DERNEK VE VAKIFLARA ZEKÂT VERİLEBİLİR Mİ?
Rabbimiz, Tevbe Sûresinin 60. Âyetinde zekât verilebilecek kimseleri mufassalan/ayrıntılı olarak saymıştır ki, bunlar sekiz maddeden oluşmaktadır. Bunlar arasında hayır amacı veya iddiası ile bina edilen yapılar ve onların hizmetleri için zekâtın tek elde toplanmasına dair bir madde bulunmamaktadır. Böyle bir durum olsaydı, insanların bunu istismâr etmek için nice hayır görünümlü icrâatlara ve teşebbüslere yelteneceklerinin tahmini, herkesçe güç olmasa gerektir…
Zekât şu kimselere verilebilir:
Fakirlere, yoksullara, (İslâm’ın hâkim olduğu beldelerde) zekât toplamakla görevlendirilmiş zekât memurlarına, kalpleri (iman ve İslâm’a) alıştırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana yani “fî sebîlillâh”a ve (yolculuk ederken malından uzak düşmüş olan) yolda kalmışa/yolcuya…
Bu sekizinden, “zekât memurları, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen gayrimüslimler ve mükâteb köleleri” çıkarırsak, genel anlamda geriye şu anda zekât verilebilecek beş sınıf insan kalır. Çünkü günümüzde özgürlüğe kavuşmak yani özgürlüğünü satın almak için efendisine kendi bedelini ödeme durumunda olan köleler ile zekât memurları yoktur. Bu ikisi bulunduğunda zekât verilebilir. Kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler konusuna da birazdan temas edeceğiz.
Yukarıda sayılan sekiz sınıf arasında zekât toplamakla resmen görevli olan “zekât memurları” bulunmaktadır ki, bunlar câhiliyye toplumlarında değil, İslâm toplumlarında iken bu vazifeyi icrâ ederler. İslâm’ın hâkim olduğu toplumlarda “hayır amaçlı kuruluşlara zekât verme” diye bir şey yoktur. Zira o tür çalışmaları zaten resmî kurumlar uhdesine alır ve destekler. Ya da hayır sahipleri sadaka ve infâklarıyla bu türden sadaka-i câriyeler hususunda hassâs olurlar. Bu kalıcı sadakalarda hiç değilse katkıları olsun isterler. Çorbada tuzu olmak, duvara bir tuğla olsun koymak, yarım hurmayla da olsa ateşten korunmak kâbilinden… Yani durumu iyi olanlar güçlerine göre, durumu zayıf olanlar da yapabildikleri kadarıyla sevabı genel ve kalıcı işlerde birbirleriyle yarışırlar… Hem de bu öyle bir yarıştır ki, zengin fakire infâk eder, onun da infâk etmesini sağlar. Böylece hem hayır işlemenin hem de hayra vesîle olmanın sevabını elde eder. İşte mü’minlerin yarışı böyledir!
Zekâtı iyi anlamak gerekir. Zekât, çok yüce amaçlar uğrunda sarf edilir. Rabbimizin bildirdiği yerlerden hangisi öncelikli ise maslahatı gözeterek; fakirlere, miskînlere, zorda-darda olanlara/kalanlara, kölelere, Allah yolunda olanlara, yolda kalmışlara veya kalplerinin ısındırılıp İslâm’a girmeleri yani hidâyet bulmaları ümidiyle gayrimüslimlere (müellefe-i kulûb’a) zekât verilir. Zekât memurlarının topladığı zekâtlar da zaten bu yerlere gidecektir.
