Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Dar’ul - Harb ve Dar’ul - İslam (Kitab)

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
20- TÜRKİYE GİBİ DAR'UL-HARB OLAN ÜLKELERDE CUMUA NAMAZI KILINMASI HAKKINDA SORULAR

b-287965-guneydogu_asyanin_en_buyuk_camii_olan_endonezyanin_istiklal_camisinde_cuma_namazi.jpg


Türkiye’de Cumua namazı hususunu konuşmak için Darul islam ve darul harb kavramlarını iyice bilmek gerekir. bunun için Dar'ul-harb ve Dar'ul-İslam başlıklı yazıya muracat edebilirsiniz .


Cumua namazı "kılınır mı, kılınmaz mı" tartışmasında iki boyut vardır. Kılınır diyenler, kılınmaz diyenler...
"Her ne hal-û kârda olursa olsun Kılınır" diyenlerin iddiaları ilmîlikten öte duygusallığa dayanmakta, kılınmaz diyenler ise işi İslam’i kaynaklara dayandırmaktır.
Her zaman şunu duyarsınız:
"Cumua Allah’ın apaçık bir emridir her yerde, her şartta kılınmalıdır."

“Şimdi ben burada Cumua’yı kılacağım , Allah’ta bana neden Türkiye’de Cumua namazı kıldın mı diyecek ?"
Evet işte böylesine basit ve trajik ifadelerle olaya yaklaşan müslüman kardeşlerimiz (!) maalesef hayatlarını bu şekilde ciddiyetsiz devam ettirdikleri müddetçe yaralarımız derman bulmayacaktır.
Gelelim bu meseleye ilmi cevab verenlere.
Onlardan birisi Nun yayınlarından çıkan Prof. Dr. Faruk Beşer'in "Fıkıh penceresinden Fetvalarla Çağdaş Hayat" adlı kitabıdır.
Şimdi dilerseniz o kitabda Cumua namazının incelendiği bölümün sonuç kısmını okuyalım ve onların yorumlarına kendimiz cevab vererekten meseleye bir çözüm bulalım...

(Fetvalarla Çağdaş Hayat-Doç. Dr. Faruk Beşer / Nun yayınları syf: 122-123 İstanbul)

SORU 1 - Cuma kılma imkanı bulunan her yerde mutlaka kılınması gereken şiar bir ibadettir.

CEVAP 1- Öncelikle şunu bilmek gerekir ki, Cumua namazı kılınmaz diyenler onu kılmayın demiyor kendi aralarında harb emirlerini tayin eden müslümanlar bu emirin denetim ve musadesinde cuma namazlarını ruhsâten eda edebilirler bu sebeble "Cumua namazı her zaman her yerde kılınmalıdır" sözü doğrudur, ve itiraz eden de yok ama Cumua belirli şartlarla sabit bir namazın şartlar tahakkuk etmemesi durumunda kılınmaması gerektir. Aksi halde bu amel islami hükümlerle alay etmek gibi bir mana kazanır.

SORU 2- Cuma kılmama fikrini yaymaya çalışanların delilleri çelişkili ve zayıftır. Bu fikri benimseyenler iyi niyetli de olsalar, başlatıkları hareket yanlış, tehlikeli, gençleri camilerden koparıp kahvelere yaklaştıracak bir anlayıştır.

CEVAP 2 - Faruk Beşer'in burada bahsettiği Cumua namazı ile ilgili rivayet edilen şu hadistir.
Cabir bin Abdullah (r.anh)'den rivayete göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle demiştir:
"Ey insanlar biliniz ki şu yerimde, şu ayımda, şu günümde, ve bu yıldan itibaren, kıyamete dek, Allah cumayı üzerinize farz kılmıştır. Artık kim onu benim zamanımda yada benden sonra adil ya da zalim bir imamı varken, hafife alarak ya da inkar ederek terk ederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin, işinde bereket kılmasın. Dikkat edin, Onun ne namazı vardır, ne haccı, ne orucu, ne bir iyiliği vardır. Tevbe etmedikçe bunlardan hiç biri kabul edilmez."
(Sunen-i İbn Mace, C. 1, Cumua namazı, bab 78, Hadis No : 1081, Sf. 337, Konya Yayıncılık ; Sunen-i İbn-i Mace - İst: 1401 Çağrı Yay. C: 1, Sf: 343 Had. No: 1081. Ayrıca Abdi'l Latifi'z Zebidi - Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi ve şerhi - Ank: ty (4 bsm) Diyanet Yay. C: 3, Sf: 47 vd.)

Hanefi Fûkahası bu Hadis-i Şerif'te geçen "Ve lehû imamûn adilûn ev cairûn" hükmünü esas alarak: "Cumua Namazı'nın edâsı için ûlû'lemr'in izni şarttır" hükmünde ittifak etmiştir.

(Şeyh Nizamuddin ve bir heyet - A.g.e. C: 1, Sh: 145. Ayrıca İmam-ı Merginani - A.g.e C: 1, Sh: 884, İbn-i Humam - Fethû'l Kadir - Beyrut: 1315 C: 1, Sh: 411-412.)

Abdullah İbn-i Mesûd (r.anh) ve İbn-i Abbas (r.anhuma)'dan rivayet edildiğine göre;
Rasûlu Ekram (s.a.v.): "Dört şey ûlû'lemr'in hakkıdır. Hadd cezalarını tatbik etmek, ganimetleri mucâhidler arasında taksim etmek, Cumua Namazını kıldırmak ve zekatı toplamak" hükmünü beyan buyurmuştur.

(Siracuddin Ebû Hafs Ömer El Gaznevi - El Gurretu'l Munife - Kahire: 1950 Sh: 168 vd. Ayrıca İbn-i Humam - Fethû'l Kadir - Beyrut: 1316 C: 4, Sh: 129.)

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafıdan yayımlanan "Sahih-i Buhari muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi" isimli eserde:
"İmam-ı Azam Ebû Hanife'nin kavline göre devletin (Ulû'lemr'in) izni olmadıkça, Cumua Namazı sahih olmaz. İmam-ı Malik ve Şafii ve Ahmed'e göre izinsiz kılmamak mustehab ise de, kılmakta sıhhate mani bir şey yoktur. Mâruf olduğuna göre eimme-i selâsenin kavli budur. Lakin İmam-ı Ahmed'den mervi diğer bir kavle göre müşarünileyhin Ebû Hanife'ye muvafık olduğunu Ayni iddia ettiği gibi, İmam-ı Malik'in de; "Devletin izni olmaksızın biri Cumua'yı kıldırsa elvermez" dediğini ve İmam-ı Şafii'nin kavl-i kadimine göre: "Ancak devletin veya onun me'zun (izinli) kıldığı kimsenin ardında Cumua sahih olabilir" diyor.

Devlet'in (Yani Ulû'lemr'in :"Devlet" ile "Ulû'lemr" kavramları arasında mahiyet farkı vardır. Şöyle ki;"Ulû'lemr"; Kur'an-ı Kerim'de ve Rasûl-u Ekram'in sünnetinde yer alan bir kavramdır. "Devlet"de arabca bir kelime olduğu halde aynı manada kullanılmamıştır.) ummet üzerine velayet-i ammesi vardır. İzinsiz Cumua kılınmaz diyenlerin hucceti İbn-i Mace'de, Cabir (r. anh)'den mervi hutbe-i nebeviyyedir ki, onu Bezzar'da Sahabe-i Muşarun-ileyh'ten rivayet ettiği gibi, Taberani'de "Evsat'ında" o mealde İbn-i Ömer (radiyallahu Anhûma)'dan rivayet etmiştir"
(Abdi'l Latifi'z Zebidi - Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve şerhi - Ank ty (4 bsm) Diyanet Yay. C: 3, Sh: 47 vd.) hükmü kayıtlıdır.
Allahû Teâla (c.c.)'nın indirdiği hükümleri çirkin görüp, kendi heva ve heveslerinden hükümler icad eden siyasi güçler; mûminlerin "Ulû'lemr'i" olamaz. Zira mûminlere, Allahû Teâla (c.c.) ancak kendilerinden olan bir ûlû'lemr'e itaatı vâcib kılmıştır.
(İbn-i Kesir - Tefsirû'l Kur'an'il Azim - Beyrut: 1969 C: 1, Sh: 518-519.)

Ayrıca "Kafirlerin, mûminler üzerinde velâyet hakkı olamıyacağı" da kat'idir.

(İmam-ı Merginani - El Hidaye şerhû Bidayetu'l Mubtedi - Kahire: 1965 C:1 Sh: 199)
Mûminler; kafirlerin veya murtedlerin istilasına uğrarsa; kendi içlerinden emir, kâdı ve Cumua imamı seçebilirler.
(İbn-i Nuceym - El Bahrû'r Raik - Kahire: 1311 C: 6, Sh: 298 vd. Ayrıca İbn-i Humam - Fethû'l Kadir - Beyrut: 1317 C: 6, Sh: 365.)
Bu şekilde Cum'a Namazını edâ etmeleri ruhsaten caizdir. "Esaret'i" kırıp, Allahû Teâla (c.c.)'nın indirdiği hükümlerle hükmedilinceye kadar cihad etmeleri "Farz-ı Ayn" olur. Eğer mustevliler; mûminler üzerine, küfür ahkamı ile hükmedecek bir amir tayin etmeye gayret ederlerse, velev ki tayin ettikleri kimse "Ben de müslümanlardanım" dese dahi geçerli olmaz. Zira küfür ahkamı ile hükmetme hakkı hiç kimseye tanınmamıştır.

Şimdi "Türkiye'de Cumua Namazı'nın edâsı için Ulû'lemr'in izni mevcut mudur ?" sualine cevab arayalım:

Hilafetin ilgası sırasında, Birinci Büyük Millet Meclisinde Cumua Namazı konusu tartışılmıştır.
Seyyid Bey, bu konu ile ilgili bir kitap kaleme almıştır. Bu kitapta; hilafetin Ali (r.anh)'den sonra krallığa dönüştüğü tezi ileri sürülmektedir.
Bu tartışmalar; 16 Şubat 1933 yılında Mustafa Kemal'in emri ile; izin talebinde bulunan bütün cemaatlere (köy veya şehir) izin verileceğinin tamim edilmesi üzerine kesilmiştir. Şu anda milyonlarca Cumua cemaati; Mustafa Kemal'in izni ve onu tâkib eden yönetimlerin tasvibi ile toplanmaktadır.
(Bazı çevreler ısrarla Mustafa Kemal'in "Hilafeti ilga ettiği ve şer'i kanunları yürürlükten kaldırdığı için" İslâm'a inanmadığını savunmaktadırlar. Ancak aynı çevreler 16 Şubat 1933 tarihinde Mustafa Kemal'in emri ile verilen izinle Cumua Namazlarını edâ etmektedirler. Firaset sahibi her mûmin kabul eder ki; bu çevrelerin iddiaları ile amelleri arasında korkunç bir tezat vardır. İşin ilginç yönü bu kimseler tezatlarını yaygaralarıyla bastırma gayretindedirler)
(Yusuf Kerimoğlu / Emanet ve ehliyet)

SORU 3 - Munferid hadiseler dışında Cuma namazının kılınmadığı hiç olmamıştır...

CEVAP 3- Bu sözle Dr. Beşer büyük bir ayıbı sergilemiş ve Rasulullah'ın dahi Mekke’de Cumua namazını kılmadığını ama bu zaman diliminde Medine'de Musab b. Umeyr Medine’li müslümanlara Namaz kıldırıyordu...
(Gurer ve durer/Molla Husrev Eser neşriyat Cuma bölümü) Yazar bu gerçeği maalesef görmezden geliyorç

SORU 4 - Rasulullah'ın hadisleriyle kendilerine Cumuanın farz olmadığını bildiren zümreler içerisinde, sultanı bulunmayan diye bir zümre yoktur.

CEVAP 4 -Yazarın kendi kitabının metninde dahi geçen -adil ya da zalim bir imamı olduğu halde- ibaresini yok diye nitelemesi gerçekten ilginç bir tavırdır.
(Fetvalarla çağdaş hayat/ syf: 111 34 nolu dipnotta hadisin metni geçmektedir.)

SORU 5 - Cuma namazı kılmayanları acı azab ve cezalarla tekdir eden hadisi şerifler mutlaktır.

CEVAP 5 - Cumua namazını inkar ederek ya da hafife alarak kılmayanlar için söylenmiş hadisleri Allah’ın hududlarını gözetenlere çevirerek nassları hırsız feneri gibi kullanıp istediği tarafı aydınlatmak ve halkın Allah korkusunu provoke edip insanları hakikatlerden uzaklaştırmak gayet yanlış bir tavırdır.
Unutulmamalıdır ki Cumua'yı terkedenler (Kılacak muvahhid bir imam bulamıyor veya cemaat olamıyor ise) kafadan değil bir fetvaya binaen terk etmektedirler... Meşhur olan kavilde imamın hatasına bir isabetine iki ecir vardır. Fetvayla ve teville yola çıkanlar asıl manadan sapmadıkça doğru yoldadırlar...

SORU 6 - Aksi fikirde tutundukları hadis, hem kendi içinde, hem de bu fikirle çelişki halindedir. Senedi dolayısıyla zayıftır. Ayrıca "ibaresi" ile cumanın "imamı" yokken kılınmayacağı değil terk edilmesinin tehlikesi anlatılmaktadır.

CEVAP 6 - Muctehid alimlerce delil kabul edilmiş ve ondan hükümler çıkarılmış böyle bir hadisin zayıf ilan edilmesi Beşer'in ve akabinde gidenlerin haddine değildir. Ama insanların en cesuru muhakkak ki en çok cahil olanlarıdır.
Hadis belki Beşer'e ulaşan senediyle zayıftır ama sahih kabul eden muctehid alimlerimiz kaynak edindiklerine göre onlar sağlam bir yönünü biliyorlardır. Bunun aksini kabul etmek ulemayı zann altında bırakmaktır. Onlara fetva verirken mesnedsiz konuşuyorlardı demek herhalde pek doğru bir davranış değildir ki Cumua namazının edasının şartları başlıklı olan her ilmihalin içerisinde birinci şart sultanın iznidir.

SORU 7- Cumayı emreden ayet ibaresi ile cumanın mutlak anlamda kılınmasına çağırmakta, söz konusu hadiste ise işaretiyle imamdan söz edilmektedir. İbare ile işaretin tearuzunda ibareye itibar edileceği, önemli bir usul kaidesidir

CEVAP 7 -Eğer işin o yönüne bakarsak şöyle demek icâb eder o hadiste de kadınlara ve kölelere, hastalara ve dahi yolculara istisna tanınmıştır aslında onlar da kılmalıdır.

SORU 8 – Türkiye’den başka hiç bir ülkede böyle bir fikir ortaya atılmamış ve böyle bir yönteme baş vurulmamıştır.

CEVAP 8 - Yazarın İslam alemini ve dünya üzerindeki İslami hareketleri pek iyi tâkib etmediği her halinden belli oluyor...

SORU 9- Bu konuda söyleneceklerin tamamına yakın bir çoğunluğu, onlarca sahih nassa karşı bir zayıf nassa dayanan ictihadlar üzerinde, nass gibi yapılmış spekülasyonlardır.

CEVAP 9- İkinci şıkta verdiğimiz Yusuf Kerimoğlu’nun ilmihalinden aldığımız metin hangi sahih senedlere dayanıldığının resmidir... Üstelik biz illa kılmayalım ya da kesinlikle kılınmaz demiyoruz. Belli şartları oluşturarak iyileştirerek kılabileceğimizi söylüyoruz. Detaylı bilgi için önceki Dar’ul Harb fıkhı adlı bölümlere bakınız.

SORU 10 - Cumadan bahseden bir kitab yazan Suyuti böyle bir şeyden bahsetmemiştir.

CEVAP 10 - İmam Suyûti kitabında Cumua'nın faziletlerinden bahsetmiştir.

SORU 11 - Dolayısı ile Cumua'nın farzıyyeti, mükelleflerin hiç bir zaman üzerinden kalkmaz. Bu konuda sultanı şart koşmayanların sözüyle amel edilmelidir. Sonra madem cuma namazı bir devlet namazıdır, devletin mezhebi olmayacağına göre, bu mezhebte ısrar etmenin bir anlamı yoktur.

CEVAP 11- Biz islâmi olup da mezhebsiz olan bir devletten değil, bilakis Allah’ın şeriatını ilga etmiş, hilafeti kaldırmış ve yerine batılı kanun ve sistemleri yerleştirmiş bir devletten bahsetmekteyiz. Yazar bu hususa zaten hiç el atmamış. Bundan sonra da bi iznillah el atamayacaktır...

SORU 12 - Söz konusu hadiste imamı olmayan cuma kılmasın denmiyor. Bu şart ifadenin mefhum-u muhalifinden çıkarılıyor. Halbuki Hanefiler mefhum-u muhalife itibar etmemektedirler.

CEVAP 12 - Bilakis Hanefi alimleri her ne kadar "Mefhum-u muhalif"e itibar etmeseler de, Cumua'nın edasının şartlarında 'Sultanın izni'ni kabul ederek hadiste geçen lafzın mefhum-u muhalif olmadığını isbat etmiş ve bir kez daha söz sahibinin yüzünü kara çıkarmışlardır. Elhamdulillah

(Cumuanın şartları için İmam Merginani'nin El Bidaye ve Molla Husrev’in Gurer ve Durer’ine, Fetava-i Hindiyye, ve ibn-i Abidin’in eserlerinde cuma bahislerine bakınız.)

SORU 13 -Hanefiler bu hükme illet olarak, hep cuma ve bayram namazlarının kalabalık olacağını, sultanın bulunmaması halinde münazaa çıkabileceğini göstermişlerdir. İlletin bulunmayacağı yerde malulun dâhi olmayacağı, dolayısıyla munazaa ihtimalinin herhangi bir yolla ortadan kaldırılması halinde sultana da ihtiyaç kalmayacağı açıktır

CEVAP 13 - Hilafeti ilga eden zihniyetin nasıl bir alim tipiyle Cumua namazını kılmaya musaade ettiğini anlamak isteyenler bu satırların sahibine bakmalıdırlar. Çünkü Cumua namazı kıldırmak Hanefi'lere göre imamın görevleri arasındadır. Oysa Beşer'e göre öyle devlet mevlet pek önemli değil tek namaz kılınsın da.... Gerisi Laik, Demokratik Kemalist Cumhuriyetin ağa babalarına kalsın...
Faruk Beşer’in çıkardığı sonuçlar bunlar...
Rasulullah (s.a.v.) şöyle der: "Âlimin zellesinden korkunuz..."
Evet âlimler de yanlış yapabilirler, ya da bazen gavurun ekmeğini yiyen onun kılıncını çalar nevinden sözler sarf edebilirler.
Cuma hakkında Sonuç olarak derseniz ; Türkiye’de Cumua namazı belli şartlar dahilinde kılınabilir.

Müslümanlar olarak aranızda birleşip Cumua imamı seçmeniz ve imamın Tağutun hutbelerini okuyan, onların zalimlerini ve beşeri sistemlerini öven, kafirlere dua eden imamlardan olmamasına dikkat ediniz .
Cumua namazını resmî imamların arkasında kılmak zorunda değiliz; devlet memuru durumundaki resmî görevlilerin arkasında kılmaya gönlümüz yatmıyorsa, kendi aramızda cemaat teşkil ederek herhangi bir yerde Cumua namazı kılmalıyız.
Cumua namazlarının ille de bir camide kılınmasının şart olmadığını belirtelim.
Özellikle günümüz ortamında câmilerden daha özgür alternatifler oluşturabiliriz. Müslümanların kolay kolay diyanete bağlı bir câmi imamının (namaz kıldırma memurunun)arkasında namaz kılmaya gönülleri elveremez , bu yüzden toplanıp kendi aralarında bir dernekte, vakıfta, hatta bir işyerinde veya uygun bir evde Cumua namazı kılabilirler, kılmalıdırlar.
"Biz de Mûsâ ve kardeşine; 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mu'minleri (zaferle) müjdele!' diye vahyettik." (Yûnus, 87)

Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini, ders yaptıkları ve cemaat olarak toplandıkları yerleri ihyâ etmeleri, ev ve benzeri yerlerin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah'ın evi haline getirmeleri Kur'ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
O yüzden câmilerde Cumua kılmayı uygun görmeyen Müslümanların Cumuayı bu sebepten terk etmeleri de doğru olmaz. Kendilerine alternatif mescidler, yani cemaatle namaz ve Cumua kılabilecekleri mekânlar rahatlıkla bulabilirler, bulmalıdırlar.
20. y.y.'ın ilk çeyreğindeki işgal ve savaş zamanlarında Maraş'taki bir imamı, o günkü özel şartlar nedeniyle farklı değerlendirdiğimizde, Cumua namazının Türkiye şartlarında kılınmaması gerektiği, Türkiye'de ilk defa 1970'lerin sonlarına doğru Yusuf Kerimoğlu (Hüsnü Aktaş) ve Sadrettin Yüksel tarafından ortaya atıldı. Osmanlı devletinde olduğu gibi, Cumhuriyetin ilânından sonra da Cumua namazının kılınmaması gerektiği gündeme gelmemiştir.

O dönemin meşhur önderlerinden Şeyh Said, Said Nursi, Atıf Hoca v.b. düzene belirli oranlarda karşı çıkan hiçbiri böyle bir fetvâ vermemiştir. Arab ülkelerinde de aynı şey geçerlidir.
Bu konuyu Türkiye'de gündeme getiren kişiler, bununla aslında müslümanların şuurlanmasını, siyasî bilince ulaşmasını, devlet ve tâğut konusunun bu şekilde anlaşılabileceğini düşünmüşlerdir. Ama, hiçbir zaman böyle olmamıştır.
Cumua namazı kılmayanların bu görüşünden devletin etkilenip geri adım attığı söylenemeyeceği gibi, halkın da Cumua namazını kılmayanlara tavrı beklentilerin tam aksine olmuştur. Cumua'yı terk, halkı şuurlandıracağına; terk eden gençlerin câmi cemaatinin gözünden tümüyle düşmesine sebeb olmuştur.
Cumua, terkedilerek değil; sahiplenilerek aslî hüviyetine kavuşturulabilir.
Bu sahiblenme de kafirlere , tağuta , yılmaz bekçilerine (asker) dua eden, şeriatın kaldırıldığı günleri bayram diye düzenin hutbelerini okumayan, maaş aldığı rejime belamlık vazifesine soyunmayan, hakkı ve küfrü gizlemeyen imamlar bulunmalı , aranmalı , istenmeli ve oluşturmaya çalışmalıdır.
Haccı (gidişleri Diyanet ve dolayısıyla T.C. düzenliyor ve hac paraları önceden bankaya yatırılıyor diye) câiz görmeyip terk etmeye, cemaate katılmamaya, Cumua namazını protestoya hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Bu tavırlar, ilhâmını Kur’an ve Sünnetten alan davranışlar olmadığı gibi, tebliğe de zarar veren yanlışlardır.


ZUHR-İ ÂHİR NAMAZI KILMANIN HUKMU

Zuhr-i ahir, "Son öğle" manasındadır. Zuhr-i ahir namazı da Son öğle namazı manasına geldiği gibi bazı alimler tarafından, Cumua namazının sahih olmaması (şubhe) ihtimali üzerine, ihtiyaten kılınması gerektiği zikredilen, o günkü öğle namazı yerinedir.

Cumua'nın sıhhat şartlarındaki ihtilaf dolayısıyla, Cumua namazının geçerli olmaması ihtimalinden hareketle, kılınan Cumua namazının farzından sonra, zuhr-i ahir namazının kılınmasının zorunluluğunu ileri sürenler olduğu gibi, bunu düşünceye muhalif olanlar da çıkmıştır.

