S
Çevrimdışı
بِسْمِ اللهِ، اَلْحَمْدُ ِللهِ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى رَسُولِ اللهِ وَبَعْدُ
Kadere İman
Kadere İman
Kader, Allah’ın Kitabında:
“Biz her şeyi bir kadere göre yarattık.” Kamer 49 buyurduğu ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in de meşhur Cebrail hadisinde:
“...Bir de kadere; hayrına ve şerrine iman etmendir.” Şeklinde beyan ettiği için iman esaslarından bir esas olmuştur.
Kaza ve Kadere İman
Yukarda da ifade edildiği gibi kadere iman, İslam inancının rükünlerinden bir rükün olup iman esaslarından altıncısıdır. Kadere imanı inkâr eden kimse imandan çıkar ve kâfirlerden olur. İman esasları zikredilirken Cebrail hadisinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) iman nedir diye sorulduğunda onu iman esaslarından bir esas olarak addetmiş ve şöyle buyurmuştur:
“...Bir de kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir.”
Buhari, Müslim
Kaza ve Kaderin Tarifi
Âlimler kaza kaderin tarifinde değişik ifadeler kullanmışlardır. Onlardan bazısı: Kaza ve kaderin aynı şey olduğunu söylemişlerdir. Diğerleri ise: Kader, gelecekte yaratılmışların hangi hal üzere olacağını Allah’ın bilmesidir. Kaza, Allah’ın, mahlûkatı ilmi ve iradesine göre yaratmasıdır demişlerdir. Diğer bazılar da kaderle ilgili tarifi kazaya, kaza ile ilgili tarifi de kadere kullanmışlardır. Kader için tek bir tarif yapanlar şöyle demişlerdir: Kader, Allah’ın var ettiği bu âleme koyduğu muhkem bir nizamı ve sebeplere taalluk ettiği müsebbebata bağladığı sünnetleridir. Bu mana kaderle ilgili varit olan ayetlerde zikredilmiştir.
Mesela: “Onun yanında her şey bir kader iledir.”
Ra’d 8
“Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın ama biz onu bilinen bir miktar ile indiririz.”
Hicr 21
“Şüphesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık.”
Kamer 49
İmam Ahmed kader hakkında sorulduğunda:
“Kader Rahmân’ın kudretidir!” derken ne güzel söylemiştir.
Kader Allah’ın: “De ki bütün işler Allah’a aittir.” Âl-i İmran 154
“Bütün işlerin hepsi Allah’a döner.” Hûd 1, 2, 3
“...Her şeyin hükümranlığı onun elindedir.” Yâsîn 83
“Allah emri (işleri) gökten yere kadar tedbir eder.” Secde 5
“...Emri (işleri) tedbir eder.” Yûnus 3 ayetlerinde kararlaştırdığı kuvvetidir.
Bu ve benzeri ayetler âlemde meydana gelen her şeyin Allah’ın irade ve bilgisi dâhilinde meydana geldiğine delalet etmektedir.
Kadere iman aslında Allah’ın yüce sıfatlarına ve güzel isimlerine iman üzere bina edilmiştir. İlim, güç ve irade onlardan bir kaçıdır. “O, her şeyi bilir.” Bakara 29
“...Onun her şeye gücü yeter.” Hadid 2
“İrade ettiği her şeyi yapandır.” Buruc 16
Tahavi şöyle dedi:
“Her şey O’nun takdiri ve meşieti ile cereyan etmektedir. Meşieti her şeye nüfuz eder. Allah’ın dilemesi dışında kulların meşieti nüfuz edemez. Onlar için dilediği olmuştur, dilemediği de olmamıştır. O’nun kazasını geri çevirecek, hükmünü tenkit edip eleştirecek ve emrine galip gelecek yoktur!”
İbni Ebi’l-İz Akidet-u Tahaviye Şerhi 145
Kadere İmanın Manası
Her Müslümanın kadere onun tatlısına, acısına, hayrına ve şerrine iman etmesi gerekir. Kadere imanla Allah’ın ezeli ilmine, her şeye nüfuz eden kudretine iman kastedilmektedir.
Bunun izahında Şeyhülislam şöyle demektedir:
“Kadere iman iki derece üzeredir ve her derece iki hususu içermektedir:
a) Allah’ın ezelden beri mevsuf olduğu ezeli ilmi ile mahlûkatın nasıl amel edeceklerini bildiğine itikat etmektir. Ayrıca itaat ve isyandan bütün hallerini, tüketecekleri rızk ve ecellerini de bildiğine iman etmektir. Sonra Allah mahlûkatın kaderlerini levhi mahfuza yazmıştır. Allah önce kalemi yarattı ve ona yaz emrini verdi.
Kalem:
−Ne yazayım ya Rab, dedi?
Allah:
−“Kıyamete kadar olacak her şeyi yaz!” buyurdu. İnsana isabet eden şey, mutlaka isabet edecektir, isabet etmemesi diye bir durum söz konusu değildir. İsabet etmeyecek şeyin de isabet etmesi söz konusu değildir. Kaderle ilgili yazı kurudu ve sayfalar dürüldü.
Allah şöyle buyurmuştur:
“Bilmez misin Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Bu, bir kitap içinde (levhi mahfuzda)dır. Bu Allah’a çok kolaydır.”
Hac 70
“Ne yerde ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet (vb. bir şey) yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın. Doğrusu bu Allah’a kolaydır.”
Hadid 22
b) Allah’ın her şeye nüfuz eden meşietine ve her şeyi kuşatan kudretine iman etmektir. Bunun anlamı; Allah’ın olmasını dilediği olur, dilemediği de olmaz. Göklerde ve yeryüzünde ne kadar kıpırdanma, ne kadar sükun varsa hepsi de Allah’ın meşieti iledir. Mülkünde istemediği olmaz. O, her şeye kadir. Yeryüzünde ve gökyüzünde ne kadar mahlûkat varsa şüphesiz ki Allah onların yaratıcısıdır. Allah’tan gayrı onların bir yaratıcısı ve Rabb’i yoktur!
