Din ile Alay Edenlerle Oturmak (Meclis)
<!-- / icon and title --><!-- message -->Din ile Alay Edenlerle Birlikte Oturmak
Ebu Basir et-Tartusi
Din ile alay edenlerin meclisinde oturmak, müstakil bir küfür sebebidir. Kişi, alay edenlerin sözlerini reddetmediği ya da onların meclislerinden ayrılmadığı sürece, kendisi alay etmese dahi alay edenlerin hükmünü alır.
Allahu Teala şöyle buyurur: “O, size Kitapta şunu indirdi: Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz vakit onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah münafıkları da kafirleri de cehennem de biraraya toplayacaktır.” (4 Nisa/140)
“Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz.”
Yani; onlar gibi kafir olursunuz. Çünkü ikrah altında olmadığınız halde, onlarla birlikte oturdunuz ve onların söylediklerini reddetmediniz. Sizin onlarla birlikte oturmanız, onların din ile alaylarını ve küfürlerini kabul ettiğiniz yönünde açık bir işarettir. Küfre rıza ise, şüphesiz küfürdür.
İbn-i Cerir et-Taberi (rahimehullah) şöyle der: “Allahu Teala’nın ayetlerini inkar eden ve onlarla alay eden kimseler ile oturur ve onların bu küfür ve alay etmelerini dinlerseniz, onların Allah’ın ayetlerini alaya alarak isyan etmeleri gibi bir suç ile Allah’a isyan etmiş olursunuz.”
İbn-i Kesir (rahimehullah) şöyle der: “Size ulaştıktan sonra nehyedileni işlediğinizde, Allah’ın ayetlerinin küfredilip alaya alındığı, noksan görüldüğü bir yerde onlarla birlikte oturmaya razı olduğunuzda ve bu konuda onlara ses çıkarmadığınızda; onların içinde bulunduğu duruma onlarla birlikte siz de ortak olmuşsunuz, demektir. Bunun içindir ki Allahu Teala, “Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz” buyurmaktadır.”
Beğavi, Tefsir’inde der ki: “siz de onlar gibi olursunuz.” Yani; onlar alay ederken ve eğlenirken onlarla oturur ve bunu kabullenirseniz, artık siz de onlar gibi kafir olursunuz.”
Süleyman bin Abdullah Alu’ş-Şeyh şöyle der: “Ayet zahiri anlamına göre değerlendirilir. Buna göre, Allahu Teala’nın ayetlerinin inkar edildiği ve alay edildiğini işittiği halde, ikrah altında olmaksızın, onların söylediklerini reddetmeksizin veya onların meclislerinden ayrılmaksızın kafirlerle birlikte oturmaya devam eden kişi, onların işlediği fiili işlemese dahi aynen onlar gibi kafir olur. Zira bu, küfre rızayı içerir; küfre rıza ise küfürdür.
Alimler, herhangi bir günahtan razı olan kişinin, aynen o günahı işleyen gibi olduğu konusunda bu ayetler ile delil getirmişlerdir. Kişi, kalben bundan hoşlanmadığını iddia etse dahi bu kabul edilmez; çünkü hüküm zahire göre verilir. Küfrü izhar eden kişi, kafir olur.”
Allahu Teala şöyle buyurur: “İsrailoğullarından kafir olanlar, Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı idi. Onlar, işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Onların yapmakta oldukları gerçekten ne kötü bir şeydi.” (5 Maide/78-79)
Bu ayetin tefsirinde şu geçmektedir: Onlardan birileri (münker işleyen) birisini ilk gördüğünde onu bundan nehyeder, fakat ertesi günü onunla karşılaşır, ancak bu durumu, onunla birlikte oturup yiyip içmesine engel teşkil etmezdi. Onlar bu işi yapınca, Allah da onların kalplerini birbirine çarptı, Davud, Süleyman ve İsa bin Meryem’in diliyle onlara lanet etti.
Bu alimler, topluluklarının yaptıklarını reddettiler, onların işledikleri batıl konusunda susmadılar, ancak onlarla birlikte oturmaya devam ettiler. Bu nedenle lanetlendiler...