Cumua Namazından Sonra, Zuhr-i Ahir Namazı Şarttır Diyenlerin Delilleri

Cumua namazının farzından sonra o günün aynı vakti olan Zuhr-i ahir namazının da kılınması gerektiğini ileri sürenlerin delilleri; her hangi bir yerleşim bölgesinde birden fazla camide, Cumua namazının sahih olmaması ihtimalidir.
Bu görüşe göre, bir mecburiyet olmadıkça bir yerleşim yerinde tek bir yerde Cumua namazı kılınmalıdır. Luzumu yokken, birden fazla yerde Cumua namazının kılınması durumunda, Cumua namazına ilk (önce) kılmaya başlayanların Cumua namazları sahih olur, sonraki kılanların Cumua'sı kabul olmadığından öğle namazını kılmaları gerekir.
"Cumua namazını hangi camiide önce kılındığının belirlenememesi üzerine, ihtiyaten bütün camilerde öğle namazının (zuhr-i ahir) kılmaları gerekir" denmiştir. Bu görüşe delil olarak da, Cumua namazının toplanmak ve hutbe irat etmek için meşru kılındığı gerekçesine ve Peygamber ve hulefa-i raşidin döneminde sadece bir yerde Cumua namazı kılındığına dayandırmaktadırlar.
(Şirbînî, Muğnî’l-Muhtâc, I / 544; Nevevî, el-Mecmu’, IV / 451-452; Sahnun, el-Mudevvene, I / 277-278; İbn Kudâme, el-Muğnî, III / 212; Hurâşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II / 74-75; Şurunbillali ve Ebu’l-Zeyd eş-Şiblî. el-Miftâh Şerhu Nuru’l-İzah. s. 98)

Cumua Namazından Sonra, Zuhr-i Ahir Namazı Kılınmaz Diyenlerin Delilleri

Cumua günü, cumuua namazından sonra aynı vakitte zuhr-i ahir namazı kılınmalı diyenlere karşı çıkanlar şöyle demektedirler:
"Şubheyle yapılan ibadet, geçerli olmaz" düşüncesinden hareketle, böyle bir namazın kılınmaması gerektiğini söylemişlerdir.
Bu düşüncedekiler, şubheyle ibadet makbul değildir, bu sebeble “belki Cumua namazı sahih olmamıştır” vesvesesiyle aynı anda zuhr-i ahir namazı kılmak isabetli olmaz. Ayrıca zuhr-i ahir namazı kılınması gerektiğini ileri sürünce, halkın aklına, Cumua namazı farz değil, öğle namazının farz olduğu ya da, aynı vakitte ikisinin de farz olduğu düşüncesini getirir. İbn Nuceym, Alau’d-din Haskefî, Cemaleddin el-Kasimî, Mehmet Zihni Efendi gibi bilginler bu görüştedirler. (İbn Nuceym, el-Bahru’r-Râik, II/154-155; İbn Abidîn, Reddu’l-Muhtâr, I/536; Cemalettin el-Kasımî, İslahu’l-Mesâcid, s.50; Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, 439-440)

Cumua namazının bir yerleşim beldesinde birden fazla camii'de kılınması konusunda ise İmam Muhammed, bir rivâyete göre İmam-ı Âzam’ın görüşlerinden hareket eden daha sonraki ulemâdan İmam Serahsî başta olmak üzere birçok âlim, Cumua namazının bir şehirde bulunan her câmide kılınabileceğine dâir fetva vermişlerdir. (el-Feteva’l-Hindiyye, 1: 145)

Bu konuda İmam Serahsî şöyle der: “Ebu Hanife’nin mezhebinden sahih rivâyete göre, bir şehrin bir veya daha fazla mescidinde Cumua namazını kılmak câizdir. Biz bununla amel ederiz.”
İbni Âbidin’in ise şöyledir: “Cumua namazının muhakkak surette, sadece bir yerde kılınması lazımdır denilirse, bunda açık güçlük vardır. Çünkü bu durumda Cumua’ya gelenlerin pek çoğunun uzun yol yürümesini gerektirir. Halbuki, çeşitli yerlerde Cumua namazının kılınamayacağına dair delil yoktur. Bilakis zaruret meselesi böyle bir şartın bulunmamasını gerektirir. Hususan şehir büyük olursa böyle bir şart bahis mevzuu olamaz.” (İbn Abidin, Reddu'l Muhtar , 1: 541)

Bazı alimler de, Peygamber (s.a.v.), sahabe ve tabiin döneminde zuhr-i ahir diye bir namaz olmayıp, bilinmediğinden, zuhr-i ahir namazı kılmak bid'at görülmüştür. (Nevevî, Mecmu, IV / 452; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I / 544)

'Zuhr-i ahir kılınmaz' diyen âlimlerin, Verdiği Hukumler ve Sebebleri !

1- Zuhr-i ahir kılınmamalıdır diyen bazı alimler, şubhenin ibadeti ifsad edeceğinden hareket ederek zuhr-i âhiri kılmak mekruh olur demişlerdir.
Bunlara göre cumua gibi muberâk ve çok sevablı bir ibâdeti edâ edenler, "bu namaz şu ihtilâf sebebiyle belki sahih olmamıştır" şubhesiyle son öğle namazını (zuhr-i âhiri) de kılarlarsa, cuma namazlarını ifsad ve ibtâl etmiş olurlar. Ayrıca bunu gören halk, cumua namazının farz olmadığını, öğlenin farz olduğunu, yahut da bir vakitte ikisinin de farz olduğunu zanneder. İşte bu sebeble zuhr-i âhiri kılmak mekruhtur.

Bu görüşü İbn Nuceym (v. 970/1563) el-Bahru'r-Râik'ta ileri sürmüş, Alâuddin el-Haskefî de (1088/1677) ed-Durru'l-Muhtâr'da benimseyerek nakletmiştir.

İbn Abidin de el-Makdisî'ye uyarak şöyle demiştir: "Eğer bu namazı kılmak böyle bir yanlış anlayış ve fesada sebeb olursa açıkça kılınmamalıdır; havâs (okumuş yazmış kimseler) bunu evinde kılmalıdır."

Hanefî mezhebinde tercih edilen görüş, Cumua namazının bir yerleşim merkezinde birden fazla camide kılınmasının caiz ve sahih olduğudur.

2- Zuhr-i ahir kılınmamalıdır diyen diğer alimler ise, bid'at esasından yürüyerek zuhr-i âhirin kılınmasını men edip ve günah saymaktadırlar.
Şevkânî, Sunen-i Ebu Dâvud şârihi allâme M. Şemsuddin el-Azimâbâdî, Cemâluddin el-Kâsımî, Mustafa el-Galâyinî, Ali eş-Şebrâmellisî, M. Reşîd Riza el-Huseynî gibi zevatın içinde bulunduğu bu grubun delilini şöylece toparlayabiliriz:
"Batıl olduğunu bilerek Cumua namazı kılmak haramdır; Cumanın sahih olduğuna inanılıyorsa öğle namazını kılmaya ihtiyaç yoktur; böyle bir namaz (zuhr-i ahir) sahabe, tabiun ve muctehid imamlar devrinde kılınmamıştır; dinde olmayan bir ibadeti adet haline getirip ona yamamak bid'attır; bunu yapan gunahkar olur..."

Ayrıca dört mezheb imamı içinde "zuhr-i ahir kılınmalıdır" diyen birisi yoktur. Muctehid seviyesinde olmayan mukelleflerin (dört mezheb tabiileri), her fıkhi meselede benimsedikleri bir muctehidin görüşüne itibar ederler. İctihadlarına veya tabi oldukları muctehide (mezhebe) göre yaptıkları ibadet sahih ise artık başka bir mezhebe ve muctehide göre sahih olmaması onları ilgilendirmez ve ibadetlerine zarar vermez. Üzerinde ihtilâf edilmiş binlerce meselede bir muctehide tabi olarak ibadet ederken sadece Cumua namazında ihtilafı göz önüne alıp ihtiyata riâyet etmeye kalkışmak gereksiz bir davranıştır.
Zuhr-i ahir sebebiyle, Cumua'nın farzından sonra kılınacak namaz arttırıldığı için, avam halk Cumua'nın son sünnetini de terk etmeye başlamıştır. Halbuki farzdan sonra sadece 2 veya 4 rekat namazın sünnet olduğu anlatılsa ve tatbikat da buna göre olsa, bu sünneti yerine getireceklerin sayısı artacaktır. Malumdur ki 'Her bid'at bir sunneti öldürür'.
İhtiyat ise, ancak İslam'a uygun ve faydalı olduğu zaman başvurulmalıdır. Bir kimse Ramadan orucuna başlamak için hilali gözetlemeyip (ya da gözetleyenlerin haberine itibar etmeyerek) bir gün önceden oruca başlayamaz veya Ramadan ayını uzatarak Bayram günü oruç tutamaz! Bu ise câiz olmadığı gibi hem haram, hem bid'attır.
Tüm çabamız ve niyetimiz Kur'an ve sahih Hadis-i şeriflere (sunnet) itibar edilerek ibadet/amet edilmesidir.

Bu mesele hakkında anladığımız şudur ki ; esas itibariyle Cumua namazından ayrı olarak aynı vakitte zuhr-i ahir diye bir namazın kılınmamasıdır.

Buna rağmen "Allâh bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar" (Bakara, 286), "Allâh dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi." (Hac, 78) ayetleri ve Rasulullah'ın (s.a.v.) buyurduğu "Ben kulumun benim hakkımdaki zannına göre muamele ederim" (Kudsi Hadis, Muslim, Zikir, 1; Tirmizî, Zuhd, 51) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buharî, Bed'u'l-vahy, 1) hadislerini ve bu mesele hakkındaki ictihad farklılığını da göz önüne alarak Cumua namazından sonra zuhr-i ahir olarak 4 rekat daha namaz kılmaktadırlar.
Her ne kadar bütün bu sebebler kendileri için geçerli bir mazeret olmasa da; bu sebeble zuhr-i ahir kılanları, fitneye sebeb olacak şekilde eleştirip tartışmalardan sakınmalıyız.



ORİJİNİ :

İLGİLİ KONU :

CUMA HUTBESİNDE [n sonra] ELLERİ KALDIRARAK DUA ETMEK


CAMİ İMAMLARININ ARKASINDA NAMAZ KILMAK (Kılabilmek)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
21-DAR'UL-HARB'TE BAYRAMLAR , TÖRENLER VE MÜSLÜMANIN TAVRI

Bayram+yeri_jpg.jpg


Allah (cc), insanlık için son mesajını ve hayat nizamını Rasulullah (s.a.v.) ile göndermiştir. Rasullah (s.a.v.)'de aldığı vahyi eksiksiz bir şekilde bizlere tebliğ etmiştir. Bu tebliğinde eksik hiçbir şey bırakmamış, hayata dair ne varsa açıklamıştır. Kendi zamanında bulunan ve bulunmayan mu'minlere hayatlarını nasıl düzenleyeceklerini bizzat yaşayarak öğretmiştir.
Allah (cc) hayata yön veren kelamında kendine tam bir teslimiyetle teslim olan kullarına şunu bildiriyor:
"Bu gün kafirler dininizden ümitlerini (tamamen) kestiler. Artık onlardan korkmayın. Ben'den korkun. Bu gün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve din olarak İslam'ı beğenip seçtim." (Maide 3)

İrad b. Sariye (r.anh) Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu haber veriyor:
"Ben sizi, gecesi, gündüzü gibi apaydın olan (en küçük bir şüpheyi kabul etmeyen gayet açık)bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar o dinden (başka yönlere) saparlar!" (İbni Mace, (1/67) Mukaddime bab: 6 hadis no: 43)
Allah (cc) dini tamamlamış, Rasulü'de o dini, karanlığı, gizlisi, saklısı olmadan her şeyi açıklamış olarak bırakmıştır. Bu noktası ile din apaçıktır bir ekleme kabul etmez..
Bu dine tabi müslümanlar da onun aydınlığıyla hayatlarına yön verirler. Allah'ın ve Rasulü'nün emrettiklerini yapar, reddettiklerini de yapmazlar.
Allah(cc) şöyle buyurur:
"Allah ve Rasulu bir işi hükme bağladıklarında hiçbir mu'min erkek ve hiçbir mu'min kadına o işlerinde istediklerini yapma hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasulune isyan ederse, şubhesiz apaçık bir sapıklıkla sapmış olur." (Ahzab 36)

Hayatın her alanında mu'minin tavrı budur!...Allah ve Rasulü bir işi hükme bağladı mı, mu'min olanlar ona uymada yarışır, ona ters düşecek tavırlardan sakınırlar. Dinin aslını muhafaza eder, sonradan çıkan işlere dikkat ederler. Çünkü Allah'ın Rasulu (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
" Bundan sonra (mâlumunuz olsun ki) sözün en hayırlısı Allah'ın kitabıdır. İrşadların en hayırlısı da Muhammed'in irşadıdır. Umurun (işlerin) en kötüsü sonradan çıkarılandır. Her bid'at dalâlettir (sapıklıktır)" (Muslim (4/528) K.Cuma Bab. 13 Hadisno: 43)
Din tamamlanmış, işler yerli yerince yerleştirilmiştir. Kimde bunu beğenmeyerek, delilsiz olarak kendinden bir şeyler ortaya koyarsa işte bu bid'attır. Bid'at dalalet yani sapıklıktır.
Müslümanlar hangi bayramları kutlayabilir, müşriklerin bayramlarının kutlanmasının hükmü nedir ?
Bu açıklamalar ışığında, kutlanması gereken bayramlar ve bir müslüman müşriklerin bayramlarını kutlayabilir mi sorularına açıklık getirelim.
Allah (cc) Kelamı olan Kur'an da şöyle buyurmaktadır:
"O kimseler ki zura şahidlik etmezler." (Furkan 72)
Ayeti kerimedeki "Zura" kelime yalan olarak ifade edilir.
İmam Kurtubi bu ayetin tefsirin de konu ile ilgili olarak şunları şöylemiştir:
Yüce Allah'ın "Ve onlar yalan şahidlik yapmazlar" buyruğu şu demektir:
Onlar yalan ve batılın bulunduğu yerde hazır olmazlar ve bunu da müşahede edip seyretmezler.
"ZÛR" (yalan) değiştirilmiş allanıp pullanmış batıl olan her bir şeydir. Bunun en büyüğü ise Allah'a ortak koşmak ve Allah'a ortak koşulanları tazim etmektir. Ed-Dahhak ve ibn Abbas böylece tefsir etmişlerdir.
İbn Abbas dan gelen bir rivayete göre de bu müşriklerin bayramları demektir.
İbni Abbas (r.anhuma) dan rivayet edilen ikinci mana üzerinde durulursa ayetin manası şöyle olur:
"O kimseler ki, (yani mu'minler) zûra, (cahiliyyenin bayramlarına) şahidlik etmezler, (yani o bayramlarda bulunmazlar)" (...............) (Furkan 72)
(El-cami’u-li Ahkami’l Kur'an (12/ 618-9) çev. M.beşir Eryarsoy Buruc.y)
Ayetin hükmü budur. Rasulullah (s.a.v) sünnetine yani Kur'an’ın hayattaki yaşanış şekline muracaat ettiğimizde konunun bir bütünlük içinde aynı olduğu görülür. Rasulullah İslam'a uymayan ne varsa onu kaldırmıştır. Bu konuda "Enes bin Malik (r.anh) dan şöyle bir rivayet vardır :
"Rasulullah (s.a.v.) Medine'ye teşrif ettiklerinde Medinelilerin eğlenip oynadıkları iki günleri vardı. Efendimiz:
-'Bu günler neyin nesidir?' dedi.
Dediler ki: -
'Biz cahiliyye devrinde bu günlerde eğlenirdik(Ya Rasulullah)'
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.): -'Şubhesiz Allah size bu günlerin yerine daha iyilerini, Kurban ve fıtır günlerini (kurban ve Ramadan Bayramlarını) verdi'"

(Ebu Davud (4/ 258) K.Salat Bab: 239 Hadis no: 1134)
Rasulullah (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde Medineli müslümanlar cahiliyye yani islam dışı hayatlarında iki günü bayram diye kutluyorlardı. Bunların biri Nevrûz, diğeri de Mihrican'dı. Nevrûz Mart ayının 21de , Mihrican'da Eylül'ün 21'de kutlanırdı. Astronomi uzmanlarının çıkardığı bir şeydi bu. O günlerde hava oldukça mutedil ve gece-gündüz birbirine denk olduğu için o günü bayram diye kutlamışlardı. Bu diğer insanlar arasında da yayılmış ve bir bayram gibi itibar görerek kutlanmıştır. Ama Rasulullah (s.a.v.) bu cahiliyye bayramlarını hoş görmeyerek reddetmiş yerine mü'minlere iki bayram bırakmıştır. Bunlar, yani Nevrûz ve Mihrican yasaklandıktan sonra mu'minler tarafından bir daha kutlanmamıştır. Eğer ashab Rasulullah'ın emrine yerine getirmez o günleri kutlamaya devam etmiş olsalardı muhakkak ki,dinden çıkmış olurlardı.
Dolayısı ile Mü'minlerin Kurban ve Ramadan bayramı dışında bayramları yoktur. Kutlanması gerekenler bunlardır.
Bir mu'min bu bayramları kutlamadığı gibi, bu bayramı kendi bayramı görenleri de tebrik edemez. Konu ile ilgili olarak Ulemamızdan Ebu Hafs el-Kebir(rha) şunları söylemektedir:
"Nevruz gününde o günü tâzim maksadıyla muşrike hediye olarak bir yumurta dahi veren kimse kafir olur."
Ulemamızdan Hasan b.Mansur da:
"Nevrûz günü başka günlerde almadığı bir şeyi satın alan veya kafirlerin bu güne saygı duydukları gibi saygı duyarak başkasına hediye veren bir kimse kafir olur." (Ebu Davud (4/258) Nel ve H. Kayapınar. Şamil y)
Bir mü'min bu benzeri şeylerden sakınmak zorundadır ki imanını muhafaza edebilsin!..Tabi ki bu konu yalnız günümüzde de kutlanan Nevruz için geçerli değildir. Rasulullah (s.a.v.)'ın getirmiş olduğu bayramların dışında ki hepsi için geçerlidir.
Müslüman kendine has bir karaktere sahib bir şahsiyettir!... Başkasını taklid etmekten uzak, şahsiyetini İslam'a göre şekillendiren bir kişidir. İslam'ın tanımadığı sistemlerin hepsini reddettiği gibi onların bayramlarını da reddeder. Cahiliyye bayramlarının yapıldığı mekanlarda bulunmaz onların kutlamalarına katılmaz.
Eğer onların bayramlarına izlemek amacıyla katılsa bile imanı kaybeder. Bu konuda Rasulullah (s.a.v.) mu'minlere bıraktığı ölçü şudur:
"....Abdullah ibni Mes'ud (r.anhuma) ....dedi ki:
Muhakkak ki ben Rasulullah (s.a.v.) şöyle derken işittim:
"Kim bir kavmin(topluluğun) karartısını (sayısını) çoğaltırsa o da onlardandır. Ve kim bir kavmin amelinden radı olursa onların amellerinde ortaktır." (İbni kesir Cami’u-Mesanid ve's-Sünen (27/308) hadis no: 589)
Kim hangi kavmin karartısını çoğaltıyorsa, sayısını çoğaltıyorsa o da ondandır. Kim iman tarafının görüşlerini, amellerini, hükümlerini, bayramlarını beğeniyor kabul ediyorsa ondandır. Kimde kafirlerin görüşlerini, amellerini, hükümlerini, bayramlarını beğeniyorsa o da ondandır.
Bu hadis biz mu'minlere islami olmayan topluluklardan, kurum ve kuruluşlardan uzak olmayı gerekli kılmıştır. Eğer onların, yani kafirlerin organizelerine, eğlencelerine ve bayramlarına katılacak olunursa, bu hareket sevginin bir nişanesi olduğundan ve kişi sevdiği ile birlikte olacağından bu kişiyi onlardan yapar.
Mu'min şahsiyetli bir insandır!... Şahsiyetinin olgunluğunu dininden alır!.. Taklid edeceği merci öncelikle Allah'ın Rasulu (s.a.v.)'dır. Allah'ın Rasulu (s.a.v.)'nun hayatıyla mu'minin hayatı aynileşmeli onun yap dediklerini yapmalı, yapma dediğini yapmamalıdır. Her hareketinin ölçüsünü getirdiği dinden ve Onun (s.a.v.) yaşantısından almalıdır. Taklid de veya benzerlikte başkalarını takip etmek, O'nun (s.a.v.) getirmiş olduğunu beğenmemek ve cahiliyyeye dönmek demektir.
İbni Ömer (r.anhuma)'dan gelen bir rivayette Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurmuştur :
"Kendisini bir kavme benzetmeye çalışan kimse, O kavimdendir."
(Ebu Davud(14/106)K.Libas Bab: 4 hadis no: 4031)

Hadisten de anlaşılacağı gibi kim kendini bir kavme benzetmeye çalışırsa o da onun gibi olur. Hadisten çıkan hükümler noktasında düşünüldüğünde mu'minin hayatında İslam dışı her türlü taklidin, adetin, örfün, alışkanlığın çıkması gereklidir.
Netice itibariyle İslam'ın iki bayramı dışında bayramları ve günleri kutlamak insanı dinden çıkaran bir ameldir.Bu amele bilmeden düşenlerin tecdidi iman ile nasuh tevbe edip bir daha bu olayı tekrarlamamaları gereklidir.
Ayrıca müslümanın Bid'at olan unsurlardan sakınması da gereklidir ki imanının kemaletini korusun. Mesela bazıları, çağın getirdiği ya da insanların içinde bulunduğu buhranlardan kurtulma endişesiyle, islamın hakim olmadığı ortamda yaşamanın getirmiş olduğu gevşeklik sonucu, kendi elindekileri ve neslini koruma adına İslam'da olmayan yeni işler çıkarmaktadır. İslam cahiliyye bayramlarına karşı olduğu gibi bunlara da karşıdır.

Cumhuriyet Türkiye’si batılılaşma dönemi inkılâplarıyla birlikte Hıristiyan Batının hayat tarzını benimsemişti. Gerçekleştiği köklü değişiklikler arasında takvim değişikliği de vardı. Bu amaçla 26 Aralık 1923’de (Aralığın 26’sı dikkate şayandır) İslami olan Hicri takvim bırakılarak Papa Gregoryen’in hazırlamış olduğu Hıristiyan miladi takvimi benimsenmiştir. Hicri Yılbaşı günü de 1 Muharram’den , Miladi Yılbaşına en yakın tarih olan Mekke'nin Fetih günü (20 Ramadan 8 = 11 Ocak 630) tarihini 1 Ocak tarihine alınarak alternatif yılbaşı kutlama bid'ati peydahlandı.

İnkılâpların amaçladığı batı değer yargılarının ise bu arada “Noel Baba Kültürü”nün halk arasına zorlamalarla sokularak zamanla meşrulaşması sağlandı. Bu anlayışla yapılan inkılaplar o raddeye varmıştı ki, 1928’de “Devletin Dini: İslam’dır” hükmünü anayasalarından çıkardıklarında o hengamede “din Hıristiyanlık olsun” diye teklif getirenler dahi olmuştu. Neyse ki 1938’de laiklik imdada yetiştiğinde Hıristiyanlığa sakin bir geçişin yolu da bulunmuştu. Gerçekten de laiklik Türkiye’deki uygulamasıyla devrimciler için iyi bir ara dönem ve atlama taşı pozisyonundadır.
Roma imparatoru Konstantin’in noeli bayram olarak kabul ettiği 325. miladi yıldan sonra Hıristiyan alemi bu günü gelenekselleştirerek bayram edinmişlerdir. Onlar noelden bir hafta önce özel hazırlıklar yaparlar. Bu günlerde sokaklar, caddeler ve vitrinler çam ağaçlarıyla dolmakta, Noel Baba resimleri her yeri kaplamaktadır. Bu vesileyle kitaplar, dergiler vs. yayınlanmakta, resmi daireler ve okullar süslenmekte, bütün bir halk tatile girmektedir. İnsanlar tebrik ve telgraflarla birbirlerinin yeni yılını kutlamaktadır.
Hıristiyanların geleneksel bayramları olan Noel şu anda Türkiye’de de diğer İslam ülkelerinde de rağbet duyulmaya, teşvik görmeye başlamıştır. İşin en korkunç yanı ise bu kutlamalara Müslümanların rağbet göstermesi ve İslam’dan uzaklaşma yoluna girmeleridir. Müslümanlar önce Allah’a (cc) verdileri sözü hatırlamalı, Kur’an ve sünnet doğrultusunda kendisine bahşedilen “Müslüman” ismine yaraşır bir şuurda olmalıdır.Müslümanlar için yılbaşı 1 Muharram’dir. 1 Muharram gecesi bizler için yılbaşı gecesi sayılmaktadır. Buradan kaynakla son yıllarda bazı Müslümanlarda 1 Muharram günü yılbaşı kutlama maksadıyla farklı bir gayret içine girdikleri gözlemlenmektedir. Baskı ve gaflete sevk etme yöntemleriyle yılbaşlarını şaşıran insanların dikkatlerini tekrar Hicri yılbaşına çekilemeye çalışılmaktadır.
Tabi bu unutulan değerlerimizi hatırlamak amacıyla yeni yeni (bidat) kutlamalar peydahlamaya çalışmamalıyız.

Mesela yılbaşı gecesinde kutlanan "Mekke'nin Fethi" gecesi. Bu geceyi, insanlar yılbaşını kutlamasınlar da o günlerde Mekke fetih edildi onu hatırlasınlar,bu konuda düzenlenen organizelere gelsinler niyetiyle yapıyor olsalar bile bu Bid'at'tir". Rasulullah'ın ve ashabının yapmadığı bir iştir.
Hakeza bunun gibi "Kutlu doğum Haftası" kutlamaları da yukarıda belirtilen gecenin hükmü gibidir!...Bu gibi işler tamamıyla birilerinin aşağılık kompleksinde kaynaklanmaktadır. Allah'ın Rasulu'nu bir bid'at ile değil de, Kur'anın emri olan bir örneklikle hayatımıza aktarmamız yerinde olur. Mu'min müslümanların bu tür bid'at olan işlerden sakınmaları vacibdir. Eğer Allah yolunda yapmış olduğumuz farz nafile amellerin boşa gitmesini istemiyorsak!....