Bununla beraber kullara, Kendine ve Rasulüne itaat etmelerini emretti ve itaat etmemeyi yasakladı! Adalet sahibi ihsan eden muttakileri sever, iman edip salih amel işleyenlerden razı olur. Kâfirleri sevmez, fasık toplumdan razı olmaz. Fuhşuyatı emretmez, kullarının küfür işlemesine razı olmaz, fesadı asla sevmez kullar gerçek anlamda yaptıklarının failidir, Allah-u Teâlâ ise fiillerinin yaratıcısıdır. Kul mü’min, kâfir, muttaki, facir, namaz kılan oruç tutan olarak amel eder. Kulun amelleri kudreti ve iradesi vardır. Allah-u Teâlâ hem onların hem de kudret ve iradelerinin yaratıcısıdır.
Ravda Şerhu Akidetu’l-Vasitiyye 352, 353
Şeyhülislam’ın bu sözlerinden kadere imanın dört mertebeye şamil olduğu anlaşılmaktadır. Onlar:
1) Allah’ın ilminin ezeli oluşuna iman. Çünkü Allah kulların amellerini onlar daha amel etmeden önce bilmiştir.
2) Onların levhi mahfuzda var olduğuna iman.
3) Allah’ın her şeye nüfuz eden meşietine ve kuşatıcı kudretine iman.
4) Mahlûkatın hepsini var eden Allah’tır O’nun gayrı ise mahlûktur.
İman edilmesi vacip olan kaderin hayır ve şerri ise bunun insan ve mahlûkata nispeti sebebiyledir. Ancak Allah’a nisbetle kaderin tamamı hayırdır, şer O’na nisbet edilmez! Allah’ın ilmi, meşieti, yazması, eşya ve mahlûkatı yaratması bunların hepsi hikmettir, adalettir, hayırdır ve rahmettir. Şer Allah’ın sıfat ve fiillerinden hiçbir şeye girmez. Aynı zamanda Allah’ın zatına noksanlık ve şer ilhak olmaz. Mutlak kemal ve tam celal Allah’a aittir. Bundan dolayı şerri müfret olarak Allah’a izafe etmek caiz değildir! Ancak umum ifadeler içerisinde zikredilebilir mesela:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır.”
Zümer 62
Şerrin Sebebe izafesi de caizdir. “De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden sabahın Rabb’ine sığınırım.”
Felak 12
“Yeryüzündekilere şer mi murat edildi, Rableri onlara bir hayır mı diledi? bilmiyoruz.”
Cin 10
Allah her yönden sırf şer olan bir şeyi yaratmamıştır! Çünkü O’nun hikmeti buna manidir. Kulları için herhangi bir yönünde maslahat olmayan ve her yönden fasit olan bir şeyi Allah’ın irade etmesi mümkün değildir! Çünkü hayrın tamamı onun elindedir, şer ise ona nisbet edilmez!
Aksine ona nisbet edilen her şey hayırdır. Şer ona nisbet edilmediği için meydana gelmiştir. Şayet nisbet edilmiş olsaydı, şer olmazdı. Yaratma ve meşiet yönünden şerrin Allah’a nispeti şer değildir. Örneğin hastalık isabet ettiği anda insana nisbetle şer ve musibettir. Fakat o geleceği için hayırlıdır. O, Allah’a nisbetle de hayırdır. Çünkü onun akabindegünahlardan bağışlanma, nefsin masiyet kirinden temizlenmesi söz konusudur.
Allah’ın düşmanlarının mü’minleri hapse atması da böyledir. Oradaki işkence ve elemden dolayı zahirde orası şerdir. Fakat o elem aynı zamanda nefisler için bir arınma denemesi, safların netleşmesi ve ruhların terbiyesi için bir imtihandır. Sabredenlere çok büyük sevap ve ecir vardır. Mesela; İblisin yaratılışında, zahiren görünürde birçok hikmet vardır. Beşeriyetin ayağı kayıp zelleyi irtikâp ettikten sonra tevbe etmesi, Allah’ın mü’minleri, iblis ve grubuyla cihad ettirerek kulluğa çağırması iblisin aldatma ve yoldan çıkarmasına karşı sabır, Allah’ın himayesine iltica ve O’nun sarsılmaz rüknüne tutunmak o hikmetlerden bazılarıdır.
Şer olan her şey işte böyle izafi bir iştir. O, Allah’ın fiilinin ve var etmesinin taalluk ettiği cihetten hayırdır. Buna rağmen o kendisi hakkında meydana gelen kimseye nisbetle şerdir. Şerrin iki yönü vardır. Birinci yönüyle hayırdır ki o yönüyle Allah onu yarattığı ve olmasını dilediği için kendisine nispet edilir. Bunda da ilmini kendisine sakladığı nice baliğ hikmetler vardır. Bu hikmetlerden dilediği kadarını mahlûkatından dilediği kimselere bildirmiştir.
Kâfirlerin Kaderle Delil Getirmeleri
Bu açıklamadan sonra kâfirler küfür ve şirklerine Allah’ın kader ve meşietiyle delil getirmek istemişler ve Allah dilemeseydi asla şirke düşmeyeceklerini söylemişlerdir. Allah onların bu delillerini iptal edip geçersiz kabul etmiştir. Allah’a şirk koşanlar diyecekler ki:
“Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız şirk koşmazdık, hiçbir şeyi de haram yapmazdık! Onlardan önce yalanlayanlar da böyle demişlerdi de bu yüzden azabımızı tatmışlardı! De ki: Yanınızda bize çıkarıp göstereceğiniz bir ilim var mı? Siz sadece zanna uyuyor ve yalan söylüyorsunuz!”
En’âm 148
“De ki: Kesin delil ancak Allah’ındır. Allah dileseydi hepinizi hidayete erdirirdi.”
