sormuş olduğunuz soruların birçoğunun cevabı İSLAM DEVLETİ BAŞ MÜFTÜSÜ TARAFINDAN CEVAP VERİLMİŞTİR:
İSLAM DEVLETİ HAKKINDA ŞÜPHELER VE CEVAPLARI
Konuşma başlamadan önce cevaplarının kaydedilmesi sorulmakta, cevapların internete konulmayacağı ifade edilmektedir. Buna binaen şeyh şöyle cevap vermiştir:
Sakıncası yok. Şayet bu ses kaydı sadece sizde kalacak ve sizler aranızda faydalanacaksanız bunda bir sakınca yoktur. Çünkü meclisler emanettir, burada konuşulanlar sizlere bir emanettir. Aynı zamanda meclisler iki çeşittir. Bir meclis vardır has(özel)dır ve bir meclis de vardır geneldir. Burada şunu ifade etmek isterim bu ses kaydından sizler ve sizlerin bildiği tanıdığı, güvendiği insanlar faydalanabilir.
Fakat bu ses kaydı her yerde yayınlanabilecek bir cevap değildir çünkü herkes de bilmektedir ki her söz her yerde söylenmez. Abdullah bin Mesud(r.a)şöyle demiştir: “Sen bir kavme konuşma yaparsın ama bu kavmin içinde bulunanlarına fitne olabilir.” (Buhari rivayet etmiştir)
Ali(r.a)şöyle demiştir: “Sizler Allah ve rasulünün(s.a.v)yalanlanmasını mı istersiziniz? Bundan dolayı insanların aklının ereceği şekilde konuşunuz.”(Buhari rivayet etmiştir)
Aynı şekilde peygamber(s.a.v), Musa El Eşariyi kuran okurken dinlemiş ve bundan haberdar olan Musa El Eşari(r.a)şöyle demiştir: “Şayet sizin dinlediğinizi bilseydim daha güzel ve daha mükemmel okurdum.”
Dolayısıyla bu naklettiklerimden de anlaşıldığı üzere yapılan konuşma genel ise ve genelin faydalanacağı bir mesele ise konuşma ona göre genel ve en güzel şekilde yapılır…
Evet, sorularınıza geçebiliriz…
SORU 1: İSLAM DEVLETİ VE EL KAİDE ARASINDAKİ AKİDE FARKI VEYA FARKLILIKLARI NELERDİR?
Besmele, salât ve selamdan sonra…
Cevap 1: senin de bildiğin gibi günümüz cihad hareketleri yahut cihad diye isimlendirilen amel birçok merhale ve aşamalardan geçmektedir.
İlk Merhale birçok hata ve eksikliklere sahip olan Şeyh “Mustafa Sibai” ile birlikte başlayan merhaledir. Bu şeyh ihtilal güçlerine karşı savaşmak için gençleri topluyordu. Fakat gençleri toplarken tağutların gölgesi altında topluyor ve hiçbir şekilde tağutlar hakkında konuşmuyor, onlar hakkında hiçbir şey söylemiyor ve eleştirmiyordu. Bilakis onlarla dostluk ve ittifak üzere idiler yani tağutlarla hiçbir ihtilafları yok idi. Bu bir merhale idi.
Daha sonra bundan daha güzel bir merhaleye geçildi. Bu merhale ise ilk Afgan cihadı olarak isimlendirilen yahut Arap Afganları diye bilinen merhaledir. Bu merhalenin öncülüğünü yapan kimse ise Şeyh “Abdullah Azzam”dır. Bu merhale döneminde ise kendilerini tağutlardan uzak tutmuşlar ve cihad sahalarından bir sahaya giderek tamamen cihad ile meşgul olmuşlardır.
Bu merhalede yapılan; gençlerin cihad için toplanması ve asli kâfirlerle savaşılması idi. Bu merhalede bundan ibaret idi. Bu merhalede de mürtedlerden hiç bahsetmediler. Aynı zamanda gençleri toplarken; çok farklı, renklere, dillere, inançlara, ,yollara, menheclere sahip olmalarına rağmen hiçbir şekilde hak menhec olan ehlisünnet ve el cemaa menhecini yani fırka-i naciye menhecini olan bir menhec gözetmediler. Yani şu günümüzde cihad-i selef anlayışı diye bilinen bir menhec üzerine gençleri bir araya getirmediler. Cihad-i selef anlayışına sahip olanlar bütünüyle selef salihin anlayışına sahiptirler, dinin usulünde ve furuunda olsun bu böyledir. Görüldüğü gibi bu merhalede yapılan şey; sadece gençlerin toplanması ve sayının fazlalaştırılmasından ve asli kâfirlerle savaşmaya yöneltmekten ibaret idi. Bu ikinci merhale idi ve bu merhale önceki merhaleden daha güzel idi.
Bu merhalede asli kâfirlerle savaşıldı ancak şu günümüzde dile getirilen tağutların tekfir edilmesi, yardımcılarının ve destekçilerinin tekfir edilmesi hükmü hiç gündem edilmedi. Hakeza tağutların yardımcıları ile savaşılması ve buna benzer meseleler o merhalede hiç ortaya atılmadı. Bu merhalede şahıs sadece gidiyor ruslarla savaşıyordu. Bunun dışında birşey yok idi.
Nihayet bu merhalede dediğimiz gibi; ihvanu müslimin, selefiler, mürciler, aşırılar savaşa gidiyorlardı. Herkes hep birlikte bir hendek içerisinde savaşıyorlardı. Bu merhale tabir doğru olursa; Şeyh Abdullah Azzam merhalesi idi.
Daha sonra bundan daha güzel bir merhaleye geçildi. Bu merhale ise Şeyh Üsame bin Ladin ve el kaide merhalesidir. Bu merhale, sadece gençleri toplamadan bir araya getirmeden ibaret değil idi. Bilakis sadece cihadi selefi kimselerin toplanması ve bir araya getirilmesinden ibaret bir merhale idi. Hendekte olanlar ve bunlarla beraber olanlar böyle kimselerdi. Yani bu merhalede bidat ehlini uzak tuttular. Abdullah Azzam döneminde ise bidat ehlini uzaklaştırmadılar. Hatta öyle ki Şialar hakkında bile konuşulmuyordu. Hatta öyle ki o merhale de şia’dan olan şah Abdullah Mesud bile övülüyordu. Zaten bu tür konularda da bir problemleri yok idi.
Fakat El kaide merhalesinde ise bu tür konular bir problem idi. Bu merhalede bidat ehli hakkında derinlemesine konuşuluyordu; sofiler, eşariler ve bunlardan da öncelikli olan Şialar hakkında konuşuluyordu. Bu merhalede aslında cihad sahalarına ihvanu müslimin gelmiyordu. Bu merhalede görüldüğü gibi bir akide üzerine bir oluşum var idi. Bu akide ise cihadi selefi akidesi idi. Nitekim bu merhalede gerçekten tağutlardan uzaklaştılar ve tağutlar hakkında konuştular ve bidat ehlini de kendilerinden uzaklaştırdılar. Ancak geriye yapmadıkları bir şey kalmıştı ki o da; birinci olarak sapık fırkalar hakkında hiçbir söz etmemeleri idi. İkinci olarak da Amerika ile mücadeleye, savaşa devam etmeleri idi. Bu merhalede Amerika ve yardımcıları ile savaş devam etti. Sanki bu merhalede yapılan şey; sadece asli kâfirlerle savaşmanın gerekliliği üzerinde durulması ve savaşın gerekçesi olan asıl illet üzerinde durmamaları idi. Bu illet ise; Allahın hükümleriyle hükmetmeyenler cihad meselesi idi.
Yani bir takım devletlerde ve yönetimlerde Amerika’ya yardım etsinler yahut etmesinler, tevhidi bozan bir unsur olan, savaşmayı gerekli kılan Allahın hükümleriyle hükmetmeme söz konusuydu. Nitekim Amerika’ya yardım etme tevhidi bozan bir unsur olmakla beraber diğer taraftan da Allahın hükümleriyle hükmetmeme tevhidi bozan başka bir unsurdu. (Bu gözden kaçıyordu)
El Kaide, bu merhalede daha önceki merhalelerden olan Mustafa Sibai ve sonraki merhale olan arap Afganı olarak bilinen merhaleden de daha güzeldi. Fakat dediğimiz gibi bazı şeyler vardı ki; sapık fırkalar hakkında konuşmamaları ve onlar hakkında açıklama yapmamaları, örneğin Rafizilerin akidelerinin açıklanmaması ve onlara karşı dikkatli olunmaması ve onlar hakkında bir şey söylenmemesiydi. Hakeza ihvanu mülsimin sapıklıkları ve menheci hakkında konuşulmadı. Aynı şekilde kendini islama nisbet eden cemaatler hakkında da bir söz edilmedi.
Evet, bu merhalede tağutları tekfir ettiler ve onlarla savaştılar ancak savaşmalarının tek sebebi Amerika’ya yardım etmeleri ve destekçi olmaları idi.(Allahın hükümleriyle hükmetmeme onlarla cihad etme sebebi değildi.)
İşte bu El Kaidenin geçirmiş olduğu merhalelerdir.
El Kaide konusunda diğer önemli bir mesele ise;
El Kaidenin şeyhlerinin çoğunun büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmesidir. Bu şeyhler büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmektedirler.
Bu şeyhlerden bazıları ise; Şeyh Ebu Yahya El Libi, şeyh Atıyyetullah ve şeyh Eymen Ez Zavahiri. Bu şeyhler büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmektedirler. İşte bundan dolayı daha sonra islam devleti ve kendileri arasında ayrılık olmuştur.
Dolayısıyla bu ayrışma üzerine binaen de bir takım ayrışmalar olmuştur. Bunlardan biride islamı bozan unsurları işleyen İslami bir cemaatin hükmü hakkında olmuştur. Mesela hamas ve İsmail heniyye hükümeti küfre girmişlerdir. Aynı şekilde ihvanu müsliminde küfre girmiştir. Çünkü(yönetime geçtiklerinde) Allahın hükümlerinin dışında hükümlerle hükmetmişlerdir.
Fakat bunlar(Şeyh Ebu Yahya El Libi, Şeyh Atıyyetullah ve şeyh Eymen Ez Zavahiri)ise İslami bir şemsiye altında ortaya çıkanlar hakkında geniş bir bakış açısına sahip oldukları için onları cehalet ile mazeretli görmüşlerdir. Bu nedenle Allahın hükümlerinin dışından hükmedenler hakkında; “bu kimseler te’vil sahibidirler, bu kimseler İslam’ı aşama aşama getirecekler” gibi sözler söylemişlerdir. Yani özet olarak bu kimseler onlara göre mazeretlidirler.
Aynı şekilde daha sonra Mısırda olanlar ve “Muhammed Mürsi”yi cehalet ile mazeretli görmüşler ve te’vil sahibidir demişlerdi. Oysa islam devleti ise bunu mazeretli görmemiştir. İşte böylece El kaidenin kendini islama nisbet edenler hakkındaki hükmü ortaya çıkmış olmaktadır.
Aynı şekilde Irak da asli kâfirlere yardım eden birçok müslüman cemaatler hakkında da aynı şeyi söylemişler ve onları cehalet ile mazeretli görmüşlerdir. Bu cemaatler hakkında tevakkuf etmişler(hüküm vermemiş durmuşlardır), küfür hükmü vermemişler, onları cehalet ile mazeretli görerek, te’vil sahibi olarak görmüşlerdir.
İşte görüldüğü gibi islam devleti ile El kaide arasında en bariz ihtilaf; büyük şirkte cehaletin mazeret olup olmama meselesidir.
Cehaletin mazeret olup olmama meselesi birçok sahalarda tartışılmıştır. Cezair’de, Somali’de, Yemen’de, Çeçenistan’da, Afganistan’da her yerde tartışıla gelmiştir. Bu konuda cehaleti mazeret olarak görenler ve görmeyenler arasında büyük tartışmalar yaşanmış ve her iki taraftan da eserler yazılmıştır.
Diyebiliriz ki bu nokta(cehaletin mazeret olup olmaması)meselesi El kaide ve islam devleti arasındaki en büyük bariz ihtilaftır. Buna binaen ortaya şahısların ve cemaatlerin hükümleri konusunda ihtilaflar çıkmıştır. Bu tartışma yahut ihtilaf daha sonra yavaş yavaş büyüyerek ta Şam topraklarına kadar gelmiştir. Nihayetinde ise en önemli ve en bariz bir mesele haline gelmiştir.
Bundan dolayı El kaide; tezkiyeye ehli olmayan kimseleri tezkiye etmiş, islam devleti ise irtidat ve küfürle bu kimselere hükmetmiştir.
Dediğimiz gibi El kaide ve islam devleti arasındaki fark budur. Tabiî ki bunun dışında da farklılıklar vardır fakat şimdilik aklıma gelenler bunlardan ibarettir.
Burada bu konu ile alakalı olarak bir başka soru sormak istiyorum:
BİR ÂLİM “CEHALETİ MUTEBER BİR MAZERET GÖRÜR İSE” HÜKMÜ NEDİR?
Cevap:
Evet, biz bu konuda diyoruz ki; kim bu konu hakkında aksi bir görüş(cehalet mazerettir)sahibi olur ise, o kimsenin hükmü ictihad sahibi olup olmamasına göre değişir nihayetin de bu kimse hata etmiştir. Fakat bizlerin bu konudaki inancı; cahil olarak büyük şirk işleyen kimse cehaleti ile mazeretli değildir, o kimse Müslümanlardan değildir.
Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah'ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.” (Tevbe, 6)
Ayette görüldüğü gibi Allah Teâlâ o müşriklerin bilmediğini söylemektedirler. O müşrikler hucceti(kuran)dinlememiş olmalarına rağmen onları müşrik olarak vasfetmiştir.
Dolayısıyla dinden çıkartan büyük şirkte cehalet ve te’vil mazeret olmaz fakat bunun dışındaki meselelerde mazeret olur. Bu meseleler furu meselelerdir yahut dinde zaruri olarak bilinemeyen meselelerden olabilir.