Onların yaptıklarını reddeden ve işledikleri konusunda onları nehyedenlerin durumu bu ise, acaba, onlarla birlikte oturan ve onlarla birlikte yemek yiyen, reddetmeden onlarla birlikte vakit geçirenlerin durumu nasıl olur? Şüphesiz böyle bir kişinin laneti haketmesi, israiloğullarının alimlerinden daha öncelikle geçerlidir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Benden önce Allah'ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarîleri ve ashabı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi. Sonra, bu peygamberlerin ardından öylesi kötüler zuhûr etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de yapmışlardır. Onlara karşı eli ile cihad eden mü’mindir, dili ile cihad eden mü’mindir, kalbi ile cihad eden mü’mindir, bunun ötesinde ise hardal tanesi kadar iman yoktur.” (Muslim)
Buhari, İbn-i Abbas’ın azadlı kölesi İkrime’den şöyle rivayet eder: “Müslümanlardan bir grup Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde müşriklerle beraberdi ve onların sayılarını artırıyorlardı. Müşriklere atılan ok, bazen onlardan birine isabet edip öldürdüğü oluyordu. Kılıç darbeleriyle hayatlarını kaybedenler de vardı. Bunun üzerine Allahu Teala şu ayeti indirdi:
“Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler: “Ne işte idiniz?” derler. Onlar: “Biz yeryüzünde mustaz’af kimselerdik” derler. “Allah’ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz” derler. İşte onların durakları cehennemdir.” (4 Nisa/97)
Zira onlar müslüman oldukları halde Mekke’de müşriklerle kalmayı Medine-i Münevvere’ye, peygamberin yanına hicret etmeye tercih eden bir topluluktu. Müşriklerle birlikte yaşamayı tercih etmişlerdi. Daha sonra ise, Bedir savaşında müslümanlara karşı savaşa çıkmaya zorlandılar. Bazıları, Kureyş müşriklerinden öldürülenlerle birlikte kafir olarak öldürüldüler. Sunmuş oldukları mazeretleri kabul edilmedi. Zira bu duruma düşmelerindeki asıl sebep, kendileriydi.
İbni Mes’ud’dan (radıyallahu anhu) merfu olarak şöyle rivayet edilir: “Kim bir kavmin sayısını artırırsa, o kimse onlardandır. Kim bir kavmin yapmış olduğu işe rıza gösterirse, o kimse o işte onlarla ortaktır.”
İbn-i Hacer (rahimehullah) şöyle der: “Bu hadiste, masiyet ehli arasında kendi isteğiyle ikamet eden kişinin hatası belirtilmektedir. Ancak, münkeri nehyetmek veya bir müslümanı helak olmaktan kurtarmak gibi doğru bir kastı varsa, bu müstesnadır. Yine bu hadisten anlaşılanlardan bir diğeri ise, o meclisten ayrılmaya gücü yetenin, mazur olmadığıdır.”
Kişinin, küfre rıza gösterdiğini, zahiri tavırlarından anlarız. Kişi küfür ve alay meclislerinde, yapılanları reddetmediği, onlara karşı koymadığı ve ikrah olunmadığı halde oturmaya devam ediyorsa, dili ile aksini iddia etse dahi, meclisteki küfre rıza göstermiş olur.
Halid bin Velid (radıyallahu anhu), Yemame halkı dinden döndüğünde onların üzerine sefere çıktı. Onların topraklarına ulaştığında ikiyüz atlıyı öne geçirdi ve dedi ki: “Rastladığınız kimseyi yakalayın.” Mücaa’yı, kavminden yirmi üç kişiyle birlikte yakaladılar. Halid’in yanına vardıklarında, Mücaa şöyle dedi: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat etmeden önce O’na geldiğimi ve İslam üzere O’na bey’at ettiğimi biliyorsun. Dün neye iman etmişsem, bugün de ona iman ediyorum. Yalancı konusunda ise –Müslimetu’l-Kezzab’ı kastediyor-, evet o bizim aramızdan çıktı, ancak Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:
“Hiçbir nefis başkasının (günah) yükünü yüklenmez.” (6 En’am/164)
Halid dedi ki: “Ey Mücaa, dün iman ettiğin şeyleri bugün terk ettin. Bu yalancının durumuna rıza gösterdin ve bu durum hakkında sustun. Sen Yemame halkının en önde gelenisin. Sana, benim buraya doğru çıktığım haberi ulaşmıştı. Bunlara rağmen senin susman onu ikrar ve onu kabul etmendir. Neden mazeret ileri sürüyorsun. Eğer, kavminden korkuyorsan, neden bize gelmedin ya da bir elçi göndermedin?!”
Mücaa şöyle dedi: “Ey İbnu’l-Muğira, bütün bunları bağışlamaz mısın?”