En’âm 149
Bu ayetler Allah-u Teâlâ’nın kendisine isyan edip kaderle delil getiren kimselere verdiği cevaptır. Kesin delil Allah’ındır. Allah’a isyan ettiği halde onun kaderiyle delil getiren kimselere karşı Allah’ın mezkur cevabı çok açık olup iki husus üzere durmaktadır.
1) Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ dünyevi cezasını kâfirlere tattırıp, ikabını onlara indirdi. Şayet onlar küfür, şirk vb. masiyetleri irtikâp etmeyi ihtiyar etmemiş olsalardı, Allah onlara asla azap etmezdi. Çünkü Allah adildir hiç kimseye asla zulüm etmez.
Allah’ın kaderi ile küfür ve masiyet işleme üzerine delil getiren kimse iki şahıstan biridir. Ya Allah’ın varlığına iman eden veya inkâr eden olacaktır. Eğer ilki yani mü’min ise, ona Allah’ın adaletine itikat ve O’nu zulümden tenzih etmesi gereklidir. Çünkü zulüm noksanlık ve haddi aşmaktır. Bundan Allah münezzehtir. Allah-u Teâlâ’ya hiçbir halde noksanlık ulaşmaz. İkrah altında yasaklanan bir fiili yapan kimseye ceza vermek şüphesiz ki zulümdür.
Allah’ın kaderi ile ikrahsız masiyet işleme üzere delil getirmek, masiyet işleyenlere Allah’ın cezasının açık olduğu halde O’nu zulme nisbet etmektir. Bu ise Allah’ın adaletine imanı yok eden bir iştir. Allah’ın kaderi ile masiyetlere delil getiren Allah’ın varlığını inkâr eden bir kimse ise, o kimse Allah’ı inkâr ediyor dolayısıyla O’nun kaderine nasıl inanacak bu bir tenakuzdur, bu sebeple ona cevap vermeye bile değmez.
Küfür ve masiyetlerine kaderle delil getiren kimse, bilmeden Allah’a iftira etmektedir. Küfür veya masiyet sahibi kimselerin, Allah’ın küfrü veya masiyeti onlar henüz bu fiilleri işlemeden onların üzerine yazdığını iddia etmeleri nasıl sahih olabilir? Allah’ın kaderi meydana gelmeden önce gaybdır.
Onu Allah’tan gayrı kimse bilemez! Bununla beraber kul Rabb’ine masiyet olan amele adım atmadan önce O’na itaat etmek ve emrini yerine getirmekle muhatap olmuştur. Bunu basit bir misalle açıklayalım. Bir kimsenin; ‘Allah bana hırsızlık yapmamı takdir edip yazdı, şimdi ben o kaderi infaz etmeye gidiyorum’ demesi doğru olur mu?
Bu kimse levhi mahfuza muttali mi oldu, orada Allah’ın kendisine neyi yazdığını bilmek için orayı okudu mu? Elbette ki hayır! Bu kimse hırsızlığa veya başka bir masiyete kalkışmadan önce onları terk etmek, onlara yaklaşmamakla muhatap idi. Allah-u Teâlâ Kitabının diğer yerlerinde de kader mevzuunda haddi aşan bu ifadelere mezkur hüccetlere benzer beliğ hüccetlerle cevap vermiştir.
Allah’ın:
“Onlar bir kötülük yaptığı vakit: ‘Babalarımızı böyle yapar olarak bulduk ve bunu bize Allah emretti’ derler. De ki: Allah asla kötülüğü emretmez! Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” A’raf Suresi 28 ayetleri de yine aynı beliğ hüccetlerdendir. Küfür vb. Allah’ın yasakladığı şeyleri işleyip sonra bunu kadere bağlayan bu gibi kimselere itiraz ederken Kur’anın bu üslûbu, insanların düşünce ve meseleleri ele alış usullerini tashih etmek; kullardan istenen şeyin Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından da kaçınmak olduğunu beyan etmek için gelmiştir.
Onlardan istenen kendileri için perdelenmiş gaybı araştırıp, kaderleri ne ise, ona göre hareket etmek değildir. İşte bu, üzerinde durduğumuz mevzuda yolların ayrıldığı kaidedir. Yani: Allah insanlara gayb olan kaderini bilip ona göre hareket etmekle mükellef kılmamıştır. Aksine emirlerini ve yasaklarını bilip ona göre hareket etmekle mükellef kılmıştır. Kullar bunu öğrenmeye ve tatbik etmeye gayret gösterdiklerinde, Allah onları hidayete erdireceğini, gönüllerini İslam’a açacağını kararlaştırmıştır. Kullara düşen görev, mükellef oldukları ubudiyeti yerine getirmektir.
Allah-u Teâlâ dileseydi bütün insanları ruhlarını yarattığında onların hepsini hidayet üzere yaratırdı veya onların gönlüne hidayeti atar onlar da hidayet ehli olurlardı. Ancak Alîm olan Mevla öyle olmasını dilemedi. Aksine Âdem (Aleyhisselam)’ın çocuklarını, hidayet ve dalalet yönlerine gitme üzere güç ve kuvvet vererek imtihan etmeyi diledi.
Onlardan hidayete hidayet üzere yönelecek kimselere yardım etmeyi, azgın ve körlüğü içinde dalalete yönelen kimseleri de o halde terk etmeyi irade etti. Allah’ın Sünneti böyle cereyan etmiştir. Mesele açık ve beşeri idrakin anlayacağı kolaylıktadır.
İmam Acurri (Rahmetullahi Aleyh) bu hususta şöyle dedi:
“Allah’ın takdirinde kimin iman etmesi cari ise o iman etti, Allah’ın takdirinde kimin küfretmesi cari ise o da küfretti.
“Sizi yaratan O’dur. Kiminiz kâfirdir, kiminiz mü’mindir.”
Tegabun 2
Kullarından dilediğinin gönlüne imana giriş için genişlik verdi. Diğerlerine gazap edip kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür vurdu. Bunlar asla hidayete eremeyecekler. Dilediği kimseye hidayet verir, dilediği kimseyi de saptırır.
