ömer, (Ya Resulallah, cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. Cevaben buyurdu ki: (Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz, ama cevap veremezler.) [Buhari, Müslim] [Hazret-i Ömer’in ölünün işittiğini bildiği halde böyle sorması, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindir.]


İbni Teymiye bile diyor ki:
(Bedir’de çukurdaki ölmüş kâfirlerin işitmelerini bildiren hadis-i şerif meşhurdur. Zaruri inanılması lazım gelen bilgilerden oldu. Bütün ölüler, şehidler gibi diri olup rızıklandırılır.) [Kitab-ül-intisar-fil-imam-ı Ahmed]


İbni Teymiye’nin talebesi İbni Kayyımı Cevziyye de Kitab-ür-ruh kitabında, (Ölü, ziyaret edeni bilir, sesini işitir. Selamını alır, onunla ferahlanır. Bu hâl, yalnız şehidlere mahsus değildir. Herkes için böyledir) diyor. (El-Besair 22)


Ölü gibi ne demek?
Sual: Ölülere işittiremezsin mealindeki âyetin mecaz olduğunu, inatçı kâfirleri hidayete erdiremezsin anlamına geldiğini bildirdiniz. Ölü işitmediği için kâfirlere ölü denmiyor mu?
CEVAP
Yukarıda bildirilen hadis-i şerifte, (Siz beni ölülerden daha iyi işitmezsiniz, fakat onlar cevap veremez) buyuruluyor. Şu halde, ölüye işittiremezsin demek, işitip ancak cevap veremeyen ölüler gibi, hakkı kabul etmeyen kâfirleri imana kavuşturamazsın demektir. Ölünün, münker nekir isimli meleklerin, kabirde sorduğu suallere cevap vermesi ancak Allahü teâlânın izni ile olmaktadır. Kur’an-ı kerimde bildirildiği gibi, Hazret-i İsa’nın ölüleri diriltmesi ve ölülerin konuşması ancak Allahü teâlânın izni ile olmaktadır. Peygamber ve evliya ruhlarının da böyle iş yapması, mucize ve keramet olup, yine Allahü teâlânın izni iledir.


İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
Her ölünün ruhu, cesedine, bilmediğimiz bir halde bağlıdır. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Ölü kabirde çürüse de, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. (El-mütekaddim)


Niye şehidler işitir?
Sual: Bütün ölüler işitiyorsa Allah, niye şehidlere ölü demeyin diye bildirmiştir? Peygamberler için niye ölü demeyin dememiştir?
CEVAP
Âyette şehidler buyurulması, şehidlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihaddan korkulmasını önlemek içindir. Cihada gitmeye ve şehid olmaya mani olan şüpheyi gidermek, Allah yolunda ölmenin yüksek faziletini bildirmek içindir. (Tefsir-i mazhari)


İsra suresinin (Fakirlik korkusu ile evlatlarınızı öldürmeyin) mealindeki 31. âyeti de, bunun gibidir. Fakirlik korkusu olmadan da öldürmek caiz olmadığı halde, fakirlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için, âyet, olaylara göre gönderilmiştir. Yani sadece şehidler ölü olmadığı halde, şehidler için ölü değil buyurulması gibi, fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin demek de böyledir. Çocuklarımızı, fakirlik korkusundan başka sebeplerle de öldürmek caiz olmaz.


Yine İsra suresinin (Sakın ana babana öf deme) mealindeki 23. âyeti de böyledir. Bir kimse, ana-babasına öf demese, fakat sopa ile dövse, sonra da (Ben öf demediğim için, Kur'anın emrine uydum) dese, Kur'ana uymuş mu oluyor? Âyetin manası, (Ana babanızı üzmeyin hatta onlara öf bile demeyin) demektir. (Beydavi)


Ana babana öf deme denilerek, nasıl daha büyük eziyetleri yapmamak gerekiyorsa, şehidlere ölü demeyin demekle, onlardan daha üstün olan Peygamberlere ölü denmeyeceği aşikârdır.


Her ölü işitir
Sual: Kur’anda, şehitler ölü değil diridir deniyor. Şehitten daha kıymetli olan peygamberler ölü müdür? Ruh ölmediğine göre, kâfir müslüman bütün ruhlar diri değil midir?
CEVAP
Elbette bütün ruhlar diridir. Şehitler diridir denince, diğer ruhların ölü olduğu anlaşılmaz. Aşere-i mübeşşere cennetlik denilince ötekilerin cehennemlik olduğu anlaşılmaz. Eshab-ı kiramın hepsinin cennetlik olduğu bildirilince, Veysel Karani gibi sahabi olmayan müslümanların cehennemlik olduğu anlaşılmaz. O âyetin iniş sebebi nedir? Bu bilinince mesele anlaşılır. Tibyan’da bildiriliyor ki:
Bedir’de falanca filanca öldü gitti denildiği zaman, Allahü teâlâ, şehitler için ölü denmesini yasaklayıp buyurdu ki:
(Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Bilakis onlar diridir; ama siz bunun şuurunda değilsiniz.) [Bekara 154]


Şehitlerin ölmeyeceği, cennette oldukları, savaşanların şehit olmaktan korkmamaları, âyet-i kerimenin iniş sebeplerindendir. Burada şehitlerin faziletleri bildiriliyor. Âyet-i kerimede Allah yolunda öldürülenler deniyor. Peygamber Allah yolunda değil midir? Elbette şehitlerden çok üstündür. İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:
Peygamberler, mezarlarında diridir; fakat onların hayatları, bizim hayatımız gibi değildir. Yiyip içmeleri, ibadet etmeleri gerekmez. Meleklerin hayatına benzer. Lezzet almak için ibadet ederler; çünkü kabir hayatında cenab-ı Hakkı müşahedeleri, dünyadakinden daha mükemmeldir. (Fetava-i fıkhiyye s.125)


Peygamberlerin kabir hayatları, dünya hayatı gibi değildir. Onlar, ahirete gitmişlerdir. Onlar işitmeyen ölü demek değildir. Kabirlerinde namaz kılarlar. Bir hadis-i şerif meali:
(Peygamberler kabirlerinde diridir, namaz kılarlar.) [Ebu Ya’la, Beyheki]


Âyet-i kerimeleri en iyi açıklayan resulullah efendimiz, Bedir’de bir çukura gömülü müşrik ölülere, (Rabbinizin size vaat ettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurunca, Hazret-i Ömer, vesika haline gelsin diye, (Ya Resulallah, leşlere mi söylüyorsun, onlar işitir mi?) dedi. Resulullah cevaben buyurdu ki:
(Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz, ama onlar cevap veremezler.) [Buhari, Müslim]


Ölü işitmez mi?
Sual: Muteber bir kitapta, Resulullah'ın kâfir ölülerine hitap ettiği, Hazret-i Ömer'in de (Leşler işitir mi?) diye sorduğu, Resulullah'ın da, (O ölüler, sizden daha iyi işitir) buyurduğu Buharî’den naklediliyor. Sonra da, (Burada ölülerin işitmesi, Resulullah'ın bir mucizesidir) deniyor. Bu, yanlış değil mi?
CEVAP
Muteber kitaptaki bilgilere yanlış dememeli, onu farklı bir ictihad olarak kabul etmeli. Mezhepler arasında çok farklı ictihadlar oluyor, hiçbirine yanlış denmez. Mucize olarak ölüler konuşabilir. O ayrı bir husustur. Herkes kendi mezhebinin bildirdiğine uyar. İşiten beden ve kulak değil, ruhtur. Beden çürür, fakat ruh ölmez.


Kabirdeki diri
Sual: Kendini yıldız sanan, fakat çirkefe yaldız olan Selefî bir hatip, konuşmalarında (Vefat eden kim olursa olsun, isterse peygamber olsun, ölü olduğu için işitmez) derken geçen günkü bir konuşmasında, Vehhabi bir sapık için, (Kabirdeki diri) diye uzun bir konferans verdi. Bunlar evliya zatlara ölü derken, kendilerinden olan sapıklara nasıl diri diyebiliyorlar? Bir de Eshab-ı kiramdan (Ömer böyle dedi, Ali böyle dedi) diye bahsederken, Vehhabi sapıklar için, (Rahmetüllahi aleyh) diyor. Bunlar kime hizmet ediyor?
CEVAP
Vehhabiliği kimler kurmuşsa onlara hizmet ediyorlar. Bunların özelliği o, kendi adamları ölse de diri, kendilerinden olmadığı için evliya zatlar yaşasa da ölüdür. Taklidi haram sayarlar. Bir mezhebe uymazlar. Dört mezhebin imamından nakil yapmazlar, ama İbni Teymiyye, İbni Baz, İbni Useymîn gibi kimselerin sözlerini dinde senet kabul ederler, onları taklit ederler. Bunlara göre taklidin haram olması dört hak mezhepten birine uyanlar içindir, yoksa Vehhabilere uyanlar için değildir. (Evliya zatlar kabrinde ölüdür, fakat Vehhabiler diridir) diyerek hep böyle tenakuz içine girerler.









Sizlerden biri öldüğü zaman ona sabah akşam (her daim) kalacağı yer gösterilir; cennetlik ise cennetteki yeri, cehennemlik ise cehennemdeki yeri gösterilir.


Ölünün işitmesi


“Nefsimi kudret elinde bulunduran yüce Allah’a yemin olsun ki, onlar bu sözleri sizlerden daha iyi işitmektedirler, fakat konuşmaya takatleri yoktur.”


İşte bu hadis ölen kimsenin şakî dahi olsa ruhunun varlığını devam ettirdiğine ve idrakinin olduğuna bir delildir. Ölen kişi ya said (cennetlik), ya da
şakîdir (cehennemlik). Bu hususta Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:


“Kabir, ya cehennem çukurlarından bir çukur ya da cennet bahçelerinden bir bahçedir.”


Bu hadis de, ölümün sadece bir hal değişimi olduğuna, kişinin şakî veya saîd olduğunun ölümünün hemen ardından belli olduğuna, ertelenenin ise sevap ya
da azap çeşitlerinin olduğuna bir delildir.


Ölünün varacağı yeri görmesi


Enes b. Mâlik’in rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:


“Ölüm insan için bir kıyamettir. Kim ölmüşse onun kıyameti kopmuş demektir.”


Bir diğer hadislerinde, “Sizlerden biri öldüğü zaman ona sabah akşam (her daim) kalacağı yer gösterilir; cennetlik ise cennetteki yeri, cehennemlik ise
cehennemdeki yeri gösterilir ve ona, ‘işte burası kıyamet koptuğu zaman senin götürüleceğin ve kalacağın mekânındır’ denilir.”


Ölünün kabirdeyken ileride varacağı yeri görmesi, basiret sahipleri için hiç de kapalı olmayan bir durumdur.


Amr b. Âs’ın âzatlı kölesi Ebû Kays anlatıyor: Alkame (r.a) ile beraber bir cenazedeydik, bana döndü ve, “Şu ölen adam var ya, işte onun kıyameti kopmuştur”
dedi.


Hz. Ali (r.a) der ki: “Kişinin, cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olduğunu öğrenmeden dünyadan ayrılması haramdır.”


Ebû Hüreyre (r.a) Resûlullah’tan (s.a.v) şu hadisi rivayet eder:


“Hasta olarak ölen şehid olur ve kabrin tehlikelerinden korunur. Sabah akşam ona cennet rızkı gönderilir.”


Ahiret Hayatı


Hanefîler: Hanefî imâmlarının bazılarından ölünün işitmeyece*ğine dair gelen bazı ifâdeler, meseleyi kavrayama*yan bir takım insanların anladıkları gibi değil*dir. Bu görüş, söyle*nen sözü kabirdeki ölünün işittiğine dair yapılan yemini*nin geçerli olmayacağı münasebetiyle söylenmiştir. Mesela buna dair nikah üzerine yemin edilse kadın boş olur. Mesele*nin aslı şöyledir. Fıkıhta yeminler örf esasına dayalı*dır. Örfte ise “işitmek” gereğinin yapılabile*ceği ve karşılığı verilebilecek işitmelere denir. Halbuki kabirdeki işiten ölüler cevap veremez ve işittikleri*nin gereğini muhatapla*rına yapamazlar. Yoksa bu sözden “onlar hiç bir şekilde işitemezler” manası çıkmaz. Nitekim bu hususu Hanefî müctehidleri ve imâmlarından Mu*hakkık Kemaleddin İbn Hümam, Fethu’l Kadîr isimli ese*rinde bunu açıkla*mıştır.[1]
Hanefî âlimlerinden Abdulhak ed’Dihlevî (ö. 1176/1762) ve Kadı Muhammed Senâullah el-Mazherî’nin de, ölüle*rin işittiği görüşünde oldukları bildirilmektedir. [2]
Şâfî’ler: İmâm Subki (ö.771/1370) ölülerin işittiği husu*sunda mezheblerde icma olduğunu söylemiştir.[3]
Hanbelîler: Hanbelî âlimlerinden İbn Receb el-Han*belî ölülerin işitti*ğini söylemiştir.[4]
Mâlikîler: Mâlikîlerden İmâm Kurtubî (ö.671/1272) ölülerin işittiğini ve bu ko*nu*da mezheb âlimleri arasında icma’ olduğunu söylemiş*tir.[5]
İnsanın, ruhunu teslim ettikten sonra dünya ile iliş*kisi*nin tamamen kesilmediğini, aksine dirilerin yaptık*ları birtakım hareketlerden haberdâr olduğunu Hz. Peygam*ber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) haber vermektedir.
Enes b. Mâlik (Radıyallahu Anh) Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Kul kabrine konulduktan sonra dostları başucun*dan ayrılırken onların ayak seslerini duyar” [6]
Ebû Hureyre’den de (Radıyallahu Anh) nakledilen bu ha*disin isnadının sahih olduğu hususunda ittifak vardır.


Ebû Hureyre’den de (Radıyallahu Anh) nakledilen bu ha*disin isnadının sahih olduğu hususunda ittifak vardır.






Ölünün işitmediğini savunanlar bu hadisler için “ölüle*rin kısa bir an duyduğunu” iddia etmişlerdir. Fakat Peygamberimizden “kısa bir an duyarlar” diye
bir haber de yokken neye dayanarak böyle bir hüküm veriyorlar?!
ان الميت ليعذب ببكاء الحى
“Dirilerin ağlamasından dolayı ölü azap çeker.”
[8]
Buhârî (ö.256/870) ve Müslim (ö.261/875) bildirdikleri bir hadis-i şerifte Peygam*berimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Meyyit yakınlarının
kendisine bağırarak ağlamalarından azap duyar.”
Ölüler kendileri için ağlayanı nasıl işitip azap duyuyor*lar?
İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyim’in bu sözlerin*den sonra ölülerin işitmediğini savunanlar, düştükleri zor durumdan kurtulmak için “Onlar da bir insandı.
Hata etmiş*lerdir. Bizim için önemli olan Âyetin zâhirî manasıdır derlerse? Biz de deriz ki: “Böyle söylemiş olmanız sa*vundu*ğunuz görüşlerin kaynağı
olan İbn Teymiyye ve İbn Kayyım’ın anlaşılması bu kadar basit olan Âyetin zâhir manasını anlayamayıp hata ettiklerini kabul etmiş olursu*nuz. Böylece âlimlerinizin
daha karışık ve zor meselelerde de hata edebileceği manasına gelir”. Siz de onların takip*çisi olduğunuzdan dolayı birçok konuda hata edebileceği*nizi
itiraf etmiş olursunuz.
Hz. Âişe’den (Radıyallahu Anhâ) rivâyet edilen bir ha*diste Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuru*yor:
“Bir adam kardeşinin kabrini ziyaret edip yanına otur*duğunda o kendisini tanıyarak sevinir, verdiği selâma karşılık verir, bu hal kalkıncaya kadar devam
eder.
[9]
İbnu Abdil Berr (ö.463/1071) Et-Temhid ve El-İstızkar (isimli iki kita*bında) İbn-ü Abbas’ın (Radıyallahu Anh) şöyle dediğini ri*vâyet etmiştir:
“Kim, dünyada tanıdığı bir kardeşinin kabrine uğrar da ve ona selâm verirse mutlaka onu tanır. Ve ona Aleykümus-Selam der.”
Abdül Hakk İşbîlî (ö.852/1185), bu rivâyetin isnadının sahih oldu*ğunu söyledi.
[10]
Hafız İbnu Recep el-Hanbelî (ö.795/1393) “Bu rivâyetin isnadının sahihliği demek râvîlerinin tamamının güvenilir olduğu demektir, öyledir de. Ancak hadis
garib hatta münkerdir” dedi.
[11]
İbnu Re*cebe göre İmâm Beyhakî ve Hâkim’in rivâyet ettiği ve sahihtir dediği sınırlandırma getir*meyen rivâyet daha sahih*tir. (Yani “tanıdığı” ilavesi
bulunmayan hadis.)
İbn Kayyim el Cevziyye (Ruh kitabının 137.) sayfa*sında: Kabir azabı ve nimetiyle ilgili geçen hadisler ve ka*bir ehline selâm vermek, onlarla konuşmak
ve ölülerin ziyaretçilerini bilmesi ile ilgili geçen bütün hadisler İbnul Abdül Berr’in mütevatir kabul ettiği hadislerdir, demiştir. şimdi sizden yukarıdaki
bilgilere tek tek cevap verin cevap verirken lütfen yorum yapmayın saygılarla KAYNAK SELEFİLER VE TASAVVUFÇULARIN GÖRÜŞLERİ


[1]
Kemaleddin İbn Humam, Fethul Kadir’den naklen. Hamdullah Et’Dacvi El Basair, s:25, İhlas Yayınları Vakfı, 1999


[2]
Tefsir-i Mazherî, cilt: 2, sayfa: 489’da.


[3]
Şifâu’s-Sikâm, 162-172, İhlas Yayınları Vakfı, 1995.


[4]
Ehvâlü’l-Kubûr, s. 132, Daru’l-Kitabi’l Arabî, 2001.


[5]
Et-Tevkire, s.144-145, Dar’ül-Fikir Yayınevi.


[6]
Müslim, “el-Cenne ve sıfatu naîmihâ”, 70; Buhârî, Cenâiz, 67; Ebû Dâvud, es-Sünne, 27.


[7]
Begavî, Şerhu’s-sünne, c: 3, s. 279, (h.no.1515)


[8]
Müslim, Cenâiz, 18,19; Buhârî, Cenâiz, 33; Ebû Dâvud, Cenâiz, 29; Tirmizî, Cenâiz, 24.