Bunun üzerine Halid bin Velid (radıyallahu anhu) şöyle cevap verdi: “Kanını bağışlıyorum ancak bunu kendimi zorlayarak yapıyorum.”
Halid bin Velid (radıyallahu anhu), ikrah altında olmadığı ve Müselmetu’l-Kezzab’ın yaptıklarını reddetmediği halde, onun egemenliği altında –meclisi ya da evi değil- ikamet eden Mücaa’ya bu şekilde davrandı. Onun bu tutumunu, yalancının işlediklerinden razı olduğu yönünde birer işaret olarak kabul etti. Halid’i, Mücaa’yı serbest bırakmaya iten sebep, onun doğruyu söylemesi ve hatasını kabul etmeseydi. Aksi halde, Mücaa’da Müseylemetu’l-Kezzab ile öldürülenler arasında olacaktı. Fakat Allahu Teala onu korudu.
Ancak şunu belirtmek gerekir ki, reddetmediği ve ikrah olunmadığı halde masiyet meclisinde oturmaya devam eden her kişinin tekfir edilmesi gerekmez. O mecliste işlenen masiyetin derecesi göz önünde bulundurulur. Eğer işlenen masiyet küfür türünden değil ise, orada bulunanlar tekfir edilmez. Ancak işlenen masiyet küfür türünden ise, durum yukarıda açıkladığımız gibidir.
Örnek olarak, içki meclisinde bulunan bir kişi, kendisi bizzat içki içmese dahi içki içme günahını alır. Ancak bununla dinden çıkmaz. Zira içki içmek, bunu helal saymadığı sürece kişiyi dinden çıkaran fiillerden değildir. Rivayet edildiğine göre, Ömer bin Abdilaziz (radıyallahu anhu) içki içen bir gurubu yakalamıştı. Yakalanan bu kişiler arasından birinin oruçlu olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine Ömer bin Abdilaziz onlar hakkında şu ayeti okudu: “..onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz.” (4 Nisa/140) Daha sonra oruçlu olan o adama da diğerlerine uyguladığı içki içme cezasını uyguladı.
İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma) şöyle der: “Kıyamet gününe kadar dinde sonradan ortaya çıkan her şey bid’attır. Her bid’at ise “Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz” ayetinin kapsamına girer.”
Yani bu ayet, her bid’at ehlini ve bu bid’at ehli ile oturan her kişiyi kapsar. Bu bid’atın, küfür derecesinde bir bid’at olması ile küfür derecesinde olmayan bir bid’at olması arasında fark yoktur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “İyi arkadaş ile kötü arkadaş, misk taşıyıcı ile körük üfleyicisi gibidir. Misk taşıyan ya sana kokudan verir veya ondan satın alırsın yahut kokusu sana yayılır. Körük üfleyicisi ise ya elbiselerini yakar veya kendisinden kötü koku gelir.”
Üzerine kötü bir koku sinen kimse, elbisesi yanan kimse derecesinde zarara uğramış olmaz. Kişinin zararı, bulunmuş olduğu meclisin kötülüğü oranındadır. Allahu Teala en doğrusunu bilir.
Uyarı:
Bu bölümde, Allahu Teala’nın dini ve dininin hükümleriyle alay edilen ve inkar edilen parlementolara katılmış veya katılacak olan kimseler için, önemli bir uyarı bulunmaktadır. Bu meclislerde Allah’ın şeriatı ve hükümleri daima reddedilmektedir, küfür ve şirk kanunları ortaya çıkarılmaktadır.
Onlardan bazıları, tağutlara iyiliği emretmek ve onları kötülükten nehyetmek için bu meclislere katıldıklarını iddia ederler. Ancak bu küfür meclislerine girdiklerinde tağutlar onlara kötülüğü emrederler ve iyilikten de menederler. Ya da onlar bu meclislere girdiklerinde, iyiliği hatırlatmaya dahi cesaret edemezler. Nefislerini büyük bir zillet kaplamıştır.
Onlardan bazıları, meclise girmeleri halinde hakkı ortaya çıkaracaklarını ve hakkı savunacaklarını iddia ederler. Halbuki yaptıkları tek şey, batılı güçlendirmek ve onun savunuculuğunu yapmaktır.
Yine onlardan bazıları da, “Çözüm İslam’dadır” sloganı ile bu meclislere girerler. Ancak daha sonra İslam ile neyi kastettikleri çok geçmeden ortaya çıkar ve şöyle derler: “Çözüm demokrasidedir!”