“O (Allah) yaptığından sorulmaz, ama onlar sorulurlar.”
Enbiyâ 23
Bu din ameli bir oluşumu gerçekleştirmek için gelmiş, açık emir ve yasaklarla bunu sınırlamıştır. Sayu gayreti terk edip Allah böyle takdir etmiştir deyip işleri gaybi meşiete havale ederek bu oluşumu tökezletmek ziyan ve telefe girmektir. Bu meseleye dalmak boşuna vakit öldürüp karşılığında hiçbir şey elde edemeyeceğimiz şeydir.
Dolayısıyla Müslüman her şeyden önce Allah’a itaat ve ona asi olmamakla mükelleftir. Ondan sonra eğer Allah’a itaat ediyor ise bu itaat O’nun tevfik ve hidayet vermesi sebebiyledir, bu sebeple Allah’a şükretmelidir. Eğer itaat etmiyor ise bundan dolayı O’na tevbe edip Allah’a dönmesi gerekir.
İmam Acurri (Rahmetullahi Aleyh) şöyle dedi:
“Kul Allah’a itaat olan bir ameli yerine getirdiğinde O’nun Allah’ın tevfiki ile olduğunu bilir ve bundan dolayı Allah’a şükreder. Kul Allah’a masiyet olan bir ameli yerine getirdiğinde, o masiyetten pişmanlık duyar ve bundan dolayı kul kendisini kınar ve Allah’a istiğfar eder. Bu Ehli sünnetin mezhebidir. Hiç kimsenin Allah’a karşı hücceti olamaz. Aksine Allah’ın yarattıkları üzerinde hücceti vardır.
“De ki: Üstün hüccet Allah’ın’dır. Dileseydi elbette hepinizi hidayete erdirirdi.”
En’âm 149
Sonra bütün işlerini ona havale edip O’nun adalet ve hikmetine yakînen iman etmesi gereklidir. Kul masiyetleri işlemeden önce sevmemeli ki Allah onları işlememek üzere ona yardım etsin. Eğer yanılarak onlardan bir tanesini işlerse tevbe edip vazgeçmeli ve Allah’a rucu etmelidir. Kulun masiyetleri sevmemesi, Allah’ın kaderini sevmeme anlamına gelmez. Çünkü kul masiyetleri sevmemekle memurdur.
Kul Allah’ın kerih görüp sevmediği şeyleri sevmeyerek ve O’nun güzel görüp sevdiği şeyleri severek de kulluk eder. Müslüman Allah’a rızasında ve gazabında muvafakat gösterecek, sevip razı olduğu şeyleri sevip razı olacak, kerih görüp gazap ettiği şeyleri kerih görüp gazap edecektir. Bir kul Allah’ın küfrü sevmediğini, kullarının küfre girmesine razı olmadığını; kendisine asi olunmasını sevmediğini, kullarının kendisine isyan etmelerine razı olmadığını kesin bilmelidir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Eğer küfrederseniz şüphesiz Allah sizin imanınıza muhtaç değildir. Fakat kulları için küfre razı olmaz! Eğer şükrederseniz, sizin için ona razı olur.”
Zümer 7
Kaderin Gizliliği ve Ona Dalmanın Kerahiyeti
Mü’minin kaza ve kader meselesinde söze dalması şeran istenilmeyen bir şeydir. Onun anlamını ve derecelerini bilmesi ve iman etmesi ona yeterlidir.
Bu hususta İmam Acurri (Rahmetullahi Aleyh) şöyle dedi:
“Sahabelere hak yoldan çıkmış sapık toplulukların kaderi inkâr etmeleri ulaştığında onların bu inkârlarını reddedip onları tekfir etmeselerdi, Tâbiîn imamları da kaderi inkâr edip yalanlayan kimseleri tekfir edip insanları onlarla beraber oturmaktan yasaklamasalardı ve Müslümanların imamları halkı onlarla beraber olmaktan, onlarla münazara etmekten sakındırarak mezheplerinin kötülüğünü açıklayıp izah etmemiş olsalardı hiç kimsenin kader hakkında konuşması caiz olmazdı!”
Acurrî Şeria 157
Şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir, her şeyin yaratıcısı odur. O adalet sahibidir hiç kimseye zulmetmez. O hikmet sahibidir ve abesle iştigalden münezzehtir. Bu mevzu kelam yönünden bundan daha fazlasına muhtaç değildir. Allah bu mevzuda bizim nelere muhtaç olduğumuzu bildi ve onu bize beyan etti. Bilgisini bizden gizlediği hususlarsa bizim muhtaç olmadığımız şeylerdir. Onları araştırarak külfet altına girmez bu hususta helak olanlar gibi helak olmayız.
Kader meselesi, Allah’ın bilgisini kendisine sakladığı mahiyetini akıllar idrak edemez gaybi meselelerden ilki değildir. Örneğin Allah’ın sıfatları, onlara tatilsiz, teşbihsiz, tahrifsiz iman ederiz. Ancak onların keyfiyetini ve mahiyetini akıllarımızla idrak edemeyiz. Bu sebeple Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kader mevzuuna dalmayı ve irdelemeyi yasaklamıştır.
Amr bin Şuay babası ve dedesi tarikiyle şöyle rivayet etmiştir:
“Bir gün insanlar kader mevzusunda konuşuyorlar iken Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) çıka geldi.
Ravi dedi ki:
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in kızgınlıktan yüzünde nar taneleri çıkıyor gibi oldu ve onlara:
‘Size ne oluyor ki Allah’ın Kitabının bir kısmını diğer kısmına vuruyorsunuz! Sizden öncekiler işte bu sebeple helak oldular!’ dedi.”
Ahmed 6680
Bir kimse, Ali bin Ebi Talib (Radiyallahu Anh)’a gelmiş ve kaderi sormuştu.
Ali (Radiyallahu Anh):
−Kader karanlık bir yoldur, ona suluk etme! dedi.