[9]
Zebidî, İthafu’s-Saâde. XIV/275


[10]
Tezkiretül Kurtubi: 145


[11]
İ. Receb, ehval-ul Kubur


İbn Teymiyye, Ölülerin kabirlerde konuştuğunu ve ken*disine yapılan konuşmaları işittiklerini, söylüyor.
[1]
Ölü işitmez diyenler, âyetin zâhirî manasına göre “Sen ölülere işittire*mezsin.” (Rum Suresi 52.) âyetini delil getirirlerse bir son*raki âyet'te Allâh
(Celle Celalühü)(Rum Suresi 53) “Sen an*cak imân edenlere işittire*bilir*sin”, demektedir. Allâh (Celle Celalühü) o za*man âye*tin zâhir manasına göre
mü’minlerin işittiğini bil*dirdi. Bu*rada “İşitmenin”, “kabul etmek” demek olduğu bura*dan da anlaşılmaktadır.
“Artık şüphesiz ki sen, o (dinlediklerinden fay*da**lanmayan) ölüler (durumundaki kafirler)e (hak ve ha*ki*kati) işittiremezsin, o (kalp kulakları) sağır
(olan)la*ra da, (hele bir de) arka dönenler halinde kaçtık*ları zaman daveti(ni) duyuramazsın.!” Rum, 52
“(Kötü tercih yaptıkları için basiretlerini bağladığı*mız) o körleri, (yoldan) sapmalarından çevirip doğru yola ulaştırıcı biri de asla değilsin! Sen ancak
bi*zim âyetlerimize inanmakta olan kimselere (gerçek*leri) duyurabilirsin (işittirebilirsin). Çünkü (sadece) on*lar (sürekli hakka boyun eğen ihlaslı)
Müslümanlardır.” Rum, 53
“Sen ölülere işittiremezsin” demek, (Sen kâfirleri imâ*na kavuşturamazsın) demektir. Dirilerden maksat imân edenler kastedilmiştir. Bunun gibi nice kinâye,
me*caz ifâde eden birçok âyet vardır. Bazıları şöyledir:
Ölüler işitmez diyenlerin itibar ettikleri âlimlerden biri olan İbn Teymiyye’nin talebesi İbn Kayyım(ö.751/1350) şöyle demekte*dir: Çünkü bedenleri dağılsa
da söylenenleri duyacakları bildirilmiştir. Bu durumda ölülere hitaptan maksat, bedenlere bağlı söz konusu ruhlara hitap*tır. “Ka*birde olanlara sözlerini
duyuramazsın.” (Fatır 22) âyeti celilesinin siyakından kâfir bir kimsenin fayda*sına olacak bir biçimde hayatta olanın sözünü duya*maması anlaşılmakta*dır.
Nitekim kabirde bulunanlar da söyleneni işle*rine yarayacak biçimde duyamazlar. (Faydalı ve işe yarayacak bir şekilde duymazlar; yani öldüktan sonra se*vap
ve imân elde etme yönünden işe yaramaz, ama diğer konuşmaları duyarlar.)
Ancak Yüce Allah (Celle Celalühü) ölülerin hiçbir şey du*yamayacaklarını ifâde etmemiştir. Bu âyetin benzeri de şu*dur: “Sen ölülere duyuramazsın, Arkalarını
dön*müş kaçarken sağırlara da davetini işittiremezsi*niz.”(Neml 80) Ölülerle birlikte sağırlarında daveti duyma*ması her ikisininde davete ehil kimseler
olmadığına delil*dir. Bu iki kısım insan ölü ve sağır olunca, bunlara bir şey duyurmak anlatabilmek mümtenîdir, demektir. Bu görüş doğrudur ama ölümden
sonra bir ölçüde bedenle alaka*sını kesme*miş ruhlara kötü durumların alçaklıklarını duyur*manın imkansızlığını ifâde etmemektedir.


[1]
İbn Teymiyye Külliyâtı, c:4, s:240, 8 ciltlik, Tevhid Yayınları. (1998)
block quote end
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
[Hanefî Âlimlerinin Çoğuna ve İbnü Hümâm’a Göre “Ölü Bir Şey İşitmez” mi?]
-----------------------------------------------
Eğer dersen ki; İbnü Hümâm[46] ‘Feth’inin Cenazeler Kitabı’nda şöyle demektedir: “(Hanefî) âlimlerimizin çoğu, Kitabu’l-Eymân’ın ‘vurmakla yemin etmek’ bâbında, açıkça, ‘bir kişiyle konuşmayacağına’ dâir yemin eden kimse, onunla öldüğünde konuşsa, yemini bozulmaz; çünki bu yemin, adamın anlaması hâlindeki konuşmasıyla gerçekleşir; ölü ise böyle değildir’ dediklerine göre, ölü bir şey işitmez.” Buna rağmen senin bu anlattıkların nasıl doğru olabilir?
Derim ki; Şâri’ sallallâhu aleyhi ve sellem’in lafzından "ölü onların (kabrin başındaki dirilerin) ayakkabı seslerini işitir"[47] ve "siz onlardan daha çok işitiyor değilsiniz" sözü, bir de onlara selam vererek konuşması ile ölünün işitmesinin sübûtu kesinleştikten sonra, hakkın eteğine takılan insaflı bir Âlim için, ancak Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in söylediğine dönmek O’nun dediğiyle hükmetmek, ona dayanmak ve O’na muhalefeti terk etmek yakışır. İsterse bunu söyleyen (İbnü Hümâm gibi) çok büyük kimse olsun.
Şu şiiri söyleyenin Allah hayrını bol versin:
İlim, Allah'ın ve Resûlü’nün dediğidir,
Eğer sahihse (bu hadîs); ve İcma'dır. Bun(lar)da cahil ol.[48]
Sakındır, bilmemek yüzünden muhalefet edeni
Sokanı Resûl ile Fakîh'in görüşü arasına.
Cemâlüddîn el-Hâdî İbnü İbrahim de şöyle dedi;
Nebi Muhammed’in üzerinde olduğuna sarıl
Bırak dilediğini diyenin dediğinden
Odur, razı olunan yol ve öyle mezheb ki,
Onun üzerinden geçtiler ilk asırların hayırlı insanları.
Peygamber ve Sahabesinin yakın olduğuna yakın ol,
Dinden yana. Diğerlerini uzakta bırak.
Onlar parlak benekler ve ötelerin efendileridirler.
Onlar dünyânın susuzları, tepelerin nûrudur.
Sen onların dürüstlüklerinin yollarından gitmezsen
Onların sözlerinden vesilelere yapışmazsan
Büyük bir payı kaçırırsın ve olmazsın,
Doğru yoldan hakka ulaşan.
Onların yoluna sarıl; düşmekten kurtulursun
Ve onlarla mertebelerin en yükseğine çıkarsın.
-----------------------------------------------
[İbnü'l-Hümâm'ın Sözünün Îzâhı Nasıldır?]
-----------------------------------------------
(Ayrıca), İbnü'l-Hümâm'ın bahsettiği yemin meselesine şöyle (de) cevab verilir:
Yeminler Örf üzerine kurulmuştur. Ondan (yeminin bozulmadığından), ölünün işitmediği lâzım gelmez. Nitekim (âlimlerimiz), ‘biri et yemeyeceğine yemin etse, sonra da balık yese, -Allah celle celâlühû onu taze et[49] diye isimlendirmesine rağmen- yemini bozulmaz..’ demişlerdir.
İbnü'l-Hümâm Fethu'l-Kadîr de[50] Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem'i ziyaret faslında fıkıhçıların şöyle dediğini anlattı:
Kabir ziyaretinde evlâ olan baş tarafından değil de ayak ucu tarafından gelmektir. Çünki ölünün gözü yandan ileriye baktığından birincisinde ölü için eziyet vardır. (İbnü’l- Hümâm’ın Sözü Bitti)
İbnü'l-Hümâm rahimehullah burada, ölünün ‘görmek hissi’nin var olduğunu söylemiştir. Halbuki ‘görmek,’ ‘işitmek’ hissi’nden daha zayıftır; çünki ‘görmek’ için ışığa ihtiyaç varken ‘işitmek’ için yoktur. O, ölünün görmesi ile ziyaret eden arasında toprak tabakalarının engel olmayacağını da ifade etmiştir. (Bu sabit olunca), işitmek hissinin, alıştığı şeyden/duymaktan imkânsızlık içinde olmaması daha evlâdır.
Sonra, şâyet, geri adım atsak bile işitmenin olmadığını söylemek bilmemeyi îcâb ettirmez. Çünki işitmek bedendeki uzuv/organ ile olur; halbuki beden çürümüş olur; ama ilim (bilmek) ruh ile olur. O ise kalıcıdır ve onun bilmesi bedenî bir uzuv ile değildir. Onun ilmi, gözden ışık çıkışı ile kulağa sesin ulaşmasıyla değil, aksine görülen ve işitilen şeylerle olur. Nitekim bazı Müslümanlar Allah celle celâlühû'nün işitmesi ve görmesini görülen ve işitileni bilmesiyle te'vîl etmişlerdir.
Salihlerden olan şu ölüler, beşeri sıfatlardan soyulduktan, düşük dünya ile olan alakaları kesildikten ve kendilerine ebedi saadeti gerektiren Allah celle celâlühû'ya kavuşmakla rahatladıktan sonra, üzerlerine hazret-i Kayyûmiyyet nurları dökülür ve nihâyet (bu nûrlar) onlara her gizliyi apaçık yapar, topraktan perdeleri ve uzun mesafeyi onlardan kaldırır. Bu bazı diri kimseler için dünyâ hayâtında (da) gerçekleşmiştir. Nitekim, Ömer'in hayatındaki[51] "Ya Sâriye dağa (doğru yanaş)” sözü buna işâret etmektedir. Ya (dünyevî perde ve bağlardan) soyunup rahata eren ve Allah celle celâlühû'ya kavuşup şakîliğin îcâblarından kurtulan kimse için ne demeli?!...
Şöyle diyenin Allah hayrını bol versin:
Leyla ortaya çıktığı zaman tamamım (her yerim) gözler olur.
O bana seslendiği zaman da her yerim kulaklar olur.
İktibas : Tevessül ve İstigase
Dipnotlar :

[46] Hayatı daha önce geçti.

[47] “Feth’ul-Kadîr ale’l-Hidâye” Kitâbu’l-Cenâiz (2/106)

[48] Bunlara uymayan bilgileri ve bilgiçlikleri bırak; “bilmiyoru” de ve bunlara teslîm ol.

[49] Nahl:14

[50] “Feth’ul-Kadîr” Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i ziyaret faslı (2/169)

[51] Veyâ “es-Sîretü’l-Ömeriyye”de. Ebu Nuaym, “Ed-Delâil”, (Muhibbu’t-) Taberî, “Riyâzu’n-Nadra” (2/326) Suyutî “Tarîh’ul-Hulefâ” (117)

Ed-Diyarbekrî “Tarîh’ul-Hamîs” (2/243) tamamı Amr İbnü Bekr’den rivayet etti.
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
verecek cevabınız olmadığı için mi anca gülersiniz.darülharp olduğunu kanıtlasanıza

- - - Updated - - -

imamı azamdan daha iyi biliyordunuz ya doğru
 
E Çevrimdışı

Ebu & Dücane

Misafir
Tarikat Sapıklıkları İsmailağa Cemaati ve Cübbeli Ahmet'in Küfr ve Şirk Sözleri
İslam'ı kimlerden öğrendiğimize bakalım!

 
K Çevrimdışı

Kuşçu

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
verecek cevabınız olmadığı için mi anca gülersiniz.darülharp olduğunu kanıtlasanıza

- - - Updated - - -

imamı azamdan daha iyi biliyordunuz ya doğru

Olmayan bir şey nasıl ıspat edilir ki, sen buranın darül islam olduğunu iddia ediyorsun. Asıl sen delilini getir.

Halifen nerede, halifesiz idarülislam mı olurmuş?
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
cübbeliyi karalamaya çalışıyorsunuz ama bu yaptığınızla tarikat ehli tüm müminleri velileri evliyaları da işin içine katıyor olmayasınız bu ne cürrettir şaşılacak birşey doğrusu.anlamayınca yada sevmediğini karalamak isteyince insan Allah dostlarını falan düşünmüyor sapıklık etiketini basıyor
her iftira ve yanlış görüşünüze verilen cevabın ardından doğru olduğunu kabul etmek yerine yeni bir şey ortaya atarak devam etmenizden sizin amacınız zaten anlaşılmaktadır
Bu Yunus Emre'nin sözüdür.


Ete kemiğe büründüm ,Yunus deyu göründüm...






Lafı anlatmak çok zor, başında anlayabilmek çok daha zor.


Doğr uanlayanlar, doğru anlayacaklara anlatsın.


Değilse laf, karşıdakinin anlayabildiği kadarıyla kalıyor.




NEDİR İŞİN ASLI?


bu sözü Mahmud Efendi Hazretlerimiz hiçbir zaman kullanmamış olup, bir zuhuratta söylenmiştir. Bu sözü, zuhuratı gören kişi nakletmiştir. Zuhurat, Allah’ı zikreden bir insanın elinde olmadığı halde uyuduğu esnada gördüğü veya işittiği şeydir.


Genel kaide şudur ki, zuhurat, gören kişiyi ve görülen kişiyi bağlar. Yani görülen zuhurattan ne itikadi ve ne de fıkhi bir hüküm çıkmaz, çıkarılamaz. Hata üçüncü şahısları bile ilgilendirmez.


Mesela geçmişte bazı veliler, gördüğü zuhurat üzerine Mehdi Aleyhisselam’ın geleceği zaman için tarih vermişler ancak verilen tarih gelip geçmiş, Mehdi Aleyhisselamın da çıkmadığı görülmüştür.


Dolayısıyla zuhuratta görülen bir şey, duyulan bir ses ancak o kişiyi ve belki sevenlerini ilgilendirir. Bundan itikat ve fıkıh yönünden bir hüküm çıkmaz.


Allah dostları hakkında zuhur eden sözler ise ancak onların değerini bildirmesi, makamının yüceliğini anlatması bakımından önemli olabilir. İtikadi ve ameli bir hüküm çıkmamakla birlikte tevile de açıktır.






bu söz şu şekilde anlaşılabilir
efendi hazretlerimiz mevlamızın bir kulunu görmek istediği şekilde bir hayat tarzı sürüyor
diğer taraftan hadislerde geçtiği üzere bir kulum farzları eda eder nafilelerle bana öyle yaklaşabilirki ben onun gören gözü tuta eli olurum gibi



Vahhabilerin vs anlayamadigi ince meseleler.
Firavun ben Allahim dedi
Hallaj ben Allahim dedi


Birisi helak oldu oburu bilinmez derecelere yukseldi.
Sizler anlarsiniz…niye.


Ehi sunnet vel Cemaat vehabi ve saz arkadaslrindan dunyada daha fazladir.
Fakat dinimizi eksiklerimizle beraber daha iyi anlayip uyguladigimiz icin,bunlar gibi sag sola saldirmiyoruz.Yoksa Ehli sunnet vel cemaat ayaklansa bunlar bir gunluk isdir tokatlamakda.
Onlar her yere adam gonderip baski yapiyorlar tabiki “oil/Yag” paralari ile.Ehli Sunnet vel cemaatinin boyle Patronu yok maalesef simdilik.


Vahabi kafalar böyle sözleri yanlis yorumlar. Ama tasavvufi acidan böyle sözler tevile muhtac. Misal, bu sözü duyunca benim aklima su hadisi kudsi geldi: “Kulumun, farz kıl*dığım şeylerle bana yaklaşmasından iyisi yoktur. Kulum bana nafilelerle de yaklaşmaya devam eder. Öyle olur ki artık onu severim. Onu sevdim mi işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum. Benden isterse kesinkes veririm. Bana bir sığınsın, onu muhakkak korurum.”
Bu sözler mecazi dir, hasa rabbim kimseyle birlesmez, hulul etmez, hicbir seye ve hicbir yaratigna benzemez o bunlardan münezzeh ve cok yücedir.
Bu Konuda Benim kendi yorumum :
Seyh mürsidi kamil ise ve Allahta (c.c.) fani olmus ise seyhin rizasinin arkasinda herzaman Hakkin rizasi vardir.





biri çıkmış şu tarihte mehdi gelecek diyor, şu tarihte şurada deprem olacak diyor, ki hiç biri olmuyor


diğeri kaderi inkar ediyor,


öbürü çıkmış hadisler uydurma namaz diye birşey yok diyor,


ve bunun gibi onlarca şey…


tüm bunlar şirke düşmüyorda bu söze mi takılmışlar.


ne diyelim, Rabbim hidayet versin..





Sozun yuzeysel anlamina bakinca kafasi karisip yanlis yorumlayanlar olabilir, biraz kalbi terbiye edip sozun ardindaki mana’ya odaklanip anlamaya calismak gerek.
“enel hakk” sözü. o da yanlış anlaşılmıştı. bizim bilmediğimiz güzellikler vardır belki anlamında.
***
cübbeli Allaha trafo mu diyor hayır.iftiralara yanlış yorumlamlara karşı biz yine "ilmi" cevapları sürdürüyoruz tek taraflı.oysa sizin yalnış görüşlerinize karşı ortaya koyabileceğiniz bir ilmi deliliniz varmı.ayetleri hadisleri istediğin gibi yorumlamak istediğin konuyla irtibatlandırmaya çalışmak tevil etmek konuya uydurmak dışında.batıl yok olmaya mahkumdur
sen zaten alimlere mezhebe gerek yok diyorsan bunun batıllığını ispat için cevaba gerek varmı.yoksa siz peygamberede mi gerek duymuyorsunuz.alimi devreden çıkar veliyi mürşidi devreden çıkar böyle din olurmu diyor. olursa nasıl olur bir açıklasana. nasıl yaşayacaksın dini.
Sual: "Elimizde Kur'an var iken âlime ne lüzum var" demek doğru mudur?
CEVAP
Bunları söyleyenler, âlimin dinimizdeki yerini bilmeyenlerdir. Kur'an-ı kerimi herkes kolayca anlasa idi, Peygambere ihtiyaç kalmazdı. Hadis-i şerifler, Kur'an-ı kerimin açıklaması mahiyetindedir. Hakiki âlimler de, hadis-i şerifleri açıklamışlardır. Arapça bilen herkese âlim denmez. Hakiki âlim, Kur'an-ı kerimi, hadis-i şerifleri açıklayan yetkili yüksek insandır. Sünneti, bid'ati bilir. Hakkı bâtıldan ayırır. Selef-i salihin itikadındadır. Yani Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadındadır.


Çok ilmi olduğu halde, hakkı bâtıldan ayıramayan, hakiki âlim değildir. Yetmiş iki sapık fırkanın önderleri de derin âlim idi, hakkı bâtıldan ayıramadıkları, Ehl-i sünnetten ayrıldıkları için dalalete düşmüşlerdir. Mesela Vasıl bin Ata, Hasan Basri hazretlerinin talebesi iken, hocasına itiraz edip, Ehl-i sünnetten ayrılarak Mutezile fırkasını kurdu. İbni Teymiye’nin de ilmi çok idi. Selef-i salihinin yani Ehl-i sünnet âlimlerinin sözbirliğinden ayrıldı. Necdi fırkasının kurulmasına sebep oldu. Bugünkü mezhepsizlerin de önderi durumundadır.


Şu halde, âlim çok bilen değil, hakkı bâtıldan ayıran Ehl-i sünnet itikadındaki din mütehassısıdır. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde övülen âlimler böyle kimselerdir. Bunların sözleri senettir. Bunlar Peygamberlerin vârisleri, vekilleridir. İctihadlarında isabet etmeseler de yine sevap alırlar. Bunlara tâbi olanlar da kurtulur.