<!-- / message --><!-- sig -->
<!-- / sig -->
<!-- / icon and title --><!-- message -->Din ile Alay Edenlerle Birlikte Oturmak
Ebu Basir et-Tartusi
Din ile alay edenlerin meclisinde oturmak, müstakil bir küfür sebebidir. Kişi, alay edenlerin sözlerini reddetmediği ya da onların meclislerinden ayrılmadığı sürece, kendisi alay etmese dahi alay edenlerin hükmünü alır.
Allahu Teala şöyle buyurur: “O, size Kitapta şunu indirdi: Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz vakit onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah münafıkları da kafirleri de cehennem de biraraya toplayacaktır.” (4 Nisa/140)
“Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz.”
Yani; onlar gibi kafir olursunuz. Çünkü ikrah altında olmadığınız halde, onlarla birlikte oturdunuz ve onların söylediklerini reddetmediniz. Sizin onlarla birlikte oturmanız, onların din ile alaylarını ve küfürlerini kabul ettiğiniz yönünde açık bir işarettir. Küfre rıza ise, şüphesiz küfürdür.
İbn-i Cerir et-Taberi (rahimehullah) şöyle der: “Allahu Teala’nın ayetlerini inkar eden ve onlarla alay eden kimseler ile oturur ve onların bu küfür ve alay etmelerini dinlerseniz, onların Allah’ın ayetlerini alaya alarak isyan etmeleri gibi bir suç ile Allah’a isyan etmiş olursunuz.”
İbn-i Kesir (rahimehullah) şöyle der: “Size ulaştıktan sonra nehyedileni işlediğinizde, Allah’ın ayetlerinin küfredilip alaya alındığı, noksan görüldüğü bir yerde onlarla birlikte oturmaya razı olduğunuzda ve bu konuda onlara ses çıkarmadığınızda; onların içinde bulunduğu duruma onlarla birlikte siz de ortak olmuşsunuz, demektir. Bunun içindir ki Allahu Teala, “Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz” buyurmaktadır.”
Beğavi, Tefsir’inde der ki: “siz de onlar gibi olursunuz.” Yani; onlar alay ederken ve eğlenirken onlarla oturur ve bunu kabullenirseniz, artık siz de onlar gibi kafir olursunuz.”
Süleyman bin Abdullah Alu’ş-Şeyh şöyle der: “Ayet zahiri anlamına göre değerlendirilir. Buna göre, Allahu Teala’nın ayetlerinin inkar edildiği ve alay edildiğini işittiği halde, ikrah altında olmaksızın, onların söylediklerini reddetmeksizin veya onların meclislerinden ayrılmaksızın kafirlerle birlikte oturmaya devam eden kişi, onların işlediği fiili işlemese dahi aynen onlar gibi kafir olur. Zira bu, küfre rızayı içerir; küfre rıza ise küfürdür.
Alimler, herhangi bir günahtan razı olan kişinin, aynen o günahı işleyen gibi olduğu konusunda bu ayetler ile delil getirmişlerdir. Kişi, kalben bundan hoşlanmadığını iddia etse dahi bu kabul edilmez; çünkü hüküm zahire göre verilir. Küfrü izhar eden kişi, kafir olur.”
Allahu Teala şöyle buyurur: “İsrailoğullarından kafir olanlar, Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı idi. Onlar, işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Onların yapmakta oldukları gerçekten ne kötü bir şeydi.” (5 Maide/78-79)
Bu ayetin tefsirinde şu geçmektedir: Onlardan birileri (münker işleyen) birisini ilk gördüğünde onu bundan nehyeder, fakat ertesi günü onunla karşılaşır, ancak bu durumu, onunla birlikte oturup yiyip içmesine engel teşkil etmezdi. Onlar bu işi yapınca, Allah da onların kalplerini birbirine çarptı, Davud, Süleyman ve İsa bin Meryem’in diliyle onlara lanet etti.
Bu alimler, topluluklarının yaptıklarını reddettiler, onların işledikleri batıl konusunda susmadılar, ancak onlarla birlikte oturmaya devam ettiler. Bu nedenle lanetlendiler...