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor :
"Kim nefsinden veya hevasından bir iş ortaya koyarsa, Allah'ın, Meleklerin ve insanların hepsinin lâneti onun üzerinedir. Onun farz ve nafile (amelleri) kabul olmaz."
(Musnedi ishak b. Rahuve, sh: 173, Hadis no: 395)


Kâfirlere Bayramları Konusunda Karşı Çıkmanın İcma-i Ummet Kaynaklı Gerekçeleri

Bu bayramlara karşı çıkmanın “îcma-i Ummet” kaynaklı bir çok gerekçesi vardır ve başlıcaları şunlardır:

1 - Bu gerekçelerin ilki, daha önce sünnet bölümünde vurguladığımız gibi, halen bir çok müslüman şehirde cizye ödeyerek inanç serbestliğini elinde tutan yahudi, hrıstiyan ve ateşperestler kendi bayramlarını özgürce kutlamaktadırlar. Öte yandan onların bayramlarında yaptıkları hareketlerin bir çokları için çekiciliğini koruduğu da meydandadır. Buna rağmen ilk müslümanlar arasında hiç kimsenin bu bayramlara şu veya bu ölçüde katıldığı görülmemiştir. Eğer ümmetin vicdanında bu bayramlara karşı köklü bir nefret ve yasaklık duygusu kökleştirilmeseydi, çoklarının bu törenlere katıldığı görülürdü. Çünkü sürükleyici sebebi (motifi) olan bir şeyin önünde eğer bir engel yoksa o şey kesinlikle meydana gelir. Demek ki, bu bayramlara katılmayı önleyen bir engel vardır. Bu engel de dindir. Bundan anlıyoruz ki, din, yani İslâm dini bu bayramlara katılmayı önleyen güçlü bir engeldir ki, bizim de söylemek istediğimiz budur.
2 - Bu delillerin ikincisi, Ömer -Allah ondan razı olsun- zamanında ortaya konan Kitablı dini azınlıkların İslâm diyarında bayram törenlerini gösterişli biçimde kutlayamayacakları hükmü idi. Bilindiği gibi bu hükmün İslâma uygun olduğu hem o günün sahabileri ve hem de daha sonra gelen fıkıh alimleri tarafından onaylanmıştı. Müslümanlar kâfir ve müşriklerin bayramlarını gösterişli biçimde kutlayamayacakları konusunda görüş birliğine vardıklarına göre bizzat müslümanların bu bayramlara katılması nasıl söz konusu olabilir? Bu bayramlardaki hareketleri müslümanların açıktan işlemeleri, kâfirlerin yapmalarından daha ağır bir günah olmaz mı?
Çünkü bizim kâfirleri bu bayramları açıkça kutlamaktan alıkoyuşumuzun sebebi, bunların taşıdıkları fesat niteliğidir. Bu nitelik ya bu törenlerin doğrudan doğruya günah olan bir eylem veya günahın sembolü oluşlarından ileri gelir. Bu iki ihtimalin hangisi gerçek olursa olsun, müslümana hem doğrudan doğruya günah işlemek ve hem de günahı sembolize eden davranışları yapmak yasaktır. Eğer bir müslümanın bu bayramlara katılmasının kâfirleri yüreklendirmekten başka hiç bir sakıncası olmasaydı, sırf bu sakınca bu törenlere katılmanın yasaklığını belirten yeterli bir gerekçe olurdu. Oysa bu işin daha bir çok kötülükleri vardır ki, inşaellah başlıcalarına ileride değineceğiz.
3 - Bu delillerin üçüncüsü Ömer'in -Allah ondan razı olsun- Ebu Şeyh İsfahanî tarafından Ata b. Dinar'a dayandırılarak nakledilen “Acem dilini konuşmaktan ve müşriklerin bayram günlerinde onların mabedlerine gitmekten sakınınız” şeklindeki uyarışıdır.
(Kenz El-Ummal, c. 3, sf: 886, Hadis No: 9034; Beyhakî, Sünen, El-Kûbra, c. 9. sf: 234, Bab: Zimmilerin arasına katılmanın keraheti.)
(Ata b. Dinar El-Hezelî Ebu El-Zeyat El-Mısrî, altıncı kuşak ravilerdendir, İbn Hacer onun hakkında: “Doğru sözlüdür, ancak Said b. Cubeyr'den olan rivayetleri dinleyerek değil, ezberedir.” der. Buhari, Ebu Davud ve Tirmizi ondan hadis tahriç ettiler. H. 126'da vefat etti. Takrib El-Tehzib, c. 2, s. 21, Biy. No: 188.)
Ömer'in bu sözleri, Beyhakî'de yer aldıklarına ve Sufyan-ı Sevri tarafından Ata b. Dinar'a dayandırılarak nakledildiklerine göre daha ağır anlamlı olarak şöyledir:
Sakın acem dilini öğrenmeyiniz ve muşriklerin bayram günlerinde onların mabedlerine gitmeyiniz. Çünkü o gün onların üzerine Allah'ın azabı iner.”
(Beyhâki, Sunen El-Kubra, c. 9, sf: 234; Abdurrazzak El-Musannef, c. 1, sf: 411, Hadis No: 1609)
Öte yandan yine Sufyan-i Sevrî'nin, Ebu Velid'e dayandırarak belirttiğine göre bu konuda Abdullah b. Ömer -Allah ondan radı olsun- şunları söylüyor:
Kim acem diyarında ev-bark edinerek yerleşir, onların Nevruz ve Mihrican gibi bayramlarını benimser, onlara özenir ve ölünceye kadar böyle kalırsa Kıyamet günü onlarla birlikte haşrolur.
(Beyhâki, Sunen El-Kubra, c. 9, sf: 234.)
Buhari'nin bildirdiğine göre . Ömer'in -Allah ondan razı olsun- bu konudaki bir başka ve daha ağır bir sözü şöyledir:
“Allah'ın düşmanlarının bayram törenlerinden uzak durunuz.”
Bu arada bir gün Ali'ye -Allah yüzünü ak etsin- acemlerin Nevruz bayramını hatırlatan bir sembol getirdiler.
Ali: “Bu nedir?” diye sordu. Kendisine:
“Bu Nevruz gününün sembolüdür” diye cevab verilince bu sözlere:
“Her gününüzü Nevruz sayınız, (O güne özel bir önem vermeyiniz)diye karşılık vermiştir.
Ali'nin bu sözlerini nakleden Usame: Onun Nevruz kelimesini belirli bir isim olarak değil, belirsiz bir isim şeklinde ifade etmesindeki inceliğe dikkat çekmektedir.
Beyhakî'ye göre Ali'nin bu üslubu, herhangi bir günü şeriatın belirlemediği bir olaya bağlamaktan hoşlanmadığını belirtir.
(Beyhâki, Sunen El-Kubra, c. 9, sf: 235)

Görüldüğü gibi, Ömer -Allah ondan radı olsun- müslümanlara acem dilini öğrenib konuşmayı ve onların bayram günlerinde sırf mâbedlerine gitmeyi yasaklıyor. Böyle olunca onların bayramlarındaki bazı adetlerine özenmek veya onların dinlerinin gereği sayarak yaptıkları bir hareketi işlemek nice olur?
Acaba onların adetlerini taklid etmek, dillerini öğrenib konuşmaktan daha büyük bir günah değil mi?
Acaba onların bazı bayramlık davranışlarına özenmek, o günlerde sırf onların mabedlerine girmekten daha sakıncalı bir hareket olmaz mı?
Onlara bayram günlerinde yaptıkları günahlardan dolayı Allah'ın gazabı indiğine göre bu hareketlerin tümünde veya bir kısmında onlara katılanlar, acaba aynı akıbete uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kalmazlar mı?
Yukarda okuduğumuz gibi, Abdullah b. Ömer -Allah ondan razı olsun- de açık bir dille:
“Acem diyarında ev-bark edinerek yerleşenlerin, onların Nevruz ve Mihrican gibi bayramlarını benimseyenlerin ve ölünceye kadar onlara özenmeye çalışanların Kıyamet günü onlarla birlikte haşrolacaklarını” belirtiyor.

Bu sözlerinden anlaşıldığına göre Abdullah b. Ömer belirttiği şekilde acemlere özenenleri, ya bu taklitçiliklerinden dolayı kâfir sayıyor veya bu tutumu cehennemlik olmayı hak eden büyük günahlardan kabul ediyor. Eğer bu sözler ilk ihtimale yorulacak olursa o zaman bu alan kısmen acemlere özenmek “günah” olur. Çünkü bu kısmî davranış belirlenen akıbeti hakketmede etkili olmasaydı, onu bu akıbeti gerektiren davranış bütününün bir parçası saymak yersiz olurdu. Zira insan mubah davranışlar yüzünden cezaya çarptırılmaz. Bu arada kınanan bütünde yer alan münferit hareketler sadece o bütün içinde bulundukları takdirde kötüdürler diye bir şey yoktur. Tersine kötü olduğu belirtilen bütün parçalan da ayrı ayrı kötüdürler.
Doğrusunu Allah bilir ya, Abdullah b. Ömer'in “Acem diyarında ev-bark edinip oralara yerleşmek”ten söz etmesinin sebebi şu olsa gerek. Çünkü onun yaşadığı günlerde müslüman olmayan azınlıkların İslâm diyarında açıktan açığa bayram şenlikleri düzenlemeleri yasaklandığı için hiç bir müslümanın İslâm diyarında acem bayramlarına özenmesi söz konusu değildi, böyle bir şey ancak acemlerin ülkelerinde oturanlar için mümkündü.
Öte yandan Ali, acemlerin bayramlarındaki davranışlarına katılmak şöyle dursun, onların bayramlarına takmış oldukları ismi bile onaylamaktan kaçınmıştır, İşte Ahmed b. Hanbel de bu konudaki tutumun Ali ile Ömer'in (r.anhuma) yukarıdaki sözlerinin anlamına dayandırarak belirlemiş ve bu görüşünü arkadaşlarına açıklamıştır.
Hatırlanacağı üzere İmam-ı Ahmed'in arkadaşlarından biri olan Kadı Ebu Yala'nın hocasına dayanarak müslüman olmayanların bayram törenlerine katılmamak gerektiğini belirttiğini nakletmiştik. Onun diğer bir arkadaşı olan ve “İbn-i Bağdadî” lâkabı ile anılan İmam Ebu Hasan Amidî de “Umdet-ul Hazin ve Kifayet-ul Musafiri” adlı eserinde bu konuda şunları söylüyor:
“Yahudi ve hrıstiyanların bayram törenlerine katılmak caiz değildir. Ahmed-i Hanbelî bunun böyle olduğunu belirtiyor ve bu görüşünü - ... ve onlar ki, eğriliklere şahid olmazlar- ayetine dayandırıyor. Ayette geçen -eğrilikler- deyiminin kâfirlerin bayramları ve geleneksel törenleri demek olduğunu söylüyor. Bayram günleri kurdukları pazarlara gelince bu pazarlara katılıb alış-veriş yapabilir.
Ahmed-i Hanbelî bunu da belirtiyor ve şöyle diyor:
-Müslümanlara yasak olan şey, onların bayramlarında kilise ve mabetlerine girmektir. Pazarda satılan yiyecek maddelerinden satın almanın hiç bir sakıncası yoktur. Her ne kadar bu yiyecek maddelerini satın almakla onların bayramını sayıp takdir etme kasdı taşımış olsa bile bu alış-veriş sakıncasızdır.-”
Yine Ahmed-i Hanbelî'nin öğrencilerinden biri olan Hilâl, “cami” adlı eserinde bu konuda şunları yazıyor;
“Konumuz, müslümanların müşrik bayramlarına katılmalarının mekruh oluşu hakkındadır. Bu konuda Muherma diyor ki -Bir defasında Ahmed-i Hanbelî'ye Şam'da Tur Yabur Deyr Eyub gibi yerlerde kutlanan bu bayramlara katılmak hakkında ne düşündüğünü sordum. Müslümanlar bu törenlere katılarak bu münasebetle kurulan çarşılardan koyun, sığır, un, buğday, arpa gibi besin maddeleri alıyorlar, yalnız alış-veriş maksadı ile bu çarşılara çıkıyorlar, yoksa onların mabedlerine girmiyorlar bu konuda ne dersin, dedim. Bana -Muşriklerin mabedlerine girmez de sadece pazarlara katılırlarsa bunun sakıncası yoktur- dedi.”

Görüldüğü gibi, Ahmed-i Hanbelî, muşriklerin mabedlerine girmemek şartı ile bu bayramlarda kurulacak pazarlara katılmayı serbest bırakıyor. Demek ki, bu törenlerde müşriklerin mâbedlerine girmeyi yasak sayıyor. Nitekim yukarıdaki satırların yazarı olan Hilâl da İmam-ı Ahmed'in bu sözlerinden, onun müslümanların müşrik bayramlarına katılmalarını menettiği sonucunu çıkarıyor. Ahmed-i Hanbelî, bu görüşünü Ömer'in yukarda söz konusu ettiğimiz “müşriklerin kilise ve mabedlerine girmeyi yasaklayan” sözlerinin aynı anlama gelen bir benzerine dayandırıyor. Bilindiği gibi Ömer'in o sözleri müslümanlan “muşriklerin yaptıkları gibi yapmamaları” hususunda uyarıcı nitelikteydi.
Acemce konuşmak ve yılın aylarına farsça isimler verme meselesine gelince:
Ebu Muhammed Kirmanî bu konuda şunları yazıyor:
“Konumuz yılın aylarını farsça isimleri ile söylemek hakkındadır. Bir defasında İmam-ı Ahmed'e 'Farslılar haftanın günleri ile yılın aylarını bizim manâlarını anlamadığımız isimlerle anıyorlar, bu konuda ne dersin?' diye sordum.
Bana bunu ağır şekilde mekruh saydığını belirtti ve Mucahid'in de Farsça ay isimleri kullanarak “Azermah” veya “Deymah” demeyi mekruh gördüğünü nakletti. Kendisine ismi farsça olan birini bu isimle çağırmanın yerinde olub olmadığını sordum, bunu da mekruh saydığını söyledikten sonra sözlerine şöyle devam etti -Bir defasında İshak'a, 'kitab tarihlerinin “Azermah, Deymah” gibi farsça ay isimleri kullanılarak atılıb atılamayacağını' sordum.
Bana eğer bu isimler arasında çirkin anlamlı olanı yoksa bunun sakıncalı olmadığını söyledi.
İbn-i Mubârak, Cenab-ı Allah (c.c.) kasdedilerek “Ized” adına yemin edilmesini mekruh saydı ve bunun gerekçesini açıklarken “Bu ismin bir puta izafe edilib edilmediğinden emin değilim” dedi. Diğer farsça Allah isimleri ve hatta bu tip eski arabca isimler de böyledir. Yani putlarla ilgili olan isimler.”

Ahmed İbn Hanbelî'nin bu tip yabancı kaynaklı isimlerin kullanılmasını mekruh sayması iki gerekçeye dayanır.
Birincisi, manası bilinmeyen bir isim, İslâmca haram olan bir anlama gelebilir. O halde müslüman anlamını bilmediği yabancı kaynaklı bir ismi kullanmamalıdır. Bu yüzden farsça, ibranice ve süryanice gibi yabancı dillerle dua etmek mekruhtur, çünkü söylenecek sözler arasında anlamı caiz olmayan sözler bulunabilir. Yukarıdaki belgede görüldüğü gibi, bu konuda İshak bu gerekçeyi göz önünde tutuyor. Hemen belirtelim ki, eğer kullanılan yabancı kaynaklı kelimenin anlamının mekruh olduğu biliniyorsa, bu kelimeyi kullanmanın mekruh olduğu kuşkusuzdur. Fakat kelimeyi kullanan kimse kullandığı kelimenin anlamını bilmediği takdirde Ahmed-i Hanbelî, bu kelimeyi kullanmayı mekruh sayarken İshak'ın sözleri bunu mekruh görmediği izlenimini bırakıyor.
Gerekçelerin ikincisi ise yabancı kelimeler kullanan kimsenin git gide arabca dışında bir dille konuşma alışkanlığı edinmesi sakıncasıdır. Çünkü arabca İslam dininin ve müslümanların sembolüdür. Ummetleri diğer ümmetlerden ayıran en önemli özellik onların dilleridir. Bu yüzdendir ki, çoğu fıkıh alimleri, belki de çoğunluğu namaz kılarken ve zikrederken yapılan duaların arapçadan başka bir dille okunmasını doğru saymamışlardır.
İktidau's Sıratı_Mustakim – Şeyhu'l İslam ibn Teymiyye : 4. bölüm


MÜSLÜMAN KAFİRLERİN TÖRENLERİNE KATILAMAZ

Müslüman bir devlet, maslahat gereği bazı kafir devletlerle barış anlaşması yapabilir. Fakat Müslüman devletin her hangi bir temsilcisi , sebep ne olursa olsun barış anlaşması yapılan kafir devletlerin küfür olan törenlerine katılamaz. Çünkü bir Müslüman böyle bir törene katıldığında o kafirlerin küfrünü kabul etmiş sayılır ki bu apaçık bir küfürdür.Kafir devletler, ülkelerini ziyaretine gelen kimselerden, kendilerine saygı ifade eden birtakım ameller yapmalarını isteyebilirler.
Mesela ; devletlerinin kurtarıcısı olarak gördükleri kimselerin mezarlarını , mozalelerini ziyaret ettirip onun için fatiha okutturabilir veya onun mezarına çelenk koydurarak saygı duruşunda bulunulmasını isteyerek “Tİ” sesiyle başlayıp Tİ sesiyle biten , rukusuz , secdesiz namaz kıldırarak ibadet ettirebilirler.
Kafirlerin putlarına saygı ifade eden her türlü hareket küfürdür. Kafir devletin kurtarıcısı olarak görülen kişiler için saygı duruşunda bulunmak veya mezarlarına bir şeyler takdim etmek ; Ebu Cehil’ e, Firavun’a , puta secde etmek veya onlar için kurban kesmek gibi küfür olan bir ameldir. Bu yüzden bir müminin mutlak manada elfaz-ı küfr (küfür sözler–dinden çıkaran kelimeler), ve efal-i küfr (küfür ameller- insanı dinden çıkaran ameller , hareketler) bilmesi ,anlaması gerekir. Bunun gibi kafir devletin (Dar’ul- harb) simgesi olan bayrağa karşı saygı duruşunda bulunmak da küfürdür . Bütün bunları Müslüman bir şahıs yapamayacağı gibi , Müslüman devletin temsilcisi de yapamaz.
Müslüman bir şahıs , ikrah-ı mulci (zorlayıcı baskı) dışında her ne sebeble olursa olsun bunlardan birini yaparsa kafir olur. Müslüman bir devlet için ise ikrah söz konusu değildir. İkrah, devletler için değil ancak fertler için söz konusu olur. Müslüman devletin temsilcisi bunlardan birini yaparsa söz konusu bu devlet o kimsenin kendisini temsil etmediğini söylemedikçe, kendi sınırları içinde Allah’ın hükümlerini uygulasa bile kafir olur.
Şayet Müslüman devletin temsilcisi kendisine ikrah-ı mulci derecesinde bir baskı yapıldığı için bunlardan birini yapacak olsa bile, o zaman bu devletin Müslüman kalabilmesi için, yine o temsilcinin kendisini temsil etmediğini bildirmesi gerekir.


Rasulullah (s.a.v.)in kafirlere tebliğ için gönderdiği elçileri , kafir devletlerin küfür olan hiçbir törenine katılmamış , onların saygı duyup taptıkları nesnelere saygıyı ifade eden hiçbir söz veya harekette bulunmamış ve onların küfür olan adetlerine uymamışlardır. İşte Rasulullah (s.a.v.)'in Habeş kralı Necaşi’ye gönderdiği elçisi Amr b. Umeyye ! O Habeş ülkesine gittiğinde, insanların, Necaşi’nin huzuruna küçük bir kapıdan eğilerek girdiklerini gördü . Kapıya geldiğinde , hemen oradan geri döndü. Bir rivayete göre de kapıdan eğilerek değil, geri geri girdi. Amr b. Umeyye , bir insanın yanına secde eder gibi eğilerek girmenin küfür olduğunu bildiği için böyle yapmıştı. Müslümanların böyle konularda çok hassas olmaları ve kafirlerin oyunlarına gelmemeleri gerekir. Çünkü bir Müslüman için Allah’tan başkasına tapmak, ateşe girmekten daha ağırdır .

Kafir bir devletin putlarına, maslahat gereği laf atılmayabilir veya imkan olmadığı için onları ortadan kaldırmaya teşebbüs edilmeyebilir . Fakat onlara saygı göstermek veya bir şey takdim etmek ya da övmek, Allah’tan başka bir varlığa ibadet etmek manasına gelir ki, bu açık bir küfürdür . Müslümanların, merhale gereği veya güçleri yetmediği için kafirlerin putlarına laf atmamaları veya onları yıkmamaları caizdir. Fakat, ne merhale icabı, ne müttefiklerini kızdırmama amacıyla , ne de bunların dışında herhangi bir sebeple , onların put olduklarını ve onlara tapanların kafir veya müşrik olduklarını gizlemeleri katiyen caiz değildir.

Rasulullah (s.a.v.) , Kurayş’le Hudeybiye’de barış anlaşması yaptıktan sonra , ertesi sene kaza umresi için Mekke’ye gittiğinde , Ka’be ‘nin içinde ve etrafında pek çok put vardı. Rasulullah (s.a.v.), o putlara dokunmadan umresini yaptı. Fakat o putlara hiçbir şekilde saygı ifade edecek bir davranışta veya takdimde, tazimde bulunmadı. Aynı şekilde, o putlara tapmanın caiz olduğunu veya onlara ibadet edenlerin kafir olmadıklarını söylemediği gibi, o putlara ibadet edenlere de Müslüman muamelesi yapmadı . Müslümanlar böyle küfür amelleri yapmadıkları için , müşrikler barış anlaşmasını bozmaya kalksaydılar bile , ne Rasulullah (s.a.v.) , ne de diğer Müslümanlar böyle bir şey yapacak değillerdi. Çünkü bunlar , putları kabul veya onlara ibadet etmek kapsamına giren hareketlerdir .

Tarık b. Şihab (r.anh) Rasulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor :

“Bir sinek yüzünden adamın biri cennete , diğeri de cehenneme girdi “ dedi.
Sahabeler :Bu nasıl oldu ey Allah’ın Rasulu ?“ dediler.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
“İkisi beraber bir şehre uğradılar. Bu şehir halkının oradan her geçenin mutlaka kurban takdim etmesi gereken bir putu vardı.

Birine ; “Bir kurban takdim et“ dediler .
O ‘ da ; “
Takdim edecek hiç bir şeyim yok ki “ dedi.
Onlar da ; “
Hiç değilse bir sinek takdim et“ dediler.
O da bir sinek takdim etti, yolunu serbest bıraktılar. Allah (c.c) o kişiyi bu amelinden dolayı cehenneme soktu.
Diğerine ; “
Sen de takdim et“ dediler.

O : “Allah’tan başka hiç bir varlığa sinek dahi takdim etmem “ dedi.
Bunun üzerine boynunu vurdular. O adam da bu amelinden dolayı cennete girdi

(Ahmed b. Hanbel, Kitab'uz Zuhd, s. 15 -hadisi, zayıf)

(Hadisin zayıf olduğunu gösteren iki sebeb vardır:
Birincisi: Alimler, hadisi rivayet eden Tarık b. Şihab'ın, hadisi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'den duymadığına dair ittifak etmiş, fakat onun sahabeden olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişler.
Alimlerin çoğuna göre sahabelerdendir. Eğer sahabi olduğunu kabul edersek hadisi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'den duymamış olması rivayetin sahih olmadığını göstermez. Çünkü sahabeden rivayet edilen mürsel hadis, delildir ve huccettir. Eğer sahabelerden değilse bu demektir ki bu rivayet sahabi olmayan bir kişinin rivayet ettiğidir. Böyle olursa bu zayıf türlerindendir.
İkincisi: Hadis A'meş'ten rivayet edilmiştir. Ameş ise mudellislerden (hadis rivayet ederken hata yapan kişilerden)dir. Bu da hadisin zayıf olduğunu gösteren şeylerdendir.

Ayrıca imam Ahmed bu hadisi Tarık'tan, o da Selman'dan mevkuf olarak rivayet etmiştir. Aynı şekilde Ebu Naim ve İbn Ebi Şeybe böyle rivayet etmişlerdir. Selman'ın kendi sözünden rivayet ettiğine göre Beni israil'den aldığına dair bir ihtimal söz konusudur.)


Fakat maslahat icabı laf atılmayan veya dokunulmayan bu putlar , güç yetirildiğinde veya o belde ele geçirildiğinde hemen yerle bir edilmelidir. Nitekim , Mekke’yi feth ettiği zaman Rasulullah (s.a.v.)'in ilk işi , Ka’be'deki bütün putları kırmak olmuştur. Müslüman devlet , kafirlerin küfür törenlerine katılmayacağı , putlarını yüceltemeyeceği gibi, barış anlaşması yapmış olsa bile , İslam şeriatını tatbik etmeyen ülkelerin küfür diyarı olduklarını bildiren İslam’ın açık hükmünü hiçbir şekilde gizleyemez. Çünkü böyle bir hareket İslam akidesinden tavizdir. Böyle bir ülke, kendi içinde şeraiti tatbik etse bile küfür devleti olur .

Kafirleri Ziyaret ve Onları Tebrik Etmek

İmam Buharı, Cenaze bahsinde, Enes (r.anh)'den rivayette bulunuyor.
Enes (r.anh) demiştir ki: "Yahudi bir çocuk vardı, bu çocuk Peygamber (s.a.v.)'e hizmet ediyordu. Hastalandı, Peygamber (s.a.v.) kendisini ziyarete gitti, başucunda oturdu ve ona dedi ki:
"Gel, müslüman ol". Çocuk, dönüp babasına baktı, çünkü babasının yanında idi.
Bu*nun üzerine babası dedi ki: "Ebu'l-Kasım'a (Muhammed'e) itaat et. O da müslüman oldu."
Peygamber (s.a.v.) oradan çıkıp gittiğinde şöyle di*yordu:
"Onu cehennem ateşinden kurtaran Allah'a hamdolsun."