Âlimlerin üstünlüğü
Sual: Âlimlerin dinimizdeki yeri nedir?
CEVAP
Ehl-i sünnet âlimleri çok yüksek insanlardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âlimin âlim olmayana üstünlüğü, peygamberin ümmetine üstünlüğü gibidir.) [Hatib]
(Âlimin âbide üstünlüğü, dolunayın, yıldızlara olan parlaklığı gibidir.) [Ebu Nuaym]


(Âlim, âbidden yetmiş derece üstündür. Bid'at ortaya çıkınca âlim, halkı ikaz eder. Âbid bid'atten habersiz, ibadetle meşgul olur. Bu bakımdan da âlim, âbidden kıymetlidir.) [Deylemi]


(Âlim, Allahü teâlânın emin olduğu, güvendiği kimsedir.) [Deylemi]
(Âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır, âlimlerin mürekkebi, ağır gelir.) [İ.Neccar]


(Allahü teâlâ, âlimleri almak suretiyle ilmi ortadan kaldırır. Âlim kalmayınca da, cahiller bilmeden yanlış fetva verir, hem kendilerini, hem de başkalarını sapıtırlar.) [Buhari]


(Âlimler, yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleri, benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir.) [Ebu Nuaym]


(Âlim ölünce, denizdeki balıklar bile, kıyamete kadar ona istiğfar eder) [Deylemi]
(Kıyamette âbide Cennete gir, âlime ise halka şefaat için bekle denir.) [İ. Maverdi]


"Allah’ın ipi" ne demektir?
Sual: Allah’ın ipi ne demektir?
CEVAP
Ahmed bin Muhammed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki:
Kur'an-ı kerimdeki (Allah’ın ipi)nden maksat, cemaattır. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Sivad-ı A'zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Peygamber efendimizin ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Bu yoldan ayrılanlar, Cehenneme gider. Kurtuluş, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasındadır. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu zamanda bu dört hak mezhepten birine tâbi olmayan, bid'at sahibi olup Cehenneme gider.) [Tahtavi]


Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:
(Dindeki dört delil, müctehidler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü biz, âyetten ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, âyet ve hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyulur. Çünkü âyet ve hadis ictihad isteyebilir, yahut başka bir âyet veya hadisle değişmiştir, yahut tevil edilmesi gerekir. Bunları da ancak müctehid âlimler anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, âlimlerin kitaplarını okumamız gerekir.) [Berika s.94]


Kur'an-ı kerime nasıl uyulur?
Sual: İslam’a ve Kur’ana uymak için tefsir mi okumak gerekir?
CEVAP
İslam’a, Kur'ana uymak, tefsir okumakla değil, ancak hak olan bir mezhebe uymakla olur. Bir kimse, Kur'an-ı kerimden, tefsirden anladığına uyarsa, İslam’a uymuş olmaz. Kur'an-ı kerimde her hüküm var ise de, bunları doğru olarak Resulullah efendimiz açıklamıştır. Resulullaha uymak farzdır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(De ki, "Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olun!") [Al-i İmran 31]
(Ona tâbi olun ki, doğru yolu bulasınız.) [Araf 158]
(Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]


İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
(Cenab-ı Hak, Kur'an-ı kerimde, Muhammed aleyhisselama itaat etmenin, kendisine itaat etmek olduğunu bildiriyor. O halde, Onun Resulüne itaat edilmedikçe, Ona itaat edilmiş olmaz. Bunun pek kati ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, (Elbette muhakkak böyledir) buyurup, doğru düşünmeyenlerin, bu iki itaati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Yine buyurdu ki:
(Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyorlar. İman ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azabını, çok acı azapları hazırladık.) [Mektubat-ı Rabbani 1/152]


Hadis-i şeriflerin önemi
Peygamber efendimize uymanın önemi anlaşılınca, Kur'an-ı kerimin açıklaması olan hadis-i şeriflere de uymanın gereği anlaşılır. Sünnet, yani hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu ve nasıl kılınacağı, zekat nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinemezdi. Yani hiçbir kimse, bunları Kur'an-ı kerimden çıkaramazdı. Şu halde Kur'an-ı kerimi anlamak için, onun açıklaması olan hadis-i şeriflere ihtiyaç vardır. Hadis-i şerifleri de anlamak için âlimlere ihtiyaç vardır. Bu bakımdan Peygamber efendimiz, İslam’a, Kur'ana tâbi olmak isteyenin bir âlime, bir mezhebe bağlanmasını emrediyor. (Âlimlere tâbi olun!) buyuruyor. (Deylemi)


Allahü teâlâ da, âlimlere uymayı emrediyor, (Âlimlere sorun!) ve (Peygamberin emrettiğini yapın, yasakladığından sakının!) buyuruyor. (Nahl 43, Haşr 7)


Ahmed Tahtavi hazretleri, (Kur'an-ı kerimdeki, (Allah’ın ipine sarılın!) emri, (Fıkıh âlimlerinin, bildirdiklerine uyun!) demektir) buyurdu. (Dürr-ül Muhtar haşiyesi)


Kendi hastalığını ve kalbindeki hastalığın ilacını bilmeyen cahillerin hadis-i şeriflerden kendine uygun olanları seçip alması imkansız gibidir. İslam âlimleri, kalb, ruh mütehassısları olup, herkesin bünyesine uygun ruh ilaçlarını, hadis-i şeriflerden seçerek bildirmişlerdir. Peygamber efendimiz dünya eczanesine yüzbinlerce ilaç hazırlayan baş tabib olup, evliya ve âlimler de, bu hazır ilaçları, hastaların dertlerine göre dağıtan, yardımcı tabibler gibidir. Hastalığımızı bilmediğimiz, ilaçları tanımadığımız için, yüzbinlerce hadis-i şerif içinden, kendimize ilaç aramaya kalkarsak alerji hasıl olarak, cahilliğimizin cezasını çeker, fayda yerine zarar görürüz. Bunun için âlimlere uymamız gerekir. Âlimlere uymak, 4 mezhepten birine uymak demektir. Asırlardan beri bütün İslam âlimleri, dört mezhepten birine uymuşlar ve Müslümanların da uymalarının gerektiğini bildirmişlerdir. Bunlara uymakta icma hasıl olmuştur. İcmadan, cemaatten, topluluktan ayrılan helak olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İki kişi, bir kişiden, üç kişi, iki kişiden iyidir. O halde cemaatle birlikte olun! Allah’ın rızası, rahmeti, yardımı cemaattedir. Cemaatten ayrılan Cehenneme düşer.) [İbni Asakir]


(Cemaatten ayrılan, yüzüstü Cehenneme düşer.) [Taberani]
(Ümmetimin âlimleri, hiçbir zaman dalalette birleşmezler.) [İbni Mace]


Hadis-i şerifleri de, sahih veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahih olsa bile, günah olur. Böyle kimsenin hadis-i şerif okuması caiz olmaz. Hadis kitaplarından, hadis nakletmek için, hadis âlimlerinden icazet almış olmak gerekir. Hadis-i şeriflerin de sahih olup olmadığını bilmeden, sahih bir hadis-i şerifi bile söylemek günah olur. Hadis-i şerifte, (Bilmediği sözü hadis olarak söyleyen, Cehennemde azap görür) buyuruldu. Onun için âlim olmayan kimsenin hadis okuyup anladığı ile amel etmesi caiz olmaz.) [Berika]


Kur'an-ı kerimi ancak Resulullah efendimiz anlamış, hadis-i şeriflerle açıklamıştır. Bu hadis-i şerifleri de, ancak Eshab-ı kiram ve müctehid imamlar anlayabilmiş, Müslümanlar da bu âlimlerin anladıklarına tâbi olmuşlardır.


Şu halde, Kur'andan, hadisten ve bunların tercümelerinden din öğrenmek mümkün olmaz. Her Müslüman dinini Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından hazırlanan ilmihallerden öğrenmelidir!
Dört mezhepte birbirinden farklı hükümler vardır. Fakat hiçbiri, diğerini sapıklıkla, hata etmekle itham etmemiştir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Âlimlerin farklı ictihadları rahmettir.) [Beyheki]
(Âlim ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır.) [Buhari]


Hanefi ve Hanbeli’de gusülde ağzın içini yıkamak farz iken, Maliki ve Şafii’de farz değildir. Bunun için mezhebin birine doğru, ötekine yanlış denemez. Her müctehidin bir hadisten hüküm çıkarması farklıdır. Bir müctehidin sahih dediği bir hadise, başka bir müctehid mevdu diyebilir.
Hadis ilminde müctehid bir âlim, bir hadise mevdu derse, diğer müctehidler buna sahih diyebilir. Çünkü mevdu diyen müctehid, bir hadisin sahih olması için lüzum gördüğü şartları taşımayan bir hadis için "Mezhebimin usulünün kaidelerine göre mevdudur" der. Yani bu sözün hadis olduğu bence anlaşılamamıştır, der. Yoksa "Bu söz, Peygamber efendimizin sözü değildir" demek istemez. Aynı hadis için başka bir müctehid sahihtir diyebilir. Sahih olduğunu söyleyen müctehid ötekine, "Peygamber efendimizin bu sözüne nasıl mevdu dersin?" demediği gibi öteki de, "Bu uydurma söze sen nasıl hadis diyebilirsin?" demez. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43]
(Bilmiyorsanız âlimlerden sorun!) [Nahl 43]


(Bunun hükmünü Peygambere ve ülül-emre [âlimlere] sorsalardı, öğrenirlerdi.) [Nisa 83] [Âyet-i kerimede geçen ülül-emrin âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Peygamber efendimiz de (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir) buyurdu. (Darimi)]


(Allah’tan en çok korkan ancak âlimlerdir.) [Fatır 28] [Allah’tan korkmak büyük mertebedir.]
Peygamber efendimiz (Allah’tan en çok ben korkarım) buyurdu. (Buhari)]
(Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?) [Zümer 9]


Hadis-i şeriflerde ise buyuruldu ki:
(Âlimlere tâbi olun! Çünkü onlar, dünya ve ahiretin ışıklarıdır.) [Deylemi]
(Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer rehber ve kılavuzdur.) [İbni Neccar]


(Âlimler olmasaydı, insanlar helak olurdu.) [İbni Maverdi]
(Bilmediklerinizi salih [âlim]lerden sorup öğrenin!) [Taberani]


Mezhebe uymanın lüzumu
Allahü teâlâ ve Resulü, âlimleri böyle överken, onların kitaplarında uydurma hadis olduğunu söylemek ne kadar çirkin iftira olur.


Eğer herkes Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarabilseydi, hadis-i şeriflere, Eshab-ı kirama ve âlimlere ihtiyaç kalmazdı. Onun için Allahü teâlâ da, Peygamber efendimiz de âlimlere uymamızı emrediyor. İki hadis-i şerifin birbirine zıt gibi olduğunu gören, mezhebinin hükmüne uyar. Zaten müctehid olmayanın hadis-i şerifle amel etmesi, hüküm çıkarmaya kalkması caiz olmaz.


Her Müslümanın dört hak mezhepten birine uyması gerekir. Uymayanın mülhid olacağını İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde ve Mead kitabında bildiriyor.


Dört mezhepten birine uymayan Ehl-i sünnetten ayrılır. Ehl-i sünnetten ayrılanın da sapık veya kâfir olacağı S. Ahmet Tahtavi hazretlerinin Dürr-ül-muhtar haşiyesinde yazılıdır.


Abdülgani Nablüsi hazretleri de, (Bugün dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. Kur'an-ı kerimin manasını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır!) buyuruyor. (Hadika)












***
tevessülün şirk olmadığı hakkındaki yazılar daha önce paylaşıldı
Duada tevessül “hakkı için, hürmeti için” istemek, duada aracı koymak | İhvanlar.net İsmailağa CEMAATİ'NİN SİTESİ – İsmailağa HUZURUN ADRESİ
önyargıda diretmeyi bırakınız
boğulmak üzere olan birinin yetişin boğuluyorum kurtarın beni demesi şirk mi oluyor! onlara dua etmek mi oluyor. ama nedense bunu müminler yetiş Yâ Resulallah deyince, mübarek insanları, Allahın dostlarını sebep görerek, yetişin veliler deyince şirk oluyor. bu ne büyük çelişkidir! bir de şu var o ölüdür o yüzden şirk diyorlar Allah ölülere işittiremez mi.anlamadığınız nokta bunu söyleyen insanlar onların birşey yaratacaklarını düşünüyor değiller.yetiş boğuluyorum derken sen o kişinin Allahın izni olmadan da seni kurtaracağını mı düşünüyorsun.eğer hayırsa ve Allahın seni kurtaracağına inanarak o insandan yardım istiyorsan bu insanların Allahın yardım edeceğini düşünerek Allah katında değeri bulunan insanları vesile kılarak Resulullahtan yardım istemesine nasıl şirk diyorsun
orada zaten söylüyor yaratanın Allah olduğuna inanmak şartıyla diye.bunun neresi yanlış! ayetleri kafana göre yorumlamayın, batıl görüşlerinize delil getirmeye çalışmayın.
o zaman yardım et şu işi bitirelim demek de şirk oluyor size göre.demek ki siz hiç kimseden yardım istemiyorsunuz.buna hiç ihtimal vermiyorum. ama nedense diriden isteyince caiz ölüden isteyince şirk oluyor.ölünün işini de dirinin işini de Allah yaratıyor.bu konuda delil, ispat çoktur. sizin ispatınız nedir. delil getirdiğiniz ayetlerin tefsirinde hangi müfessir bu ayetlerin Ya resulallah yetiş demenin şirk olduğuna delil olduğunu, ölüden yardım istemenin şirk olduğuna delil olduğunu söylemiştir! hangi müfessir söylermisiniz bir tane gösterin.gösteremiyorsanız kafanıza göre kullanmayı bırakın! şu sorunun cevabını verin diriden istemek şirk değilken ölüden istemek nasıl şirk, ölüler duyamazsa Allah onlara duyuramaz mı




Yalnız Senden yardım isteriz




Sual: Allah’tan başkasının iş yaptığını söyleyen, mesela (Aspirin ağrıyı kesti), (Resulullah'ın veya Abdülkadir Geylani’nin hürmetine Allah duamı kabul etti) diyen, Fâtiha sûresindeki (Biz yalnız senden yardım dileriz) mealindeki âyete göre, güya müşrik oluyormuş. İlaçtan, enbiyadan veya evliyadan yardım istemek şirk mi oluyor?
CEVAP
Hayır, şirk olmaz. İnsana yardım etme kuvvetini veren Allahü teâlâdır. Asıl, (Enbiya ve evliya yardım edemez) diyerek Allahü teâlânın kudretinden şüphe eden müşrik olur.


Vehhabiler, (Ölmüş evliya ve enbiyadan yardım istenmez) diyor. Mesela darda kalan insanlara, Hızır aleyhisselamın ruhunun yetiştiğini inkâr ediyorlar. Hâlbuki ruhun ölmediği, âyet ve hadislerle açıkça bildirilmiştir. (İmdat yâ Hızır) demek şirk olmaz, Allah’tan yardım istemek, sebebe yapışmak olur. (İmdat yâ Resulallah, şefaat yâ Resulallah) demek de şirk değil, Allah’tan yardım istemek olur. Allahü teâlâ yardım isteyenin sesini bu zatlara duyurmaya ve onların ruhlarına da yardım etme kuvvetini vermeye, elbette kâdirdir. Dirilere yardım etme kuvvetini veren Allahü teâlâ, ölmüş zatlara da vermektedir. Bunlara şirk demek, Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmek olur.


Evliyanın diri veya ölü olmasının farkı yoktur. Büyük bir zat vefat edince, feyzi kesilmez, hattâ artar. (İrşad-üt-talibin)


Maliki mezhebinin büyük âlimlerinden Ali Echuri hazretleri, (Veli, dünyadayken, kınındaki kılıç gibidir. Ölünce, kınından çıkan kılıç gibi olur, tasarrufu, tesiri kuvvetlenir.) buyurmuştur. Bu sözü, Ebu Ali Senci hazretleri de, Nur-ül-hidaye kitabında yazmaktadır. (Berika)


Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir. Onların hatırı için istenileni yaratır. Diriler Allahü teâlânın yaratmasına sebep olduğu gibi, ruhları da diri olduğu için, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olur. Hazret-i Âdem, Muhammed aleyhisselamın hürmeti için dua etti, duası kabul oldu. Allahü teâlâ da, (Ya Âdem, Muhammed aleyhisselamın ismiyle, her ne isteseydin kabul ederdim, O olmasaydı, seni yaratmazdım.) buyurdu. (Hâkim, Beyheki)


Ölü-diri her velinin ruhundan yardım istenir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Halil-ür-rahman [Hazret-i İbrahim] gibi 40 kişi her zaman bulunur. Onların sebebiyle yardım görülür ve zafere kavuşulur. Onların bereketiyle gökten yağmur yağar. Onların yerine yeni biri gelmedikçe, ölen olmaz.) [Taberani]


(Çölde yalnız kalan kimse, bir şey kaybederse, “Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin” desin! Çünkü Allahü teâlânın sizin göremediğiniz kulları vardır.) [Taberani] Bu hadis-i şerif, yanında olmayan kimseye seslenerek, ondan yardım istemeyi emretmektedir. (El-Üsul-ül-erbe’a)


Fatiha suresindeki, (Yalnız senden yardım isteriz) mealindeki âyet-i kerime, ölünün de, dirinin de bir şey yapmasına tesir eden kudretin, Allahü teâlâdan başka bir güç olduğunu göstermez. Mesela acıkan kimsenin, hiçbir sebebe yapışmadan, (Ya Rabbi, beni doyur) demesi, bu âyete uygun değildir; çünkü Cenab-ı Hak, doyurmak için yemek yemeyi sebep kılmıştır. Yemek yiyip doyanın da, doymayı Allah’tan bilmesi gerekir. Rabbimiz, yemek yemeden de doyurur; fakat yemek yenmesini sebep kılmıştır. (Yalnız senden yardım isteriz) diyen kimsenin fırıncıya gidip, (Bana ekmek ver) diye ondan yardım istemesi Allah’tan başkasından yardım istemek değil, Allahü teâlânın emrettiği sebeplere yapışmak olur. Ölü veya diri Evliyadan yardım istemek de, sebeplere yapışmaktır. Sebeplere yapışmak da, Allahü teâlânın emrine uygundur.


Abdülaziz-i Dehlevî hazretleri Fâtiha’nın tefsirinde buyuruyor ki: Birinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına mazhar olduğu düşünülmezse, haramdır. Eğer yalnız Allahü teâlâya güvenilip, o kulun Allah’ın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın her şeyi sebeplerle yarattığı, onun da bir sebep olduğu düşünülürse caiz olur. Enbiya ve evliya da, böyle düşünerek başkasından yardım istemiştir. Bu düşünceyle birinden yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur.


Musa Kazım’ın kabri, duamın kabul olması için ilaç gibidir. (İmam-ı Şâfiî)


(Diriyken tasarruf [yardım] yaptığı gibi, öldükten sonra da yapan Evliyadan, Maruf-i Kerhi ile Abdülkadir-i Geylani’yi gördüm) diyenler olmuştur. (Mişkat tercümesi)


Keşif ehli evliyanın çoğu, ruhlardan feyz alarak olgunlaşmışlardır. (Eşiat-ül-lemeat)


Mevlana Abdülhakim-i Siyalkuti hazretleri buyuruyor ki: Dua eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duasının kabul olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vasıta yapmaktadır. (Ya Rabbî, bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver!) demektedir. Yahut evliyadan bir zata, (Ey Allah’ın velisi, bana şefaat et, bana vasıta ol, benim için dua et!) demektedir. Dileği veren, yalnız Allahü teâlâdır. Velî, sadece vesiledir, sebeptir. O da fânidir, tasarrufu, gücü yoktur. Allahü teâlânın verdiği güçle yardım etmektedir. Böyle inanmak şirk olsaydı, Allah’tan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de dua istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Bir cahil, dileğini Allah’ın kudretinden beklemeyip, (Veli yaratır) derse, bu düşünceyle ondan isterse, bu elbette yanlıştır, şirktir. Bunu ileri sürerek, İslam âlimlerine dil uzatılamaz. Zaten herkes kulun bir şey yaratamayacağını bilir. (Zad-ül-lebib)


Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki: İnsan ölürken ruhunun ölmediğini, şuur sahibi olduğunu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladığını âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Evliyanın ruhları, diriyken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededir. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan, ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesiyle ölmez. Kerameti yaratan, yalnız Allah'tır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diriyken de, ölüyken de hiçtir. (Mişkat)


Resulullahı ve Evliyayı vesile ederek dua etmek caizdir. (Hülasat-ül-kelam)


Ben ölünce beni düşünün, imdadınıza yetişirim. (Mevlana Celaleddin-i Rumi)


Ruhaniyetime teveccüh edin veya Mazhar-ı Can-ı Canan’ın kabrine gidin! Ondan hâsıl olan fayda, bin dirinin faydasından daha çoktur. (Mektubat-ı Dehlevi)


Evliya, enbiya yaratıcı değildir. Allahü teâlâ istenilen şeyi onların hürmetine yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir. Cenab-ı Hak, her şeyi yoktan yarattığı hâlde, yaratmasına bazı şeyleri sebep kılmıştır. Mesela Hazret-i Âdem’i ana babasız yaratmış, fakat çamuru vesile kılmıştır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır, fakat çocukların yaratılması için, ana babayı vesile, vasıta kılmıştır. Hazret-i Âdem’i yarattığı gibi, bütün insanları da ana babasız yaratabilirdi, fakat ana babayı sebep vasıta kılmıştır. Onun âdeti böyledir. Onun için (Allah’a yaklaşmak için vesile arayın!) buyuruyor. (Maide 35)


Her şeyi yaratan Allah’tır. (Sebeplere yapışın) buyurduğu için bir sebebe yapışılır. İbni Kemalpaşazade hazretlerinin Hadis-i erbain’deki (Bir işinizde, sıkışıp bunalınca, kabirdekilerden yardım isteyin) ve Deylemi’nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı) hadis-i şerifleri de, Allahü teâlânın izniyle, ölülerin dirilere yardım edebildiğini göstermektedir. (M. Nasihat)


Enbiya ve evliyadan yardım istemek, Allahü teâlâyı bırakmak, Onun yaratıcı olduğunu unutmak değildir. Bulut vasıtasıyla Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilaç içerek Allahü teâlâdan şifa beklemek, top, bomba, füze kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek, hep Allahü teâlâdan istemek olur. Bunlar sebeptir. Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değildir. Her Peygamber sebeplere yapıştı. Rabbimizin yarattığı suyu içmek için çeşmeye, Onun yarattığı ekmeği yemek için fırıncıya gidildiği ve Onun zafer vermesi için, savaş araçları yapıldığı gibi, onun duayı kabul etmesi için de, büyük zatların ruhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromanyetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allah’ı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir, çünkü radyo kutusundaki aletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren, her şeyde, kendi kudretini gizleyen Allahü teâlâdır.


Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez veya Allah’ın düşmanı olan putları Allah’a yaklaşmak için vesile yaptığını iddia eder. Müşriklerin putlarıyla, Allah’ın sevgili kulları olan Enbiya ve Evliya nasıl aynı kefeye konur? Müslüman, sebepleri, vasıtaları kullanırken, sebeplere, mahlûklara, tesir, hassa veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Allahü teâlâdan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Müminler her namazda Fatiha suresini okurken, (Ya Rabbi, dünyadaki arzularıma, ihtiyaçlarıma kavuşmak için maddi sebeplere yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları yaparken ve her zaman, dilekleri verenin, yaratanın yalnız Sen olduğuna inanıyorum. Yalnız Senden bekliyorum) anlamında söylüyorlar. Her gün böyle söyleyen müminlere nasıl müşrik denir ki?


Enbiya ve evliyanın ruhlarından yardım istemek, Allahü teâlânın yarattığı bu sebeplere yapışmaktır. Bunların müşrik olmadıklarını, halis mümin olduklarını Fatiha suresinin bu âyeti açıkça haber vermektedir. Mezhepsizler maddi sebeplere yapışıyor, nefislerinin isteklerine kavuşmak için, her vesileye, her çareye başvuruyorlar; fakat Enbiya ve Evliyayı vesileye şirk diyorlar. (S. Ebediyye)


Vehhabiler, (İlaç hastalığıma iyi geldi demek veya türbeye gitmek şirktir) dedikleri gibi, öldürüp dirilten yalnız Allah olduğu için, (Terörist falancayı öldürdü) demeye de şirk diyorlar. Elbette öldüren ve dirilten yalnız Allahü teâlâdır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Dirilten ve öldüren yalnız Odur.) [Yunus 56]


(Ölüm zamanında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor.) [Zümer 42]


Hazret-i Azrail’in can alması da mecazîdir. (Azrail öldürdü, Azrail can aldı) demek de mecazîdir. Esas öldüren, Allahü teâlâdır. Hastaya şifa veren de Allahü teâlâdır; çünkü Kur’an-ı kerimde, (Hasta olduğum zaman ancak O bana şifa verir) buyuruluyor. (Şuara 80)


Cenab-ı Hak her şeyi sebeplerle yaratıyor. İlaçsız da şifa vermeye gücü yettiği halde, ilacı sebep kılıyor. Her şeyi yaratanın, şifa verenin Allahü teâlâ olduğunu bilen bir müslümanın, (Aspirin başımın ağrısını giderdi) demesi şirk olmaz. Öldüren yalnız Allahü teâlâ olduğu halde, (Falanca falancayı öldürdü) veya (Azrail babamın canını aldı) demek günah değildir.


Aynı mecazlar Kur'an-ı kerimde de vardır. Mesela, (Âdem aleyhisselamın oğlu, kardeşini öldürdü) buyuruluyor. (Maide 30)


O halde, (Şu ilaç hastalığa iyi gelir) veya (Doktor, hastayı iyileştirdi) demek şirk olmaz; çünkü Kur’an-ı kerimde Hazret-i İsa’nın, (A’manın gözünü açarım, Baras hastalığını iyi ederim ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim) dediği bildiriliyor. (Al-i İmran 49)


Aynı sapıklar, âyet-i kerimelerdeki mecazî manaları anlamadıkları için -hâşâ- Allahü teâlânın gökte olduğunu, Onun eli olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki Türkçede de âyet-i kerimelerde bildirilen mecazların benzerleri çoktur. (İstanbul, valinin elindedir) denince, İstanbul’un valinin emri altında olduğu anlaşılır. Yoksa İstanbul, valinin elinin içinde demek değildir. Mülk suresinde, (Mülk, Allah’ın elindedir) buyuruluyor. Buradaki eli de, insan eli gibi düşünmek çok yanlıştır. Her türlü tasarrufun, hükümranlığın ancak Allahü teâlânın kudreti altında olduğu anlaşılır. Böyle âyet-i kerime ve hadis-i şerifler çoktur. Bunları İslam âlimlerinin açıkladığı şekilde anlamak gerekir. Allah’ın Arş’a hükümran olduğunu bildiren, (Rahman, Arş’ı istiva etti) mealindeki âyet-i kerimeyi de, hâşâ (Allah Arş’ta oturuyor) şeklinde anlamak küfür olur. Onun için Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumak gerekir. (El-Münkız)


Biri, bir bardak su istese, bu, (Yalnız senden yardım dileriz) âyet-i kerimesine aykırı olur mu? Hangi hususta başkasından yardım istemeyeceğiz?


Bir doktora muayene olsak, ilaç verse, güvensek, (Yalnız Allah’a güvenin) âyetine aykırı olur mu? Topkapı’dan Sirkeci’ye giden tramvaya binsek, (Bu tramvay Sirkeci’ye gider) desek, Allah’tan başkasına mı güvenmiş olacağız? Peygamber efendimizin ve âlimlerin sözlerine güvensek, Allah’tan gayrisine mi güvenmiş oluruz? Demek ki bunların izahı gerekir. Bir âyet-i kerime meali:
(Eğer iman etmişseniz, onlardan değil benden korkun!) [Al-i İmran 175]


Hırsızdan, hainlerden ve yılandan korksak bu âyete aykırı olur mu? Atalarımız, (Allah’tan korkmayandan korkmak gerekir) demişlerdir. Demek ki açıklamaya ihtiyaç vardır.


Kur’an-ı kerimde (Namaz kılın, zekât verin) buyuruluyor. (Hac 78, Nur 56)


Namazın nasıl, kaç rekât kılınacağı, zekâtın nasıl, hangi mallardan verileceği açık değildir. Bütün bunlar, hadis-i şeriflerle ve âlimlerin açıklamasıyla anlaşılmıştır.


Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir.) [Araf 155, İbrahim 4]


Bu âyetleri okuyan bir dinsiz, (Doğru yola getiren ve sapıttıran Allah olduğuna göre, beni de dinsiz yapan Odur. Benim bunda ne suçum var?) diyebilir. Bu bakımdan hadis-i şeriflere ve âlimlerin açıklamasına ihtiyaç vardır. Nitekim âyetlerden anladığına uyup, (Hayır-şer Allah’tan olduğuna göre, bize günah işleten de Allah’tır. Biz günahlardan sorumlu değiliz) diyenler çıkmıştır. İşte bu tehlikeyi önlemek için, Peygamber efendimiz gerekli açıklamalarda bulunmuş, âlimler de bunları açıklamış, artık, bahane kalmamıştır. Üç âyet-i kerime meali:
(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]


(Verdiğimiz bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43]


(Bilmiyorsanız âlimlere sorun.) [Nahl 43]



Bu âyet-i kerimeler, Kur’an-ı kerimi anlamak için Peygamber efendimizin ve âlimlerin açıklamasına ihtiyaç olduğunu bildirmektedir.


Dua ederken
Sual: Fatiha suresini tek başına sure veya dua olarak okuyorum. Sana ibadet ederiz, senden yardım dileriz, bizi doğru yola ilet şeklinde çoğul dua edilmiş oluyor. Niçin "Beni doğru yola ilet!" denmiyor da, bizi deniyor?
CEVAP
Dua umumi olursa, kabul olma ümidi daha fazladır. Bunun için ben yerine biz demek gerekir. Bizleri denince, bütün müslümanları içine alır. Ayrıca müslümanların içinde birinin duası kabul olunca, diğerlerininki de onun hürmetine kabul olur. (İ.Razi)


Bu bakımdan dua ederken, "Bizi" denmeli ve duaya salevat-ı şerife ile başlayıp yine salevat-ı şerife ile bitirmek sünnettir. Allahü teâlâ, salevat-ı şerifeyi kabul eder. Duanın başı ve sonu kabul olunca ortasının kabul olmaması düşünülmez. Peygamber efendimiz, (Allahü teâlâya günah işlenmeyen dil ile dua edin) buyurunca, Eshab-ı kiram, böyle bir dili nasıl bulacaklarını sual ettiler. Resul-i Ekrem efendimiz, (Birbirinize dua edin! Çünkü ne sen onun, ne de o senin dilinle günah işlemiştir) buyurdu. Hele dua, mümin kardeşimizin gıyabında yapılırsa, duanın kabul olma ihtimali daha fazlalaşır.


Evliyayı ziyaret
Sual: Mezhepsiz bir yazar, Zümer suresinin 3. âyetini tefsirinde, "Tevhid ve ihlas sahibi bir kimse, Allah’tan başkasından bir şey istemez. Hiçbir mahluka itimat etmez. Bugün müslümanlar evliyaya ibadet ediyor, İslamiyet’ten öncekilerin putlara tapındıkları gibi, şimdikiler de evliyadan şefaat istiyorlar. Halbuki Allah’ın bildirdiği tevhidde Allah ile kul arasında vasıta ve şefaat etmek yoktur" diyor.
Ehl-i sünnet âlimleri tevessülün caiz olduğunu bildirmiyorlar mı?
CEVAP
Ölmüş evliyadan yardım istemenin caiz ve gerektiğini, defalarca vesikaları ile bildirdik. Bahsettiğiniz yazar, Ehl-i sünnet olmadığı için, kendi görüşünü din gibi bildiriyor.


Allahü teâlâya mahsus olan sıfatlara Üluhiyyet sıfatları denir. Taş, ağaç, güneş, yıldız, inek, insan, heykel, resim gibi bir mahlukta üluhiyyet bulunduğuna inanmak, bunlara yalvarmak, ibadet etmek olur ki, böyle inanmaya şirk denir. Şirke girene müşrik denir. Müşrikin ibadet ettiği bu şeylere şerik, mabud, put denir. Şimdiki Hıristiyanların çoğu, Budistler, Brehmenler ve Mecusiler müşriktir.


Müslüman, hiçbir evliyada üluhiyyet sıfatı bulunduğuna inanmaz. Enbiyanın ve evliyanın, Allah’ın sevgili birer kulları olduklarını bilirler. Ziyaret edenleri, dua isteyenleri, Allahü teâlânın kendisine haber verdiğine inanırlar. Dua etmeleri için bunlara yalvarırlar. Kur'an-ı kerimde, (Allahü teâlâya yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruluyor. Peygamber efendimiz de, (Bir işinizde şaşırırsanız, ölmüşlerden yardım isteyiniz) buyuruyor. Bu hadis-i şerif, Cinlere de fetva vermekle meşhur olan Müfti-yüs-sekaleyn ve Şeyh-ül İslam ibni Kemalpaşazade hazretlerinin Hadis-i erbain kitabında vardır.


Ölülerin işitmediğini zannedenler Ehl-i sünnet değildir.
Ölünün de, dirinin de yardımı ancak Allahü teâlânın izni ile olur.


Yardım istemek
Sual: Yusuf aleyhisselamın, zindandan kurtulmak için birinden yardım istemesi, senelerce zindanda kalmasına sebep olmuş. Buna göre, ölü olsun, diri olsun, Allah’tan başkasından yardım istemek nasıl caiz olur?
CEVAP
Burada Yusuf aleyhisselam yani bir Peygamber suçlanıyor. Peygamberler, caiz olmayan, günah olan işi yaparlar mı hiç? Aksine bu durum, başkasından yardım istemenin caiz olduğunu gösteriyor; çünkü Peygamberler kesinlikle günah işlemez. Allahü teâlânın, sevdiği kullarına böyle gayret etmesi çok vaki olmuştur. Yani Yusuf aleyhisselamın zindanda kalması, bunun günah olduğunu göstermez.


İnsan, her zaman başkasından yardım isteyebilir. Doktora gider, hastalığının iyileşmesi için yardım ister. Hapse düşmemek veya hapisten kurtulmak için, avukata gidip yardım ister. Denizde boğulmak üzereyken, imdat, beni kurtarın diye insanlardan yardım ister. Elindeki ağır yükü taşıyamayınca, birine (Yardım et de, şu yükü sırtıma alayım) demesinde de bir mahzur olmaz. Bunlar şirk olmaz, sebebe yapışmak olur. Bir âyet-i kerime meali:
(Onun [Musa aleyhisselamın] kavminden olan bir kimse, düşmanına [üstün gelmek için, Kıptiye] karşı, ondan [Musa aleyhisselamdan] istigasede bulundu [yardım istedi].) [Kasas 15]


Ölüden veya diriden yardım istemenin sakıncası olmaz. Ölüye de, diriye de yardım etme kuvvetini verenin Allahü teâlâ olduğu bilinince, mesele kalmaz.


İmdat ya Resulallah
Sual: Vehhabiler, vefat etmiş veya uzakta olandan yardım istemeye şirk diyorlar. Eshab-ı kiram, gıyabında, Resulullah efendimizden yardım istemiş midir?
CEVAP
Evet, isteyenler olmuştur. Bir tanesi şöyledir:
Meymune binti Haris “radıyallahü anha” validemiz anlatır:
Resulullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Teheccüd namazı için abdest alırken âniden üç kere (Lebbeyk) dedi, sonra yine üç kere (Nusirte) dedi. Bunun sebebini sordum. Ömer bin Salim Raciz isimli bir sahâbînin, (İmdat yâ Resulallah!) diyerek yardım istediğini, kendisinin ona yardım ettiğini, yoksa Kureyşlilerin onu öldüreceklerini bildirdi. (Taberanî)


Bu hadis-i şerif, İmam-ı Taberanî’nin Sagir’inde bildiriliyor. Türkçe tercümesi de vardır, kolayca bulunabilir. Allahü teâlâ, Peygamber efendimize yardım ettirdiği gibi, evliya zatlara da yardım ettirmektedir.


Hadis-i şerifteki Lebbeyk, (İşittim, söyle!) demektir. Nusirte, (Yardım olundun, sana yardım ulaştı) demektir.




***
yine zuhurattan birşey anlatıyor Azrail aleyhisselamla ilgili.ve yine diyoruz zuhurat
Genel kaide şudur ki, zuhurat, gören kişiyi ve görülen kişiyi bağlar. Yani görülen zuhurattan ne itikadi ve ne de fıkhi bir hüküm çıkmaz, çıkarılamaz. Hata üçüncü şahısları bile ilgilendirmez.


-
hadiste her peygambere muhayyerlik verildi diyor.buna inanmıyor musunuz.yani Peygamberin sözüne.Peygambere olduğu gibi velilere de olabilir diyor.o yine bir ayet delil getirmiş kafasına göre.o zaman o ayete göre (haşa ve kella) Peygamberimiz de, "muhayyerlik verildi" derken ayete aykırı söylemiş oluyor? buna ne diyeceksiniz? o ayete muhalif mi konuştu. ha, yok sen hadislere inanmıyorsan zaten o apayrı.
***
şefaat hakkını anlatıyor ne var bunda yanlış. şefaatin olmadığını ispat etsene! şefaatin olduğunu ispat eden ayetler hadisler varken bu sözün neresinde yanlışlık görüyorsun.
Asrımızın mühim bir hastalığı: Kendi sapık fikirlerini yaymak için Ehl-i Sünnet âlimlerine muhalefet ederek ve Ehl-i Sünnet itikadına zıt görüşler ortaya koymaktır. Birçok kişi bu hastalığın sevkiyle delilsiz ve mesnetsiz olarak Ehl-i Sünnet âlimlerine muhalefet etmekte ve adeta onlara karşı savaş açmaktadır. Asıl acı olan ise, itikadının delillerini bilmeyen avamın bu kişilere inanmaları ve bilmeden de olsa Ehl-i Sünnet dairesinden çıkmalarıdır. Bu öyle bir zarardır ki, hayal tasavvurundan acizdir.


Bizler Marmara Eğitim olarak, Ehl-i Sünnet itikadını delilleriyle öğretmeyi kendimize hedef ve bir vazife yaptık. Bu eserdeki amacımız ise: Bidat ehlinin inkâr ettikleri şefaat meselesinin hakkaniyetini delilleriyle ortaya koymak ve şefaatin hak olduğunu ispat etmektir. Bu sayede, şefaati inkâr edenlerin cehaleti ortaya çıkacak ve onların şerrinden Ümmet-i Muhammed muhafaza olacaktır. Yardım ve inayet Allah’tandır.


Şefaat: Bir kimsenin suçunu affettirmek ve kendisinden cezayı kaldırmak için o kişi hakkında yapılan bir istek ve bir istirhamdır. Fıkhi manası ise şudur: Ahiret günü, bir kısım günahkâr müminlerin affedilmeleri ve itaatkâr müminlerin yüksek mertebelere ermeleri için başta peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve diğer büyük zatların Allah-u Teâlâ’dan niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.
Şimdi şefaatin hak olduğuna dair bazı ayetlerin beyanına geçiyoruz. Bu ayetler ile şefaatin hak olduğunu, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edeceğiz:
Allah’ın izni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? (Bakara/255)


Bu ayet-i kerimede, Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği beyan buyrulmuştur. “Allah’ın izni olmadan kimse şefaat edemeyecektir” ifadesi, “Allah’ın izni olduğunda şefaat edebilecektir” manasına gelmekte ve bu da şefaatin hak ve hakikat olduğu neticesine ulaştırmaktadır. Zira eğer Allah’ın izni ve müsaadesi dairesinde şefaat olmasaydı, ayette geçen “Allah’ın izni olmadan” ifadesi gereksiz olurdu. Kuran’da ise gereksiz bir ifadenin bulunması mümkün değildir. O halde, Allah’ın izni dairesinde şefaat haktır, gerçektir ve ayetin beyanıdır.


2. AYET
مِنْ O’nun izni olması müstesna, şefaat edecek yoktur. (Yunus/2)


Bu ayet-i kerimede şefaat, Allah’ın iznine hamledilmiştir. Demek Allah’ın izni dairesinde şefaat vardır ve haktır. Ayette geçen “O’nun izni olması müstesna” ifadesi, açık bir şekilde şefaatin hak olduğunu ve Allah’ın izni dairesinde şefaatin gerçekleşeceğini ispat etmektedir. Ayetin bu kadar açık beyanı karşısında şefaat nasıl inkar edilir, buna şaşılır!


3. AYET
Onlar, Allah\’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat etmezler. (Enbiya/28)


Bu ayet-i kerimenin açık ifadesiyle, Allah’ın razı olduğu kullara şefaat edilecektir. Zira ayette geçen “Allah\’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat etmezler.” ifadesi, Allah’ın razı olduğu kullara şefaatin yapılabileceği hakikatini netice vermektedir. Demek şefaat, sadece Allah’ın razı olmadığı ve izin vermediği kullara yapılamayacak; diğerlerine ise Allah’ın izni ve rızası dairesinde yapılabilecektir. Bu, ayetin çok açık bir beyanıdır. İzaha dahi ihtiyaç yoktur.


4. AYET


O gün, Rahman’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefaat fayda vermez. (Taha/109)


Şimdi ayet-i kerimeye bakarak soralım:
Şefaat kime fayda vermeyecektir?
Cevap: Allah’ın izin vermediği ve sözünden hoşnut olmadığı kimselere…
Peki, şefaat kime fayda verecektir?
Allah’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselere…
Demek ayetin açık ifadesiyle: Rahman olan Allah’ın izin verdiklerine ve sözünden razı olduklarına şefaat fayda verecek, bunların dışındakilere ise şefaat fayda vermeyecektir. Ayetin bu kadar açık beyanına karşı gözünü kapayarak şefaati inkâr edenlere şaşırıyoruz!