Adam yine:
−Kaderi bana haber ver dedi.
Ali (Radiyallahu Anh):
−Kader çok derin bir denizdir sakın ona dalma! dedi.
Adam yine:
−Bana kaderi haber ver dedi.
Ali (Radiyallahu Anh):
−Kader Allah’ın sırrıdır, kendini boşa külfete sokma! dedi.”
Tahavi Azizi’l-Hamid 686
İmam Tahavi akide ile ilgili kitabında şöyle demiştir:
“Kader, Allah’ın mahlûkatından gizlediği sırrıdır! Bu sırra ne mukarreb melek ne de risaletle görevlendirilmiş bir Nebi bilgi sahibi olamamıştır. Bu meseleyi araştırıp kurcalamak horlanıp zelil olmaya vesile, haram bir şeye merdiven ve tuğyan derecesidir. Bunu düşünmekten, vesvese ve kurcalamaktan sakın! Çünkü Allah, kader ilmini mahlûkatından gizledi, bu hususta ki muradını araştırmayı yasakladı ve Allah Kitabında:
“O (Allah) yaptığından sorulmaz, ama onlar sorulurlar.” Enbiyâ 23 buyurdu. Herkim Allah’a niçin böyle yaptı derse Kitabın hükmünü reddetmiş olur, Kitabın hükmünü reddeden de kâfirlerden olur. İşte bu Allah’ın dostlarından kalbi tevhitle nurlanmış kimselerin muhtaç olduğu kader mevzusunun özetidir. İlimde yüksek paye ve sabit kadem olan alimler derecesi de yine budur. Çünkü ilim iki kısımdır. Mahlûkat içerisinde var olan ilim, mahlûkat içerisinde kayıp olan ilim. Var olan ilmi inkâr küfürdür ve kayıp olan ilmin iddiası da küfürdür. İman mevcut olan ilmi kabul, kayıp olan ilmi araştırmayı terk etmekle sabitleşir.”
İbni Ebi’l-İz Akidet-u Tahaviye Şerhi 249
Müslümanda Kader İnancının Etkisi
Bu din Allah’ın hikmetine ve iradesine teslim olma üzere bina edilmiştir. Emir ve yasaklardaki Rabbani hikmetin tafsilatından soru sorulmamasını takdir etmiştir. Bütün Nebilerin ashabı bu hal üzereydi. İslam’ın temeli teslimiyet üzeredir. Allah’ın emirlerinden bir emrin saygınlığı, itibarı önce onu tasdik etmek peşinden onun gereği ameli yapmaya azimet göstermek sonra süratle onu fiile dönüştürmektir.
Sahabeler işte böyle idi. Rablerine ve Nebilerine karşı çok edepli saygılı idiler. Onlar hakkında Abdullah ibni Abbas (Radiyallahu Anhuma) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ashabından daha hayırlı bir kavim görmedim. Ölünceye kadar Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e on üç sorudan fazla sormadılar.”
Kader meselesinde sahabe, tâbiîn, din imamları ve hadis ehli kıyamete kadar olacak her şey Ümmü’l-Kitapta yazılı olduğu üzere icma etmiştir.
İbnu Deylemi (Rahmetullahi Aleyh) şöyle dedi:
“Ubey bin Ka’b (Radiyallahu Anh)’a geldim ve kader mevzuunda kalbimde bir şey meydana geldi. Bana bir şeyler söyle belki Allah onu kalbimden giderir dedim.
Ubey bin Ka’b (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
−‘Allah göklerin ve yeryüzünün ehline azap etmiş olsaydı O, onlara asla zulmetmiş olmazdı. Ancak Allah onlara rahmet etmiş olsa Allah’ın rahmeti onlara amellerinden daha hayırlıdır. Allah’ın yolunda Uhud dağı kadar altın infak etsen, kadere iman edene kadar Allah onu senden kabul etmez! Bil ki; sana isabet eden bir şeyin, isabet etmemesi mümkün değildir! Bu itikadın gayrı bir itikat üzere ölürsen ateşe girersin!’
Sonra Abdullah ibni Mes’ud (Radiyallahu Anh)’ın yanına geldim. O da bana aynı şeyleri söyledi. Sonra Huzeyfe (Radiyallahu Anh)’ın yanına geldim O da bana aynı şeyleri söyledi. Sonra Zeyd bin Sabit (Radiyallahu Anh)’ın yanına geldim O da bana aynı şeyleri, Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den hadis olarak rivayet etti.”
Ebu Davud 4699, İbni Mace 77, İbni Ebi Asım es-Sünne 245, Acurri 386, Ahmed 5/185
Ubade bin Samit (Radiyallahu Anh) ölümü anında oğluna şöyle vasiyet etti:
−“Ey yavrucuğum! Sana isabet eden bir şeyin isabet etmemesi, sana isabet etmeyen bir şeyin de isabet etmesinin mümkün olmadığını kesin bilinceye kadar imanın hakiki tadını bulamazsın!
Ben Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i işittim şöyle dedi:
‘Allah’ın ilk yaratığı şey kalemdir. Allah ona yaz! buyurdu.
Kalem:
−Neyi yazayım? Neyi yazayım? Ey Rabb’im! dedi.
Allah ona:
−‘Kıyamet saatine kadar olacak her şeyi yaz! buyurdu.’
−Ey yavrucuğum! Ben Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i işittim:
‘Herkim bu inancın dışında ölürse o benden değildir!’ buyuruyordu.”
Ebu Davud 4700
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ashabının gönüllerinde bu akidenin çok büyük bir tesiri vardı. Onlar yeryüzünde dağılıp bu kader akidesini Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in onlara öğrettiği gibi insanlara öğretiyorlardı. Bir keresinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Abdullah ibni Abbas (Radiyallahu Anhuma)’ya:
−“Ey çocuk! Allah’ı koruyup gözet ki Allah da seni korusun! Allah’ı gözet ki onu karşında bulasın. Bir şey istediğin vakit ondan iste! Bil ki, ümmet sana bir şey ile fayda vermek üzere bir araya gelse, Allah’ın senin için yazdığı şeyin dışında onlar sana asla fayda veremezler! Veya ümmet sana bir şeyle zarar vermek üzere bir araya gelse, Allah’ın senin için yazdığı şeyin dışında onlar sana asla zarar veremezler! Kalemler kaldırıldı ve defterler (in mürekkebi) kurudu!”