Onların yaptıklarını reddeden ve işledikleri konusunda onları nehyedenlerin durumu bu ise, acaba, onlarla birlikte oturan ve onlarla birlikte yemek yiyen, reddetmeden onlarla birlikte vakit geçirenlerin durumu nasıl olur? Şüphesiz böyle bir kişinin laneti haketmesi, israiloğullarının alimlerinden daha öncelikle geçerlidir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Benden önce Allah'ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarîleri ve ashabı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi. Sonra, bu peygamberlerin ardından öylesi kötüler zuhûr etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de yapmışlardır. Onlara karşı eli ile cihad eden mü’mindir, dili ile cihad eden mü’mindir, kalbi ile cihad eden mü’mindir, bunun ötesinde ise hardal tanesi kadar iman yoktur.” (Muslim)
Buhari, İbn-i Abbas’ın azadlı kölesi İkrime’den şöyle rivayet eder: “Müslümanlardan bir grup Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde müşriklerle beraberdi ve onların sayılarını artırıyorlardı. Müşriklere atılan ok, bazen onlardan birine isabet edip öldürdüğü oluyordu. Kılıç darbeleriyle hayatlarını kaybedenler de vardı. Bunun üzerine Allahu Teala şu ayeti indirdi:
“Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler: “Ne işte idiniz?” derler. Onlar: “Biz yeryüzünde mustaz’af kimselerdik” derler. “Allah’ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz” derler. İşte onların durakları cehennemdir.” (4 Nisa/97)
Zira onlar müslüman oldukları halde Mekke’de müşriklerle kalmayı Medine-i Münevvere’ye, peygamberin yanına hicret etmeye tercih eden bir topluluktu. Müşriklerle birlikte yaşamayı tercih etmişlerdi. Daha sonra ise, Bedir savaşında müslümanlara karşı savaşa çıkmaya zorlandılar. Bazıları, Kureyş müşriklerinden öldürülenlerle birlikte kafir olarak öldürüldüler. Sunmuş oldukları mazeretleri kabul edilmedi. Zira bu duruma düşmelerindeki asıl sebep, kendileriydi.
İbni Mes’ud’dan (radıyallahu anhu) merfu olarak şöyle rivayet edilir: “Kim bir kavmin sayısını artırırsa, o kimse onlardandır. Kim bir kavmin yapmış olduğu işe rıza gösterirse, o kimse o işte onlarla ortaktır.”
İbn-i Hacer (rahimehullah) şöyle der: “Bu hadiste, masiyet ehli arasında kendi isteğiyle ikamet eden kişinin hatası belirtilmektedir. Ancak, münkeri nehyetmek veya bir müslümanı helak olmaktan kurtarmak gibi doğru bir kastı varsa, bu müstesnadır. Yine bu hadisten anlaşılanlardan bir diğeri ise, o meclisten ayrılmaya gücü yetenin, mazur olmadığıdır.”
Kişinin, küfre rıza gösterdiğini, zahiri tavırlarından anlarız. Kişi küfür ve alay meclislerinde, yapılanları reddetmediği, onlara karşı koymadığı ve ikrah olunmadığı halde oturmaya devam ediyorsa, dili ile aksini iddia etse dahi, meclisteki küfre rıza göstermiş olur.
Halid bin Velid (radıyallahu anhu), Yemame halkı dinden döndüğünde onların üzerine sefere çıktı. Onların topraklarına ulaştığında ikiyüz atlıyı öne geçirdi ve dedi ki: “Rastladığınız kimseyi yakalayın.” Mücaa’yı, kavminden yirmi üç kişiyle birlikte yakaladılar. Halid’in yanına vardıklarında, Mücaa şöyle dedi: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat etmeden önce O’na geldiğimi ve İslam üzere O’na bey’at ettiğimi biliyorsun. Dün neye iman etmişsem, bugün de ona iman ediyorum. Yalancı konusunda ise –Müslimetu’l-Kezzab’ı kastediyor-, evet o bizim aramızdan çıktı, ancak Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:
“Hiçbir nefis başkasının (günah) yükünü yüklenmez.” (6 En’am/164)
Halid dedi ki: “Ey Mücaa, dün iman ettiğin şeyleri bugün terk ettin. Bu yalancının durumuna rıza gösterdin ve bu durum hakkında sustun. Sen Yemame halkının en önde gelenisin. Sana, benim buraya doğru çıktığım haberi ulaşmıştı. Bunlara rağmen senin susman onu ikrar ve onu kabul etmendir. Neden mazeret ileri sürüyorsun. Eğer, kavminden korkuyorsan, neden bize gelmedin ya da bir elçi göndermedin?!”
Mücaa şöyle dedi: “Ey İbnu’l-Muğira, bütün bunları bağışlamaz mısın?”