Mesela bir kimse islam’a yeni girmiştir ve bundan dolayı zekâtın verilmesi gerektiğini ve zekâtın vacipliğinden haberi yoktur. Bu kimse cehaletinden dolayı mazeretlidir. Bu kimse yeni islama girdiğinden dolayı mesele izah edilir anlatılır. Diğer furu meselelerde de durum böyledir.
Ama dinin usulünde, açık olan meselelerde tevhid ve şirk ile alakalı olan meselelerde “cehalet mazeret” değildir. Öyleyse deriz ki; kim cahil olarak büyük şirk işlerse o kimse müşriklerdendir.
Bu konuda bazı kimseler; kendini İslam’a nisbet eden İslamı bozan unsurlardan bir unsur işleyen kimseyi cehalet sebebiyle mazeretli görenler olmuştur. Böyle diyen kimse için; “hata etmiştir” diyoruz fakat asla tekfir etmiyoruz.
BURADA ŞÖYLE BİR SORU ORTAYA ÇIKIYOR: ŞEYH EYMEN ZEVAHİRİ GEÇERLİ BİR TE’VİL SAHİBİ MİDİR? GÖRÜŞÜNÜZ NEDİR? TE’VİLİ MUTEBER MİDİR DEĞİL MİDİR?
Biz burada şöyle diyoruz: cehalet mazeret değildir. Fakat cehaleti mazeret olarak görenleri mazur görüyoruz. Aslında bu sözümüz(sorunun)meselenin özetidir.
Ve diyoruz ki; cehaleti mazeret görenler hata etmiştir. Fakat bir kimse çıkar; “Her kim müşrikleri tekfir etmez ise kâfir olur” sözünü getirirse, biz deriz ki; doğrudur müşrikleri tekfir etmeyen kâfir olur. Fakat bizim izah etmeye çalıştığımız mesele bu mesele değildir. Yani tartışılan konu, bu konu değildir.
Bizler; burada Allah telanın bir nas ile muayyen bir şekilde tekfir etmiş olduğu bir kimse hakkında konuşmuyoruz mesela; iblis, haman, firavun veya Ebu Leheb gibi kimseler hakkında konuşmuyoruz.
Aynı şekilde asli kâfirlerin tekfiri hakkında duraksayanlar hakkında da konuşmuyoruz; Yahudi, Hristiyanlar veya Budistler ve benzerlerinin tekfirinde duraklayan kimseler gibi.
Aynı şekilde islam ulemasının icma ile muayyen şekilde tekfir ettiği kimselerin tekfirinde duraksayan kimse hakkında da konuşmuyoruz.
Aynı şekilde bir kimsenin yanında, bir kimsenin tekfiri delillerle sabit olmuş ve tekfirinde şartlar oluşmuş ve hiçbir engel kalmamış ise bu kimsenin duraksamasından da bahsetmiyoruz.
Biz burada; müşrikleri ve kâfirleri tekfir eden kimseden, hayatını müşrikleri tekfir etmekle ve onlarla savaşarak geçiren kimseden bahsediyoruz. Bizim üzerinde konuşmuş olduğumuz kimse; kendini islama nisbet eden şirke düşmüş kimseleri muayyen şekilde cehalet özründen dolayı tekfir etmeyen kimse… Açıkça görüldüğü gibi; bu kimse diğer önceki kimseler gibi değildir. Böyle bir kimse hakkında denilecek şey hata etmiştir denilir.
Geçmiş ulemalardan cehaleti mazeret olarak görenler olmuştur. Onlardan bazılar ise İmam “ibni Hazım” ve maliki olan “İbnü-l Arabî”dir. Bu âlimlerin dışında da cehaleti mutlak olarak mazeret görenler olmuştur.
Böyle söyleyenler tekfir edilirler mi? Biz diyoruz ki; cehaleti mazeret olarak görenleri tekfir edenler şüphesiz çelişki içerisindedirler. Nitekim böyle diyen bir kimse yükümlülüğünü kaldıramayacağı yükümlülükler altına girmesi gerekecektir.
Biz burada bu yükümlülükleri neden zikrediyoruz? Çünkü bir insanın söylemiş olduğu yahut yapmış olduğu her şey bir yükümlülük ve sorumluluk demektir. İşte bu nedenle her kim bir söz söyler yahut fiil işlerse, bunun üzerine bina edilen yükümlülükler vardır. Bundan dolayı cehalet mazerettir diyen kimseyi tekfir eden kimse fasit yükümlülükler altına girecektir.
Öncelikle şöyle bir yükümlülüğün altına girmiş olacaktır; cehalet ile mazeretli görenleri tekfir edenler; bu konuda aynı görüşe sahip olan gelmiş, geçmiş bütün ulemayı ve aynı şekilde günümüzde de cehaleti mazeret olarak görüp bir kimseyi tekfir etmeyenleri de tekfir etme yükümlülüğü altına girmiş olacaklardır. Hâlbuki bu kimseler cehaleti mazeret görüp tekfir etmeyenleri tekfir etmemektedirler. Onlar ancak bazı günümüz âlimlerine bu hükmü uygulayabilmişlerdir. Fakat aynı görüşe sahip olan geçmiş ulemayı tekfir edememişlerdir. Demiştik ya imam Hazım ve İbnü-l Arabî cehaleti mazeret olarak görmektedirler.
İbni Teymiye’ye gelince; cehaleti mazeret olarak görenler; şeyh ibni Teymiyenin sözlerini delil olarak getirmekte ve diğer taraftan cehaleti mazeret olarak görmeyenler de Şeyh ibni Teymiyeden delil getirmektedirler. Şeyhin bu konu hakkında birbirine benzeyen sözleri vardır. Şeyhin-Allah en doğrusunu bilir- bu iki görüşünden en kuvvetli olanı büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmemesidir.
Burada ifade etmek istediğim bir kimseyi cahalet ile mazeretli görenleri tekfir edenler bir kısım yükümlülük altına girecek olmalarıdır ve dolayısıyla cehalet mazerettir diyen âlimlerin hepsini tekfir etmeleri gerekecektir.
İkinci olarak muayyen bir fiili yahut söz ile kendilerine muhalefet eden herkesi tekfir etmeleri gerekir. Selef bir takım fiil ve sözlerde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları “şu söz yahut fiil şirk veya küfür der iken bazıları da şu söz yahut fiil küfür değildir” demişlerdir. Öyleyse bazı fiiller ve sözler vardır ki bazı âlimler küfür der iken diğer bazıları da küfür değildir demişlerdir.
Buna binaen biz diyoruz ki: şunu yapan yahut söyleyen bize göre kâfir olur. Fakat bu fiilin aslında bizlere muhalefet edenleri tekfir ediyor muyuz, etmiyor muyuz? O halde burada şu ortaya çıkmaktadır. Bir kimse muayyen bir fiil yahut söz karşısında muhalifini tekfir etmesi yükümlülüğü altına girmektedir. Her kim kendisine muhalefet ederse, o kimseyi tekfir etmesi gerekecektir.
Üçüncü olarak muayyen bir kimseye küfür hükmü verme konusunda da bir yükümlülük altına girecektir. Örneğin biz ictihadi olarak muayyen bir kimseyi tekfir etmiş olsak, diğer taraftan da bazı âlimler bu şahsı muayyen olarak tekfir etmemiş olabilirler. Bu kimseler yani “cehalet mazeretini” mazeret görüp tekfir etmeyenleri tekfir edenler, bizlerle usul de uyum içerisinde olan bu kimseleri de tekfir etmeleri gerekecektir. Bu üçüncü yükümlülüktür.
Bu konuda rabbani âlimlerden olarak kabul ettiğimiz-Allahın tezkiye ettiğini ancak tezkiye ederiz-ve bu akideyi açıkça beyan eden Süleyman bin Sehman’ı örnek verebiliriz. Bu âlim Necid âlimlerindendir. Nitekim bu akide, Süleyman bin Sehman yoluyla ve necd ulemasının aracılığıyla nakledilmiş ve öğrenilmiştir. Oysa Süleyman bin Sehman; Abdulaziz bin Abdurrahman Al- Suud’u tekfir etmemiştir. Bu tağut ise Fehd, Faysal ve Abdullah diğer tağutların babasıdır. Süleyman bin Sehman bu tağutu tekfir etmemiş hatta krala karşı savaşmaya çıkanlara karşı savaşmaya fetva vermiştir.
Bu kimseler ise Ataallah’ın kardeşleridir. Bu kimseler Abduaziz’i tekfir etmiş ve buna karşı savaşmışlardır. Şeyh Süleyman bu kimselere buğat demiş ve bu kimselerle savaşılmasına fetva vermiştir. Öyleyse cehaleti mazeret görenler, Şeyh Süleyman’ı veya Muhammed bin İbrahim’i ve başka diğer âlimleri de tekfir ediyorlar mı? Bunu söyleyebilirler mi?
Görüldüğü gibi cehaleti mazeret olarak görenleri tekfir edenler;
1- Cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen geçmiş âlimlerin hepsinin tekfir etmeleri.
2- Muayyen bir söz yahut fiil konusunda bize muhalefet eden kimseleri de tekfir etmeleri.
3-Muayyen bir söz yahut fiil sahibi kimseye tekfir hükmü verme hususu.
5-Bidat ehli kimseleri de tekfir etme yükümlülüğü altına girmeleri gerekecektir.
Mesela mürcie, maturudiyye ve eşariler gibi. Dolayısıyla cehaleti mazeret görenleri tekfir edenler, bu kimseleri de tekfir etmeleri yükümlülüğü altına gireceklerdir.
Oysa bu bidat ehli ve sapık fırkalar hakkında kitap ve eser yazanların hiçbiri bu kimseleri tekfir etmemiştir. Bu konuda kitap yazanlar; bu fırkaları dinden çıkmayan bidat sahibi, sapık fırkalar olarak değerlendirmişlerdir.
Bu dört yükümlülük; cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimseyi tekfir eden kimsenin yükümlülük altına gireceği meselelerdir.
Daha sonra diyoruz ki bu kimselere; söyler misiniz, cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimseyi tekfir eden eski âlimlerden bir kimse var mı?
Bizler daha önce izah etmiştik ki: günümüz cihad alanlarında Afganistan, Çeçenistan, Yemen, Somali ve Mağrib ve diğer cihad beldeleri başta olmak üzere bütün bu cihad sahalarında; cahil olarak şirk işleyen kimse küfre girer mi, girmez mi tartışması ve tartışması olmuştur? Fakat hiçbir zaman bu cihad sahalarında cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimse hakkında tartışma ve istişare olmamıştır.
O halde bu bağlamda önümüzde iki mesele var; birincisi cahil olarak şirk işleyen kimse ki, biz bu kimseyi şüphesiz tekfir ediyoruz. Lakin ikinci mesele ise bu şirk işleyen kimseyi cehaleti mazeret görerek tekfir etmeyen kimse hakkında-bildiğim kadarıyla ve bana nakledildiği üzere- cihad sahalarında bu konu hakkında hiçbir zaman tartışma ve istişare konusu olmamıştır. Hatta Irak’da ki cihad ehlini; aşırılık, sert görenler ve eleştirenler olmasına rağmen Irakdaki cihad ehli bile hiçbir zaman bunu dile getirmedi.
Pekâlâ, bu konuyu kim dile getirdi? Diye soracak olursak. Bu konuyu dile getiren Ahmed El Hazimi’dir. Bu şeyh, bu konuyu gündem etti. Şeyh Ahmed El Haziminin siyresine bakacak olursan; aslında önceleri Medhalici
[1] olduğunu görürsün. Medahilecilerin kimler olduğunu biliyorsunuz zannederim?
Evet biliyoruz…
Şeyh sözlerine şöyle devam ediyor: Medhali selefilik iddiasında bulunanlardan birisidir. Önceleri Ahmed El Hazimi de bu kimselerden biri idi. Kendisi senelerce bu menhec üzere yetişmişti. Ta ki kendisi değişene kadar… Ne zaman değişti? Değişmesi arap devrimleriyle birlikte olmuştur. Kendisinin yıldızı bu dönemde parladı ve tamamen değişti. Kendisi daha sonra Tunus’a gitti orda birçok dersler ve konferanslar verdi. Sonra Mısır da ve başka yerler de aynı şekilde birçok dersler verdi. Bu devre de işte El Hazimi ortaya çıktı.
Bütün cihadi selefi şeyhleri bu konu hakkında yani bir kimseyi cehaletinden dolayı mazeretli görüp tekfir etmeyen kimsenin tekfiri konusunda hiçbir şey konuşmamışlardı ancak dediğimiz gibi kendisi Medhalici iken değişen bu Ahmed El Hazimi geldi ve bu konuyu gençler arasında yaymaya başladı.
Bu konuyu böylece kendisinden alanlar öncelikle Tunuslular oldu çünkü kendisi Tunus da dersler veriyordu. Daha sonra Libya ve diğer ders verdiği yerlerdeki Müslümanlar bu fikri edindiler. Bu kimselerin; bu fikri edinmesi ise elbette hak olarak, hidayet ve sahih olarak zannettikleri içindir. Bu görüşe sahip çıkanlar genellikle arap devrimlerinden sonra bu görüşe meyletmişler ve sahiplenmişlerdir. Bu görüşe de Tunus devriminden sonra sahip olanlar; Ahmed El Hazimiyi büyük âlim, imam, allame, muhaddis, müfessir büyük bir kimse olarak görmüşler ve onun fikrini edinmişlerdir.
Doğrudan Şeyh El Hazimi’nin bu görüşüne sahip çıkmışlar sanki bu konuda ki görüşünü; selefin görüşüymüş gibi kabul etmişler sanki selefin bu konuda bunun dışında görüşü yokmuş gibi zannetmişlerdir. Hatta bu görüşe muhalefet edenin kâfir olacağını zannetmişlerdir ve nitekim böylece bu görüşü yaymışlardır.
Aslında Ahmed El Hazimi kendisi olsun ve bu konuda, bu doğrultuda görüş bildirenlerden biri olsun bir kısım meseleler de çelişki içerisindedirler. Bu kimselerin sözleri birbirine hiçbir zaman uymaz. Mesela Şeyh El Hazimi, allame Süleyman hakkında konuşmuştur. Hazimi, Süleyman Ulvan’ı tekfir etmiş veya neredeyse tekfir edecek dereceye varmıştır. Yani tekfir etmeye benzer sözler söylemiştir.
