Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

KİBİR

E Çevrimdışı

el-mümine

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
MODERN KÜLTÜRÜN BİR GÖSTERGESİ: KİBİR

Kökleri Rönesans, bilim devrimi ve “Aydınlanma” hareketine giden modern dünya görüşü, “fizik-ötesi” ve “aşkın” olanla irtibatını koparmak suretiyle seküler yani din-dışı bir fikir ve yaşam biçimi geliştirme ameliyesine yöneldi. Batı medeniyetinin son iki asırdır yaşadığı serüvene baktığımızda, bir yeryüzü cenneti kurma projesinin her alanda uygulamaya konduğunu görüyoruz. Yunan mitolojisinde tanrılardan ateşi çalan Prometyus’u örnek alan modern Avrupa insanı, ilâhi olana baş kaldırarak belki de insanlık tarihinin en büyük tekebbür ve istiğna hareketine imza attı. Bu yeni dünya görüşünün ana niteliğinin, kendi kendine yeter ve dünyevî olan ile sınırlı bir duruş ve düşünüş biçimi inşa etmek olduğunu söyleyebiliriz.

Bu din dışı ve nihayetinde din karşıtı bakış açısı, gerçekliği, mutlak hakikat olan Yaratıcı’yIa değil, maddi ve insanî olanı referans alarak tanımlar. Bu yüzden insanın sınırlı melekelerini aşan her şeyi, gerçek dışı, ‘metafizik’ ve hayalî kurgular olarak reddeder. Dinin hem bir inanç hem de bir medeniyet kaynağı olarak sosyal hayattan uzaklaştırılması ve bireylerin özel hayatına indirgenmesinin, bu ‘dünyevîleşme’ sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını göruyoruz.

Bu bakış açısının arkasında yatan tekebbür tavrını görmek zor değil. Aşkın ve ilâhi olana ihtiyacımızın olmadığı zehabı, insanları din, vahiy, peygamberlik, ahiret ve ahlâk gibi fizik ötesi hakikatlerin modern yeryüzü cennetinin inşasında gerekli olmadığı inancına sürükledi ve sürüklemeye devam ediyor.

Modern bilim ve teknoloji medeniyetinin maddi başarıları, bu inancı güçlendiren en önemli unsurlar. Ulaşımdan genetik mühendisliğine, eğitimden şehir plânlamasına kadar yaşamın her alanına nüfuz eden teknoloji ve onun emrindeki modern bilim, bir yeryüzü cennetinin mümkün olduğu fikrine güç katıyor. Bu yüzden çağdaş dünyanın muhasebesi yapıldığında, başarı ve erdem adına zikredilen şeylerin, maddi ilerleme ve gelişmeden ibaret olduğunu, manevi ve ahlâkî alandaki çürümenin ise, “yeryüzü cenneti” kurmak için ödemek zorunda olunan bir bedel olarak sunulduğunu görüyoruz.

Modern kültürün kibir tavrı, kişisel böbürlenmenin çok ötesinde bir manaya sahip. İnsanlar tek tek ele alındığında mütevazi olabilirler. Lakin yaşamaya zorlandığımız tüketim ve eğlence kültürü, bilim ve teknolojinin sunduğu imkanlar, siyasi ve ekonomik gücün getirdiği iktidar güdüsü, her tür tevazu ve denge kavramını işlevsiz hale getiriyor. Sistematik hale gelen tekebbür kültürü, tevazu ve mahviyyet sahibi insanların ezilmesine yol açarken, insandaki yıkıcı eğilimleri yaygın hale getirerek meşrulaştırıyor, hatta kutsallaştırıyor.

Cenab-ı Hakk’in bize emanet olarak verdiğini söylediği tabiat alemine karşı tavrımız, bunun somut tezahürlerinden biri. 17.nci yüzyıldaki bilimsel devrimin ardından tabiatın hiç bir sırrının saklı kalmaması için her tür faaliyeti gösteren Batı dünyasının, bir yaradılış mucizesi olan tabiat alemine yönelik tavrı, öfke derecesinde bir tekebbür ve hakimiyet güdüsüne dayanıyor. Zaman zaman ‘tabiat ana’nın -ki bu ifade ile de dinimizde kutsal bir emanet olarak kabul edilen tabiat kavramının nasıl dünyevîleştirildiğini ve ilâhi olandan koparıldığını görüyoruz- gazabından bahsedilse de, modern teknolojik araçlar sayesinde tabiatın her alanına tahakküm edebileceğimiz fikri, TV ekranlarından okul sıralarına kadar hepimize aşılanıyor. Bu tekebbür tavrının popüler sloganlarına artık hepimiz aşinayız: “İmkansız bir şey yok”, “istediğimiz her şeyi yapabiliriz”, “önümüzdeki tek engel zaman”, vs...

Pozitif bilimlerin sınırlarından ve tabiat düzenini yok edişinden bahsedildiğinde, tipik bilim adamlarının, “bize biraz daha zaman verin, o sorunu da çözeriz” cevabının arkasında ne kadar ‘kendine güven’ varsa, o kadar da tekebbür ve istiğna tavrı var.


Modern dünyanın gururu, ilâhi olanın insanî olana müdahalesini kabullenemiyor. Bunu özgürlüklerin, aklın, hür iradenin kısıtlanması olarak algılıyor. O yüzden pek çok batılı ve batıcı aydınlar, İslâm toplumlarına geri, dinsel, teokratik, baskıcı kültürler olarak bakıyorlar. İlâhi iradeye teslimiyeti nefislerine kabul ettiremeyenler, bunu bireysel varlık alanlarına yönelik bir tecavüz olarak görüyorlar.