Bunun üzerine Halid bin Velid (radıyallahu anhu) şöyle cevap verdi: “Kanını bağışlıyorum ancak bunu kendimi zorlayarak yapıyorum.”
Halid bin Velid (radıyallahu anhu), ikrah altında olmadığı ve Müselmetu’l-Kezzab’ın yaptıklarını reddetmediği halde, onun egemenliği altında –meclisi ya da evi değil- ikamet eden Mücaa’ya bu şekilde davrandı. Onun bu tutumunu, yalancının işlediklerinden razı olduğu yönünde birer işaret olarak kabul etti. Halid’i, Mücaa’yı serbest bırakmaya iten sebep, onun doğruyu söylemesi ve hatasını kabul etmeseydi. Aksi halde, Mücaa’da Müseylemetu’l-Kezzab ile öldürülenler arasında olacaktı. Fakat Allahu Teala onu korudu.
Ancak şunu belirtmek gerekir ki, reddetmediği ve ikrah olunmadığı halde masiyet meclisinde oturmaya devam eden her kişinin tekfir edilmesi gerekmez. O mecliste işlenen masiyetin derecesi göz önünde bulundurulur. Eğer işlenen masiyet küfür türünden değil ise, orada bulunanlar tekfir edilmez. Ancak işlenen masiyet küfür türünden ise, durum yukarıda açıkladığımız gibidir.
Örnek olarak, içki meclisinde bulunan bir kişi, kendisi bizzat içki içmese dahi içki içme günahını alır. Ancak bununla dinden çıkmaz. Zira içki içmek, bunu helal saymadığı sürece kişiyi dinden çıkaran fiillerden değildir. Rivayet edildiğine göre, Ömer bin Abdilaziz (radıyallahu anhu) içki içen bir gurubu yakalamıştı. Yakalanan bu kişiler arasından birinin oruçlu olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine Ömer bin Abdilaziz onlar hakkında şu ayeti okudu: “..onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz.” (4 Nisa/140) Daha sonra oruçlu olan o adama da diğerlerine uyguladığı içki içme cezasını uyguladı.
İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma) şöyle der: “Kıyamet gününe kadar dinde sonradan ortaya çıkan her şey bid’attır. Her bid’at ise “Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz” ayetinin kapsamına girer.”
Yani bu ayet, her bid’at ehlini ve bu bid’at ehli ile oturan her kişiyi kapsar. Bu bid’atın, küfür derecesinde bir bid’at olması ile küfür derecesinde olmayan bir bid’at olması arasında fark yoktur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “İyi arkadaş ile kötü arkadaş, misk taşıyıcı ile körük üfleyicisi gibidir. Misk taşıyan ya sana kokudan verir veya ondan satın alırsın yahut kokusu sana yayılır. Körük üfleyicisi ise ya elbiselerini yakar veya kendisinden kötü koku gelir.”
Üzerine kötü bir koku sinen kimse, elbisesi yanan kimse derecesinde zarara uğramış olmaz. Kişinin zararı, bulunmuş olduğu meclisin kötülüğü oranındadır. Allahu Teala en doğrusunu bilir.
Uyarı:
Bu bölümde, Allahu Teala’nın dini ve dininin hükümleriyle alay edilen ve inkar edilen parlementolara katılmış veya katılacak olan kimseler için, önemli bir uyarı bulunmaktadır. Bu meclislerde Allah’ın şeriatı ve hükümleri daima reddedilmektedir, küfür ve şirk kanunları ortaya çıkarılmaktadır.
Onlardan bazıları, tağutlara iyiliği emretmek ve onları kötülükten nehyetmek için bu meclislere katıldıklarını iddia ederler. Ancak bu küfür meclislerine girdiklerinde tağutlar onlara kötülüğü emrederler ve iyilikten de menederler. Ya da onlar bu meclislere girdiklerinde, iyiliği hatırlatmaya dahi cesaret edemezler. Nefislerini büyük bir zillet kaplamıştır.
Onlardan bazıları, meclise girmeleri halinde hakkı ortaya çıkaracaklarını ve hakkı savunacaklarını iddia ederler. Halbuki yaptıkları tek şey, batılı güçlendirmek ve onun savunuculuğunu yapmaktır.
Yine onlardan bazıları da, “Çözüm İslam’dadır” sloganı ile bu meclislere girerler. Ancak daha sonra İslam ile neyi kastettikleri çok geçmeden ortaya çıkar ve şöyle derler: “Çözüm demokrasidedir!”
<!-- / message --><!-- sig -->
<!-- / sig -->