Müellefe-i kulûb’a zekât verilmesi meselesi, ictihâdî bir konudur ve fakîhler arasında ihtilâflıdır. Ebû Hanîfe'ye göre, bu uygulama, Hz. Ebû Bekr’in hılâfeti zamanında kaldırılmıştır. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekr’in halîfeliği devrinde İslâm’ın ve Müslümanların kuvvetlenip güçlendiği gerekçesiyle artık müellefe-i kulûb’a zekât vermeye ihtiyaç olmadığını söyleyerek, bu sınıfa zekât verilmesine karşı çıkmıştır. Hz. Ömer’in bu hareketi Hz. Ebû Bekr ve diğer sahâbîler tarafından kabul görmüştür. Dolayısıyla Ebû Hanîfe'ye göre, bu başlık altında gayrimüslimlere fon ayrılmaz. İmam Şâfiî'ye göre ise, kâfirlere değil, günahkâr Müslümanlara zekâttan pay ayrılır. Yani bu kimseler İslâm’a yeni girmiş ve imanı zayıf olan mü’minlerdir. Bu kimselere zekât verilebilir. İmam Şâfiî, müellefe-i kulûb’a fey’ gelirlerinden verilebileceğini söyler. Hanbelî ve Mâlikîlerin genel eğilimi ise, müellefe-i kulûb’a zekât verme ihtiyacı ortaya çıktığı takdirde verilebilir. Bu görüşte olan fakîhlere göre, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hılâfetleri döneminde bu fondan müellefe-i kulûb’a zekât tahsîs edilmemiş olması, onların payının düşmesi sebebiyle değil, buna ihtiyaç kalmamasından dolayıdır.
Mevzuumuzun ana eksenine dönelim. Zekât müessesesi tam anlamıyla işlemiş olsa, bir beldede fakir ya da miskîn kalmaz. Zekâtın yanında infâk olarak verilebilecek sürekli olan ve binlerce hayır kapıları bulunan tasaddukları da eklersek, hayatın ekonomik dengesinin mâlî cihâd ile sağlandığını görürüz.
Zekât verilecek yerlerden birisi olan “Allah yolunda olana/Allah yoluna” tabiri istismâr edilerek câhiliyye toplumlarında akîdeleri bile bozuk olan bazı kurum ve kuruluşlara zekât verilebileceğini kabul etmek mümkün değildir. Akîdesi bozuk olanın niyeti de, ameli de bozuktur. Kaldı ki, İslâm’da binalara, bina yapımlarına -mescid, külliye, medrese, han, hamam, köprü vs. bile olsa- asla zekât verilemez. Tırnak içinde söylemek gerekirse, ya minare yaptırmak için zekât toplayanlara, para yetmediğinde fâize yatırıp birikimi kabartanlara ne diyeceğiz? Neyse, kötü emsâllerden uzaklaşalım ve mevzuya dönelim. Hayırlı hizmetlere vakfedilmiş binalar, -İslâmî beldelerde- yüzde iki buçuklarla değil, mü’minlerin gönüllerinden kopan yüzde onlarla, yüzde yirmilerle yapılır. Zekâtın oranı infâka nispetle -genelde- azdır. Çünkü herkesin çok varlıklı olduğu söylenemez. Bir kimse çok zengin olmadıkça da vereceği zekât miktarı yüksek olmaz. Bu az miktarın da, hak sahiplerinden alınıp/çalınıp binalara hebâ edilmesi büyük bir gaflet ve cehâlettir!
Zekât verilecek yerlerle alâkalı Yüce Rabbimizin “Allah yolu” diye ifade ettiği terimi istismâr edip Allah yolunda olmadığı halde birilerine bundan pay çıkartmaya çalışmak İslâm’dan habersiz olmaktır. Bu tabir her ne kadar -zâhiren- “Allah’ın râzı olduğu tüm amelleri içine alan genel bir terim” gibi gözüküyor olsa da, Selef-i Sâlihîn bunu Allah yolunda ilimle, teblîğle, malıyla ve canıyla cihâd edenler için geçerli bir terim olarak anlamışlardır. Tahkîk açısından bu anlam doğrudur. Bazı kitaplarda yorum olarak kaydedilmiş -bundan farklı- bilgiler şahsî bakış açılarını göstermektedir.