Bu arada kendisine; biz bir konuda tartışmaya girdiğimizde, anlaşmazlığa düştüğümüzde “kime müracaat edelim, kimi tavsiye edersiniz?” diye bir takım sorular yöneltildiğinde, kendisi ise şöyle cevap vermektedir: (Bu konularda muhalif görüş ve yaşantıya sahip olan)Abdulaziz bin Baz ve İbni Useymin, Abdurrahman bin Sa’di…
Oysa Abdurrahman bin Sa’di ve İbni Useymin kendileri cehaleti mazeret olarak görmektedir. Buna rağmen Hazimi derslerinde ve konuşmaların da tutup bu şeyhlerden nakil yapmaktadır. Bununla birlikte de bu şeyhleri; imam, âlim ve benzeri isimlerle isimlendirmektedir.
Bununla birlikte(tezat olan diğer bir mesele ise) Hazimi tağutların askerlerini tekfir etmemektedir ve özellikle de harameyn bölgesindekileri tekfir etmemektedir. Bu kimseleri tekfir etmemektedir. O halde kendisinin herzaman kullanmış olduğu kaideyi kendi üzerine neden tatbik etmiyor?
[2]
Yani cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimseyi tekfir ettiği kaideyi ve benzeri kaideleri neden kendisi üzerinde işletmiyor? Kendisi kabir meselesinde şirk işleyen kimseleri mazeretlerinden dolayı tekfir etmeyenleri tekfir ederken neden aynı şeyi tağutların askerleri konusunda işletmiyor ve(kendisini)tekfir etmiyor? Bu ikisinin arasını neden ayırıyor? Bir taraftan kabir meselelerinde hiçbir mazeret kabul etmezken diğer taraftan hâkimiyet ve anayasa meselelerinde cehaleti mazeret olarak görenleri tekfir etmiyor veya te’vil sahibi olarak görüyor!
Öyleyse sonuç olarak kendisinin çelişki içerisinde olduğunu görüyoruz…
Aynı şekilde bu konu hakkında kitap yazanlar yani cehaleti mazeret gören kimseleri tekfir etmeyen kimseler hususunda ve Necd ulemasının sözlerinin insanlara nakleden kimselere baktığımızda; örneğin şeyh Ali bin Hudeyr(Allah kendisini esaretten kurtarsın)ki, bu şeyh bu sahada en bariz ve insanlar arasında mücevher değerinde şeyhlerdendir. Kendisine; bir kimseyi cehaletinden dolayı tekfir etmeyen kimse hakkında sorulduğunda, o kimse bidat işlemiş demiştir. Bunun manası ise o kimsenin zaruri olarak bidatci olacağı değildir.
[3]
Görüldüğü gibi allame şeyh Ali bin Hudeyr kendisi cehaletin mazeret olup olmaması konusunda ilk kitap yazanlardan ve necd ulemasının görüşlerinin insanlara nakleden birisi olmasına rağmen böyle bir cevap veriyor.
Aynı şekilde Nasır El Fehd’e: “bir kimseyi cehaletinden dolayı tekfir etmeyen kimse hakkında sorulduğunda, o kimse bidat işlemiştir ve bidatcidir” demiştir.
[4]
İşte güvenilir ilim adamlarının bu konudaki söylemiş oldukları(en fazla)bunlardır.
Daha sonra cehaleti mazeret olarak gören bir kimseyi tekfir edenlerin, kendileri bu konuda diğer bir çelişkiye düştükleri konu ise; cehaleti mazeret olarak görerek bir kimseyi tekfir etmeyen kimsenin tekfiri hususunda üç görüşe sahip olmalarıdır.
Bu konuya girmeden önce elimizde üç kimse vardır: büyük şirk işleyen kimse, bu kişiyi cehaletinden dolayı tekfir etmeyen kimse ki bu kimseyi bahsetmiş olduğumuz kimseler icma olarak tekfir ediyorlar. Üçüncüsü ise cehaletinden dolayı bir kimseyi tekfir etmeyen kişiyi tekfir etmeyen kimse…
Bu kimse hakkında farklı görüşlere sahiptirler:
1-Bu kimse kâfirdir.
2-Bu kimse sapan ve sapıttıran kimsedir.
3-İctihad etmiş ve hata etmiş bir kimsedir. Bu üçüncü görüş, bu görüşlerin içinde en hafif görüş sahibi olan kimsedir.
Burada görüldüğü gibi büyük bir problem ortaya çıkmaktadır ve mesele kendilerinin tekfirine kadar varmaktadır.
Burada bu görüş yani bir kimseyi cehaletinden dolayı tekfir etmeyen kimseyi tekfir eden kimsenin görüşü alınmış olsa; Şeyh Eymen kâfir olmaktadır. Çünkü onlara göre şirk işleyen bir kimseyi tekfir etmemiş ve bundan dolayı kâfir olmuştur. Yukarıda aktarmaya çalıştığımız görüşlerin diğer aşamalarında Şeyh Eymen Zavahiyi tekfir etmeyen de kâfir olur. Yahut belirttiğimiz gibi bazıları da bu kimseye sapıtan ve saptıran derken diğer bazıları da ictihad etmiş ve hata etmiştir demiştir.
Görüldüğü kadarıyla bu kimseler üç görüşe sahiptirler. Bizler burada kendilerinin yükümlülük altına soktuklarıyla kendilerini yükümlü tutuyor ve diyoruz ki: neden üçüncü kimsenin tekfiri konusunda duraksıyorsunuz? Birinci kimse hakkında dediler ki: müşriği tekfir etmeyen kâfir olur. Evet, pekâlâ öyleyse diğer ikinci kimse de ve üçüncü kimse de onlara göre müşrikti ama tekfir etmemiş olmaktadırlar! Bu dördüncü ve beşincisi olarak uzar gider sonuna kadar…
Daha sonra meseleyi özetleyecek olursak; “cehaletinden dolayı bir kimseyi tekfir etmeyen bir kimse islamı bozan yahut kendini küfre götüren bir şey işlemiştir” demiş olsak bile küfür hükmü kendisine verilmez. Neden küfür hükmü kendisine verilmez? Çünkü bu kimse geçerli bir te’vile sahiptir. Bu kimse cehaletin mazeret olması konusunda gelen nasları te’vil etmiştir. Dolayısıyla kişinin bu te’vili kendisine küfür hükmünün verilmesine engeldir. Dediğimiz gibi kişinin küfre girmesine engel bir te’vildir. Cehaletin özür olması konusunda gelen naslar ya sahih ve sarih(açık)olmayan naslardır yahutta sarih(açık)olmayan sahih olmayan naslardır. Bu nasların zayıf olması isnadlarının zayıf olması sebebiyle ve benzeri sebeplerden dolayı olabilir. Cehaleti mazeret görenler bu nasları delil olarak almaktadırlar. Bizler bunlara reddiyeler veriyoruz fakat küfür hükmünü kendilerine te’villerinden dolayı vermiyoruz. Bu mesele(cehaleti mazeret görerek bir kimseyi tekfir etmeyen kimsenin kâfir olacağı)mutlak küfür olarak kabul edilmiş olsa bile, durum böyledir…
Soru: burada cehaletin mazeret olup olmaması meselesi açılmışken bu konu hakkında yazılmış olan ve Türkçeye de tercüme edilmiş olan iki kitabı sormak istiyorum. “Cehalet özrü” ile ilgili Ebu-l Ula Er Raşidin ve diğeri ise Al- Ferrac’ın kitapları bu iki kitap hakkında görüşünüz nedir?
Cevap:
Bu iki kitap, bu konuda yazılmış en değerli kitaplardandır. Bu kitaptan birisi Ebu-l Ula Er Raşidin “Arızul cehl” (Cehalet Özrü)ve diğeri ise Midhat Al-i Ferrac’ın “El Uzrü bi-l Cehl Tahte-l Micher” kitapları. Bu kitabın yazarı maalesef kendisi cehalet mazeret değildir derken…
Soru soran kimse: bu kimse Hızbu-t Tahrirden midir?
Hayır hayır…
Böyle bir kitap yazmasına rağmen “Mursi” gibi bir adamı “cehaleti ile mazaretli” olarak gördüğünden dolayı tekfir etmemektedir. Görüldüğü gibi çok acayip ve garip bir durumdur. Yani araştırma ve meseleyi derinlemesine incelemede başka bir hükme ulaşmasına rağmen, hüküm vermede ulaşmış olduğu hükmün dışında başka bir hüküm vermektedir.
Soru soran kimse: yani Ebu-l Ula’nın kitabı daha mı güzel?
Ben Ebu-l Ula’yı tanımıyorum fakat kitabı, bu konu hakkında yazılmış güzel bir kitap.
Bunların yanında bu konuda yazılmış bir kitap daha var Şeyh“Ebi Ez-Zübeyr Eş Şankıti’ye” ait benim takdim yapmış olduğum bir kitap, ismi: “El İyzah ve Et Tebyin fii Enne Men Feal-ş Şirke-l Ekberi Cehlen ve Leyse Mine-l Müslimin”dir. (Her Kim Cehalet İle Büyük Şirk İşler İse Müslümanlardan Değildir Meselesinin İzahi Ve Beyanı). Bu kitapta, bu konu hakkında yazılmış en güzel kitaplardan birisidir.
Bu konu hakkında yazılmış güzel bir risale de var. Şeyh Muhammed Meclis Eş Şankıti ye ait “Er Reddü Es-Sehl Ala Ashabı El-Uzrü Bi-l Cehl”(Cehaleti Özür Görenlere Kolay Reddiye)isimli risale…
Bu konuda başka risaleler de vardır…
Burada dikkatlice düşünürsen göreceksin ki, “cehalet mazeret değildir” diye kitap yazanların hiçbirisi; cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimsenin tekfirinin hükmü meselesine değinmemişlerdir.
Görüldüğü gibi bu mesele(cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimsenin tekfirinin hükmü meselesi) eskiden gündeme gelmeyen yeni çıkmış bir meseledir. Bu mesele şimdi ortaya atılmıştır ve mübarek Şam diyarında bu meselenin ateşi yakılmış ve yayılmıştır. Bazıları bu meseleyi(cehaleti mazeret görüp bir kimseyi tekfir etmeyen kimsenin tekfirini) genelleştirirken, bazıları ise buna muhalefet edeni bidatcilik ile suçlarken bazıları da muhalefet edeni tekfir etmektedir.
Soru: Cebhetun Nusra hakkındaki görüşünüz nedir?
Cevap:
Bu sorunun cevabını genel olarak beyan etmeye çalışacağım. Detaylı bir beyan konusunda ise mutlaka bir fetva yayınlanması gerekiyor. Bu bağlamda bu divandan çok yakında bu yönde bir fetva çıkması gerekiyor ve çok yakında bir fetva çıkacak inşallah… Rabbimden bu divanı mübarek kılmasını dilerim.
Ama ben burada şimdilik genel olarak meseleyi yani bu bayrağı; Nusrat cephesini yahut Cevlani bayrağını izah etmeye çalışacağım. Cephetun Nusra başlangıç itibariyle “Baği” bir cephe idi. Müfessir ve fakihlerden oluşan ilim ehli “bağıler” hakkında konuşmuşlardır ve demişlerdir ki: bağıler; güç ve kuvvet sahibi Müslüman kimselerin şer-i bir imama karşı bir te’vile dayanarak huruç etmeleridir. Bu kimselere “bağıler” denilir.
Rabbimiz ayette: “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.” (Hucurat, 9)
Bütün tefsirciler bu ayetlerin tefsirinde demişlerdir ki: ayette bahsedilen bağiler; güç ve kuvvet sahibi Müslüman kimselerin şer-i imama karşı bir te’vile dayanarak huruc etmeleri ve başkaldırmış topluluktur. Bağiler şer-i imamı tekfir etmeksizin, imama karşı çıkmış kimselerdir. Nitekim bu topluluğa karşı yani bağılere karşı islam da savaşılır ta ki şer-i imama boyun eğinceye kadar…
Mesele(cephetun Nusra) aslı yönüyle böyledir. Yani bunların bayrağı bağiler bayrağıdır. Fakat mesele daha sonra bundan daha ileri bir noktaya gitmiş, bu topluluk daha da kötüleşmiş ve büyük meseleler gündeme gelmiştir. İlim ehlinin dediği gibi; masiyetler küfürün postacısıdır. Bir insan bir masiyet işler daha sonra bir başka masiyet ve bir başka masiyet derken-Allah bizi muhafaza etsin-ileride kendisi islam’dan çıkartıcı masiyetler işleyebilir. Cevlani cephesi islamı bozan unsurlar işlemişlerdir yahut şöyle diyebiliriz; cephetun Nusra cephesinin içerisine katılmış bir kısım ketibeler direkt olarak İslamı bozan unsurlar işlemişlerdir. Öyleyse Cevlani cephesine katılmış bazı ketibeler kendilerini islamdan çıkartan masiyetler işlemişlerdir. Bu masiyetlerden birisi; Müslümanlara karşı mürtedlere yardım etme meselesidir. Bu yardım etme “Hayr da” şehrin de olmuştur. Eski ismi Deyri Zordur yeni ismi hayr vilayetinde olmuştur. Bu yardım etme aynı şekilde Cemal Maruf’a yapılmıştır. Bu birçok yerde olmuştur. Yani Müslümanlara karşı mürtedlere yardım etmişlerdir. Bu ise İslam’ı bozan unsurlardan bir unsurdur. Ve gün geçmiyor ki hakikatler(Cephetun Nusranın mürtedlere yardım etmesi)bir bir ortaya çıkarak fazlalaşıyor ve uzman/basiretli olan kişi bunları görüyor. Hamd ve minnet ancak Allaha’dır.
Şimdi artık bunların durumu; birçok Müslüman’ın yanında açığa çıkmış gizli kalmaz bir hal almıştır. Şam’da ve Şam’ın dışında kalan Müslümanlardan bunların durumları gizli kalmaz bir hal almıştır. Bunların yani Cevlani cephesinin durumları ilk önceleri kapalı idi.