(Buharî, 3/219 H. 1356)

Yine bir başka rivayet Ebu Talib ile ilgilidir. Ebu Talib ölüm döşeğin*de iken, Peygamber (s.a.v.) kendisini ziyaret eder ve, ona İslâmı sunar." (Buharî, Cenaiz, Hadis no: 1360)
İbn Battal diyor ki: "Eğer bunların ziyaret edilmelerinde, İslama gir*meleri umudu varsa, ziyaret meşrudur. Şayet böyle bir durum yoksa, ge*rekmez." (Fethu'1-Barî, 10/119)
îbn Hacer ise der ki: Benim kanaatim odur ki, bu ziyaret meselesi maksatlara göre değişir. Bazan olur ki, gayri müslimi ziyaret etmenin bir başka yaran ve maslahatı olabilir." (Fethu'1-Barî, 10/119)


Ancak gayri müslimlere ait küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, kutlamak haramdır. Hem de bu haramlık ittifak iledir. Meselâ bunları bayramları sebebiyle tebrik etmek gibi. Bir misal olarak adam diyor ki:
"Bayramın kutlu olsun, veya seni bayram dolayısıyla tebrik ederim."
İşte böyle söylemek, söyleyen kimseyi küfre sokmasa da, bu da işlenen haramlar türümdendir.
Bu tıpkı şuna benzer:
Haça secde eden kimseyi yaptığı secdeden ötürü kutlamak gibi. Hatta belki bu kimsenin onu tebrik etmesi bundan da büyük bir günah olabilir.
Adamı içki içtiğinden ötürü tebrik etmekten öteye Allah'ın gazabını çeken bir hal olmuş olur. Adam öldürmek, haram olan zina fiilini işlemek ve benzeri şeylerden de ağır bir günah olmuş olur, Allah'ın gazabını çeker.
Çoğu kimse, dinde bu gibi şeylerin yapılmasının bir önemi olmadığını düşünebilir. Yaptığı işin kötü ve çirkin bir iş olduğunu da bilmeyebilir. Kim bir kulu bir masiyetinden, bid'atmdan ve küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse sının aşmış, Allah'ın lanetini ve gazabım üzerine çekmiş olur.
Nitekim gerçek takva sahibi kimseler, bunlardan ilim ehli olan zatlar, zalimlerin belli makamlara gelmeleri halinde, onların bu görevleri sebebiyle tebrik etmiyorlar, kutlamıyorlar. Aynı zamanda cahil ve makama ehil olmayan kimselerin kaza (yargı) makamına getirilmelerini, öğretim görevlisi vazifesinin verilmesini, fetva makamına getirilmesini gördüklerinde bunları kutlamıyorlar, tebrikte bulunmuyorlar. Çünkü onların hepsi Allah nezdinde düşük oldukları için, kendileri yüzünden gelebilecek bir gazabdan çekiniyorlar. Ancak bir kimsenin şerrinden ve kötülüğünden emin olabilmek için ona giderse, bundan dolayı hiçbir şey söylemeyip sadece ona hayır söyler, muvaffakiyeti ve doğru olabilmesi için, düzelebilmeleri için onlara dua ederse, bunda herhangi bir sakınca yoktur. [İbn Kayyım, "Ahkamu Ehli'z-Zimme", 1/205-206]


Bu konuya ayrıca şu hususlar da girer:
İslâma aykırı davrananlara tazimde bulunmak, onlara 'efendim, beyim, paşam' gibi ifadelerle saygı göstermek kesinlikle haramdır.
Nitekim merfu olan bir hadislerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Munafık olan kimseyi "Efendim, beyim, paşam" diye çağırmayın. Şayet o kimse bey ve paşa yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabbınızın gazabını çekmiş olursunuz."

(Ebû Davud, Sunen, Edeb, H, 4977; Mişkatu'l-Mesabîh, 3/1349, H. 4780. Elbanî, hadisin isnadı sahihtir, demiştir)

mekkenin-fethini-de-yanlis-biliyorlarmis-0601171200_m2.jpg
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
22- KAFİRLERE BENZEMEK HARAMDIR

Abdullah b. Ömer'den (r.anh) rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Kim kendini bir kavme benzetirse, o da onlardandır."
(Ahmed: 2/50-92, 7/142, Ebu Davud Libas: 4031)

İbni Ebu Şeybe Said b. Cebele (Ahmed b. Hanbel'in Musned'inde Ebu Munîb el-Curaşî kanalıyla Abdullah b. Ömer'den rivâyet edildi) vasıtasıyla Rasulullah'tan (s.a.v.) tamamını şöyle rivayet ediyor:
"Kıyamete yakın, eşi ve ortağı olmayan Allah'a ibadet edilinceye kadar kılıçla gönderildim. Rızkım, mızrağımın gölgesinde kılındı. Bana, emrime karşı gelenlerin zelil ve aşağılanması verildi. Kim kendisini bir kavme benzetirse o da onlardandır."
(Buhari, K. el-Cihad, bab: 87; Ahmed b. Hanbel, Musned, c. 2, s. 50, 92)


Şeyhu'l islam İbni Teymiyye, bu hadisin isnadının sahih olduğunu belirtmiştir. Bu hadis onlara benzemeyi haram kılmaktadır. Kendisini görünüş olarak kafir ve müşriklere benzetenler, haram işlemiş olmakla birlikte, zahiri anlamda kafir de olmuşlardır.

Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"...
Sizden kim onları dost edinirse, oda onlardandır..." (Maide: 51)


Abdullah b. Amr demiştir ki:
"Kim muşriklere ait bir toprakta bulunur (bina yapar), onların nevruzlarına (yılbaşılarına) katılır, onların bayramlarını (festival ve galalarını) kutlar ve ölünceye kadar onlarla birlikte bulunursa, Kıyamet Gününde onlarla birlikte haşrolunur." (Beyhaki, Sunenu'l-Kubra: 9/234.)


Aişe'den (r.anha) rivayet edildiğine göre, Rasulullah (s.a.v.), namaz kılarken elleri böğürlerine koymayı mekruh sayarak:
"
Yahudilere benzemeyin." buyurmuştur."

(Buhari el-Amel fi's-Salat: 17, Muslim Mevarid: 47, Ebu Davud Salat: 172, Tirmizi Salat: 164, Nesai iftitah: 12, Darimi Salat: 138, Ahmed: 2/232-290-295-331-339)

Ömer b. Hattab (r.anh) şöyle dedi:
"Acemlerin rumuzlu sözlerini öğrenmeyin. Bayramlarında müşriklerle birlikte kiliselerine girmeyin. Çünkü Allah'ın gazabı onların üzerine iner." (Beyhaki 'Sunenu'l-Kubra: 9/234; Abdurrazzak, Musannef: 1609)

Abdullah b. Amr dedi ki:
"Kim Acemlerin ülkesinde kalırda, onların yeni yıllarını ve mihricanlarını (bayram, festival ve galalarını) kutlayarak (bu şekilde) onlara benzer ve bu hal üzereyken ölürse, Kıyamet Gününde onlarla birlikte haşrolunur."

Dikkat edilirse Ömer (r.anh), Acemlerin bazı sözlerini öğrenmeyi ve bayramlarında kiliselerine girmeyi yasaklamıştır. Bu durumda kafir ve muşriklerin dinlerinden kaynaklanan bir takım şeyleri yapanlara ne hüküm verilmelidir?

Onların fiillerini yaparak onlara uyum sağlamak daha büyük bir tehlike değil midir?

Onların bayramlarına ve bir takım festivallerine katılmak ve onlar gibi hareket etmek, bayramlarına sadece seyretmek için gidenlerin durumundan daha büyük bir tehlike değil midir?

Madem ki işledikleri ameller sebebiyle bayramlarında onlara Allah'ın (c.c.) gazabı iniyor, amellerinin tamamında ya da bir kısmında onlara katılmak, onlarla birlikte olmak, kendini bizzat cezanın içine atmak değil midir?

Abdullah b. Amr şöyle diyor:
"Kim, muşrik ve kafirlerin ülkelerinde kalır, yılbaşılarına, bayramlarına, festival ve galalarına katılır ve onlara benzeyerek ölürse, onlarla birlikte haşrolunur."

Bütün bu hususlar; o kimsenin kafir olduğunu, kişiyi Cehenneme götüren büyük günahlardan birini işlediğini gösterir. Lafzın zahirinden anlaşılan manaya göre, onlarla birlikte hareket, kimi durumlarda günahtır. Çünkü mubah olan birşey için cezalandırma söz konusu değildir.

Ömer (r.anh) şöyle demiştir:
"Cahiliye ehli (hacda) güneş doğuncaya dek toplanma yerinden gitmezlerdi. Rasulullah (s.a.v.) ise güneşin doğmasından önce oradan ayrılır ve şöyle derdi:

"Bizim yolumuz muşriklerin yolundan ayrıdır."
(İbni Kesir Tefsir Bakara: 2/199 ayeti, Suyuti ed-Durru'l-Mensur: 1/266-267, Beyhaki, Sunenu'l- Kubra: 5/125)

Muşrikler güneş batmadan önce Arafat'tan ayrılırlardı. Rasulullah da (s.a.v.) onlara muhalefet etmek için güneş battıktan sonra oradan ayrılırdı.

Abdullah b. Amr diyor ki:
"Rasulullah (s.a.v.) benim üzerimde boyanmış iki elbise gördü ve şöyle buyurdu:
"Doğrusu bunlar kafirlerin giysilerindendir. Onları giyme."
(Müslim, Libas: 29-31, Ebu Davud, Libas: 8, Nesai, Zinet: 43)

Rasulullah (s.a.v.), kafirlere ait kıyafetlerin giyilmesini yasaklamıştır.

Ömer de (r.anh), Utbe b. Ferkad'a gönderdiği mektupta:
"Müşriklere ait giysi giymekten seni menediyorum." diye yazmıştır.

(Buhari, Libas: 25, Muslim, Libas: 11, 21, Ahmed: 1/16,43, Camiu'l-Usul: 8343.)

Hilal, Muhammed b. Sirin'den şöyle rivayet etmiştir:
Huzeyfe bir eve geldi ve orada yabancılara ait bir giysi gördü.
Hemen oradan dışarı çıkarak şöyle dedi:
"Kim kendini bir kavme benzetirse, o da onlardandır."
Ali b. Ebu Salih es-Sevvak diyor ki:
"Biz bir ziyarette iken Ahmed b. Hanbel çıkageldi. İçeri girdiğinde, üzerinde gümüş bulunan bir sandalye gördü. Hemen gerisin geri çıktı.
Peşinden ev sahibi yetişti, imam elini onun yüzüne karşı silkeleyerek şöyle dedi:
"Mecusilerin kıyafeti ha? Ateşe tapanların kıyafeti ha?"
Kays b. Ebu Hazım'dan rivayete göre:
"Ebu Bekir, Ahmus'tan Zeyneb adındaki bir kadının yanına gitti.
Kadının konuşmadığını görünce: "
Bu kadın niye konuşmuyor?" diye sordu.
Dediler ki: "
Bu kadın konuşmadan haccetmek istiyor."
Ebu Bekir (r.anh), kendisine: "Konuş! Çünkü böyle bir davranış helal değildir. Bu, cahiliye döneminin adetidir." dedi.

Kadın, Ebu Bekir'e (r.anh): "Sen kimsin?" diye sordu.
Ebu Bekir de (r.anh): "
Muhacirlerden biriyim" dedi.
Kadın: "
Hangi muhacirlerden?" diye sordu.
O da: "
Kurayş'ten" dedi.
Kadın: "
Hangi Kurayş'ten?" diye sorunca,
Ebu Bekir (r.anh): "
Amma da çok sordun ha!" dedi ve:
"
Ben, Ebu Bekir'im" diye ekledi.
Kadın:
"Allah'ın cahiliye sisteminden sonra bize gönderdiği bu salih din üzerinde kalmamız neye bağlıdır?" dedi.
Ebu Bekir (r.anh): "Sizin kalıcılığınız, sizi idare eden imamlarınız (liderleriniz ve devlet adamlarınız) doğru yolda oldukları sürecedir." dedi. Kadın: "İmamlar da kimdir?" dedi.

Ebu Bekir (r.anh): "Sizin kavminizin liderleri ve önde gelenleri yok mu, onlar sizlere emir verince, onlara itaat ediyorsunuz değil mi?" dedi.
Kadın: "
Evet, öyledir." dedi.

Ebu Bekir (r.anh): "İşte halkı idare eden bu kimseler." cevabını verdi."
(Buhari Meftakıbu'l-Ensar: 26; Darimi Mukaddime: 23.)

Ebu Bekir (r.anh), hac sırasında mutlak suskunluğun helal olmadığını ve bunun cahiliye adetlerinden olduğunu haber vermiştir. Böylece kadının yaptığı işin yanlışlığını,ve kötülüğünü dile getirmiş, verdiği hükmün hemen ardından bunun sebebini, de açıklamıştır. Bu amelin mutlak olarak yasaklanması cahiliye adetlerinden olması sebebiyledir.

Ömer b. Hattab (r.anh) Fars beldelerinde yaşamakta olan müslümanlara yazdığı genelgesinde onları:
"Sizi, müşriklere ait kıyafetler giymekten menederim." diye uyarmıştır.

Ömer'in (r.anh) bu yasaklaması içine, muşrik ve kafirlere ait her türlü kıyafet ve moda girmektedir. Çünkü Utbe b. Ferkad'a (r.anh) yazdığı mektubunda şöyle diyordu:
"Sizi aşırı nimetler içinde kendinizi kaybetmekten, müşriklere ait kıyafetler giyinmekten ve ipek giysi giymekten menederim."

Ömer b. Hattab (r.anh), Cabiye'de Kudus'ün fethini muzakere ediyordu. Ka'b'a şöyle dedi: "Nerede namaz kılmamı istersin?"
O da: "Bana sorarsan, kayanın ardında namaz kıl. Çünkü Kudüs tümüyle senin gözlerinin önünde olacaktır." dedi.
Bunun üzerine Ömer (r.anh):
"Olmaz, ben namazımı ancak Rasulullah'ın (s.a.v.) kıldığı yerde kılarım." dedi.
Hemen kıbleye yöneldi ve Ka"be'ye doğru namazını kıldı. Sonra geldi ve ridasını yere yayarak üzerindeki çerçöpü silkeleyip süpürdü. Halk da aynısını yaptı."

(Ahmed: 1/38; Heysemi Mecmau'z-Zevaid: 4/6; Ibni Kesir el-Bidaye ve'n-Nihaye: 7/58.)

Ömer (r.anh), Ka'b'ı, sadece yahudilerin döndüğü kayaya dönerek, yahudilere benzemesi sebebiyle ayıplamıştır. Çünkü böyle bir davranışta eski bir kıbleyi halen kıble olarak tanıma inancı yatmaktadır. Bir müslüman oraya yönelirken böyle bir amaç gütmese de, bundan sakınması gerekir.

Ömer (r.anh) bu noktada oldukça hassas bir siyaset izlemiştir. Bu tutumuyla o İslam'ı aziz kılmış, küfrü ve küfür ehlini de zelil etmiştir. İslam'ın ipini çürütecek ne varsa, hepsini yasaklamış ve bu hususta Allah ve Rasulu'nün emirlerine itaat ederek dinin esaslarını sağlamlaştırmıştır. O her zaman Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün Sünnetine bağlı kalarak Ebu Bekir'in (r.anh) çizgisini izlemiş, İslam'da seçkin olan sahabelerle istişarede bulunmuştur.
Ehli kitap hakkında esas aldığı şeyler, İslam'ın öngördüğü şartlar çerçevesinde olmuş, kafirlerin devlet işlerinde görevlendirilmesini yasaklamış, bunların güvenilir kişiler olarak kabul edilmelerini engellemiş ve Allah (c.c.) zelil kıldıktan sonra kimsenin onları aziz kılmaya hakkı olmadığını vurgulamıştır.


Hatta rivayete göre; Acemlere (kafirlere) ait kitap ve yayınları yaktırmış, bid'at işleyen kimseleri sürgün etmiş, onların her an ve her yerde aşağılanmalarını sağlamıştır.

İbni Abbas'a: "Bir adama şırınga ile ilaç vereyim mi?" denilince,
O: "
Hayır, avret yerini açma, muşriklerin yolunu da izleme." dedi.
Buradaki "Müşriklerin yolunu izleme" ifadesi geneldir.


Enes'in (r.anh) yanına iki (boynuzu) kahkülü olan bir genç girdi.
Enes kendisine: "
Bu iki saçtan boynuzu (kahkülü) ya kes ya da kısalt, çünkü bu yahudilerin adetidir." dedi. (Ebu Davud Tereccül: 15.)
Dikkat edilirse buradaki yasaklamanın nedeni, bu davranışların yahudi adeti olarak nitelendirilmiş olmasıdır. Müslümanlara ait olmayan bu davranışlardan sakınmak gerekir.

Şeyhülislam İbni Teymiyye bu olayı Rasulullah'ın (s.a.v.):
"Orada cahiliyeye ait bayramlardan bir bayram var mı?" (Ebu Davud Eyman: 22) hadisinin yanında zikretmiştir.

Her ne şekilde olursa olsun, cahiliye bayramları, şenlik, festival ve galalarıyla ilgili olarak herhangi bir fiilin yapılması şiddetle ve kesin bir dille yasaklanmıştır. Buna mutlaka uymak gerekir. İster ehli kitap isterse diğer kafirler olsun her iki topluluğun yaptığı da kururdur. Aralarında hiçbir fark yoktur. Belki küfürlerinin daha ağır veya hafif olması yönüyle aralarında bir fark olabilir. Allah'u Teala'nın, kafirlere ait bayramları kesin bir şeklide yasaklamasının sebebi, müslümanların inançlarının kafirlere ait adet ve geleneklerle ve ehli kitabın eskiden kalan yanlışlarıyla kirletilmesi endişesidir. Bu bakımdan yasaklama çok daha şiddetlidir. Rasulullah (s.a.v.) ümmetinin hiç bir konuda kafirlere benzememesini, onlara muhalefet etmelerini istemiştir. Çünkü, mu'minle Cehennem ehli arasındaki muhalefet ne kadar artarsa, mü'min Cehennem ehlinin, amellerini işlemekten o kadar uzaklaşır.

Rasulullah'ın (s.a.v.) ummetine olan düşkünlüğü ve onlara nasihati Allah'ın (c.c.) kendisine ve halka bir fazlı ve keremidir ki, halkın çoğu bunu bilmezler.

Rasulullah (s.a.v.), görünürdeki işlerinde onlara benzemelerinden korkup endişe duyması sebebiyle, ümmetinin kafirlere muhalefet etmesi konusunda çok titiz davranmıştır. Çünkü bir müslümanın görünürde kafirlere benzemesi, zamanla onlarla uyum sağlamasına, onları sevip dost edinmesine yol açabilir. Nitekim, müslüman olduğunu ileri süren birçok kimse, farkında olmadan böyle bir duruma bulaşmışlar, buna rağmen yaptıkları işi iyi görmüşlerdir.

Huşeym diyor ki:
"Ebu Bişr, Ebu Umeyr b. Enes'ten, o da Ensar'dan bir halasından rivayet etmiştir:
"Rasulullah (s.a.v.), müslümanları namaza nasıl davet edeceği konusuna çok önem gösterdi. (Ashabıyla istişarede bulundu). Kendisine, yahudilerin yaptığı gibi boru çalınmasını teklif ettiler.
Bu, onun hoşuna gitmedi ve:
"O, yahudilere aittir" buyurdu.
Bunun üzerine hristiyanlara ait çanı hatırlattılar. "O da hristiyanlara aittir" diyerek hoş karşılamadığını belirtti." (Ebu Davud, Salat: 27.)
Rasulullah'a (s.a.v.), yahudilere ait boru ve hristiyanlara ait çan teklif edilince, bunları yahudi ve hristiyanlara ait semboller olmaları sebebiyle hoş karşılamamıştır. Hükmün hemen ardından işin niteliğinden söz edilmesi, bu şeyin onun illeti olduğunu gösterir.

Boru ve çanın yahudi ve hristiyanlara ait olması bunların yasaklanmasını gerektirmiştir. Artık böyle birşey namaz dışında da mutlak anlamda yasaktır. Çünkü hristiyanlar bazen ibadet vakitlerinin dışında da çan çalarlar.

Tevhide dayalı hanif dininin asıl şiarı ise ezandır. Ezan ile yapılan davette aynı zamanda Allahu Teala'yı zikir vardır. Bu sayede göklerin kapılan açılır, şeytanlar kaçışmaya başlarlar ve Allah'ın (c.c.) rahmeti iner.

Ne yazık ki, bu ümmetten bir çok melik, devlet adamı ve başkaları, yahudi ve hristiyanlara ait bu istenmeyen şiarlara mübtela olmuşlardır.

Fars ve Acem müuşrikleriyle, yahudi ve hristiyanlara benzeyiş, onların doğu ülkelerinde işbaşında olan devlet adamlarına karşı ağırlıklarını koymalarından sonra olmuştur. Bütün bunlar bir müslümanın asla kabul etmeyip, muhalefet etmesi gereken şeylerdir. Ne acıdır ki, bu ümmetin çoğu Allah (c.c.) ve Rasulü'nün (s.a.v.) hoşlanmadığı bu şeylere bulaşmışlardır. Kendileriyle cihad edilmesi gereken müşrikler ümmetin başına musallat olunca, İslam beldesinde görülmemesi gereken şeyler gerek müslüman halk arasında, gerekse bir zamanlar İslam diyarı olan ülkelerde işlenir hale gelmiştir.
Bu da Rasulullah'ın (s.a.v.) şu ifadelerini doğrulamaktadır:
''Siz, sizden öncekilerin yollarını aynen izleyeceksiniz." (Buharı İ'tisam: 14, Enbiya: 50; Muslim İlim: 6; İbn Mace Fiten: 17.)

Şeyhu'l islam İbni Teymiyye'nin de zikrettiği gibi; günümüz müslümanlarının da daha önceki müslümanların cezalandırıldıkları gibi cezalandırılmaları söz konusudur.

Müslüman olduklarını ileri süren birçok kişi, yahudi ve hristiyanların yolunu izleyerek, cahiliye ehlinin İslam'a uymayan fiillerini yapar hale gelmişlerdir. Oysa onların kendilerini taklit ettikleri bu kimseler, Allah düşmanıdırlar. Allahu Teala, İslam şeriatiyle uzaktan yakından alakaları olmayan bu kimselere benzemeye çalıştıkları için, bunları müslümanların üzerine musallat etmiştir.

Bunlar müslümanların başına çorap örmüşler, onları felaketlere ve büyük belalara uğratmışlar, yaşlılarını aşağılamış, acizlere merhamet etmemiş ve zayıfın yanında yer almamışlardır. Dinlerini ifsad etmiş ve ülkelerini harabe durumuna getirmişlerdir. İşte bütün bunlar yüce Allah'ın (c.c.) hikmeti ve bu kimselerin zulüm ve isyanlarının cezası olarak meydana gelmiştir.

Yardım ancak Allah'tandır ve ancak O'na tevekkül edilip dayanılır. Allah'ın (c.c.) rahmetiyle, henüz hak yok olmamıştır. Allah (c.c.), dinini kesinlikle üstün kılacaktır.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Oysaki kafirler hoşlanmasalar da, Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. O (Allah), muşrikler hoşlanmasalar da kendi dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü'nü hidayet ve hak dinle gönderendir." (Tevbe: 32-33)
Allah (c.c.), iman ehlini böylece temizlemiş, onlara isyan ettikleri takdirde başlarına nelerin geleceğini göstermiştir. Aynı zamanda, bozguncuların ve kafirlerin burunlarını da yere sunmuştur. Çünkü onlar gelecekte egemenliğin kendilerinde olacağını sanmışlar, devletin ve gücün ellerine geçeceğini iddia etmişlerdir. Oysa Allah (c.c.), üzerlerine iman ve İslam güneşini egemen kılarak bozguncu ve kafirleri kısa bir sürede darmadağın hale getirmiş, onları en umulmadık yerlere sürgün etmiştir.

İbni Kayyım diyor ki:
"Allah başka zamanlarda da dinine Kitabına ve Rasulüne yardımcıdır.
Ancak bu kendi hizbinin öteki hiziple karşılıklı savaşıyladır.
Çünkü bu, iki farklı cemaat karşılaştığında O'nun hikmetidir. "
Yine şöyle der: "Hak muzafferdir,


Sakın şaşırma, bu Rahman'ın sünnetidir.
Bu sayede O'nun hizbi ötekine üstün gelir.
Bunun için insanlar iki taife olarak gelir."


Şeyhülislam İbni Teymiyye, zımmilerle ilgili şartlar konusunda da şöyle demiştir:
"Bu şartlar, müslümanların, kendilerinin görünüş olarak kafirlerden kesinlikle ayırt edilmeleri gerektiği konusunda icma ettiklerini gösterir. Bu da onlara benzemeyi terk etmeyi gerektirir.

Nitekim, hidayet emirleri olan iki Ömer (Ömer b. Hattab ve Ömer b. Abdulaziz) ve daha başkaları, bu hususta ellerinden gelen tüm gayreti göstermişlerdir."

Ebu Şeyh el-İsfahani'den rivayete göre, Ömer (r.anh) şöyle bir genelge yayınlamıştır:

"Zımmileri yazı işlerinde kullanmayın. Aksi takdirde sizinle onlar arasında sevgi oluşur. Onlara sırlarınızı vermeyin, onları zelil kılıp aşağılayın; ancak kendilerine zulmetmeyin."
Sonra devamla demiştir ki:
"İleri sürülen şartlardan bir kısmına göre; zımmiler, dinlerine ait olan münkerleri açıkça yapamazlar. Bu şartların bir kısmı da, dinlerinin şiarlarıyla ilgilidir."
Ömer (r.anh), beraberindeki müslümanlar, İslam alimleri ve daha sonraki zamanlarda Allah'ın (c.c.) kendilerine emirlik nasib ettiği kimseler şu konuda ittifak etmişlerdir:
Herhangi bir İslam ülkesinde, zımmilerin fitne ve düşmanlığa sebep olacak şeyleri açıktan yapmalarına izin verilmez. Gayri müslimlere bile böyle bir izin verilmezken, nasıl olur da müslümanlar İslam beldesinde onlara ait amelleri açıkça işleyebilirler?
Hiçbir müslümanın, kafirlere saygı gösterip, onlara ikramda bulunmak gibi şeriatça yasaklanmış amelleri yapması caiz değildir. Bilindiği gibi kafirlere ait bayram ve festivallere değer verip, saygı göstermek, onlara uymak ve yaptıklarını tasvip etmek demektir. Böyle bir durum onları mutlu eder. Dinlerinden kaynaklanan batıl inanış ve davranışların aşağılanması ise onları üzer.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur..." (En'am: 159)
Şeyh İsfahani şöyle diyor:
"Bu ayet onlardan her bakımdan uzak kalmayı gerektirmektedir. Bütün meselelerde olmayıp sadece bir kısım meselelerde dahi olsa onların inançlarına tabi olanlar, tabi oldukları şeyde onlarla beraberdirler. Çünkü bu: "Ben bundanım, bu da bendendir" diyen kimsenin ifadesine benzemektedir ve bununla adeta şu söylenmek istenmiştir:
"Ben, onun türündenim, o da benim türümdendir."
Çünkü iki şahıs, ancak tür noktasında birleşirler. Nitekim:
"Onlar birbirlerindendir..." (Tevbe:/67) ayetinde ifade edilen de budur.
Rasulullah (s.a.v.) de Ali'ye (r.anh) şöyle buyurmuştur:
"Sen bendensin, ben de sendenim."
(Buhari Fedailü Ashabinnebi: 9, Müslim Cihad: 90, Tirmizi Menakıb: 20, İbni Mace Mukaddime: 11, Ahmed: 1/170, 177 3/22, Camiu'l-Usül: 6/33.)