5. AYET(O gün) Rahman (olan Allah)\’ın katında bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır. (Meryem/87)


Şefaati inkâr edenlerin o kör gözlerine bu ayeti de sokuyoruz. Bu ayet-i kerimenin açık ifadesiyle, Allah’ın katında bir ahd alanlar, o gün şefaat etme hakkına sahip olacaklar ve Allah’ın izni ve rızası dairesinde bu yetkiyi kullanacaklardır. Ayet o kadar açıktır ki izaha ihtiyaç yoktur.


6. AYET
O gün ne mal fayda verir ne de oğullar! Ancak Allah\’a selim bir kalple gelenler müstesna! (Şuara/88-89)


Bu ayet-i celilenin açık ifadesiyle, mal ve evlat, ahirete selim kalp ile gelmeyenlere fayda vermeyecek; selim bir kalp ile gelenlere ise fayda verecektir. Şimdi şefaati inkâr edenlere soruyoruz: Evladın kişiye fayda vermesi, şefaatten başka ne olabilir? Selim bir kalp ile o güne kavuşanlara evladının fayda vermesi, şefaat inkâr edildiğinde ne ile izah edilebilir? Elbette hiçbir şey ile… Zira o gün beklenilen tek fayda, ateşten kurtulmak ve cennete girmektir. Evladın bu cihetteki faydası da şefaattir.


7. AYET
Allah\’ın huzurunda şefaat fayda vermez. Ancak izin verdiği kimseninki müstesna! (Sebe/23)


Ayetin ifadesiyle şefaat kime fayda vermez? Allah’ın izin vermediklerine…
Peki, şefaat kime fayda verir? Allah’ın izin verdiklerine…


Ayet bu kadar açıkken şefaat nasıl inkâr edilir? Ve şefaati inkâr edenler, acaba bu ayetleri de inkâr etmiş olmazlar mı?


8. AYET


Onların Allah\’ı bırakıp da taptıkları putlar, şefaat hakkına sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler şefaat edebilir. (Zuhruf/86)


Şimdi yine ayet-i kerimeye bakarak soralım: Kim şefaat etme hakkına sahip değildir?
Cevap: Putlar.


Peki, kim şefaat etme hakkına sahiptir?
Cevap: Bilerek hakka şahitlik edenler.
Demek ayet-i celile açık bir şekilde, putların şefaate malik olmadıklarını; şefaate sadece “Bilerek hakka şahitlik edenlerin” malik olduğunu bildirmektedir. Merak ediyoruz, acaba şefaati inkâr edenler bu ayetleri hiç mi görmüyorlar? Ayet açık bir şekilde, “Bilerek hakka şahitlik edenlerin” şefaate malik olduklarını bildirirken şefaati inkâr etmek, ayeti inkâr etmek değil de nedir?


9. AYET
Göklerde nice melekler vardır ki, Allah dileyip izin vermeden ve razı olmadan önce onların şefaatleri hiç bir fayda vermez. (Necm/26)


Şimdi yine ayeti göstererek soruyoruz: Gökteki meleklerin şefaati ne zaman fayda vermez?


Cevap: Allah izin vermeden ve razı olmadan önce.


Peki, meleklerin şefaati ne zaman fayda verir?


Cevap: Allah izin verdikten ve razı olduktan sonra.


Evet, ayetin açık beyanıyla melekler şefaat edeceklerdir. Bu şefaat, Allah’ın dilediğine ve razı olduğu kullara geçerli olacaktır. Allah’ın dilemediği ve razı olmadığı kullara ise şefaat yoktur ve fayda vermeyecektir. Zaten Kuran’daki şefaatin olmadığını beyan eden bütün ayetler, Allah’ın razı olmadığı ve izin vermediği kulları ifade etmektedir. Ama “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder” sözü sırrınca, Kuran’ın sadece bir bölümüne bakan bir kısım cahiller, zikrettiğimiz ayetlere ve zikredeceğimiz hadislere göz kapamakta ve Kuran’da güneş gibi gözüken şefaati inkâr etmektedirler. Buna gerçekten hayret ediyoruz!


10. AYET


Ey Muhammed! Hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının bağışlanmasını dile.” (Muhammed 19)


Bu ayet-i kerimeyi göstererek şefaati inkâr edenlere soruyoruz: Ayet-i celilede Peygamber Efendimize (sav), mümin erkekler ve mümin kadınların günahlarının affı için istiğfar etmesi emredilmiştir. Eğer Peygamberimizin (sav) müminler için af dilemesinin bir faydası olmayacaksa bu ayetin manası nedir? Ve eğer Efendimizin af dilemesinin bir faydası yoksa, niçin Allah-u Teâlâ Peygamberimize bu emri vermiştir. Eğer şefaat kabul edilmezse -hâşâ- bu emrin manasız ve faydasız bir emir olduğu kabul edilmek zorunda kalınmaz mı? Şefaati inkâr edenler, neyi kabul etmek zorunda kaldıklarına baksınlar ve bundan utansınlar!


Şefaatin hak ve hakikat olduğu meselesi güneş gibi zahir olduğundan dolayı on ayet ile iktifa ediyor ve daha başka ayetleri zikretmeye gerek görmüyoruz. Aslında zikredilen ayetlerden bir tanesi bile şefaatin hak olduğuna dair yeterli bir delildir. Lakin bizler, inatta ısrar edenler olabileceğini düşündüğümüzden sözü bu kadar uzattık.


***


Şefaatin hak olduğuna dair bir kısım hadis-i şerifler ise şöyledir:


Enes İbn-i Malik (r.a) rivayet etti. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahiplerinedir. (Tirmizi, Kıyame:11, İbn-i Mace, Zühd:26, Ahmed İ. Hanbel: 3/113)


Zeyd İbn-i Erkam (r.a) rivayet etti. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Benim kıyamet günündeki şefaatim haktır. Ona inanmayan ise, onun (şefaatimin) ehlinden olmayacaktır. (El-Mutteki, Kenzü-l Umman: 14/399)


Osman İbn-i Affan (r.a) rivayet etti. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Kıyamet gününde şu üç zümre: Peygamberler sonra âlimler ve daha sonra da şehitler şefaat edeceklerdir. ( İbn-i Mace, Zühd:37, 2/1443)


Ebu Hureyre(r.a) rivayet etti. Resulullah (sav) buyurdular ki: \”Her peygamberin müstecab (Allah`ın kabul edeceği) bir duası vardır. Her peygamber o duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı kıyamet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı ahirete bıraktım). Ona inşaallah, ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nail olacaktır.\” (Buhari, Da\’avat 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, (198); Muvatta, Kur\’an 26, (1, 212); Tirmizi, Daavat)


Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer hadislerinde Kuran’ın, hafızların, velilerin de Allah’ın izniyle şefaat edeceklerinden haber vermektedir. Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) bu konudaki hadislerini, hadis kitaplarına havale ederek, üç hadisle iktifa ediyoruz.


***


Netice:


Zikrettiğimiz on ayetin ve üç hadisin açık ifadeleriyle şefaat haktır ve gerçektir. Allah’ın dilediği kulları, Allah’ın izni ve rızası dairesinde şefaat edeceklerdir. Kuran’da şefaatin olmadığını bildiren bütün ayetler; kâfirler, müşrikler ve Allah’ın razı olmadığı kullar hakkındadır. Bu kullar hakkında, bütün insanlar ve cinler bir araya gelse, şefaatleri yine onlara fayda vermeyecektir. Yani şefaat, Allah’ın razı olmadığı kullar hakkında asla mümkün olmayıp, izni ve rızası dairesinde meydana gelecektir.


Bununla birlikte, kıyamet hengâmında öyle dehşetli sahneler vukua gelecektir ki, bu makamlarda peygamberler bile sadece kendilerini düşünecekler, “Allah’ım bana selamet ver, Allah’ım bana selamet ver” diyerek kaçışacaklardır. İşte şefaatin olmadığını beyan eden ayetlerin bir kısmı da bu dehşetli halleri kastetmektedir.


***


2. Videonun Metni:


Şimdi şefaati inkâr etmeye çalışanların öne sürmeye çalıştıkları bazı sözde delillere cevap verelim:


1-Zümer suresi 44. ayette: “De ki: Bütün şefaat Allah’ındır.” buyrulmuştur. Şefaati inkâr edenler bu ayeti öne sürerek şefaati reddetmektedirler. Onlara göre bu ayet şefaatin tamamını Allah’a vermekle diğer şefaat edicilerin vücudunu reddetmektedir.


Biz de deriz ki:


Nisa suresi 139. ayette “Bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” buyrularak -bütün şefaatin Allah’a verilmesi gibi- bütün izzet de Allah’a verilmiştir. Münafikun suresi 8. ayette ise “İzzet ancak Allah’a, O’nun Resulüne ve Müminlere mahsustur.” buyrularak, Peygamber Efendimizin ve diğer müminlerin de izzet sahibi olduklarından bahsedilmiştir. Yani Nisa 139’da bütün izzetin Allah’a ait olduğundan, Münafikun 8’de ise Allah’ın Resulünün ve Müminlerin de izzet sahibi olmasından bahsedilmiştir. Demek izzetin Allah’a mahsus olması, Peygamberimizin ve Müminlerin o izzetten mahrum olması neticesini vermemiştir.


Birbirine zıt gibi görünen bu iki ayetin vech-i tevfiki şudur: İzzet tamamıyla Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Peygamberimizin ve Müminlerin izzeti ise, Allah’ın onları aziz kılması iledir. Cenab-ı Hakk’ın izzeti zatî iken, diğerlerinin izzeti Allah’ın aziz kılması ile olmuş ve onların izzeti, bütün izzetin Allah’a ait olması hakikatini değiştirmemiştir.


Şefaat durumunda da durum aynıdır. Bütün şefaatin Allah’a mahsus olması, başka kimsenin şefaate malik olmayacağı manasına gelmez. Bunun manası şudur: Bütün şefaat Allah’a mahsustur. Diğerlerinin şefaati ise ancak Allah’ın izni ve rızasına bağlıdır. Yani Allah’ın izni ve iradesi dışında kimse şefaat edemez.


Bu şuna benzer:


Bizden başka kimsenin parası olmasa ve biz bu paradan bazı insanları istifade ettirsek, bu durumda desek ki: “Bütün para bize aittir.” Bu söz, bizim parayı kimseye vermeyeceğimize değil; başkalarında bulunan paraların da aslında bize ait olduğunu ve bizim vermemizle onların buna malik olduklarını beyan etmektedir.
“Bütün şefaat Allah’ındır” demek de aynen bunun gibidir. Yani kim şefaate yetkili kılındıysa, Allah’ın izni ile olmuştur ve ancak Allah’ın izin verdiği kişiye şefaat edebilecektir.


2- Bakara suresi 48. ayette: “Öyle bir günden korkun ki, kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden şefaat de kabul edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım da edilmez.” buyrulmuştur. Şefaati inkâr edenler bu ayet-i kerimeyi delil göstererek şefaati reddetmektedirler.


Biz de deriz ki:


Kuran ayetlerini, nüzul sebeplerini bilmeden tefsir etmek büyük bir hatadır. İlk önce ayetlerin iniş sebepleri bilinmeli ve ayetler ona göre izah edilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde, bu ayette olduğu gibi yanlış anlaşılmalar ortaya çıkacaktır. Bu ayetin iniş sebebi, Nesefi ve Ruhu-l Beyan tefsirlerinde zikredildiğine göre şu hadisedir: Yahudiler: “Biz İbrahim ve İshak’ın (aleyhimesselam) torunlarıyız. Bu sebeple Allah-u Teâlâ, onların bizim hakkımızdaki şefaatlerini kabul eder. Onlar bizi ateşten korur…” dediklerinde, Yahudilerin bu iddialarını reddetmek için bu ayet-i kerime nazil olmuştur. Demek bu ayet-i kerime kâfirler hakkında indirilmiştir. Yani kâfir olarak ölenlere şefaat edilmesi mümkün değildir. Mesela Hz. Nuh, kâfir olarak ölen oğluna; Hz. Lut, kâfir olarak ölen eşine ve yine Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kâfir olarak ölen amcalarına şefaat edemeyeceklerdir.


Demek ayetteki “kimseden şefaat kabul edilmez” ifadesinin Müslüman olarak ölenler ile hiçbir alakası yoktur. Buna rağmen ayetin iniş sebebini bilmeyenler, ayetin zahirine bakarak yanlış yorumlar yapmakta ve bu yorumları sebebiyle de hakkında birçok ayet ve hadis olan şefaati inkâr etmektedirler.


3- Müddesir suresi 48. ayette: “Artık şefaat edicilerin şefaati onlara fayda vermez.” Mümin suresi 18. ayette “O gün zalimler için müşfik bir dost ve sözü dinlenecek bir şefaatçi de yoktur.” buyrulmuştur. Şefaati inkâr edenler bu manada ki başka ayet-i kerimeleri de öne sürerek şefaati reddetmektedirler.


Biz de deriz ki:


Bu ayet-i kerimelerin şefaati red değil, aksine ispat etmektedir. Zira “Şefaat edicilerin şefaati onlara fayda vermez.” demek, şefaat edicilerin varlığını ispat etmektedir. Demek ortada şefaat ediciler vardır ki, onlardan bahsedilmiştir. Eğer şefaat ediciler olmasaydı, onlardan bahis yersiz olurdu. Kuran’da ise yersiz bir tek harf bile yoktur. Ayrıca, “Kâfirler için dost ve şefaatçi yok” demek, “Müminler için dost ve şefaatçi var” demek manasına gelir.


O halde bu ayetlerin manası şefaatin varlığını red değil, şudur: Yani ey kâfirler! Siz öyle kötü ve zor bir durumdasınız ki, herkese faydası olan şefaatin bile size yararı olmaz. Küfrünüz sebebiyle şefaat edicilerin şefaatlerinden mahrumsunuz…


Bu şuna benzer:


Kansere yakalanmış ve hayatından ümit kesilmiş birisine işaret ederek, “Doktorlar buna fayda vermez” desek, bu sözde doktorları reddetmek değil, hastalığın şiddetini beyan etmek ve artık bu hastaya doktorların fayda veremeyeceğini kabul etmek vardır. Yani artık hastadan ümit kesilmiştir ve hiçbir doktor onu iyileştiremez. Bu sözün manası budur.


“Şefaat edicilerin şefaati onlara fayda vermez.” Ya da “O gün zalimler için müşfik bir dost ve sözü dinlenecek bir şefaatçi de yoktur.”demek de böyledir. Bu beyanda şefaat ediciler reddedilmemiş, kâfirlerin küfründen dolayı o şefaat edicilerin şefaatinden mahrum olacakları ve faydalanamayacakları beyan buyrulmuştur. Zaten bizler, kâfirlere ve Cenab-ı Hakk’ın razı olmadığı kullara şefaat edilemeyeceği hususunda hemfikiriz. Bu ayetlerde zikredilen kullar da bu zümreye ait olan kullardır.


Netice olarak bu ayet-i kerimeler şefaatin yokluğuna değil, bilakis varlığına delildir. Zira şefaat ediciler vardır ki ayette onlardan bahsedilmiştir. Eğer bu grup hakikatte olmasaydı, elbette zikirleri geçmezdi. O halde bizler bu ayet-i kerimeleri, yukarıda şefaatin varlığına dair naklettiğimiz on ayete ilave ediyor ve bu ayetleri şefaat edicilerin vücuduna delil yapıyoruz.


Buraya kadar olan beyanlarımızı şöyle maddeleyerek meseleyi toparlayalım:


1. Naklettiğimiz bütün ayetlerin ve hadislerin delaletiyle şefaat haktır ve hakikattir.


2. Şefaat ancak Allah’ın izni ve rızası dâhilinde olacaktır. “Bütün şefaatin Allah’a ait olmasının” manası budur. Hiç kimse kendinden şefaat etme hakkına sahip değildir.


3. Kâfirlere ve Allah’ın razı olmadığı kullara şefaat fayda vermeyecek ve bu kullar Allah’ın bu nimetinden mahrum kalacaklardır. Kuran’da şefaatin olmadığını bildiren bütün ayetler, bu kullar hakkındadır.


4. Kişinin farzlarda tembellik yaparak şefaate güvenmesi ve haramları işlediği halde kurtuluşunu şefaate bağlaması asla doğru değildir. Kişi şefaati umabilir; ama ona dayanarak farzları terk edemez. Şefaat bir reca makamıdır.


5. Cenab-ı Hakk’ın bazı kullarına şefaat etme hakkını vermesi ve günahkâr kullarını cehennemden o kişilerin eliyle kurtarması, o kişilerin dünyadaki yaşantılarının hürmetinedir. Onların dünyadaki takvaları, ibadetleri, zühdleri, muhabbetleri ve diğer sıfatları bu makama ulaşmalarının sebebi olmuştur.


Cenab-ı Hak, başta Peygamber Efendimiz (sav) ve Kuran olmak üzere diğer şefaat edicilerin şefaatinden istifade etmeyi bizlere nasip etsin. Şefaati inkâr ederek şefaatten mahrum olan kullar zümresine girmekten de bizleri muhafaza eylesin.


Âmin.


***


***
Muhammed Mustafaya benzeyen hiçbir varlık yoktur diyor.yaratılmışlar içinden hiçbir varlık yoktur'u kastediyor. ama maksat iftira olunca adam hemen başka tarafa çekiyor. keyfine hevasına göre de istediği gibi ayetleri delil getiriyor. Muhammed Mustafanın tüm peygamberlerden üstün olduğunu, yaratılmışların en hayırlısı olduğunu kabul etmeyen bir kişiye ne söyleyeyim.evet kullar içinde ondan üstünü yoktur.bunu kabul etmiyorsan onun üstünlüğünü beyan eden, onu öven ayetleri hadisleri bir öğren önce.
---
mahşerde seni bulacağız falan diyor.şefaatin ispatı daha önce yapıldı.bunun dışında sevabı eksik gelirse başka birinden sevap almak da haktır
***
Muhammed Mustafa=Allah diyor ve siz de bunu Muhammed Mustafa Allahtır, Allah Muhammed Mustafadır diye anladınız öyle mi. ne denilebilir ki.devamını neden koymuyorsunuz.kes, böl parçala birleştir sonra da bunlar böyle böyle dedi, küfre girdi, sapık oldu falan. devamını koysanıza. o zaman anlaşılacak tabi yanlış birşey olmadığı.Muhammed Mustafaya itaat Allaha itaattir, onu sevmek Allahı sevmektir, bir çocuk bile bu sözden bu anlamları çıkarabilecekken, Muhammed Mustafaya Allah dendiği izlenimini vermeye çalışıp üstüne bir de ayetle cevap verme çabası, videoyu yapanın niyetini anlamamızı kolaylaştırıyor.onun da burada Muhammed Mustafaya Allah denildiğine gerçekten inandığını sanmıyorum
Allahın peygamberlere ve dilediği velilere gaybı bildirdiği sabittir.bildiremez diyerek Allahın buna kâdir olmadığını ve bu konudaki ayet ve hadisleri, Peygamberimizin gaybdan verdiği haberleri, gaybla ilgili mucizelerini inkar ediyorsunuz öylemi.
Fakat her genel hükmün istisnaları olabilir. “Kuğular beyazdır” dediğimizde “genelde beyazdır” manası anlaşılabilir. Zira az da olsa siyah kuğular vardır.


“Geleceği hiç kimse bilemez mi? Allah, kendi katındaki gayb hazinelerinin anahtarını başkasına veremez mi?” şeklindeki sorularımıza, şu ayet bir açıklık getirmektedir:


“Gaybı bilen O’dur. Gaybını, razı olduğu rasulden başkasına bildirmez” (Cin, 26-27). Demek ki, “Gaybı Allah’dan başkası bilemez” hükmünün de bir istisnası söz konusudur. Allah’ın bildirmesi şartıyla gaybı Allah’dan başkası da bir derece bilebilir.


Ayetteki “razı olunmuş rasul” ifadesi değişik şekillerde tefsir edilmiştir.