Dediğim gibi bu konu(cephetun Nusra)hakkında yakın bir zamanda resmi fetva yayınlanacak inşallah…
Bu zikretmeye çalıştıklarımız ise onların yaptıklarının kısaca açıklanması babındandır…
Soru soran kimse: öyleyse bunlar(Cephetun Nusra)bağilerdir denilebilir mi?
Hayır, bunlar şimdi bağılerdir denmez…
Soru soran: öyleyse bunlar başlangıçta asli bağilerdi daha sonra ise…
Cevap veren: İslam’ı bozan unsurlardan bir unsur işlemişlerdir.
Diğer bir dinleyici: onların hepsi mürted mi olmuştur?
Bu konuyu ileriki zamanlarda beyan edeceğiz ama şimdilik en azından onlarla; yeryüzünde fesad çıkardıkları için hırabe
[5] savaşı yapılır.
İlim ehli(rahümehumullah)demiştir ki: bu gibi kimselerle yanı yeryüzünde fesad çıkaranlarla savaşma konusunda; imamın onlarla mürtedlerle savaştığı gibi savaşacağını söylemişlerdir.
SORU: İSLAM ÜMMETİ KATINDA BİLİNEN VE MUTEBER GÖRÜLEN ŞEYH MAKDİSİ, EBU KATADE, SÜLEYMAN ULVAN VE HANİ ES SİBAİ GİBİ… BU ŞEYHLER HİLAFETİ KABUL ETMİYORLAR VE İTİBAR ETMİYORLAR. BU KONUDA NE DERSİNİZ?
Cevap: öncelikle bir kimse şunu bilmesi gerekir; “Hak; adamlarla bilinmez, adamlar; hak ile bilinir.” Dolayısıyla bizler. Kişilerin/âlimlerin sözleriyle sükûnet bulur kalbimiz yatışır. Bizler kişilerin/âlimlerin sözlerinden delil almayız. Kişilerin/âlimlerin sözlerini delil olarak kullanmayız. Bu şeyhlerin mazileri vardır. Mazilerinde hakkı haykırmışlar, hakka yardım etmişler ve hakkı beyan etmişlerdir. “Müslümanlar arasında bu konuda ihtilaf yoktur” diyebiliriz. Bu şeyhlerin islam devletine muhalif tutumları arasında farklılıklar vardır. Aslında her bir fiilin bir sebebi vardır. Bu şeyhlerin islam devletine muhalefet etmelerinin sebebi ve İslam devleti hakkındaki sözlerinin sebepleri vardır.
Bu sebeplerin belki de en öncelikli sebep Cevlani cephesinin bu şeyhlerle ilk olarak irtibata ve iletişime geçmesi diyebiliriz. Atasözün de dendiği gibi: “Bana vurdu ve ağladı sonra da benden önce gidip hemen şikâyetçi oldu.” (Hem suçlu hem güçlü) Ve özelliklede bu işi yapan bu habis adam “Ebu Mariyye El Kahtani” bu adam olayların başlangıcından beri bütün her beldelerde bulunanlarla irtibata geçti ve iletişim kurdu. Hakeza bu şeyhlerle irtibat ve iletişim içerisinde olmaya devam etti. Horasan’da bulunanlarla, Yemen’ de bulunanlarla, Kuveyt’te olan Doktor Hamid bin Muhammed bin Ali ile Süleyman Ulvan ile ve başkalarıyla irtibat ve iletişim içerisindeydi. İrtibat ve iletişim içerinde olduğu bu yerde bulunanlara; “biz sizin öğrencileriniz, bizler sizin evlatlarınız, bizler sizin talebeleriniz” diye aktardı. Bizler hakkında, onlara; bize şöyle yaptılar, şöyle vurdular, bizim arabalarımızı çaldılar, makarlarımızı(Askeri merkezler)aldılar gasp ettiler, adamlarımızı öldürdüler ve bunun gibi birçok sözler söyledi…
Buharide yer aldığı üzere salât ve selam üzerine olsun Muhammed(s.a.v)şöyle buyurdu: “Şunu biliniz ki ben bir insanım. İşittiğime göre hüküm veririm. Olabilir ki sizden biriniz kendi delilini öbüründen daha iyi bir şekilde açıklar. Ben de onun lehine hüküm verebilirim. Her kime bir Müslümanın hakkını hükmedip verecek olursam şunu biliniz ki o, ateşten bir parçadır. İsterse onu yüklenip gitsin, isterse de bıraksın." Görüldüğü gibi insanların en mükemmeli olan peygamber efendimiz(s.a.v), ahlaki ve takva yönünden, hidayet ve rüşd yönünden en üstün olan, Allah tealadan vahiyle desteklenen peygamber(s.a.v); “ben ancak işitmiş olduğumla hükmederim” diyor.
Bu bahsetmiş olduğumuz durumu üzerine bir de bir takım sözler katılsa, örtülse ve haklarında hayr ile bahsetmiş olduğumuz bu şeyhlere; “onlar bizlere şöyle şöyle yaptılar ve şöylece oldu.” dediler ve sadece bu sözlerle de yetinmediler ve irtibata geçerek onlara; şöyle şöyle oldu ve hak olan şöyle şöyledir.” dediler ve onlarda onları tasdik ettiler. Aslında hak iddia ettikleri gibi değildi. Hak şöyle şöyle idi. Fiili olarak aslında olan tam bu idi.
Bu cephe insanlarla irtibat ve iletişim içerisine girdiler mesela
Sami El Ureydi ,Şeyh Makdisi ve Ebu Katade El Filistini ile direkt olarak irtibata geçti, onlara hakkı batıl ile karıştırdığı raporlar yazdı. Aynı şekilde eskiden Şeyh Makdisinin kendisine güvendiği ve önceden tanıdığı
Ebu Cüleybib El Ürdünü diye bilinen kişi Dir’ada tuttu islam devleti hakkında raporlar gönderdi. Bununla birlikte Ebu Katade El Filistiniye aynı şekilde islam devleti hakkında raporlar gönderdi.
Aynı şekilde
El Muhaysini de raporlar gönderdi ve dediğimiz gibi Ureydi de gönderdi. Elbette bunların dışında da islam devleti hakkında raporlar gönderildi. Aynı şekilde Hani Sibaiye raporlar gönderilerek islam devletinin; suçlar işlediği, şöyle şöyle öldürdüler, onlar şöyle şöyle tekfirciler, şöyle aşırılar, şöyle şöyle yaptılar” diye raporlar gönderildi. İşte bu anlattıklarımızın hepsi, olaylar hakkında bu şeyhlerin karşılaştıkları ilk şey idi.
Daha sonra bu şeyhlerden bazıları; “kendi haklarında bir tarafla görüştüler diğer tarafla görüşmediler” denmesin diye tuttular islam devleti ile utana sıkıla iletişime geçtiler ve sonra da; “ben islam devleti ile de nursa cephesi ile de görüştüm” hak Nusra tarafındadır” dediler. Böyle yapanlardan birisi Şeyh Ebu Muhammed El Makdisidir.
İmam İbni Kayyim(r.a)bu konu hakkında şöyle demiştir: “Her kim haberlerden bir haber işitirse ve bu işittiği haber karşısında haberi işitmeden önce kabul ve red hususunda bir ön yargısı olur ise…
Şeyh Makdisi ise islam devletine karşı eskiden beri bir karşı tavrı var idi. Hatta ta Ebu Musab Ez Zerkavi zamanından beri ikisi arasında bir alerji var idi. Şeyh Makdisi Zerkavinin arkadaşıydı. Hapishanede beraber idi. Hasan Basri(r.a)bu konu hakkında şöyle demektedir: “Bir âlimi en iyi bilenler; komşuları ve ailesidir. Yani insanlar âlimi büyük ilim ehli olarak görürler fakat ailesi ve komşuları ise(oturup kalktıkları için) onu hiçbir şey olarak görürler. Yani âlimin ailesi, annesi, babası, çocukları onu; “herhangi sıradan falanca kişi” olarak görürler. Gel, git otur, kalk, git, şunu getir, bunu götür… Yani aslında onu âlim görmezler. Aksine uzak insanlar ise onu âlim görürler. Aynı şekilde komşuları da bu âlimi, âlim olarak görmezler. “Falan kimse… Falan kimsenin oğlu, Ebu Falan…” derler ve ona hiç itibar etmezler. Âlimlerle içli dışlı olanların durumu işte böyledir. Dolayısıyla Şeyh Makdisi Zerkavinin arkadaşı idi. Bundan dolayı Zerkavi onu bir şey olarak görmüyordu. Bu sözlerimizin manası Zerkavi, şeyh Makdisi kolayca eleştirebiliyor, tenkid ediyor ve onu tersleyebiliyordu hatta ona üstün gelebiliyordu. Bunun aksine âlime uzak olan kimseler ise bir âlime böyle şeyler diyemez çünkü onu büyük bir sembol görür, büyük bir komutan, mücahid görür, emektar görür ve bu tür ağır eleştiriler yöneltemez.
Öyleyse Şeyh Makdisi’nin ta o günlerden başlayan Ebu Musab Ez Zerkaviye karşı bir reddiye verme girişimi vardı. Bu girişimlerden ilki belki de “Munasaha ve muazara Ebi Musab Ez Zerkavi” (Ebu Musab Ez Zerkavi ye nasihat ve yardım)adında bir risaleydi. Daha sonra “Vekafat Ma Semerat El Cihad Beyne’l cehli bi’ddin ve el cehli bi’l Vakı’” (Din Konusunda Ve Vakıa Konusunda Cehalet Arasında Cihad Meyveleriyle Beraber Duruş) diye bir başka risale daha vardı.
Daha sonra cezira kanalıyla yapmış olduğu röportaj…
Daha sonra bunlarla beraber Şeyh Makdisi’nin kitaplarını güzelce inceleyecek olursan, cihad sahaları hakkında müstakil kitaplar ve özel risaleler yazdığını göreceksin. Çeçenistan cihadı hakkında özel bir risale, Afganistan cihadı hakkında özel bir risale, Yemen cihadı hakkında özel bir risale, Gazzedeki mücahidlere yardım konusunda özel bir risale, Somali cihadı hakkında özel bir risale, Cezayir cihadı hakkında özel bir risale yazdı. Fakat bu on sene boyunca Irak mücahidlerini destekleme konusunda hiçbir şey yazmadı. Irak cihadı diğer cihad bölgelerinden daha şiddetli bir cihad sahası olmasına rağmen bu konu hakkında hiçbir şey yazmadı. Oysa Çeçenistan, Afganistan ve diğer bölgelerdeki cihadlar dağlara çekilip, senenin bazı aylarında merkezlere inerek; füze, havan ve benzeri silahlarla vurma taktiği(vur kaç)şeklinde gerçekleşiyordu. Yani özet olarak bu bölgelerdeki mücahidlerin cihadı bazı aylardan ve bazı yerlerden ibaret idi. Irak cihadı ise tam bir melahim(büyük savaş)idi. Irak cihadı ise kaynayan volkanlardan oluşan bir savaş idi. İşte bütün bunlara rağmen Şeyh Makdisi Irak cihadı hakkında hiçbir şey yazmadı. Oysa kendisi dünyanın her neresinde cihad var ise oraya özel risaleler yazdı. İşte bütün bunlar; şeyh Makdisinin gönlünde Irak cihadına karşı bir şey var olduğunu gösterir niteliktedir.
Bu söylediklerimiz Şeyh Makdisi için söyleyeceklerimiz…
Ebu Katade El Filistiniye gelince; sözlerimize başlamadan önce belirtmek gerekir ki Ebu Katade’nin durumu Şeyh Makdisiden daha kötüdür çünkü Ebu Katade cehaleti mazeret görür iken Şeyh Makdisi cehaleti mazeret görmemektedir. Ebu Katade Peşaver de iken bir olay oldu. Sene doksanlar da; Ebu Hemmam künyeli bir adam var idi. Daha sonra Ebu İsa Er Rifai diye künyelendi. Peşaverde bu kimse ve bazı şahıslar bir araya geldiler. Bu şahıslar dört veya beş kişi idi. Bu kimseler hilafet fikrini ortaya attılar ve “Afganistan cihadı doğru değil çünkü ilk önce bir halife tayin edilmesi ve daha sonra bu halifeyle cihad edilmesi gerekir” dediler. Zira Buhari de yer aldığı gibi peygamber(s.a.v)bu konuda şöyle buyurmuştur: “İmam(halife)kalkandır ve arkasında korunulur.” Ve dediler ki: “ilk önce halife tayin edelim ve daha sonra arkasında cihad edelim” bundan dolayı aralarında anlaşarak kureyşli olması hasebiyle Ebu İsa El Rifai’yi halife seçerek beyat ettiler.
Daha sonra bu kimseler bir ilim talebesinin mevcudiyetinden haberdar oldular. Bu ilim talebesi ise Ebu Katade idi. Ve bu kimseler dediler ki; şayet Ebu Katadeyi bu hilafet konusunda ikna edersek, insanlara etki eder ve insanları buraya getirir. Bu yüzden sene doksanlarda Ebu Katede ile Peşaverde bir araya geldiler ve bir yerde oturarak bu hilafet konusunu görüştüler. Bu oturumda Ebu Katade şiddetli bir şekilde halife seçilmesini reddederek; hilafet için temkin olmasını söyledi. Sizler beş kişi ne yaptınız ve ne yapabilirsiniz ki? Halifenin emirlerini nasıl yerine getireceksiniz? Gibi sözler söyledi. Ebu Katade hilafet konusunu o zaman reddetti.