Ahmed 1/293
Bu akide onların kalplerine sekineti döküp gönüllerine itminan boşalttı ve onları izzet üzere terbiye etti. Böyle bir manevi dolgunlukla dini beşeriyete tebliğ için yeryüzünde dağıldılar. Allah’ın kaderine imanlarının önünde yeryüzünün güçlükleri ve meşakkatleri onların gözünde basitleşmiş ve küçülmüştür. Bundan dolayı Selman (Radiyallahu Anh)’a insanların:
Kadere onun hayrına ve şerrine iman edinceye kadar mü’min olamazsın denmesinin aslı nedir diye sorulduğunda?
Selman (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
−“Bu sözün anlamı, sana isabet eden bir şeyin isabet etmemesi, sana isabet etmeyen bir şeyin de etmesinin mümkün olmadığını bilmendir!”
Bilindiği gibi bu söz sadece Selman’nın sözü değildir, aksine bütün sahabelerin sözüdür. Kader akidesiyle nimetlenen insan, kendisine isabet eden bir şeyin isabet etmemesinin mümkün olmadığını, ümmet ona bir şeyle zarar vermek üzere bir araya gelseler Allah’ın onun hakkında yazdığının dışında hiçbir şeyle zarar veremeyeceklerini bilir.
Hiçbir nefis, rızkını ve ecelini tamamlamadan ölmeyecektir! Kullara kul olmaktan sadece bu inanca sahip kimseler kurtulur ve kulların Rabb’i Allah’a kul olur. Dünya ve ahiret işlerinin tamamı göklerin ve yerin yaratıcısı Zatın elinde olduğuna inanan kimse, nasıl olurda başını Allah’tan gayrı için eğer?! Bu yeryüzünde hangi güç olursa olsun topraktan yaratılmış bir kul için kendisini nasıl zelil duruma düşürür?!
İbni Receb (Rahmetullahi Aleyh) şöyle diyor:
“Toprağın üzerindeki her şeyin toprak olduğu kendisine tahakkuk eden kimse toprağa itaat etmeyi Allah’a itaat etmenin önüne nasıl geçirir? Yahut mülkün sahibi Allah’ın gazabına karşı, kendi için toprağı memnun etmeye nasıl razı olur?! Bu gerçekten şaşılacak bir iştir!”
Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem 385
Bu akide mamur ettiği kalpten korkaklık alametlerini söker atar. Sahibini zamanı ve mekanı geldiğinde Kâfirlerle savaşa iter; onlara, araç, gereç ve silahlarına gereğinden fazla önem vermez. Bir Müslüman onlara neden gereğinden fazla önem versin ki, kendini ve onları yaratan kendisi için takdir ettiği rızkı ve eceli noksansız tam olarak verecektir. Kendisi için takdir edilen çaresiz tahakkuk edecek ve başına gelecektir, takdir olunmayan da asla ona ulaşmayacaktır.
Allah’ın kaderine iman eden bir mü’min dünya nimetlerinin hiç birinin denk olmadığı başka bir nimetle nimetlenmektedir. O da her hal üzere Allah’tan razı olma halidir. Bu mü’min kaderlerin Allah’ın emri, dilemesi ve iradesiyle oluştuğunu görür. Hadiselerin Allah’ın hikmeti ve iradesiyle meydana geldiğini bilir. Allah bilir insanlar bilmez! Allah-u Teâlâ bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Kerih gördüğünüz halde kıtal size farz kılındı! Bazen kerih gördüğünüz bir şey sizin hakkınızda daha hayırlı olabilir; hoşlandığınız bir şey de sizin hakkınızda daha hayırsız olabilir! Allah bilir siz bilemezsiniz!”
Bakara 216
Kadere iman eden mü’min, hayır ve şerri kendisine takdir eden Allah’ın hikmet ve rahmet sahibi olduğunu bilir. Dolayısıyla nimete nankörlük etmez, musibetle imtihan olduğunda da sabırsızlık göstermez. O genişlik halinde şükredici, darlık halinde de sabredicidir. Bu sebeple her hali hayırdır.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Mü’minin işi hayret vericidir. Çünkü onun her işi hayırdır. Bu sadece mü’min içindir. Ona sürur verici bir şey isabet etse şükreder. Bu da onun lehine bir hayır olur. Eğer ona zarar verici bir şey isabet etse sabreder ve bu da yine onun lehine bir hayır olur” buyurdu.
Müslim 2999/64, Ahmed 4/332
Mü’min musibete bakar ve onun Allah’ın kaderi olduğunu bilir. Kalbi mutmain olup ondan razı olur. Mevlası ve yaratıcısına karşı daha çok edepli olur. Sonra o musibetin netice yönünden sevaba dönüşmesine bakar. Bu sebeple de ondan razı olur ve ona sabreder.
Bu hususta Sa’d bin Ebi Vakkas (Radiyallahu Anh) şöyle tahdis etmiştir:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e:
−Ya Rasulallah! İnsanların bela yönünden hangisi daha şiddetli olur dedim.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
−‘Bela yönünden insanların en şiddetlisi Nebilerdir. Sonra rütbece en üstün olanlar. Kul dinine göre belaya uğratılır. Kişi dininde kuvvetli ise belası şiddetli olur. Eğer dininde zayıf ise o da dinine göre belaya uğratılır. Bela kuldan ayrılmaz (imtihana devam eder) ta ki kul üzerinde hiç günah kalmamış bir halde yeryüzünde gezer olunca onu bırakır’ buyurdu.”
