Allah ecrini artırsın inşallah. Şayet zahmet olmazsa eklerseniz okumak isterim.
Hepimizin kardeşim. Devamını aşağı ekliyorum;
...Cennet de yaklaştırılacakmış. Cennetin yaklaştırılması elbette onu hak edenler için mükâfattır. Ama ötekiler için de azaptır. Bazıları derler ki, şu hocalar hep cehennemi anlatırlar, hiç cenneti gündeme getirmezler. Sanki Allah’ın sadece cehennemi var da cenneti yokmuş gibi sürekli azabı, ateşi gündeme getirerek insanları korkuturlar, ama Allah’ın rahmetini, Allah’ın cennetini insanlardan kıskanırlar diyorlar. Ne olacak?
Sanki hak edecekler mi ki gündeme getirelim? Hak ettiler mi ki anlatalım cenneti? Meselâ cebinde on bin lirası olan cennete gi-recek desem. Ya da şu anda cebinde on bin lirası olmayan cennete giremeyecek desem ne olur? Dolayısıyla İslâm’ın anlatılmasında sürekli cenneti, yahut cehennemi gündeme getirmek gerekmez.
Kimi insanlar cehennemi duymak istemezlerken, kimileri de cennetin gündeme getirilmesinden rahatsız olurlar. Neden? Çünkü gidecekleri, yuvarlanacakları cehennemin, yahut kaybettikleri cennetin gündeme getirilmesi karşısında mahvoluyor adamlar. Cenneti duy-dukça da kahroluyorlar, cehennemi duydukça da. Meselâ farz edin ki bir imtihan yaptık. Bu imtihana katılanlara yüz soru sorduk. İmtihan sonucunda acaba doğru mu yaptık? Yanlış mı yaptık diye adamlar soruların çözümünü, doğru cevap anahtarını istiyorlar. Ve soruların doğru cevaplarını okumaya başlıyoruz. Yani gözlerinin önünde soruların cevaplarını çözüyoruz. Birinci soru, cevabı şu, iki cevap şu, üç şu, beş şu, on şu, 20, 30, 40, 50, 60. Bir adam düşünün ki buraya ka-dar açıklanan cevapların hepsi yanlış. Altmışıncı soru yanlış, bu adam artık altmış birinciyi, altmış beşinciyi dinler mi? Dinlemez değil mi? Kahrolur değil mi dinlerken? Neden? Çünkü altmışıncıya kadar yanlış, hepsi yanlış. Belli ki adam kaybetti. Artık altmış birinciyi duymak bile istemez. Dur! Yeter artık be adam! Duymak istemiyorum! diye ba-ğırır değil mi? Zira onu da duysa hepten kaybetmenin üzüntüsüyle kahrolacak.
Burada cennetin yaklaştırılacağı anlatılırken Şuarâ ve Nâziât-ta da cehennemin yaklaştırılacağı anlatılıyor.
“Cehennem her bakanın göreceği şekilde gösterilir.”
(Nâziât 36)
Görenler için de cehennem yaklaştırılmış ve sergilenmiştir. Cehennem bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarılmıştır. Cennet de, cehennem de insanların gözlerinin önüne kadar getirilmiştir. Allah korusun da cennet gözümüzün önüne kadar, ayağımızın ucuna kadar getirilir de tam oraya girmek için adımımızı atmak istediğimiz bir anda geriye itilirsek? Dur bakalım! Sen burayı hak etmedin! Sen burayı kazanmak için sa’y etmedin! Buraya giremezsin! diyerek omuzumuzdan tutulup geriye itilirsek? Cennetten men edilirsek?
Meselâ 30, 40 yıl sizi sevdiklerinizden ayırsalar, hiç görüştürmeseler. 40 yıl sevdiklerinizin hasretiyle yanıp yakılsanız. Altı aylık oğlunuz 40 yaşına gelmiş ama size hiç göstermemişler. Onlarla görüşüp koklaşma ümidiyle tüm bu acılara katlanmış, kendi kendinizi avutmuş olsanız. Ve nihâyet 40 yılın sonunda bir gün deseler ki yarın sevdiklerine kavuşacaksın. Ne kadar sevinir insan buna değil mi? Çünkü artık çilesi dolmuş ve mektubunu aldıklarına, mendilini kokladıklarına kavuşma günü gelmiştir. Ertesi günü sizi sonunda çoluk ço-cuğunuzun bulunduğu bir koridora getirseler. Karşınızda, koridorun sonunda sevdikleriniz, hasretiyle yanıp tutuştuklarınız karşınızda duruyor. Onlara kavuşmak için hızla koridorda koşarken şöyle elli altmış metre kala bir tel örgüyle yolunuz kesilse. İnsan kahrolur değil mi? Sevdiklerinizi görüp de onlara ulaşamama insanı kahreder. Hem yakın hem uzak. Arada bir zalim tel örgü var ki, koyuvermiyor. Ey Müslümanlar! Gelin yarın böyle pişman olmak istemiyorsak, birinci barikattan geri çevrilmek istemiyorsak aklımızı başımıza alalım.