Daha sonra Ebu Katade Londra’ya gitti. Aynı şekilde Ebu İsa Er Rifaide Londra’ya gitti. Londra’da bu ikisinin arasında görüşmeler gerçekleşti. Bu ikisi arasında gerçekleşen görüşmelerin en meşhurlarından biriside “Hilafet Münazarası” ismiyle “You tube” ye de konulan tartışmaydı. Bir tarafta Ebu Katade ve Ebi Velid El Gazzi diğer tarafta ise Ebu Hemmam yahut Ebu İsa ve Ebu Eyyüp Es Sudani idi. Bunların aralarındaki hakem ise Hani Sibai idi. Bu tartışma hilafet konusunda bir tartışma idi. Bir taraftan Ebu İsa kendisinin Müslümanların halifesi olduğunu iddia ediyor idi. Kendisi Londra da ikamet ediyor ve bir evde yaşıyordu. Bu yaşadığı evini “Daru-l islam” diye isimlendiriyordu. Evi Daru’l islam idi! Bu şahıs, bu eve sahip idi ve kadısı da Ebu Eyyüp idi. Hilafeti böyle gerçekleştirdiler.
Soru soran: yani onlar o zaman hilafet mi ilan ettiler?
Evet, o zaman onlar hilafet ilan etmişlerdi.
Soruyu soran: ben bu konuyu işitmiştim fakat işin hakikatini bilmiyordum…
Bu kimseler kendilerini; Müslümanların cemaati diye isimlendirdiler çünkü peygamber(s.a.v); “Müslümanların cemaatine ve imamına katılın” bu hadis müttefekun aleyh, Huzeyfe hadisidir.
“Müslümanların cemaatiyiz” diye insanlarla tartışma koyuldular. Elbette bunlara tabii olanlar sadece bazı fertlerden ibaret idi.
Burada şahit(anlatmak ve delil getirmek istediğimiz mesele)Ebu Katade’nin o zamandan hilafet meselesine karşı bir saplantısı olduğudur. Ebu Katade, bu kimselerle tartışıyor ve reddiyeler veriyor, tenkid edip muhalefet ediyordu.
İslam devleti kurulduğunda, halife ilan edildiğinde ise Ebu Katade nefretetti ve sevmedi. Ebu Katede zannetti ki şimdi ilan edilen hilafet eski Londra da kurulan hilafetin aynısı idi. Nitekim Ebu Katade, şu bizim sahip olmuş olduğumuz güç ve temkini hiç tahmin edemedi. Bu sultayı, hadlerin tatbik edilmesi, zekâtların toplanması, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma, cizye ve diğer yaptıklarımızı hiç tahmin edemedi. Halifelerin yapmış oldukları bu şer-i ahkâmın tatbikini hiç beklemiyordu. Ebu Katade bunları tasavvur ve tasdik edemiyordu. Bunlarla birlikte kendisine; bu devlet kartondan bir devlet, hayali bir devlet –Allaha sığınırız- ve bunun gibi benzeri sözler naklediliyordu. Görüldüğü gibi bu kişi daha önceden hilafet karşısında bir saplantı içerisinde idi, hilafet meselesini hep tenkid ediyordu ve halen de bu saplantı içerisinde devam etmektedir.
Hani Es Sibaiye gelince; Hani Sibai, Şeyh Makdisi ve Ebu Katade gibi değildir. Bu kişi, bu menheci(selefi cihadi)köklerine kadar incelemiş ve ulaşmış değildir. Aynı şekilde bu kişi, bu (hilafet) konularda âlim ve sözü ön planda tutulacak bir imam da değildir. Bu kişi…
Soruyu soran: hatip diyebilir miyiz?
Bu kişi ilim talebesi, islam tarihi konusunda emeği ve çalışması olan bir kişidir. Bu kişi neden çokça ortaya çıkıyor ve neden çok dile getiriliyor? Diye soracak olursak; Çünkü herhangi bir olay sonrası olaylar hakkında en hızlı bir şekilde yorum yapan kimseler arasında yer alıyor. Diğer taraftan selefi cihad âlimlerinin çoğu ise ya sıkıştırılmış ya kovalanıyor ya hapishanede… Bu yüzden herhangi bir olay olduğunda mesela falan mücahid komutan öldürüldü” dendiğinde, bu konu hakkında hızlı bir şekilde hiç kimse açıklama yapamazken Doktor Hani Es Sibai hemen yorum yapıyor. Dolayısıyla selefi cihadı fikrine sahip gençler hemen ilk açıklama yapan hani Es Sibai’ye yöneliyorlar. Mesela bir kâfir öldürülüyor yahut herhangi bir yerde mücahitler cihadi bir operasyon gerçekleştiriliyor hemen akabinde Doktor Hani Es Sibai yorum yapıyor.
İşte bu yüzden -tabirimiz doğru olursa-mücahitlerden ve cihadı sevenlerden kendisini takip eden bir halk kitlesi oluşmuştur. Bundan dolayı onun açıklamaları dinlenir olmuştur. Yoksa bu konularda beyan sahibi(açıklama yapma hakkı)değildir. Aynı şekilde münazaralarda yahut tartışmalarda kendisi derin huccet ve delil getirebilecek, meseleyi köküne kadar irdeleyebilecek bir kimsede değildir. Bu konuda kendisinin münazarasını dinleyebilirsin. Bu münazara müzik dinlemeyi mübah gören zahiri bir kimse ile kendisi arasında olmuştur. Münazara birkaç saat sürmüştür. Münazarada zikretmiş olduğu huccetlerin ne kadar kuvvetsiz olduğunu, delilleri çürütmek, karşısındakini delillerle susturmak, son noktayı koyucu huccet ve delillerinin olmadığını ve huccetlerini evraktan okuduğunu göreceksin. Şüpheleri sahih bir şekilde çürütemediğini göreceksin.
Öyleyse özetleyecek olursak diyebiliriz ki: Sibainin biraz ilmi vardır fakat bu ilmi islam tarihi alanındadır. Zaten kendisi bu konuda ihtisas sahibidir. Ayrıca olayların akabinde hemen yorum yaptığından dolayı her yerde isminin ortaya çıktığını görüyoruz. Yoksa-tabir doğru olursa-neye sahip ki ne versin!
Süleyman Ulvan’a gelince; bu şeyhin durumu söylemiş olduğunu şeyhlerin içerisinde islam devletine karşı duruşu en hafif olanıdır. Bunun manası Süleyman Ulvan; ilmi bir şekilde tenkit etmiş fakat bu tenkidi çok basit bir tenkid olmuştur. Diğerleri gibi her gün bir açıklama yahut reddiye ile islam devletine karşı bir duruşu olmamıştır. Şeyh kınama, tenkit,çürütmek, karşısındakini delilerle susturma gibi şeyler yapmamıştır. Yapmış olduğu bir veya iki kelime söylemek olmuştur. Bu şeyhlerin içerisinde islam devletine/hilafete karşı durumu en güzel olan şeyhtir Süleyman Ulvan. Ümit ediyoruz ki kendisine hak beyan olundukça-Allahın yardımı ile-hakka döneceğini bekliyoruz. Süleyman Ulvan’a tesir eden kendisi ile irtibat içerisinde olan Ebu Mariye olmuştur. Ayrıca kendisine tesir edenlerden birisi de Hamid bin hamid El Ali’dir. Bu kimsede kendisi ile irtibat ve iletişim içerisinde idi. Dolayısıyla Şeyh Süleyman’a; şöyle şöyle oldu, böyle böyle oldu” diye bir nebze tesir etmiştir.
Fakat Allah’ın fazlı ile diğer tarafta şeyhler var. Bu projeyi destekliyorlar ve dile getiriyorlar.
Soruyu soran: bu bahsetmiş olduğunuz şeyhler, bilinen şeyhler mi, örneğin kimler?
Bu şeyhlerin sayısı Allahın fazlı ile oldukça çoktur. Şimdi aklıma gelenlerin bazılarını zikredeyim;
1-Şeyh Beşir bin Müsaid
Soruyu soran; Sudanlı mı bu şeyh?
Evet, evet Sudanlı, çok değerli, muhaddis bir şeyhtir. Kendisi eski âlimlerden olmakla birlikte; ilmi olarak, yaş olarak, akıl olarak büyük âlimlerdendir. Bu âlim, bu projeyi destekliyor ve dile getiriyor.
2-Şeyh Abdulmecid El Hettari Er Riymi. Bu şeyh, yemen âlimlerinden biridir ve kendisi selefiler içerisinde bilinen bir şeyhtir. Bu şeyhin Yemen’de medreseleri ve öğrencileri vardır. Yemen’de mücahitleri desteklemiştir. Desteklemesi ğayri resmi olmuştur tabii. Yemen de bizim tanzimimizi ve ensaru’ş şeriayı ğayri resmi olarak desteklemiştir. Ben bir müddet önce bu konu hakkında bir risale yazdım. Risalenin ismi “Halis teslimi ila Eş Şeyh Abdulmecid Er Riymi” (Şeyh Abdulmecid Er Riymi’ye en samimi/içten teslimiyetim). Bu risaleyi yazmamın sebebi ise Yemende bulunan mücahit komutanların benden talebi doğrultusunda yazdım ve kendisine cihada desteğinden, mücahitleri koruyup gözettiğinden dolayı teşekkür ettim. Bu âlim de, bu projeyi, İslam devleti ve hilafet projesini destekleyenler ve lehin de fetva verenleri savunanlar arasındadır.
3-Şeyh Me’mun Hatim. Bu şeyh Yemen de El Kaidenin şer-i komisyonundadır.
Bu şeyhlerin dışında her yerde islam devletini destekleyen şeyhler vardır. Bunlardan biriside
4-Şeyh Muhammed Er Reyyis. Kendisi haremeyen(Suudi arabistan)bölgesinin büyük âlimlerindendir. Şeyh Muhammed Er Reyyis’de islam devletini desteklemektedir. Bu şey ama ve yaşı büyük bir şeyhtir, yaşı yetmişlerdedir.
5-Said bin Züheyr. Bu şeyhi biliyorsunuz herhalde?
Soru soran: işittim kendisini…
6-Şeyh allame Ali bin Hudayr.
Soru soran: kendisi hapishanede değil mi?
Evet…
7- Şeyh allame, hafız Nasır El Fehd.
8- Şeyh, hafız Faris Ez Zehrani, Ebu Cendel el-Ezdi.
Soru soran: kendisi hapsihane de değil mi?
Evet… Kendisi beyatini hapishaneden gönderdi.
9-Muhammed Ed Düsüriy. Bu şeyhde aynı şekilde haremeyen(Suudi arabistan)bölgesindendir.
Bu şeyhlerin yanında birçok şeyhler vardır fakat şimdilik aklıma gelenler bunlar.
Ayrıca islam devleti içerisinde şeyhler vardır. Onlar da islam devletinin şeyhleridir. Örneğin; Şeyh Osman El Nazih, Şeyh Ebu Bekir El Kahtani, şeyh Ebu Müslim El Mısrı, şeyh Ebu Zeyd El Iraki, şeyh şer-i ilimlerde doktorası veya mastır yapmış olan şimdi tam hatırlamıyorum, Abdullah El Iraki. Tabii bir kişinin doktora veya mastır yapmış olması mesele değil. Burada anlatmak istediğim, bu şeyhlerin ilmi derinliği olduğu, kitaplardan beslenmiş olduklarıdır. Bu şeyhler Allah’ın fazlı ile ilmi alanda bariz kimselerdir. Bu şeyhlerin dışında birçok şeyhler vardır. Bu soru aniden sorulduğu ve daha önceden bu konu hakkında bir hazırlık yapmadığım için şimdilik islam devletini/hilafeti destekleyen şehler arasında bu şeyhleri zikredebilirim.
Soru soran: burada sormak istediğim şu önceden bahsetmiş olduğumuz dört şehy(Şeyh Makdisi, Ebu Katade, Hani Sibai ve Süleyman Ulvan)bunların şer-i delilleri var mı? İslam devleti ve islam hilafetini kabul etmemeleri konusunda kuvvetli ve muteber delilleri var mı? Bu konuda sunmuş oldukları nelerdir?
Allah seni mübarek kılsın…
Onların sunmuş olduğu(delil)sadece kendilerine rivayet olunmuş olan bazı olaylardır. Bunun için bu projeyi kabul etmiyorlar. Yardım sadece Allah’tandır.
Bunlar gibi şeyhler; daima islam devletini gerekliliğinden, hilafetin ilan edilmesinin gerekliliğine davet ederek hayatlarını geçirdiler. Nitekim islam devleti kuruldu. Bu daveti insanlara yapan şeyhlerin kendileri bunu kabul etmedi ve inkâr ettiler. Dediğimiz gibi bu şeyhlerin; (islam devletini, islam hilafetini kabul etmemelerinin)illeti(gerekçesi); bize rivayet edildi ki, islam devletinden falan falan kimseler falan falan kimseleri öldürmüş… Falan kimsenin malını almış, falan mecmuanın (grup)ganimetlerini almış, falan mecmua(grup)ile savaşmaya başlamış ve benzeri sözler…
Bu şeyhler, kendilerine rivayet edilen bu sözleri, İslam devletini kabul etmeme konusunda; sürçme, hata yahut bir engel kabul ettiler. Bizler tamam -böyle olmamakla birlikte bunu böyle kabul etmiş olsak bile-hatta bundan da öte -bu devlette fısk, fücür ve zulüm var olduğunu farz etsek bile- diğer var olan devletlere nazaran; en efdali ve en güzelidir. Diğer bütün devletler tağuti devletlerdir ve Allahın hükümleri dışındaki hükümlerle hükmetmekteler. İslam devleti ise Allahın hükümleri ile hükmediyor, hükmetmeye çalışıyor ve hedefi Allahın hükümleri ile hükmetme. Olması gereken; bu devletin desteklenmesi, irşad edilmesi ve düzeltilmesi değil midir? Yoksa bu islam devletini karşısında durup; bu devlete karşı planlar yapmak, haset etmek veya savaşmak mı gerekir? Bundan Allaha’a sığınırız…
Bugün şayet diğer tağuti devletlerin içerisinde Haccac’ın devleti olmuş olsa ne yapmamız gerekir? Bu tağuti devletler karşısında Haccac’ın devletine tarafgirlik etmemiz, bağlanmamız ve meyil etmemiz gerekir. İmamlar(rahimehumullah); ne kadar hata ve eksikleri olmuş olsa da emevi devletine yardım etmişlerdir. Hakeza her ne kadar hata ve eksikleri olmuş olsa da Abbasi devletine yardım etmişlerdir.