Bazılarına göre, buradaki “Rasul”den murat peygamberdir. Yani, Allah gaybını ancak bir peygambere bildirir. Bu yönüyle ayet, velilerle, sihirbaz ve kâhinlerin gaybî bilgisini reddetmektedir. Çünkü sihirbaz ve kâhinler, Allah’ın rızasından en uzak ve gadabına en lâyık kimselerdir. Veliler ise, her ne kadar Allah’ın razı olduğu kişilerse de, peygamber değillerdir.


Bu meselede, şu hususlara dikkat çekmek istiyoruz:


1. “Rasul” ifadesi sadece peygamberler için kullanılan bir kelime değildir. Nitekim, “Allah meleklerden ve insanlardan “Rasuller” seçer” (Hacc, 75) ayeti, açık manasıyla bunu belirtmektedir.


2. Ayetteki “Rasul” kelimesi, meleği de içine aldığına göre, meleğin bazı veli kişilere ilham getirmesi hiç de reddedilecek bir durum değildir. Nitekim hadiste “Âdemoğluna şeytanın da bir dokunuşu, meleğin de bir dokunuşu vardır” buyrulmuştur. (Tirmizi, Tefsir 2/ 35) Ayrıca görüleceği üzere, bazı veliler birtakım gaybî sırlara mazhar olmuşlardır.


3. İlâhî kelâma mazhariyet, sadece nebilere has bir özellik değildir. Bazı insanların rüya veya ilham gibi bir yolla, gaybdan bazı sırlara muttali’ olmaları mümkündür ve vakidir. Nitekim şu ayet, Allah’ın insanlarla konuşma prensibini dile getirmektedir:


“Hiçbir beşer için, Allah’ın, bir vahiyle veya perde arkasından konuşması veyahut bir elçi gönderip de izni ile ona dilediğini bildirmesi dışında konuşması yoktur.” (Şûra, 51)Ayette, “Allah peygamberlerine bu üç yoldan başka konuşmaz” denilmeyip “Allah insanlarla bu üç yoldan başka konuşmaz” denilmesi peygamber dışındaki diğer insanların da, ilâhî kelâm’dan nasibi olabileceğini göstermektedir. Buna göre:


a. Allah’ın vahiyle konuşması, vahyin şiddet ve zaaf yönüyle çeşitli mertebelerini içine alabilir. Hem peygamberlere hem de, Hz. Musa’nın annesinde olduğu gibi, diğer insanlara, gerek yakazada, gerekse rüyada olan ilâhî mesajı ifade eder. Dolayısıyla, buradaki vahiy, “ilham” manasını da tazammun etmektedir.


b. Allah’ın perde arkasından konuşması, Hz. Musa’nın ilk vahye mazhar olduğunda, doğrudan ilâhî hitabı duyması gibi durumları içine alır.


c. Allah’ın bir elçi vasıtasıyla konuşması, Hz. Cebrail’i peygamberine gönderip vahyini bildirmesi tarzındaki durumları bildirmektedir.


Görüldüğü gibi, “Gaybın hazineleri” Allah katında olmakla beraber, Allah gerek peygamberine, gerekse bazı has kullarına birtakım sırlarını bildirmektedir.



Hz. İsanın gelecekten haber vermesi


Peygamberler, vahiy yoluyla gaybî bilgiye mazhar kılınmış kişilerdir. Cenab-ı Hak, mesajını insanlar arasında seçtiği bu kimseler vasıtasıyla bildirmiştir.


Bu peygamberler, gaybı bilen kişiler olmayıp gaybdan haber alan kişilerdir. Yani, bu seçkin zâtlar kendiliklerinden gaybı bilmezler. Ancak kendilerine bildirileni bilirler.


Kur’an’da, peygamberlerin geleceğe dair bazı gaybî haberler verdikleri görülür. Meselâ Hz. İsa, kendisinden sonra gelecek peygamberi ismiyle haber vermiştir:


“Hani, Meryem oğlu İsa şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları! Ben, Allah’dan size bir elçiyim. Benden önceki Tevrât’ın bir tasdikçisi ve benden sonra gelecek, ismi Ahmed olan bir peygamberin müjdecisiyim.” (Saff, 6).Hz. Peygamberin gönderileceği müjdesi, Hz. İsa tarafından bu şekilde açık bir şekilde bildirildiği gibi:


“Evvelkilere verilen kitaplarda onun bahsi vardır. Beni İsrail âlimlerinin bunu bilmesi, onlar için bir delil değil midir?” ayetinin de belirttiği gibi, diğer semavî kitaplar Hz. Peygamber’den, O’na gelen Kur’an’dan bahsetmişlerdir. (Şuara, 196-197)Nitekim Hz. Peygamber geldiği sıralar, İsrailoğulları uleması bir peygamberin geleceğini söylemekteydiler.


Yine Hz. İsa’ya dönecek olursak, bu büyük peygamber Allah’ın kendisine verdiği mucizeleri anlatırken, şunu da söylemektedir:


“Ben, evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm.” (Al-i İmran, 49).Benzeri bir durum Hz. Yusuf için de geçerlidir. Zindanda iken oradaki arkadaşlarına hangi yemeğin geleceğini önceden haber vermektedir. Hz. Yusuf: “Size rızık olarak hangi yemek geleceğini daha gelmeden, ben size haber veririm” sözünü, kendisine rüya tabiri için gelen iki arkadaşına söylemiştir. (Yusuf, 37) Onun bu şekilde gaybî sırlara mazhar olduğunu belirtmesi gurur için olmayıp, arkadaşlarını imana davete bir hazırlıktır. Sözüne devamla: “Bu, Rabbimin bana öğrettikleri şeylerdendir” demesi ise, bunun bir fal veya kehanet olmadığını bildirmek içindir. (Yusuf, 37)



Hz. Yakup ve Hz. Yusuf


Hz. Yakup, Kur’anın bize bildirdiği peygamberlerden bir tanesidir. İlerde bir peygamber olacak oğlu Yusuf’a özel bir muhabbeti vardır. Bunu hazmedemeyen Yusuf’un kardeşleri O’nu bir kuyuya atarlar. Yusuf’un kanlı gömleğini babalarına getirip “Yusuf’u kurt yedi” derler. Gelişen olaylar zincirinde, Hz. Yusuf bir kervan tarafından Mısır’a götürülüp köle olarak satılır. Bir iftira yüzünden zindana atılır. Burada yıllarca kalır. Hükümdarın rüyasını tabiri vesilesiyle zindandan çıkarılır. Mısır’ın en üst düzey makamlarından birisine getirilir.


Bu arada, oğlunun hasretiyle yanıp tutuşan Hz.Yakub’un gözleri âmâ olur. Fakat Allah’dan gelen bir bilgiyle, oğlunun hayatta olduğuna inanmaktadır. Yakub’un oğulları, kıtlık dolayısıyla Mısır’a gıda almaya giderler. Hz. Yusuf, kardeşlerini tanır. Babasının durumunu öğrenince: “Şu gömleğimi götürüp babamın yüzüne sürün. Gözleri onunla i*yice görür hale gelir” der. Kafile Mısır’dan ayrıldığı sırada, Ken’an diyarındaki Hz. Yakub’ta bir hareketlilik gözlenir. Sevinçle etrafındakilere: “Eğer bana bunak demezseniz, (diyeceğim o ki) ben, Yusuf’un kokusunu alıyorum” der. Etrafındakiler ise, böyle bir koku almadıklarından cevapları şu olur: “Vallahi, sen hâlâ eski şaşkınlığındasın.” Müjdeci gelip gömleği Hz. Yakub’un yüzüne bıraktığında Hz. Yakub’un gözleri açılır. “Ben size, Allah’ın lütfuyla sizin bilmediğinizi bilirim demedim mi?” der. (Yusuf, 93-96)


Kur’an’da anlatılan bu olayda, Hz. Yusuf’un, gönderdiği gömlekle babasının gözlerinin açılacağını bilmesi harika bir durum olduğu gibi, babası Yakub’un da çok uzak mesafeden gömleğin kokusunu duyması bir başka harika durumdur. Bazıları, “Oğlu Yusuf’a olan hasret ve iştiyakı onun hassasiyetini arttırmış olduğu için hissetmiştir” tarzında düşünebilirler. Büyük müfessir Hamdi Yazır buna şöyle cevap verir:


“Yakub’un hassasiyeti ne kadar incelmiş ve hüznü ile gözler ağardıktan sonra koku hissi ne kadar artmış olursa olsun, kafilenin ayrılması zamanına kadar Mısır’dan bir Yusuf kokusu duymayıp da, şimdi duymuş olması gösterir ki, bunun sırr-ı hikmeti O’nun hassasiyetinde değildir.” (Yazır, IV, 1651, 1652)
Ayette “Ben size, Allah’ın lütfuyla sizin bilmediğinizi bilirim demedim mi?” denilmesi, Hz. Yakub’un bu bilgiyi kendi maddî hassasiyetinden değil, özel bir yolla Allah’dan aldığını göstermektedir.


Şeyh Sadi, bununla ilgili olarak şu ince noktayı dile getirir:


“Biri, oğlunu kaybetmiş Yakub’a sorar: Yusuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan duydun da, O’nu Ken’an kuyusunda iken niçin görmedin? Hz. Yakup, şu cevabı verir: “Bizim halimiz çakan şimşek gibidir. Bazan açık, bazan kapalı olur. Bazan göklerin üstüne çıkar, otururuz, bazan da ayağımızın üstünü göremeyiz.” (Sadi, s. 50)Hz. Yusuf, daha küçüklüğünde ilâhî bilgilendirmeye nail olmuştur. Kardeşleri tarafından kıskanılıp kuyuya atıldığında Cenab-ı Hakk, kalbine şunu ilham eder:


“Farkında olamadıkları bir sırada, bu yaptıklarını onlara haber vereceksin”(Yusuf, 15).
Zorluk anında kolaylık inzal etmek Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetinin bir tecellisidir. Kardeşleri tarafından böyle bir hıyanete maruz kalan, kuyunun karanlığındaki küçük Yusuf’un hassas kalbini hoşnut etmek, İlâhi hikmetin ve rahmetin bir gereğidir. İnsanların kudsi bir teselliye muhtaç oldukları ızdırab ve sıkıntı anlarında, ilâhî rahmetin imdada gelişi, pek çok kişinin şahsî tecrübeleriyle sabit olan bir hakikattir.


Yine, Hz. Yusuf’un, kardeşlerine gömleğini verip, “Şu gömleğimi götürüp babamın yüzüne sürün. Gözleri onunla iyice görür hale gelir” demesi gaybî bir haber niteliğindedir. (Yusuf, 93)


Ayrıca, Hz. Yakub’a “Yusuf’u kurt yedi” diye kanlı bir gömlekle beraber acı bir haber geldiği halde, Yusuf’un hayatta olduğunu bilmesi ve:


“Allah tarafından sizin bilmediğinizi biliyorum” demesi, O’ndaki gaybî bilgi boyutunu göstermektedir. (Yusuf, 86)


Demek ki peygamberler, Allah’ın izniyle birtakım gaybî sırlara aşina olmuşlardır. Kur’an’da yer alan örnekler, bu gerçeği açık bir şekilde isbat etmektedir. Şüphesiz bu örnekler, emsallerine de kapı açmaktadırlar. Yani peygamberlere verilen bu gibi gaybî bilgiler sadece Kur’an’da zikredildiği kadar olmayıp, benzeri olaylar çokça vuku bulmuştur.



Hz. Hızır

Kehf suresi 60 - 82. âyetlerde Hz. Musa’nın “Allah kullarından bir kul” ile seyahati anlatılır. Bu seyahat, “gayb bilgisi” konusunda son derece dikkat çekici, ilginç durumları ihtiva eder. Bu meçhul zâtla, Hz. Musa’nın seyahatleri şöyle cereyan eder:


Hz. Musa, yanındaki delikanlıyla beraber uzun bir yolculuktan sonra Hz. Hızır’la buluşacağı yere gelir.


“Orada kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona “sana öğretilenden bir irşad olarak, bana öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?” diye sordu.


O dedi: “Sen benim yanımda bulunmaya dayanamazsın. İçyüzünden haberdar olmadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?”


Musa, “inşallah sen beni sabreder bulacaksın, dedi. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim.”


O dedi ki: “Eğer bana uyacaksan, ben sana ondan bahsedip de bir söz söyleyinceye kadar hiçbir şey hakkında bana sual sorma.”


Böylece yola koyuldular. Gemiye bindiklerinde O, gemiyi deldi. Musa, “İçindekileri batırmak için mi gemiyi deldin?” dedi. “Andolsun ki, büyük bir şey yaptın.” O, “Sen benim yanımda bulunmaya sabredemezsin demedim mi?” dedi. Musa, “Unuttuğum için beni kınama; seninle olan arka*daşlığımı da zorlaştırma” dedi.


Yine yola koyuldular. Bir erkek çocuğa rast geldiklerinde onu öldürdü. Musa dedi ki: “Bir can karşılığında kısas olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün! Doğrusu, pek kötü birşey yaptın.”


O, “Ben sana benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” dedi.


Musa dedi: “Eğer bundan sonra sana bir şey daha soracak olursam, benimle arkadaşlık etme. O zaman, benden ayrılmakta mazur sayılırsın.”


Yine yola koyuldular. Nihayet, bir belde halkına vardılar. Onlardan yiyecek istediler. Onlar ise, o ikisini misafir etmekten kaçındılar. Orada, yıkılmak üzere bulunan bir duvara rast geldiler. O, duvarı doğrultuverdi. Musa dedi: “İsteseydin, bu yaptığın işe karşı bir ücret alırdın.” O, “İşte bu, seninle benim ayrılışımızdır” dedi. “Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü bildireceğim:


“O gemi, denizden geçimlerini sağlayan birtakım fakirlere aitti. Ben, onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü arkalarında, bulduğu her sağlam gemiyi gasbeden bir hükümdar vardı.


Çocuğa gelince; onun anne- babası mü’min kimselerdi. Bu çocuğun, ileride anne ve babasına isyan etmesi ve onları inkâra sevk etmesinden korktuk. İstedik ki, onların Rabbi, kendilerine huy temizliği bakımından daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk versin.


Duvar ise, o şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Ve altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları ise, salih bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar yetişkin çağa gelince hazinelerini oradan çıkarsınlar. Bütün bunlar, Rabbinden bir rahmet eseridir. Yoksa ben kendi reyimle yapmış değilim. İşte, sabredemediğin şeylerin açıklaması budur.” (Kehf, 65-82)
Bu ibretli kıssayla ilgili bazı noktalara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:


1. Kıssanın baş kahramanı olan bu “Allah kullarından bir kul”un ismi âyetlerde zikredilmemiştir. Gaybtaki bilinmezlik atmosferi, kıssanın tamamında görüldüğü gibi, kıssa kahramanının ismen zikredilmemesinde de görülmektedir. Bundan dolayıdır ki, “Kur’an’ın göl*gesinde yaşamak” noktasından hareketle tefsirinde, bu zatın isminden bahsetmeyenler de bulunmuştur. Biz ise, hadislerde “Hızır” olarak bahsedilmesinden dolayı, pratikte sağladığı kolaylıktan istifade için, bundan sonra bu zattan “Hızır” olarak söz edeceğiz.


2. Hz. Hızır’ın nebî veya veli olması hususunda âyetlerde açık bir ifade yoktur. Ancak, “Hz. Musa gibi büyük bir peygamberin bilmediği gaybî sırlara vakıf olması ve: “Ben bunları kendi reyimle yapmış değilim”(Kehf, 82) diyerek, bu tasarrufları Allah’ın emriyle yaptığını söylemesi” gibi noktalardan hareketle, nebî olduğunu söyleyenler çoğunluktadır.


3. Hz. Hızır’ın ilmi, “ilm-i ledünnî” diye şöhret bulmuştur. Bu ifade, “Biz O’na tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” âyetindeki “ledün” kelimesinden gelmektedir.


Bütün ilimler Allah tarafından olduğu halde, burada özel olarak bunun ayrıca belirtilmesi, bu ilmin, dıştan her hangi bir sebep olmaksızın, doğrudan İlâhî talime dayandığını gösterir. Çünkü; tarih, fıkıh gibi ilimleri kitaplardan okumak veya birisinden dinlemek yoluyla öğrenmek mümkündür. Ledün ilmi ise, bu yolla öğrenilecek ilimler cinsinden bir ilim değildir. Hatta öyle ki Hz. Musa gibi bir peygambere bile, bu ilim doğrudan verilmemiştir. Bu ilim hakkında “hakikatın ilmi, batın ilmi” “gayb ilmi” gibi açıklamalar yapılmaktadır. Hz. Hızır’ın, Hz. Musa’ya söylediği şu sözler, her ikisinin ilmindeki farklılığı belirtmektedir:


“Ya Musa! Allah tarafından, ben senin bilmediğin bir ilmi biliyorum. Sen de benim bilmediğim bir ilmi biliyorsun.”


4. Vazife noktasından baktığımızda, ikisi arasında farklılık olduğunu görürüz. Hz. Hızır, Hz. Musa gibi halkı Hakk’a götürmeye memur değil, Hakk’dan halka olan mukadderatın infazına memurdur. Bundan dolayı, oğlanı öldürmesi de Allah’ın emriyle vefat eden çocukların ruhlarını kabza müvekkel olan ölüm meleğinin vazife ve mesuliyeti gibi olur. (Yazır, V, 3273)


Veya, başka bir benzetmeyle Hz. Hızır, İlâhî senaryonun oynanmasında rol alan bir aktördür. Aktörler, senaryoda onlara biçilen rolleri oynarlar. Onların bunun ötesinde bir sorumlulukları ve yükümlülükleri yoktur. (Albayrak, s. 245)


5. Bize bakan yönüyle kıssa, pek çok ibretleri ihtiva etmektedir. “Gelecek Bilgisi” noktasından alacağımız en mühim ders, “olayların dış görünüşündeki çirkinliğe aldanmamaktır” Evet, çirkin görülen pek çok olayın neticesi güzel olabilir. Nitekim, Kur’an’ın: “Sevmediğiniz bir şey hakkınızda hayırlı olabilir” âyeti, bunu açık bir şekilde ifade etmektedir. (Bakara 216) Bu kıssa, üstteki âyetin açıklaması gibidir. Görünüşte kötü bir fiil gibi görülen geminin yara alması ve çocuğun ölümü, ileride güzel neticelere vesile olmuştur.




Allahu Teala’nın rızasını ve sevgisini kazanabilmek amacıyla tasavvuf yoluna giren mü’minlerde bazen ifrat ve tefritten dolayı insanı yanlışa götürecek inançlar hasıl olabiliyor. Bu yanlışa düşmemek için şuurlanmamız gerekiyor.


Özellikle tarikata yeni giren cahil sofilerin bu zaafından istifade etmeye kalkan vehhabi=selefiler de bir hakikati perdelemek istiyor ve Allah dostlarının gaybı bilemeyeceğini, aksini düşünmenin şirk olduğunu iddia ediyorlar. İddialarının kaynağı ise ilimlerinin yetersizliğine dayanıyor…


GAYBIN ANAHTARI ALLAH KATINDADIR
Öncelikle şunu kesin bir surette bilmeliyiz ki, gaybın anahtarı sadece Allahu Teala’nın katındadır.
Gaybın anahtarları (gizli şifreler) O’nun (Allah’ın) katındadır. Onları O’ndan başka hiç kimse bilemez. Karada ve denizde ne varsa (hepsini) O bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane (tohum), yaş ve kuru ne varsa hepsi mutlaka apaçık bir kitap’ta (Levh-i Mahfûz’da yazılı)dır. (En’âm – 59)


“Gaybı bilen (ancak) O’dur. Gaybı (gizli sırları) kimseye bildirmez. Ancak seçtiği peygamberler bunun dışındadır.” (Cin – 26 – 27)


Allahu Teala bildirmedikten sonra hiçbir Peygamber de bilemez.


Bu konuda Kur’an-ı Kerimde bir çok misal bulunabilir


Allahu Teala’nın Yusuf Aleyhisselam’ın haberini verinceye kadar, Yakub Aleyhisselam’ın onun Mısır’da olduğunu bilememesi…


Süleyman Aleyhisselam cinlere ve rüzgarlara hükmedebildiği halde Hüdhüd kuşunun “Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim” (Neml 22) diyerek Belkıs ve kavminden haber vermesi.