İşte o gün de böyle olacak. Görecekler cenneti. Yakınlarına kadar getirilecek cennet. Yıllarca ümidiyle, hasretiyle yaşadıkları cennet ayaklarının önüne kadar getirilecek, ama kimileri ondan uzaklaştırılacak. Oraya girmeleri men edilecek. Gerçekten çok korkunç bir manzara. Adam kendisini cennet yolunda zannediyordu, cennete lâ-yık ameller işlediğini ve oraya gireceğini ümit ediyordu. Şartlandırmıştı buna kendisini. Ama gördüğü cenneti kaybettiği söylenecek kendisine. İşte yitirdiğimiz cennet diyecekler. İşte kaybettiğimiz cennet burasıdır diyecekler. Burası sizindi, sizin için yaratılmıştı, ama siz buraya lâyık ameller işleyemediniz, buraya lâyık olamadınız denecek.
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“İşlediklerinize karşılık, varis olduğunuz işte bu cennettir.”
(Zuhruf 72)
İşte bu cennet sizi ona varis kıldığımız cennettir. Bunu anladık da cennete varis olmayı acaba nasıl anlayacağız. Peki cennette kim ölmüş de biz onların malına, makamına varis olmuşuz? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur. Bir hadisten anlıyoruz ki Hz. Adem atamızdan bu yana dünyaya gelen her bir insan için ister mü’-min ister kâfir olsun, biri cennette ötekisi de cehennemde olmak üzere iki yer, iki makam yaratılmaktadır. Yeryüzüne gelen bu insanlardan her kim ki küfrü tercih eder ve Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayarak sonunda cehenneme giderse, onun cennetteki makamı boş kalmaktadır. Cennete gidenlerin de cehennemdeki makamları boş kalmaktadır. İşte cehenneme giden kâfirlerin cennetteki boş kalan yerleri, makamları mü’minlere verilecek, mü’minlerin cehennemde boş kalan yerleri de kâfirlere verilecektir. İşte biz böylece kâfirlerin cennetteki makamlarının tümüne varis olacağız.
İşte kâfirlere, cehennemliklere bu kaybettikleri cennetleri, makamları gösterilecek onlara ve denecek ki, işte burası sizindi, burayı kendiniz kaybettiniz. Böylece anlıyoruz ki mü’minler iki kere sevinecekler, kâfirler de iki kere kahrolacaklardır. Mü’minler girecekleri cenneti görünce bir sevinecekler, kurtuldukları, azat oldukları cehennemi görünce bir daha sevinecekler. Çünkü cenneti kazanmış olmak ayrı bir nîmet, cehennemden kurtulmuş olmak ayrı bir nîmettir. Kâfirler de iki kere kahrolacaklar. Çünkü cehennemi boylamak ayrı bir azap, cenneti kaybetmiş olmak ayrı bir yıkılıştır. Adam cennetteki kaybettiği yerini, makamını gördükçe: “Tüh be! Yuh olsun bana! Demek burası benimdi ha! Demek burayı ben kaybettim ha! Demek bu makamı ben yitirdim ha!” diyerek kahrolacak ve sürekli azap içinde olacaktır.
Evet, cehennem alevlendirildiği zaman; cennet de yaklaştırıldığı zaman. Burada aklıma bir hadis geldi, konuyla alâkalı gördüğüm için onu da okuyayım inşallah:
“Cehennem şehevâtla, cennet de mekârihle çepe çevre kuşatılmıştır.”