“Allah yolunda olmak” iman, takvâ, mücâhede, Allah’ın dininin ihyâsı, İslâm’ın ve Sünnetin müdâfaası ve Tevhîd’in teblîği anlamında özel bir terimdir. Ve her Müslümanın bu vazifeleri yapma konusunda bu sıfatları taşıdıkları -maalesef ki- söylenemez. Bazı âlimlerin, zekât adına toplanan paraların yani zekât fonunun her hayırlı iş için kullanılabileceğini söylemeleri tahkîkten uzaktır, bu noktaya dikkat edilmesi, ihtiyatlı olunması gerekir. Bunun doğru olduğunu bir an düşünürseniz, özellikle câhiliyye toplumlarında fakirler, miskinler, muhtaçlar, darda ve zorda kalanlar unutulur, ihmâl edilir. Allah yolunda mücâhede eden mü’minler kendi hallerine terk edilir. Müslümanlar çaresizliğe itilir, küfür, şirk, nifâk, cehl, dalâlet ve bid’atler palazlanır. İlme rağbet azalır, zamanla yok olur. Gayrimüslimler, mü’minlerin bu dağınıklıklarından dolayı, bu parçalanmışlığı ve çaresizliği “İslâm’dan” sanırlar. Teblîğ yavaşlar/durur. Allah yolunda ilim öğrenme, öğretme, eser te’lîfleri, Allah yolunda seyahatler, Tevhîd’in teblîğleri, ehl-i bid’at’e reddiyeler ve küfrün mâhiyetinin açıklanıp hakkın ihkâkı, bâtılın iptali yolundaki/Allah yolundaki -tüm ümmetin ve insanlığın maslahat ve hayrını tazammun eden- hayırlar terk edilir. Allah’ın dinine yardım etmenin yerini “kişilerin, istedikleri gibi hareket etmeleri” ve yapacakları her işte Allah ve Rasûlüne sorma mes’ûliyetlerini ve şuurunu yitirip, âlimlere, sâlihlere, sâdıklara, sıddîklara sırt dönüp câhillerle içli dışlı olma sonucu ortaya çıkar. Ne zaman?! Zekât konusunda Allah’ın emrettiği ve detaylı olarak açıkladığı yerler konusunda başka alternatifler üretildiği zaman…
İnsan bir yanlış yola girdiği anda o yolda nice bin yanlışlarla karşılaşacağını da ancak Allah bilir. Bu yolda olan kimsenin infâk ve sadaka müesseselerinin hakkını vermesi hiç düşünülemez. Zira “zekât dışında, infâk ve tasadduku olmayanlar” hakkında ecdâdın dediği “kırkta bir, cimrinin zekâtıdır” tabirine uygun yaşayanların kırkta iki, beş, on, yirmi… tasadduk etmeleri beklenemez. Kaldı ki, malının zekâtını nasıl vereceğine dair ve ne şekilde infâk edeceği hususlarında Allah ve Rasûlüne sormayan, “Peygamberlerin vârisleri olan” âlimlere danışmayan, istişâre etmeyen kimselerin de doğru yerlere harcama yapmaları hiç düşünülemez. Siz, ömrünüz boyunca, gerek zekât ve gerekse infâk konusunda ümmetin içinde bir adım öne çıkmış ve bu hayır yolunda hizmetleriyle sıfatlanmış kaç insan gördünüz? Maalesef ki, insanlar kendi şahsî menfaatleri için çalışırlarken “Allah yolunda” diye tabir olunan umûm’un maslahat, menfaat ve hayrını gerektiren ve mükâfâtı da o denli büyük olan amelleri genelde terk etmiş durumdadırlar.
“Falan ya da filan vakfa veya derneğe zekât verilir mi?” sorusunda bile indî, şahsî, zannî ve bireysel hesaplar bulunmaktadır. Hayat bir tecrübedir. Okumasını ve yararlanmasını bilene! Tevhîd’e iman, Allah için ilim öğrenme, Allah için ilim öğretme, hakkı teblîğ etme, infâk etme ve -öldürenin ancak Allah olduğuna iman ettiği gibi- hayatının, yaşam tarzının ve ölümünün de Allah yolunda olması gerektiğine i’tikâd etmiş Ashâb-ı Kehf mesâbesindeki iman sahipleri gibi nesiller boyu veya bir ömür boyu hizmet yarışında olan dernek ya da vakıf bilen var mı? Günümüzde hayat boyu bunlara şâhit olabildik mi?!
Bu sözler; Tevbe Sûresinin 60. Âyetinde geçen “Allah yolunda” sıfatına istinâden, onlara zekât verilebilir mi, diyenlere yönelik bir açıklamadır. Allah yolunda olmak; hayatı, Allah’ın emrettiği ve râzı olduğu bir mücâhedeye ve hizmete adamak demektir. Dünyadan ve nefsin arzularından geçmeden “Allah yolunda” terimini kullanarak doğru-yanlış işler yapmak değildir!
Fakirlere, miskinlere, borçlulara ya da ilim talebelerine sorunuz bakalım: “Dernek veya vakıflara zekât verilir mi?” diye. En güzel cevabı onlar size bildirirler!..
(Yusuf Semmak)