İbrahim Aleyhisselam’ın Lut kavmi için önderilen ziyaretçilerinin melek olduğunu bilmemesi ve onlar için buzağı kesmesi. (Hud 70-81)


Nuh Aleyhisselam’ın “Ben gaybı da bilmem” (Hud 31) diyerek bu hakikati anlatması misal olarak verilebilir.


PEYGAMBERLERİNE BİLDİRİR
Ancak Allahu Teala gaybı Peygamberlerine bildireceğini buyurmuştur:


“Allah size gaybı bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediği seçer.” (Ali İmran 179)


“O, bütün gaybı bilir. Gaybına kimseyi muttali kılmaz; Ancak razı olduğu Peygamber müstesna” (Cin 26, 27)


Bütün bunlardan Allah Teala’nın Peygamberi de olsa bildirilmediği halde gaybı bilemeyeceği, ancak Allahu Teala’nın bildirdiği kadarını bileceği anlaşılmaktadır.


VELİLER GAYBI BİİR Mİ?
Peki, bir Allah dostu gaybı bilir mi? Gelecekten veya görünmeyenden haber verir mi? Bu konuda muhakkak yaşanmış kerametler anlatılır. Ve bu gün bile buna şahit olan insanlar vardır. Peki bu konuda nasıl itikat etmek (düşünmek) gerekir?


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“(Gerçek) mü’minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden (bö¬lümünden) biridir.” (Buhârî-Müslim-Ebû Dâvûd-Tirmizî-İbni Mâce)


Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
“Sizin en doğru rüya göreniniz, sözü en doğru olanınızdır.” (Müslim)


Bu hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere Salih kulların rüyaları Peygamber Efendimizin mucizesinden ümmetine bahşedilen bir damla rahmettir ve ileride gerçekleşecek olayları haber verebilmektedir.


“Nübüvvetten sonra, sadece mübeşşirât kalmıştır”
(Sahâbeler:) Mübeşşirât nedir? diye sordular. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Rüya-yı sâlihâ (gerçek ve güzel) rüyadır” buyurdu. (Buhârî-Müslim-İbni Mâce-Ebû Dâvûd-Tirmizî-Nesâî)


Son peygamber olan Hazreti Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vefatı ile nübüvvet yani peygamberlik ve vahiy dönemi kapandığından, geriye sadece peygamber¬liğin bir cüzü (bölümü) olan ve “mübeşşirât” denilen gerçek mü’minleri müj¬deleyici güzel ve doğru rüyalar kalmıştır


Herhangi bir Müslüman bile bazen gördüğü rüyanın ertesi gün gerçekleştiğine tanıklık edebilmekte, rüyada yaşadığı hali bir zaman sonra uyanıkken yaşayabilmektedir. Allah dostları ise nefislerini terbiye edip, devamlı surette Allahu Teala’nın zikri ile meşgul olup, gafil olmadıklarından rüya ve zuhuratları (Allah’ı zikretme esnasında gelen geçkinlik hali) bir işaret olabilmektedir.


Dolayısıyla veliyullahın rüya ve zuhurat ile bilinmeyen şeylere ve geleceğe dair bazı olayları haber vermesi doğal bir şeydir. Ancak her ne kadar da olsa bunun vahiy gibi algılanmaması gerekir. Bunlar ilham kabilindendir. Allahu Teala rüya ve zuhurat ile ilham edebilir. Nitekim bal arısına bile Rabbimiz ilham eylemiştir:
“Rabbın bal arısına da şöyle vahyetti: dağlardan ve ağaçlardan ve kuracakları köşklerden göz göz evler edin” (Nahl 68)


Musa Aleyhisselam’ın annesine de ilham yolu ile ne yapması gerektiği bildirilmiştir:
“Hani annene ilham edilmesi gereken şeyleri ilham etmiştik:” (Taha 38)


Bütün bunlardan da şunu anlıyoruz: Allahu Teala Peygamberlerine vahiy ile gaybı bildirdiği gibi, ümmetlerine de rüya ile ilham ederek bazı şeyleri bildirebilmekte, gaybdan haber verebilmektedir.


SAHABE’DEN MİSALİ VAR MI?
Bu konunun sahabe-i kiraramdan da misalleri mevcuttur:


Esbağ İbni Nübate (Radıyallahu anh) şöyle bir nakil yapıyor:
“Biz hazreti Ali (Radıyallahu anh) ile beraber Hazreti Hüseyin (Radıyallahu anh) ın ileride gömüleceği kabrinin yerine geldiğimizde o şöyle buyurdu: “Develerinin çökeceği ve yüklerinin konacağı yer burası! Kanlarının döküleceği yer de şurası! Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in ehli beytinden bir takım gençler bu arsada şehit dileceklerdir. Gök ve yer onlara ağlayacaktır.” (Ebu Nuaym, Delailü’n-nübüvve, No:530, 2/581)


Ebu Bekr-i Sıddık (Radıyallahu anh) ölüm hastalığında hanımı hamile iken, kızı Aişe alidemize:
“Onlar senin iki erkek iki de kız kardeşindir. Allahu Teala’nın kitabına göre kalanı bölüşün” diye vasiyet buyurunca, Aişe (Radıyallahu anha) nın: “Ey babacığım! Eğer öyle olsaydı elbette ben hakkım olmayan şeyi bırakırdım. Benim kız kardeşim ancak Esma’dır, peki diğeri kimdir? Demesi üzerine Ebu Bekr (Radıyallahu anh):
“Harica kızının (kendi hanımı) karnındakini kız görüyorum” buyurdu ve dediği gibi çıktı. (İmam-ı Malik Muvatta, Akdıye: 33 No: 1474, sh. 494, Lalikai, Keramatü evliyaullah, No: 63, sh:117)


Bütün bunlar gösteriyor ki, evliyaullah (Allah dostları), Allahu Teala’nın ilham yolu veya rüya vasıtasıyla “bildirdiği kadarıyla” gaybı bilebilirler.


Bu şekilde inanmak şirk olmaz… Vehhabi=Selefi kafalar her yerde oluğu gibi burada da hata etmektedirler. Bu da Kur’an ve sünnet bütünlüğünden haberleri olmadığındna veya kasıtlı olarak insnaları ifsada sürüklemek istemelerinden kaynaklanmaktadır.


Tekrar altını çizerek söylemeliyiz ki kim olursa olsun ancak ve ancak “Allahu Teala’nın bildirdiği zaman, bildirdiği kadarıyla” bazı şeyleri bilebilirler. Bu konuda aşırıya gitmek de zararlıdır. Özellikle tasavvuf ehli bu konuda şuurlandırılmalıdır.








hadisleri araştırmayın zayıf mı sahih mi diyor bunda ne var.her hadisten şüphe mi etsinler.araştırmak farz mı.ne kadar vakit alır bu.gerekli mi.farz mı vacip mi.hadislerin araştırılmasını emreden bir ayet hadis varmı.bu işi herkes yapabilir mi herkesin harcı mı bu.amerikayı yeniden keşfetmeye gerek yok.alimler zaten beyan etmişler.ayrıca bir sürü sapık görüşlü ilahiyatçı, tehlikeli ve ehli sünnet dışı siteler kitaplar var.adamın da ilmi yok.nasıl öğrenecek nerden öğrenecek, nasıl ayırt edecek.nasıl araştıracak.araştırınca ne olacak.en sahih hadisleri bile inkar eden adamlar siteler var.bunlardan mı araştıracak. şüpheci mi yaklaşsın herşeye.size cübbeliden malzeme çıkmaz bunu anlayın.
 
farkındayız Çevrimdışı

farkındayız

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
15 Kasım.
Birader sen şimdi inandığın şeyleri bize tebliğ mi ediyorsun.
Sen zannediyormusun ki yazdığın ( copy paste ) yaptığın ilk bikaç mesajından sonrasını okuyorlar bunlar diye.
Emin ol ki kimse senin bu yazdıklarına itibar etmiyor ve ciddiye almıyor.

Sana verilen cevaplar sadece sana doğruyu anlatmak, yanlışlıklarını ispat etmek için.
Emri bil Maruf , Nehyi Anl Münker.

Sen ne buraya yazdıklarınla bizelere birşey anlatabildin,
Ne de sana verilen cevapların herhangi birini okuyup üzerinde düşünerek sana söylenenleri anlamaya çalıştın.

Sen ancak, şeyhinin/ şeyhlerinin iddialarını (ve sapık yollarını ) buraya yapıştırıyorsun,
Forumda sana cevap verenler de sana Kuranı Kerim ile cevap vermeye çalışmak istiyor. Lakin sen kimseye ititbar etmiyorsun.

Sen şeyhinin kitaplarının izinde yürü,
Biz de Kuranı Kerim de bize bildirilen ve Hz Muhammed sav Örnekliğinde bir yol üzere yürüyelim.

Kuru kalabalıktan başka bişey değil bu yaptığın. Ayrıca zamanımızı boşa harcadığın için kul hakkına giriyorsun . Bilmiş ol
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
biz zaten laik devlet olduğunu inkar etmiyoruz İslam yönetimiyle yönetiliyor demiyoruz ama laik olması onu darulharp yapmıyor imamı azamdan nakledilen alimlerden nakledilenlere göre. amacımız burada cuma namazının farz olduğunu ispat etmek, farz olmadığını söyleyenlerin görüşlerinin yanlışlığını ortaya koymaktır.


türkiye önceden osmanlı ecdadımızın gazalarıyla İslam yurdu olmuştur.imamı şaafiye göre bir yer bir kere İslam yurdu olursa ebediyyen küfür yurduna dönmez.bir kere darüliİslam olduğu için ebediyyen küfür yurduna dönmez.
Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü'l-İslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü'l-Harb» değildir (2).


İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «Darü'l-Harb» değil, «Darü'l-İslâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «Darü'l-Harb» olması için, Müslümanların idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.


Hanefî mezhebinde, bir «Darü'l-Harb», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «Darül-İslâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Dar-ı İslamın, «Dar-ı Harb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A'zam Hazretleri'ne, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) aittir.


İmam-ı A'zam'a göre «Darü'l-İslâm»-ın «Darü'I-Harb»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Dar-ı îslâm»dır, «Darü'l-Harb» değildir.


1- İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darü'l-harb» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur


«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olmasına itibar eder'» (4). Yani, bu şartın tahakkuku için bir îslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şekilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimiyetinde bir noksanlık olursa orası «darü'l-harb» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesiyle orası «Darü'l-İslâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyar*da islâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar «Darü'l-İslâm »dır.»


İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine «Darü'l-İslâm»dır (5). Bezzaziye'de, «Pey*gamber Efendimiz (s.a.v.) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) islâm icraatına başlamasıyla o beldenin «Darü'l-İslâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir (6).


2- O diyar «Darü'l-Harb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «Darü'l-İslâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Darü'1-Harb» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam et*tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»


Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayr-i müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayr-i müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya’daki Müslüman köyler gibi.) Nite*kim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir îslâm devleti, her taraftan gayr-i muslim devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darü'l-Harb» olmaz.


3- İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i muslini azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.


Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm beldesinin kâfirlerin istilâsına uğraması halinde geçerlidir.


Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:


«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması müşriklerin hâkimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız olana değil de, asıl olana itibar ederler. Burada asıl olan ise, oranın «Darü'l-İslâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin orada kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «Darü'l-îslâm» hükmünde devam eder (7).


Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdüğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim.


Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafından işgal edilmiştir. Müslümanların hiçbir cihetle mal ve can güvenliği kalmamış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edilmiştir. Bu ülkenin hiçbir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur, îmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte tahakkuk ettiği için orası «Darü'l-Harb»dir.


İmameyn ise, «Darü'l-lslâm»m «Darü'l-Harb»e inkılâp etmesini «Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayr-i müslimlerin Müslümanlar üzerinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir îslâm beldesinin gayr-i müslimlerce tamamen istilâ edilmesine bağlıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâkimiyeti altında bulunduğu ve içerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edildiği için, îmameyn'e göre «Darü'1-Harb»dir. Şayet Batum'da herhangi bir islâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve Cuma namazlarının kılınması gibi) orası yine îmameyn'e göre, «Darü'l-Harb» olmaktan çıkar.


Şimdi îmam-ı A'zam'm öne sürdüğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığını inceleyelim :


Memleketimiz - lillâhilhamd -, asır*lardan beri «Diyar-ı îslâm»dır. Bu keyfiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edilmektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanunî bir engel yoktur. Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere «Diyanet İşleri Başkanlığı»nı kurmuştur. Vaazlar kürsülerden dinî telkin etmekte, islâm'ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kazalarda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur'an Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak varlığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerden, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, cemaat namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müslümanlar hac ve umre ibadetini yapabilmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in ve İslâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapılmaktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar evlâtlarına istediği ismi koyabilmekte, hatim duası, mevlit, sünnet düğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulması mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu binlerce Îmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetişmektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyonlarında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır


Bu hale göre, îmam-ı A'zam'm zik*rettiği birinci şart, yani «Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbiki şartı» Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Yine bu hale göre, İmameyn'in ileri sürdükleri şartlar da memleketimiz için geçerli değildir. Zaten İmameyn'in sözünü ettikleri birinci şart, İmam-ı A'zam'm birinci şartıyla aynıdır, îkinci şart olan «gayr-i müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine» gelince, Müslüman milletimiz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan'daki Müslümanlar gibi gayr-i müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin idarecileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.


İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü ikinci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sınırlarının büyük bir kısmı İslâm devletleriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şartla ilgili izahlarımızdan da kat'î anlaşılacağı üzere Türkiye'nin her tarafı, faraza, gayr-i müslim devletlerle de kuşatılsa Türkiye yine «Darü'l-Harb» olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, kendini müdafaa edecek güçtedir ve istiklâliyetini devam ettirmektedir.


Üçüncü şart da, memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayr-i müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, yetmiş milyon Müslümanın emin olarak yaşadığı bu memlekete «Dar-ı Harb» denilemiyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.


Elhasıl: Yukardaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A'zam Hazretle*rinin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Türkiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslümanların hükmettiği bir belde, (Rusya'nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Endülüs, Bulgaristan) kıyamete kadar «Darü'l-İslâm»dır.




Keza bir kimsenin dâru’l-harpte yaşıyor olması, Cuma ve Bayram namazlarını kılmasına da mâni değildir. Bu namazlar, kılma imkânı olan her yerde İslâm’ın şeâiri olarak kılınırlar. Nitekim Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor ki: Cuma meselesini sormak için Bahreyn’den Hz. Ömer’e (ra) mektup yazdık. O da cevaben: “Her nerede olursanız olunuz; Cuma’yı kılınız!” diye yazdı.”2 Keza, Zuhrî (ra) anlatmıştır ki: “Resûlullah (asm) Mus’ab bin Umeyr’i (ra) Medîne’ye Kur’ân öğretmek üzere gönderdiğinde, Mus’ab (ra) onlara Cuma namazını kıldırdı. Resûlullah (asm) gelmezden önce, Medine’de ilk Cuma namazını kıldıran Mus’ab (ra) oldu.”3 Keza Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) ilk Cuma namazını, hicret esnasında, Beni Salim Yurduna geldiklerinde kıldırmıştır. Bu vesileyle bu mescide “Cuma Mescidi” denmiştir. Binaenaleyh, dâr’ul-harp ve dâr’ul-İslâm ayrımına girmeden; Müslüman’lar imkân buldukları her yerde Cuma namazı kılmışlar; İslâm’ın emirlerini yaşamışlar ve İslam’ı tebliğ etmişlerdir.


Ülkemize gelince… Ülkemizde beş vakit ezanlar okunuyor. Toplum hemen her meselesinde İslâm inançlarını hakem kılıyor. Bir takım sıkıntılar yok değil. Fakat eşyanın tabiatı böyle değil mi? Dünya imtihan dünyası değil mi? Tarihte de birçok sıkıntıların yaşandığı dönemler olmuş. Sıkıntısız İslâm ülkesi neredeyse olmamış. Kimi zaman alabildiğine keyfî uygulamalar sürüp gitmiş. Sözgelişi İmam-ı Azam Ebu Hanife hapiste can vermiş. Ahmet bin Hanbel ömrünün çoğunu hapishanelerde geçirmiş. Ama hiçbirisi dönüp de ülkesine darü’l-harp dememiş. Bu çerçevede ülkemizde de problemler yok değil. Ama bu problemler ülkemizi bir gâvur ülkesi, ya da müçtehit imamların terminolojisiyle, bir darü’l-harp durumuna sokmaya yeterli problemlerden değildir. Bir takım sıkıntıların yaşanıyor olması ülkemizin bu konumunu değiştirmez.
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
mezhepleri kabul etmeyerek, mucizeleri kerametleri inkar ederek, Kur'anı aklımla anlarım diyerek, Kur'anı herkes anlayabilir diyerek, elçi Allahın rahmetine kavuştu önümüzde Kur'an var diyerek mi Kuranı Kerim de bildirilen ve Hz Muhammed sav Örnekliğinde bir yol üzere yürüyorsunuz.nasıl olabiliyor bu anlamış değilim.sizin ilminiz ne müfessir falanmısınız nasıl Kur'anla cevap veriyorsunuz bir ayetin mealini yazıyorsun al, bu buna delildir.yok ya nasıl delildir hangi müfessir söylemiş, hangi hadiste geçiyor.
okuma zahmetine katlanmadığın için ayetli hadisli ilmi cevap sana kuru kalabalık geliyordur.kim kimin zamanını harcıyor acaba. zamanı bırak insanların imanı itikadı harcanmasın Kur'anı herkes anlayabilir, Kur'ana bak orda yoksahadislere bak, mezhebe uyma, ölüler işitmez diyerek, sapıklığı doğru, doğruları sapıklık bilerek.
kim kimin şeyhi.birkaç laf öğrenmişsin gidiyorsun kusura bakma da.her mümin benim kardeşimdir tarikata falan bağlı değilim biz doğrunun doğru, yanlışın yanlış olduğunu ispat eden sayfalarca yazı yazıyoruz sizse bir iki ayet mealini keyfinize göre delil getirmekle yetiniyorsunuz eğer doğruysa ispat etsenize yok edemiyorsanız bari inat etmeyin.
itibar etmezsen ciddiye almazsan o seninle alakalı birşey.senin itikadın senin imanın.biz isteriz ki herkes doğru yola gelsin.ben bana verilen cevapları ookudum.okudum ki cevap verdim merak etme.ama sen okuyup düşündünmü acaba. kendin de söylüyorsun zaten itibar etmediğini.kendi verdiğiniz cevaplara bakın bir de benimkilere.hangisine itibar edilecek sizce.kafasına göre ayet meali getiriyor, kafir diye tekfir ediyor, mezhebi şunu bunu eleştiriyor buna mı, yoksa ayetlerden hadislerden alimlerin beyanlarından yazılanlara mı. ayet hadis diyoruz sürekli, hala şeyhinin kitapları diyor.zaten evet ehli sünnet itikadı ilmihal bilgileri kitaptan öğreniyoruz.hadisleri kitaptan öğreniyoruz.
ne yanlış ne doğru, kim neyi ispat ediyor, iddia kimin yazdığı, sapıklık kimin yaptığı insafla okusaydınız, görmek için okusaydınız
 
K Çevrimdışı

Kuşçu

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
İlim diyorsun, alim diyorsun, ancak dört mezheb imamı tarafından da yalanlanıyorsun. Savunduğun rabıtanın delillerini dört mezheb imamından hangisi getirmiş?
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
mezhepleri kabul ediyormuydun sen.eğer etmiyorsan şimdi ne oldu.ediyorsan mezhep imamından başka alim kabul etmiyormusun.rabıtaya Kur'an ve sünnetten hadisten de delil getiriyor adam.nasıl delil olduğunu da açıklıyor üstelik.bilmem okudunmu.yani bir ayet meali getirip bırakmıyor.rabıtaya şirk, yapanlara müşrik diyerek bu kadar veliyi mümini şirkle itham etme tehlikesi var bir de.bir Müslümana kafir diyenin durumunun ne olacağı malumdur.
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
bu arada, dört mezheb imamı tarafından da yalanlanıyorsun demişsin.neye dayanarak söylüyorsun bunu, dört mezheb imamından hangisi rabıtanın şirk olduğunu söylemiş şirk olduğuna deliller getirmiş.sen bunu söyleyebilecek misin?
 