Öyleyse nasıl olurda, şu günümüzde islam devletini günümüz(şeyhler, imamları ve Müslümanları)yardım edip desteklemezler ki? Bu devlet ki her taraftan tağuti devletler tarafından kuşatılmıştır. Aslında imamlar dönemlerinde emevi ve Abbasi devletlerini desteklemek zorunda değillerdi. Burada ise tağuti bir devlet yahut emevi veya Abbasi devletine benzer bir devlet yok olmasına rağmen imamlar o dönemdeki devletleri desteklemişlerdi. (anlam hatası)
Deriyye de kurulan Muhammed bin Abdulvehhab’a bakalım aynı şekilde küçük bir yerde kurulan küçük bir devlet idi. Şu günümüzdeki islam devletinin sahip olmuş olduğu toprağa nazaran çok küçük bir toprağa sahipti. Aynı zamanda bu devletin imamı Muhammed bin Suud kureyşli değil idi. Buna rağmen Muhammed bin Abdulvehhab ve beraberindekiler onu destekledi. Çünkü o dönemde Allahın şeriatı ile hükmedenler onlar idi. Diğer kabileler ve Osmanlı yönetimi altında bulunanlar arasında Allahın hükmüyle hükmedenler onlar idi. Osmanlının son zamanlarında kabir şirkleri yayılmıştı ve daha sonra Osmanlı devleti miladi 1840 seneler de Allahın hükümleri dışında hükümlerle hükmetmeye başladı. Osmanlı devleti o dönemler de Allahın kanunları yerine insanların koymuş olduğu kanunlarla hükmetmekte idi. O halde necd uleması o dönemlerde bu yeni devletin bir takım eksikleri yahut hataları olmasına rağmen desteklediler ve yanında durarak doğruya yönlendirdiler. Ama asla bu devletin karşısında durmadılar. Bu devletin karşısında duranlar kimlerdi? Karşısında duranlar mezhep imamları idi. Şafii âlimleri, Hanefi âlimleri, Hanbelî âlimleri, Maliki âlimleri bu devletin karşısında durdular. Aslında malikiler çokça bu devlet hakkında konuşmadılar çünkü uzak idiler. Konuşanlar genellikle Şafii ve Hanefi âlimleri ve Hanbelî âlimleri idi. Bu âlimler şeriatla hükmeden ilk suud devleti hakkında konuştular. Bu âlimlerin o dönemdeki İslam devleti hakkındaki konuşmaları ise kendilerine hiç zarar vermedi. Hatta faydaları bile oldu. O dönemde Muhammed bin Abdulvehhab gibi âlimlerin yanında ondan daha büyük üstün âlimler vardı. Mesela İmam Şevkani, imam San’ani o dönemde yaşamışlardı. Bu imamlar Muhammed bin Abdulvehhabdan fıkhi konularda daha fakih idiler. Ancak Muhammed bin Abdulvehhab akide ve dinin usulleri konusunda onlardan daha iyi idi. Allah en doğrusunu bilendir…
Soru soran: Öyleyse şöyle diyebiliriz; bu dört şeyhin öne sürmüş olduğu meseleler; Müslümanların kanının akıtılması ve Müslümanların mallarının alınması gibi şeyler…
Evet, onların iddiaları bunlar… Fakat iddialarının hiçbir delili yoktur. Ayrıca bu şeyhlerin itimad edip öne sürmüş oldukları; islam devletinin içerisinde bulunan şahısların yapmış olduğu hatalara binaen bunları öne sürmektedirler. Oysa İslam devleti bu hataları yapanları cezalandırmıştır.
Burada güzel bir nokta daha var aslında o da Ebu Katade yazmış olduğu son risalesinde “Halifenin elbisesi” risalesinde…
Tabii burada yeri gelmişken sizlerde takdir edersiniz ki Şeyh Makdisinin yazmış olduğu kitaplarda ve meseleleri derinlemesine ve güzelce işlemiş olduğu kitaplarda yer alanlar ile şu günümüzde tenkid edip söylenenler arsında ki farkı görüyorsunuzdur. Eski kitaplarında zikretmiş oldukları deliller, ne kadar güçlü huccetler olduğunu. Oysa şimdiki tenkitlerinin bir takım karalamalardan ibaret olduğunu ve delilden yoksun, boş bir risale olduğunu görürsün.
Aynı şekilde bu, Ebu Katadenin islam devleti karşısında yazmış oldukları için de geçerlidir. Eski ve yeni yazmış olduklarına bakılınca; delilden yoksun, hiçbir burhanın yer almadığını görürsün. Görürsün ki yazmış oldukları; söz sahibi olmayan sözlerden ibaret söyledikleri sadece…
Ne kadar gariptir ki kendisi bir zamanlar şöyle diyordu: İslam devleti bazı aşırıları tutukladı ve hapsetti. Bu tutuklamalar zulümdür gibi sözler söylüyordu. Bu durum Ebu Katade’ye ait bir meziyettir. Sen bir zamanlar böyle söylerken şimdiler de ise; fetva veren, konuşan ve öne çıkan aşırıları işittiği zaman bu aşırılıktır ve katılıktır gibi sözler söylüyor.
Yani her ne yapılırsa yapılsın her halükarda bunlar islam devletini eleştiriyorlar.
Soru: bu âlimler şöyle de bir şey iddia ediyorlar; islam devletinde hilafet ilan edilmeden önce âlimlerle istişare edilmedi diyerek, kendilerine işaret ediyorlar. Bu konu hakkında ne dersiniz?
Biz burada birçok ilim talebisinin, birçok mücahidin ve diğer müslümanların farkına varamadığı bir meseleye dikkat çekmek istiyoruz. Aslında bu mesele ile o âlimlerin ileri sürdükleri deliller çürüyor.
Diyoruz ki: (Hilafet konusunda)İstişare ne zaman yapılır? İmamların(halife adayları)sayısı çok olduğu zaman yahut hilafet devam ederken ya da bir hüküm konusunda; şu şahıs mı olsun, bu şahıs mı olsun. Ya da bu şahıstan şu şahsa mı geçsin gibi şeyler de istişare olur. Birinci kişi(halife)vefat eder ikinci kişi(halife)istişare ile mi yoksa yerine birisini bırakmak ile mi ya da birçok kimsenin beyat etmesiyle mi gibi meselelerde istişare olur.
Ama şu günümüze bakıldığında durum öyle değildir. Günümüzde bir imam(halife)başa geçiyor ve kendisinden önce hiçbir imam(halife)yok. Bunun manası; bir yer var. Bu yerde tağutun hükmettiği bir yönetim var ve insanlar kalkıyorlar bu tağutla savaşıp bir imam seçip başa geçiriyorlar. Söyler misiniz, böyle bir durumda halifenin tayin edilmesi ya da imamın(halife)seçilmesi konusunda istişare gündeme gelebilir mi? Burada söz konusu olan; imamı başa geçirelim mi yoksa bir imamı(halife)başa geçirmeyelim mi? Başa imam(halife)geçirelim mi, geçirmeyelim mi? Diye şura ve istişare olmaz. İstişare ve şura nerede olur? Şura, birçok imamın bulunduğu yerde hangi imamı seçelim? Şeklinde olur. Yani şura veya istişare hilafetin var olduğu, devam ettiği bir zamanda birinci halife vefat ettiği yahut öldürüldüğü yahut hilafetten alınmasını gerektiren bir durum olur yahut aklını kaybeder buna benzer durumlarda; “kimi imam(halife)seçelim?” diye yapılır.
Fakat hilafetin olmadığı, tağutların hükmünün olduğu zamanda, nasıl olurda; tağutların gölgesi altında olanlarla istişare edilip, “bir imam(halife)seçelim mi yoksa seçmeyelim mi?” denilebilir. İstişare ve şura bu konuda olmaz. Bu birinci meseledir…
İkinci olarak; Amerikalılar Irak’a girdiği zaman mücahidler kalktılar Allahın fazlı ile Amerikalılarla savaşmaya, mücadele etmeye ve cihad etmeye başladılar. Her yerden insanlar gelerek sayıları az da olsa onlarla savaştı. Nitekim cihad kendi ayakları üzerine durdu. Mücahidler birçok bölgeleri ve şehirleri fethettiler. Bundan sonra acil bir şekilde Müslümanlar üzerine kaçınılmaz ve kat-i olarak bir imam(halife)seçmenin vacip olduğunu gördüler. Bir imam seçerek Allahın hudutlarının tatbik edilmesi ve Allah’ın şeriatı ile hükmetmesi gerektiğini gördüler. O zaman Müslümanlar bir mecliste bu konuyu şu meclisin de istişare ettiler ve nitekim Şeyh Ebu Ömer El Bağdadi El Hüseyni’ye beyat ettiler.
Burada birisi şöyle diyebilir; pekâlâ o zaman neden istişare etmediler? Ehli hal ve el akd’ neden istişare edilmedi? Bu soruyu soracak olan burada bizleriz; Ehli hal ve’l akd diye bahsettikleriniz Amerika ile cihad da neredeydi? Neden bu bahsettiğiniz Ehli hal ve’l akd mücahitlerle aynı hendekte değil idi. Ehli hal ve’l akd o zaman olsaydı da görüşleri ve fikirleri alınsaydı ya!
O halde kendilerini “Ehli hal ve’l akd” diye isimlendirenler Irak cihadında Amerikaya karşı çok mücadeleden uzaklaştılar. Bu savaştan ve cihad’dan uzakta idiler. Öyleyse nasıl oluyor da; meyveler olgunlaştıktan sonra olgunlaşan meyveleri ilk koparanlar olmak istiyorlar?
Öyleyse sonuç olarak diyoruz ki: Irakta ki bu kimseler kendileri ile beraber olan Ehli hal ve’l akd ile istişare ettiler. Bu kimselerin bütün Ehli hal ve’l akd ile istişare etmesinin de bir zorunluluğu yoktur. Selef bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Ehli hal ve’l akd’dan kaç kişi ile istişare edilir? Yahut kaç kişi ile bir imama beyat gerçekleşmiş olur? Seleften bazıları demiştir ki; Ehli hal ve’l akd’ın cumhurunun istişaresi ile olur. Bazıları da Ehli hal ve’l akd’dan müyesse olanlarla istişare edilir demişlerdir ki-sahih olan da budur- bazıları da Ehli hal ve’l akd’dan beş kişi ile istişare edilir demiştir. Bazıları da Ehli hal ve’l akd’dan iki kişi ile istişare edilir bazıları da Ehli hal ve’l akd’dan bir kişinin bey’at etmesi ile olur demişlerdir.
Biz burada fakihlerin söylediğini söylüyor kendi kafamızdan daha sonradan söylenen sözler söylemiyoruz. Öyleyse Ebu Ömer El Bağdadi’ye Ehli hal ve’l akd’dan müyesser olanlar beyat etmişler ve daha sonra Şeyh öldürülmüştür. Sonra da Ebu Bekir El Bağdadiye Ehli hal ve’l akd’dan müyesser olanlar beyat etmişlerdir. Allah daha sonra kendisine birçok kapılar açmış ve birçok şehirler ve bölgeleri fethetmiştir. Şam bölgesinde fetihler genişlemiştir. Fakihler icma olarak demişlerdir ki: Hafız İbni hacer(r.a)naklettiği gibi: “Müslüman bir imam, başka bir Müslüman imamın hükmetmiş olduğu bir yerde galebe çalarsa, icmaan daha sonra ki imama itaat etmek ve emirleri dinlemek vacip olur demişlerdir. Bunu ayrıca müceddid Muhammed bin Abdulvehhab ve başkaları da nakletmiştir.
Yani Müslüman bir imam başka Müslüman bir imam galebe çalarsa, bu galebe çalan imama itaat ve sözlerini dinlemek vacip olur. Burada görüldüğü gibi Müslüman bir imamın başka Müslüman bir imama galebe çalmasından bahsedilmektedir oysa bizlerin karşı karşıya olduğumuz durum öyleyse tağutların hükmetmiş olduğu bir yere Müslüman bir imam imama galebe çalarsa durum nasıl olur? Yahut hiç kimsenin hükmetmediği, Allahın hudutlarının yerine getirilmediği, şeriatın hükmetmediği bir yerde Müslüman bir imam galebe çalarsa durum nasıl olur?
Burada dikkat edilmesi gereken nokta; islam ulemasının icma ile söylemiş olduğu bir yerde birinci imama beyat etmenin vacipliliği yahut Müslüman bir imamın bulunduğu yerde ikinci bir imamın birinci imama galebe çalmasıyla birincisinin imametinin doğru olmadığı yönünde ise…
O halde hiçbir imamın olmadığı bizim burada bahsetmiş olduğumuz durum nasıl olur?
Sizler mesela hulefa Er raşidinde şöyle bir şey gördünüz mü? Kendilerine Medine’de beyat edildi ve kendileri yönetimleri uzadı. Arap yarım adasını fethettiler. Şam’ı, Mısır’ı, Irak’ı fethettiler. Acaba hiç işittiniz mi, Şam’ı fethettiklerin de yeniden istişare edip, şura kurduklarını? Gelin ey ehli Şam! Ömer’in(r.a)hilafetini kabul ediyor musunuz yoksa etmiyor musunuz? Yoksa başka bir halife mi seçelim? Acaba sizler; gelin ey Irak ehli, yeniden istişare edelim. Bu imam buraya yeni girdi, yeniden istişare edelim” dediğini hiç işittiniz mi? Gelin Ömer bin Hattab’a(r.a)bey’atimizi yenileyelim yahut Ömer’i uzaklaştıralım da başkasını yerine getirelim. Bu tür sözler işittiniz mi? Yahut Afrika fethedilince veya başka yerler fethedilince Osman’ın halife olarak kalacağı veya başka birisinin yerine getirileceği konusunda istişare edilip edilmediği konusunda bir şey işittiniz mi? Böyle bir şey hiçbir zaman olmadı. Bir imama, küçük bir toprak parçası dahi olsa önce bey’at edildi ve daha sonra diğer bölgelere yayıldı. Özellikle de dediğimiz gibi; hiç kimsenin hükmetmediği, Allahın şeriatının hâkim olmadığı yerlerde.