Bir kişinin "Benim bu gibi şeylerle ilgim yok" demesi, onun bu gibi işlerin hepsinden uzak olduğunu gösterir.
Allah (c.c.) ve Rasulü (s.a.v.), kafirlerin tüm işlerinden uzak olduklarına göre, Allah'ın Rasulü'ne uyan kimselerin de gerçekten ona tabi olmaları için, onun uzak olduğu her şeyden uzak olmaları gerekir. Bir kimse, müşrik ve kafirlere muvafakat ediyorsa, bu kimse onlara muvafakati oranında Allah Rasulü'ne muhalif demektir. Çünkü her bakımdan farklı olan iki kişiden bun diğerine ne oranda benzemezse, ondan o nisbette ayrı düşer ve ona muhalefet etmiş olur.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin..." (Maide: 51)
"Allah'ın kendilerine gazabettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler ne de onlardan. Bile bile yalan yere yemin ediyorlar. Allah, onlar için şiddetli bir azap hazırlamıştır. Yapmış oldukları şey ne kötüdür. Yeminlerini kalkan edinmişler ve böylece insanları Allah'ın yolundan saptırmışlardır. Onlar için zelil edici bir azap vardır. Ne malları ne de evlatları, Allah'ın azabından hiçbir şeyi onlardan savamayacaklardır.
Onlar cehennem ehlidirler; orada daimidirler. Allah onların hepsini dirilttiği gün size yemin ettikleri gibi O'na da yemin edecekler ve kendilerine bir yarar sağlayacağını zannedeceklerdir. Haberiniz olsun ki, onlar yalancıdırlar. Şeytan onları hükmü altına almış ve Allah'ın zikrini unutturmuştur. İşte bunlar, şeytanın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun ki, hüsrana uğrayacak olanlar şeytanın taraftarlarıdır. Allah'a ve Rasulü'ne karşı gelenler, işte bunlar insanların en alçakları arasındadırlar. Allah "Ben ve peygamberim mutlaka galip geleceğiz" diye yazmıştır. Şubhesiz Allah kuvvetlidir, güçlüdür. Allah'a ve Ahiret Gününe inanan bir milletin, babaları oğulları, kardeşleri yahutta akrabaları olsalar bile, Allah'a ve Rasulü'ne karşı gelen kimselere sevgi beslediklerini göremezsin. İşte bunlar, Allah'ın kalplerine imanı yazdığı ve, kendinden bir ruh ile kuvvetlendirdiği kimselerdir. Allah onları içinde ebediyyen kalacakları, (ağaçlan) altından ırmaklar akan Cennetlere sokacaktır. Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bunlar Allah'ın taraftarı olanlardır. Haberiniz olsun ki, asıl kurtuluşa erenler şüphesiz Allah'ın taraftarlarıdır." (Mucadele: 14-22)
"İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp yardım edenler var ya, işte bunlar birbirlerinin velileridirler..." (Enfal: 72)
Bu ayetten başlayıp, surenin sonuna kadar hep aynı konu incelenmekte, Allah (c.c.), bu ayeti kerimede, muhacirler ile ensar arasındaki dostluğu ve iman edip hicret edenlerle cihad edenler arasındaki bağı dile getirmektedir.
Muhacir; Allah'ın (c.c.) nehyettiği şeylerden uzak durup, onları terk edendir. Cihad ise, kıyamete kadar bakidir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah, Rasulü ve iman edenlerdir. Onlar ki namazı kılar, zekatı verir ve rüku ederler. Kim Allah'ı, Rasulü'nü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şubhesiz Allah'ın tarafını tutanlardır." (Maide: 55-56)
Kur'an'da buna benzer daha pek çok ayet vardır. Allah (c.c.) bu ayetlerde müslümanlara, mü'minlerle gerçek anlamda dostluk kurmalarını emretmektedir. Çünkü mü'minler Allah'ın hizbi ve ordusudurlar. Kafirlerle asla dostluk kurmaz ve onlara sevgi beslemezler. Dostluk ve sevgi gönül ile ilgili durumlardır; kafirlerle dostluk bağlarını koparmanın en etkili yolu, görünürde kafirlere muhalefet etmektir.
Her ne kadar görünüşte kafirlerden farklı olmak onlara dostluk ve sevgi göstermemenin sebepleri değilse de, onlarla bağları koparmamanın ve mübayenetin (zıt, farklı olmak) de bir faydası yoktur. Aksine onlarla birliktelik, kişilerin karakterlerinin uyuşması gibi bir yakınlaşmaya sebep olabilir. Bunun içindir ki selef (r.anhuma), bu ayetleri delil göstermişlerdir.
Ebu Musa (r.anh) diyor ki:
"Ömer'e (r.anh): "Benim hristiyan bir katibim var" dedim.
O da bana dedi ki: "Ne yaptın? Allah cezanı versin! Sen Allah'ın (c.c.):
"Ey iman edenler! Yahudi ve hrıstiyanları dost edinmeyin..." (Maide: 51) buyurduğunu işitmedin mi? Tevhid ehlinden birini katip edinemez miydin?"
Ben de: "Ey mu'minlerin emiri! Onun yazı işlerinde çalışması benim içindir, dini de kendisine aittir." dedim.
Ömer (r.anh): "Madem ki Allah onları aşağılamış, sen onlara saygınlık kazandırma, Allah onları zelil kılmışken, seri kendilerini aziz kılma. Allah'ın uzaklaştırdıklarını sen yaklaştırma!" dedi."
(Beyhaki, Sunenu'l-Kubra: 9/204; Ahmed)

Ayet, hadis ve Raşid Halifelerin uygulamaları bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Ayrıca bütün fukaha da, kafir ve muşriklere muhalefet etmek ve onlara benzememek gerektiğinde icma etmişlerdir. Ebu Hurayra'nin rivayetine göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Yahudi ve hristiyanlar boyanmazlar (sakallarına kına yakmazlar). Siz onlara muhalefet edin."
(Buhari Enbiya: 5, Libas: 67; Muslim Libas: 80; Ebu Davud Tereccül:18; Nesai Zinet: 14; İbni Mace Libas: 32; Ahmed: 2/240, 260, 309, 401.)
Dikkat edilirse, Rasulullah (s.a.v.) bu noktada da onlara muhalefet edilmesini emretmiştir. Bu ise, onlara muhalefetin Şari'in (Şeriat koyucunun) amacı ve emri gereği olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Onlar ki, zura şahidlik etmezler..." (Furkan: 72)

Dahhak şöyle diyor: "Ayette yer alan "zur" muşriklere ait bayram demektir."
Ebu Şeyh şöyle rivayet etmiştir:
"Zur"; şirk sözüdür."
Murre'den gelen rivayette ise:
"Onlar, muşriklerin şirklerine meyletmezler, onlarla karışık olarak birarada bulunmazlar" diye zikredilmiştir.
Ömer (r.anh) şöyle demiştir: "Sizi, Acemlere ait sözler öğrenmekten, muşriklerin bayramlarında onların kiliselerine girmekten menederim."
Tabiinden olan zatların açıklamalarına göre, bu ifadeyle kastedilen; "kafirlere ait bayramlar"dır. Bu yorum, bazılarının bunun şirk veya cahiliyede put, işret ve meyhane meclislerinde söylenen kötü sözler ya da şarkı ve türkü sözleri olduğu şeklindeki görüşleriyle çelişmez. Çünkü selef, bu tabirlere kişilerin ihtiyaç duydukları meselelere göre adlar vererek, o şey hakkında uyarıda bulunmuşlardır.
Muşriklere ait bayram ve festivallerde hem şubhe hem de şehvet yatmaktadır. Oysa bunlar dinde olmayan, batıl şeylerdir. İlk anda hoş ve tatlı gözükseler de acı ve üzüntü ile sonuçlanırlar. Bu da yukarıda yorumu yapılan "zur"un kendisi, yani; şirk, şehvet ve yalandır. Bu gibi yerlerde bulunarak yapılanlara şehadette bulunmak, dinlemek, bunları yapmak gibi sakıncalıdır. Dikkat edilirse Allah (c.c.), insanların böyle yerlerde bulunup bu gibi şeyleri görmelerini istememekte ve bunları terk edenleri övmektedir. Gerçek anlamda orada bulunmak o şeyi görmekle veya onu dinlemekle olur. Bir de bunları eyleme dönüştürmek vardır ki, bu sadece dinlemek veya görmek gibi olmayıp, şirktir. Bütün bunları yapmak kişinin müşriklerle uyumluluğunu artırır. Halbuki bu istenmeyen bir durumdur. Şurası iyice bilinmelidir ki kafirlerle uyum içinde olmak çirkinlik ve rezaletle sonuçlanır. Onlarla beraber olanların huy ve tabiatları giderek onlara uyum sağlamaya başlar. İşte şeriatin bu gibi şeyleri daha baştan yasaklaması, ileride doğabilecek büyük tehlikeleri önlemek içindir.

Bugün, her konuda kafirlere benzerlik sergilenmektedir. Bu ise kişinin neredeyse tamamen İslam'dan çıkmasına sebep olmaktadır. Çünkü müşriklere ait herhangi bir fiil ya da adetin uygulanması, kişiyi küfre veya isyana ya da aynı anda hem küfre hem de isyana götürür.

Bu anlatılanlar, müşrik ve kafirlere benzemeyi yasaklayan delillerden sadece birkaçıdır. Kafirlerden uzak durmak konusunda Allah'ın (c.c.) istediği titizliği gösteren kimselere Allah (c.c.) rahmetiyle muamele etsin.

Görünüşte onlara benzemenin yasaklanmasının sebebi; zamanla bu amelin' kişinin kalbinde kafir ve müşriklere karşı sevgi ve dostluk duygusuna yol açarak, neticede kişiyi küfre yada isyana yöneltebilmesidir. İşte. kişiyi küfre götürebileceğinden dolayı bu amel, daha baştan haram kılınmıştır.

Kafir ve müşriklere sevgi ve dostluk besleyen çoğu kimsenin geçirdiği merhaleler gözönünde bulundurulduğu takdirde, bu yasaklamanın sebebinin, müslümanların bu gibi tuzaklara düşmeleri endişesi olduğu görülecektir. Buna rağmen, bu şekilde davrananlar kendilerini sakıncalı olan şeyin kucağına atmış ve tehlike kapısını aralamış olurlar.

Fıkıh ve Tevhid İlminin Hocası İmam-ı Azam Ebu Hanife (Rahimehullah)'ye ait olan Fıkhı Ekber Şerhi'nde "Açık ve Kapalı Küfür Sözler" Başlığı altında aynen şu hükümler vardır:

1-"El-Hulasa" adlı kitapta zikredildiğine göre, bir kimse "Nevruz" gününde bir mecusiye yumurta hediye etse kafir olur. Çünkü bu mecusiye küfründe ve hatalarında yardımcı olmuştur. Nevruz gününde bir müslümana bir yumurta hediye ederse kâfir olmaz. Fakat bu görüş de sağlam değildir. Çünkü müslümana hediye etmekle de benzeme oluyor. Ancak bilerek değil de öyle tesadüf ederse o zaman küfür olmaz.»

2- «Mecmaun-Nevâzil» adlı kitapta şöyle yazılmıştır: «Mecusîler Nevruz gününde toplansa ve bir müslüman, onlar için 'güzel bir adet koydular', dese kâfir olur. Çünkü bu sözü ile küfrü güzel kabul etmiş oluyor.»
Yine
«Fetâvâ-yı Suğrâ»da yazıldığına göre, bir kimse daha önce satın almadığı halde özellikle Nevruz gününe saygı için bir şeyler satın alırsa kâfir olur. Çünkü bu hareketi ile kâfirlerin bayramına saygı göstermiş olur. Ancak ihtiyaç sebebiyle satın alırsa o zaman bir şey lâzım gelmez. Yine bir kimse bir insana Nevruz gününde bir şey hediye etse ve bununla Neruz gününe saygı göstermeyi kasdetse kâfir olur. Yine bir öğretmen birinden Nevruzluk hediyesi istese ve istenen kişi verse de vermese de öğretmenin kâfir olmasından korkulur.


3-«Tetimme» adlı kitapta: Ebû Hafs el-Kebîr el-Buharî'den rivayet edilmiştir: "Bir kimse elli sene Allah'a ibadet etse sonra Nevruz günü gelse ve bugüne saygı için müşriklere bir şey hediye etse Allah'a küfretmiş ve elli senelik ibadetini yok etmiş olur. Yine bir kimse Nevruz günü kâfirlerin toplandığı yere giderse kâfir olur. Çünkü bu küfrünü ilân etmektir."
(İmam-ı Azam, Fıkh-ı Ekber, Aliyyu'l- Kari Şerhi, sh:345. Çağrı Yay.1992-İst.)

"Nevruz ve Mehricân günlerinin adı ile hediye vermek caiz değildir, haramdır. Eğer bunu, müşriklerin saygı gösterdiği gibi saygı göstererek yaparsa kafir olur.
Ebû-Hafs el-Kabir şöyle der:
«Bir adam elli sene Allah'a kulluk etse sonrada Nevruz gününde, bu güne saygı göstermek için bir müşrike bir yumurta hediye etse kafir olur, amelleri yok olur.» Şayet bu günlerde, tazim kasdetmeden halkın adetine uyarak bir müslümana hediye verse kafir olmaz. Ancak, şüpheyi def etmek için bunu anılan günlerden önce veya sonra yapmalıdır. Daha önce almadığı bir şeyi bu günde satın alsa; eğer bu günleri tazim için satın almışsa kafir olur. Ama eğer yemek içmek ve nimetlenmek için almışsa kafir olmaz. Zeylaî."

(İbn-i Abidin, C/17, sh:310 Şamil Yay.1988-İst.)

"Mecusilere uyup, Nevruz'da, onlarla birlilte çıkıp, o günde, onların yaptığını yapmak küfürdür.
Bir kimse, yemek içmek için değil de, sırf Nevruz gününe ta'zim olsun diye, başka zaman satmadığı, bir şeyi, satmak sebebiyle de, kafir olmuş olur.
O gün, müşrikleri ta'zim maksadı ile, onlara bir yumurta bile hediye etmek küfürdür.
Kafirlerin işini güzel gören kimse, küfre girmiş olur. Bu bi'l-ittifak böyledir."

(Nizamuddin ve Bir Heyet, Fetavay-i Hindiyye, C/4, sh:342. Akçağ Yay. Ankara)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
23- Kafirlerin Bayramlarını Kutlamak ta Haramdır

Müslümanlardan olmayan Nasraniler (Hıristiyanlar) Meryem’in oğlu ‘İsa (a.s.)’ın doğum günü ve Yeni Yıl olarak inandıkları bu günlerde kutlamalar yapmaktadırlar. Müslümanların evlatlarının Nasranilerin kutlamalarında onları taklit ettiklerini, onların geleneklerine bağlandıklarını ve bu bayramlar ile geleneklerin, Nasranilerin sapık ve bozulmuş inançlarından kaynaklandığından ve bunların şer'î hükümlerde hiçbir yerinin olmadığından habersiz olduklarını görmek, bir Müslümanın kalbi için acı vericidir.
Şubhesiz ki Şeri’at, Müslümanların bayram günlerini belirledi ve bunlar yevm-ul fitr [Ramazan Bayramı] ve yevm-ul edha [Kurban Bayramı]’dır.


En-Nesai, Enes [RadiyALLAHu ‘Anh]’den şöyle dediğini rivayet etti:
Nebi [SallALLAHu ‘Aleyhi ve Sellem] Medine’ye geldi ki orada iki gün (bayram olarak) kutlanıyordu ve şöyle dedi:
ALLAH Te’alâ onları sizin için daha hayırlısı ile değiştirdi: el-Fitr [Ramadan Bayramı] ve el-Edha [Kurban Bayramı]
Bu, Rasulullah [‘Aleyhi’s Salatu ve’s Selam]’in Müslümanlara bir beyanıdır ki, onlar için yalnızca iki bayram yani yevm-ul fitr ve yevm-ul edha vardır.
Ayrıca bu iki bayram, İslam öncesi cahiliyye (İslam-dışı) bayramlarını, kutlamalarını da iptal etti.
Bu iki bayram; ibadette, itaatte ve ALLAH Te’alâ’nın emirlerine bağlanmakta tevhidden doğan Müslümanların akidesine raptedilmiştir, çakılmıştır.
Ama özelde Batılıların ve genelde Nasranilerin olan Noel bayramına gelince, bu onların Meryem oğlu ‘İsa [‘Aleyhi’s Selam]’a hakkındaki sapık ve bozuk inançlarından kaynaklanan bir kutlamadır. Bu ise, eski Romen putperest geleneklerini taklit etmekten karışmıştır. Bunun sapık ve çürük olarak kabul edilmesi ve sahiplerinin kâfir olması apaçık bir gerçektir ve Müslümanlar için bunda hiçbir şüphe yoktur. ALLAH Subhanehu şöyle buyurdu:

ALLAH, üçün üçüncüsüdür diyenler şubhesiz kâfir olmuşlardır. [Ma'ide 73]
Ve ALLAH [‘Azze ve Celle] yine şöyle buyurdu:
ALLAH, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler şüphesiz kâfir olmuşlardır. [Ma'ide 17]
Nasraniler bu bayramda, evlerini, dükkânlarını, okullarını ve caddelerini süslerler ve kiliselerde ve diğer yerlerde özel ve genel partiler düzenlerler. Bu kutlama münasebetiyle birbirleriyle hediyeleşirler ve dinî şarkılar söylerler.
Muhakkak ki Şeri’at, Müslümanların kâfirlerden olan Nasranileri ve Yahudileri veya diğer kâfirleri onların dinlerinin emirleri olan şeylerde ve hükümlerde taklit etmeyi kesinlikle yasaklamıştır.

Buhari, Ebi Sa’îd el-Hudri [RadiyALLAHu ‘Anh]’den Nebi [SallALLAHu ‘Aleyhi ve Sellem]’in şöyle dediğini rivayet etti:

Kendinizden öncekileri, karış karış ve adım adım takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girseler bile, (takib edeceksiniz).
Dedik ki; Ya RasulALLAH! (Onlar) yahudiler ve nasraniler midir?

Dedi ki, Ya kim (olacak)?

Nebi [SallALLAHu ‘Aleyhi ve Sellem] yahudi ve nasranilere tâbi olmayı, onları takip etmeyi, onların günlük hayatlarında onlar gibi davranmayı ve inançlarında, geleneklerinde ve hükümlerinde onları taklit etmeyi yasakladı. Bu ise, Müslümanların onları takip etmekten kaçınmaları için apaçık bir delildir. Şeri’at bu kaçınmayı, kâfirleri taklit eden herhangi bir kimseyi onlardanmış gibi değerlendirecek derecede vurguladı.
Rasulullah [‘Aleyhi’s Salatu ve’s Selam] şöyle buyurdu:
Her kim bir kavmi taklid ederse, onlardandır.
[Ebu Dâvud ve Ahmed rivayet ettiler.]

Dolayısıyla Müslümanların, kâfirlere ait olan, meselâ nasranilerin Yeni Yıl ve Noel bayramı gibi, kutlamalarını kutlaması caiz değildir.
İster bu kutlamalar özel veya genel olsun, ister kilisede veya okulda veya başka bir yerde olsun şekillerden herhangi bir şekilde onlarla birlikte olmak, onlara katılmak caiz değildir. Bu kutlamalar ile ilgili, meselâ hediyeleşmek yada evlerin veya dükkânların süslenmesi veya onların tebrik edilmesi gibi her şey de bu kapsama dahildir.

Bazı Müslümanların Batılıları taklit etmesinin arkasındaki asıl sebep muhakkak ki, taklit eden kimselerde, taklit ettikleri kimselere karşı bir aşağılık kompleksinin var olmasıdır.
Bu aşağılık kompleksinin kaynağı ise; İslam Akidesi’nin, fikirlerinin ve hükümlerinin azametinden ve İslam’ın insanî tatmin, adalet ve saadet anlayışının mükemmelliğinden şuursuz olmalarının ve çürük akideleri ve hayat yolundan kaynaklanan değerlerden ve kutladıkları kutlamalardan Batı hadaratının fesadını henüz idrak edememiş olmalarının bir sonucu olarak taklitçilerin entelektüel ve psikolojik yenilgisidir.
ALLAH
[Subhanehu ve Te’alâ] şöyle buyurdu:
Artık Benden size hidayet geldiğinde, her kim benim hidayetime tâbi olursa, O asla sapıtmaz ve bedbaht olmaz. Her kim de beni zikretmekten (anmaktan) yüz çevirirse, şubhesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacaktır. [Tâ-Hâ 123-124]


Sizin kutlamalarınız, bayramlarınız ey Müslümanlar, şubhesiz halis değerlerden ve yüce anlamlardan doğmuştur. ‘İyd-ul Fitre (Ramazan bayramında) mubârak Ramadan ayının sona ermesini kutlamaktasınız.
O Ramadan ayı ki, tek olan ALLAH’a ibadet ve itaat ayıdır. O ay ki, hayır-hasenat, sadaka ve Müslümanlar arası birlik ve samimiyet ayıdır. O ay ki, Müslümanların içerisinde hayırlar gerçekleştirmek ve seçkin amellerde bulunmak üzere birbirleriyle yarıştıkları takva ve fazilet ayıdır. Yine ALLAH’ın yasakladığı bütün çirkin davranışlardan, azgınlıktan, aşırılıktan ve kötülüklerden uzaklaşmakta yarıştıkları bir aydır. Sizin bayramınızda, İslam’a teşvik edilmeye muhtaç olan fakirlere ve yoksullara karşı merhamet ve şefkat değerleri açığa çıkar.
Mubârak ‘iyd-ul edhaya (Kurban bayramına) gelince; bu da Müslümanların ALLAH [Subhanehu ve Te’alâ]’yı tâzim ederek, günahlardan arınmak ve şirkten beraat etmek üzere Hacc menasiklerini (amellerini) gerçekleştirmek için Beytullah-il Haram’a (Kâbe’ye) gidişlerini kutlamak içindir.
Bu bayramda Müslümanların, babaları İbrahim [‘Aleyhi’s Selam]’ın gösterdiği kulluğu örnek almalarıyla, ibadetin en yüce anlamı ve ALLAH yolunda, O’nun rıdası için kurban kesilmesi gerçekleşir.
Her iki bayramda da görünüşlerden bir görünüş olarak, işgalci kâfir devletlerin bu Ummetin vücudunu parçalayarak aralarına setler ve sınırlar yerleştirmiş olmasına rağmen, Müslümanların birliğinin en yakından en uzağa kadar cisimleşmesi meydana gelir.
Ğayri-muslimlerin Noel ve Yeni Yıl kutlamalarına gelince; bunlar kokuşmuş Batı medeniyetinin değerleri ile cisimleşmiştir.
Onlar için hanımlarına ihanet etme, zina etme, içki içme, arsız partiler düzenleme ve ALLAH’a şirkin sembolü olan haçı yükseltme zamanıdır.
İnsanlar rezil davranışlarda yarışmaktadırlar. İffet ve fazilet çiğnenmekte, cinsellik çılgınlığı yaşanmakta ve akrabalık bağları (aile içi cinsellik ile) parçalanmaktadır. Yüksek ruhî, insanî ve ahlâkî değerler insanların nefislerinden koparılmaktadır.
Peki tüm bunlar veya bunların bir kısmı var mıdır?
Öyleyse bir şahsı, velev ki bu taklitçi, yegane ilah olarak tek olan ALLAH’a, ALLAH’tan gelen kitap olarak Kur’an’a ve tüm insanlar için bir sistem ve risalet olarak İslam’a iman etmeyen bir kimse de olsa, böylesi kimseleri taklit etmeye, bunlardan hoşlanmaya veya hayran kalmaya iten şey nedir?


"Sonra seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevalarına (arzularına) uyma" (Câsiye ,18).

Dinlerine uymadıkça Yahudiler ve Hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır…” (Bakara, 120)

Ehli Kitabdan çoğu hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler…” (Bakara, 109)

Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost tutanlar onlardandır…” (Maide, 51)

İmam Rabbanî de benzer şeyleri kendi zamanındaki Hindistanlı müslüman kadınların yaptıklarını, başka inançlarda olanlar (kafir) gibi belli günlerde, o günlere has hediyelerle hediyeleştiklerini anlatır ve "bütün bunların şirk ve İslam dinini inkâr demek olduğunu" söyledikten sonra şu mealdeki ayeti zikr eder.(İmam Rabbanî, Mektûbat NI/55 (Mek. 4l) "Onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a iman etmezler ". (Yusuf 106)


HINDISTAN'IN MUMBAI KENTINDE BULUNAN DEVLET BAKANI KURSAD TUZMEN, HINTLILERIN NEVRUZU OLAN HOLI BAYRAMINA KATILMISTI. TUZMEN, HOLI'YI FICCI BATI BOLGESI KONSEY BASKANI YARDIMCISININ MUMBAI'NIN SAHIL KENARINDAKI SITESININ BAHCESINDE KATILDI



Not :
Hindistan'ın en ilginç bayramlarından Holi'de, ülkenin bütün sokakları göz alıcı renklerle boyandı.
Sıradışı festivalleri ve ve mistik hayatı ile bütün dünyanın dikkatini çeken Hindistan'da boya bayramı olarak bilinen Holi kutlamaları başladı.
22 Mart'ta yapılacak ana kutlamalar öncesinde bütün sokaklar rengarenk boya satıcıları ve birbirini boyayan insanlar ile dolu.