K Çevrimdışı

Kuşçu

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
Asıl hangisinin kitabında rabıta var ki sen rabıtaya sarılmışsın?
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
rabıta tasavvufla ilgili birşeydir. mezhep imamları deyince fıkıhtan bahsediyoruz ve doğal olarak onların kitapları da fıkıh eksenlidir.bu yüzden kitaplarında rabıta konusu olmaması doğaldır.bu mantıkla düşünecek olursak birçok şeyi inkar mı edeceğiz o zaman onların kitaplarında olmayan.
 
aknczlfkr Çevrimdışı

aknczlfkr

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Bak kardeş, biz sen gibi kes yapıştır yapmıyoruz ve anladığım kadarıyla vaktin de bol, buralarda bir misyonerlik içindesin, bizim öyle çok vaktimiz yok bir, ikincisi kes yapıştır değil oturup kendi çalışmalarımızdan yapıştırdık buraya. Bahsettiğimiz şeyler "Hanefi Ulema'dan Seçmeler" akıncı ağabeyin -ki tarihçidir aynı zamanda-, kısa bir çalışmasıdır, kaynak-sayfa istemişsin, sana tek bir sözün kaynağını vererek başlayacağım.. Arkası gelir ama vakit elverirse...

ŞEYHİ OLMAYANIN ŞEYHİ ŞEYTANDIR SÖZÜNÜN UYDURUK BİR KELAM OLDUĞU, VE BUNU SÖYLEYENLERİN, İSTERSE KENDİLERİ TARİKAT EHLİ DEĞİL DE ŞERİAT EHLİ OLSALAR, VEYA ŞERİATA MUVAFIK BİR TARİKAT ŞEYHİNİ KAST EDEREK DESELER DAHİ; "KAFİR" OLACAKLARI

OSMANLI HİLAFETİ'NİN KUDÜS-Ü ŞERİF MEVLEVİYETİ PAYELİ KADISI SEYYİD EBUL BEKA EL KEFEVİ RAHİMEHULLAH'IN (HALİFE SULTAN 4. MEHMED DEVRİ 1660'LARDA YAŞAMIŞTIR) "TUHFET-ÜŞ-ŞAHAN ADLI MEŞHUR FETAVA KİTABINDA GEÇER. ESERİN OSMANLI DEVRİ BASKISI AKINCI'DADIR ŞU AN ULAŞAMIYORUM AMA, OSMANLICAN OLDUĞUNU BİLDİRİRSEN, SORUP SAYFA NUMARASINI DA VERMEME DEĞERSİN..



İZAH: MEVLLEVİYET PAYESİ NE DEMEK? BİLDİK TARİKAT OLAN MEVLEVİLİKLE ALAKASI OLMAYIP HATTA ONLARDAN NEFRET EDEN MEDRESE EKOLÜNÜN BİR ÜNVANIDIR. BU BİR ÜNVANDIR, İLMİ HİYERARŞİDE "KUDÜS MEVLEVİYETİ" DEMEK, ŞEYHÜLİSLAM VE KAZASKERLER VE HAREMEYN KADILARININ BİR ALTI OLAN YÜKSEK RÜTBELİ KADI VE MÜFTÜLER İÇİNDİR. SANCAK KAZA KADILARI GİBİ ÇOK OLMAZLAR SAYILIDIRLAR, GENELDE DE KUDÜS-FİLİBE-EDİRNE-BURSA VS SAYILI ŞEHİRLERE NİSBET EDİLİR. BİR ADAM HİÇ KUDÜS'E GİTMEMİŞ BİLE OLSA KUDÜS MEVLEVİYETİ KADISI "PAYESİ" İLE BİR BAŞKA EYALETTE VEYA MERKEZDE GÖREV YAPABİLİRDİ.. BU BİR ÜNVAN, DEDİĞİM GİBİ..

GEÇENLERDE EBU ZERKA'NIN BİR SOHBETİNDE DE RASTLAMIŞTIM KEFEVİ HAZRETLERİNİN "EL KÜLLİYAT" INDAN BİR DELİL GETİRİYORDU YANLIŞ HATIRLAMIYORSAM.. ONA DA TEMAS EDEYİM, "EL KÜLLİYAT" BİR TÜR İSLAMİ TERİMLER SÖZLÜĞÜ OLUP TÜRÜNDE BİR ŞAH ESERDİR VE ÜMMETİN TÜM SÜNNİ MEZHEB ULEMASININ EL KİTABI GİBİDİR.. BAŞKA DA ESERLERİ VARDIR.. RAHMETULLAHİ ALEYH..

Verdiğim eserde böyle bir kelamın geçmediğini isbat edersen, diğer sözlerin de tek tek kaynağını ve yerlerini vermeme değeceksin.. Hadi şimdilik başka kapıya... Ama unutma, buralardayız.. Vaktimiz olmasa da sendeki kadar, Söyleyecek sözümüz var daha..
 
Hilafet Sancağı Çevrimdışı

Hilafet Sancağı

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
Allah razı olsun senden levent kadızade kardeş.Senin sayende Osmanlı İslami devletini iyice tanıma ve anlama fırsatımız oluyor.Eklediğin yazıları beğenerek okuyorum.Pekçok şey öğrendim.
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
ehli sünnet itikadını savunmak, batıl görüşlere reddiyeyi misyonerlik olarak algılıyorsan ne diyebilirim bilemedim.
Hanefi'ye göre Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözü uydurmadır, ve bu sözü söyleyen
kafir olur (Kefevi)
yazmışsın ve kefeviyi kaynak vermişsin ama halbuki yukarıda yazdığın;
Şeyhlerin ruhları anıldığı yere gelir
diye inanmak kafirliktir
ölüler işitmezler
Hanefi'ye göre ölüye okunan Kuran'ın sevabı, meyyit Müslüman olarak öldü
ise onun sevab hanesine yazılır, ama mezarlıklarda kabir başında okunması bidattir, mescidde evde vs okunmalıdır
şu anda bu ülkede İslam Şeriatı ile hükmedilmediği için sahih Cuma namazı olmuyor
işte bu görüşlere de kaynak olarak kefeviyi yazmışsın halbuki bu görüşlerin tersini ve hanefide nasıl olduğunu delilleriyle yazdım.sanırım cevabın olmadığı için bunlara değinmedin.
peki kefeviden yazdığın bu görüşlerin tersi ispat edilmişken şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözünün küfür olduğunu nasıl söylüyorsun.kefeviden başka kaynak da verememişsin.kefeviden naklettiğin diğer görüşleri de gördük zaten.cevabını da verdik
onların tersinin doğruluğu çok detaylı ispat edildi görmek isteyene okuyana fakat mesela örnek olarak şunu söylemek istiyorum
şu anda bu ülkede İslam Şeriatı ile hükmedilmediği için sahih Cuma namazı olmuyor
demişsin bir sürü kaynaklar yazmışsın kefeviyi de yazmışsın halbuki imamı azama göre 3 şart meselesi var ve o 3 şarta göre türkiye darulharp değil ve cuma namazı oluyor. oluyor ve farz. hanefinin imamı kurucusu böyle diyorken kallk
benim ilmi malumatım pek yok evet ama yazdıklarının birçoğunun hiç tutulur tarafı varmı ayetli hadisli sayfalarca cevap verildi ispat edildiği halde bu ısrar neden.ayetleri hadisleri inkar pahasına
kitapta nasıl geçiyor mesela, âlûsi ne diyor bu konularda falan yazabilirmisin.bilmiyorum.
ben kes yapıştır yapıyorsam bunları da bir yazan var elbet onlar elleriyle yazmış. geceleri uyumayan adamlar var 5 dk lık uykularla yaşayanlar var ehli sünneti müdafaa uğruna.ama gel gör ki bunlar tekfir ediliyor, sapık görülüyor.yazıktır
bizim de söyleyecek sözümüz çoktur.hak kıyamete kadar devam edecektir. diğerlerine cevap verememişsin eğer bizim söylediklerimiz yanlışsa hani nerde. ölüler işitmez, şeyhin ruhu hazır olur kafirliktir mezar başında Kur'an okunmaz dedin kefeviyi kaynak verdin, ona cevap verildi şeyhi olmayanın... sözünü konuşuyorsunuz
şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözü hadis değildir bu bilinen birşeydir. bir rivayet cüneydi Bağdadinin sözüdür. diğer bir rivayete göre de Beyazid-i Bestami hazretlerinin sözüdür.
Evliyaullahın büyük sözüdür.İmamı gazalide de geçer.kendisi huccetul İslamdır.kaynakları vardır yani.araştırabilirsiniz. isterseniz diğer kaynakları araştırıp belirtebilirim de. şimdi size göre imamı gazaliler, beyazidi bestamiler, Cüneydi bağdadiler hep kafir mi oluyor.sizin şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözü başka nerede geçiyor.oysa bu söz birçok yerde geçiyor imamı Gazali, beyazidi bestami başta olmak üzere.bunlar bilmiyorlar mıydı
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Allah için banlayın şu gulat kafiri,bütün konuyu şirklerle doldurmuş










"Bir adam din kardeşine, ey kâfir derse, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylenildiği gibi ise söz doğrudur; yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz söyleyene geri döner." Buhârî, Edeb 73; Müslim, Îmân 111. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 16.


"Kim bir adamı ey kâfir diye çağırır veya ona ey Allah'ın düşmanı derse, o adam da böyle değilse, bu söz, söyleyenin kendisine döner." Buhârî, Edeb 44; Müslim, Îmân 112.
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözünü inkar edenlere cevap!:
Şeyhi olmayanın şeyhi şeytan mıdır? Nureddin Yıldız'a cevap-1 - Dailymotion video


bu sözü öteden beri söyleyen tüm müminleri, velileri tekfir ne kötü bir şeydir!


“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” diye bir hadis mevcut değildir. Bu ifade ileriden beri duyulan ve söylenegelen bir sözdür; Şayet ifadede yer alan “şeyh”, mürşit, rehber ve kılavuz olarak düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılabilir. Bir Müslümanın gerçek mürşid ve rehberi Kur’ân-ı Kerim ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Bir Müslüman bu iki mukaddesi kendisine rehber alıp kılavuz edinirse sırat-ı müstakimi bulmuş, kendisine doğru bir yol çizmiş olur.


Zaten bunları rehber almayan insanın olsa olsa rehberi ve yol göstericisi şeytandır. Çünkü, kâinatta iyi ve kötülerin temsilcisi vardır. Üçüncü bir yol yoktur. Bir insanın rehberi, ya iyi ve iyilerin temsilcisi olan Peygamber Efendimizdir, ya da kötü ve kötülüklerin temsilcisi olan şeytan ve onun fahrî yardımcılarıdır.


Bununla birlikte başta sahabiler olmak üzere müçtehidler, veliler İslâm ulemâsı da insanlara hak ve hakikatı gösteren, doğru yolu işaret eden rehber ve kılavuzlardır. Bunlar zaten ilim ve irfanlarını Kur’ân’dan, Peygamberden (a.s.m.) almaktadırlar. Ve birçokları yüzlerce, binlerce insanın hidâyete ermesine vesile olmuş, hizmet etmiş, dünya ve âhiret saadetine ermesine yardımda bulunmuşlardır.


Meselâ İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfii, İmam-ı Gazâlî, Abdülkadir Gaylânî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşıbend, Mevlâna bu mürşid ve rehber şahsiyetlerden bir kısmıdır. Bu mübarek zatların hayatları, hizmetleri incelenirse, büyüklükleri ve İslâm tarihindeki yeri kolayca görülecektir.


Evet, bir Müslüman bu zatların sözlerini, kitaplarını, hal ve hareketlerini, devam etmiş oldukları zikir ve evradı okuyabilir, taklid edebilir ve böylece İslâmî yaşayışını zenginleştirip nurlandırabilir. Böylece bu zatlar insana mürşid olur, rehber olur.


Bu zatları kötü gören, bir peygamber mirasçısı oldukları için imkân nisbetinde taklid etmeyen, tanımayanların da olsa olsa yol göstericisi şeytan ve kötü kimseler olur. Çünkü, bir Müslüman onları Kur’ân’a ve Peygambere uydukları için sevmekte, kitaplarını okumakta, istifâdeye çalışmaktadır.




(Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)






“Şeyhi Olmayanın Şeyhi Şeytandır” sözü büyük veli Bayezid-i Bestami hazretlerine ait olduğu rivayet edilmekle birlikte Evliyalar Ansiklopedisi’ne göre bu söz Cüneydi Bağdadi Hazretlerine aittir. . Ayrıca şunu da belirtelim ki, bu tür kıssalar da sözün ve kıssanın hangi veliye ait olduğu ve kaynağının sağlamlığı söz konusu değil, verilmek istenen mesaj daha önemlidir.


Bu söz umumi Müslümanlara değil, hususi olarak Tasavvuf yolunda süluk(manevi ilerleme) yapan kimselere atfen rehbersiz yola girmenin tehlikelerini anlatmak için söylenmiş bir sözdür.
Şeyhi Olmayanın Şeyhi Şeytan mıdır? | İslam Dergisi






"Şeyhi Olmayanın Şeyhi Şeytandır!" Sözü





Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- ve Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi birçok şeriat ve tarikat büyüklerinin eserlerinde:


"Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır."


Sözü sık sık ifade ve beyan buyurulmuş ve bunun mânâsının doğruluğu pek çok Âyet-i kerime ile sabit olmuştur:


"Ey Âdemoğulları! Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyiniz!' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60)


Demek ki şeytan, kendini müdafaadan âciz bir mümine âmirlik sıfatı takınarak ve fâsit fikirlerini onun gönlüne düşürerek Allah-u Teâlâ'ya itaattan alıkoymak hususlarını kendisi için mühim bir vazife edinmiş ve tesirini de müşâhede etmiştir.


Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde Hannâs'tan kendisine sığınılmasını emir buyurmaktadır. Hannâs, şeytandır. Bu şeytan müminleri gözetmekte ve kalbin zikirle meşgul olduğunu anlayınca geri çekilip savuşmakta olduğu gibi, zikirden gâfil bulunanların gönlüne de bozucu vesveseler atmaktadır.


Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:


"Şeytan insanoğlunun kalbine nüfuz etmek için istilâ eder. Lâkin kalp Cenâb-ı Allah'ı zikredince ümitsiz olarak geri çekilir. Unutursa istilâ eder." (Nevâdir-ül usûl)


Zikrullah şeytanı uzaklaştırır, kişiye Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazandırır.


İşte bunun içindir ki dünyada iken bir Tarikat-ı aliye'ye intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihyâ eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.


"Zikrullah kalplerin şifâsıdır." (Münâvî)


Hadis-i şerif'i mucibince, Allah-u Teâlâ'yı çok zikretmek gerekmektedir.


Zikrullah ile; kalp, ruh, sır, hâfâ, ahfâ odaları nefsin işgalinden kurtulur. En son nefs-i kül odası da kurtarılırsa, hâkimiyet ruhun eline geçer, letâif ampulleri yanar, kişi bütün kötülüklerden pişmanlık duyar, bir daha yapmadığı gibi düşünmekten de sıyrılır.


Artık o kişi ahlâk-ı zemimeden arınmış, hayvânî sıfatlardan kurtulmuş olur. Kemâl yollarını bulur. Bütün uzuvları ahkâm çerçevesinde hareket etmeye başlar.




Müzekki'n-Nüfus kitabında der ki:




“Kimin şeyhi yok ise dini tamam değildir. Kimin şeyhi yok ise onun şeyhi şeytandır.”[1]


“Şeyhi olmayanın Şeyhi şeytandır” sözüne itiraz edenlere:


Bu söz Müzekki'n-Nüfus kitabını yazan Eşrefoğlu Rûmî Hz.'ne aittir. (İmam-ı Şa'rani'nin Uhudü'l-Kübra isimli kitabında da yazılıdır.) Bizim bastırdığımız “Cevahirü'l-İslâm” kitabında Bilâl Babamın Müzekki'n-Nüfus kitabında “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” yazısını görüp, şeyh aradığını yazmıştık. Buna karşı “Şeyhi olmayanın şeyhi nasıl şeytan olabilir.” diye bazı din adamları itiraz edip “Asla böyle birşey olamaz.” diye bizi yalanlamaya kalkıştılar.
Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözü Bilâl Babama veya bana aitmiş gibi her yerden sorular ve tepkiler geliyor. Bunun için ben de Eşrefoğlu Rumî Hz.'nin hakkında bu bilgileri verip onun yüksek bir zât olduğunu, yanılmayacağını, savunacağım. Aksini iddia edenlerin yanılacağını anlatmak için aşağıdaki açıklamayı yapıyorum.




(Aşağıdaki yazı Eşrefoğlu Rumî Hz.'nin Salah bilici yayın evinin bastırdığı Müzekki-n-Nüfus isimli eserin s.7-9 ve 417-420 arasından alınmıştır.)




Müzekki-n-Nüfus müellifi Eşrefoğlu Rumî kuddise sirrah-us-sâni Hz.'nin hal tercemeleri:


Memleketimizde (Eşrefoğlu Rumî) (Eşref Zade) (Eşref Rumî) olarak tanınan ve anılan müşârün ileyhin asıl adı, eserinin 25. sayfasında Abdullah bin Muhammed-il Mısrî-i Rumî-i Kâdirî ve 358. sayfada da Şeyh Abdullah bin Eşref bin Muhammed-il-Mısrî olarak açıklanmaktadır.


Tasavvuf âleminde Eşref Zade Şeyh Abdullah-il-Rumî künyesi ile şöhret bulan ve Kadiri tarikatının Piri-Sâni'si (İkinci Pir'i) addolunan Eşrefoğlu Rumî (Kuddise Sırrah-us-sâni) Hz. Mısır'dan Türkiye'ye hicret ederek Bursa'nın kuzey doğusunda kâin İznik Kasabasında yerleşen Muhammed adında bir zâtın torunudur. Babasının adı Eşref'tir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kendisine Rûmi denilmesinin sebebi de şudur:


Bilindiği gibi Doğu Roma'nın hudutları içinde oturanlara Romalı denilirdi. Bu kelime arapçada Rûmi olarak ifade ediliyordu. Sonradan Bizans İmparatorluğunu yıkarak bu ülkeye sahip olan Osmanlı hükümdarlarına Rum padişahı, ülkeye Diyâr-ı Rum ve Anadolu Türklerine de Rûmi demek adet oldu. Nitekim Hz. Mevlâna'ya Mevlâna Celâleddin-i Rumî denildiği gibi; İstanbul'da Cihangirden Tophane'ye inen Kadiriler yokuşundaki Kadirhane'de türbesi bulunan İsmail Rûmi Hz. de bu nam ile anılmaktadır. Eşrefoğlu Rumî Hz. gayet ciddi bir tahsil görmüştür. İlk tahsilini İznik'te tamamladıktan sonra Bursa'ya giderek Çelebi Sultan Mehmed Han Medresesinde tahsiline devam etmiş, Dânişmend (Sahn medreselerinde oda sahibi talebe) olarak girdiği bu medreseden Mu'id (müderris, öğretmen yardımcısı) olarak çıkmış ve daha birçok medreselerde ders vermeye başlamıştır.


Bu arada Bursa'da Ehlullah'tan Abdal Muhammed adında bir Veli (Evliya) ile tanışmış ve bu zâtın telkinleri ile zahir ilminin kâfi olmadığını anlayarak tasavvuf yoluna girmiş ve bu yolda nasibini aramaya başlamıştır.




[1]- Müzekki'n-Nüfus, s.419; El-Uhûdü'l Kübra, (İmâm-ı Şa'râni), s.994.


Cevahirül İslam - Şeyhi Olmayanın Şeyhi Şeytandır
 

Benzer konular

Üst