Dediğimiz gibi hulefa er raşidin’ Medine’de bey’at edildi ve daha sonra bu bey’at diğer bölgelere uzadı. Fakat bu konuda(yeniden istişare)hiçbir şey işitmedik. Hatta bundan da öte Abdullah bin Zübeyr’e(r.a)Mekke de bey’at edildi ve diğer bölgelerde Ümeyye oğlulları(emeviler)hâkim idi. Böyle olmasına rağmen Abdullah’ın bey’ati diğer bölgelere uzadı. Medineye, Irak’ ve daha sonra Filistin’e kadar vardı. Daha sonra Abdullah bin Zübeyr’in(r.a)yönetimi diğer bölgelere ulaştı. Oysa diğer bölgelerde de Müslüman bir hâkim’in yönetimi ve şer-i ahkâmı yerine getirmesine rağmen bu topraklarda da(Abdullah bin Zübeyr)halife olarak isimlendirildi.
Hatta İmam İbni Hazım(r.a);Abdullah bin Zübeyr’e(r.a)altıncı Raşit halife demiştir. Altıncı Raşit halife olduğu konusunda İbni hazım’ın sözleri vardır.
Soru: hilafeti kabul etmeyenler temekkün[6] meselesini dile getirmekteler. Bu konu hakkında ne dersiniz?
Evet, temekkün meselesi nisbi (göreceli)bir meseledir. Hilafet meselesinde tam, mükemmel bir temkin şartı yoktur ve zaten bunu hiçbir kimse hiçbir zaman(islam tarihin de)gerçekleştirememiştir. İmam Kurtubi)r.a), İbni Hişam ve başkalarının da zikretmiş olduğu gibi; Peygamber(s.a.v)ilk devleti kurduğu zaman Medine de, peygamber(s.a.v)olsun sahabe olsun silahları İle beraber uyuyorlardı. Düşmanın ne zaman kendilerine saldıracağı konusunda emin değil idiler. Bazı zamanlar peygamber(s.a.v)şöyle diyordu: “keşke sahabeden Salih bir kimse geceleyin beni korusa…” Buna Muğıre bin Şube(r.a)muvaffak olmuştur. Peygamber(s.a.v)Yahudilerden; Kureyzaoğulları, Kaynuka oğulları, Ben-i Nadiroğullarının içerisinde idi ve bunların hepsi peygambere(s.a.v)düşman idi. Tehlikeli idiler. Medine ve peygamber(s.a.v)emniyet ve güven içerisinde değillerdi. Hatta(birkaç kere) peygamber’e(s.a.v)suikast düzenlediler. O zaman peygamber(s.a.v)Müslümanların imamı idi. O halde suikastlar oldu ve kaç kere Medine müşrikler tarafından kuşatma altına alındı. Hendek’te, uhud’da olduğu gibi.
Öyleyse bu proje üzerinde şüphe uyandırmak isteyenlerin şart koşmuş oldu “temekkün” şartını hiç kimse yerine getiremez.
İcma ile gerçekleşmiş olan Ebu Bekir(r.a)hilafetine bir bakalım. Ebu Bekir’e(r.a)biy’at edildiğinde Araplar irtidat etmişlerdi. Arap yarım adasının hepsi irtidat etmiş ancak Mekke, Medine ve taifte bir mescid -Bahreyn de olduğu da söylenmiştir- dışında her yer irtidat etmiştir. Herkes ökçeleri üzerine dinden dönmüş ve Ebu Bekir(r.a)ile savaşmışlardır.
Burada söyler misiniz, temkin nerede?
Peygamber(s.a.v)vefat etmeden önce Rumların üzerine göndermeye azmettiği ve Üsameyi(r.a)komutan olarak tayin etmiş olduğu ordu-sahihayn- yer aldığı gibi: “Üsamenin ordusunu mutlaka Rumların üzerine gönderin…” Hatta öyle bir hal olmuştur ki bazı sahabeler bu konuda irtidat edenlerin kuvvetli ve tehlikeli olması hasebiyle; hazırlanan ordunun mürtedler üzerine gönderilmesini Ebu Bekir’e(r.a)önermişlerdir. Sahabeler; Ebu Bekir’e(r.a): “Bu orduyu Rumlar üzerine gönderme çünkü burada mürtedlere karşı savaşacak kimse yok” dediklerinde… Ebu Bekir(r.a)şöyle demişti: “Hayatta iken itaat etiğime vefat ettikten sonra isyan mı edeceğim”! Peygamberin(s.a.v)hayatta iken tayin etmiş olduğu orduyu, bağlamış olduğu sancağı asla çözmem. Şayet bizlerin cesetlerini kuşlar parçalamış olsa dahi bunu yapmam.”
Öyleyse o zamanda dahi tam bir temkin söz konusu değildi. Rumlar üzerine gönderilen ordudan dolayı mürtedlerle savaşmak için mevcut ordunun sayısı az idi. Aynı şekilde Ali bin Ebi talibin de dönemi aynıydı. Rahat bir hilafet dönemi olmadı. Şam ehli ve başkaları Ali’ye(r.a)karşı çıktılar. Birçok olaylar oldu. Nitekim fitne(cemel)vakası ve diğer sıffin vakası oldu. Hakeza hak savaşı olan Nehrevan savaşı haricilerle olan birçok savaşlar olmuştur. Ali(r.a)bu kimselerle savaşmıştır. O halde kargaşa olmuştur ve Ali(r.a)ile savaşılmıştır. Ali(r.a) de kendisine karşı çıkanlarla savaşmıştır ama hiçbir zaman hilafeti konusunda kınama, ayıplama vb. şeyler olmadı.
Daha sonra Ali’nin(r.a)oğlu Hasan döneminin hilafetine bakalım. Hilafet meselesi rayına girmedi, iş düzelmedi. Hatta islam ulemasının icma ile beşinci Raşit halife olarak kabul edilen Hasan(r.a)zamanında bile hilafet konusu istikrara kavuşmadı. Tirmizi ve imam Ahmed’in müsnedin de de yer aldığı gibi Sefine(r.a)hadisin de peygamber(s.a.v)şöyle buyurdu: “ Ümmetimde hilafe otuz senedir…” o halde bu otuz senenin içerisinde Hasan(r.a)’ın hilafet dönemi de var. Öyleyse Raşit halifelerdir. Diğer bu konuda başka bir hadis daha vardır. Hadiste Cabir bin Semüre’den(r.a)rivayet edildiğine göre peygamber(s.a.v)şöyle buyurdu: “Bu din var olmaya devam edecektir. On iki tane halife olacaktır ve hepside kureyştendir. (Müslim)
Hadiste bahsedilen on iki halifeler diğer halifeler içerisinde en efdal olan halifelerdir. Halifelerin ilk beşi, hadiste bahsedilen on iki imamdan beş tanesidir ve diğerleri de daha sonra gelecektir ve en sonuncusu da Muhammed bin Abdullah El Mehdi olacaktır. Hasan(r.a)ise icma ile beşinci Raşit halifedir çünkü hadiste bahsedilen otuz senenin içerisinde halifelik görevini yerine getirmiştir. Buna rağmen hilafet onun döneminde dahi istikrara kavuşmamış ve işler yoluna girmemiştir. Nihayetinde hilafetten ferağat ederek Muaviye ye hilafeti vermiştir. Kendisi tam bir temkin sahibi olmamasına rağmen halife diye isimlendirilmiştir. Görüldüğü gibi (temkin meselesi)Raşit halifeler dönemlerinde olsun Raşit olmayan halifeler döneminde olsun hiçbir zaman tam bir istikrara ve temkine kavuşmamıştır. “Tam ve mükemmel bir temkin” şüphe iddiası aslında belki de bu konuda şüphe sahiplerinin sahip olmuş olduğu en son şüphedir diyebiliriz.
Burada şimdi şunu söylemek isterim; bu şüphe sahiplerinden bazıları Allahın hükümleriyle hükmetmeyen Gazze deki “Hamas devletini” ikrar etti. Hamas hükümeti ise, Yahudilerin istedikleri zaman vurdukları ve istedikleri zaman bombaladıkları, ne zaman isterlerse topraklarına girdikleri, yıkmak istedikleri zaman yıktıkları bir devlet. Bu gözle görülen bir gerçektir. Burada çıkıp hiç kimsenin; bunlarda temekkün yok, bunlar devlet değil, karton devlet ve buna benzer söz söylediklerini işitmedik? Bu kimseler; şer-i olmayan bir sultayı ikrar ettiler ve bu devlet hakkında hiçbir söz söylemediler. Ama tutuyorlar bütün dünyanın savaş açmış olduğu; İslam devleti hakkında direkt olarak yahut söz söyleyerek karşı çıkmaktalar. Fakat bütün dünyanın kendilerine savaş açmasına rağmen -Allahın fazlı ile- islam devleti dimdik ayaktadır. Bütün bunlara rağmen halen islam devleti “temekkün sahibi değildir” diyorlar. O halde islam devleti “temekkün” sahibidir. Fakat (islam tarihinde de hiçbir zaman görülmediği gibi)tam temekkün sahibi olması mümkün değil. Ta ki Allah dileyene kadar…
Bu ancak Süleyman(a.s)’a nasip olmuştur. İbni kesirinde(r.a)zikretmiş olduğu gibi yeryüzüne sahip olan kimselere nasip olmuştur.
Soru soran: bu bahsetmiş olduğunuz on iki imamı şöyle bir sayacak olursak? İlk dört halife ve hasan(r.anmh)…
Âlimler ilk beşi hususunda ittifak etmişlerdir; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Hasan(r.anhm) ve ayrıca imam İbni kesir(r.a.)peşpeşe gelmelerinin şart olmadığını farklı zamanlarda da olabileceklerini söylemişlerdir. Bazı âlimler altıncısının Abdullah bin Zübeyr(r.a)olduğunu söylemişlerdir fakat bu konuda icma yoktur. Abdullah bin Zübeyr(r.a)’ın altıncı Raşit halife olduğunu İbni Hazım(r.a)söylemiştir.azımHhh
Bazı âlimler de yedinci veya altıncı-ihtilafa göre-raşit halifeyi Ömer bin Abduaziz(r.a)demişlerdir. Ömer bin Abduaziz’in(r.a)Raşit halifelerden olduğuna dair ulemanın sözleri vardır. Bu konuda imam Ahmed’in(r.a)sözleri vardır. On iki Raşit halifeden geriye kaç kaldı?
Soru soran: beş kaldı…
Ancak müttefak olan Raşit halifelerin en sonuncusu Muhammed bin Abdullah El Mehdi’dir. İmam Suyuti ve başkalarının dediği gibi bu konuda mütevatir derecede hadisler vardır. Geriye kaç kaldı? Dört…
Geriye kalan dört Raşit halife ise imam Mehdiye zemin hazırlayacak ve hazırlık yapacaklardır.
Soruyu soran: o halde geri kalan dört Raşit halife bilinmiyor?
Evet, bu konu ictihadi bir konu olarak kalıyor…
Fakat şüphesiz ki Raşit halifeler on ikiye tamamlanacaktır. Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki, bu on iki Raşit halifeden bahsederken diğer halifeler de elbette halifedirler. Bizim burada izah etmeye çalıştığımız; on iki halife döneminde din tam olarak ayakta ve tam olarak tatbik ediliyor idi. Yani onların döneminde zulüm veya emevilerin ve abbasilerin birçok halifelerinde olduğu gibi hilafetlerinde bir şüphe yok idi.
Soruyu soran: İsmail El Mukaddem’i sormak istiyorum. Bu kişiyi tanıyor musunuz?
Evet, tanıyorum. Sana o kişi hakkında bahsedeyim.
İsmail El Mukaddem; isenderiyye selefileri diye isimlendirilen şeyhlerden. Fakat şu son dönemlerde çok büyük hatalara imza attı. -Bundan Allaha sığınırız- bu kimse “Nur partisi”nin yahut dalalet(sapıklık) partisininin kurucularındandır. Ayrıca gizli gizli bu konuda “Nur partisi” lehine fetva verenlerden birisidir. Kendisi ile bir mecliste bir kere oturdum. Bu meclis özel bir meclis idi. Kendisi ile bu meseleleri görüştük. Parmelementoya girme meselesi…
Soruyu soran: bu bahsetmiş olduğunuz oturum ne zaman oldu?
Bu oturum Mürsi’nin başa geçmesinden sonra oldu. Bu askeri inklabtan önce yani.
Kendisine Allahın dışında yasa koymanın ve meclise girmenin demokratik bir sisteme dâhil olmanın caiz olmadığını delillerle beyan ettim. Sonra bana çok garip bir şey söyledi ve gerçekten çok gülünç idi.
Nur partisinden konuşurken bana size önemli bir mesele anlatacağım dedi. Hiç kimsenin bilmediği bir şey söyleyeceğim dedi ve şunu söyledi; sizler biliyor musunuz bizimle beraber Nur partisinin içerisinde Hristiyanlar da çalışmaktalar.
Daha sonra söyledikleri bundan daha gülünçtür. Bizlere; biliyor musunuz bizimle beraber Nur partisinin içerisinde Hıristiyanlar var ve çalışmaktalar” dedikten sonra biliyor musunuz; onlar aslında Hıristiyan değiller. Onlar Müslümanlar. Bu kimseler kendilerini Hıristiyan gibi göstererek biz insanlara; siyasi çalışmalarda Hıristiyanlarla bizler arasında fark olmadığını göstermek için kendilerini Hıristiyan gibi gösteriyorlar. Yani düşünebiliyor musunuz? bizim partimizi ve bizim çalışmalarımıza Hıristiyanlarda girebilir diyorlar.
Soruyu soran: Aynı Mürsinin; “bizimle Hıristiyanlar arasında akide farkı yok” dedi gibi…
Evet, bundan Allaha sığınırız…
Hatta diyorlar ki; biz dini olarak ayırt ediyoruz siyasi bir proje hususunda diyorlar bundan Allaha sığınırız…
Soru soran: sizler hakkında bir başka iddia daha var. Bu iddia ise ehli hal ve’l akid’ın bilinmeyen kimseler olması. Bizler onların kimler olduğunu bilmiyoruz, neden kendilerini tanıtmıyorlar gibi iddialar var ortada…
İslam devleti hakkında halen şüpheler atanlar ve bizimle uğraşanlar var. Fakat kim islam devleti içerisine girerse ehli hal ve’l akid’ın kimler olduğunu bilir. Ayrıca ifade etmek isterim ki, islam devleti içerisindeki her şahıs çok değerlidir. Ben burada zaruri bir takım sebeplerden ötürü tek tek isimlerini sayacak değilim elbette.