Cehennem, kişinin çok istediği, pek sevdiği, kendi kendine bırakılıverse hoşlanıp arzu ettiği, onlarla beraber olmak istediği şeylerle, cennet ise sevmediği, istemediği, serbest bırakılmış olsa memnun olmayacağı, yakın semtine uğramayacağı şeylerle kuşatılmıştır. Tabi insan serbest bırakılınca şeytan daha bir hakim olacak ona da ondan. Demek ki bu açıdan değerlendirince, cehennem şeytanın sevip sevdirdiği, hoşlanıp hoş gösterdiği şeylerle, cennet de şeytanın sevmeyip sevdirmediği, hoşlanıp hoş göstermediği şeylerle kuşatılmıştır. Felsefî düşünce akımlarından biri, çocukları, ya da insanları eğitirken onları serbest bırakın diyorlar. Onların kafalarına bir şeyler yerleştirmeyin, şartlandırmayın. Ön fikirlerle hayata atmayın onları. Yasaklar koymayın onların hayatlarına. Güzeller çizmeyin. Onlar kendileri nasıl bilirlerse öylece yaşarken anlasınlar. Şartsız olsunlar, ön yargısız olsunlar diyorlar. Güzel, kendilerinin bir tarifiyle ‘hâliüz zihin’ denilen kafa boş olarak yaklaşılsın bu işe. Ne kadar hoş, ne kadar güzel değil mi dış görünüşüyle? Kafamızı boşalttık, kimseden her hangi bir bilgi almadan, kimsenin güdümüne girmeden, kimsenin elinden tutmadan, kimse elimizden tutmadan kendi kendimize öğreniyoruz. Yani nasıl? Meselâ hırsızlığın kötülüğünü, soysuzluğun çirkinliğini, içkinin anlamsızlığını, ya da bir takım iyi şeylerin iyiliğini yeri ge-lince kendimize mal edilecek biçimde kendi kendimize öğrensek. Dış görünüşüyle güzel. Anneler çocuklarını hiç zorlamasa, babalar şartlandırmasa, annenin sokakta olduğunu, babanın dükkanda olduğunu birileri aşılmasa, hatırlatmasa baştan. Çocukların itaat etmek zorunda olduğu, anne babanın hakim pozisyonunda olduğu insanlara baştan empoze edilmese. Güzel gibi geliyor bunlar. Yani salıverilse çocuklar. Cennet arzusu verilmese, cehennem korkusu anlatılmasa. Bak dikkat et, Allah’ın azabı ikabı var. Ama şöyle yaparsan Allah sevecek ve mü-kâfatlandıracaktır denilmese. Salıversek herkes kendi öğrense. Çok güzel, fevkalade.
Ama düşündünüz mü, bana bunları öğretenleri tuttuğunuz kadar şeytanı da tutabilecek misiniz, tutabilir misiniz? Yani evet, insanlar beni cennetle uyarmasınlar, cehennemle korkutmasınlar. Cennetle korkutmasınlar kaybedersin diye, cehennemle korkutmasınlar oraya gidersin diye. Yani cennet arzusu ve cehennem korkusu sarmasın benim her bir tarafımı. Ateş sanki üzerime geliyormuş gibi olmasın. Salıversinler beni. Allah’ın bana mesajını ulaştıracak tüm dilleri bağlasınlar, ağızlara bant yapıştırsınlar çok hoş, lâkin şeytanı da bağlasınlar ya. Yani şeytanları da bağlayıp beni benim fıtratımla baş başa bıraksalar ya. Ben kendi başıma kalsam, kendin ne biliyorsam onları anlamaya, öğrenmeye çalışsam. Öz benliğimde olanları yaşamaya çalışsam. Ben yine de o zaman kimi doğruları, kimi yanlışları öğrenebileceğimi, anlayabileceğimi zannetsem de din olarak Allah’ın benden istediklerini anlayabileceğimi zannetmiyorum.
Yani eğer ben bir çocuk olarak mağarada büyüseydim, bir koyun ya da inek gelip beni emzirseydi, ben orada büyüse ay ve yıldızlar görseydim. Ben orada soğuk ve sıcakla tanışsaydım. İnsanların birden fazla tanrılar edindiklerinin yanlışlığını belki anlayabilseydim, ama bir tek Allah’ı anlamamın ötesinde Allah’ın benden neler istediğini nasıl öğrenebilirdim? Nikâh istediğini, yalanın yanlışlığını, içkinin kötülüğünü, cennet ve cehennemi, haşır, neşir, hesap ve kitabı nasıl bilebilirdim? Adem atamı, onun topraktan yaratıldığını, tıpkı onun örneği gibi İsa aleyhisselâmı nasıl bilebilirdim? Şirk nedir? Küfür nedir? İman, İslâm, ihsan nedir? Nasıl bilebilirdim bütün bunları? Bilebilecek olsaydım, şeytanı Allah bağlayıverseydi, yanlışlar bana iletilmeseydi ve ben peygamberlere muhtaç olmadan yaratılıştan taşıdığım özelliklerle rahat ve huzur içinde Allah’a kulluğun ortamını bulabilseydim. Mümkün değildir bu.