Ahmed 1481 Darimi 2/320, İbni Mace 4023, İbni Hibban Mevarid 699, Albânî Sahihu’l-Cami 992
İbni Kayyım (Rahmetullahi Aleyh)’de şöyle demiştir:
“Başına bir bela geldiği vakit kerem sahibi kimselerin sabrı ile ona sabret! O seni daha çok kerem sahibi yapar. Onu insanlara şikâyet ettiğin vakit, Rahim olan Allah’ı hiç merhameti olmayanlara şikâyet etmiş gibi olursun!”
İbni Kayyım Uddetissabirin 90
Abdullah ibni Abbas (Radiyallahu Anhuma) ise şöyle demiştir:
“Allah’ın “...Kalbine hidayet verir...” ayetiyle kast ettiği, kulun kalbine yakin verir de o kimse kendisine isabet eden bir şeyin isabet etmemesi, isabet etmeyecek şeyin de isabet etmesinin mümkün olmadığını bilir.”
İbni Kesir Tefsir 8/163
Alkame (Rahmetullahi Aleyh):
“Başa gelen her musibet Allah’ın izniyledir. Herkim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir.” Tegabun 11 ayetinin tefsirinde:
“Ayette kastedilen kimse kendisine bir musibet isabet ettiği zaman onun Allah’ın indinden olduğunu bilir ve ondan razı olup ona teslim olur demiştir.”
İbni Kesir 8/163, İbni Kayyım Uddetissabirin 90
Başa gelen şeylere rıza ve sabır göstermek kadere imanın esasıdır. Rıza ve sabır kadere imanın meyvesidir. Musibet vb. nefse hoş gelmeyen şeylere rıza ve Allah’a ibadetlere devam etmek küfür, asilik, fısk vb. Allah’ın yasakladığı şeylere rıza değildir ve zillette sabır yoktur. Çünkü Allah kullarının küfür ve masiyet işlemelerine; alçalıp zelil olmalarına asla razı olmaz! Dolayısıyla mü’minin rızası Allah’ın rızasına tabi; sabrı da Allah için ve O’nun yolunda olacaktır.
Kadere rıza, belaya sabır ve Allah-u Teâlâ’nın hükmüne mutmain olarak teslim, nefis binasının üzerinde durduğu en önemli esaslardır. Bu aynı zamanda yeryüzünde Allah’ın nizamını tesis etmek için, insanlığın gücünü seferber edici bir faktördür.
Geri dönmek yok, nedamet ve hüsran yok, keşke şöyle olsaydı yahut yapsaydık, böyle olurdu yok. Fakat Allah böyle takdir etti ve dilediğini yaptı var. Bu akidede kalbin sekineti, bedenin rahatı, gam ve kederi terk vardır. Nefsin parçalanması, sinirlerin bozulması yoktur. Aksine hoşnutluk, huzur, saadet, rahatlık ve itminanlık vardır.
Gönül genişliği ile Allah’ın adaletine, ilmine ve hikmetine itimat ederek O’na tevekkül vardır. Bu, vesvese ve kuruntulardan sığınılacak yegâne makamdır. Bu akideyi terk eden, Allah’a imandan yoksun ve Allah’ın dünya ve ahiret işlerini tedbir edip idare ettiğini inkâr eden toplumların ahirette ki nasibi, alçaltıcı azapta edebi kalmaktır.
Bu dünyada ki durumları ise, saadeti kaybetmek, gergin ve stresli bir yaşam ve ruhi bunalımlarla tüketilen bir ömürdür. Allah:
“Kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir yaşam vardır! Kıyamet günü onu kör olarak haşr ederiz!” Ta-Ha 124 buyurmuştur.
Kadere İman Sebeplere Yapışmayı Engellemez!
Kadere imanın Allah’a tevekkülle beraber bizi sebeplere yapışmaya memur ettiğini aklımızdan çıkarmamamız şarttır. Sebeplere yapışmak da Allah’ın izni olmaksızın bizi neticeye ulaştırmayacaktır, bunu da yine aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Sebepleri yaratan varlık neticeyi ve semereyi yaratan varlıktır. Örneğin salih bir nesil isteyen kimse, bunun için mutlaka bir sebebe yapışmak zorundadır. O da şer’i evliliktir. Fakat bu evlilik bazen semeresini verir ki bu, çocuktur. Bazen de Aziz ve Hâkim olan Allah’ın irade ve meşietine göre semeresini vermez.
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğine dişiler bahşeder, dilediğine de erkekler bahşeder. Veya onları hem erkek hem de dişi olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar. O her şeyi bilendir her şeye gücü yetendir.”
Şûrâ 49
Sebeplere yapışmayı terk etmek Müslümana haramdır! Rızk Allah’ın elinde olmasına rağmen rızk talebi için sayu gayreti terk etmek günahtır.
Şeyhülislam şöyle dedi:
“Sebeplere onların yaratıcılığına itikat edip meşietine inanarak iltifat etmek tevhitte şirktir! Sebepleri sebep olarak yok addetmekse akılda noksanlıktır! Emrolunan sebeplerden yüz çevirmek de şeriata tân etmektir!”
Mecmuu Fetava 8/528
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) meşru sebeplere yapışmanın kader olduğunu beyan etmiş ve bundan dolayı da tedaviyi emretmiştir.
Usame bin Şüreyk (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ashabı ile beraber iken geldim. Onlar Nebinin yanında başlarının üzerinde kuş varmış hareket ettiklerinde uçacakmış gibi idiler. Onlara selam verip oturdum. Civar köylerden bedevi Araplar geldi ve:
−Ya Rasulallah! Hasta olduğumuzda tedavi olalım mı? dediler.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
−‘Evet, tedavi olunuz! Zira Allah yarattığı her derde deva yaratmıştır. Ancak ihtiyarlık müstesnadır!’ buyurdu.”
Ahmed 4/278, Ebu Davud 3855, Tirmizi 2039, İbni Mace 3436
Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle:
‘Allah indirdiği her derde mutlaka şifa da indirmiştir’ buyurdu.”