Soruyu soran: emni sebeplerden dolayı olsa gerek…
Fakat şunu söyleyebilirim ki; ehli hal ve’l akid vardır. islam devleti içerisinde ve ve islam devleti dışında ehli hal ve’l akid’dan olan birçok âlimler var. Bu kimselerle irtibat ve iletişim sürmektedir. Onların görüşleri alınmakta, fetva sorulmaktadır. Daha önce bir kısmının ismini zikrettik ve bir kısmının da ismini zikretmedik.
Daha önce dediğim gibi bazı ilim ehli; hilafet, ehli hal ve’l akid’danbir kişinin bey’at etmesiyle gerçekleşeceğini söyleyenler olmuştur. Bunu İbni Hazım, imam Kurtubi nakletmiş ve hatta bu konuda icma olduğunu söylemiştir. İcmanın nasıl olduğunu anlatırken de şunları zikretmekteler; Ebu Bekir(r.a) es Sıddık’a bey’at nasıl gerçekleşmiştir. Bir kişinin beyat etmesiyle, Ömer(r.a)bey’ati ile gerçekleşmiştir. Ömer(r.a), Ebu Bekir’(r.a)elini uzat. Müslümanların halifesi olarak sana bey’at ediyorum demesiyle bey’at gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Kurtubi: ehli hal ve’l akid’dan sadece bir kişinin bey’at etmesiyle halifeye bey’at tamamlanmıştır” demiştir.
İmam İbni Hazım(r.a)aynı şekilde icma konusunda Ömer(r.a)’ın altı kişiyi hilafete aday olarak seçmesini delil almıştır. Altı kişi seçmiş ve bu altı kişinin içerisinden bir kişiye şura ile bey’at edilmesini istemiştir. Daha sonra bildiğiniz gibi altı kişinin içerisinde Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Talha bin Ubeydullah, Ali bin Ebi Talib, Sad bin Ebi Vakkas, Osman bin Affan(r.anhm). Bu altı kişi şura ehli idi. Daha sonra Zübeyr(r.a), Ali(r.a)için hakkından tenazül etti. Talha(r.a)ise Osman(r.a)için hakkından tenazül etti. Daha sonrasında her biri diğeri için haklarından tenazül ettiler ve sonunda geriye sadece üç kişi kaldı. Onlar; Abdurrahman bin Avf, Osman ve Ali(r.anhm)
Sonra da Abdurrahman bin Avf, kendilerinden misak alarak bey’ati şu ikisinden(Osman ve Ali(r.anhm) birine vereceğini söyledi. Nitekim Abdurrahman bin Avf’ın, Osman(r.a)’a bey’ta etmesiyle beyat gerçekleşmiş oldu. Ehli hal ve’l Akd’dan bir kişinin bey’at etmesiyle Osman(r.a)’a bey’at tamamlanmış oldu. Allah hepsinden razı olsun… Öyleyse bu bir araya gelen meclisin sonunda Abdurrahman bin Avf’ın, Osman(r.a)’a bey’at etmesiyle halife seçilmiş oldu. O halde Ehli hal ve’l Akd’dan bir kişinin bey’at etmesiyle halife seçilmiş oldu. Zaten âlimlerin bazıları da bunu yani Ehli hal ve’l Akd’dan bir kişinin bey’at etmesiyle hilafetin gerçekleşmesini söylemektedir. Bizler ise bu konuda Ehli hal ve’l Akd’dan imkân sahibi olanların bey’at etmesiyle hilafetin gerçekleşeceğini söylüyoruz.
Soruyu soran: bir iddia daha var. İslam devleti insanlara karşı muamelede ve tekfir hususunda aşırı, katı tutumları olduğu konusunda ne dersiniz?
Allahın fazlı ile muhacirler dünyanın her yerinden islam devletine geldiler. Takriben bütün devletlerden insanlar geldiler. Her bir milletten, her bir renkten ve farklı ölçülere sahip insanlar geldiler. Küçük yaşta büyük yaşta insanlar geldiler. Farklı karakterlere sahip olan çeşitli insanlar geldiler. İnsanların çok farklı karakter ve yapıları vardır. Şahıs geldi; çok yumuşak. Şahıs geldi; çabuk kızan. Şahıs geldi; cömert. Şahıs geldi; cimri. Böyle birçok farklı karakter ve yapıya sahip insan geldi. Allahın fazlı ile bütün bu farklı karakterlere sahip insanlar islam devletinin sultası altına geldiler. Bu gelen kimseler farklı karakterlere, farklı yaşlara sahip olmakla beraber aynı şekilde çok farklı ilmi birikime de sahip idiler. İlmi müstevaları birbirinden farklı idi. Gelenlerin içerisinde; ilim talebesi, âlim, halktan olan ammi kişiler vardı. Aynı şekilde islam ile tanışma konusunda da aralarında farklılıklar vardı. Onlardan bazıları yeni islam girmiş olanlar. Aynı şekilde bunların içerisinde asli kâfir iken daha sonra Müslüman olanlar veya mürted iken Müslüman olanlar var idi. İşte görüldüğü gibi bütün bu kimseler islam devletinin askerleri idi. Dolayısıyla bu kimselerden düzeltilebilecek ve islam devletine meal edilemeyecek bazı hatalar vuku bulmuş olabilir. Fakat islam devletinin içerisindeki bu kimselerin yapmış olduğu hatalardan ve bazı fiilerinden dolayı islam devletinin istikamet üzere olması, doğru olmayan bir yapıya sahip olması noktasında yahut fasid veya sahih bir yapıya sahip olup olmaması konusunda bütün bunlar bir ölçü değildir, bir ölçü olamaz. Bunlar islam devletinin aşırılık yahut katı bir yapıya sahip olup olmadığı gösteren bir ölçü olamaz. Yahut bu yapılan ferdi hatalar, fiiller islam devletinin ifrat ve tefrit içerisinde olup olmadığını gösteren ölçüler değildir. Çünkü dediğimiz gibi gelenlerin çok farklı ilmi birikime sahip olmaları, farklı karakter ve yapıya sahip olmaları, gelenlerin hepsinin daha önceki İslami yaşantılarının farklı olması sebebiyle, yaşlarının farklı olması sebebiyle yapılan şahsi hatalar, fiiller islam devletini ölçmemiz için bir ölçü olmaz.
Lakin İslam devletinin içerisinde çok farklı insanlar olmasına rağmen genel siyasi tutumu; yumuşaklık, hilm ve şefkat üzerinedir. İslam devletinin genel siyasi tutumu şiddet yerine; yumuşaklık, şefkat ve merhamet anlayışına sahip olmasıdır. Aişe(r.anh)’den rivayet edildiğine göre: “Bir deve üzerinde idim, o serkeşlik yapıyordu. Rasûlullah(s.a.v)şöyle buyurdu: (Ya Aişe) Yumuşak davran. Zirâ yumuşaklık bulunduğu her şeyi güzelleştirir. Bir şeyden çıkarılınca da onu muhakkak çirkinleştirir.” (Müslim)
İşte yukarıda sebeplerini zikretmeye çalıştığımız sebeplerden ötürü islam devletinin içerisinde bulunan fertlerden bazı şahsi hatalar vuku bulmuş olsa da islam devletinin bu konudaki(katılık, sertlik)genel siyasi anlayışı bundan(hilm, şefkat, merhamet) ibarettir.
Aslında bu özellik, islam devletinin olumlu yönlerinden olup olumsuzluklarından değildir. islam devletinin olumlu yönleri; bütün dünyanın her yerinden insanların gelmesi. Söyler misiniz bana; bütün dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen bu farklı insanlar; batıl bir gaye için mi bir araya geldiler? Söyler misiniz bana; Çinliyi, çeçeni, Kafkasyalıyı, Amerikalıyı, Avrupalıyı, Avusturyalıyı, Arabı aldatan şey nedir? Onların buraya getiren şey nedir?
Söyler misiniz; bütün bunlara oturup islam devleti tek tek cevap mı verecek, bütün şüpheleri def mi edecek, işi yok da gece gündüz bunlara cevap mı verecek? Her kanalda çıkana cevap mı verecek…
Ta Irak cihadı zamanından bu yana bazı tv kanalları bizlere savaş açmıştı. Arabiyye kanalı ve diğer bazı kanallar. Fakat şu günümüzde ise bütün kanallar bizlere savaş açmış durumda. Haber kanalları, dini kanallar hatta dizi kanalları, film ve dizi film kanalları dahi bize savaş açmış durumda. Bu kanallar yapmış oldukları programların yayın akışı içerisinde dahi bize savaş açıyorlar ve saldırıyorlar. Bu kimseler bütün güçleriyle, bütün dillerle, bütün lehcelerle ve bütün getirebildikleri şüphelerle bize savaş açmış durumdalar. Fakat Allahın fazlı ile bütün bunlara rağmen dünyanın her bölgesinden, her kıtasından Müslümanlar buraya gelmektedirler. Hatta buraya gelenlerden bazıları, islamdan hiçbir şey duymamış, İslam’dan haberi olmayanlar, bizleri eleştirenler ve bizlerle savaşanların sayesinde İslam devletine gelmektedirler. Biz bu bahsettiğimiz kimselerle burada karşılaştık. Yani bazı zararlı gibi görünen şeyler faydalı olabilir. Karşılaşmış olduğumuz kimseler; İŞİD, İŞİD, İŞİD… Her tarafta bu nu duyuyoruz. İŞİD böyle yaptı, şöyle yaptı” diye duyuyorduk bundan dolayı tuttuk ve araştırmaya başladık dediler. Bu kimseler ankebut siteleri üzerinde ve haber sitelerinde İŞİD’i araştırdıklarında, İslamlarının güzelliklerini görmüşler ve buraya gelmişlerdir. Hadis, mütevatir bir şekilde Ebu Hureyreden(r.a)ve başkalarından rivayet edildiğine göre: “Allah rasulüne(s.a.v)guraba kimdir? Diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “…Değişik ülkelerden ve halkların değişik kabîlelerindendirler…”
[7]
O halde İslam devletinin içerisindeki insanların ilmi müstevalarının farklılığı, yaşlarının farklılığı, daha önceki yaşantılarının farklılığından ötürü aynı şekilde karakter ve yapılarının, dillerinin farklılığı sebebiyle şahsi hatalar vuku bulmuştur. Ama islam devletindeki halife yahut bu idare onların ellerinden tutmuştur…
[1] Son dönemin meşhur cerh ve tadil ilminde uzman olduğu söylenen, Şeyh Bin Baz’ın öğrencilerinden Yemenli selefi olduğunu iddia eden irca ehlinden olan, cihad ve ehlini hiç sevmeyen bir kimse.
[2] Burada Hazimi; cehaleti mazeret olarak görerek şirk işlemiş bir kimseyi tekfir etmediğinden dolayı tekfir ederken, kendisi tağutun askerlerini, kendinin yanındaki bir takım engellerden dolayı tekfir etmemesi kendisinin metoduna ters düştüğünü göstermektedir. Kendisinin sahip olmuş olduğu bu usule göre kendisi; kendisini tekfir etmesi gerekir. Çev.
[3] Şeyhin kastı: bidati burada lügat olarak kullanmış olması terim olarak kullanmadığıdır. Yani büyük şirk işleyen bir kimseyi tekfir etmemek selef salihinin yapmamış olduğu bir ameldir. Yoksa terim olarak bir bidat işlemesi değildir. -Allah en doğrusunu bilir- Çev.
[4] Bkz: bir önceki dipnot. Çev.
[5] Hırabe
(hukuk terimi):meskûn mahaller dışında silahlı soygun, yağma ve yol kesme.
[6] Temekkün: bir yere yerleşmek, sabit olmak, yerleşmek, rahat olmak, tutunmak gibi manalara gelir. Çev.
[7] Hadisin tamamı şöyledir. Et-Tabarânî, El-Kebîr'de El-Heysemî'nin hakkında hasen ve adamları güvenilir dediği bir isnadla Ebû Mâlik El-Eş'arî'den şöyle buyurduğunu tahriç etmiştir:''Ben, Nebî
Sallallahu Aleyhi Ve Sellem'in huzurunda iken şu âyeti kerime (Ey iman edenler! Açıklanırsa, hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayınız) nâzil oldu ve biz hala soruyorduk. O zaman şöyle buyurdu: ''Allah'ın öyle kulları vardır ki, Nebî ve şehit olmadıkları halde, Allah Azze ve Celle'ye olan yakınlıkları ve katındaki makamları sebebiyle Nebîler ve şehitler kıyâmet günü onlara gıpta ederler.'' Kavmin bir kenarındaki arâbî ayağa kalktı, sonra dizleri üzerine çöküp, ellerini serbest bıraktı, sonra da: Yâ Rasûlullâh! Onların kim olduğunu bize anlatır mısın? diye sordu. (Ebû Mâlik): Ben, Nebî (sav)'in yüzünün gülümsediğini gördüm dedi. Bunun üzerine NebîSallallahu Aleyhi Ve Sellem: ''Allah'ın kullarından öyle kullardır ki, değişik ülkelerden ve kabile akrabalıkları olan halkların değişik kabîlelerindendirler. Aralarında, ne Allah için birbirlerini ziyaret edecekleri akrabalık bağı ne de birbirleri ile hediyeleşecekleri dünyalık bir şey yoktur. Yalnız Allah Azze ve Celle'nin rahmetinden ötürü birbirlerini severler. Allah, onların yüzlerini nurlu kılacak ve Rahmân Te'âla'nın önünde onlara minberler konulacaktır. İnsanlar ürkerken onlar ürkmeyecek, insanlar korkarken onlar korkmayacaktır.'' buyurdu. Çev.