Hint mitolojisine göre, şeytanların kralı Hiranyakaşipu, Hindu tanrısı Brahma tarafından ölümsüzlükle ödüllendirilir. Sadakatinden dolayı Brahma'nın takdirini kazanan Hiranyakaşipu, Brahma'dan ölümsüzlüğünün sonsuza kadar devam etmesini ister. Zamanla küstah ve kibirli biri olan Hiranyakaşipu, cennete ve iyi insanlara saldırmaya başlar. Bunun üzerine kralın oğlu Prablah, diğer bir Hindu tanrısı Vishnu'ya yalvararak iyileri babasından kurtarmasını ister. Oğlunu öldürmeye çalışan Hiranyakaşipu, sonunda onu kız kardeşinin kucağında uyurken yakmayı planlar. Kız kardeşi Holika' nın üzerindeki şalı yanmamaktadır. Ve kardeşini kurtarmak için şalını üzerinden çıkarıp Pralabh'a verir. Kendisi yanar ama Pralab kurtulur. Hindu tanrısı Vishnu Hiranyakaşipu'yu öldürerek yerine oğlunu getirir. Bunun üzerine Holika kutsallaşır. Ve iyinin kötüye karşı zaferini temsil ettiği için bu zaman dilimi Holika'nın isminden esinlenerek Holi olarak kutlanır.

Ülkede herkes, 7'den 77'ye bütün Hintliler, Holi bayramı coşkusu yaşıyor. Holi, Hindu bayramları içinde en coşkulu olanı. İlkbaharın gelişini kutlamak için boyalı sularla, ve toz boyalarla boyanmak gerekiyor. Gece kurulan Holi şenlik ateşleri, şeytan ruhlu Holika'nın yok edilişini sembolize ediyor.


İSLAM'A GÖRE DOST VE DÜŞMAN

Velayet Arab lugatinde veli ve mevla sözleri ile eş manaya gelir. « Vela üzere gayret etti » demek “yardım etmek üzere toplandı, birleşti” demektir. Vela mastardır. Mevla ise dostluk üzere velilik yapan demektir. Onun da müslüman olması gerekir. (Lisanul Arab)

Fıkhi bir kavram olarak vela:
Müslümanlar arasında sevgi, yardım, şefkat, merhamet, kefalet ve her türlü zulüm ve şer çeşidini engelleme gibi manalara gelir ki bunlarız bazıları kimi zaman farz ve vâcib, kimi zaman da mustehab ve mendubdur.


Müslümanlara vela göstermemek de küfür, haram ya da mekruh olabilir.
Beraet kavramına gelirsek, beraet de velayetin zıddı yani kafirlere dostluk sevgi ve muhabbet beslememek ve onlara yardım etmemek demektir.

Dostluğun ve düşmanlığın da bazı gerekleri vardır.

Dostluğun gerekleri:

Hicret : Yani küfür toplumundan soyutlanmak ve İslama ve islam olan insanlara yönelmek.
Yardım : Mu'minlere canı, malı, kendi nefsi ve diliyle yardım etmek. İyi ve kötü günde onların sevinç ve hüzünlerine ortak olmak.
Hüsn-ü zan : Kendisi için istediği iyiliği mümin kardeşi için istemek, onlarla alay etmemek, onları sevmeye gayret etmek, onlarla sohbet ve müşavere de bulunmak.
Hakları eda : Hastasını ziyaret etmek, ölüsünü kaldırmak, onlara alçakgönüllü olmak, onlar için dua ve istiğfarda bulunmak ve kardeşlik haklarının tümünü yerine getirmek.
Zulmetmemek : Haklarında casusluk yapmamak, onlara eziyet etmemek.
Hakkı tavsiye : Cemaatlarına katılmak, fitne yapmamak, onlarla iyilik ve takva hususunda yardımlaşmak, emr-i bil maruf ve nehy-i anil munkerde bulunmak. Düşmanlığın gereklerini de şöylece sıralaya biliriz.


1. Şirk ve küfür ehlinden nefret etmek.
2. Kafirleri sevmemek ve onları dost edinmemek.
3. Kafirlere yardım etmemek.
4. Ölülerine rahmet dilememek ve istiğfarda bulunmamak.

5. Onlara şirin görünmek için dalkavukluk yapmamak, din namına onları idare etmemek.
6. Onların kanunlarına mahkeme olmamak, ve bu kanunlara rıda göstermemek, adalet beklememek.
7. Emirlerine itaat etmemek.
8. Selamda ilk başlayan olmamak.
9. Dini ve dünyevi olsun onların adet, örf, gelenek ve göreneklerine uymamak.
10. Onların düğün, bayram diğer ayin ve merasimlerine iştirak etmemek.


İşte bahsettiğimiz kaideler ve gerekleri bunlardır bunların delil ve isbatları Kuran ve sünnette mevcuttur ki dileyenler oralarda bulur. Burada detaylarıyla açıklamaya kalkmamız gayenin dışına çıkmamızdır.
Rasulullah davet yolunda küfür sistemi içerisine girmenin tehlikesini ve olumsuzluğunu bize hareketiyle göstermiş ve gelecek inanan nesillere miras bırakmıştır.
ALLAH (c.c.) küfrün meşrulaştırılmaması için şöyle buyurmuştur :
"Andolsun biz her kavme ALLAHa ibadet edin ve tağuta kulluktan kaçının diye tebliğ etmesi için bir peygamber göndermişizdir." (Nahl, 36)
Evet, Rasulullah’ın ve o şanlı kadronun evvel veya sonra gelenleri hep bu noktayı vurgulamışlardır. "ALLAH'a itaat, tağuta isyan" .

İslam tarihi ile iştigal edenler hatırlarlar ki:
Muşrik liderler Rasulullaha gelip: “Ne istiyorsun? İstersen seni Mekkenin lideri yaparız" dediklerinde Rasulullah,
Bu işin muhal olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir:

"Bir elime Güneşi bir elime de ayı verseniz ben davamdan dönmem."

Evet, onların sisteminde yer alış bir nevi davadan dönüş olmalıdır ki, Rasulullah bunu böylece ifade etmiştir. Aslında şu şekilde yola çıkarsak daha faydalı olacak kanaatindeyim:

Rasulullah şayet bu teklifi kabul etse Mekke lideri olup halka kendini iyice benimsetse, ve vardığı doruk noktada tebliğe başlasa daha etkili olabilirdi o kadar insan telef de olmazdı iş insancıl hümanist yollarla bağlanırdı, ne vardı bir kaç sene kimliğini gizleyip onlar gibi davransa ve içten içe sistemi fethetseydi vs.vs.
Burada Rasulullah stratejik bir hata yapmıştır diyebilir miyiz?

Elbette ki hayır çünkü her şeyde olduğu gibi rasulullah bu davanın metodunu da ALLAH'tan almıştır. Kıyas ve icmaya gelince şanlı muctehidlerimiz "Kafirin mûmine velayet hakkı yoktur diyerek sosyal standardı belirlemişlerdir. Şu halde biz müslümanların demokratik seçimlerde tavrımız, ona katılmak değildir. Ona katılarak bazı müslümanları şirk, zulüm, günah çukuruna bize vekaleten itmek hiç değildir.

Bu işten ALLAH’a sığınmalıyız. Tavrımız, hayatımızı kokuşturan, haramlar ve munkerlerle, zulüm ve zulümat ile, cehaletle dolduran çağdaş cahiliyye ve tağuti sistemi tüm kurumları ile red edip hayatımızdan söküp atmak ve ALLAH’ın dinini hakim kılmak için ALLAH’a dayanıp, ALLAH’ın hükümlerine sımsıkı sarılarak ihlas, sabır ve sebatla çalışmak olmalıdır.

Küfre rıda küfürdür”. Ayrıca Rasulullahın "Kim kötü bir çığır açarsa " diye başlayan hadisi de bize diyor ki muşriklerin dinden sayılan fakat İslam dışı olan kutlama , tören , bayram , anma, mâtem gibi günlerine iştirak etmek tehlikeli ve büyük vebali olan bir ameldir. O halde bize düşen murted kafirlerle aynı çatı altında aynı işleri görecek yeni tağutlar çıkarmak değil, ALLAH'ın (cc) nizamını ikame edecek mucâhidler çıkarmaktır.
Partiler ancak mevcud statükoyu muhafaza yoluna girmiş tembellerin ve çıkar ve menfaatperestlerin yurdudur.
Bizler insanları iktidarı bir tağuttan almaları ve diğer bir tağuta vermeleri inancını reddediyor, onları anın vacibine çağırıyoruz. Anın vacibi tağutu inkar etmek, düzenini tarumar etmektir.


Yemin meselesi: Partiler gerçekten de Türkiye müslümanları açısından çok muallakta bırakılan meselelerden birisidir. Bu bölümde işlemek istediğimiz mesele milletvekili olarak seçilenlerin, mecliste ettikleri yemin ve fıkhi görüntüsü ile ilgilidir.

Öncelikle şunu arz edelim ki, Darul harb olan beldeler, çağdaş Ebu Cehillerin beldeleridirler. O beldeler cehalet ve taassubun yuvasıdır. Ve böyle bir diyarda kişiler ALLAH’ın din ve diyanetini hakkıyla öğrenemeye bilirler. Şimdi tekrar konumuza dönelim...
Kişi hiç bir surette elfaz-ı küfür olan bir lafzı söyleyemez ve kullanamaz. Yalnız işkence ve ölüm tehdidi gibi durumlar hariç. Şayet kullanırsa cümle fukahanın ittifakıyla Kafir olur.
İyilik ve takva (ALLAH’ın yasaklarından sakınıp emirlerine uyma) hususunda yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. ALLAH’tan korkun (O’nun şeriatına bağlanın). Çünkü ALLAH’ın cezası çetindir.” (Maide: 2)

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
İster zalim olsun, ister mazlum (mûmin) kardeşine yardım et".
Oradan bir adam;
Ya Rasulullah, mazlum ise ona yardım ederim, fakat zalim ise nasıl yardım edebilirim? dedi.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Onu zulüm yapmaktan alı koyarsın. İşte bu ona yardımdır.”
(Buhari, K. Mezalim ve’l Gasb, 2264)

Ayrıca bu kişiye bu uyarı yapıldığında; O zat "Hayır canım neresi harammış, neresi küfürmüş gibi bir tavra bürünürse, bu sefer gerçekten daha da büyük bir pisliğin içine düşmüş olur.


Kâfirlerin bayramlarını kutlamak caiz değildir. Zira bu onların batıl işlerini ikrar etmek - meşrulaştırmak olur. Hıristiyanların miladi tarihine iştirak edilmez. Müslümanların, kâfirlerin adetlerinden müstakil olması gerekir.
Sahabeler
(ALLAH hepsinden radı olsun) miladi tarih mevcud olmasına rağmen onu kullanmıyorlardı. Onun yerine hicri takvimi kullanmışlardır. Hıristiyanların bayramlarına katılmak câiz değildir. Zira kim bir kavme benzerse onlardandır. Herhangi bir şeyde onlara yardım edemez.


Kafirlerin (laik, muşrik) rejimlerinin kuruluş yıl dönümlerini kutlamak da küfürdür. Zira küfür rejiminin kurulması için Meşru İslam düzeninin yıkılması-ilga edilmesi gerekmektedir.
Hilafetin kalktığı
(29 Ekim), Hakimiyet hakkının ALLAHtan alınarak insanlara-ulusa verildiği günler (23 Nisan) Müslümanım diyenlerin sevinip bayram edeceği günler olamaz. Aksine müslümanların nefret duyacağı , İslamın yasaklanmasından dolayı hüzün duyacağı , tekrar şeriatı getirmek için kat be kat hırslanacağı günler olmalıdır .

Yine bu küfür rejimlerinin musebbiblerin ölüm günleri yas tutup anmak değil , lokum ve şeker dağıtacağı teselli günleri olmalıdır.
Muvahhid Müslümanların yapması gereken, bu günlerde sözünü geçirebildiği tüm yakınlarını Muşriklerin törenlere katılmaktan uzak tutmaya çalışmalıdır.
Olayın vahemetini herkese aktarmamız vazifelerimizden olmalıdır.


Kâfirin düğün yemeğine daveti ve yemek yedirmek mevzusunda Eğer kâfirler İslam’a rağbet ettirilmek ve onlara nasihat etmek için veya yanında misafir oldukları için davet edilirse bunda sakınca yoktur. Ama onlara sadaka olması ve ünsiyet kurmak için yemeğe davet edilmeleri uygun olmaz.
Müslüman kadının, kâfire kadınlar yanında, Müslüman kadınların önünde göründüğü şekilde görünmesi caizdir.
Kâfirleri sevmek câiz değildir. Zira onlar ALLAH’ın ve rasulunun düşmanları olup, bizim de onlara düşman olmamız gerekir. Müslümanın kâfire nazik davranması veya yaptıklarına muvafakat etmesi câiz değildir. Her fikre ve herkese saygılı olduğunu iddia edenler burada durmalıdırlar.
Kâfirin hediyesini kabul etmek caizdir. Zira peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem kafirin hediyesini kabul etmiştir. Mesela Mısır kralı Mukavkıs’ın hediyesini almıştır.
Kâfirlere selam vermeye gelince mutlak olarak önce selama başlamamalıdır. Eğer önce o selam verirse “ve aleykum” diye cevab vermek gerekir. Bundan sonra “nasılsın, çocukların nasıl” gibi konuşmalara bir mani yoktur.
Kâfirle arkadaşlık ise Eğer ona İslam’ı tebliğ edip Müslüman olması umulursa bunda sakınca yoktur. Onların Müslüman olması ümidi yoksa onlarla beraber yaşamamalıdır. Zira onlarla beraber yaşamak günaha düşmeye sebeb olur.
Nasrani ile Mesihî kelimeleri arasındaki fark Mesihi (ya da isevî) kelimesi Mesih ibn Meryem (a.s.)’a nisbettir. Onlar kendilerini Isa aleyhisselam’a nisbet etseler de, İsa (a.s.) onlardan berîdir. Layık olan onlara, ALLAH’ın Kur’anda verdiği isim gibi: “nasara (hıristiyan)” demektir.
Hıristiyan veya Yahudi ile musafaha etmek abdesti bozmaz. Lakin onlarla musfaha etmemeli, selama önce başlamamalıdır.
Müslümanın komşusu kâfir ise: Ona iyilik yapılması, kötü davranılmaması, fakat onunla unsiyet edilmemesi gerekir. Dinen mubah olan işler olması şartıyla kafirlerle birlikte çalışmak, alış veriş vb. yapmakta sakınca yoktur ancak mekruhtur.
Eğer Onlara eman (güvence) verirsek, onlara düşmanlık yapmamız, zarar vermemiz caiz değildir. Onlarla adalet ile davranıp onlara zulmetmememiz ve haklarını vermemiz gerekir.
Faziletli olanı, kâfirlerle beraber ikamet etmemek ve onların arasına karışmamaktır. Eğer bunda zaruret varsa müslümanın dinini muhafaza etmesi şartıyla, bir kâfirle bir odada kalmasına, beraber yemek yemesine engel yoktur.


Sözün özü ;
Müslüman hiç bir zaman müşriklere müslüman muamelesi yaparak onların bayramlarını kutlayamaz. Eğer bir müşrik bir müslümanın bayramını kutlarsa bunu kabul eder , ama müslüman , muşriğe "bayramın mubârak olsun v.s." diyemezsin.
Çünkü onlar her ne kadar bu bayramlara ALLAH için kurban kestiklerini zannetselerde aslında eş koştukları denk tutukları, teşriyi velayeti kendisine verdikleri bir ilaha kurban keserler.
Yoksa eşi benzeri olmayan hem göklere hemde yerlere hükmeden helal ve haram sınırlarını belirleyen gerçek ilaha kurban kesmezler. Bunlar ya et yemek için ya da şeker bayramı adını verdikleri gerçek ilah sandıkları sahte bir ilah adına kurban keser ve sahte bir ilah adına bayram kutlarlarlar. İsmini de şeker ve et bayramı koyarlar.

ALLAH'ı radı etmek yerine nefislerini tatmin etmek için bayram kutlarlar bu da islama temelden zıttır.
Doğum günü, evlenme yıldönümü kafir adetlerindendir. Kâfirler bu gibi şeylere çok önem verirler. Müslüman olarak onların bu değerlerine muhalefet etmek mecburiyetindeyiz.
Bu şeyler onlara benzeme niyetiyle yapılırsa küfürdür. Benzeme niyetiyle yapılmazsa bidat işlenmiş olur. Öyle ki küfüre yakın olduğu için ya haram olur veya harama yakın olur.
Fakat bir müslüman kâfirlerin yapmadığı kendine göre bir adet uydurursa bu âdetin devamlı yapılmasında bir şey yok. Misal olarak her salı günü hanımıyla gezinmek, tatlı yemek v.s. .

Bu amel devamlı yapılsa bile bir şey olmaz. Ama kâfirlerin adetlerinden olan şeyleri yapmak ise böyle değildir. Onlardan mümkün olduğu kadar uzak kalmak gerekir. Benzeme niyetiyle olmasa bile bu amellerden kaçınılmalıdır..

Hediyeleşmek konusundaki hüküm de aynıdır. Çünkü o günlerde hediyeleşmek, o günü merasim haline dönüştürmek anlamına gelir velev ki merasim niyetiyle yapılmasa bile.


Kâfirlerin bayramlarını kutlamak câiz değildir. Zira bu onların batıl işlerini ikrar etmek olur. Hıristiyanların miladi tarihine iştirak edilmez. Müslümanların kâfirlerin adetlerinden mustakil olması gerekir. Sahabeler (ALLAH hepsinden radı olsun) miladi tarih mevcut olmasına rağmen onu kullanmıyorlardı. Onun yerine hicri takvimi kullanmışlardır.
Hıristiyanların bayramlarına katılmak câiz değildir. Zira kim bir kavme benzerse onlardandır. Herhangi bir şeyde onlara yardım edemez.

Kâfirin düğün yemeğine daveti ve yemek yedirmek mevzusunda Eğer kâfirler İslam’a rağbet ettirilmek ve onlara nasihat etmek için veya yanında misafir oldukları için davet edilirse bunda sakınca yoktur. Ama onlara sadaka olması ve ünsiyet kurmak için yemeğe davet edilmeleri uygun olmaz.
Müslüman kadının, kâfire kadınlar yanında, Müslüman kadınların önünde göründüğü şekilde görünmesi câizdir.
Kâfirleri sevmek câiz değildir. Zira onlar ALLAH’ın ve rasulunun düşmanları olup, bizim de onlara düşman olmamız gerekir. Müslümanın kâfire nazik davranması veya yaptıklarına muvafakat etmesi caiz değildir. Her fikre ve herkese saygılı olduğunu iddia edenler burada durmalıdırlar.

Kâfirin hediyesini kabul etmek caizdir. Zira peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem kafirin hediyesini kabul etmiştir. Mesela Mısır kralı Mukavkıs’ın hediyesini almıştır.

Kâfirlere selam vermeye gelince; mutlak olarak önce selama başlamamalıdır. Eğer önce o selam verirse “ve aleykum” diye cevab vermek gerekir. Bundan sonra “nasılsın, çocukların nasıl” gibi konuşmalara bir mani yoktur.

Kâfirle arkadaşlık ise; Eğer ona İslam’ı tebliğ edip Müslüman olması umulursa bunda sakınca yoktur. Onların Müslüman olması ümidi yoksa onlarla beraber yaşamamalıdır. Zira onlarla beraber yaşamak günaha düşmeye sebeb olur.

Nasrani ile Mesihî kelimeleri arasındaki fark Mesihi (yada isevî) kelimesi Mesih ibn Meryem (a.s.)’a nisbettir. Onlar kendilerini Isa aleyhisselam’a nisbet etseler de, İsa (a.s.) Onlardan beridir. Layık olan onlara, ALLAH’ın Kur’anda verdiği isim gibi: “nasara (hıristiyan)” demektir.
Hıristiyan veya Yahudi ile musafaha etmek abdesti bozmaz. Lakin onlarla musfaha etmemeli, selama önce başlamamalıdır.


Müslümanın komşusu kâfir ise:
Ona iyilik yapılması, kötü davranılmaması, fakat onunla ünsiyet edilmemesi gerekir. Dinen mubah olan işler olması şartıyla kafirlerle birlikte çalışmak, alış veriş vb. yapmakta sakınca yoktur ancak mekruhtur.
Eğer onlara eman (güvence) verirsek, onlara düşmanlık yapmamız, zarar vermemiz câiz değildir. Onlarla adalet ile davranıp onlara zulmetmememiz ve haklarını vermemiz gerekir.
Faziletli olanı, kâfirlerle beraber ikamet etmemek ve onların arasına karışmamaktır. Eğer bunda zaruret varsa müslümanın dinini muhafaza etmesi şartıyla, bir kâfirle bir odada kalmasına, beraber yemek yemesine engel yoktur.


ALLAH bunların koştukları eşlerden ve denklerden yücedir münezzehtir.

3. Bölüm (son)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
24- KÜFÜR SİMGELİ BAYRAK TAŞIMAK, ELBİSE-MONT -FORMA GİYMEK

lacoste1.jpg


Müslüman bir kimsenin küfrün sembolü olan Haç simgeli bayrak , forma , mont , t-short giymesi küfürdür.
Çünkü onlara görünüşte benzemek onlara dostluğun ve sevginin alâmetidir. Kafirlere dostluk ta küfürdür.
Kâfirlerin bayramlarına iştirak etmek, bayramlarını tebrik etmek veya bayramlarını düzenlemelerine katkıda bulunmak ta küfürdür.
Bazı mufessirler: “O mûminler ki Zur’da hazır bulunmazlar.” (Furkan 72) ayetindeki Zur’dan kastın bayram olduğu görüşündedirler. Müslümanların sadece iki bayramı vardır, onun dışındakilerse kâfirlerin bayramıdır.

Uyarıldığı halde baskı ve rahatsızlık duymadan bu kufri fiiline devam edenlere , o küfrün taraftarı- ehli muamelesi yapılır , kafirliğine hükmolunur. Zira müslümanlar zahire hükmeder.

Kalıbı kafirlere benzeyenin zamanla kalbi de benzeyecektir !


Bu konuda şunları aktarabiliriz :

ALLAH (c.c.) buyurur ki:
"ALLAH'a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğun, ALLAH ve Rasulu'ne karşı gelenlere karşı sevgi beslediklerini görmezsin. Onlar kendilerinin babaları veya oğulları veya kardeşleri veya akrabaları olsalar bile işte onlar, ALLAH (c.c.)'ın kalblerine imanı yazdığı ve katından bir nurla desteklediği kimselerdir. Onları içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. ALLAH onlardan onlar da ALLAH'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar hizbullahlardır. (ALLAH'ın hizbidir). Dikkat! Asıl ALLAH'ın hizbi gâlib gelecektir." (Mucadele 22)

"Ey iman edenler, benim düşmanlarımı ve sizin düşmanlarınızı, onlar size gelmiş gerçeği inkar etmişlerken, onlara sevgi göstererek dost edinmeyin." (Mumtehine 1)

Abdullah bin Amr bin As (r.anh) der ki:
“Rasulullah (s.a.v.) benim üzerimde usfur bitkisi ile sarıya boyanmış iki elbîse gördü ve: ‘Bu kuffâr elbîselerindendir. Bunu giyme’ buyurdu. (Muslim, Libas, 27)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Muşriklere (her hal ve hareketinizle) muhalefet ediniz ve benzemeyiniz. Sakallarınızı bırakınız ve bıyıklarınızı kısaltınız.” (Buhârî, 12/1955)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
Yahudî ve Hıristiyanlar saç ve sakallarını boyamazlar. Siz onlara muhalefet ediniz. (Kına ile boyayınız.)(Muslim, Libas, 80; Buhârî, 12/1956)

Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki :
"Kim bu kavme benzemeye çalışırsa ondandır"
(Ahmed b. Hanbel, Musned, Beyrut 1985,II, 50)

Bir müslüman “zünnar “ takınıp da Dar’ul harb’e ticaret için girse kafir olur. Çünkü o küfür libasını (elbisesini )onu yapmaya mecbur kılacak bir zaruretsiz giymiştir.
Bunun hiçbir fayda temin etmeyeceği malumdur. “Multeka” da şöyle varid olmuştur:
Zünnarı taktığı, Hrıstiyanlara mahsus olan elbiseyi giydiği , mecusilerin serpuşunu giydiği zaman , bunları şaka yaparak giysin , ciddi olarak giysin kafir olur. ”Zahiriyye”de deniliyor ki ; kim ki mecusi serpuşunu başına koyarsa ve kendisine söylense de kalbin doğru ve temiz olması gerekir ( sen kıyafete bakma ) derse o kimse kafir olur. Çünkü o kimse şeriatın açık, seçik hükmünü ibtal etmiştir.
(İmam-ı Azam fıkh-ı ekber şerhi -şerh eden Allame Aliyyul Kâri- ; ”Kafirlere Benzemek“ başlığı sayfa 477-478 Hisar yayınları)

İmam-ı Azam (rahimehullah)'dan aldığımız fetvaya göre bırakın Haç takmayı-giyinmeyi , haç takan papazın belindeki ipi (zunnarı) bile takmak kişiyi kafir yapmaktadır !!!