Mekkeli müşriklerin, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in getirdiği mesajı reddetmelerinin sebebi, onun doğruluğu konusunda ikna olmamaları değil, bilakis hakikate teslim olacak manevi terbiye ve tevazudan yoksun olmalarıydı. Oysa tevazu ve zekânın kemâl derecesini ifade eden Allah’a teslimiyet, insanı sınırlı ve bireysel dünyasından çıkartıp Hakikat’e rapteder ve onun önüne muazzam ufuklar açar.

Tekebbür ederek başkaldıran insan, eşyaya, tabiata, diğer insanlara ve Yaratıcısı’na yabancılaşırken, imanın lezzetine varan insan, bütün varlık ile arasında bir kardeşlik ve dostluk ilişkisi kurar.

İçinde yaşadığımız tüketim ve eğlence kültürü, bu değerlerin sosyal bir norm haline gelmesine imkan tanımıyor. Zira her şeyin insan ile tek başına mümkün olduğunu ileri süren seküler hümanizm, insanı -haşa- Yaratıcı’nın yerine koyarak bütün değer ve prensiplerin nihaî merciinin yine insan olduğu fikrini aşılıyor.

Bu yüzden özellikle modern bilim “imkansız kavramını aşıyoruz” dediğinde, sadece bilimsel başarılara atıfta bulunmuyor; aynı zamanda bilimin gittikçe ilâhi bir kimliğe büründüğünü itiraf ediyor. Bu noktada, geleneksel toplumların israrla ve başarıyla muhafaza ettiği değerler hiyerarşisi, yerini kaosa ve her şeyin beşerî ve dünyevî olana indirgendiği bir oluş biçimine bırakıyor.

Modern toplumların yaşadığı ailenin çöküşü, uyuşturucu, cinsel sapıklık, ekonomik sömürü, adaletsizlik, gelir eşitsizliği, yolsuzluk, şiddet gibi sorunların dipteki sepeblerine indiğimizde, bu değerler hiyerarşisinin insanın yıkıcı ve behimî güdüleri lehine bozulduğunu görüyoruz. Kendilerini küçük ilâhlar olarak gören ve Kur’an’ın ifadesiyle ‘nefsini kendine ilâh edinen’ insanların, kendi çıkarlarının ötesinde bir değere inanmaması son derece doğaldır.

Aynı şekilde ‘herşeyin mülkünün O’na ait olduğu’ ilkesine aklen, kalben ve amelen iman eden insanların da Yaratan ile yaradılan arasındaki hiyerarşiyi muhafaza etmesi o derecede doğal ve hatta kaçınılmazdır.



Mevcut toplum yapısının sorunu, mütevazi bireylerin varlığı ya da yokluğu değil; insanlara tevazu, itidal ve merhameti öğretecek ahlâkî ilke ve değerlerden yoksun oluşudur. Osmanlı’da sıradan bir vatandaşın sultan’a “böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var!” diyebilmesine imkan tanıyan ahlâkî ve manevi hiyerarşi, modern dünyada terkedildi. Sultana karşı bu tavrı sergileyebilen müslüman insan, gücünü, her tür otorite ve iktidarın üstünde bir otorite ve merci olduğu ilkesinden alır. Bu yüzden müslüman toplumlarda birey, ‘vatandaş’ olmadan önce kuldur. Yani insanlar önce Allah’a, sonra devlet ve toplum gibi kollektif kimliklere karşı sorumludurlar.

Böyle bir toplum yapısında kaynağı ilâhi olan hukukun üstünlüğü, her tür beşerî ve sosyal normun üstündedir. Bu manada müslüman toplum yapısı, insanlara kollektif tevazuyu öğretir.

Buna mukabil modern birey, bir manada ‘benden ve bizden büyük hiç birşey yok’ inancıyla hareket eder. Gücünü ve otoritesini kendinden devşiren birey, kaba gücün hakim olduğu yerde itaat eder ya da gücü yetiyorsa, kendi otoritesini başkaları üzerine empoze etmeye çalışır.

Günümüz popüler kültüründe Süperman, Örümcek Adam, He-man gibi kahramanların üretilip topluma mal edilmesi bir tesadüf değil. Her ne kadar bu kahramanlar iyinin mücadelesini verseler de, insan üstü güçlerini kendilerinden yahut menşei belirsiz bir kaynaktan edinirler.

Geleneksel İslâm toplumlarında da Rüstem ve Tepegöz gibi insan üstü güç ve kabiliyete sahip varlıklara rastlıyoruz. Fakat modern ‘kahramanlar’ın tersine bu olağanüstü yaratıklar, varlık ve güçlerini (dolayısıyla meşruiyetlerini) melekût yahut cinler aleminden almaktaydılar. Bu yüzden bu kahramanlar tüm efsanevî güçlerine rağmen varlık hiyerarşine tabidirler: Nihaî olarak bu varlıkların üstünde yine ilâhi olanın hakimiyeti esastır.

Kibrin kalbi bir hastalık, tevazunun ise ahlâkî bir erdem olduğunu nazar-i itibara aldığımızda, meselenin özünün manevi terbiye ve şuur olduğunu görüyoruz. Bu yüzden maneviyat pınarı kurumuş toplumların insanlara tevazuyu, merhameti ve itidali öğretmesi mümkün degildir.

Kendini evrenin merkezine koyan ve Firavun gibi ‘göklere çıkabileceğine’ inanan insan tipinin karşısında, başka bir insan modeli var. Bu insan, öncelikle Yaratıcısı’na, ardından O’nun yarattığı her şeye karşı nerede durduğunu bilen ve bu bilinç ile hareket eden insandır. Yaşadığımız sosyal ve bireysel sorunların aşılmasında bu insan modelinin oynacağı rolün önemini ne kadar vurgulasak azdır.
 
Üst Ana Sayfa Alt