Öyleyse ben peygamberlere muhtaçtım, kitaplara muhtaçtım. Bu hakkı, bu doğruyu, bu yanlışı, bu isyanı, bu itaati bana anlatan bi-rileri olmalıydı. İşte bu minval üzere düşününce; cehennem iştihalarla kuşatılmıştır. Bakın isterseniz, ama sizin ona iştahınız yok diye, yani içkiye, kumara, zinaya, fuhşa, harama, yalana, dolana, isyana, kötülüğe sizin böyle bir iştahınız, şehvetiniz yoktur diye kural olarak düşünmeyin. Çünkü şeytan bunlara bir iştiha, bir arzu veriyor her zaman. Ayrıca fıtrat olarak insanda onlara bir meyil vardır. Al-i İmrân sûresi 14,15,16,17 âyetleriyle bu konuyu çok hoş anlatır. Bir zahmet oraya müracaat edin.
İşte bütün bunlar şeytanın kullandığı süslerdir. Şeytan bunları kullanır. Bir iştiha, bir iştah söz konusudur bunlara. Eğer dalıverirseniz, eğer hedef yapıverirseniz, eğer kıble ediniverirseniz. Hedef kadın ya da koca oluverirse, hedef oğul ya da kızlar oluverirse, hedef ev bark oluverirse, hedef at ya da araba olursa, hedef davar ya da sığır oluverirse, hedef tarla tapan oluverirse, işte bunlar insanı cehenneme doğru sürükleyecek, ya da bunlar bizi çepeçevre kuşatacak da biz kendimizi cehenneme doğru gidiş ortamında bulcağız.
Evet, ateş insanın istememesi gereken şeylerle kuşatılmıştır. Aslında istememesi gereken, din böyle dediği için. Değilse insan başıboş kalırsa, şeytan onu dürterse, iştihalarla donatılmıştır diyeceğiz. Şehvetlerle, güzel duygularla, süsler ve ziynetlerle kuşatılmıştır diyeceğiz.
Ama cennet de kerih görülen, sevilmeyen şeylerle kuşatılmıştır. Mü’min gözünde değildir tabi bunlar. Yani mü’min asla onları kerih görmez. Sabah kalkıp abdest alıp namaz kılmayı, istese yaz gününün sıcağında, istese kış gününün soğuğunda olsun mü’min namaz kılmayı asla kerih görmez. Aç kalmak değildir onun gözünde oruç. Kerih görmez müslüman orucu. Rabbin rızası bildiği için kerih görmez mü’-min zekâtı. Bir kadın sonunda cennet vardır diye kocasının meşru ar-zularına itaat ederken, bunu kerih görmez elbette. İştiha ile yaparlar elbette bu işleri mü’minler. Ama meseleyi eğer şeytan bağlantılı düşü-necek olursak o zaman cennet şeytanın sevmediği, kerih gördüğü ve insanlara da öyle göstermeye çalıştığı şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem de hoşlandığı, sevdiği ve sevdirmeye çalıştığı iştihalı şeylerle ku-şatılmıştır.
Peki biz neler peşindeyiz? Biz hangilerinin peşindeyiz? Allah için sevdikleriniz şeylerden bir on tanesini söyleyin. Sevmedikleriniz-lerden de bir on tanesini yazın bir kâğıda. Şimdi, birinci sevdiğin, ya da sevdim diye birinci sıraya koyduğun şeyi iyi bir düşünsene. Acaba onu şeytan da seviyor ve sevdiriyor mu? Yoksa onu Allah sev dedi di-ye mi sevdin? Sevginin kaynağı ne? Elbise miydi? Araba mı? Filan marka, falan model mi? Sürat yapmak mı? Hava atmak mı? Para mı? Dükkan mı? Nedir sevdiğin şeyler? Şarkı mı? Müzik mi? Kaset mi? Televizyon mu? Sevdiğini en iyi bilen sensin. Ya sevmediklerin. Hem ki hiç sevmediklerin. Meselâ insanlar çocukluklarından itibaren kazan-dıkları sevgi ve nefret programlarını sanki ölünceye kadar taşımak zo-rundalar mış gibi; ama ben alışmamışım, yıllar yılı benimki böyle gi-di-yor diyebiliyorlar. İyi de senin öyle yapman gerektiğini vahiy değil de toplum öğretti, annen baban öğrettiyse, Allah memnun olmayacaksa ondan ne zaman vaz geçecektin?
Sen o listeyi on madde yerine bir gün, bir gün yerine bir hafta, bir ay, bir yıl, bir ömür olarak belirle, dikkat et sevdiklerin, istediklerin, iştiha ile sarılıp iştahlandıkların eğer seni cehenneme götürücü şeytan merkezli sevgilerse, acele et, çabuk ol ve vaz geç. Ne olur ne ol-maz, belki o atmosferde iken ölüverirsen kendine çok yazık etmiş olursun. Ama öyle değil, sevdiğin, sevdiklerin, kabul ettiklerin şeyler cennet merkezli ise devam et, gayret et.