Zamanımızın Nur’cularının ustadı olan Said Nursi şöyle demiştir :

Ve yirmisekiz sene , gavurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir islam fedaisi ve hakikat-ı Kur’aniyenin fedakar hizmetkarına maslahatsız, kanunsuz denilse ki, “Sen yahudi ve Hırıstiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi şapka giyeceksin, bütün islam ulemasının icmaına muhalefet edeceksin ; yoksa ceza vereceğiz “ denilse, elbette öyle her şeyini hakikat- Kur’aniyeye feda eden bir adam , değil dünyevi hapis veya ceza ve işkence , belki parça parça bıçakla kesilse , cehenneme de atılsa , kat’iyen; yüz ruhu da olsa , bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek ....”
(Emirdağ Lahikası -II sh:166)


Masonik.jpg


noel-baba-aziz-nikolas-psikopos-nikola (1).jpg

Milli futbolcu  Serdar Güler.jpg

Türk Milli futbolcu Serdar Gürler

Barcelona Haclı formalı Arda Turan.jpg

Barcelona formalı, Kalbinin üzerinde Haç'lı Arda Turan


Şimdi konuyla ilgili habere gelelim :

KÜFÜR SİMGELİ BAYRAK TAŞIMAK , ELBİSE -FORMA GİYMEK


Müslüman bir İngiliz olan genç boksör Amir Khan, El Kaide'nin yöneticilerinden Omar Bakri Mohammed tarafından kafir ilan edilince İngiltere karıştı...
25 / 03 / 2008

İngiltere'de en nefret edilen adam konumundaki isim, fanatik Müslümanlığıyla Ada'da tepkileri çeken Omar Bakri Mohammed.

1650807828571.png

Uzun yıllarda İngiltere'de yaşayan ancak 2004'te sürgün edilen Omar Bakri, İngiltere'nin henüz yenilgi tatmamış Pakistan asıllı Müslüman boksör Amir Khan'ı sert bir dille eleştirince İngiltere'de homurdanmalar başladı.
Omar Bakri, İngiltere'de doğan ve yetişen Pakistan asıllı genç boksörün, Britanya Bayrağı'nı taşımasını ve dalgalandırmasını cahillik olarak yorumladı.

Genç boksörün küfrün içindeki bir kafir bile sayılabileceğini söyleyen Omar Bakri, 16 maçının 16'sını da kazanan Amir Khan'ın, genç Müslümanlar'a da kötü örnek olduğunu belirtti.


boks.png
boks2.png
boks3.png

Uzun yıllar İngiltere'de yaşayan ve çeşitli İslam organizasyonlarında bulunan Omar Bakri 2004 yılında sürgün edilmişti.

12 Eylül saldırılarından sonra İngiliz basınına çok mutlu olduğunu Fakat günümüzde şapka bu özelliğini yitirmiş, artık kafirler dahi giymez , giyilmesi için ölüm tehditleri yapmaz olmuşlardır . Gerçi hala T.C. kanunlarında her ne kadar şapka takmak mecburidir diye kanun dahi olsa Salamon Demirel'den başka pek takan kalmamış , nesli tükenmiştir.


Günümüzde şapka takana sırf şapka taktığı için 80 sene önceki gibi kafir denmemektedir. Şapkayla beraber diğer söz ve fiilleri dikkate alınmalıdır. Ama şu bilinmelidir ki bu tür argümanlar kafirlerin çıkartmış
olduğu ürünler olduğu için şuurlu müslümanlar bundan her dönemde sakınacaktır !


Zünnar da yine papazların bellerine bağladıkları sarkıtılmış iptir (kemer gibi) . Kafirlerin din adamlarının (keşiş) kisvesi olduğu için dinin sembollerindendir. Haç gibi küfür olarak değerlendirildiğinden bunu takan müslüman ise dinden çıkar . Tabi çıkması için önceden İslam'a girmiş olması gerekir. Kimlik müslümanlarının dinden çıkması diye bir şey söz konusu olamaz.

images.jpeg




Yahudilik işareti "NİZAM DURUŞU"
Sağ el'in bu şekilde duruşu Masonik bir harekerttir. III.Nizam duruşunu simgeler.



ataturk-mason-diyenlere-kapak_220991.jpg



che-resimli-ti%C5%9F%C3%B6rt-giyen-devrimci_198291.jpg



1681921346621.png



 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
25- İSLAM'İ KAYNAKLARDA BAYRAK


Ordunun sancağı ve bayraklarının / flamalarının olması zorunludur. Sancak ile bayrak arasındaki fark şudur:
Sancak, direğin ucuna bağlanan ve ona sarılandır. Ona عَلَم “alemun” de denir. “Sancak” diye isimlendirilir. Çünkü büyüklüğünden dolayı sarılı durur, gerekmedikçe açılmaz. O büyük bir bayraktır. Ordu emirinin yeri için bir alamettir. Emir nereye giderse o da oraya götürülür.

Bayrak ise, ordu için verilen bir alamettir/nişandır. Ona lakab olarak “ummul harb” da denilir. Bayrak direğe bağlanıp rüzgarın dalgalandırmasına terk edilir.
Rasulullah s.a.v. zamanında İslâm ordusunun sancak ve bayrakları vardı.



EBU DAVUD : CİHAD bahsi

69. Bayraklar Ve Sancaklar

2591. ...Muhammed b. eI-Kâsım’ın azatlı kölesi Yunus b. Ubeyd dedi ki; Muhammed b. el-Kasım Rasûlullah (s.a.v.) bayrağının nasıl olduğunu sormak üzere beni el-Bera b. Âzib'e gönderdi. (el-Bera b. Âzib de), "Bayrak Nemîre kumaşından, siyah renkli ve kare şeklinde idi." diye cevab verdi.
[ Tirmizi, cihad 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 297. - Sunen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/93]


Açıklama
Aliyyu'l- Kâri'nin açıklamasına göre "râye" büyük bayrak demektir. Peygamber'in bayrağının adı "Ukâb" idi. Bir askeri birliğe ait olan âleme "liva" denir. "Liva" mızrağın ağaç kısmına sarılan bir bez parçasıdır.
"Râye" ise, askeri birliğin alâmeti olup, "ummu'1-harb" ismiyle künyelendirilir. Livadan daha üstündür.
Turbeştî'nin beyânına göre “râye", harb kumandanını temsil eden bir âlem, liva ise, devlet reisini temsil eden bir alemdir. Binaenaleyh "liva" râye'den üstündür.
Müslim şerhinde de "râye" küçük bayrak, "liva"ise, büyük bayraktır, denilmek suretiyle bu görüş tercih edilmiştir. Nitekim, "
Kıyamet gününde livâu'l-hamd benim elimde olacaktır. Âdem (a.s.) ile ondan sonra dünyaya gelmiş olan kimseler de benim livamın altında toplanmış olacaklardır" mealindeki hadis-i şerif te bu gerçeği te'yid etmektedir.

(Aliyyu1-kâri, Mirkâdı'I-mefâtih IV, 210)

Mutercim Âsim Efendi Kamus tercümesi Okyanus'ta "râye" kelimesinin sancak, "liva" kelimesinin de bayrak anlamına geldiğini ifâde ettikten sonra bu kelimelerden herbirinin diğeri yerinde kullanılageldiğini de söylemiştir.
Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözcüğü'nde M. Zeki Pakalın da vak'a-nuvis Vasıf Efendiden naklen şu açıklamaları kaydediyor:
"Ulemay-ı luğat beyninde, liva ve râyet bir manadadır. Fakat asrımızın ıstılahına göre liva bayrak ve râyet sancak diye tercüme olunur.”
(Tarih Deyimleri ve Terimleri I, 47 (alem maddesi)
Bu mevzuda İmam Muhammed (rahimehullah) es-Siyer'l-Kebîr isimli meşhur eserinde şunları söylüyor: "Ukab, Peygamber (s.a.v.)'in bayrağının ismiydi. Nitekim başka eşyalarının da ismi vardı. Sarığının ismi es-Sahab, atının ismi es-Sekb, katırının ismi de Duldul'dür.

Liva sultana ait olan ve onun önünde çekilen sancaktır. Râye ise, her komutan ve askeri birliğin ve o birliğin fertlerinin altında toplandıkları bayraktır. (Ayintabi seyyid Muhammed Munib, Tercümetu's-siyer'il-kebir, I, 44)
Muhammed Hamidullah da bu mevzuda şunları söylemiştir: "Meselenin çözüm yolu olarak şunu düşünüyoruz:
Liva, muşrik Mekke'de düşmana karşı hücum ve çarpışma esnasında ordunun en kahraman ve yiğit eri tarafından taşınan umumiyetle askeri sancaktır. Halbuki râye ordu kumandanının alâmet veya timsali olan bir bayraktır. Bu iki kelime bazan eşanlamlı olarak da kullanılmıştır. İslâm'da ise bu, zıt anlama bürünmüştür...” (M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 249)

"...Görüldüğü gibi aynı şey bazı kaynaklar tarafından liva, diğerleri tarafından da râye olarak adlandırılmaktadır ki bu durum, her iki ıstılahın da esasında eş anlamlı olduğunu ve birbirlerinin yerine kullanılabileceğini ve henüz Hayber devrindeki teknik manayı iktisab etmediğini ve ancak bu Hayber savaşındadır ki ordu kumandanının liva çekme hakkına ve orduya mensub her birliğin de râye sahibi olma hakkına malik olduğunu isbat etmektedir.
Kelime aslı bakımından liva sarılıp dürülen şey'e işaret eder ki, teşhire ihtiyaç duyulmadığı vakit rabtedilmiş bulunduğu bir nevi mızrağın üzerine sarılıp dürülen kumaş parçası manasınadır. Râye kelimesinin kökü “görmek”dir ki, kendisinin veya düşman ordusunun merkezini gösteren şeye işaret eder, yani kumandanın itibarî olarak bulunduğu yeri gösterir.

[M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 254]

Daha sonraki devirlerde Milli varlığı temsil eden sembollere bayrak (râye), askeri birlikleri temsil eden sembollere de (liva = sancak) ismi verilmiştir. Metinde geçen "Nemir’e" siyah ve beyaz çizgili yün kumaş demektir. Kaplan derisine benzediği için bu kumaşa Kaplan anlamına gelen nemir kelimesinden türetilen "Nemire" ismi verilmiştir.


Bayrakların siyah olmasının hoş karşılanması savaşçıların siyah rengi seçmelerindendir. Her topluluk kendi bayrağının çevresinde toplanırlar. Siyah renk günün aydınlığında daha iyi ve rahat görünür. Hele tozlu ve dumanlı zamanlarda başka renklerden daha iyi seçilir. Askerler savaş esnasında birbirlerini kaybettikleri zaman siyah bayrakları sayesinde biribirlerini daha rahat bulabilirler. İşte bu yüzden mucâhidler bayrakları için siyah rengi tercih ederler.
Şer'î yönden ise, bayrakların beyaz, sarı yahut kırmızı olmalarında bir sakınca yoktur. Sancaklarda beyazın seçilmesi ise, Rasûlullah (s.a.v.)'ın; "Allah yanında elbisenin en sevimlisi beyaz olanıdır. Canlılarınız beyaz giysin ölülerinizi de onunla kefenleyin' hadis-i şerlerinden kaynaklanmaktadır ve her orduda ancak bir sancak bulunur.
[ Seyyid Muhammed Munib, Tercumetu’s-siyeri'l kebir 1, 44.- Sunen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/93-95 ]

2592. ...Cabir (r.anh)'den merfu' olarak rivayet olunduğuna göre "Peygamber (s.a.v.) Mekke'ye girdiğinde sancağı beyazdı."
[Tirmizi, cihad 9,10; Nesâi, menâsik 106; İbn Mâce cihâd 20]

2593. ...Simak'ın haber verdiğine göre, kavminden bir kimse, "Ben peygamber (s.a.v.) in bayrağını sarı renkli olarak gördüm" demiştir.
[ Beyhâkî, es-Sunenu'1-Kubrâ, VI. 293.- Sunen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/96]


Açıklama
Bu hadisi rivayet eden ravinin ismi ile Peygamberin sarı bayrak taşıdığı bu savaşın hangi savaş olduğu hadis sarihleri tarafından tesbit edilememiştir.
Bazı hâdis-i şeriflerde Peygamberin bayrağının siyah olduğu ifade edilirken
(2591 nolu hadis ve İbn Mâce, cihâd, 21; Tirmizi cihâd 10), burada sarı olduğundan bahsedilmesi bu hadisler arasında bir çelişki olduğu anlamına gelmez. Çünkü Peygamberin bazı seferlerde siyah bazılarında da beyaz bayrak taşımış olması mümkündür. Nitekim, Prof. M. Hamidullah'ın şu sözleri de bu gerçeği te'yid etmektedir.
"....
Peygamber zamanında orduya mahsus asgari iki nevi bayrak bulunuyordu ki renkleri başka başkaydı...."

[ İslam Peygamberi II, 255.-
Sunen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10 / 96 ]


İBN MÂCE : CİHAD BAHSİ

2816 El-Hâris bin Hassan (Radıyallâhu anh)'den; Şöyle demiştir:
Ben Medîne-i Munevvere'ye geldim. Peygamber (s.a.v.)'i minber üzerinde ayakta iken gördüm. Bilâl da O'nun önünde ayakta idi, bir kılıç kuşanmıştı. Bir de siyah bir bayrak gördüm ve bu (bayraklı adam) kimdir? diye sordum.
Dediler ki: Bu, Amr bin el-Âs'dır, bir savaştan geldi."

2817 Câbir bin Abdillah (Radıyallâhu anh)dan rivayet edildiğine göre :
Peygamber (s.a.v.) fetih günü beyaz sancaklı olarak Mekke'ye girdi."

2818 (Abdullah) bin Abbâs (Radıyallâhu anh)dan rivayet edildiğine göre :
Rasûlullah (s.a.v.)'in bayrağı siyah ve sancağı beyaz idi."

[Sunen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 7/543]

Haris (Radıyallâhu anh)'in hadisinin muellifimizden başka kim tarafından rivayet edildiğini tesbit edemedim. Bu duruma bakılmalıdır. Câbir (Radıyallâhu anh)'in hadîsini Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Nesâi de rivayet etmişlerdir.
İbn-i Abbâs (Radıyallâhu anh)'in hadîsini Tirmizî ve Hâkim de rivayet etmişlerdir. Ebû Dâvûd'un rivayet ettiği bir başka hadîste Rasûl-u Ekram (Aleyhi's-salâtu ve's-selâm)'in bayrağının sarı renkli olduğu bildirilmiştir.
Tuhfe yazarı Tirmizî'nin şerhinde bu rivayetleri anlattıktan sonra; Rivayetler arasında bir ihtilâf söz konusu değildir. Çünkü değişik zamanlarda değişik renkli bayrak kullanılmış olabilir, demiştir.
îlk hadîsin râvisi el-Hâris bin Hassan (Radıyallâhu anh) el-Bekri Ebû Kelde sahâbidir. Kûfe'ye yerleşmiştir. Yedi aded hadisi vardır. Tirmizî, Nesâî ve îbn-i Mâceh onun hadislerini rivayet etmişlerdir. Râvîleri Eyâd bin Lakit ve Asım bin Behdele1dir.

[Hulftsa: 67
Sunen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 7/543-544)


Buhari, Enes’ten şunu rivayet etti:
“Nebi (s.a.v.); Zeyd’in Cafer’in, İbn Revaha’nın ölümünü haberleri gelmeden önce insanlara duyurmuştur. Zira şöyle demiştir:

أَخَذَ الرَّايَةَ زَيْدٌ فَأُصِيبَ ثُمَّ أَخَذَ جَعْفَرٌ فَأُصِيبَ ثُمَّ أَخَذَ ابْنُ رَوَاحَةَ فَأُصِيبَ
Bayrağı Zeyd aldı, öldürüldü. Sonra Cafer aldı, öldürüldü. Sonra İbn Revaha aldı, öldürüldü.”
(Buhari, K. Menâkıb, 3474)

- Rivayet edildi ki: “Nebi (s.a.v.), Safer ayının sonunda Rum ile savaşa hazırlanmaları için insanlara delegeler gönderdi. Usâme’yi çağırıp şöyle dedi:
Babanın öldürüldüğü yere git. Onlara at hazırla. Seni bu orduya komutan tayin ettim. İbni halkına sabahtan saldır, onların üzerine ateş yak. Yolculukta acele et, haberlerden önce sen oraya var. Allah sana zafer verirse, onların içinde fazla oyalanma.”
Çarşamba günü Rasulullah (s.a.v.)’in ağrısı başladı. Usâme’nin eline sancağı verdi. Usâme onu alıp ulağına teslim etti. askerler bir kayalıkta toplandılar.”

- El-Haris b. Haân el-Bekri’den şöyle dediği rivayet edildi:
“Medine’ye geldiğimizde Rasulullah (u) minberde idi. Bilal kılıç kuşanmış olduğu halde onun önünde duruyordu. O ara siyah bayraklar göründü.

Bu bayraklar nedir? diye sordum. Dediler ki: "Amr'u b. Âs, gazveden geldi.”
- Sahihaynde Nebi (s.a.v.)’in şöyle dediği rivayet edildi:
لاعْطِيَنَّ الرَّايَةَ رَجُلاً يُحِبُّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيُحِبُّهُ اللَّهُ وَرَسُولُهُ قَالَ فَتَطَاوَلْنَا لَهَا فَقَالَ ادْعُوا لِي عَلِيًّا
Muhakkak ki bayrağı Allah ve Rasulunu seven, Allah ve Rasulunun de kendisini sevdiği birisine vereceğim. Onu Ali’ye verdi.
(Muslim, K. Fedâl es’Sahâbe, 4420)

Diğer bir hadis-i şerifte şöyle geçer :


Fasıl: HÛRU`L-ÎYN VE ONLARIN MUSTESNÂ SIFATLARI
Konu: Hayber Gazâsı; Savaşta bayrak
Ravi: Sehl b. Sa`d
Başlık: HAYBER GÜNÜ SANCAĞIN HAZRET-İ ALÎ`YE VERİLMESİ VE FETH-U ZAFER MÜYESSER OLMASI
Hadis:


Nebî sallallahu aleyhi ve sellem`in Hayber günü (Hayber`in fethi uzayınca) şöyle buyurduğunu işittiği rivâyet olunmuştur:

- Müslümanların bayrağını artık (yarın) bir kişiye vereceğim ki, Allah feth ve zaferi onun iki elleriyle muyesser kılacaktır. (O, Allah`ı ve Peygamberini sever, Allah ve Peygamber`i de onu sever).
Bunun üzerine orada bulunan Ashâb bayrağın onlardan hangisine verileceğini tahayyule başladılar. Onların hepsi bayrağın kendisine verilmesini umarak ertesi güne erdiler.

Fakat Rasûlullah ertesi gün:
-Alî nerededir? diye sordu.
Ashâb tarafından: - Gözleri ağrıyor, denildi.
Ve Rasûlullah`ın emriyle Alî huzûra çağırıldı. Rasûlullah, Alî`nin gözlerine tükürdü. Hemen orada gözleri, hiç ağrımamış gibi iyi oldu.
Bunun üzerine Alî: - Yâ Rasûlallah, Hayber yahûdîleriyle onlar da bizim gibi (müslümân) oluncaya kadar vuruşuruz! dedi.
Rasûlullah da: - Yâ Alî, ağır ol! Tâ ki sukûnetle Hayberlilerin sâhasında alarga bir mahalle iner, (ordugâhını kurar)sın! Sonra onları İslâm`a davet edersin ve üzerlerine vâcib olan İslâm esaslarını haber verirsin!. Yâ Alî, tek bir kişinin senin irşâdınla müslümân olması, iyi bil ki, sana kızıl develer bahşedilmesinden (senin de onları yoksullara tasadduk etmende) hayırlıdır, buyurdu.

(Sahih-i Buhari, Hadis No: 1236)

- Nesei de, Enes’ten şunu rivayet etti:

Nebi (s.a.v.)’in katıldığı bazı savaşlarda, İbn Ummu Mektum’un beraberinde siyah bayraklar vardı.”

Yukarıda geçen rivayetlerle açığa çıkıyor ki Nebi (s.a.v.)’inzamanında orduya ait sancak ve bayraklar vardı. Bu nasslar dikkatle incelendiğinde görülüyor ki; bayrak, sancaktan küçüktür, sancak bayraktan büyüktür.
Sancak ordu komutanı için bağlanır. Bayrak ise orduya verilir.

İslâm tarihinde bağlanan ilk sancak, Abdullah b. Cahş'a verilen sancaktır. Sa’d b. Malik el-Ezdi'ye de üzerinde beyaz bir hilal bulunan siyah bir bayrak verilmiştir. Tüm bunlar, ordunun bayrak ve sancaklarının olmasının kaçınılmaz olduğunu, ordunun başına tayin ettiği kumandana bayrağın Halife tarafından verildiğini göstermektedir. Sancaklara gelince, bunları Halife’nin takdim etmesi caiz olduğu gibi bayrak alan komutanların takdim etmesi de mümkündür.
Sancak, karargahta ordu komutanına alamet olarak bulunur. Bayraklar ise tabur ve bölük komutanlarında ve ordunun çeşitli birliklerinde bulunur.
Dolayısıyla orduda bir çok bayrak vardır. Halbuki ordunun bir sancağı olur. Bu sancak ile bayrak arasındaki fark bakımındandır.

Sancak ve Bayrakların Renkleri

Rasulullah (s.a.v.)’in bayrağının siyah, sancağının beyaz olduğu sabit olmuştur.
- İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasulullah (s.a.v.)’in bayrağı siyah, sancağı beyaz idi.”

- Cabir’den rivayet edilmiştir ki;
Nebi (s.a.v.) beyaz sancağı ile Mekke’ye girdi.”
- Üstte geçen Hâris Hadisinde de şu ibare vardı:
O ara siyah bayraklar göründü.”

Bu Hadisler bayrağın siyah renge, sancağın ise beyaz renge sahip olduğuna delâlet etmektedirler.

Sancak ve Bayrağın Şekli :

Bayrağın dörtgen ve kumaştan olduğu geçmiştir.
- Berâ’ b. Âzid’den, kendisine “Rasulullah (s.a.v.)’in bayrağı ne idi” diye sorulduğunda şöyle dediği rivayet edilmiştir:
O basmadan yapılmış dörtgen siyah bir bayraktı.”
“Basmadan” kast olunan, yani ipekten kumaş ya da yünden kumaştır.

Bayrağın üzerinde " لا اله إلا الله محمد رسول الله " Kelime-i Tevhid’in yazılı olduğu da rivayet edilmiştir.

- İbn Abbas, Ebu Şeyh’in yanında şu lafzı rivayet etmiştir:

Rasulullah (s.a.v.)’in bayrağı üzerinde لا اله إلا الله محمد رسول الله yazılı idi.”

Bayrak hakkında söylenen, sancak hakkında da söylenir. Zira sancak da kumaştan yapılmış dörtgen olur. Üzerine de لا اله إلا الله محمد رسول الله yazılır. Ancak sancak bayraktan büyük olur ve üzerine siyah yazı ile yazılır. Bayrak ise beyaz yazı ile yazılır.

Nasslarda geçtiği şekle ve bayrakların vakıasına göre; hem bayrağın hem de sancağın açıkça dörtgen olması, enin ölçüsünün boyunun ölçüsünün üçte ikisi (2/3) olması, sancağın boyunun 120 cm, eninin 80 cm olması; bayrağın boyunun 90 cm, eninin 60 cm olması göz önünde bulundurulur. Sancak ve bayrakların daha büyük ve daha küçük ölçülerde olması caizdir.

siyah-sancak.png

اذا رايتم الرايات السود قد اقبلت من خراسان فاتوها ولو حبوا على الثلج, فان فيها خليفة الله المهدى
Horasan tarafından çıkan siyah sancaklıları gördüğünüzde, kar üzerinde sürünerek de olsa onlara gidin. Çünkü onların içinde Allah’ın halifesi Mehdî vardır.”
(Fetava-i Hadîsiyye, , İbn-i Hacer-i Heytemi-37)

Yani onlar Mehdî’nin askerleridir, O’na zemin hazırlarlar. Horasan bölgesi İran’ın doğu tarafıdır ki şu anki Afganistandır.


ffg5EQ5V.jpeg

و الطبرانى فى الاوسط "انه صلى الله عليه و سلم اخذ بيد على فقال: يخرج من صلب هذا فتى يملا الارض قسطا و عدلا, فاذا رايتم ذلك فعليكم بالفتى التميمى فانه يقبل من قبل المشرق و هو صاحب راية المهدى
Taberani Evsat’ta şöyle demiştir: Rasul-u Ekram (s.a.v.) Ali’nin (r.anh) elini tuttu, dedi ki:
Bunun sulbünden bir adam çıkar, arzı adaletle doldurur. Bunu gördüğünüzde Temim kabilesinden bir adama tabi olun ki, o doğu tarafından çıkar ve o Mehdî’nin sancağının sahibidir.”