Buhari 5720
İbni Ebi’l-İz şöyle dedi:
“Bazı insanlar tevekkülün, çalışıp gayret etmeye ve sebeplere yapışmaya mani olduğunu zannetmiş, işler takdir olunmuş ise, sebeplere yapışmaya hiç gerek yoktur demişlerdir. Bu görüş, fasittir! Çünkü çalışmanın farz olanı, mendub olanı, müstehap olanı, haram olanı ve mekruh olanı vardır. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tevekkül edenlerin en faziletlisi idi. Buna rağmen savaşa çıktığında zırhını giyer kılıcını kuşanırdı.”
Buhari 5720
Sahabelerin kadere imanı ile sebeplere yapışma arasındaki alaka anlayışları da aynen öyle idi. Zira sebeplere yapışmak da kadere imanın içine girer, bu ona munafi değildir, aksine onun gereğidir.
Örneğin Abdullah ibni Abbas (Radiyallahu Anhuma)’nın rivayet ettiğine göre Ömer (Radiyallahu Anh) Şam’a doğru yola çıktı. Nihayet Serg denen yere gelince Ebu Ubeyde bin Cerrah (Radiyallahu Anh) ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve Şam arazisinde veba Salgını olduğunu söylediler.
Abdullah ibni Abbas (Radiyallahu Anhuma) şöyle dedi:
“Ömer (Radiyallahu Anh) İlk hicret edenleri bana çağır! dedi. Onları çağırdı, onlarla istişare edip veba salgınını onlara haber verdi. Onlar Ömer (Radiyallahu Anh)’ın geri dönmesi ve kalması hususunda ihtilaf ettiler.
Bazıları:
−Bir iş için çıktın, o işten geri dönmeni doğru bulmuyoruz! dediler.
Bazıları da:
−İnsanların geri kalan kısmı ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ashabı seninle beraberdir. Onları bu vebaya getirme! dediler.
Ömer (Radiyallahu Anh) onlara:
−Yanımdan çıkın! dedi.
Sonra:
−Ensarı bana çağır! dedi. Ben onları da Ömer (Radiyallahu Anh)’ın yanına davet ettim. Ömer (Radiyallahu Anh) onlarla da istişare etti. Onlar da muhacirlerin yoluna suluk edip ihtilaf ettikleri gibi ihtilaf ettiler.
Bunu üzerine Ömer (Radiyallahu Anh) onlara da:
−Yanımdan çıkın! dedi.
Sonra:
−Kureyş ihtiyarlarından, fetih muhacirlerinden burada bulunanları bana çağır! dedi. Ben onları da çağırdım. Onlardan iki kişi bile Ömer (Radiyallahu Anh)’a karşı ihtilaf etmedi. İnsanları geriye döndürmeni ve halkı vebaya götürmemeni doğru görüyoruz dediler.
Bunun üzerine Ömer (Radiyallahu Anh) insanların arasında:
−Ben sabahleyin bineğime binip geri döneceğim! siz de buna göre hazırlanıp sabahlayın!” diye nida ettirdi.
Ebu Ubeyde bin Cerrah (Radiyallahu Anh):
−Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun? dedi.
Ömer (Radiyallahu Anh):
−Keşke bunu senden başkası söyleseydi ya Eba Ubeyde! Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz! dedi.
Abdullah ibni Abbas (Radiyallahu Anhuma) şöyle dedi:
−Abdurrahmân bin Avf (Radiyallahu Anh) bir ihtiyacı sebebiyle ortalıkta yok iken o esnada çıka geldi ve şöyle dedi:
−Bu hususta bende ilim vardır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i işittim:
‘Bu hastalığın bir yerde çıktığını işittiğiniz zaman oraya girmeyiniz! Hastalık sizin bulunduğunuz yerde meydana gelirse, ondan kaçmak için oradan dışarıya çıkmayınız!’ buyuruyordu.
Abdullah ibni Abbas (Radiyallahu Anhuma) bunun üzerine Ömer (Radiyallahu Anh), Allah’a hamd etti ve oradan ayrıldı dedi.”
Buhari 5756
Aynı sebeple Yemen’den azıksız olarak hacceden bir grup insanın düşkün hali Ömer (Radiyallahu Anh)’ı ağlatmış sonra onlara:
−Siz kimsiniz? diye sormuştu.
Onlar:
−Biz Allah’a tevekkül edenleriz! dediklerinde, Ömer (Radiyallahu Anh) onları zem ederek:
−Aksine siz başkalarının malını yiyenlersiniz! Tevekkül eden, ihtiyacını yerden gayret eder alır sonra Allah’a tevekkül eder! demiştir.”
Camiu’l-Ulum 384
İbni Kayyım (Rahmetullahi Aleyh) şöyle diyor:
“Allah’ın yarattığı sebeplere yapışmadan tevhidin hakikati tamam olmaz! Sebepleri iptal etmek tevhide muhalif bir fiildir! Acizlikten dolayı da olsa sebeplere yapışmayı terk etmek hakikatı kula dininde ve dünyasınnda kendisine fayda verecek şeylerin meydana gelmesinde yahut kendisine zarar verecek şeyleri def etmesinde kalbin Allah’a itimadı olan tevekküle muhalif bir iştir!”
İbni Kayyım Zadu’l-Meâd 3/420
Sehl bin Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) şöyle demiştir:
“Sebeplere yapışmaya dil uzatan sünnete dil uzatmıştır! Tevekküle dil uzatan da îmâna dil uzatmıştır! Tevekkül Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in halidir. Sebeplere yapışmaksa Onun sünnetidir. Onun hali üzere amel edip tevekkül eden sünnetini terk etmemelidir.”
Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem 628
سُبْحاَنَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلهَ إِلاَّ أَنْتَ، أَسْتَغْفِرُكَ وَأَتُوبُ إِلَيْكَ
Daha fazlası için; www.hadisler.com