(Fetava-i Hadîsiyye, İbn-i Hacer-i Heytemi-37)


رجل ربعة,أسمر, من بنى تميم, مجذوم, كوسج, يقال له شعيب بن صالح فى اربعة الاف ثيابهم بيض و راياتهم سود يكون على مقدمة المهدى ولا يلقاه احد الا قتله

Temim oğullarından orta boylu, esmer, meczum (hafif sakallı), kevsec (sakalı yanlarda az, aşağı tarafı uzun olan; diğer bir manası da Yemen asıllı) bir adam ki, ona Şuayb bin Salih denilir. Beyaz elbiseli, siyah sancaklı 4000 kişinin kumandanıdır. Mehdî’nin öncüsü olur ve kiminle mukatele ederse, harbde kim ona karşı çıkarsa onu öldürür.
(Fetava-i Hadîsiyye, İbn-i Hacer-i Heytemi-41)



867.jpg


 
B Çevrimdışı

Bekirr

Üyeliği İptal Edildi
Banned
12- Darulharp'te Kumar ve Faiz

Faiz ve kumar heryerde haramdir. Ebu Hanife ve Imam Muhammed bu konuda delil sayilmayacak bir hadisle içtihad etmistir ki bu asla CAIZ degildir!!. Isterse adi Ebu Hanife olsun isterse Imam Muhammed bu çok büyük bir hatadir. Üstelik geçmis ve bu asirda bazi ilim adamlari bu yanlis içtihadi savunmuslardir, ki delil olarakta hep su alim sunu dedi su söyle içtihad etti gösteriyorlar. Müslüman için temel kaynak Kurandir. Kuran ile kesin bir sekilde yasaklanmis olan faizi, ister sahih kitaplarda yer alsin (yani isterse buharide olsun) isterse hasen isterse zayif bir hadis olsun asla Kurani hükmü kaldirmaz. Kaldi ki bu imamlarin içtihadi uydurma hadise dayaniyor !! Ve bununla ne yazik ki faiz'in darulharpte mübahligini hükum veriyor beyefendiler! Bunu yapan adamlar hata yapmistir eger kasitli bir sekilde bu hatayi yapmamislarsa hesaplari çok agir olur Allahu alem. Bunu simdi bilen adamlar kalkip bu adamlari savunacagim diye dinden iskonto yapiyorsa eger bu kendi kafasina göre bir din kuruyor demektir. Buna ozaman Islam dini demeyin, mesela ebu hanife dini deyin.

Ayrica darulharp ve darulislam ayrimi asla yapilmamistir veya bu terimler kullanilmamistir ki peygamber efendimiz döneminde. Bu terimler daha sonra mezhepler zuhur ettigi dönemlerde ortaya atilan terimler.

Konuyla ilgili daha fazla bilgi ve detayli bir tenkit için tiklayin:
http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/nsections/index.php?op=viewarticle&artid=58
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Bekir ; Benim başlığımı alarak altına abdulaziz b. linkini koyarak ne demek istiyorsun ?
Benim yazımdaki hatayı göster !
İlim adamı at gözlüğüyle yazmaz bir meselede farklı düşünen muctehidlerin de görüşlerini bildirir ve sonuca bağlar.
Benim yazımd a bunu bulamadın mı ? Buldunsa ila Abdulaziz. b ekleyeceksen buraya değil başka bir başlık altına eklemen gerekir.

Hazır yazmışken abdulaziz bayındıra göre türkiye darulharb mi darulislam mıdır ? Yoksa böyle bir şey yoktur , asr-ı saadet yurdu ile laik demeokratik Tc aynı mıdır diyorsunuz?

Birde şöyle bir soru sorulup cevap verilmiş :

question.gif
Demokrasi ve laiklik hakkındaki açıklamalarınızı okudum. Anlamadığım bir nokta var: İslam'ın net bir şekilde yönetim şekli yoktur, çağa göre değişiklik arz eder (demokrasi de bunlardan biridir) tarzında bir açıklamada bulunmuşsunuz. Buraya kadar tamam, ama anlamadığım Kur'an-ı Kerim'deki cezai uygulamalar devletler için değil mi? Şimdi zina yapan birisine şahsen ben kalkıp yüz sopa vuramam, bu devlet eliyle olur. Bu kurallar uygulandığı taktirde (sadece cezalar değil tabii ki) zaten devletin yönetim şekli İSLAM olmuş oluyor. Bu durumda oy vereceğimiz partilerin hepsi bu çizginin daima dışında kalıyor. Siz nasıl düşünüyorsunuz?</B>



Bahsettiğiniz cezaları, her ülke kanun haline getirerek uygulayabilir. Onun rejim ile ilgisi yoktur. Önemli olan, onları Allah'ın emri olduğu için uygulamaktır. Partiler, ülkede yürürlükte bulunan yasalarla sınırlı hizmetler için kurulmuşlardır. Onlardan güçlerinin üstünde bir beklenti içinde olmak doğru değildir. Bu sebeple sizin hedefinize en uygun olanına oy verebilirsiniz.
http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/fetvalar/fetva.php?fetva_id=683

Oy kullanıyor musun ? Bunu da bir cevapla ki sana ona göre yazalım .
 
B Çevrimdışı

Bekirr

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Bekir ; Benim başlığımı alarak altına abdulaziz b. linkini koyarak ne demek istiyorsun ?
Benim yazımdaki hatayı göster !
İlim adamı at gözlüğüyle yazmaz bir meselede farklı düşünen muctehidlerin de görüşlerini bildirir ve sonuca bağlar.
Benim yazımd a bunu bulamadın mı ? Buldunsa ila Abdulaziz. b ekleyeceksen buraya değil başka bir başlık altına eklemen gerekir.

Hazır yazmışken abdulaziz bayındıra göre türkiye darulharb mi darulislam mıdır ? Yoksa böyle bir şey yok mudur ?

Birde şöyle bir soru sorulup cevap verilmiş :

http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/fetvalar/fetva.php?fetva_id=683

Oy kullanıyor musun ? Bunu da bir cevapla ki sana ona göre yazalım .

Abdulhak bey,
Ben imamlarin içtihadlarini elestirdim ve detayli bigli için süleymaniyevakfi sitesinin linkini verdim. Bunda ilginç olan nedir kardesim? Senin o "darulharpte faiz ve kumar" yaziyi buraya koyman o imamlarin (imam Ebu Hanife ve Imam Muhammed) fetvasini ya kabullenmen veyahutta öylesine aktarman anlamina gelir.

Allaha sukur oy kullanmiyorum!
...
...
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Abdulhak bey,
Ben imamlarin içtihadlarini elestirdim ve detayli bigli için süleymaniyevakfi sitesinin linkini verdim. Bunda ilginç olan nedir kardesim? Senin o "darulharpte faiz ve kumar" yaziyi buraya koyman o imamlarin (imam Ebu Hanife ve Imam Muhammed) fetvasini ya kabullenmen veyahutta öylesine aktarman anlamina gelir.

Allaha sukur oy kullanmiyorum!
...
...
Ben muctehidlerin görüşlerini aktarmışım. Ve tercih ettiğim görüşün de imamı azam değil cumhurun görüşü olduğunu alta belirtmişim.
Yani aktardığın linkle aynı şeyleri aşağı yukarı sonuçta belirtmişiz. Bu başlığı alıp o vakfın linkine verirsen hemde aynı başlıkta uygun değil. Çünkü farklı veya yanlışlık varmış intibaı oluşur. Başka bir bölümde istersen o konuyu komple aktarabilirdin uygun olan bu olurdu.

Oy meselesine gelirsek : Yukarıdaki mevzuular olsun , diğer bölümdeki İsa a.s. gelişi meselesi olsun talii meseleler.
İtikadi meselelerden hakimiyet mevzzuunda elhamdulillah ki oy kullanmıyarak şükrediyorsun . Sevindim gerçekten. Peki şükürsüzlük yapan ve Hakimiyet hakkını kullara veren Abdulaziz B. hakkındaki açıklaman nedir ?
 
S Çevrimdışı

sakaryali13

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
İslam alimlerine göre bir yerin harp diyarı olması için hangi şartların olması gerektiğini ve Türkiye'nin harp diyarı olup olmadığını kısaca özetleyelim:

Önce Darü'l-Harb ve Darü'l-İslâm mefhumlarının tariflerini ver*mekte fayda görüyoruz. Ö. Nasuhî Bil*men Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda Darü'l-İslâm ve Darü'l-Harb'i şöyle tarif eder: «Darü'l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de Darü'l-Harb'tir» (1).

Sadece bu tarifler dahi dikkatle mü*talâa edilirse Türkiye'nin diyar-ı islâm olduğu ve bu vatana darü'l-harb diyenlerin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.

Zaten bu mevzuda ortaya atılan görüşler mücerret iddia olmaktan ileri gidememiştir. Bir delile dayanmayan, hakikat payı olmayan mücerret iddialara ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gibi şer'î ilimlerde de mes'elelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır. Ve yine her ilimde hüküm, o sahanın mütehassıs âlimlerine aittir. Şer'î ilimlerin mütehassısları başta dört büyük mezhebin imamları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridirler. Bu sebeble kim olursa olsun din adına konuşan bir kimse müçtehidin-i izamın içtihadlarını, fıkıh âlimlerinin fetvalarını aynen intikal ettirmek mecburiyetindedir. O zevat-ı kiramın fikirleri bütün zamanlara kâfi ve vâfidir. Tarihçe sabittir ki, bugüne kadar müçtehidin-i izam hazretlerini hiçbir kimse aşamamıştır. Kendilerinden sonra gelen hiçbir müdakkik âlim, onlara müsavat iddiasında bulunmadığı gibi, bu asırdaki bir takım haddi mütecavizler de ortaya mücerred iddiadan başka bir şey koyamamışlardır.

Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve Hanefî mezheblerinin «Darü'l-Harb» ve «Darü'l-İslâm» hakkındaki hükümlerini izah edelim:

Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü'I-İslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü'l-Harb» değildir (2).

İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «Darü'l-Harb» değil, «Darü'l-İslâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «Darü'l-Harb» olması için, Müslümanların idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.

Hanefî mezhebinde, bir «Darü'l-Harb», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «Darül-İslâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Dar-ı İslamın, «Dar-ı Harb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A'zam Hazretleri'ne, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) aittir.

İmam-ı A'zam'a göre «Darü'l-İslâm»-ın «Darü'I-Harb»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Dar-ı îslâm»dır, «Darü'l-Harb» değildir.

1- İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darü'l-harb» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur

«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olmasına itibar eder'» (4). Yani, bu şartın tahakkuku için bir îslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şekilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimiyetinde bir noksanlık olursa orası «darü'l-harb» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesiyle orası «Darü'l-İslâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyar*da islâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar «Darü'l-İslâm »dır.»

İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine «Darü'l-İslâm»dır (5). Bezzaziye'de, «Pey*gamber Efendimiz (s.a.v.) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) islâm icraatına başlamasıyla o beldenin «Darü'l-İslâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir (6).

2- O diyar «Darü'l-Harb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «Darü'l-İslâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Darü'1-Harb» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam et*tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayr-i müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayr-i müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya’daki Müslüman köyler gibi.) Nite*kim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir îslâm devleti, her taraftan gayr-i muslim devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darü'l-Harb» olmaz.

3- İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i muslini azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.

Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm beldesinin kâfirlerin istilâsına uğraması halinde geçerlidir.

Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:

«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması müşriklerin hâkimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız olana değil de, asıl olana itibar ederler. Burada asıl olan ise, oranın «Darü'l-İslâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin orada kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «Darü'l-îslâm» hükmünde devam eder (7).

Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdüğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim.

Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafından işgal edilmiştir. Müslümanların hiçbir cihetle mal ve can güvenliği kalmamış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edilmiştir. Bu ülkenin hiçbir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur, îmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte tahakkuk ettiği için orası «Darü'l-Harb»dir.

İmameyn ise, «Darü'l-lslâm»m «Darü'l-Harb»e inkılâp etmesini «Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayr-i müslimlerin Müslümanlar üzerinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir îslâm beldesinin gayr-i müslimlerce tamamen istilâ edilmesine bağlıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâkimiyeti altında bulunduğu ve içerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edildiği için, îmameyn'e göre «Darü'1-Harb»dir. Şayet Batum'da herhangi bir islâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve Cuma namazlarının kılınması gibi) orası yine îmameyn'e göre, «Darü'l-Harb» olmaktan çıkar.

Şimdi îmam-ı A'zam'm öne sürdüğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığını inceleyelim :

Memleketimiz - lillâhilhamd -, asır*lardan beri «Diyar-ı îslâm»dır. Bu keyfiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edilmektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanunî bir engel yoktur. Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere «Diyanet İşleri Başkanlığı»nı kurmuştur. Vaazlar kürsülerden dinî telkin etmekte, islâm'ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kazalarda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur'an Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak varlığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerden, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, cemaat namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müslümanlar hac ve umre ibadetini yapabilmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in ve İslâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapılmaktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar evlâtlarına istediği ismi koyabilmekte, hatim duası, mevlit, sünnet düğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulması mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu binlerce Îmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetişmektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyonlarında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır

Bu hale göre, îmam-ı A'zam'm zik*rettiği birinci şart, yani «Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbiki şartı» Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Yine bu hale göre, İmameyn'in ileri sürdükleri şartlar da memleketimiz için geçerli değildir. Zaten İmameyn'in sözünü ettikleri birinci şart, İmam-ı A'zam'm birinci şartıyla aynıdır, îkinci şart olan «gayr-i müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine» gelince, Müslüman milletimiz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan'daki Müslümanlar gibi gayr-i müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin idarecileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.

İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü ikinci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sınırlarının büyük bir kısmı İslâm devletleriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şartla ilgili izahlarımızdan da kat'î anlaşılacağı üzere Türkiye'nin her tarafı, faraza, gayr-i müslim devletlerle de kuşatılsa Türkiye yine «Darü'l-Harb» olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, kendini müdafaa edecek güçtedir ve istiklâliyetini devam ettirmektedir.

Üçüncü şart da, memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayr-i müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, yetmiş milyon Müslümanın emin olarak yaşadığı bu memlekete «Dar-ı Harb» denilemiyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.

Elhasıl: Yukardaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A'zam Hazretle*rinin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Türkiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslümanların hükmettiği bir belde, (Rusya'nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Endülüs, Bulgaristan) kıyamete kadar «Darü'l-İslâm»dır.

Daru'l-Harb mes'elesini ileri sürenlerin iddia ettikleri bir husus da, İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir.

Bu fikir ve iddianın, hiçbir ser'î delili, dinî mesnedi yoktur.

Müslüman, ister dar-ı İslâm'da olsun, ister dar-ı harbte, her hal ü kârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından da kaçmakla mükelleftir. İbadet, insanın yaratılış gayesi, varoluş hikmetidir. Hiçbir hal, onu, bu ulvî vazifeyi ifadan alıkoyamaz.

İslâmiyetin günümüzde tüm dünyada çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bilinen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayr-i îslâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetlerinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayretleri boş bir çaba olmaktan öteye gidemezdi. Bu ise, gayr-i müslim memleketlerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olunamaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse olmazdı. (*)

Şu halde, dar-ı harb'da ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayr-i müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koymak, onları gayr-i müslim muamelesine maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.

Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkkisidir. Halbuki günahın hükmü, dar-ı İslâm'da da, dar-ı harbte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve mesuliyeti sabittir. Ancak günahların dünyevî cezalarını, merci olmadığı için, dar-ı harbte tatbik etme imkânı yoktur.

Dar-ı harbte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, haramların serbestiyetine delil olamaz. Zira bu muameleler, dar-ı harbte, ancak gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasında cereyan eder ve Müslümanların faydasına olduğu takdirde caiz olur. Bu bakımdan, bir Müslüman bir gayr-i müslimden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.(8).

Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz :

Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara iman hakikatlarını öğretmek, gönüllerine Allah'ın marifet, muhabbet ve mehafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağlarına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve beraberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve merhameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmetleri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «Darü'1-Harb» mes'elesini, İslâm'ın en büyük bir mes'elesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzursuz ve kalbleri müşevveş etmekten başka bir şey değildir.

Dipnotlar::

(1) Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. m, s. 394.

(2) Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.

(3) Kuhistanî, c. II, s. 311.

(4) Serahsî, Mebsût, c. X, s. 114.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İslam alimlerine göre bir yerin harp diyarı olması için hangi şartların olması gerektiğini ve Türkiye'nin harp diyarı olup olmadığını kısaca özetleyelim:

Önce Darü'l-Harb ve Darü'l-İslâm mefhumlarının tariflerini ver*mekte fayda görüyoruz. Ö. Nasuhî Bil*men Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda Darü'l-İslâm ve Darü'l-Harb'i şöyle tarif eder: «Darü'l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de Darü'l-Harb'tir» (1).

Sadece bu tarifler dahi dikkatle mü*talâa edilirse Türkiye'nin diyar-ı islâm olduğu ve bu vatana darü'l-harb diyenlerin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.

Dipnotlar::

(1) Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. m, s. 394.

Kendi yazın kendini çürütüyor ama akidede sorun olduğu zaman , Türkiyede Laik demokratik Kemalist anayasa değil de Şeriat ile hükmedildiğini sanar, Darulislam dersiniz.

Bu kadar delillere rağmen hala ilimsizce yorum ve teviller ile görüş bildirene ne anlatılabilir ki?
Sadece Şunu söyleyeyim , Size göre Osmanlı Devleti de Darul İslamdı , Laik T.C. de. Hilafetin ilga edilip beşer kanunlarla hükmedilip Allahın haramlarının helal kılınması bir şey değiştirmemiş sizin beyninizde.
Yine size göre asr-ı Saadette İslam diyarı Kerhane meyhane, faiz kurumları Anayasa tarafından açılan Laik demokratik Türkiyede.

Tek Sözüm PES YANİ
 
S Çevrimdışı

sakaryali13

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Ben şunu söylemek istiyorum t.c devleti müslüman değildir din kısmında islam diye bir şey yazmaz yönetim olarak laik bir devlettir ama halk olarak laik olmak zorunda değildir mesela ben laik değilim ben müslümanım elhamdülillah darıl islam ne demek islam diyarı müslümanların çogunlukta olduğu dini vecibelerini yerine getirebildigi yerdir darıl harp nedir küfür ahkamının %100 100 hakim olduğu müslümanların dininin yaşanmasına hiç bir şekilde müsade edilmediği yerdir yukardaki yazıyı iyice okursan orda yazıyor diyeceğim o ki ben mezhep imamlarından bildirdim bunlar onların ictihatı diger bütün konularda olduğu gibi ben ehli sünnet imamlarına tabiyim aslen tabi oldugum imam İmamı Azam Ebu hanife hz. leridir burda yazdıklarım onların sözleridir ben onlar kadar alim olmadığım için onların söylediği bir konu üzerine onlardan daha fazla söyleyemem çünkü ben o seviyede değilim hiç bir zamanda onların seviyesine gelemem sizde bende ancak ilim konusunda maxiumum olarak onların tırnağı kadar olabilriz hala buna rağmen bu konu üzerinde ısrar ediyorsanız pes dogrusu biraz insaflı olun.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Ben şunu söylemek istiyorum t.c devleti müslüman değildir din kısmında islam diye bir şey yazmaz yönetim olarak laik bir devlettir ama halk olarak laik olmak zorunda değildir mesela ben laik değilim ben müslümanım elhamdülillah darıl islam ne demek islam diyarı müslümanların çogunlukta olduğu dini vecibelerini yerine getirebildigi yerdir darıl harp nedir küfür ahkamının %100 100 hakim olduğu müslümanların dininin yaşanmasına hiç bir şekilde müsade edilmediği yerdir yukardaki yazıyı iyice okursan orda yazıyor diyeceğim o ki ben mezhep imamlarından bildirdim bunlar onların ictihatı diger bütün konularda olduğu gibi ben ehli sünnet imamlarına tabiyim aslen tabi oldugum imam İmamı Azam Ebu hanife hz. leridir burda yazdıklarım onların sözleridir ben onlar kadar alim olmadığım için onların söylediği bir konu üzerine onlardan daha fazla söyleyemem çünkü ben o seviyede değilim hiç bir zamanda onların seviyesine gelemem sizde bende ancak ilim konusunda maxiumum olarak onların tırnağı kadar olabilriz hala buna rağmen bu konu üzerinde ısrar ediyorsanız pes dogrusu biraz insaflı olun.

Sakaryalı 13 kardeşim ,
Evvela şunu yanlış biliyorsunuz , düzelteyim :
Bir yerin Darul harb veya Darulislam olup olmama meselesi; O ülke vatandaşlarının diniyle ilişkili değildir.
Misal verecek olursak 1 milyar 350 milyon nüfuslu Çin devleti Kuran ahkamıyla yönetilsin Orası Darul İslam olur. Halkının kafir olup olmaması veya hangi dinden olup olmaması önemli değildir. Kendi astığın yazıyı da dikkatlice okursan böyle bir şart yoktur. Yönetimle ilgili mevzudur.

Yine örnek verecek olursak Mısır devletinin nufusu yaklaşık 80 milyondur. Halkının çok büyük çoğunluğu da nufusta müslümandır. Fakat yönetim olarak İslama göre , şeriata göre yönetilmediğinden Darulharbtir. Ne zaman İslami bir yönetim olur o zaman Darulislam olur.

Türkiye gibi halkından müslümanların çok olduğu demokratik , laik , krallık, cumhuriyet yönetimlerine Darulislam diyen eziklerin yanılgısı , T.C.ye darulharb dersem hemen harb etmek zorunda kalırım hatasıdır.

Tüm bu konudaki ehli sünnet alimlerin açıklamalarını delilleriyle izah edilmiştir. İlk sayfadan itibaren dikkatle okuyunuz. Hatalı gördüğünüz yerleri alıntılayarak delillerinizle gösteriniz.
Selametle
 
S Çevrimdışı

sakaryali13

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Hakimiyet Allah'ındır:
Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre; dar’ul harpte müslümanla harbi arasındaki riba haram değildir.
Hatta harbilerin mallarını ellerinden kesin (% 100) alma imkanı varsa onlarla kumar oynamak ve bu şekilde paralarını ellerinden almak caizdir.
Yine harbilere zarar vermek amacıyla ölü eti satmak da caizdir.
Aynı şekilde dar'ul harbte fasit akitler de yapılabilir.
İmam Muhammed şöyle dedi:
"Bir müslüman darul harbe emanla girmişse ne şekilde olursa olsun, harbilerin rızası olmak şartıyla onların malından alabilir." (Şerhis siyeri kebir c: 4 s: 1410)
İmam Serahsi şöyle diyor:
"Müslüman esir ile müslüman, darul harbte olanlara bir şey satmak istediğinde onları kandırarak satabilir. Çünkü zaten harbilerin mallarını rızaları olmaksızın almak caizdir." (Şerhus siyeri kebir c: 4 s: 1486)

Delilleri:

1 - Mekhul’den, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Dar’ul harpte harbilerle müslümanlar arasında riba yoktur (haram değildir)." (Er-Red Ala Seyir El-Evzai s: 97)
Serahsi bu hadis için şöyle dedi:
"Bu hadis mürseldir, fakat Mekhul güvenilir bir fıkıh alimidir. Rivayet ettiği mürsel hadisler kabul edilir." (Er-Red Ala Seyir El-Evzai, El-Mebsut c: 14 s: 56, Fethil Kadir c: 6 s: 178)
2 - Abbas RadıyAllahu Anhu Bedir savaşından sonra müslüman olunca Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in izniyle Mekke’ye döndü. Abbas hem ribayı yasaklayan ayet inmeden önce hem indikten sonra Mekke’de müşriklerle riba yapardı. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Mekke’nin fethinden sonra Abbas’ın yaptığı ribayı geçersiz saydı." (El-Mebsut c: 10 s: 28)
3 - Ebu Bekr RadıyAllahu Anhu Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in izniyle, İranlı ateşperest müşrikler, Rumları yendiklerinde, Rumların İranlıları yeneceğine dair Mekkeli müşriklerle bahse girmiştir." (El-Mebsut c: 10 s: 29)
4 - "Harbiye bir dirhem verip iki dirhem alınabilir." (El-Mebsut, Siyeri Kebir)
5 - "Murdar eti harbilere satılabilir." (El-Meb
Biz imamı azamdan önde değiliz buyrun deliller imamı azama karşı ve büyük imamlara karşı sözlerimizde ölçülü olalım selametle.
 
B Çevrimdışı

bilinmez

Üye
İslam-TR Üyesi
Ben şunu söylemek istiyorum t.c devleti müslüman değildir din kısmında islam diye bir şey yazmaz yönetim olarak laik bir devlettir ama halk olarak laik olmak zorunda değildir mesela ben laik değilim ben müslümanım elhamdülillah darıl islam ne demek islam diyarı müslümanların çogunlukta olduğu dini vecibelerini yerine getirebildigi yerdir darıl harp nedir küfür ahkamının %100 100 hakim olduğu müslümanların dininin yaşanmasına hiç bir şekilde müsade edilmediği yerdir yukardaki yazıyı iyice okursan orda yazıyor diyeceğim o ki ben mezhep imamlarından bildirdim bunlar onların ictihatı diger bütün konularda olduğu gibi ben ehli sünnet imamlarına tabiyim aslen tabi oldugum imam İmamı Azam Ebu hanife hz. leridir burda yazdıklarım onların sözleridir ben onlar kadar alim olmadığım için onların söylediği bir konu üzerine onlardan daha fazla söyleyemem çünkü ben o seviyede değilim hiç bir zamanda onların seviyesine gelemem sizde bende ancak ilim konusunda maxiumum olarak onların tırnağı kadar olabilriz hala buna rağmen bu konu üzerinde ısrar ediyorsanız pes dogrusu biraz insaflı olun.
sorarım sana peygamberin hayatınıda bilmiyorsun müştehitler görüş bildirirken ilahi vahi ve peygamberin sünnetini esas alırlar senin sadece darul cahiliye ve darul erkamdan haberin varmı bunları hiç duydunmu ........
 
TEVHİD EHLİ Çevrimdışı

TEVHİD EHLİ

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Değerli paylaşımların için ALLAH MÜKAFATINI ARTTIRSIN ABDULHAK KARDEŞİM.........
 
H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
darulharb denilen bbilgiyi az cok anladik diyelim birde darulISLAM ornegi olan bir ulke gorebilsek ne guzel olucak ornegi gosterilemeyecek bilgiyi tartismak ancak zayiflarin yaptigi istir onemli olan kisilerin yapabilecegi seyleri konusmasi ve tartismasidir amac sadece konusmak ise tartismak ise oda bir ise yaramaz cunki insanlarin yapmayacagi seyleri konusmalari AYETLE SABIT OLUP AZAB SEBEBIDIR......
 
H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
1400 yil boyunca darulharb i konusmak ama darulISLAM i olusturamamak ummetin en buyuk ayibidir.lafim sizle alakali degildir...
 
Üst Ana Sayfa Alt